Bu başlık Kuranıkerim’in açıklaması olan bir hadisi şerifin mealidir. ‘Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez (Bakara 185)’ anlamındaki ayeti açıklar.
Din çok kolaydır, Resulüllah Efendimiz (sa) meşhur Cibril Hadisinde onun iman, İslam ve ihsan boyutunu birkaç cümle ile açıklamıştır ki, dinin de zaten bu üç boyutu vardır. Müstesna bir akıl ve bilgiye sahip insanlar için tefekkür boyutu ise bu çerçevede gelişir.
Yani İslam’ın gizemli inanışları, esrarlı ritüelleri, kimsenin bilmediği makamları, babları, babaları yoktur. Dini sahih kaynaklarından öğrenemeyenler bu gizemli edebiyata meftun olur, inançsızlıkla Batınîlik arasında kaybolup giderler. Kişileri kutsarlar, onların her şeylerini mukaddes sayarlar. Ama bundan kurtulabilmek de çok kolay değildir, sağlam bilgi ister ve özellikle de ortak akıl ister...
...Dikkat edilirse bunların bir kısmının ortak yönü mental problemlerinin yanında gizemli söylemlerle cahil insanları aldatmaları ve efendileri tarafından korkunç meblağlarla da desteklenmeleridir. Hemen hepsinin televizyon kanalı vardır ve hiç reklam almadan yayınlarını sürdürürler. Devletin, Diyanetin bunlara söyleyecek bir sözü yok mudur bilmiyorum...
Şunu da söylemek zorundayız; bunların bir kısmı, ya da bizdeki diğer küçük ölçekli benzerleri bu ıdlallerini tasavvuf adı altında yapmaktadır. Tasavvuf eğer duygu ve ahlak eğitimi, tezkiye-i nefs, zühd ve takva ise bu tür patolojik vakalara öncelikle tasavvufun bizatihi kendisinin cevap vermesi gerekir. Aksi halde hepsi töhmet altında kalmak durumundadır. Ne var ki, bizdeki tasavvuf anlayışı; genellikle sahih ilme dayalı olmadığı için tasavvuf adına ortaya atılan her uygulamaya karşı, mevzi kaybetme korkusuyla savunma refleksi gösterir ve bir şekilde tevil etmeye çalışır. Mesela bu kadar kolay olan İslam’dan vahdeti vücut gibi bir muamma nasıl çıktı diye sorsanız bunu tasavvuf eleştirisi sayıp sizi manevi terakkisi olmayan nadanlar diye suçlarlar. Oysa bunun tasavvufla alakası yoktur, İslam kaynaklı, daha doğrusu bir Müslümandan sudur eden bir felsefeden ibarettir. Felsefe olarak takdir edilebilirsiniz, ama ne İslam’dır, ne de tasavvuftur. İstedikleri kadar bunun ve benzerlerinin üzerine hayalî İslam kuruversinler. Bu, hayal olmayı öte geçmez.
http://www.yenisafak.com/yazarlar/farukbeser/bu-din-cok-kolaydir-onu-zorlastiran-maglup-olur-2040392
31 Ekim 2017 Salı
30 Ekim 2017 Pazartesi
Hz. Fatma, Hz. Ebubekir’e Kırgın mı Vefat Etti?
Sual: Malumunuz üzere Efendimiz (sas) ebedi ukbaya irtihallerinden sonra, Efendimiz’in kendi tasarrufunda olan Fedek arazilerinin gelirlerini, Hz. Fatıma, Halife Hz. Ebû Bekir (ra)’den, “babamdan kalan mirastır” diye kendilerine verilmek üzere talepte bulunmuştur. Hz. Ebû Bekir (ra) “peygamberler miras bırakmaz sadaka bırakır” hadisi gereğince veremeyeceğini söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Fatıma kendilerine kırgın bir şekilde vefat ettiği söyleniyor. Bu olayın gerçeği/aslı nedir?
Cevap: Fedek (bugünkü Hâit) Medine ile Hayber arasında, Medine’ye yaklaşık 150 km. mesafede Yahudilerin yaşadığı bir yerdi. Sa’doğullarının (Benî Sa”d b. Bekir) Hayber Yahudilerine yardım etmek üzere Fedek’te toplandıklarını ve buna karşılık Hayber’in hurma gelirlerinden pay istediklerini haber alan Resûl-i Ekrem, Hayber’in fethinden önce 6. yılın Şaban ayında Hz. Ali kumandasındaki 100 kişilik bir askerî birliği Sa’doğulları üzerine Fedek’e göndermişti. Gerçekten Hayber Yahudileri Teymâ, Fedek, Vâdilkurâ Yahudilerini de yanlarına alarak Müslümanlara karşı savaş hazırlığına başlamışlardı. Fedek civarına ulaşan askerî birlik Sa’doğullarının casuslarından birini sıkıştırarak karargâhlarını öğrendi. Hz. Ali Yahudilerin karargâhına vardığında onların kaçtığını gördü, koyun sürülerine ve develere ganimet olarak el koyup orada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye döndü.
Hz. Peygamber, Hayber’in fethinden sonra Ensardan Muhayyesa b. Mes’ûd’u, Fedek halkını İslâm’a davet için gönderdi. Fedek halkı topraklarının yarısı karşılığında Resûlullah ile anlaşmak istediler. Resûl-i Ekrem, Müslümanların istedikleri zaman Yahudileri çıkarmaları şartıyla bunu kabul etti. Böylece Fedek savaş yapılmadan ele geçirildiği için arazisinin yarısı Hz. Peygamber’e tahsis edildi. Resûlullah buradan elde edilen geliri amme işlerine, yolcu ve misafirlere, bir miktarını da ailesine ve Ehli Beyti’ne özelliklede Hz. Fatıma’ya sarf ederdi.
Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra gerek hanımlarının gerekse kızı Fâtma’nın Halife Ebû Bekir’den bazı istekleri oldu. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber’in vefatı üzerine hanımları Resûl-i Ekrem’in Hayber ve Fedek’teki hisselerinden miraslarını almak için Hz. Osman’ı Hz. Ebû Bekir’e gönderdilerse de Hz. Âişe onlara Resûlullah’ın: “Biz peygamberler miras bırakmayız, bizim bıraktıklarımız sadakadır” dediğini söyledi. Bunun üzerine isteklerinden vazgeçtiler.
Hz. Ebû Bekir’in Fatma’ya haksızlık ettiği iddiasıyla kaydedilen bir başka rivayet daha vardır. Bu rivayette, Hz. Fâtıma’nın Fedek hurmalığını Resûlullah’ın kendisine hibe ettiğini söylemesi üzerine Hz. Ebû Bekir’in Fâtıma’dan şahit istediği, onun da Hz. Ali ile Ümmü Eymen’i şahit gösterdiği, Halifenin Hz. Ali’nin şahadetini davacının kocası olması sebebiyle geçerli saymadığını, sadece Ümmü Eymen’in şahadetini de yeterli görmediği belirtilmektedir. Bu rivayet doğru kabul edilse bile Hz. Ebû Bekir’in verdiği hükümlerde dinî esaslara ne kadar titizlikle riayet ettiğini gösterir. Esasen Hz. Fatma’yı Resûlullah’ın vefatından sonra miras derdine düşmüş bir vâris gibi gösteren bu rivayet, onun Hz. Ebû Bekir’in hilâfetine olan itirazının da bir mesnedi yapılmak istenmektedir. Babasından kalan mirası alamayan Fatıma’nın ashabı toplayarak onların huzurunda uzun bir konuşma yaptığı, Kur’ân-ı Kerîm’deki miras âyetlerini okuyup halifeyi onlara şikâyet ettiği, kendisine yardımcı olmadıkları için de sitemde bulunduğu, bunun üzerine Ebû Bekir’in Resûlullah’a olan bağlılığını dile getirerek peygamberlerin miras bırakmayacaklarına dair hadisi ondan bizzat duyduğunu belirttiği, buna karşılık Fâtıma’nın peygamberlerin miras bıraktığına dair âyetler okuyarak ona itiraz ettiği yolunda Şîa kaynaklarında yer alan rivayetin de aynı maksatla uydurulduğu bellidir. Ayrıca Hz. Ali’nin halife olduktan sonra Fedek’in statüsünü ilk üç halife dönemindeki şekliyle devam ettirmesi Hz. Ebû Bekir’in isabetli hüküm verdiğini göstermeye yeterlidir.
Hz. Ömer, anlaşmalara bağlı kalmayıp Müslümanlar aleyhinde faaliyette bulundukları için Yahudileri Fedek’ten çıkarmaya karar verince Ebü’l-Heysem Mâlik b. Teyyihân, Sehl b. Ebû Hasme ve Zeyd b. Sâbit’i oraya gönderdi. Bunlar Fedek topraklarının yarısının değerini tespit ettiler. 50.000 dirhemin üzerinde olduğu sanılan bu miktarı Hz. Ömer ödedi ve Yahudileri yine İslâm sınırları içinde bulunan Suriye tarafına gönderdi. Böylece Fedek gelirinin yarısı beytül-mâle geçti; diğer yarısının harcanmasına da Hz. Peygamber devrinde olduğu gibi devam edildi.
