31 Ocak 2020 Cuma

MÜLK SURESİ 12-15. ayetlerin tefsiri


Müminlere Vaadedilen Mağfiret Ve Kafirlerin Bir Defa Daha Tehdit Edilmeleri:


12- Muhakkak ki Rablerinden gıya­ben korkanlar için, işte onlar için birmaeRret ve büyük bir ecir vardır.

13- Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Çünkü o göğüslerin özünü aJbO^U^\^^l, en iyi bilendir.

14~Yaratan bilmez mi hiç? °latif"tir, herşeyden haberdardır.

15- O yeri size itaatkâr ve yumuşak kılandır. O halde omuzlarında yü­rüyün, onun rızkından yiyin ve dö­nüş yalnız onadır.

Açıklaması:

"Muhakkak ki Rablerinden gıyaben korkanlar için; işte onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır." Yani Rablerini görmedikleri halde Rable-rinin azabından korkan ve azabından korkarak ona iman eden, gizli ve açık bütün hallerde Allah'tan korkup Yüce Allah'ın dışında kendilerini kimsenin görmediği hallerde bile masiyetlerden uzak durup itaatleri de ye­rine getirerek Rablerine saygı ile boyun eğenler için pek büyük bir mağfi­ret vardır. Bununla Yüce Allah günahlarını bağışlar. Onlar için uçsuz bu­caksız mükâfat olan cennet de vardır.

Buhari ile Müslim'de şu hadis yer almaktadır: "Kendi gölgesinden baş­ka hiçbir gölgenin olmadığı bir günde Yüce Allah'ın Arş'ınm gölgesinde ba­rındıracağı yedi kişi vardır... Bunlardan birisi de makam ve mevki sahibi güzel bir kadının kendisini davet ettiği halde, ben Allah 'tan korkarım diyen bir adam ile sağının ne verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli saklı bir şe­kilde sadaka veren bir adam."

Daha sonra Yüce Allah kalpleri de, gizlilikleri de bildiğine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: "Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Çün­kü o göğüslerin özünü en iyi bilendir." Yani sözünüzü gizli ya da açıkça söy­lemeniz birdir. Allah onu çok iyi bilendir. O kalplerden geçeni, kalplerin gizleyip sakladıklarını dahi bilir. Yani o durum ne olursa olsun Allah sözle­rinizi ve davranışlarınızı bilir. Buna göre açıktan Allah'a isyanı gerektire­cek işleri yapmaktan kaçındığınız gibi gizlice yapmaktan da kaçınınız. Çünkü Allah'ın davranışımızı bilmesi açısından bunun bir farkı yoktur. Gizliyi açıktan önce söz konusu etmesinin sebebi de adeten onun öncelikli olmasından dolayıdır. Herbir iş öncelikle nefiste var olur, sonra açıkça işle­nir. Diğer taraftan bunun bilinmeyeceği sanılabileceğinden gizli saklı gü­nahlardan da sakındırılmak istenmiştir. Yüce Allah'ın: "Çünkü o göğüsle­rin özünü en iyi bilendir" buyruğu, bundan önceki ifadelerin bir gerekçesi gibidir.

Ayet bütün insanlara, bütün amelleri ile ilgili bir hitaptır. Onların Ra-sulullah (s.a.) hakkında gizlice söyledikleri sözleri de kapsar. İbn Abbas de­di ki: (Müşrikler) Rasulullah (s.a.)'ın aleyhinde ileri geri konuşuyor, Cebra­il de ona söylediklerini haber veriyordu. Bunun üzerine biri diğerine: Mu-hammed'in ilâhı duymasın diye sözlerinizi gizli söyleyin, dediler. İşte Yüce Allah bu sebeple bu ayeti indirdi.

Daha sonra Yüce Allah bilgisinin genişliğine delil getirerek şöyle bu­yurmaktadır: "Yaratan bilmez mi hiç? O latiftir, her şeyden haberdardır." İnsanı yaratan ve onu var eden hiç gizlilikleri ve kalplerin sakladıklarını bilmez mi? Eliyle insanı yaratan bizzat O'dur. Sanat eserini en iyi bilen el-betteki onun sanatkârıdır. Yüce Allah bütün işlerin inceliklerini, kalplerde bulunanı çok iyi bildiği gibi, kalplerin gizleyip sakladıklarından da haber­dardır. Bunların hiçbirisi ona gizli değildir. Gizli olanı yaratan, gizliyi bil­mez mi, demektir.

Şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Allah yarattığını bilmez mi? İbni Kesir dedi ki: Birinci anlam, (yani, yaratıcı bilmez mi anlamı), Yüce Al­lah'ın: "O latiftir, her şeyden haberdardır." buyruğu dolayısıyla daha uy­gundur. Gerçekte ise her iki anlamın da ihtimal dahilinde olduğudur. Bu­rada "men: ...an' yaratıcıyı işaret etmiş de olabilir. Bu durumda anlam: Ya­ratan yarattığını bilmez mi demek olur. Bunun yaratılmışa ad olması da mümkündür. Bu durumda: Allah yarattığını bilmez mi demek olur. Yarata­nın yarattığını ve yaratacağını en iyi bilmesi ise kaçınılmaz bir şeydir.

Daha sonra Yüce Allah kudretine dair delili ortaya koymakta ve nime­tinin eksiksizliğine dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: "O, yeri size itaat­kâr ve yumuşak kılandır. O halde omuzlarında yürüyün ve onun rızkından yiyin ve dönüş yalnız onadır." Yani yeri sizin emrinize veren ve size itaat­kâr kılan üzerinde yerleşmenize elverişli ve yumuşak kılan odur. Bu haliy­le yer sallanmıyor, çalkalanmıyor. Bu da orada yerleştirdiği dağlar sebebiyledir. Orada sizin için kaynaklar fışkırtmış, yollar açmış, yararlanabilece­ğiniz imkânlar hazırlamış, ekini yeşertmiş, meyveler çıkartmıştır. Siz de onun dört bir yanında, çeşitli bölgelerinde, yerlerinde nerede isterseniz orada kazanç, ticaret ve rızık aramak maksadıyla gezin dolaşın. Bununla birlikte çalışıp çabalamakta Allah'ın kolaylaştırmasına ihtiyaç duyulma­ması mümkün değildir. Bu bakımdan Yüce Allah: "Ve onun rızkından ye-yin." diye buyurmuştur. Yerde sizin için yarattığı ve size verdiği kendisin­den yararlanma imkânını bağışladığı rızkından ve yerin çeşitli mahsulleri­ni elde etme gücünü vererek kazandığınız rızkından yeyin. Şunu da bilin ki, sonunda sizler ona döneceksiniz. Kabirlerinizden kaldırılıp, O'nun hu­zuruna götürüleceksiniz başkasına değil. Kıyamet gününde dönüş yalnız ona olacaktır. Bu sebeple gizli ve açık hallerinizde küfür ve masiyetlerden sakınınız.

Ayet Yüce Allah'ın kudretine ve onun kullarına nimetlerinin çokluğu­na, ayrıca çalışıp çabalamanın, sebeplere sarılmanın Yüce Allah'a tevekkü­le aykırı olmadığına, ticaret ve kazanmanın teşvik edilmiş bir şey olduğu­na da delildir. İmam Ahmed, Tirmizi, Nesai ve İbni Mace'nin rivayetine gö­re Ömer b. Hattab (r.a.) Rasulullah'ı (s.a.) şöyle buyururken dinlemiştir: "Şayet sizler Yüce Allah'a hakkıyla tevekkül edecek olursanız sabah aç, ak­şam kursakları dolmuş olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rı-zıklandırırdı." Allah Rasulü kuşların Yüce Allah'a tevekkül ettiklerini be­lirtmekle birlikte rızıklarmı aramak için sabah gidip, akşam döndüklerini ve bu işin kendileri tarafından yapıldığını belirtmektedir. Ancak herşeyi müsahhar kılan, yönlendiren ve sebepleri yaratan O'dur.

Hakim Tirmizi'de, Muaviye b. Kurra'dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Ömer b. Hattab (r.a.) bir topluluğun yanından geçti. Onlara: Siz neci­siniz, diye sordu, onlar: Bizler tevekkül edenleriz, dedi. O: Hayır, sizler ha­zır yiyicilersiniz, dedi. Gerçekte tevekkül eden yerin içine tohumunu atan ve ondan sonra aziz ve celil olan Allah'a tevekkül edendir.

Buna göre bu ayet ile bundan önceki ayetten maksat şu olmaktadır: Kâfirler Yüce Allah'ın gizli hallerini de, açıkladıklarını da bildikleri belirti­lerek tehdit edilmektedir. Onlara yerin hayır ve bereketlerini kolaylıkla el­de etme imkânını vermekle lütufta bulunan ve bu nimetleri ihsan eden Odur. O halde Onun cezasından sakının. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibi­dir: Ey kâfirler, benim gizlediğiniz ve açıkladığınız hallerinizi bildiğimi bi­lin. Bu sebeple benden korkun, azabımdan sakının. Ben sizleri emrinize boyun eğdirdiğim bu yerde iskân ettim ve burasını faydanız ve rızkınız için bir sebep kıldım. Ben dileyecek olursam sizi yerin dibine geçirir ve oraya gökten türlü mihnet ve sıkıntılar indiririm. [3]


[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/22-24.

30 Ocak 2020 Perşembe

MÜLK SURESİ 6-11. ayetlerin tefsiri


İsyankâr Kâfirlerin Azabı:


6- Rablerini inkâr edenlere de ce­hennem azabı vardır. O ne kötü bir dönüş yeridir!

7- Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken onun korkunç sesini işi­tirler.

8- Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur. İçine her bir grup atıldı­ğında bekçileri onlara: "Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi?" diye sorarlar.

9- Onlar: "Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi; fakat biz yalanladık ve: Allah hiçbir şey in-dirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz dedik." diye ce­vap verirler.

10- Yine derler ki: 'Eğer biz dinlesey­dik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık."

11- Böylelikle günahlarını itiraf edecekler. Allah'ın rahmeti cehen­nemliklerden uzak olsun.

Açıklaması:


"Rablerini inkâr edenlere de cehennem azabı vardır. O ne kötü bir dö­nüş yeridir!" Yani Rablerini inkâr eden, onun peygamberlerini yalanlayan, cinlere ve insanlara cehennem ateşi azabını hazırladık. Onların dönecekle­ri ve varacakları yer olan cehennem ne kötü bir dönüş yeridir.

Daha sonra Yüce Allah ateşin dört niteliğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

1, 2- "Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken onun korkunç sesini işitirler." Yani pek büyük bir ateşe odunun atıldığı gibi kâfirler de cehen­nem ateşine atıldığında eşşeklerin anırması gibi yahutta aşın öfkelenmiş birisinin çıkardığı ses gibi alışılmadık bir ses duyacaklar. Bu arada da on­lar ateşin içindeyken tencerenin kaynaması gibi cehennem ateşi de kayna­yıp coşacaktır.

3- "Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur." Kâfirlere aşın öfkesin­den ve kızgınlığından ötürü neredeyse paramparça olup dağılacak.

4- "İçine herbir grup atıldığında bekçileri onlara: Size uyarıcı bir pey­gamber gelmedi mi diye sorarlar?" Yani cehenneme bir kâfir topluluğu atı­lacağı her seferinde cehennemin zebanileri ve yardımcıları onlara azarlayı-cı bir üslûpla şöyle soracaklardır: Dünyada iken sizlere bu günü hatırlatıp, uyaracak, bununla korkutup sakındıracak bir peygamber gelmemiş miydi?

Kâfirler onlara iki türlü cevap vereceklerdir:

1-"Onlar: Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi, fakat biz ya­lanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik diye cevap verirler." Yani kâfirler şu sözleriyle cevap vere­ceklerdir: Evet, bizlere Rabbimiz Allah tarafından bir rasul geldi, bizi uya­rıp korkuttu, fakat biz o uyarıcıyı yalanladık ve ona: Allah senin üzerine bize tebliğ etmen için bir şey indirmemiştir. Gayba ve ahiret ile ilgili hu­suslara dair Allah'ın bize emrettiğini söylediğin şer'î hükümler adına sana herhangi bir şey vahyetmiş değildir.

Bunun bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarında geçmektedir: "Nihayet onlar oraya geleceklerinde kapılan açılacak ve bekçileri onlara şöyle diyecek: 'Size aranızdan Rabbinizin ayetlerini üzerinize okuyan ve bu gününüze kavuşmakla sizi korkutan peygamberler gelmedi mi?' Onlar:

'Evet' diyecekler. 'Fakat azap sözü kâfirler aleyhine hak olmuştur." (Zümer, 39/71)

İşte bu Yüce Allah'ın kulları hakkında adaletle hükmedeceğinin ve karşı delil ortaya konulup peygamber gönderilmedikçe kimseyi azaplandır-mayacağının delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir rasul göndermedikçe de azap ediciler değiliz." (İsra, 17/5)

2- Yine derler ki: Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık. Yani bizler kendimizi kınıyor ve yaptık­larımıza pişman oluyoruz. Eğer bizler Allah'ın indirdiği hakkı anlayan ve hidayet bulmak isteyen bir şekilde dinlemiş yahutta doğruyu yanlıştan ayırdedebilen, düşünen, yararlanan ve hidayet bulmak amacı ile aklını kullanan kimseler olarak onları düşünmüş olsaydık, elbette cehennemlik­ler arasında olmazdık. Allah'ı inkâr etmez ve sapmazdık. Fakat bizler pey­gamberlerin getirdiklerini anlayacak bir kavrayışa da, onlara uymaya biz­leri iletecek, peygamberi dinlemeye yönelmemizi sağlayacak bir akla da sa­hip değildik. Burada dinlemenin akledip anlamadan önce sözkonusu edil­mesinin sebebi, bir şeye çağırılan bir kimsenin önce çağırıcının çağrısını duymasından, sonra da onun üzerinde düşünmesinden dolayıdır.