Halife Ömer, Fedek’i Hz. Fâtıma’nın mirasçılarına vermek istediyse de Hz. Ali ile Hz. Abbas arasında anlaşmazlık çıktığı için arazi yine beytülmâle kaldı. Daha sonraları ise Muâviye, Fedek’i Mervân b. Hakem’e iktâ etti. Mervân da burayı iki oğlu Abdülmelik ile Abdülazîz’e bağışladı. Daha sonra Ömer b. Abdülazîz’e ve Abdülmelik b. Mervân’ın iki oğlu Velîd ile Süleyman’a intikal etti. Velîd ile Süleyman halife olduklarında kendi hisselerini Ömer b. Abdülazîz’e bağışladılar. Ömer b. Abdülazîz halife olunca Fedek’i Hz. Fatma’nın torunlarına verdi, ancak halefi II. Yezîd burayı geri aldı. Abbasi döneminde de defaatle el değiştirip durdu; bugün Fedek belde halkının özel mülkiyetinde bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi mesele birilerinin iddia ettiği gibi değildir; ortada ilk halife Hz. Ebû Bekir’in dini hükümleri uygulama noktasındaki titizliği ve hiç kimseye bir imtiyaz tanımadan kararlılık göstermesi vardır. Hz. Ebû Bekir’in bu kararlılığını çok riskli olmasına rağmen Üsame ordusu ve irtidat hareketleri için ortaya koyduğu tavırlarda da görmekteyiz. Bu olaylar olurken Hz. Ebû Bekir, Hz. Fatıma’ya gelip, şöyle diyor: “Ey Allah Resulü’nün biricik hatırası, vallahi amacım ne seni üzmek, ne seni zor durumda bırakmaktır. Nefsim kudreti elinde olan Allah’a yemin ederim ki, karabet-i Resulullah’a sıla-i rahim, kendi öz akrabalarıma yapacağım sıla-i rahimden daha önceliklidir. Eğer ben babandan; “Biz peygamberler topluluğu ilim dışında bir miras bırakmayız, bıraktığımız sadece sadakadır” sözünü duymasaydım, asla senin elinden Fedek’i almazdım. Ama bu sözü duymama rağmen gereğini yapmazsam Allah katında mesul olurum. Sizin tüm ihtiyaçlarınız bizim üzerimizdedir.”
İşte bu sözler meseleyi anlamamız açısından yeterlidir. Şimdi birileri kalkıp ileri geri konuşmasının hiçbir isnadı yoktur. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali arasında bir sıkıntı olsa, hele hele bazı müfritlerin iddia ettikleri gibi Fatıma validemizin karnındaki çocuğu düşürülmesine, hastalanıp vefat etmesine bu hadiseler sebep olsa; Hz. Ali iki senelik Hz. Ebû Bekir’in hilafet günlerinde onun yanında ayrılmadan durabilir miydi? Hz. Ebû Bekir’in arkasından doğan bir oğluna ismi yaşasın diye Ebû Bekir ismini verebilir miydi? Dolayısı ile meseleyi sıhhati meçhul rivayetler üzerinden değil, hadiselerin tamamı üzerinden anlamak daha doğrudur.
Allah (cc) bizi hakikatinden ayırmasın. (âmin)
Muhammed Emin YILDIRIM
Cevap: Fedek (bugünkü Hâit) Medine ile Hayber arasında, Medine’ye yaklaşık 150 km. mesafede Yahudilerin yaşadığı bir yerdi. Sa’doğullarının (Benî Sa”d b. Bekir) Hayber Yahudilerine yardım etmek üzere Fedek’te toplandıklarını ve buna karşılık Hayber’in hurma gelirlerinden pay istediklerini haber alan Resûl-i Ekrem, Hayber’in fethinden önce 6. yılın Şaban ayında Hz. Ali kumandasındaki 100 kişilik bir askerî birliği Sa’doğulları üzerine Fedek’e göndermişti. Gerçekten Hayber Yahudileri Teymâ, Fedek, Vâdilkurâ Yahudilerini de yanlarına alarak Müslümanlara karşı savaş hazırlığına başlamışlardı. Fedek civarına ulaşan askerî birlik Sa’doğullarının casuslarından birini sıkıştırarak karargâhlarını öğrendi. Hz. Ali Yahudilerin karargâhına vardığında onların kaçtığını gördü, koyun sürülerine ve develere ganimet olarak el koyup orada üç gün kaldıktan sonra Medine’ye döndü.
Hz. Peygamber, Hayber’in fethinden sonra Ensardan Muhayyesa b. Mes’ûd’u, Fedek halkını İslâm’a davet için gönderdi. Fedek halkı topraklarının yarısı karşılığında Resûlullah ile anlaşmak istediler. Resûl-i Ekrem, Müslümanların istedikleri zaman Yahudileri çıkarmaları şartıyla bunu kabul etti. Böylece Fedek savaş yapılmadan ele geçirildiği için arazisinin yarısı Hz. Peygamber’e tahsis edildi. Resûlullah buradan elde edilen geliri amme işlerine, yolcu ve misafirlere, bir miktarını da ailesine ve Ehli Beyti’ne özelliklede Hz. Fatıma’ya sarf ederdi.
Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra gerek hanımlarının gerekse kızı Fâtma’nın Halife Ebû Bekir’den bazı istekleri oldu. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber’in vefatı üzerine hanımları Resûl-i Ekrem’in Hayber ve Fedek’teki hisselerinden miraslarını almak için Hz. Osman’ı Hz. Ebû Bekir’e gönderdilerse de Hz. Âişe onlara Resûlullah’ın: “Biz peygamberler miras bırakmayız, bizim bıraktıklarımız sadakadır” dediğini söyledi. Bunun üzerine isteklerinden vazgeçtiler.
Hz. Ebû Bekir’in Fatma’ya haksızlık ettiği iddiasıyla kaydedilen bir başka rivayet daha vardır. Bu rivayette, Hz. Fâtıma’nın Fedek hurmalığını Resûlullah’ın kendisine hibe ettiğini söylemesi üzerine Hz. Ebû Bekir’in Fâtıma’dan şahit istediği, onun da Hz. Ali ile Ümmü Eymen’i şahit gösterdiği, Halifenin Hz. Ali’nin şahadetini davacının kocası olması sebebiyle geçerli saymadığını, sadece Ümmü Eymen’in şahadetini de yeterli görmediği belirtilmektedir. Bu rivayet doğru kabul edilse bile Hz. Ebû Bekir’in verdiği hükümlerde dinî esaslara ne kadar titizlikle riayet ettiğini gösterir. Esasen Hz. Fatma’yı Resûlullah’ın vefatından sonra miras derdine düşmüş bir vâris gibi gösteren bu rivayet, onun Hz. Ebû Bekir’in hilâfetine olan itirazının da bir mesnedi yapılmak istenmektedir. Babasından kalan mirası alamayan Fatıma’nın ashabı toplayarak onların huzurunda uzun bir konuşma yaptığı, Kur’ân-ı Kerîm’deki miras âyetlerini okuyup halifeyi onlara şikâyet ettiği, kendisine yardımcı olmadıkları için de sitemde bulunduğu, bunun üzerine Ebû Bekir’in Resûlullah’a olan bağlılığını dile getirerek peygamberlerin miras bırakmayacaklarına dair hadisi ondan bizzat duyduğunu belirttiği, buna karşılık Fâtıma’nın peygamberlerin miras bıraktığına dair âyetler okuyarak ona itiraz ettiği yolunda Şîa kaynaklarında yer alan rivayetin de aynı maksatla uydurulduğu bellidir. Ayrıca Hz. Ali’nin halife olduktan sonra Fedek’in statüsünü ilk üç halife dönemindeki şekliyle devam ettirmesi Hz. Ebû Bekir’in isabetli hüküm verdiğini göstermeye yeterlidir.
Hz. Ömer, anlaşmalara bağlı kalmayıp Müslümanlar aleyhinde faaliyette bulundukları için Yahudileri Fedek’ten çıkarmaya karar verince Ebü’l-Heysem Mâlik b. Teyyihân, Sehl b. Ebû Hasme ve Zeyd b. Sâbit’i oraya gönderdi. Bunlar Fedek topraklarının yarısının değerini tespit ettiler. 50.000 dirhemin üzerinde olduğu sanılan bu miktarı Hz. Ömer ödedi ve Yahudileri yine İslâm sınırları içinde bulunan Suriye tarafına gönderdi. Böylece Fedek gelirinin yarısı beytül-mâle geçti; diğer yarısının harcanmasına da Hz. Peygamber devrinde olduğu gibi devam edildi.
Halife Ömer, Fedek’i Hz. Fâtıma’nın mirasçılarına vermek istediyse de Hz. Ali ile Hz. Abbas arasında anlaşmazlık çıktığı için arazi yine beytülmâle kaldı. Daha sonraları ise Muâviye, Fedek’i Mervân b. Hakem’e iktâ etti. Mervân da burayı iki oğlu Abdülmelik ile Abdülazîz’e bağışladı. Daha sonra Ömer b. Abdülazîz’e ve Abdülmelik b. Mervân’ın iki oğlu Velîd ile Süleyman’a intikal etti. Velîd ile Süleyman halife olduklarında kendi hisselerini Ömer b. Abdülazîz’e bağışladılar. Ömer b. Abdülazîz halife olunca Fedek’i Hz. Fatma’nın torunlarına verdi, ancak halefi II. Yezîd burayı geri aldı. Abbasi döneminde de defaatle el değiştirip durdu; bugün Fedek belde halkının özel mülkiyetinde bulunmaktadır.
Görüldüğü gibi mesele birilerinin iddia ettiği gibi değildir; ortada ilk halife Hz. Ebû Bekir’in dini hükümleri uygulama noktasındaki titizliği ve hiç kimseye bir imtiyaz tanımadan kararlılık göstermesi vardır. Hz. Ebû Bekir’in bu kararlılığını çok riskli olmasına rağmen Üsame ordusu ve irtidat hareketleri için ortaya koyduğu tavırlarda da görmekteyiz. Bu olaylar olurken Hz. Ebû Bekir, Hz. Fatıma’ya gelip, şöyle diyor: “Ey Allah Resulü’nün biricik hatırası, vallahi amacım ne seni üzmek, ne seni zor durumda bırakmaktır. Nefsim kudreti elinde olan Allah’a yemin ederim ki, karabet-i Resulullah’a sıla-i rahim, kendi öz akrabalarıma yapacağım sıla-i rahimden daha önceliklidir. Eğer ben babandan; “Biz peygamberler topluluğu ilim dışında bir miras bırakmayız, bıraktığımız sadece sadakadır” sözünü duymasaydım, asla senin elinden Fedek’i almazdım. Ama bu sözü duymama rağmen gereğini yapmazsam Allah katında mesul olurum. Sizin tüm ihtiyaçlarınız bizim üzerimizdedir.”
İşte bu sözler meseleyi anlamamız açısından yeterlidir. Şimdi birileri kalkıp ileri geri konuşmasının hiçbir isnadı yoktur. Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali arasında bir sıkıntı olsa, hele hele bazı müfritlerin iddia ettikleri gibi Fatıma validemizin karnındaki çocuğu düşürülmesine, hastalanıp vefat etmesine bu hadiseler sebep olsa; Hz. Ali iki senelik Hz. Ebû Bekir’in hilafet günlerinde onun yanında ayrılmadan durabilir miydi? Hz. Ebû Bekir’in arkasından doğan bir oğluna ismi yaşasın diye Ebû Bekir ismini verebilir miydi? Dolayısı ile meseleyi sıhhati meçhul rivayetler üzerinden değil, hadiselerin tamamı üzerinden anlamak daha doğrudur.
Allah (cc) bizi hakikatinden ayırmasın. (âmin)
Muhammed Emin YILDIRIM
29 Ekim 2017 Pazar
Ömer b. Sa’d (r.a)
Büyük Sahabîlerden Sa’d bin Ebî Vakkas’ın (r.a.) oğludur. Doğum tarihi hakkında farklı rivayetler vardır. Bir rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.m.) hayatta iken, diğer bir rivayette ise Hz. Ömer’in (r.a.) halifeliği döneminde dünyaya gelmiştir. Babası Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) ile birlikte Irak’ın fethine katılan İbni Sa’d, Emevîler döneminde Merv ve Rey vâliliklerinde de bulunmuştur.
Hz. Hüseyin’in (r.a.) Kerbelâ’da şehit edildiği hâdisede, dönemin Kûfe vâlisi Ubeydullah bin Ziyad’ın gönderdiği orduda komutan olarak yer aldı.
Ömer bin Sa’d söz konusu hadisede Hz. Hüseyin (r.a.) ve arkadaşlarını kuşattı ve Fırat’tan su almalarını engelledi. Hz. Hüseyin (r.a.), Medine’ye dönmek, İslâmî fetihlere katılmak gibi alternatifler ileri sürmüşse de Ömer bin Sa’d, vâli İbni Ziyad’dan aldığı emirler çerçevesinde Yezid’e biat etmedikçe dönüşüne izin verilmeyeceğini söyledi. Sonunda Hz. Hüseyin (r.a.), Ömer bin Sa’d’ın ordusu tarafından 10 Muharrem 61’de (10 Ekim 680) hunharca şehit edildi. Tarihî kaynaklara göre, Ömer bin Sa’d, feci bir savaş neticesi şehit edilen Hz. Hüseyin’in (r.a.) mübarek başını kestirerek bütün Âl-i Beyt ile birlikte Şam’a halife Yezid’e göndermiştir.
Ömer bin Sa’d, Kerbelâ fâciasını müteakip Kûfe’de Emevîlere karşı ayaklanan Muhtar es-Sekâfî tarafından yakalanarak öldürülmüştür (M.686).
Muhammed Emin YILDIRIM
28 Ekim 2017 Cumartesi
Şakkı Kamer Mucizesini Talep Edenler
Sual: Şakkı Kamer (Ayın ikiye yarılma) mucizesinde, mucize talep edenlerden birinin Hz. Hamza olduğu söyleniyor. Bu doğru mu? Bilgilendirirseniz memnun oluruz.
Cevap: Muhterem Kardeşim;
bu bilgiyi nereden okudunuz veya duydunuz bilmiyorum, ama doğru değil. Çünkü Efendimiz’in (sas) dünyasında olan bu mucize, Kastallani ve Dyarbekri’ye göre Nübüvvetin 8. yılında, başka siyer yazarlarına göre ise 9. yılındadır. Hz. Hamza ise Nübüvvetin en geç 3. yılında Müslüman olmuştur. Hadiseyi bize anlatan kaynaklar bu mucizeye şahit olan Müslümanların şunlar olduğunu söylerler: Hz. Ali, Huzeyfe b.Yemân, Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr ve Cübeyr b. Mut’im. Bu isimler içerisinde olan bazı sahabîler bizzat şahit olmasalar da, olanlardan duyduklarını aktarmışlardır.
Kaynaklarımız mucize talebinde bulunan müşriklerin ise şunlar olduğunu belirtirler: Velid b. Muğire, Ebû Cehil, Âs b. Vâil, Âs b. Hişam, Esved b. Abdüyeğus, Esved b. Muttalib, Zem’a b. Esved ve Nadir b. Haris.
Ve’s-selam
Muhammed Emin YILDIRIM
Cevap: Muhterem Kardeşim;
bu bilgiyi nereden okudunuz veya duydunuz bilmiyorum, ama doğru değil. Çünkü Efendimiz’in (sas) dünyasında olan bu mucize, Kastallani ve Dyarbekri’ye göre Nübüvvetin 8. yılında, başka siyer yazarlarına göre ise 9. yılındadır. Hz. Hamza ise Nübüvvetin en geç 3. yılında Müslüman olmuştur. Hadiseyi bize anlatan kaynaklar bu mucizeye şahit olan Müslümanların şunlar olduğunu söylerler: Hz. Ali, Huzeyfe b.Yemân, Abdullah b. Mes’ûd, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr ve Cübeyr b. Mut’im. Bu isimler içerisinde olan bazı sahabîler bizzat şahit olmasalar da, olanlardan duyduklarını aktarmışlardır.
Kaynaklarımız mucize talebinde bulunan müşriklerin ise şunlar olduğunu belirtirler: Velid b. Muğire, Ebû Cehil, Âs b. Vâil, Âs b. Hişam, Esved b. Abdüyeğus, Esved b. Muttalib, Zem’a b. Esved ve Nadir b. Haris.
Ve’s-selam
Muhammed Emin YILDIRIM
27 Ekim 2017 Cuma
Peygamberimizin İman Eden Amcaları
Sual: Peygamberimiz’in (sas) Hz. Hamza ve Hz. Abbas dışında iman eden amcası var mı?
Cevap: Efendimiz’in (sas) 12 amcası vardır. Bunlardan 3 tanesi ile hiç görüşmemiştir. 5 amcası ile Nübüvvet öncesi görüşmüş, ama onlar İslam’ın mesajlarına yetişmeden vefat etmişlerdir.
Cevap: Efendimiz’in (sas) 12 amcası vardır. Bunlardan 3 tanesi ile hiç görüşmemiştir. 5 amcası ile Nübüvvet öncesi görüşmüş, ama onlar İslam’ın mesajlarına yetişmeden vefat etmişlerdir.
Bunlar; Zübeyr, Gaydak, Mukavvim, Hacl ve Dırar’dır.
Nübüvvet’e yetişen amcaları ise 4 tanedir. Bunların ikisi iman etmiş, ikisi ise etmemiştir.
İman edenler, Hz. Abbas ve Hz. Hamza,
iman etmeyenler ise Ebû Leheb ve Ebû Talib’tir.
26 Ekim 2017 Perşembe
Peygamber Efendimizin (Sas) Yahudiden Borç Alması
Soru: Selam Aleyküm
Değerli Hocam sizden borç ahlakı dersini dinlediğimizde Peygamberimizin borcu olan kişinin namazını dahi kılmadığını söylemiştiniz.
Soru 1- Peygamberimiz Medine’de o kadar zengin Sahabî varken neden bir Yahudiden zırhı karşılığı borç almıştır, hikmeti nedir acaba?
Soru 2– Zayıf da olsa bazı rivayetlerde Peygamberimizin bu borcunu ödemeden dar-ı bekaya irtihali söz konusu, hatta borcunu Hz. Ebû Bekir ve Amcası Abbas’ın ödediği rivayeti var. Bu rivayet doğru ise Peygamberimiz ahirete borçlu mu gitti? Cevaplandırırsanız memnun olurum. Şimdiden Allah razı olsun, kolay gelsin.
Cevap: Muhterem kardeşim,
Efendimiz’in (sas) vefatına yakın bir zamanda Medine’de mukim bir Yahudi tüccardan borç aldığına dair rivayet sahihtir ve birçok kaynakta yer almaktadır.
Hz. Aişe annemiz bu olayı bize şöyle anlatmaktadır: “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zırhı bir Yahudi’nin yanında otuz sâ’ (bir başka rivayete göre yirmi sâ’) arpaya karşılık rehin edilmiş bulunduğu hâlde vefat etti.” (Buhari, Cihad, 89; Meğazi, 86; Tirmizi, Büyû’, 7; Nesai, Büyû’, 58)
Bazı rivayetlerde bu yahudînin Evs kabîlesinin halîfi/müttefiki olan Benî Zafer’den Ebü’ş-Şahm adında biri olduğu ve Efendimiz’in (sas) aldığı arpayı kendisi için değil, ihtiyaç halinde olan bir Sahabî için olduğu belirtilir.
Sorularınıza gelince, Medine’de o kadar zengin Sahabî varken neden Efendimiz (sas) bir Yahudiden borç almıştır?
Bunun birkaç sebebi olabilir.