"Böylelikle günahlarını itiraf edecekler. Allah'ın rahmeti cehennemlik­lerden uzak olsun." Yani cehennem ateşi azabını hak etmelerine sebep teşkil eden günahlarını itiraf ve kabul edeceklerdir. Bu da küfür ve peygamberleri yalanlamaktır. Bu sebeple onlar Allah'ın rahmetinden uzak tutulacaklardır. İşte böylelikle önce suçları, sonra da cezaları açıklanmış olmaktadır.

İmam Ahmed, Ebû'l-Bahteri et-Taî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Bana Rasulullah'tan (s.a.) işiten birinin belirttiğine göre o şöyle demiş­tir: "Kendi nefislerinden kendilerine karşı reddedemeyecekleri gerekçeler açıklanmadıkça insanlar helak edilmeyeceklerdir." Bir başka hadiste de şöyle buyurmuştur: "Kendisinin cennetten çok cehenneme lâyık olduğunu bilip kabul etmedikçe hiç kimse ateşe girmez." [2]


[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/18-19.

29 Ocak 2020 Çarşamba

Katılım Bankalarından Alınan Kar Payı Helal Midir?

MÜLK SURESİ 1-5. ayetlerin tefsiri


İlâhi Kudretin Bazı Delilleri:

1- Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir ve O, herşeye kadirdir.

2- O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır. O Aziz'dir, Gafur'dur.

3- O tabaka tabaka yedi gök yara­tandır. Rahman'ın yaratışında hiç­bir düzensizlik göremezsin. Haydi gözü(nü) çevir de bak! Bir çatlak görecek misin?

4- Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çe­vir ve bak. Göz hor ve hakir, yorul­muş olarak yine sana dönecektir.

5-And olsun biz dünya semasını kandillerle süsledik. Onları şeytan­lara atış taneleri yaptık. Ayrıca on­lara sa'îr (cehennem) azabını hazır­ladık.

Açıklaması:


"Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir ve o herşeye kadirdir." Yüce Allah öğretmek ve irşad etmek amacıyla yüce zatının şanını dile getir­mekte, bütün yaratılmışlarda dilediği şekilde biricik tasarruf sahibi olduğu­nu, herşeye tam bir kudretle güç yetirdiğini ve hiçbir şeyin onu aciz bırak­madığını belirtmekte, mülkünde dilediği gibi tasarruf ettiğini anlatmakta­dır. O aziz kılar, zelil eder, yüceltir, alçaltır, nimet verir, intikam alır, verir, vermez, kimse O'nun hükmüne karşı çıkamaz. Hikmeti, adaleti ve mutlak egemenliği dolayısıyla yaptıklarından dolayı kimse O'nu sorgulayamaz.

"Tebareke: Ne yücedir" lafzı, O ne yüce ve ne azametlidir, demektir. Kemâlin en ileri derecesini, yüceltmenin ve kutsamanın en ileri noktasını ifade eder. Bundan dolayı Yüce Allah'tan başkası hakkında kullanılması caiz değildir.

Ayet üç hususa delildir: Şanı Yüce Allah kendi dışındaki bütün varlık­lardan yüce ve büyüktür. Göklerde ve yerde, dünyada ve ahirette mutlak malik ve tasarruf sahibi olan O'dur. Tam kudret ve herşeyin üzerinde mut­lak egemenlik yalnız O'nundur.

Yüce Allah'ın kudret ve ilminin tecellilerinden bazıları şunlardır:

1- "O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölü­mü ve hayatı yaratandır. O Azizdir, Gafur'dur." Yani ölümü ve hayatı ezel­den beri var eden ve takdir eden O'dur. Mükellef olmanın anlamını idrak etmeleri ve gereğini yerine getirmeleri için insanlara aklı O vermiştir. Böy­lelikle O onlara karşı amellerini sınayan bir kimsenin tutumu ile davrana­cak ve bundan dolayı amellerinin karşılığını verecektir ve böylelikle arala­rında Yüce Allah'a kimin daha itaatkâr, daha ihlaslı, hangilerinin amelinin daha hayırlı olduğunu onlara göstermiş olacaktır. O güçlü, mutlak galip, kimse tarafından yenik düşürülemeyen ve kimsenin aciz bırakamayacağı, kahredici gücün sahibidir. Bununla birlikte kendisine isyan edip, muhale­fette bulunduktan sonra günahlarından tevbe edip kendisine yönelen kim­seleri de mağfiret edendir, günahlarını örtendir. Şanı Yüce Allah aziz ve kahredici güce sahip olmakla birlikte mağfiret buyurandır, rahmet edendir, affedip bağışlayandır. Bir başka ayet-i kerimedeki şu buyruğunda dile geti­rildiği gibi: "Kullarıma haber ver ki: Ben, gerçekten ben, gafur ve rahimim ve hiç şüphesiz benim azabım da elbette can yakacak bir azaptır." (Hicr, 15/49-50)

Ayet, ölümün var olması istenen bir durum olduğunun delilidir. Çün­kü ölüm de mahlûktur. Ölüm ruhun beden ile ilişkisinin kesilmesi ve be­denden ayrılmasıdır. Hayat ise ruhun beden ile ilişkili olması ve onunla bağlantılı bulunması halidir. Hayatın var edilmesi demek, ruhun canlı var­lıklarda yaratılması demektir. İnsanın yaratılması da bu kabildendir. İbti-lâ (denemek)in aslî maksadı ise iyilikte bulunanların ne kadar mükemmel iyilik yaptıklarının ortaya çıkartılmasıdır.

İbni Ebi Hatim, Katade'den rivayetle Yüce Allah'ın: "Ölümü ve hayatı yaratandır." buyruğu hakkında dedi ki: Rasulullah (s.a.) şöyle derdi: "Şüp­hesiz Allah, Adem oğullarını ölüm ile zelil kılmıştır. Dünyayı hayat yurdu, sonra da ölüm yurdu kılmıştır. Ahireti ise önce amellerin karşılıklarının gö­rüleceği yer, sonra da ebedi kalıcılık yurdu olarak takdir buyurmuştur."

Ayette hayattan önce ölümün sözkonusu edilmesi, amelde bulunmaya iten en güçlü etken oluşundan dolayıdır.

2- "O tabaka tabaka yedi gök yaratandır. Rahman'in yaratışında hiç­bir düzensizlik göremezsin. Haydi gözü(nü) çevir ve bak. Bir çatlak görecek misin?" Yani biri diğerinin üstünde uyumlu bir şekilde var olan yedi göğü yoktan var eden O'dur. İsra hadisiyle başka hadislerde de belirtildiği üzere biri diğerinden ayrıdır. Bunları birbirine çekim kanunu bağlamaktadır. Rahman olan Allah'ın yarattıkları üzerinde dikkatle düşünen kişi, sen ora­da herhangi bir çelişki, bir ayrılık, bir uyumsuzluk görebiliyor musun? Se­maya tekrar tekrar bak ve düşün. Orada herhangi bir yarık ya da çatlak görebilir misin? İşte bu, göklerin yaratılışlarının pek muazzam olduğunu ve onlarda herhangi bir kusur bulunmadığını, onları yaratanın mükemmel bir kudret, kapsamlı, son derece sağlam ve herşeyi sağlam yapan, bütün incelikleri kuşatan bir ilim sahibi olduğunu göstermektedir. Bu ayetin bir benzeri de şudur: "Allah Odur ki gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yük­seltmiştir. Sonra Arş üzerinde istiva etmiştir. Güneşe de, aya da emrine bo­yun eğdirmiştir. Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider." (Ra'd, 13/2)

Semâ (gök); hakikatini Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir madde­dir. Eski ölçümlerle yerden beş yüz yıllık bir uzaklıktadır. Şu anda ise uzay yolculukları programlarının da gösterdiği gibi bu uzaklık millerle ifade edilmektedir. Semadan kastın, gezegenlerin yörüngeleri olduğu da söylen­miştir. Astronomi bilginlerinin görüşüne göre yörünge gezegenin dolaştığı boşluktur. Bizler gezegenlerin farklı boyutlarda ve değişik uzaklıklarda ol­duklarını bildiğimize göre yedi göğün boyutları hakkında da bir tasavvura sahip olabiliriz. Güneş sistemi ile diğer yıldız sistemleri "kâinat" diye bili­nen şeyi oluşturur. Güneş sistemi tabiri astronomide güneş ile gezegenler ve bunların uyduları hakkında kullanılır. Bunlar da güneşe olan uzaklıkla­rına göre şöylece sıralanır: Utarit (Merkür), Zühre (Venüs), Dünya, Merih (Mars), Müşteri (Jüpiter), Zuhal (Satürn), Uranüs, Neptün ve Plüton

Yıldız kümeleri ise bazen birkaç günde bir renk değiştiren oldukça uzak güneşlerdir.

"Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir ve bak. Göz hor ve hakir yorulmuş olarak yine sana dönecektir." Yani arka arkaya, defalarca bak ve incele. Ne kadar çok bakarsan bak, her seferinde göz göklerin yaratılışında herhangi bir tutarsızlık ya da kusur görmekten yana zelil ve küçülmüş olarak sana geri dönecektir. Çokça inceleyip gözetlemekten ve tekrar tekrar bakmaktan dolayı da bitkin düşecektir. Bir başka anlatımla ayetin anlamı şudur: Sen ey muhatap insan, istediğin kadar defalarca bak. Yine de herhangi bir tu­tarsızlık ya da kusur göremeyip, alçalmış olarak gözünü geri çevireceksin.

"Tekrar tekrar (ayetteki lafzî manasıyla: iki defa)" buyruğundan kasıt, bir tutarsızlık olduğunu tespit etmek amacıyla defalarca bakmaktır.

3- "And olsun biz dünya semasını kandillerle süsledik. Onları şeytan­lara atış taneleri yaptık. Ayrıca onlara sa 'îr azabını hazırladık." Yani and olsun biz insanlara en yakın olan göğü sabit yıldızlarla ve hareket eden ge­zegenlerle süsledik. Böylelikle bu göğün hilkati çok daha güzel, şekli daha alımlı olmuştur. Yıldızlardan kandiller diye söz edilmesi, kandillerin ay­dınlık saçması gibi yıldızların da etrafı aydınlatmalarıdır. Bu yıldızların bir kısmından bazı alevler yahutta bunların yakınlarından şeytanların kendileriyle taşlandığı atış taneleri de takdir buyurulmuştur. Dünyada ateş aleviyle yakılmalarından sonra ahirette şeytanlara alev alev yanan ateş azabı da hazırlanmıştır. Buna sebep ise onların fesatları ve bozguncu­luklarıdır.

Dünya semasının süsü olmanın dışında, şeytanlara atış taneleri kılın­maları yıldızların bir diğer faydasıdır. Nitekim Yüce Allah (yıldızların fay­daları hakkında) şöyle buyurmaktadır: "Ve nice alâmetler de (yarattı). On­lar yıldızlarla da yollarını bulurlar." (Nahl, 16/16)

Katade dedi ki: Allah yıldızları üç maksatla yaratmıştır. Gök için bir ziynettirler. Şeytanlar için atış taneleridir. Kara ve denizde de onlarla yol bulmak için alâmetlerdir. Yıldızlar hakkında kim başka bir açıklama geti­rirse kendi görüşüne dayanarak bir şeyler söylemiş ve hakkında bilgisi ol­mayan şeyler için de kendisini zorlamış olur.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarında geçmektedir: "Muhakkak biz dünyaya en yakın gökyüzünü bir süsle (yani) yıldızlarla süsledik ve itaatten çıkan her şeytandan koruduk. Onlar mele-i a 'layı dinle­yemezler ve her taraftan sürülüp atılırlar; kovularak; onlar için sürekli bir azap da vardır. Meğerki hızlıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen ar­kasından parlak, belirli bir alev ona yetişir." (Saffat, 37/6-10) [1]

[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/12-14.


http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

28 Ocak 2020 Salı

NAHL SÛRESİ 90.- 96. ayetlerin tefsiri


Kur'an'da Hayır Ve Şerri En İyi Toplayan Ayet, Ahde Vefa, Hidayet Ve Delâlet

90- Şüphesiz ki Allah adaletle davran­mayı, iyilikte bulunmayı ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülü­ğü ve zulmü yasaklar. Allah size düşü­nüp ibret almanız için öğüt verir.

91- Anlaşma yaptığınız zaman, Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin. Kesin olarak yemin ettikten sonra ye­minleri bozmayın. Zira siz Allah'ı üzeri­nize kefil olarak tuttunuz. Şüphesiz Al­lah yaptıklarınızı bilir.

92- İpliğini sağlam eğirip de sonra onu söküp bozan (şaşkın) kadın gibi olma­yın. Bir cemaat diğer cemaatten sayıca daha üstün diye yeminlerinizi aranızda bir hile vasıtası yapıyorsunuz. Allah si­zi bununla imtihan ediyor. Şüphesiz ki O kıyamet gününde (dünyada) ihtilâf ettiğiniz şeylerin gerçek yüzünü size açıklayacaktır.