Hz. Peygamber (sas) kolay kolay kimselerden bir şeyler talep etmez, ihtiyaç halinde umuma durumu arz eder, bu konuda şahsi olarak kimselere yük olmak istemezdi. Sahabe bir başkasının ihtiyacı için Hz. Peygamber’in (sas) borç istediğini öğrendiklerinde borç olarak değil, sadaka olarak vermek isteyebilirlerdi. Hz. Peygamber de (sas) onları sıkıntıya sevk etmemek istemiş olabilir.
O anda Medine’de Hz. Peygamber’in (sas) borç isteyebileceği bir zengin Sahabî olmayabilir.
Çok acil bir durum söz konusu olmuş olabilir ve en yakındaki yahudi tüccardan alınmak zorunda kalınmış olunabilir.
Hz. Peygamber (sas) hayatının son demlerinde Ehl-i Kitap’la alışveriş yapılabileceğini göstermek istemiş olabilir.
Özellikle bu son madde üzerinde alimlerimiz biraz daha fazlaca durmuş, Ehl-i Kitap’la alış-veriş hukukuna dair birçok meseleye delil olarak bu hadiseyi getirmişlerdir. (Bkz: Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, Rehin Bölümü)
İkinci sorunuza gelince, bu borcun nasıl ödendiğine dair kaynaklarımızda net bir bilgi yoktur. Hz. Ebû Bekir’in Bahreyn’den gelen mallarla o borcu ödeyip, rehin olan zırhı geri alıp Hz. Ali’ye verdiği söylendiği gibi, Hz. Ali’nin kendisinin ödeyip zırhı aldığı bilgisi de vardır. (İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 318-320)
Borcun belirlenen bir vadesi olması ve Hz. Peygamber’in (sas) o tarih gelmeden önce vefat etmesi, geride o borcu ödeyecek kadar mal bırakması ve varislerinin bu konudaki hassasiyeti, elbette dikkate alınmalıdır. Efendimiz’in (sas) borcu olduğu için namazını kılmak istemediği Sahabî efendimiz, belirlenen vadesi geçen borçlardandı. Vadesi gelmeyen bir borç her hangi bir mağduriyete sebebiyet vermeyeceğinden ona karşı takınılacak tavır elbette farklı olacaktı.
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin Yıldırım
Değerli Hocam sizden borç ahlakı dersini dinlediğimizde Peygamberimizin borcu olan kişinin namazını dahi kılmadığını söylemiştiniz.
Soru 1- Peygamberimiz Medine’de o kadar zengin Sahabî varken neden bir Yahudiden zırhı karşılığı borç almıştır, hikmeti nedir acaba?
Soru 2– Zayıf da olsa bazı rivayetlerde Peygamberimizin bu borcunu ödemeden dar-ı bekaya irtihali söz konusu, hatta borcunu Hz. Ebû Bekir ve Amcası Abbas’ın ödediği rivayeti var. Bu rivayet doğru ise Peygamberimiz ahirete borçlu mu gitti? Cevaplandırırsanız memnun olurum. Şimdiden Allah razı olsun, kolay gelsin.
Cevap: Muhterem kardeşim,
Efendimiz’in (sas) vefatına yakın bir zamanda Medine’de mukim bir Yahudi tüccardan borç aldığına dair rivayet sahihtir ve birçok kaynakta yer almaktadır.
Hz. Aişe annemiz bu olayı bize şöyle anlatmaktadır: “Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zırhı bir Yahudi’nin yanında otuz sâ’ (bir başka rivayete göre yirmi sâ’) arpaya karşılık rehin edilmiş bulunduğu hâlde vefat etti.” (Buhari, Cihad, 89; Meğazi, 86; Tirmizi, Büyû’, 7; Nesai, Büyû’, 58)
Bazı rivayetlerde bu yahudînin Evs kabîlesinin halîfi/müttefiki olan Benî Zafer’den Ebü’ş-Şahm adında biri olduğu ve Efendimiz’in (sas) aldığı arpayı kendisi için değil, ihtiyaç halinde olan bir Sahabî için olduğu belirtilir.
Sorularınıza gelince, Medine’de o kadar zengin Sahabî varken neden Efendimiz (sas) bir Yahudiden borç almıştır?
Bunun birkaç sebebi olabilir.
Hz. Peygamber (sas) kolay kolay kimselerden bir şeyler talep etmez, ihtiyaç halinde umuma durumu arz eder, bu konuda şahsi olarak kimselere yük olmak istemezdi. Sahabe bir başkasının ihtiyacı için Hz. Peygamber’in (sas) borç istediğini öğrendiklerinde borç olarak değil, sadaka olarak vermek isteyebilirlerdi. Hz. Peygamber de (sas) onları sıkıntıya sevk etmemek istemiş olabilir.
O anda Medine’de Hz. Peygamber’in (sas) borç isteyebileceği bir zengin Sahabî olmayabilir.
Çok acil bir durum söz konusu olmuş olabilir ve en yakındaki yahudi tüccardan alınmak zorunda kalınmış olunabilir.
Hz. Peygamber (sas) hayatının son demlerinde Ehl-i Kitap’la alışveriş yapılabileceğini göstermek istemiş olabilir.
Özellikle bu son madde üzerinde alimlerimiz biraz daha fazlaca durmuş, Ehl-i Kitap’la alış-veriş hukukuna dair birçok meseleye delil olarak bu hadiseyi getirmişlerdir. (Bkz: Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, Rehin Bölümü)
İkinci sorunuza gelince, bu borcun nasıl ödendiğine dair kaynaklarımızda net bir bilgi yoktur. Hz. Ebû Bekir’in Bahreyn’den gelen mallarla o borcu ödeyip, rehin olan zırhı geri alıp Hz. Ali’ye verdiği söylendiği gibi, Hz. Ali’nin kendisinin ödeyip zırhı aldığı bilgisi de vardır. (İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 318-320)
Borcun belirlenen bir vadesi olması ve Hz. Peygamber’in (sas) o tarih gelmeden önce vefat etmesi, geride o borcu ödeyecek kadar mal bırakması ve varislerinin bu konudaki hassasiyeti, elbette dikkate alınmalıdır. Efendimiz’in (sas) borcu olduğu için namazını kılmak istemediği Sahabî efendimiz, belirlenen vadesi geçen borçlardandı. Vadesi gelmeyen bir borç her hangi bir mağduriyete sebebiyet vermeyeceğinden ona karşı takınılacak tavır elbette farklı olacaktı.
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin Yıldırım
25 Ekim 2017 Çarşamba
Hz. Peygamber’in (sas) Cenaze Namazı Kılınmadı mı?
Soru: Muhterem Hocam, çalışmalarınızı yakından takip ediyor ve her daim size dua ediyorum… Size iki tane sualim var, cevaplarsanız çok memnun olurum.
Hocam, ismini vermeyeceğim ama sevdiğim bir hoca, hadislerin şimdiye kadar Kur’ân’a arz edilmediğini, eğer hadisleri Kur’ân’a arz edersek birçoklarının Peygamberimize ait olmadığını anlarız diyor. Bu doğru mu? Gerçekten şimdiye kadar Kur’ân hakemliğinde, hadisler hiç mi değerlendirilmemiştir?
İkinci sorum ise şu: Aynı hoca, Peygamberimizin cenaze namazının kılınmadığını, Sahâbe’nin halife seçimi ile uğraştığı için üç gün defnin yapılmadığını söylüyor. Sahâbe iktidar hevesine kapılmış ve böyle davranmış gibi insanı sarsan bir cümle ediyor. Hocam, Allah aşkına bu doğru mu? Nasıl Sahâbe böyle bir şey yapar?
Bu sorularıma cevap verirseniz çok memnun olurum. Şimdiden Allah razı olsun.
Cevap: Canım kardeşim, Sahâbe’ye değil, bu sözleri söyleyen hocalara şaşırmanız lazım. Müsteşriklerin delilsiz, mesnetsiz ileri sürdükleri bu iftiraları, acaba hocalarımız hiç mi Kur’ân’a arz etmeyi düşünmezler? Her seferinde Kur’ân’a arzı dillendirenler, neden işlerine gelen rivayetleri bulduklarında araştırma gereği duymadan kullanırlar? Eğer bu hocalarımız dile getirdiğiniz iddiaları Kur’ân’a arz etselerdi, Aziz Kitabımızın Sahâbe nesli için şöyle dediğini duyacaklardı.
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler (ensâr) var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” (Enfal 8/74)
“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensâr ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe 9/100)
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine göç edip gelenleri (muhacirler) severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 59/9)
Bunlar ve daha onlarca ayet ortada dururken, Sahâbe için ileri-geri konuşmak; en başta Kur’ân’a aykırı davranmaktır. Dolayısı ile önceki âlimlerimizi, hadisleri Kur’ân’a arz etmediler diye tenkit edenlerin önce kendilerinin böyle davranmaları gerekmektedir. Kaldı ki az bir şey Hadis âlimlerimizin bu konudaki gayretlerini araştıran bir insan, onların ne kadar hassas olduklarını, kılı kırk yararcasına nasıl bir çaba sergilediklerini görür. Böyle söyleyen insanların yarın ahirette 14 asırdır ümmete dinin intikal ve muhafazasında gecelerini gündüzlere katan o âlimlerin yüzlerine nasıl bakacaklarını inanın ben bilmiyorum.
Diğer sorunuza gelince, tamamen çarpıtma ve yanlış yorumların kurbanı olarak söyledikleri o iddialar, biraz kaynaklara müracaat edildiğinde öyle olmadığı anlaşılacaktır.
Meselenin aslı şudur: Hz. Peygamber (sas) Pazartesi günü sabah saatlerinde, 13 gündür hasta olarak yattığı Hz. Aişe annemizin odasında vefat etti. Nereye defnedileceğine dair sorular sorulunca Hz. Ebû Bekir (ra): “Kendisinden işitip de unutmadığım bir sözünde Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştu: ‘Allah, bir peygamberin ruhunu kendisinin gömülmesini istediği yerden başkasında almaz!’ Bundan dolayı Resûlullah, Aişe’nin odasında defnedilecek.” dedi. (İbn Kesir, el-Bidâye,5/266)
Defin yeri Hz. Aişe annemizin odası olarak belirlenince, Efendimiz’in (sas) yıkanması mevzu bahis oldu. Hz. Ebû Bekir bu işin Ehl-i Beyt’e ait olduğunu söyleyerek, odanın içerisinde Hz. Ali, Hz. Abbas, Hz. Fadl, Hz. Kusem, Hz. Üsame ve Hz. Şükran/Salih (Efendimiz’in hizmetlisi) dışındakileri çıkarttı ve bu işi onlara bıraktı. Ensâr’dan bazıları odaya girmek istediler, ama Hz. Ebû Bekir, odanın küçük olduğunu, insanların kalabalık yaparlarsa işin rahat yürümeyeceğini söyleyerek, bırakmadı. Ancak Ensâr’dan bazıları çok ısrarcı davranınca Hz. Ali’ye hadise intikal etti, o da birkaç Ensârî Sahâbîye izin verdi. Böylece Efendimiz’in (sas) yıkanması yapıldı.
Sıra cenaze namazına gelince Hz. Ebû Bekir (ra) naaşın dışarıya çıkarılmasına müsaade etmedi. Hz. Ali de (ra) bu görüşü destekleyerek, odaya grup grup insanların alınmasına karar verildi. Önce Haşimoğulları içeriye girdi, sayılarının 17 olduğu söylenir. Hz. Ali, ‘vefat etmiş olsa bile imam Resûlullah’tır’ diyerek cemaatle değil, herkesin ferdi olarak namaz kılmasını söyledi. Böylece Çarşamba gününe kadar Medine ahalisinin ve dışarıdan gelen insanların namazları devam etti. Bütün erkekler grup grup içeriye girip namaz kıldıktan sonra kadınlar aynı şekilde içeriye alındı. Kadınlar bitince de çocuklar, çocuklar bitince de köleler içeriye alındı.
Bu konu onlarca kaynağımızda, benim size özetlediğim şekilde geçmektedir. Daha fazla bilgi için şu eserlere bakılabilir: İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 290-293; Belâzürî, Ensabü’l-Eşrâf, c. 1, s. 275-278; Beyhaki, Delâil, c. 7, s. 251-253)
Hakikat böyle iken belirttiğimiz gibi müsteşriklerin iddialarını doğruymuş gibi insanlara anlatmanın ne amacı olabilir?
Aziz Kardeşim; Sahâbe algısı çok önemli bir alandır. İslam tarihindeki tüm sapmaların altında, bu algının yanlış zemin üzerine oturtulması vardır. Bundan dolayı bizlere Kur’ân’ı ve Sünnet’i emanet eden bu altın nesle karşı çok dikkatli olmalı, öyle bu konuda her söylenene kulak asmamalısınız.
Sözü söyleyen söylemiş: “Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar (Sahâbe), mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe 9/88)
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin Yıldırım
Hocam, ismini vermeyeceğim ama sevdiğim bir hoca, hadislerin şimdiye kadar Kur’ân’a arz edilmediğini, eğer hadisleri Kur’ân’a arz edersek birçoklarının Peygamberimize ait olmadığını anlarız diyor. Bu doğru mu? Gerçekten şimdiye kadar Kur’ân hakemliğinde, hadisler hiç mi değerlendirilmemiştir?
İkinci sorum ise şu: Aynı hoca, Peygamberimizin cenaze namazının kılınmadığını, Sahâbe’nin halife seçimi ile uğraştığı için üç gün defnin yapılmadığını söylüyor. Sahâbe iktidar hevesine kapılmış ve böyle davranmış gibi insanı sarsan bir cümle ediyor. Hocam, Allah aşkına bu doğru mu? Nasıl Sahâbe böyle bir şey yapar?
Bu sorularıma cevap verirseniz çok memnun olurum. Şimdiden Allah razı olsun.
Cevap: Canım kardeşim, Sahâbe’ye değil, bu sözleri söyleyen hocalara şaşırmanız lazım. Müsteşriklerin delilsiz, mesnetsiz ileri sürdükleri bu iftiraları, acaba hocalarımız hiç mi Kur’ân’a arz etmeyi düşünmezler? Her seferinde Kur’ân’a arzı dillendirenler, neden işlerine gelen rivayetleri bulduklarında araştırma gereği duymadan kullanırlar? Eğer bu hocalarımız dile getirdiğiniz iddiaları Kur’ân’a arz etselerdi, Aziz Kitabımızın Sahâbe nesli için şöyle dediğini duyacaklardı.
“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler (ensâr) var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” (Enfal 8/74)
“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensâr ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe 9/100)
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine göç edip gelenleri (muhacirler) severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 59/9)
Bunlar ve daha onlarca ayet ortada dururken, Sahâbe için ileri-geri konuşmak; en başta Kur’ân’a aykırı davranmaktır. Dolayısı ile önceki âlimlerimizi, hadisleri Kur’ân’a arz etmediler diye tenkit edenlerin önce kendilerinin böyle davranmaları gerekmektedir. Kaldı ki az bir şey Hadis âlimlerimizin bu konudaki gayretlerini araştıran bir insan, onların ne kadar hassas olduklarını, kılı kırk yararcasına nasıl bir çaba sergilediklerini görür. Böyle söyleyen insanların yarın ahirette 14 asırdır ümmete dinin intikal ve muhafazasında gecelerini gündüzlere katan o âlimlerin yüzlerine nasıl bakacaklarını inanın ben bilmiyorum.
Diğer sorunuza gelince, tamamen çarpıtma ve yanlış yorumların kurbanı olarak söyledikleri o iddialar, biraz kaynaklara müracaat edildiğinde öyle olmadığı anlaşılacaktır.
Meselenin aslı şudur: Hz. Peygamber (sas) Pazartesi günü sabah saatlerinde, 13 gündür hasta olarak yattığı Hz. Aişe annemizin odasında vefat etti. Nereye defnedileceğine dair sorular sorulunca Hz. Ebû Bekir (ra): “Kendisinden işitip de unutmadığım bir sözünde Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştu: ‘Allah, bir peygamberin ruhunu kendisinin gömülmesini istediği yerden başkasında almaz!’ Bundan dolayı Resûlullah, Aişe’nin odasında defnedilecek.” dedi. (İbn Kesir, el-Bidâye,5/266)
Defin yeri Hz. Aişe annemizin odası olarak belirlenince, Efendimiz’in (sas) yıkanması mevzu bahis oldu. Hz. Ebû Bekir bu işin Ehl-i Beyt’e ait olduğunu söyleyerek, odanın içerisinde Hz. Ali, Hz. Abbas, Hz. Fadl, Hz. Kusem, Hz. Üsame ve Hz. Şükran/Salih (Efendimiz’in hizmetlisi) dışındakileri çıkarttı ve bu işi onlara bıraktı. Ensâr’dan bazıları odaya girmek istediler, ama Hz. Ebû Bekir, odanın küçük olduğunu, insanların kalabalık yaparlarsa işin rahat yürümeyeceğini söyleyerek, bırakmadı. Ancak Ensâr’dan bazıları çok ısrarcı davranınca Hz. Ali’ye hadise intikal etti, o da birkaç Ensârî Sahâbîye izin verdi. Böylece Efendimiz’in (sas) yıkanması yapıldı.
Sıra cenaze namazına gelince Hz. Ebû Bekir (ra) naaşın dışarıya çıkarılmasına müsaade etmedi. Hz. Ali de (ra) bu görüşü destekleyerek, odaya grup grup insanların alınmasına karar verildi. Önce Haşimoğulları içeriye girdi, sayılarının 17 olduğu söylenir. Hz. Ali, ‘vefat etmiş olsa bile imam Resûlullah’tır’ diyerek cemaatle değil, herkesin ferdi olarak namaz kılmasını söyledi. Böylece Çarşamba gününe kadar Medine ahalisinin ve dışarıdan gelen insanların namazları devam etti. Bütün erkekler grup grup içeriye girip namaz kıldıktan sonra kadınlar aynı şekilde içeriye alındı. Kadınlar bitince de çocuklar, çocuklar bitince de köleler içeriye alındı.
Bu konu onlarca kaynağımızda, benim size özetlediğim şekilde geçmektedir. Daha fazla bilgi için şu eserlere bakılabilir: İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 290-293; Belâzürî, Ensabü’l-Eşrâf, c. 1, s. 275-278; Beyhaki, Delâil, c. 7, s. 251-253)
Hakikat böyle iken belirttiğimiz gibi müsteşriklerin iddialarını doğruymuş gibi insanlara anlatmanın ne amacı olabilir?
Aziz Kardeşim; Sahâbe algısı çok önemli bir alandır. İslam tarihindeki tüm sapmaların altında, bu algının yanlış zemin üzerine oturtulması vardır. Bundan dolayı bizlere Kur’ân’ı ve Sünnet’i emanet eden bu altın nesle karşı çok dikkatli olmalı, öyle bu konuda her söylenene kulak asmamalısınız.
Sözü söyleyen söylemiş: “Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar (Sahâbe), mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe 9/88)
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin Yıldırım
24 Ekim 2017 Salı
23 Ekim 2017 Pazartesi
20 Ekim 2017 Cuma
19 Ekim 2017 Perşembe
18 Ekim 2017 Çarşamba
17 Ekim 2017 Salı
16 Ekim 2017 Pazartesi
15 Ekim 2017 Pazar
Hayızlı Bayan Camiye Girebilir mi?