93- Eğer Allah dileseydi sizi tek bir üm­met yapardı. Fakat O dilediğini saptı­rır, dilediğini doğru yola iletir. Yaptık­larınızdan mutlaka sorguya çekilecek­siniz.

94- Yeminlerinizi aranızda hile vasıtası yapmayın, Yoksa sağlam basmış olan ayak kayar ve Allah'ın yoluna engel olduğunuzdan dolayı kötülüğü tadarsı­nız. Ahirette de sizlere büyük bir azap vardır.

95- Allah adına verdiğiniz sözü basit bir parayla satmayın. Eğer bilirseniz, Allah katındaki (ecir) sizin için daha hayırlı­dır.

96- Sizin elinizde olanlar sonunda tüke­nir. Allah'ın katında olanlar ise bakidir (tükenmez). Şüphesiz ki sabredenlerin mükâfatını yaptıklarından daha güzeliyle vereceğiz.


Açıklama:

"Şüphesiz ki Allah adaletle davranmayı...emreder."
(Nahl, 16/90) ayeti İbni Mes'ud'un dediği gibi "Kuranda hayır ve şerri en güzel şekilde toplayan ayettir.

Katade bu ayet hakkında şöyle diyor: Cahiliyet ehlinin amel ettiği ve gü­zel gördüğü hiçbir güzel ahlâk yoktur ki Allah bunu emretmiş olmasın. Arala­rında ayıp gördükleri hiçbir kötü ahlâk yoktur ki Allah bunu yasaklamış olma­sın. Allah sadece kötü ve çirkin ahlâkı yasaklamıştır. Bunun içindir ki, Tabera-nî, Ebu Nuaym, Hakim ve Beyhakî'nin Sehl b. Sa'd'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte şu ifade yer almaktadır: "Şüphesiz ki Allah yüce ahlâkı sever, kötü ve çirkin ahlâkı kerih görür."

Hafız Ebû Ya'lâ Ma'rifetus-Sahabe kitabında Ali b. Abdilmelik b. Umeyrden, o da babasından naklediyor: Eksem b. Sayfî'nin kulağına Peygamberimiz (s.a.)'in haberi ulaşmıştı. Ona gitmek istedi, ama kavmi onu bırakmadılar. Kavmi ona:

-Sen bizim büyüğümüzsün, gidemezsin, dediler. Eksem b. Sayf:

-O halde benim haberlerimi ona bildirecek, onun haberlerini bana bildire­cek kimseler göndereyim, dedi. İki kişi seçildi. Bu iki kişi Peygamberimiz (s.a.)'e geldiler ve ona:

-Biz Eksem b. Sayfi'nin elçileriyiz. Sen kimsin? Nesin? diye soruyor, dedi­ler. Peygamberimiz (s.a.):

-Benim kim olduğuma gelince, ben Abdullah oğlu Muhammed'im. Benim ne olduğuma gelince, ben Allah'ın kulu ve rasulüyüm dedi. Peygamberimiz (s.a.) bundan sonra onlara şu ayeti okudu: "Şüphesiz ki Allah adaletle davran­mayı, iyilikte bulunmayı...emreder." (Nahl, 16/90).

Elçiler Efendimiz (s.a.)'e:

—Bu sözü bize tekrar söyle, dediler Efendimiz (s.a.) onlara bu sözü tekrar etti. Nihayet ezberlediler.

Elçiler Eksem b. Sayfi'ye gelip şöyle dediler:

—Muhammed (s.a.) nesebini sıralamak istemedi. Nesebini sorduk. Onu nesebi temiz, Mudaroğulları arasında şerefli biri olarak bulduk. Bize bazı kelime­ler söyledi, dinledik.

Eksem bu kelimeleri dinleyince:

-Görüyorum ki, O üstün ahlâkı emrediyor, çirkin ahlâktan menediyor. Siz­ler bu konuda önderler olun, kuyruk olmayın.[24]

Bu ayetin nüzulü hakkında İmam Ahmed'in rivayet ettiği uzunca bir "hasen hadis" vârid olmuştur. Bu hadisin ifade ettiği mana Osman b. Maz'un'un İslâm'a girmesine sebep olmuştur. Hadisin özeti şöyledir:

Osman b. Maz'un (r.a.) bir müddet Peygamberimiz (s.a.)'le birlikte oturu­yordu. Osman, Efendimiz (s.a.)'e:

-Bu sabah yaptığın gibi yaptığını hiç görmedim, dedi. Efendimiz (s.a.): —Ne yaptığımı gördün? dedi. Osman:

-Gözün gökyüzüne dikildi. Sonra sağ tarafına baktın. Beni bırakıp o tarafa döndün. Sanki sana söylenen şeyleri anlamak istiyorsun gibi başını sallamaya başladın, dedi. Efendimiz (s.a.):

-Bunu sen de mi anladın? dedi. Sen otururken şu anda Allah'ın elçisi gel­di. Osman:

—Sana ne dedi. Bana:

-Şüphesiz ki, Allah adaletle davranmayı, iyilikte bulunmayı ve akrabala­ra yardım etmeyi emreder." dedi.

Osman b. Maz'un diyor ki: İşte o zaman iman kalbime yerleşti ve Muham­med (s.a.)'i sevdim. (İbni Ebî Hatim de bu olayı Abdülhamid b. Behram'ın hadi­sinden özet olarak rivayet etti.)

Buharı, İbni Cerir, İbni Münzir, Taberânî, Hakim ve Beyhakî İbni Mes'ud (r.a.)'un şu sözünü rivayet etmektedirler:

- Kuranda en muazzam ayet Ayetel-Kürsi'dir.

- Allah'ın Kitabındaki hayır ve şerri en güzel şekilde toplayan ayet Nahl Sûresi'ndeki (innallahe ye'muru bil-adl...) ayetidir.

- Allah'ın Kitab'ında, işleri Allah'a havale etmek hususunda en fazla mana ihtiva eden ayet: "Kim Allah 'tan korkarsa Allah ona bir çıkış kapısı gösterir ve hiç ummadığı yerden ona rızık verir." (Talak, 65/2-3) ayetidir.

- Allah'ın Kitab'ında en ümit verici ayet: "(Ya Muhammed!) Kullarıma be­nim adıma şunu söyle: Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz ki Allah bütün günahları bağışlar. Muhakkak ki O çok affeden, çor merhamet edendir." (Zümer, 39/53).

İkrime diyor ki: Peygamberimiz (s.a.), Velid b. Muğire'ye bu ayeti okudu. Velid, Efendimiz (s.a.)'e:

—Ey kardeşimin oğlu!. Bana bunu tekrar oku, dedi. Efendimiz (s.a.) tekrar okudu. Bunun üzerine Velid:

-Allah'a yemin ederim ki bunun (Kur'anın) ayrı bir tadı vardır. Apayrı bir güzelliği vardır. Bunun üst tarafı faydalı, alt tarafı derin manalıdır. Bu, insan sözü değildir, dedi.

Beyhakî Şuabü'l-İman kitabında Hz. Hasan (r.a.)'dan rivayet ediyor ki: Hz. Hasan (r.a.) bu ayeti (innallahe ye'muru bil-adl...) okudu. Sonra şöyle dedi: Allah sizin hayır ve şerri bir ayette topladı. Allah'a yemin ederim ki Adl ve İh­san kelimesi Allah'a itaat olan her şeyi toplamış ve emretmiştir. Fahşâ, Münker ve Bağy kelimeleri Allah'a isyan olan her şeyi toplamış ve bundan nehyetmiştir.

Bu ayetler, İslâmî hayatın ana direkleri ve İslâm toplumunun odak nokta­larıdır.

Birinci ayet (Nalh, 16/90) her şeyde; karşılıklı muamelelerde, yargı ve hü­küm vermede, din ve dünya işlerinde, insanların kendi nefsine ve başkasına karşı tavırlarında kullara adalet ve insafla davranmayı emreder. Hatta itikad sahasında da durum böyledir. Hakkıyla ve adaletle iman edilebilir. Put, heykel, yıldız, melek, peygamber, veli ve liderler ibadet ve takdisten hiçbir şeye lâyık değildirler.

İbni Abbas "İnnallahe ye'muru bil-adl" ayeti hakkında: Bu Allah'tan baş­ka ilâh olmadığına şehadet etmektir, demiştir.

İbni Ebî Hatim Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den rivayet ediyor: Ömer b. Abdülaziz beni çağırdı.

-Bana adaleti anlat, dedi. Ben de:

-Ne güzel! Bana büyük bir şey sordun. İnsanların küçüklerine baba, bü­yüklerine evlât ol. Aynı yaştakilere kardeş ol. Hanımlara da böyle ol. İnsanlara günahları kadar vücutları kadar ceza ver. Sakın kızgınlıkla bir kamçı bile vur­ma. Aksi takdirde haddi aşanlardan olursun, dedim.

Allahu Teala ihsana teşvik etmiştir. "İbadette ihsan": (Buharî ve Müs­lim'in Sahihindeki Hz. Ömer (r.a.) hadisinde olduğu gibi): "Allah'a görür gi­bi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmesen de O seni görüyor."

Ceza verirken ihsan: Emsaliyle ceza vermek. Adam öldürme ve yaralama olaylarında kısas yoluyla hakkı vermek (Misliyle muamele).

Hakkı ve borcu ödemede ihsan: Oyalama yapmaksızın yahut şart koşulmadığı halde fazlasıyla teberruda bulunarak yapılan ödeme.

İhsanın en faziletlisi ve en üstünü kötülük yapan insana, iyilikte bulun­maktır. Efendimiz (s.a.) bunu emretmiştir: "Sana kötülük edene ihsanda bulun iyilik yap ki) gerçek müslüman olasın."

Hz. İsa (a.s.)'ın şöyle dediği rivayet edilir: Gerçek manada ihsan sana kö­tülük edene iyilik etmendir. Yoksa sana iyilik edene iyilikte bulunman gerçek manada ihsan değildir.

Buharî Tarifinde rivayet ediyor ki:

-Sizler hangi konuda konuşuyorsunuz? dedi. Onlar

-Mürüvvet (insanlık, örnek şahsiyet) hakkında müzakere ediyoruz, dedi­ler. Hz. Ali (r.a.)

-Size Allah'ın kitabındaki şu ayeti yetmiyor mu? "Şüphesiz Allah adaletle davranmayı ve iyilikte bulunmayı emreder" Adalet insaflı olmak demektir. İh­san da lütuf ve iyilikte bulunmak demektir. Bundan sonra geriye ne kaldı?

Süfyan b. Uyeyne diyor ki: Burada (Adl) Adalet: Allah için, herhangi bir şeyi yapanın içi-dışı bir olmasıdır, (ihsan); İçinin dışından daha güzel olması­dır. (Fahşâ) ve (Münker) ise, dışının içinden güzel olmasıdır.

Allah bu ayette akrabaya yardım etmeyi yani ziyaret, sevgi, ikram ve tasaddukta bulunmak suretiyle "Sıla-i Rahim" i emretmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Yakın akrabaya, fakire ve yolcuya hakkını ver." (İsra, 17/26) Yakın akrabaya iyilik (ihsan) kavramı içinde olduğu halde önemine binaen ve buna itina gösterilmesi gerektiği için özellikle zikredilmiştir.

Allahu Teala, bu üç şeyi emrettikten sonra şu üç şeyi yasakladı ve şöyle buyurdu: "(Allah) Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasaklar."

Fahşâ: Fuhuş, zina, hırsızlık, içki içmek, insanların mallarını batıl yollar­la almak (Fahiş günahlar işlemek) demektir.

Münker; kötülük etmek, şeriatın ve aklın çirkin gördüğü hareketler, adam öldürmek, haksız yere dövme, insanları hiçe almak haklarını gasbetmek gibi açıktan işlenen kötü hareketlerdir. Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki Rabbim bana kötülüklerin açıktan yapılanını da, gizlice yapılanını da haram kıldı."  (A'raf, 7/33).

Bağy: İnsanlara zulmetmek ve onların hakkına tecavüz etmektir. İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Mace'nin Ebû Bekre'den rivayet ettikleri hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: Allah'ın ahiret için ayırdığı ceza ile birlikte dünyada sahibine âcil olarak vereceği ceza zulüm ve yakın akraba ile ilişkiyi kesmekten daha lâyık başka bir günah yoktur.

Özelte: "Adl" adalet, vazifeleri yerine getirmek, "İhsan" bu hususta daha ziyade gayret etmek, "Fahşâ, Münker ve Bağy" şeriatın ve aklın sınırlarını aş­maktır.

"Size düşünüp ibret almanız için öğüt verir." Yani ibret almanız, düşünme­niz ve Allah rızası bulunan şeyleri yapmanız için size hayır olarak emrettiği şeylerle emir vermekte, kötülük olarak nehyettiği şeylerden de sakındırmaktadır.

"...Lealleküm tezekkerûn" ifadesinden murad ümit (umulur ki) ve temenni (keşke) manası değildir. Çünkü bu Allah için imkânsızdır. O halde bunun manası şudur: Allah O'na itaat etmeyi düşünmeniz için Allah size öğüt ver­mektedir. Bu ifade Allah Teala'nın herkesten iman etmelerini murad ettiğine delâlet etmektedir.