Sual: Selamun aleykum. Hayızlı bayan camiye girer mi? Bu konuda siyer çalışmanız var mı? Eğer giriyorsa buna hem sahabeden hem de hadisten delil var mı? Eğer girilmiyorsa da aynı şekilde hem sahabeden hem de hadisten delil var mı? Yardımcı olursanız sevinirim selametle…
Cevap: Aziz Kardeşim;
Hayızlı kadının camiye ya da cami, mescid hükmünde olan yere girmesi haramdır. Bu hüküm, Hz. Peygamber’in (sas) açık beyan ve uygulamalarına dayanmaktadır. Ümmü Seleme annemizden rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Resulullah (sas) bir gün mescidinin avlusuna girerek en yüksek sesiyle: “Şüphesiz mescid, cünüb adama ve hayızlı kadına helâl değildir.” buyurdu. (İbn Mâce, Tahâre, 92; Dârimî, Vudû’,116).
İşte bu açık beyandan dolayı hayızlı kadınların cami ve mescitlere girmesi haramdır. Bu haram kılma sadece âdet gören ve loğusa olan kadına has değil, cünübü de kapsamaktadır.
Bu hüküm geneldir, bundan dolayı ister oturmak için, ister bir kapısından girip diğer kapısından çıkmak için olsun fark etmez. (Fetâvâ-yi Hindiyye) Ancak, yol mescidin içinden geçiyorsa, o takdirde cünübün geçmesine cevaz verilmiştir.
Camiden başka yerde bulunmazsa, o takdirde su almak için âdet görme halindeki kadının veya loğusanın ya da cünübün camiye girmesine de cevaz verilmiştir.
Bunun gibi cünüb, âdet gören kadın ya da loğusa, hırsızdan ve soyguncudan ya da şiddetli soğuktan korkar, başka da sığınacak yer bulamazlarsa, o takdirde camiye girip oturmaları caiz olur. Ancak mabede hürmeten teyemmüm etmeleri uygun bir davranış olarak nitelendirilmiştir.(Tatarhaniyye – Fetâvâ-yi Hindiyye)
ŞAFİİLERE GÖRE HÜKÜM NEDİR?
Yukarıdaki hüküm Hanefiler içindir. Şafilere göre ise; cünüb, hayızlı ve nifaslı kadının, beklemeksizin, dolaşmaksızın, mescidi kirletmeksizin içinden geçmeleri caizdir. Meselâ bunlardan birinin, mescidin bir kapısından girip öbüründen çıkması caizdir. Ama girdiği kapıdan tekrar çıkması, mescidin içinde dolaşmak sayıldığından haram olur. Yalnız bir kapıdan girip öbüründen çıkmak niyetiyle içeri girer de farkında olmaksızın aynı kapıdan tekrar çıkacak olursa bu, haram olmaz.
Onlar da bu konuda iki hadise dayanırlar.
Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resulullah (sas) bana Mescidden hasırı / seccadeyi getir.” buyurduğunda, ben hayız halinde olduğumu söyledim. Bunun üzerine: “Hayız halin senin elinde olmayan bir şeydir.” buyurdu. [Müslim, Hayız, (299) 11- 13]
İkinci rivayeti ise Hz. Meymune (ra) anlatıyor: “Bizden birisi hayız halinde olduğu halde hasırı / seccadeyi götürüp Mescide sererdi.” (Nesaî, Taharet, 174)
MUSALLA DENİLEN YERLER İÇİN HÜKÜM NEDİR?
Musalla, Hz. Peygamber’in (sas) cenaze, bayram namazlarını kıldırdığı ve bazen yağmur duasına çıktığı geniş alandır. Medine’nin musallası bugün Ğamame Mescidi’nin bulunduğu yerdir. Bu tarz yerler için aynı hüküm geçerli değildir. Sahih rivayetlere göre bu tarz yerler hayızlı, loğusalı, hatta cünüp olanlar katılır, namaz kılamaz ama tekbir ve tehlikelere iştirak edebilir.
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
http://www.siyertv.com/hayizli-bayan-camiye-girebilir-mi/
14 Ekim 2017 Cumartesi
Kadının İmamlığı
Sual: Hocam, kadının kadınlara imameti hakkında Hz. Aişe ve Ümmü Seleme annelerimizin farz namaz kıldırdıklarının hadis kaynaklarındaki delili nedir? Bilgilendirmeniz hususunu arz eder, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun derim.
Cevap:Muhtereme kardeşim, hadis kitaplarımızda kadınların imamlığı meselesi ile alakalı dört hanım sahabî üzerinden bize bazı rivayetler ulaşmıştır. Bu rivayetleri önce aktaralım, sonrasında müçtehit alimlerimizin değerlendirmelerini verelim.
Bu rivayetlerin ilki, Efendimiz (sas) tarafından şehid olacağının müjdesi verilen Ümmü Varaka validemiz ile ilgilidir. Ümmü Varaka, evinde cemaatle namaz kılmak için izin istediğinde, Hz. Peygamber (sas) ona izin vermiş, hatta evin yaşlı erkek kölesini onlar için müezzin olarak tayin etmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 61; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.6, s.405) Yaşlı erkek kölenin, Ümmü Varaka validemizin arkasında namaz kılıp kılmadığı net olarak belli değildir. Birde bu rivayet senetinde bulunan Abdurrahman b. Hallâd isimli raviden dolayı tenkit edilmiş, adı zikredilen ravinin gevşekliğine dikkat çekilmiştir. (İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, c.6, s. 153)
Kadınlara imamlık yaptığı yönünde kaynaklarımızda adı geçen ikinci isim Sa’de bint Kamame’dir. Hakkında çok fazla malumat sahibi olmadığımız bu hanım sahabînin kadınlara imamlık yaptığı aktarılmıştır. (İbn Abdilberr, el-İstiâb, c.4, s. 328; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c. 7, s. 141)
Sorunuzda geçen isimlerden biri olan Hz. Aişe annemize gelince, onun kadınlara imamlık yaptığı, ezan ve kamet okuduğu, bazı farz namazlarını kadın cemaatinin ilk safının ortasında durarak, öne çıkmadan onlara kıldırdığı söylenir. (Abdürrezzak, el-Musannaf, c.3, s. 126)
Diğer bir annemiz olan Ümmü Seleme validemize gelince, onunda bir ikindi namazında kadın cemaate imamlık yaptığı aktarılmıştır. (İbn Sa’d, Tabakât, c. 8, s. 484)
Konu ile alakalı rivayetler bu şekildedir. Bu meselenin hükmüne gelince, elbette bizler bazı rivayetlere bakarak hüküm çıkaramayacağımız için mezhep alimlerimizin konu ile alakalı görüşlerine müracaat etmek durumundayız.
Buna göre başta İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Şafiî olmak üzere fukahanın çoğu, kadının erkeklere imamlığını caiz görmemişlerdir. Olurda böyle bir namaz kılınmışsa, erkeklerin namazları geçersiz olacaktır; bundan dolayı yeniden kılmaları gerekir. Çünkü bu konuda çok açık bir hüküm vardır. Hz. Cabir ve Hz. Ali’den rivayet edildiğine göre, Efendimiz (sas): “Kadın erkeğe imamlık yapamaz!” buyurmuştur. (Beyhaki, Sünen, c. 3, s. 90; İbn Ebi Şeybe, Musannaf, c. 1, s. 430)
Kadının kadın cemaate imamlığına gelince, Şafiîler yukarıda aktarılan hadisleri delil olarak getirerek, kadınların cemaatle namaz kılmalarının müstehab olduğunu söylemişlerdir. (İbn Kudâme, el-Muğni, c.2, s.36; el-Buhutî, Keşşafü’l- Kına’, c.1, s. 564)
Hanbeliler ise İmam Ahmed b. Hanbel’e dayanan iki görüşü de nakletmişlerdir. Buna göre kadınların bir kadın imamın arkasında namaz kılmaları hem müstehabtır, hem değildir. (ez-Zeylâi, Tebyinu’l-Hakaik, c. 1, s. 13; Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtar, c.1, s. 528)
Malikiler, kadının kadına imamlığı meselesinde farz ve nafile ayırımı yapmadan her türlü durumda imamlık yapamayacağını söylemişlerdir. (Aynî, el-Bidaye Şerhü’l-Hidaye, c. 2, s. 336)
Hanefilere gelince, teravih namazı dahil tüm namazlarda kadının kadınlara imamlığı mekruh olarak görülmüştür. Zikredilen hadislerin değerlendirilmesi meselesinde Hanefi fakihler farklı yorumlarda bulunmuş, kimi nesh edildiğini söylerken, kimi başka hadisleri delil olarak getirerek kadının, bir kadın cemaati içerisinde olsa bile tek başına namaz kılmalarının daha doğru olacağını belirtmişlerdir. (Aynî, el-Bidaye Şerhü’l-Hidaye, c. 2, s. 336-339)
Bu hükümler çerçevesinde hangi mezhebe bağlı iseniz ona göre amel etmeniz en doğru yoldur. Selam ve dua ile…
Muhammed Emin Yıldırım
(1) El – Mecmu’, IV, 96
(2) El – Muğni, I, 202; Keşşafu’l – Kına’, I,564
(3) Tebyinu’l – Hakaik, I, 13; ed – Dürrü’l – Muhtar, I,528 vd.; el – Lüab, I, 82.
(4) Bu hadisi Ebu Davud İbni Mes’ud’dan tahric etmiştir. Ahmed ve Taberani Ümmü Hümeyd es – Saıdiyye’den benzer bir hadisi tahric etmişlerdir. Neylü’l – Evtar, III, 32.
Cevap:Muhtereme kardeşim, hadis kitaplarımızda kadınların imamlığı meselesi ile alakalı dört hanım sahabî üzerinden bize bazı rivayetler ulaşmıştır. Bu rivayetleri önce aktaralım, sonrasında müçtehit alimlerimizin değerlendirmelerini verelim.