Allahu Teala birinci (yani 90.) ayette bütün emredilen ve nehyedilen hu­susları toplu halde zikrettikten sonra bazılarını özellikle zikretti. Ahde vefa (verdiği sözünü yerine getirme) emrinden başlayarak şöyle buyurdu: "Anlaşma yaptığınız zaman Allah adına verdiğiniz sözü yerine getirin." Yani ahid ve an­laşmaları yerine getirin. Üstüste te'kidle yapılan yeminleri koruyun. "Ahdullah" Allah adına verilen söz demek İslâm'ın hükümlerini uygulamak insanın kendi arzusuyla yükümlülük altına girdiği anlaşmalar gibi yerine getirilmesi vacip olan her çeşit sözdür. İbni Abbas'ın dediği gibi verilen vaadler de bu çeşit ahidlerden sayılır.

Cenab-ı Hak daha sonra ahde vefa göstermenin zarurî olduğunu te'kid ederek şöyle buyurdu: "Kesin olarak yemin ettikten sonra yeminleri bozmayın." Yani Allah'ın adıyla takviye ettikten sonra ahidleri ve İslâm üzerine yapılan bi­at yeminlerini bozmaktan sakının. Burada yeminlerden murad ahit ve anlaş­malara dahil olan yeminlerdir. Yani ahidlerin ve akdedilen anlaşmaların ye­minleridir, teşvik veya engelleme suretiyle yapılan yeminler değildir.

İmam Ahmed ve Müslim'in Cübeyr b. Mut'im (r.a.) den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "İslâm'da hılf yoktur. Cahiliyet devrinde bulunan bütün anlaşmaları İslâm te'yid etmektedir. Hakkı destekle­mek ve yaşamak hakkındaki anlaşmalar te'yid edilmiştir." Hadisin manası şu­dur: İslâm için cahiliyet ehlinin yaptıkları hılf e (Hakkı destekleme anlaşması­na) ihtiyaç yoktur. Çünkü onların yaptıkları bu anlaşma yerine İslâm'a sarıl­mak yeterlidir.

Bu çeşit anlaşma İbni İshak'ın anlattığı "Hılfü'l-Fudûl" anlaşması gibidir. İbni İshak diyor ki: Kureyş'ten bazı kabileler şerefi ve nesebinin üstünlüğü se­bebiyle Abdullah b. Cüd'anın evinde toplandılar. Mekke ehlinden veya başkala­rından haksızlığa uğrayan bir kimse bulurlarsa hakkını alıncaya kadar onunla beraber olmak üzere ahdettiler ve anlaştılar. Kureyşliler bu sözleşmeyi "Hılfü'l-Füdûl" yani faziletli kimselerin ittifakı olarak adlandırdılar. "Siz buna Allah'ı kefil" yani şahid "olarak kıldınız."

Allah Teala akidlerin, sözleşmelerin önem ve değerini vurgulamak için kendini bu sözleşmelerin gözeticisi olarak kılmıştır. "Şüphesiz ki Allah yaptık­larınızı bilir." Yani Allah bu ahidlerde yaptığınız akde bağlı olmak veya boz­mak gibi her şeyden haberdârdır, her şeyi gözetimi altındadır. Bu durumu sizin aleyhinize tesbit etmekte, sözleşmeye bağlılık ve hükümlerini yerine getirme durumunda sevap vermek ve razı olmak şeklinde, sözleşmenin hükümlerini ih­lâl etme, bunlarla oynama ve bozma durumunda ceza ve gazap şeklinde yap­tıklarınızın karşılığını verecektir. Bu ifade itaat edene bir vaad, yeminlerde te'kid ettikten sonra ahdini bozan muhalif kimseye bir tehdit ve vaîd niteliğin­dedir.

Cenab-ı Hak ahdin, sözleşmenin mukaddesiyetini üçüncü defa te'kid ede­rek şöyle buyurdu:

"Ahidleri ve sözleşmeleri bozarak, ipini eğirdikten sonra bozan kadın gibi olmayın."

Abdullah b. Kesir ve Süddî diyor ki: Bu Mekke'de oturan aptal bir kadın idi. Her zaman ipi eğirince bu yaptığını bozardı. Bu kadının adı: Rayta binti Amr b. Ka'b b. Said b. Teym b. Mürre idi.

Yahut bu örnek -Mücahid'in ve başkalarının dediği gibi- ahdini yeminlerle te'kid ettikten sonra ahdini bozan kimse için bir örnektir. Kim ahdini bozarsa eğirdikten ve işini tamamladıktan sonra ipini bozan kimse gibidir. Bu iş akıllı işi değildir, bu kimse ahmakların zümresindendir.

Ahde vefa için "yeminlerinizi" başka topluluktan sayıca daha çok ve daha kuvvetli bir topluluk olmanız için diğer tarafı aldatmak, "hile ve tuzak kurmak için kullanırsınız." Halbuki sizi ahidlerinize vefa gösterip bunları korumalısınız.

"Bir cemaat diğer bir cemaatten sayıca daha üstün diye ..." Ayetin manası: İnsanlar sizden çok oldukları takdirde sizden memnun ve mutmain olmaları için insanlara yemin edersiniz. Onlara ihanet etme imkânı bulursanız ihanet edersiniz Cenab-ı Hak basit bir hususla daha üstün olana dikkat çekmek iste­mektedir. Yani Allah sizi bu durumda ihanette bulunmaktan nehyederse im­kân ve iktidar durumunda nehyetmesi daha evlâdır. Buradan maksat: Kâfirle­rin sayıca çokluğu ve mallarının çokluğu sebebiyle küfre dönmekten nehyetmektir.

Ahde vefa örneklerinden biri şu örnektir: Muaviye ile Rum kralı arasında bir ahid vardı. Bu müddetin sonunda Muaviye oraya doğru hareket etti. Mu­aviye, Rum diyarına yaklaştığı sırada müddet sona erdi. Muaviye, Rumlar gafil bir halde iken hiç hissettirmeden Rumlara hücum etti. Bunun üzerine Amr b. Anbese Muaviye'ye:

-Allahu ekber Ya Muaviye! İhanet değil vefakârlık göster. Ben Peygambe­rimiz (s.a.)'in şöyle söylediğini işittim: "Kiminle bir topluluk arasında bir ahid varsa müddeti geçmeden bu akdini çözmesin." Bunun üzerine Muaviye ordu­suyla birlikte geri döndü.

"Allah sizi bununla imtihan etmektedir." Yani Allah size imtihan eden kimsenin muamelesiyle muamele etmektedir. Çoğunluk ve azlıkla aldanacağınıza mı yoksa ahde riayet edeceğinize mi bakmak için size ahde vefa gösterme­nizi emreder.

Yani Rabbiniz kıyamet günü ihtilâf ettiğiniz iman ve küfür, ahde vefa ve ahdi bozma gibi hususları size açıklayacak ve her amel işleyene hayır veya şer işlediği amelin karşılığını verecektir.

Bu, en önemli hükümlerinden biri ahde vefa göstermek olan İslâm dinine aykırı davranmaya karşı bir uyarı ve ihtar niteliğindedir.

Allah onların tamamını iman ve ahde vefa üzerine toplamaya kadirdir. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Allah dileseydi sizi tek bir ümmet kılardı." Yani Allah dileseydi bütün in­sanları fıtrat ve içgüdü gereği olarak tek bir millet ve tek din üzerine kılardı. Böylece hiçbir ihtilaf, hiçbir öfkelenme, hiçbir kin duygusu olmadan aranızda sadece uyum olduğu halde daima itaat etme ve Allahu Tealâ'nın emrine boyun eğme esası üzerine yaratılmış olan melekler gibi olursunuz.

Fakat Allah'ın hikmeti sizin amelde, iman ve hükümlere bağlılıkta farklı olmanızı itikad ve amel hususunda bağımsız olarak yaratılmanızı gerekli kıl­mıştır. Dolayısıyla Allah, ezelî ilminde sapıklığı tercih edeceği bilinen kimseleri saptıracak, ezelî ilminde hayır yapacağı ve imanı tercih edeceği bilinen kimse­lere de hidayeti insan edecektir.

'Yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz" Yani Allah kıyamet gü­nü hesap görmek ve ceza vermek için sizi sorguya çekecek, bu amellerinizin ha­yır ve şer karşılığını verecektir.

Bu ayetin benzeri Kur'anda çoktur. Meselâ şöyle buyurulmaktadır: "Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların tamamı iman ederdi." (Yunus, 10/99).

"Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir ümmet kılardı. Onlar ihtilaf ha­linde devam edeceklerdir. Ancak Rabbinin rahmetine nail olan kimseler müstes­na. (Allah) onları bunun için yaratmıştır." (Hud, 11/118-119).

Allah Teala birinci ayette genel olarak ahidleri ve yeminleri bozmaktan sakındırdıktan sonra "Yeminlerinizi aranızda aldatma vesilesi edinmeyin." ayetiyle onların yaptıkları belirli, hususî yeminleri -yani İslâm üzerine Pey­gamberimiz (s.a.)'in huzurunda yaptıkları bey'at yeminlerini, bozmaktan sa-kındırmaktadır.

Ayetin manası şöyledir: "Allah Teala kullarım ayakları istikamet ve iman üzerine sabit olduktan sonra yeminlerinizi aldatma vesilesi yapmaktan sakındırmakta ve bundan nehyetmektedir. "Bu ayet hak yol üzerinde olup da Allah yolundan alıkoymak manası taşıyan yeminlerle hak yoldan sapan ve hidayet­ten ayağı kayan kimseler için verilen bir misaldir. Zira kâfir müminin önce kendisiyle ahidleşip, sonra sözünden döndüğünü görürse dine olan güveni sar­sılır, müminin sözünden dönmesi sebebiyle İslâm'a girmekten vazgeçer.

"Kötülüğü tadın..." Yani Allah'ın yolundan alıkoyma sebebiyle kötü ve şid­detli azabı -yani dünyada öldürülme ve esirliği- tadın. Çünkü önce dine girip sonra dinden çıkmak başkalarının İslâm'dan uzaklaşmasına sebep olur.

"Sizin için büyük bir azap vardır." Muhalif olmanın sapıklar ve bedbahtlar gurubuna katılmanın cezası olarak ahirette şiddetli bir ceza vardır.

Yani sizler ahdinizi bozduğunuz zaman şu üç kötü duruma düştünüz:

1- İstikamet ve hidayet yolunda sebat ettikten sonra, istikamet esasından uzaklaşma ve hidayet yolundan ayrılma.

2- Öldürülme, esir alınma, mallarının ellerinden alınması, vatanlarından ayrılma zorunda bırakılmaları gibi dünyada kötü azapla eza ve cefa ile karşı­laşmaları.

3- Hak yolundan ve Hak ehlinden yüz çevirmelerinin karşılığı olarak ahirette cezalandırılmaları.

Cenab-ı Hak daha sonra bir takım bedeller karşılığında ahdi bozmaktan sakındırarak şöyle buyurdu: "Allah'ın ahdini az bir bedelle satın almayın." Ya­ni Allah'a yemin karşılığında dünya hayatının geçici metasını ve dünya ziyne­tini tercih etmeyin. Çünkü dünya malı pek azdır.

"Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır." Yani dünya bütün varlığıy­la insana verilse bile Allah katında olan yani Allah'ın mükâfatı ve sevabı O'na iman edip O'nu uman herkes için daha hayırlıdır. Bu aynı zamanda dünyadaki az bir meta'dan daha hayırlıdır.

"Eğer biliyorsanız." Yani dünyanın hayırlarıyla ahiretin hayırları arasın­daki farkı biliyorsanız...

Hayırlılık yönü: "Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın nezdinde olan ise bakidir." Yani dünya malı yahut nimeti biter, sona erer; müddet uzun olsa bile yokolmaya mahkûmdur. Allah'ın nezdinde olan cennetteki mükâfatlar bakidir, ebedîdir, kesintisiz ve tükenmeksizin devam eder. Çünkü bu nimetler daimîdir, hiçbir şekilde değişme yoktur, zeval bulma yoktur.

"Biz sabredenleri mutlaka mükâfatlandıracağız..." Yani Allah'a yemin ol­sun ki biz müşriklerin eziyetlerine karşı sabredenleri ve ahde vefa gibi ahlâkî esasları ihtiva eden İslâm'ın hükümlerinde sebat edenleri amellerinin en güzeliyle mükâfatlandırırız, kötülüklerinden vazgeçeriz. Bu büyük bir sevaptır, gü­nahlarının bağışlanacağı şeklinde güzel bir vaaddir. [25]


[24] İbni Kesir, 11/582.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/418-425.

27 Ocak 2020 Pazartesi

Eşimin ailesi dinden uzak, ne yapmalıyım?


Soru Detayı

Kocamın ailesi oruç tutmaz, namaz kılmaz, ramazanda dahi içki içen insanlar. Bu durumda ben eşimin ailesiyle görüşmek istemiyorum, çocuğumun da onlardan etkilenmesini istemiyorum. Onlar bana yobaz gözüyle bakıyorlar, ama eşim bunu anlamıyor, beni zorluyor ve onlar için benimle kavga ediyor.

Cevap

Evlilikte sadece eşlerin değil, ailelerinin de kültürel ve dini hassasiyetler açısından birbirine denk olması önemlidir. Çünkü evlilikte yaşanacak sorunların kaynağı da, huzur ve mutluluğun vesilesi de dini hassasiyetler konusunda uyumlu bir beraberlik ve uyumlu bir ailedir. Aksi bir durum karı-koca arasında özellikle evlendikten sonra, boşanmaya kadar varacak ciddi sorunlara neden olabilir. Nitekim ülkemizde yaşanan boşanmaların ikinci ana nedeni, çiftlerin aileleriyle olan ilişkilerinden kaynaklanan sorunlar olması tesadüfü değildir.

Sizin de böyle uyumsuzluktan dolayı zor durumda olduğunuzu, dini hassasiyetleriniz, evlilik sorumluluklarınız, vicdanınız ve ebedi hayat arkadaşınıza olan sevginiz arasında kaldığınız anlaşılıyor. Unutmayalım, evlilik hayatında ölümden başka her şeyin çaresi vardır. Ümitsizliğe kapılmadan, en uygun çözüme odaklanmak inşallah size huzuru ve aile saadetini getirecektir.

Evlilik hayatında asıl olan, Allah’ın rızasını daha iyi kazanıp huzurlu bir hayat sürmektir. Bu ise, karı-kocanın kulluk vazifelerini yerine getirmeleri, karşılıklı sorumluluklarına azami derece ihtimam göstermeleri ve ihtiyaçlarını karşılıklı olarak gidermeleriyle mümkündür.

Bu anlamda İslamiyet karı-kocaya karşılıklı bazı sorumluluklar yüklemiştir. Peygamber Efendimiz (asm) Veda hutbesinde “Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” (Müsned, 1/384, 453) diyerek karşılıklı hak ve hukuka dikkat çeker.

Bu çerçevede karşılıklı iyi muamele, sevgi, saygı, sadakat, birbirinin biyolojik ihtiyaçlarını giderme, birlikte oturma, çocukların bakım ve terbiyesi, birbirlerinin değerlerine saygı göstermek eşlerin ortak hak ve görevlerindendir. Bunlar aynı zamanda huzurlu ve mutlu bir evliliğin de şifreleridir.

Karı-kocanın birbirinin ailesiyle olan ilişkilerine de öncelikle karşılıklı yükümlülükler açısından bakılmalıdır. Çünkü toplumumuzda her bölgede örf ve geleneklerimiz gelin ve damadın aile ile birlikte olmasını ve bütünleşmesini ister.

Dolayısıyla eşin ailesinin, dini inançları ne kadar zayıf olursa olsun, hatta gayr-ı Müslim de olsa ziyaret edilmesi örfi bir yükümlülüktür. Bu çerçevede Kuran-ı Kerim de eşler arasındaki birçok hukuku, örf ve geleneklere bırakmış, örfe uygun davranmalarını istemiştir. Peygamber Efendimiz (asm) bu manaya dikkat çekmek için; “Müslümanların güzel gördükleri şey, Allah indinde de güzeldir.” (Müsned, 1/379) buyrulmuştur.

Yalnız burada dikkat edilmesi gereken şey, ailelerle ilişkilerde karı-kocanın birbirini zorlamaması ve belirli sınırları koruyarak karşılıklı anlayış içinde kendi aralarında mutabakata varmasıdır. Ziyareti kesmek, torunlarını dede ve ninelerinden uzaklaştırmak değil de, ailelerin ne zaman ve hangi sıklıkla ziyaret edileceği ve ne kadar kalınacağı konusunda müşterek bir karar vermeleri birçok sıkıntıyı ortadan kaldıracaktır.

Dini duyarlılığınızdan dolayı, kocanızın ailesi ile ilgili yaşadığınız sıkıntılar varsa, bunu kocanıza uygun bir zamanında yumuşak bir üslupla anlatabilirsiniz. Mesele, birlikte olduğunuzda içki içmemeleri, sizin dini yaşantınıza müdahale etmemeleri konusunda o da ailesini uyarabilir. Tüm bunlar, iyi niyetle ve güzel bir üslupla ifade edildiğinde karşılığını bulacaktır.

Konuyu, sadece yükümlülükler açısından değil de, ebedi hayat arkadaşına olan sevgi ve saygı açısından da değerlendirmek gerekir. Yani evlilik hayatında arzu edilen huzur ve mutluluk açısından da bakmak gerekir:

Eğer bir eş, ailesinin ziyaret edilmesini istiyor ve bu konuda ısrar ediyorsa, diğer eşe düşen şey, öncelikle eşini anlamaya çalışmaktır. Onun ailesi yanında zor durumda kaldığı ve bu konuda sitemler işittiğini düşünüp, ebedi hayat arkadaşını zor durumda bırakmaması kişinin hem ahireti hem de dünyası için en hayırlı olanıdır. Gerekirse bu konuda fedakârlıkta da bulunulmalıdır.

Kocanızın sizi bu konuda zorlamaması, sadece arzu ve talepte bulunması en doğrusudur. Ancak sizin de, kocanızın sizi neden zorladığı ve onu buna iten psikolojik dinamiklerin neler olduğu konusunda onu anlamaya çalışmanız gerekir.

Bu durumda hayat arkadaşınızın sevgisini daha çok kazanacak, daha huzurlu bir evlilik sürdüreceksiniz. Çünkü hiçbir erkek veya kadın, ailesini sevmeyen, beğenmeyen, onlara gidip gelmeyen bir eşi tam sevemez, onun isteklerine cevap veremez.

Birçok erkeğin, hanımına karşı olan agresif ve sert davranışlarının altında, hanımının ailesine karşı eleştirel bakışı ve iletişimini kesmek istemesinin yattığını görmekteyiz. Çünkü bu durum toplumda erkeğin eksikliği, zayıflığı, başarısızlığı, güçsüzlüğü şeklinde algılandığı için psikolojik olarak eziklik yaşamasına neden olacaktır. Bu duruma düşmesinin nedeni olarak hanımını gördüğünden maalesef ona karşı öfkeli davranışlar sergiler.

Bunda erkeklerin kendi sorumlulukları da yok değildir. Çünkü bir erkeğin ailesi ve hanımı arasında çıkan her türlü anlaşmazlıkta, şartsız olarak ailesinin yanında yer alması, Allah’ın emaneti olan hanımını ciddi anlamda yaralar. Kadın, bu durumda kendisini değersiz hissedeceği için kocasının ailesi ile ilişkisini asgari düzeyde tutmaya çalışacak veya hiç gitmeyecektir. Oysaki bir kocaya düşen vazife, kim haklıysa çekinmeden onun yanında yer almaktır. Allah’ın da istediği budur.

Kocanızın ailesi ile daha iyi ve yakın ilişkiler kurmanız, ziyaret edip, sevgilerini kazanmanız onların dini duyarlılıklarını artıracaktır. Böylece hatalarını anlayıp, sizi “yobaz” olarak değil, İslam’ın güzelliğini sergileyen bir rol model olarak göreceklerdir.
Çocuklarınızın etkilenip etkilenmemesi konusuna gelince:

Öncelikle çocuklarınızın manevi açıdan temiz kalmalarını istemenizden daha doğal bir şey olamaz. Bu konuda kocanızla görüşüp, çocuklarla birlikte yaptığınız ziyaretlerde ailesinin dine aykırı davranış ve tutumlardan kaçınmaları istenebilir.

Bunun dışında çocukları korumanın tek yolu, onların dede ve ninelerinden uzak kalması değildir. Çünkü çocukların ruhsal ve manevi gelişimini etkileyen çok sayıda faktör var. Anne-babanın söz ve davranışları, TV, sanal medya, çevre, okul, arkadaşlar vb. Yani çocuklar sadece bir açıdan etkilenmiyorlar. Siz, onları manevi açıdan terbiye eder ve bilinçlendirirseniz başkalarında gördükleri onları çok etkilemeyecektir. Burada önemli olan sizin karı ve koca olarak söz ve davranışlarınızla onlara güzel örnek olmanızdır.

Aile ilişkileri başta olmak üzere, karı-koca arasında yaşanan hiçbir konu tartışılarak ve kavga edilerek çözülmez. Aksine kördüğüme dönüşerek, daha büyük yaraların açılmasına neden olur.

Bu konuyu kocanızla mutlu bir vaktinizde, baş başa iken usulüne uygun konuşursanız o da sizi anlayacaktır.

Kocanız kavga başlattığında, “Seni anlıyorum, ailene gitmediğim için kızgınsın. Senin böyle yüksek sesle konuşmandan dolayı ben de çok kırılıyorum, üzülüyorum. Bunu daha müsait bir vaktimizde konuşalım.” derseniz, tepkisi daha olumlu olacaktır.

Unutmayalım Yüce Yaratıcı, Kuran’da evli çiftlere birbirine karşı hakkı gözetmelerini, adil olmalarını, “iyi geçinmelerini” emreder.

26 Ocak 2020 Pazar

Riya-gösteriş 2


İbn Abbâs’ın naklettiğine göre, Resûlullah (sav): 


“Kim (işlediği hayrı şöhret için) insanlara duyurursa, Allah onun (gizli işlerini) duyurur. Kim de (herhangi bir hayrı) gösterişçe yaparsa, Allah da onun gösterişçiliğini meydana çıkarır.” buyurdu.

(B6499 Buhârî, Rikâk, 36; M7476 Müslim, Zühd, 47)

***

Ebû Hüreyre’nin naklettiğine göre, Resûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah sizin dış görünüşlerinize ve mallarınıza bakmaz, bilakis kalplerinize ve amellerinize bakar.”

(M6543 Müslim, Birr, 34)

***

Alkame b. Vakkâs el-Leysî, Ömer b. Hattâb’ı şöyle derken dinlemiştir: Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır. Herkes niyet ettiği şeyin karşılığını alacaktır...”

(D2201 Ebû Dâvûd, Talâk, 10-11; B1 Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1)

***

Ebû Musa el-Eş’arî (ra) anlatıyor: “Bir bedevî Hz. Peygamber’e (sav) şöyle sordu: ‘Bir adam var, ganimet elde etmek için savaşıyor, bir adam da kahramanlığı duyulsun diye, bir diğeri de görülsün diye savaşıyor. Bunlardan hangisi Allah yolundadır?’ Allah Resûlü ona, ‘Kim Allah’ın kelimesini (mesajını) yüceltmek için savaşırsa işte o Allah yolundadır.’ buyurdu.”

(B3126 Buhârî, Farzu’l- humus, 10)

***

Enes b. Mâlik’in naklettiğine göre, bineğinin üzerinde eski bir eyer ve dört dirhem edip etmeyeceği meşkük bir kadife örtü üstünde ( mütevazı bir şekilde) hacceden Hz. Peygamber (sav) şöyle dua etmişti: “Allah’ım! riyasız ve gösterişsiz bir hac eyle.”

(İM2890 İbn Mâce, Menâsik, 4)


Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 593

25 Ocak 2020 Cumartesi

Riya-gösteriş 1


el-Müstevrid (b. Şeddâd b. Amr)"in naklettiğine göre,

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

“…Kim, görsünler ve duysunlar diye bir kişiyi yüceltirse Allah da kıyamet günü onun gösteriş ve insanlara duyurma niyetini ortaya çıkarır.”

(D4881 Ebû Dâvûd, Edeb, 35; DM2776 Dârimî, Rikâk, 35)

Hadislerle İslâm Cilt 3 Sayfa 591

24 Ocak 2020 Cuma

Buhâri'nin ra kaynakları


Kaynakların iç dinamiği ve özgünlükleri noktasından hareket eden ve bu konudaki tetkikleri usul alimlerinden daha fazla önemseyen Fuat Sezgin bilimler tarihçisi olmasının yanında hadis alanında önemli bir çalışma yapmıştır.

Bir literatürün adım adım nasıl değerlendirileceğinin metodunun sergilendiği, 1956 yılında yayımlanan Fuat Sezgin'in Buhârî'nin Kaynakları adlı eser Türkçe'de genelde ihmal edilmiş bir eserdir. Eser özellikle Batı'da gerçekleştirilen çalışmalarda sıkça atıfta bulunulan ve pek çok çalışmanın yapılmasına imkan tanımış bir eserdir.Sezgin'in daha sonra ağırlıklı çalışma alanı olarak farklı ve yoğun uğraşlar içine girmesi eserin yeniden ele alınmasını bugüne değin sağlamamış olsa da bu çalışma ilim tarihi ve kaynakça tarihi açısından bir boşluğu doldurmuştur.

Ali Dere, Fuat Sezgin'in Buhârî'nin Kaynakları adlı eseri için şunları yazmıştı yıllar önce: "Burada, Buhârî'nin, eserini nasıl bir edebî muhit içinde ve hangi maksatla meydana getirdiği üzerinde durulurken, yapılan kaynaklar arası karşılaştırma ve metin değerlendirmeleri, Buhârî'nin Sahîh'i özelinde gerçekleştiriliyor olsa da, izlenen yöntem teorik çerçevede ifade edilerek, herhangi başka bir kaynağın özellikleri ile bizzat onun kaynaklarını araştırmaya, bize ulaşmayan eserlerin izlerinin yer aldıkları diğer eserler içerisinde takip edilerek bunlar hakkında bilgi sahibi olmaya, hatta bunları yeniden inşa etmeye imkan verecek donanım tarif edilmektedir."