Bu rivayetlerin ilki, Efendimiz (sas) tarafından şehid olacağının müjdesi verilen Ümmü Varaka validemiz ile ilgilidir. Ümmü Varaka, evinde cemaatle namaz kılmak için izin istediğinde, Hz. Peygamber (sas) ona izin vermiş, hatta evin yaşlı erkek kölesini onlar için müezzin olarak tayin etmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 61; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.6, s.405) Yaşlı erkek kölenin, Ümmü Varaka validemizin arkasında namaz kılıp kılmadığı net olarak belli değildir. Birde bu rivayet senetinde bulunan Abdurrahman b. Hallâd isimli raviden dolayı tenkit edilmiş, adı zikredilen ravinin gevşekliğine dikkat çekilmiştir. (İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, c.6, s. 153)
Kadınlara imamlık yaptığı yönünde kaynaklarımızda adı geçen ikinci isim Sa’de bint Kamame’dir. Hakkında çok fazla malumat sahibi olmadığımız bu hanım sahabînin kadınlara imamlık yaptığı aktarılmıştır. (İbn Abdilberr, el-İstiâb, c.4, s. 328; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c. 7, s. 141)
Sorunuzda geçen isimlerden biri olan Hz. Aişe annemize gelince, onun kadınlara imamlık yaptığı, ezan ve kamet okuduğu, bazı farz namazlarını kadın cemaatinin ilk safının ortasında durarak, öne çıkmadan onlara kıldırdığı söylenir. (Abdürrezzak, el-Musannaf, c.3, s. 126)
Diğer bir annemiz olan Ümmü Seleme validemize gelince, onunda bir ikindi namazında kadın cemaate imamlık yaptığı aktarılmıştır. (İbn Sa’d, Tabakât, c. 8, s. 484)
Konu ile alakalı rivayetler bu şekildedir. Bu meselenin hükmüne gelince, elbette bizler bazı rivayetlere bakarak hüküm çıkaramayacağımız için mezhep alimlerimizin konu ile alakalı görüşlerine müracaat etmek durumundayız.
Buna göre başta İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Şafiî olmak üzere fukahanın çoğu, kadının erkeklere imamlığını caiz görmemişlerdir. Olurda böyle bir namaz kılınmışsa, erkeklerin namazları geçersiz olacaktır; bundan dolayı yeniden kılmaları gerekir. Çünkü bu konuda çok açık bir hüküm vardır. Hz. Cabir ve Hz. Ali’den rivayet edildiğine göre, Efendimiz (sas): “Kadın erkeğe imamlık yapamaz!” buyurmuştur. (Beyhaki, Sünen, c. 3, s. 90; İbn Ebi Şeybe, Musannaf, c. 1, s. 430)
Kadının kadın cemaate imamlığına gelince, Şafiîler yukarıda aktarılan hadisleri delil olarak getirerek, kadınların cemaatle namaz kılmalarının müstehab olduğunu söylemişlerdir. (İbn Kudâme, el-Muğni, c.2, s.36; el-Buhutî, Keşşafü’l- Kına’, c.1, s. 564)
Hanbeliler ise İmam Ahmed b. Hanbel’e dayanan iki görüşü de nakletmişlerdir. Buna göre kadınların bir kadın imamın arkasında namaz kılmaları hem müstehabtır, hem değildir. (ez-Zeylâi, Tebyinu’l-Hakaik, c. 1, s. 13; Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtar, c.1, s. 528)
Malikiler, kadının kadına imamlığı meselesinde farz ve nafile ayırımı yapmadan her türlü durumda imamlık yapamayacağını söylemişlerdir. (Aynî, el-Bidaye Şerhü’l-Hidaye, c. 2, s. 336)
Hanefilere gelince, teravih namazı dahil tüm namazlarda kadının kadınlara imamlığı mekruh olarak görülmüştür. Zikredilen hadislerin değerlendirilmesi meselesinde Hanefi fakihler farklı yorumlarda bulunmuş, kimi nesh edildiğini söylerken, kimi başka hadisleri delil olarak getirerek kadının, bir kadın cemaati içerisinde olsa bile tek başına namaz kılmalarının daha doğru olacağını belirtmişlerdir. (Aynî, el-Bidaye Şerhü’l-Hidaye, c. 2, s. 336-339)
Bu hükümler çerçevesinde hangi mezhebe bağlı iseniz ona göre amel etmeniz en doğru yoldur. Selam ve dua ile…
Muhammed Emin Yıldırım
(1) El – Mecmu’, IV, 96
(2) El – Muğni, I, 202; Keşşafu’l – Kına’, I,564
(3) Tebyinu’l – Hakaik, I, 13; ed – Dürrü’l – Muhtar, I,528 vd.; el – Lüab, I, 82.
(4) Bu hadisi Ebu Davud İbni Mes’ud’dan tahric etmiştir. Ahmed ve Taberani Ümmü Hümeyd es – Saıdiyye’den benzer bir hadisi tahric etmişlerdir. Neylü’l – Evtar, III, 32.
13 Ekim 2017 Cuma
Özür dileyeni affetmek farz mıdır yani affetmezsem günaha girer miyim?
Cevap:Mü’min kendisine yapılan bir zulme veya haksızlığa, hakarete karşı şu üç seçenekten birini tercih edebilir:
a-Affeder. Bu en iyi durumdur.
b-Affetmez, Allah’a havale eder.
c-Yapılan zulme karşı hukuki süreci işletir ve intikamını alır.
Affın doğru olmayacağı durumlar da olabilir. Şerrini git gide yayacak birini affetmek zulme destek olabilir mesela.
Bu üç pozisyonun her birinde serbesttir mü’min.
İnce bir çizgi olarak şunu bilmekte yarar vardır: Temel ölçümüz mü’mine merhametli kâfire çetin olmaktır.
Affetmeyi sevaba da dönüştürebilir mü’min:
1-Allah’tan ecir umarak affeder,
2-Affetmeyebileceği güçte olduğu hâlde affeder,
3-Affetmesi beraberinde bir ıslah veya huzur ortamı getirir, aksine şerri azdırmış olmaz. Böyle bir af şüphesiz sevap kaynağıdır. Şeytanın kışkırtmalarına alet olmamak düzeyidir.
Önemli bir ayrıntı olarak şu da bilinmelidir:
Mü’minin affetme ile alakalı bu bilgileri, BİLEREK HAKSIZLIK EDENE karşı olan af boyutudur. Bilmeyerek bir eziyet edeni affetmek mü’min için bunun ötesinde bir fazilettir. Hatayı affetmek, özrü kabul etmek kasıtsız yapılmış durumda iken bu kuralların üstünde bilinmelidir. Önemli olan kısıtlı hatayı affedebilmektir.
Kardeşlik hukukuna riayet eden mü’minler olmalıyız. Hatalı tavırlarımız olmamalıdır. Olursa özür dilemesini bilmeliyiz. Özrü kabul etmeyi de kaçmaması gereken bir fırsat olarak görmeliyiz.
Nureddin Yıldız
a-Affeder. Bu en iyi durumdur.
b-Affetmez, Allah’a havale eder.
c-Yapılan zulme karşı hukuki süreci işletir ve intikamını alır.
Affın doğru olmayacağı durumlar da olabilir. Şerrini git gide yayacak birini affetmek zulme destek olabilir mesela.
Bu üç pozisyonun her birinde serbesttir mü’min.
İnce bir çizgi olarak şunu bilmekte yarar vardır: Temel ölçümüz mü’mine merhametli kâfire çetin olmaktır.
Affetmeyi sevaba da dönüştürebilir mü’min:
1-Allah’tan ecir umarak affeder,
2-Affetmeyebileceği güçte olduğu hâlde affeder,
3-Affetmesi beraberinde bir ıslah veya huzur ortamı getirir, aksine şerri azdırmış olmaz. Böyle bir af şüphesiz sevap kaynağıdır. Şeytanın kışkırtmalarına alet olmamak düzeyidir.
Önemli bir ayrıntı olarak şu da bilinmelidir:
Mü’minin affetme ile alakalı bu bilgileri, BİLEREK HAKSIZLIK EDENE karşı olan af boyutudur. Bilmeyerek bir eziyet edeni affetmek mü’min için bunun ötesinde bir fazilettir. Hatayı affetmek, özrü kabul etmek kasıtsız yapılmış durumda iken bu kuralların üstünde bilinmelidir. Önemli olan kısıtlı hatayı affedebilmektir.
Kardeşlik hukukuna riayet eden mü’minler olmalıyız. Hatalı tavırlarımız olmamalıdır. Olursa özür dilemesini bilmeliyiz. Özrü kabul etmeyi de kaçmaması gereken bir fırsat olarak görmeliyiz.
Nureddin Yıldız
12 Ekim 2017 Perşembe
Nafile ibadetlerimde zorlanmam, günahlarımdan dolayı mıdır?
Soru:Hocam teheccüd gibi nafile ibadetlere kalkmakta zorlanıyorum ve bu kalkamamanın sebebi günahlardanmı oluyor?
Cevap:Nafile ibadetler bir kazanç yarışı demektir. Her ibadetin bir nafilesi vardır. Birine takatı yetmeyen diğeri ile yarışa katılır. Uykusu ağır olan veya işi ağır olduğu için çok uyuyan teheccüdü kaçırırsa onun yerine öbür nafileye geçer. Kur’an okur mesela. Sadaka verir. Hasta ziyaret eder. Nafileler çoktur. Evet, günahların da etkisi vardır ama sadece günahlardan kaynaklanmıyor bu durum.