Rivayet Geleneğinin Ortaya Çıkışı

Kaynakların iç dinamiği ve özgünlükleri noktasından hareket eden ve bu konudaki tetkikleri usul alimlerinden daha fazla önemseyen Fuat Sezgin bilimler tarihçisi olmasının yanında hadis alanında önemli bir çalışma yapmıştır. Hadislerin sıhhat probleminden öte eserlerin yazılış sebepleri ve özelliklerine ilişkin çalışması pek çok kişiyi şaşırtmıştır. Çünkü bir hadis kitabının filolojik kaynaklarını veya genel olarak kaynaklarını araştırmak gibi daha önce üzerinde düşünülmeyen, düşünülmediği için bilinmeyen bir konuyu irdelemiştir. O yıllar da Buhârî ile diğer hadis kitap ve meselelerini muhtelif bakımlardan ele alan modern araştırmalara, Buhârî'nin -diğer hadis musannıfları gibi- kendinden ev­vel mevcut bir literatürden faydalanmak imkânından mahrum kaldığı, İslam ülkesinin muhtelif yerlerini bir bir dolaşıp hadis ravileriyle te­mas etmek suretiyle topladığı şifahi haberlerden Sahih'ini telif ettiği şeklindeki yargı hâkim bulunuyordu. Sezgin hadislerin yazımın yasaklanması bahsinin zayıf bir uygulama olmakla birlikte hicri altıncı yüzyıla değin sürdüğünü de belirtir. Hadislerin naklinde sahabeden itibaren yazılmış kitapların yerini ve itibarını özümleyerek ortaya koymaya çalışır Sezgin. Hafıza ile yazı ve nakilde sadakat ilkesini esas alan İslami rivayet geleneğinin ortaya çıkış ve gelişim koşullarının anlaşılabilmesi için kaçınılmaz bir çabanın sonucunda ortaya çıkan teorisi genel olarak şöyle özetlenebilir: Önce oryantalistler ardından Müslümanların son yüzyılda büyük hadis kitaplarının muhtevasının sözlü olarak kulaktan kulağa aktarıldığını düşünüyorlardı. O ise Buhâri'nin kaynaklarının ilk yüzyıla değin uzandığına kaniydi. Müslümanların dipnot metodunu raviler yoluyla ortaya koyduğuna inanıyordu. Hafızanın sakladıklarını tümüyle yadsımıyordu elbette.Kitabın satırlarının tespit ettiklerini belirginleştirmeye ve bunun isnad zinciri içine nasıl yedirildiğine dikkat kesiliyordu.Hadis naklinde kitapların işgal ettiği yeri,ahberenâ, haddesenâ ve benzeri lafızların ardına kitapların nasıl saklı kaldıklarına dair misaller içinden seçtikleri yer alıyor çalışmada. Doçentlik tezi olarak kaleme aldığı kitabı bütün bütüne bu tezin savunusu niteliğindedir. Almanca olarak ilk cildi 1967 yılında yayımlanan kitabında aynı zamanda hadis teorisini de bütün dünyaya tanıtır Fuat Sezgin.O zaman onun teorisi için "Böyle bir teori getiriyor ama bunun doğruluğunun yanlışlığını zaman gösterecek" şeklinde ihtiyatlı bir üslupla yaklaşırlar. Aradan geçen yıllar içinde Sezgin'in bu teorisine karşı çıkan öbekler oluşur farklı Batı ülkelerinde. O ise gün geçtikçe elde ettiği verilerle elde ettiği sonuçların da katkısıyla teorisinin yüzde yüz doğru olduğuna inanır.

Ravi Dipnot Sistemi


Sefer Turan şöyle diyordu Bilimler Tarihçisi Fuat Sezgin kitabının girişinde: "Buhârînin Kaynakları başlıklı doçentlik tezi çalışması alanında bir ilk olma özelliği taşıyordu.Çünkü Fuat Sezgin bu çalışmasında bilinen yaygın kanaatin tersine İslam'ın ilk dönemlerindeki Hadis nakillerinin sözlü değil yazılı kaynaklara dayandığını savunuyordu.Bu hâlâ alanında çok önemli bir kitap olarak kabul edilir." Gerçekten de söz konusu eser, en azından temel kaynakları literatür tarihi açısından ele almanın ne gibi üstünlük sağladığını göstermesi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Zira, bir hadis kitabının filolojik kaynaklarını veya umumi olarak kaynaklarını araştırmak gibi daha öncesi için meçhul olan bir meseleyi irdeleyen bu çalışmada, bir literatürü kendi iç dinamikleri açısından ele alabilme avantajları kullanılarak, normatif yaklaşımın bu eserlere ilişkin çözemediği sorunlarda bile isabetli izahlara ulaşılmaktadır. Burada sunulan izahlar ise, gerek Batı ve gerekse İslam dünyasındaki yanlış bir çok kanaate mukni cevap mahiyeti taşımaktadır. Çünkü hadis teorisinin yanlış anlaşılması,Müslümanların tarihinin Avrupalılar nezdinde tanınmayışının sebeplerinin başından gelmektedir. Sözlü kültürün egemenliğinde aktarılan hadislerin güvenilirliğinden önemli ölçüde uzaklaşacağı ise inkâr edilemez.Hürmet ettiği oryantalistlerin hadis meselesindeki ravi dipnot sistemini anlamamış olmalarını bir türlü affedemez Sezgin.

En güvenilir Hadis koleksiyonunun Sahih-i Buhari olduğu bilinir.Bunun niçin böyle olduğu, Fuat Sezgin'in doktora tezinin konusuydu. Sezgin, Buhari'nin derlediği Hadis kaynaklarının bizzat Peygamber'in yaşadığı yedinci yüzyıla kadar indiğini belgeledi. Bunu nasıl mı yaptı? Hadisleri sıkı bir incelemeden geçirerek. Onu bu yola düşüren ise Arap filologlarından Ebû 'Ubeyde'nin (öl. 210) Mecâzul'l Kur'ân adlı eserdir. Şöyle anlatır bunu Sezgin: "Beni yazma eserlerle tanıştıran bir çalışmaydı.Bu kitabın bir nüshası Ankara'da İsmail Saib'in Kütüphanesinde bulmuştum.Hocam Ritter de İsmail Saib'i çok severdi.İsmail Saib'in kitapları Ankara'ya taşınınca hocam da Ankara'ya gitmiş orada aramış,bulmuştu.Çalışmaya başladım.Fakat bu el yazması eser çok eski olmasına rağmen sadece tek nüshasına göre neşretmek zordu.Bunun üzerine iz sürmeye başladım,aradım taradım sonunda kitabın ikinci bir nüshasını buldum.Hocam çok şaşırmıştı: "Ben otuz senedir bu kitabı arıyorum,sen nasıl buldun,vallahi aferin sana!" dedi.Böylece hocamın teklif ettiği bu kitap benim doktora tezim oldu ve 1951 yılında bitirdim.Bu tezi hazırlarken Mecâzul'l Kur'ân'ın kaynaklarını aramaya başladım.Bu sırada da İbn Hâcer el-Askâlânî'nin 'Tehzib' adlı eseriyle karşılaştım.Muammer b.Musemma'yı Buhari'nin,kitabında 'Muammer' diye zikrettiğini öğrendim; 'Buhari'nin ne alakası var bu kitapla?' dedim.

Buhari'nin kitabının sekiz büyük bölümü vardır, bir kısmı tefsirdir.Buharî'nin kitabına baktım; 'Kâle: Muammer' diye(yani,Muammer dedi ki) alıntılar yapıyor.Bunu okuyunca baktım ki Buharî, Mecâzul'l Kur'ân'dan da cümleler iktibas ediyor.Yani bir hadis kitabında,bir filoloji kitabından alınma uzun uzun cümleler var.Hatta yer yer aşağı yukarı, kitabı ihtisar etmiş.Bu durum bütün hadisler hakkındaki tasavvurumu allak bullak etti.Bunun üzerine karar verdim,tezi bitirince Buharî'ye bakacaktım.Acaba Buharî ara sıra da olsa yazılı kaynak kullandı mı? Böylece Buharî çalışması başlamış oldu."

Konuyla ilgili olarak eserine 1956 yılında önsözde ise şunları ifade eder: "Bir hadis kitabının filolojik kaynaklarını veya umumi olarak kaynaklarını araştırmak meselesi, bidayette -bildiğime göre- daha evvelce üzerinde durulmamış olan ve neticesi tamamıyla meçhul bulunan bir mevzu idi. Mevzuu ele alırken Buhârî'nin kitabını, asırlardan beri meydana getirilen şerhleri, terâcim-i ahvâl ve hadis usûlü kitapları ve sair ilgili eserlerin verdiği bilgi muvacehesinde tetkik etmeyi ve daha evvelki filologlardan yaptığı iktibasları tespit etmeyi tasarlamıştım. Netice çok ümit verici olmasa bile, filolojik bakımdan, Buhârî'nin Mecâzul'l Kur'ân'dan faydalandığı muhakkak gibi görünüyordu. Bu keyfiyet gerek Mecâz'a başvurmak ve gerekse sarihlerin verdiği bilgilerden faydalanmak suretiyle öğrenilebiliyordu. Bu çalışma Müslümanlar dâhil olmak üzere, günümüz insanlarının İslam medeniyeti tasavvurlarındaki küçümseyici ve bir anlamda ciddi bir anlama sorununa işaret eder. Genel olarak Goldziher'in ulaştığı sonuçlar üzerinden hareket edilmesi ve hem temel problemlerde hem de teferruatta ona atıfta bulunulmaktadır. Goldziher ise büyük ölçüde Sprenger'den etkilenmiştir ona göre. Sprenger büyük ölçüde hadisin aslen sözlü olarak aktarıldığı yanlış inancını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı. Goldziher ise sonraki dönemde gerek kelami ihtimamın,gerekse dini kaygının hadisin yazılmasına karşı bir hoşnutsuzluğa sebebiyet verdiğini ve böylece kendilerinin tekrar belli yanlış bir inancı oluşturduklarını düşünmektedir.Onun hadis literatürüne ilişkin bu yaklaşımı doğrulanmış da değildir. Bu konuda şunları yazmıştır Sezgin o yıllarda: "araştırıcı -bu kanaatin tamamıyla aksine- hadislerin ilk yazılı kaynaklarını keşfetmiş olmak gibi bir şöhret kazanmıştı. Bazı selefleri gibi, hicrî birinci asırda, ha­dislerin bazı yazılı vesikaları bulunduğuna dair kayıtlara rastlayarak, Müslüman alimlerin, yanlış olarak hadisleri tamamıyla şifahi malze­melerden ibaret addettikleri zehabına kapılmış; buna mukabil müte­akip asırlarda meydana getirilen musannaf hadis kitaplarının -daha evvel bazı hadis vesikalarının mevcudiyetini kabul etmesine rağ­men- malzemelerini hadis ravilerinin şifahi haberlerinden topladıkla­rı neticesine varmıştı."

Müslümanların Kültürel Özelliği

İslam'ın ilk yıllarında hadislerin sahife veya cuz' diye belirtilen defterlerde yazılı olarak kaydedildiğini bir vakıa olarak kabul eden Goldziher müteakip dönemde tereddütlerin ortaya çıktığını ve hadislerin yazılı olarak muhafaza edilmediğimi kabul etmektedir. Bunun devamında ise hadis edebiyatının devamına ilişkin verileri çürütmekte ve hadis mecmualarının başlangıçlarını hicri ikinci asrın ilk yarısına yerleştirmektedir. Bu mecmualar ise onun kanaatine göre toplayıcıların(câmiler) mevcut bir literatürden seçtikleri tenkit süzgecinden geçirilmiş ve tasnif edilmiş bir hadis koleksiyonu değildir.bunların yazarları daha ziyade uzun yolculuklarda sözlü rivayetleri toplayıp bir araya getirmişlerdir. Sezgin ise hadislerin ilk zamanlardan itibaren yazılı olarak nakledildiğini sonradan hadislerin önce tedvin sonra tasnif edildiğini ifade eder. Goldziher'in ise tasnif ve tedvin farkını ihmal ettiğinin altını çizer. Ortaya attığı problemi ele alırken hadis sahasındaki tahammulu'l-'ilm (ilmin elde edilmesi) denen mekanizmaya ayrı bir önem atfeder Sezgin. Çünkü ona göre bu diğer kültür çevrelerinde örneği olmaksızın İslam kültürüne has bir mekanizma olup, modern çalışmalardaki yanlış anlamanın ana nedenini oluşturmaktadır. Hadis usulü kitaplarında zikredilen tahammulu'l-'ilm metodlarından yalnızca üçüne icâze, münâvele ve vicâde'yi tanıyan Goldziher diğer metotların farkında olmaksızın genellemelere varmayı denemiştir. Oysa semâ,kırâ'a, kitâbe ve mukâtebe,vasiye gibi metotlar bilinseydi erken dönem İslam döneminin metin rivayet etme adeti daha iyi anlaşılabilirdi.Nakil işinde başından beri münhasıran yazılı dokümanların nazarı itibara alındığını ve isnadlarda müellif isimlerinin yer aldığını belgeler Buhârînin Kaynakları'nda Fuat Sezgin.

Tefsir ve hadis geleneği kısacası rivayet geleneği dediğimiz son derece ilmi usule odaklanır. Çalışması etraflıca ele alınıp esaslı bir tenkide tabi tutulduğunda, onun meseleyi inceden inceye tetkik ettiği anlaşılmaktadır.

Fuat Sezgin, Buhârînin Kaynakları, Kitabiyat Yayınları, 2001, 399 sayfa


23 Ocak 2020 Perşembe

Peygamberimizin günlük Kuran okuması nasıldı?


Kur'an okumakla emrolunan (Neml, 27/91,92) ve onu tertîl üzere kıraat etmesi istenen (Müzzemmil, 73/4) Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz, her konuda olduğu gibi Kur'an’ı okuma hususunda da gerek kavlî gerek fiilî sünnetiyle bütün Müslümanlara örnek olmuştur.

Hz. Peygamber (asm) Efendimizin günlük ne kadar Kur'an okuduğu, Kur'an’ı nasıl okuduğu ve tilavetlerinde öne çıkan vasıfların neler olduğu hakkında kaynaklarda bazı bilgilere rastlamak mümkündür.

Hz. Peygamber (asm), her fırsatta, her yerde ve çokça Kur'an'ı okuyan; Kur'an ise düşünce, inanç, ahlak ve eylem planında Hz. Peygamberi (asm) dokuyan bir mesajdır. O, Kur'an okumaktan hiç bıkmaz, yorulmaz, ondan hiç ayrılmaz ve uzun uzun ondan okurdu. Evde, panayırda, sohbette, namazda hep Kur'an okurdu. Gece sabahlara kadar ondan bir ayetle sabahladığı bile olurdu. Kur'an, onun menbaı, melcei, dilinden düşürmediği dua ve virdi idi.

Onun davetinin temelini Kur'an ayetleri oluştururdu, O, Kur'an merkezli konuşurdu. Kur'an ayetleri, onun tesbih ve virdi olmuştu. O'nun günü Kur'an ile başlar, Kur'an ile sona ererdi.

Sabah namazından sonra Haşr suresinin son ayetlerini, yatsıdan sonra Bakara suresinin son ayetlerini okur ve okunmasını tavsiye ederdi.

Bunun yanında onun günlük hayatında sürekli okuduğu Kuran'dan virdleri vardı. Geceleyin Alu Imran'ın son ayetleri, Ayet-i el-Kürsî, Muavvizât (İhlas, Felak, Nâs sureleri) gibi.

Konuyla ilgili bazı rivayetler şöyledir:

1. Peygamber Efendimiz (asm) her gün Kur'an’dan bir miktar okumayı kendisine vazife edinmişti. (Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an, 17)

2. Hz. Âişe (r.ah) Allah’ın Nebîsi (asm)’nin Kur'an’ın hepsini bir gecede (sabaha kadar) okuduğunu hatırlamadığını ifade etmiştir. (İbn Mâce, İkâmetü’s-salât, 176)

3. Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre Peygamberimiz (asm) bir gece Al-i Imran suresinin son on ayetini gözyaşları içerisinde okur ve “Bu ayetleri okuyup derin derin düşünmeyen kimseye yazıklar olsun!” buyururdu. Yin Ebu Hüreyre'den gelen bir rivayette, Peygamberimizin her gece bu son on ayeti okuduğu haber verilmiştir. (İbn Kesîr, Tefsîr, I, 440-441)

4. Huzeyfetülyeman, bir defasında onun gece namazının bir rekatında Fatiha, Bakara, Al-i İmran ve Nisâ surelerini (yüz sayfadan fazla) okuduğunu anlatır. (Ahmed, V, 284)

5. Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (asm), bir gece, şu bir ayeti sabaha kadar tekrarlayıp durmuştur (Ahmed, V, l56):

"Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, şüphesiz sen aziz ve hakimsin!” (Maide, 5/118)

Peygamberlik hayatı boyunca namazda ve namaz dışında Kur'an okuyan Peygamber Efendimiz (asm)'in kıraatlerine bizzat şahit olan sahabilerin tespitlerinin ışığında konuya baktığımızda, konuyu şöyle özetlemek mümkündür:

- Kur'an-ı Kerîm’i tertil üzere (ağır ağır, tane tane) okumuş, harf ve kelimeleri adeta tefsir edercesine kıraat etmiştir.

- Ayetlerin manalarına yoğunlaşarak okumuştur. Zaman zaman bazı ayetler üzerinde tekrarlar yapmış, derin hakikat ve hikmet ihtiva eden bölümler üzerinde uzun uzun tefekkürde bulunmuş, rahmet ayetlerinde Allah’tan istemiş, azap ve inzar ayetlerinde O’na sığınmıştır.

- Kur'an'ı hem kavlen, hem aklen hem de kalben tilavet etmiştir. Dili ile lafızları tertîl ederken, aklı ile manaları üzerinde durmuş ve nihayet kalbi ile de Kur'an’dan nasipdar olmuştur.

- Gündüzünde olduğu gibi gecesinde de Kur’an okumaya zaman ayırmıştır.

- Bir oturuşta yahut bir gece sabaha kadar sayfalarca Kur’an okumak yerine, her gün bir miktar tefekkür boyutuyla tilavet etmeyi tercih etmiş, bazen tek bir ayeti sabaha kadar okumaya devam etmiştir.

- Başkasından Kur’an dinlemeyi sevmiştir.

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kur'anı makamla okumanın bir sakıncası var mıdır?


22 Ocak 2020 Çarşamba

Koku Sürünüp Guslettikten Sonra Güzel Kokmaya Devam Eden Kimse

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

14. Koku Sürünüp Guslettikten Sonra Güzel Kokmaya Devam Eden Kimse

270- İbrahim İbn Muhammed İbn el-Münteşir babasından şöyle nakletmiştir: "Hz. Âişe'ye İbn Ömer'in "Benden güzel koku yayıldığı halde ihrama girmeyi İstemem" dediğini hatırlatıp bu konuyu sordum. Hz. Aişe 
radıyallahu anha şöyle dedi; "Ben Allah Rasûlü'ne Sallallahü Aleyhi ve Sellem koku sürdüm. Sonra o, diğer hanımlarının yanına gidip (onlarla bir­likte oldu). Daha sonra ise, İhrama girdi."

271- Hz. Âişe'den 
radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Allah Rasûlü Sallallahü Aleyhi ve Sellem ihramlı iken, saçlarının ayrıldığı yere sürülmüş kokunun beyazlığına bakıyordum. [Hadisin geçtiği diğer yerler:1538,5918,1923]

Açıklama
(Saçlarının ayrıldığı yer) Bu metin iki şekilde bab başlığına uygun olabilir: Hz. Âişe'nin 
radıyallahu anha bu ifadesi önceki hadisin devamı niteliğinde olabilir.

Gusül abdesti ihramın sünnetlerinden biridir. Nitekim Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ih­ramdan önce gusül abdesti almayı hiç terk etmemiştir.[Bab başlığı kokunun gusülden sonra etkisini sürdürdüğü durumları konu alan hadisler için konmuştur. Bu hadiste ise açıkça gusül abdestinden bahsedilmemiştir. Ancak Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem saçlarını ayırmasından onun guslettiği sonucu ortaya çıkar. Burada neden guslettiği sorusu gündeme gelir. Şarihin de ifade ettiği gibi, iki nedenden dolayı gusletmiş olabilir. (H.Aldemir)  ]

Bu hadise göre, ihramlı birinin sonradan güzel koku sürünmesinin aksine, önceden kullandığı bir kokunun bedeninde kalmasında bir sakınca yoktur.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

21 Ocak 2020 Salı

EN'ÂM SÛRESİ NE ANLATIYOR?


Kur'an-ı Kerîm'in altıncı suresi, Mekke'de bir defada nazil olmuştur. Ancak; 91, 92, 93 ve 151, 152, 153. ayetlerin Medine'de indiği rivâyet edilir. Surenin bütünü 165 ayet, üçbinelli iki kelime, onikibinikiyüzkırk harften ibarettir. Fasılası; nun, mim, lâm, zâ, râ harfleridir.

En'âm suresinde Allahu Teâlâ, şirki reddederek, tevhid'e, ahirete imana çağırır; bâtıl inançları yok eder; temel ahlâk ilkeleri koyar; Hz. Peygamber'e yöneltilen itirazlara cevap verir; Resulullah ve müminleri teselli eder, kâfirlere uyarı ve tehditlerde bulunur, Hz. İbrahim (a.s.)'in kıssasına yer verir; kitap, hüküm ve nübüvvet verilen seçkin kulları (peygamberleri) zikreder.

Bu sure, Mekke'de inen diğer sureler gibi Allah'a ve Peygamber'e imanı kökleştiren, tevhîd inancını aşılayan, câhiliye devrinden gelen bozuk inanç ve kanaatleri sarsan, insanları varlıklar üzerinde düşünmeye çağıran özelliklere sahiptir. Sure, yüce Allah'a övgü ve hamd ifadeleriyle şöyle başlar: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mahsustur. Böyleyken kâfirler hâlâ Rablerine başkalarını eşit sayıyorlar. Sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir eden O'dur. Tayin edilen bir ecel de O'nun katındadır. Sonra bir de şüphe ediyorsunuz. Göklerde ve yerde Allah sadece O'dur. O sizin gizlinizi de açığınızı da ve ne kazanacağınızı da bilir'' (el-En'âm, 6/1 -3).

Surenin bütününde telkin edilen hususlar şöyle özetlenebilir. Bütün varlıkları yaratan Allah'tır. Rızkı veren ve mülkün sahibi olan O'dur. Gerçek hükümranlık, güç ve kudret O'nundur. O, bilinmeyen şeyleri ve sırları bilendir. Geceleri gündüze çevirdiği gibi, gözleri ve kalpleri döndüren de Allah'tır. Bu yüzden, insanların hayatına hükmedenin de Allahu Teâlâ olması gerekir. Yol çizmek, hüküm koymak, helâli ve haramı belirtmek yalnız O'nun yetkisindedir. Bütün bunlar ilâhlığın özelliklerindendir. Yine bütün bunları yaratma, rızık verme, öldürme, diriltme, fayda veya zarar verme Allah'ın elindedir. Yerlerin ve göklerin tek ilâhı Allah'tır.

Esmâ binti Yezid'den şöyle dediği nakledilmiştir: "En'âm sûresi Resulullah'a indiği zaman ben Hz. Peygamber'in devesinin yularını tutuyordum. Sure bütünü ile indi ve ağırlığından az kalsın Hz. Peygamber'in devesinin kemikleri kırılacak gibi olmuştu" (S. Kutup, Fizılâlı'l-Kur'an, Çev: M. E. Saraç, İ Hakkı Şengüler, Bekir Karlığa, İstanbul, V, 45).

Ayetlerde, itikad bozukluğu olanlar uyarıldıktan sonra, eski hallerinde ısrar ederlerse kötü sonuçla karşılaşacakları bildirilir: "Hak, kendilerine gelince onu yalanladılar Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir Bizim daha önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik ve kendilerinden sonra başka bir nesil varettik" (5-6).

Allahu Teâla'nın gayb âlemini ve sırlar dünyasını ihâta edişi, nefis ve ömürleri bilmesi, karada ve denizde, gece-gündüz, dünya-âhiret, ölüm ve dirim husûsunda hükmedici ve kahredici gücü şöyle ifade edilir: "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır Onları ancak O bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak yoktur ki, Allah onu bilmesin Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş her şey mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır."

"Geceleyin sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur. Sonra tâyin edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra dönüşünüz yine O'nadır Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir."

"O, kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Size koruyucu melekler gönderir. Sonunda sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar ve hiçbir eksiklik yapmazlar" (59-61).

Bitkiler, denizler ve karalarla ilgili düşünmeye sevkeden ayetlerde şöyle buyurulur:

"Taneyi ve çekirdeği yaratan şüphesiz Allah 'tır. Ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur O halde nasıl yüz çevirirsiniz?" (95).

"Karanlığı yarıp tan yerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ayı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir" (96).

"Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O'dur Şüphesiz biz, bilen bir kavim için ayetleri geniş bir şekilde açıkladık" (97).

"Gökten, suyu indiren O'dur. Biz, o su ile her şey için gereken bitkiyi çıkardık Ondan da yeşillik meydana getirdik" (99).

Bütün bu nimetler üzerinde düşünüp ibret almayan ve uyarılara kulak asmayanların kıyamet günündeki sıkıntıları şöyle ifade edilir:

"Ateşe sürüldükleri zaman; keşke Rabbimizin ayetlerini inkâr etmeyerek, mümin olarak yeniden dünyaya döndürülseydik, dediklerini bir görsen" (27)

"Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyâmet günü ansızın gelince, onlar günâhlarını sutlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: 'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize.' Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür" (31).

Medine'de indiği bildirilen ayetlerde oranın özelliklerini görmek mümkündür. Çünkü Mekke'de inen ayetlerde inanç ve ahlâk esasları ağırlıkta iken Medine'de inenler hüküm ağırlıklıdır. Bir yandan ibâdetler, cihad, aile ve mirasla ilgili, diğer yandan da ceza, muhâkeme usûlü, muâmelât ve devletler arası ilişkilerle ilgili hükümler burada indi. Çünkü Medine döneminde artık bu kuralları uygulayacak bir İslâm devleti doğmuştu.

Şu ayetlerde Medine'de inişin izleri görülebilir:

"De ki: 'Gelin size Rabbinizin haram kıldıklarını okuyayım: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya iyilik yapan. Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin; sizi de onları da biz rızıklandırırız. Hayâsızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın Haklı olmanız müstesna Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah, aklınızı kullanasınız diye size bunları emretti" (151).

"Yetim, rüşdüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkesi gücünün yettiği ile mesul tutarız. Akrabanız dahi olsa konuşurken adaletli olun. Ve Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah düşünesiniz diye size bunları emretti İşte benim yolum budur; dosdoğrudur; O'na uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah bunları size sakınasınız diye emretti" (152-153).

Sure şu ayetle sona ermektedir: "Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizleri yeryüzünün halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün yapan O'dur. şüphesiz ki, Rabbin azâbı sür'atli olandır O, çok affeden ve çok merhamet edendir" (165).

Hamdi DÖNDÜREN

20 Ocak 2020 Pazartesi

TEŞEHHÜD


Namazlardaki oturuşlarda "et-Tahîyyâtü li'llahi..." diye başlayan duayı sonuna kadar okumak.

Teşehhüd, müminin miracı olan namazda, Yüce Allah'ın huzurunda Allah, Resulu, melekleri ve Allah'ın diğer salih kulları ile selamlaşmanın bir ifadesidir.

"et-Tahiyyâtü li'llahi..." ile başlayan dua iki şehadeti ihtiva ettiğinden dolayı teşehhüd olarak isimlendirilmiştir. Duanın tamamına teşehhüd denilmesi bir şeyi parçası (cüz'ü)nın ismiyle adlandırmak kabilindendir. Hanefîler teşehhüd konusunda İbn Mes'ûd (r.a)'ın rivayetini esas almışlardır (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Kahire 1272-1324, I, 342; Remlî, Nihâyetü'l-Muhtâc, Kahire 1389/1969, 1, 519).

Hanefîler ve Hanbelîler Hz. Peygamber (s.a.s)'in Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'a öğrettiği teşehhüdü okumayı, diğerlerine göre daha faziletli olarak kabul etmektedirler. Bu teşehhüd'ün metni şudur:

Hanefîlerin bu rivayeti tercih etmelerinin sebebi şudur: Hammâd, İmam Azam Ebû Hanife'nin elini tutarak bu teşehhüdü ona öğretti ve dedi ki: İbrâhim en-Nehaî elimi tutarak onu bana, Alkame elini tutarak İbrâhim'e, Abdullah b. Mes'ûd (r.a) da Alkame'nin elini tutarak ona, Hz. Peygamber (s.a.s) de Abdullah b. Mes'ûd (r.a)'ın elini tutarak teşehhüdü ona öğretti. Bu silsilenin yanında bu teşehhüde atıf vavı ziyadesi vardır ki bu senâ (övgü)nın daha fazla olmasını gerektirir (Mevsılî, el-İhtiyar, İstanbul 1987, I, 53; İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, ts. (Mektebi İbn Teymiyye), I, 534, 535, 541; Behûtî, Keşşâfu'l-kınâ (nşr. Hilâl M. Mustafa Hilâl), Beyrut 1402/1982, I, 388).

Mâlikîler, Ömer b. Hattâb (r.a)'dan rivayet edilen teşehhüdün daha faziletli olduğunu kabul etmektedirler. Bu rivayetin metni şudur:

(İbn Cüzeyy, el-Kavânînü'l-Fıkhiyye, Kahire 1405/1985, 65; Ezherî, Cevâhiru'l-İklîl, Kahire 1322, 1, 52; Düsûkî, Hâşiye ale'ş-Şerhi'l-Kebîr, Kahire, ts., I, 251).

Şâfiîler ise Abdullah b. Abbâs (r.a.)'dan rivayet edilen teşehhüdü daha faziletli kabul etmektedirler. Metni şudur:

(Nevevî, el-Ezkâr, Kahire 1375/1956, 60).

Sahîh olan görüşe göre Hanefîler, bir görüşe göre Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, peşinden selâmın gelmediği kade (oturuş)lerde teşehhüd vaciptir. Terki halinde sehiv secdesi gerekir. Şâfiî ve Malikî mezhebi ile bir görüşe göre Hanefiler ve rivayette de Hanbelîlere göre bu kadede teşehhüd sünnettir. Kâde-i ahîre (son oturuş)de teşehhüdü okumak Hanefîlere göre vaciptir. Bu konudaki delilleri Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen; "Son secdeden başını kaldırdığın ve teşehhüd miktarı oturduğunda namazın tamam olmuştur" hadis-i şerifidir. Bu hadiste Resulullah (s.a.s), namazın tamamlanmasını teşehhüdün okunmasına değil, kade(oturuş)ye bağlamıştır. Buradan hareketle Hanefîler farz olan, teşehhüdü okumak değil oturmaktır demektedirler. Teşehhüd ise vacip olup terki tahrîmen mekruhtur. Sehven terki durumunda sehiv secdesi ile telâfî edilir. Şâfiî ve Hanbelîler, teşehhüdü namazın rükünlerinden kabul etmektedirler (İbn Âbidîn, a.g.e., I, 306, 307, 313; Mavsılî, a.g.e., 53, 54; İbn Cüzeyy, a.g.e., 65; Cevherî, a.g.e., I, 49; Desûkî, a.g.e., I, 243, 251; Remlî a.g.e., I, 518; Nevevî, a.g.e., s. 60; Behûtî, a.g.e., I, 389; İbn Kudâme, a.g.e.,I, 532, 533)

Hanefîlere göre teşehhüde bir harf bile olsa ziyade yapmak tahrîmen mekruhtur. Çünkü namazdaki zikirler tesbit ve tayin edilmiştir ki bunlara bir ilavede bulunulamaz (İbn Abidin, a.g.e., I, 342).

Şâfiîlere göre teşehhüddeki; Tahiyyatın lafızlarını söylemek şart olmamakla beraber sünnettir. Bunların tamamını terkedip, geriye kalanlarını okumak da yeterlidir. Bu konuda Şafiî âlimleri arasında ihtilâf yoktur.

(Esselamu aleyke) ile başlayan kısımdan herhangi bir lafzı terketmek caiz değildir. Ancak (verahmetullahi ve berekatuhu) lafızları konusunda farklı üç görüş vardır. Sahih olan görüşe göre bu lafızların terkinin caiz olmadığıdır. Teşehhüdün lafızları arasında tertibe riayet etmek bu mezhebin sahih olan görüşüne göre müstehaptır (Nevevî, a.g.e., 62).

Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler ile Hanefilerden Tahâvî ve Kerhî'ye göre birinci teşehhüd de oturmak sünnettir. Hanefîler ile bir kavle göre Hanbelîler, ilk teşehhüd de oturmanın vacip olduğu görüşündedirler. İkinci teşehhüd de ise teşehhüd miktarı oturmak dört mezhebe göre bir rükündür. Teşehhüdü Arapça dışında bir lisanla okumak muktedir olmayanlar için caizdir. Muktedir olanlar hakkında ihtilâf vardır. Teşehhüdü gizli okumak ise sünnettir (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, I, 32; Kâsânî, Bedâiu's-Sanâî, Kahire 1327-1328, 1910, I, 113; İbn Abidin, a.g.e., I, 301, 325; Mavsılî, a.g.e., I, 53-54; İbn Cüzey, a.g.e., s. 65; Cevherî, a.g.e., I, 48; Desûkî, a.g.e., I, 249; Nevevî, a.g.e., s. 63; Remlî, a.g.e., I, 520-521; İbn Kudame, a.g.e., I, 532-533, 539, 545; Behûtî, a.g.e., I, 385; II, 34).

Teşehhüde oturulduğunda elleri uyluklara koymak, erkeklerin sol ayağını yere yayıp, sağ ayağını parmaklar kıbleye dönmüş şekilde dikmesi, kadınların kaynağı üzere oturup, ayaklarını sağ tarafa yatık olarak çıkarmaları sünnettir. Eller ile dizler tutulmaz. Sahih olan budur. Eller dizlerden uzak tutulmayıp parmakların ucu, dizlerin ucu üzerine gelecek şekilde konulmalıdır (İbn Âbidîn, a.g.e., I, 341; Mehmed Zihni, Nimet-i İslâm, s. 87).

Teşehhütlerde "Lâ İIâhe" denilirken sağ elin şehadet parmağı kaldırılıp "illallah" derken indirilmesi sünnettir. Bu halde baş parmak ile orta parmak halka edilip diğer iki parmak bükülür (İbn Âbidîn, a.g.e., 342). Bu aynı zamanda elif ve be harfini ifade eder ki Allah demektir. Bu durumda"Lâ ilâhe: Hiçbir ilâh yoktur" derken bu işaretle sadece Allah'ın var ve bir olduğu ifade edilmektedir. Sağ elin şehadet parmağından başkasıyla işaret yapılmaz. Bu parmağın kesik veya sakat olması halinde, ne o elin diğer parmağıyla ne de sol elin şehadet yahut diğer bir parmağı ile işaret yapılamaz (M. Zihni, a.g.e., 87, dipnot: 5).

Şâfiîlere göre teşehhüd de "illallah" denildiğinde şehadet parmağı kaldırılır ve ilk teşehhüd de ayağa kalkılıncaya veya selam verilinceye kadar öylece bırakılır.

Teşehhüdün Terki

Birinci kadede sehven terk edilen teşehhüd için sehiv secdesinin meşru olduğu konusunda bir ihtilaf yoktur. Kasden terkedilmiş ise Hanefiler ile bir rivayette Hanbelîler, namazın iadesinin vacip olduğu görüşündedirler. Mâlikîler, Şâfiîler ve diğer bir rivayette Hanbelilere göre bu durumda da sehiv secdesi gerekir.

Ka'de-i ahîre (son oturuş) de teşehhüd kasden terkedilmiş ise Hanefililer, Şâfiîler, Hanbelîlere göre namazın iadesi vaciptir. Eğer sehven terkedilmiş ise Şafiî ve Hanbelîlere göre hüküm aynıdır. Hanefîler ve Mâlikîlere göre ise bu durumda sehiv secdesi gerekir (İbn Âbidîn, a.g.e., I, 313, 501; Remlî, a.g.e., II, 74-75; Nevevî, a.g.e., 60; İbn Kudame, a.g.e., II, 6, 26-27, 44; Behûtî, a.g.e., I, 389; el-Mevsûatü'l-Fıkhiyye, Kuveyt 1408/1988, XII, 34-39)

Saffet KÖSE

19 Ocak 2020 Pazar

Selman-ı Farisi radıyallahu anh


Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir. (İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, el-İsâbe, Bağdat (t.y.), II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, 35 veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir. (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421).

İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir. (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler. (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Ğabe, 421).

İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir. (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

SELMAN el-FARİSÎ:


Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asıllı olup, İsfahan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dur. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (r.a)'ın Müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahşan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman b. İslam'ım" demiştir. (İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, el-İsâbe, Bağdat (t.y.), ll, 62).

Selman (r.a)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selman (r.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra), Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibadet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selman (r.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen Hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye'de olduğunu söylemişlerdi.

Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, Hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selman (r.a), kilisedeki Hıristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hıristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (r.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi.

Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a), Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: "Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap." (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 417-418).

Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (r.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selman (r.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı.

Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (r.a)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek); "Allah Benu Kayle'ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; "Bundan sana ne! İşinin başına dön." diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim." dedim. Akşam olunca Selman (r.a), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm." dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına; "Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (r.a), sadaka kabul etmediğini gördüğü zaman kendi kendine; "Bu alametlerin biridir." dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu.

Bir zaman sonra Selman (r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)'in yanına gitti. Rasûlüllah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)'in etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman (r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi. (İbn İshak, es-Sîre, Neşr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Ğabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafız el-Hakemî, el-Kısasul-İslâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir. (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).

Selman (r.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve Müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Selman (r.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, İslam'a ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüse ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir. (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).

İbnul-Hacer, Selman (r.a)'ın Müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir. (Askalanî, a.g.e., II, 62).

Selman (r.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede/şartlı azad edilme anlaşması bulunmasını söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üç yüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukıye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabilere: "Kardeşinize yardım edin. " dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım."dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı.

Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman (r.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukıye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (s.a.s) ona, "Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim". Artık böylece Selman (r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu. (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).

Selman (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk." deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü. (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir." dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir." demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir." diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir. (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).

Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.

Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'in yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'ın Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.

Ömer (r.a) devrinde İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (r.a) da bu orduya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı.

İranlılar, Kadisi'ye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a)'in yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a)'a, Selman (r.a) şöyle demekteydi: "İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl Müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki Müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır". Gerçekten Selman (r.a)'ın dediği olmuş ve Müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti. (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbnul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişlerine bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir." demekteydiler. (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslamın emrettiği şekilde onları üç defa Müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (r.a) onlara şöyle diyordu: "Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız." (Taberi, a.g.e., IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor." diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selman (r.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı Müslümanların eline geçmiş oldu. (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o İslâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi. (Taberi, aynı yer).

Sa'd (r.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, İslâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa'd'a haber göndererek, Müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi. (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbnul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır. (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).

Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir. (İbnul-İmad, Şezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, 35 veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir. (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Ğabe, II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir. (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler. (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Ğabe, 421). İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir. (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.

Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demektedir:

"Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi." (İbnul-Esir, Üsdül-Ğabe, II, 420). Rasûlüllah (s.a.s), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.

Hz. Ali (r.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz." demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir." demiştir. Muaz (r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (s.a.s)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu." (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ' (r.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver." (bunları nafile olan ibadetleri için söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir." dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86).

Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (r.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen Müslümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun." (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).

Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (r.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, "Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor." diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûlüllah (s.a.s) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır." diyerek cevapladılar (İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey gelirlerinden Müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için İslâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)'ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir. (Taberi, a.g.e., III, 614).

Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkıb, 34).

Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "Seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).

Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyorlardı. Selman (r.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! Şunların ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: "Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur." (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Ğâbe, II, 420).

O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).

Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: "Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun ".

Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).

Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı. (İbn Sa'd, IV, 92). Selman (r.a), Medine'deyken Hz. Ömer (r.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (r.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir. (İbn Abdırrabbih, Ikdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.

Sufiler, Selman (r.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)'in berberliğini yaptığı için Futuvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün Müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler.

Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (s.a.s)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dır. Durzîler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı zaman İslamî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir. (bk. Şamil İslam Ans. Ömer TELLİOĞLU)