Nureddin Yıldız
Cevap:Nafile ibadetler bir kazanç yarışı demektir. Her ibadetin bir nafilesi vardır. Birine takatı yetmeyen diğeri ile yarışa katılır. Uykusu ağır olan veya işi ağır olduğu için çok uyuyan teheccüdü kaçırırsa onun yerine öbür nafileye geçer. Kur’an okur mesela. Sadaka verir. Hasta ziyaret eder. Nafileler çoktur. Evet, günahların da etkisi vardır ama sadece günahlardan kaynaklanmıyor bu durum.
Nureddin Yıldız
11 Ekim 2017 Çarşamba
Her günahın tevbesi ayrı mı yoksa bir tevbe yeterli mi?
Soru:Bir insan birden fazla çeşit günah işliyor veya işledi ise bunlardan birinden tevbe ettiğinde diğerlerinden de tevbe etmediği için tevbesi kabul olmaz mı?
Cevap:Alimlerimizin bu husustaki sözü şudur:
Tevbe kapısı açıktır. Kul, bütün günahlarından tevbe etmelidir. Eğer bütün günahlarından tevbe etmiyor da mesela işlemekte olduğu üç çeşit günahtan sadece birinden tevbe ediyorsa o tevbesi kurala uygun bir tevbe ise kabul edilir. Diğer günahlarından tevbe etmemiş olması o tevbenin de reddedilmesini gerektirmez. Örnek olarak alkol kullanan ve faiz yiyen mümin, sadece faizden tevbe etse ve tevbesi kurala uygun ise onun vebalinden kurtulur, alkol devam eder. Genel kanaat böyledir.
Nureddin Yıldız
Cevap:Alimlerimizin bu husustaki sözü şudur:
Tevbe kapısı açıktır. Kul, bütün günahlarından tevbe etmelidir. Eğer bütün günahlarından tevbe etmiyor da mesela işlemekte olduğu üç çeşit günahtan sadece birinden tevbe ediyorsa o tevbesi kurala uygun bir tevbe ise kabul edilir. Diğer günahlarından tevbe etmemiş olması o tevbenin de reddedilmesini gerektirmez. Örnek olarak alkol kullanan ve faiz yiyen mümin, sadece faizden tevbe etse ve tevbesi kurala uygun ise onun vebalinden kurtulur, alkol devam eder. Genel kanaat böyledir.
Nureddin Yıldız
10 Ekim 2017 Salı
Dünyalık şeyler istemek için dua edebilir miyiz?
Soru:Hocam, dualarımızda hem dünyalık hem ahiretlik isteyebilir miyiz? (Allah’ım beni ve ailemi bu dünyada hayırlısıyla çok zenginlerden ahirette de direk cennetliklerden eyle) gibi. İnsan hem ahireti hem dünyayı isteyebilir mi? Rabbimiz; “neyi isterseniz onu veririm” diyor. Her ikisini de istemek olmaz mı? Ahireti isteyen dünyayı da isteyemez mi?
Cevap:Kur’an’ımızın ve hadislerin bize öğrettiği dua üslubunda DÜNYA/AHİRET DENGESİ vardır. Bir mümin, cenneti ve nimetlerini ister gibi dünya huzurunu da ister, istemelidir de. Dünyada nimet ve huzur istemek, afiyet temenni etmek mümin için tam anlamı ile Allah’ın nimetlerini arzu etmektir. Bunun bir sakıncası yoktur.
Nureddin Yıldız
Cevap:Kur’an’ımızın ve hadislerin bize öğrettiği dua üslubunda DÜNYA/AHİRET DENGESİ vardır. Bir mümin, cenneti ve nimetlerini ister gibi dünya huzurunu da ister, istemelidir de. Dünyada nimet ve huzur istemek, afiyet temenni etmek mümin için tam anlamı ile Allah’ın nimetlerini arzu etmektir. Bunun bir sakıncası yoktur.
Nureddin Yıldız
9 Ekim 2017 Pazartesi
Kimse kimseye her konuda itaat etmez -Faruk Beşer
...Her idari birimin fertleri amirlerine itaat eder, İslam inancına ve hukukuna göre normal şartlarda evin reisi erkektir demiştik. İslam ailede kadının ve kız erkek ailenin bütün fertlerinin belli şartlarla evin reisine itaat etmelerini ister. Yani bu itaat Allah’ın emridir ama mutlak değildir.
Resulüllah Efendimiz (sa) üç kişilik bir seriyye/müfreze birliği gönderdiği zamanda bile onlardan birini emir/âmir tayin ediyor, diğerlerinin o belli şartlarla ona itaat etmelerini istiyordu. Şu olay bunu anlatır: O bir defasında bir seriyye göndermiş ve içlerinden birini emir tayin etmişti. Bir ara emirlerini kızdırdılar. Emir, siz bana itaat etmek zorunda değil misiniz, dedi. Evet dediler. O halde odun toplamanızı emrediyorum dedi, topladılar. Şimdi bunu yakın dedi, yaktılar. Alevler yükselince, girin içine dedi, birbirlerine baktılar. Birisi, emir böyle söylüyor, gireceğiz diyecek oldu. Diğerleri, hadi önce sen gir bakalım deyince emirin emri suya düştü. Döndüklerinde emir neferlerini Resulüllah’a şikâyet etti. Ravinin nakline göre Resulüllah o kadar kızdı ki, boyun damarları kabardı ve şu ölçüyü koydu: ‘Eğer o ateşe girmiş olsaydınız bir daha ebediyen çıkamayacaktınız. İtaat sadece marufta olur’.
Ölçü bu. İslam, âmirin emri maruf olduğu sürece madunundakileri ona itaate mecbur kılmış. Maruf, iyi ve doğru bilinen şey demektir. Bunu şeri naslar ve onların olmadığı yerde toplumun ortak aklı, yani örf belirler. Örf de yine bu kelimedendir, aklıselimin iyi bildiği uygulamalar demektir.
Ev halkı, varsa reis olan evin erkeğine, idari birimlerdeki bireyler amirlerine, şehir halkı valiye, ülke halkı kendileri gibi namaz kılan, hukuka riayet eden, işlerini şuraya bağlayan emirul-müminine ya da halifeye, yani ulül-emre itaat ederler. Onlarla birlikte müminlerin emiri de Resulüllah’a yani onun anlattığı şekilde Allah’a kayıtsız şartsız itaat eder. Allah’a itaatten önceki bu itaat sıralamasında her hangi biri gayrimeşru bir şey emrederse artık ona itaat edilmez. Bu konuda da kuralı şu hadisi şerif belirler:
“Hâlika/yaratana isyan olan bir konuda mahlûka/yaratılana itaat edilmez”.
Bu aynı zamanda müslüman bireylerin kendilerini ilgilendiren hususlarda isyan olanla olmayan şeyleri bilmelerini gerektirir. Benim efendim diyorsa doğrudur, itaat etmeliyim diyemez. Onlara da Hz. Ali’nin şu muhteşem kuralını hatırlatırız: ‘Hakikati insanlarla tanımayın. Önce hakikati tanıyın ki, onunla insanları tanıyabilesiniz’.
Resulüllah’ın emirleri iyi tespit edilip iyi anlaşıldıktan sonra onlara itaat de Allah’ın emridir. Dolayısıyla onların Allah’ın Kuranıkerim’de söylediklerine aykırı olması düşünülemez. Burada bile insanların bir yanlış anlamaya düşmemeleri için Allah (cc), Resulüllah’a itaatten söz ederken “onlar sana maruf olan bir konuda isyan etmemek üzere biat ederler” (Mümtahine 12) buyurur. Resulüllah maruf olmayan bir şeyi emretmez, o halde burada sünneti yanlış anlama gibi bir şeyin olabileceğine ve ölçünün maruf olan olduğuna dikkat çekilmiş olmalıdır.
Demek ki, evin reisi erkektir demek, kadın ya da diğerleri ona her hâlükarda mutlak itaat eder demek değildir. Söz konusu olan ayette (Nisa 34) önce erkeğin adam gibi erkek olması hatırlatılır. Evine bakması, yani onların bütün ihtiyaçlarını meşru yoldan karşılaması. Sonra da onlara meşru olmayan hiçbir emirde bulunmaması. Onları uşak ve ırgat gibi görmemesi. Meşru haklarını kısıtlamaya kalkışmaması.
Yani konu kadın konusu olmaktan önce erkek konusudur.
Erkek böyle ise artık ‘saliha kadınlar meşru çerçevede itaat eden kadınlardır’. Bunun simetriğini de söyleyebilirsiniz; salih erkekler meşru çerçevede itaat eden erkeklerdir. Kadınlar serkeşlik/nüşüz ederlerse artık hukuki yaptırımlar sırasıyla devreye girer. Aynı suçu erkek işlerse ona da yaptırımlar vardır, ama onları ev halkı değil, erkeğin bir üstü uygular. Okulda müdürün cezasını öğretmenler veremez. Ama hiç kimsenin haksızlığı yanına kalmaz.
Eğer bu düzeni bozarsanız bu defa da kadının erkeğe haksızlık yapmasına sebep olursunuz, aileyi dağıtırsınız, sonra da toplumu fesada uğratırsınız. Bu söylediklerimiz kişisel yorumlar değildir, bizzat Kuranıkerim’in emridir. Oysa toplum yapımız şu anda bunları müslümanların bile dillendirmesine elverişli değil, üzerlerinde mahalle baskısı var. Çünkü İslam değil, kapitalizm, feminizm ve demokrasi var. Bunların hepsinin birinci tercihi kendi çıkarlarıdır, fıtri/doğal haklar ve görevler değildir. İnsan ‘acûl’ olarak yaratılmıştır. Kendini Allah’ın kanunlarına bağlı hissetmezse hemen olanı ister, kendi çıkarlarını düşünür.
Resulüllah Efendimiz (sa) üç kişilik bir seriyye/müfreze birliği gönderdiği zamanda bile onlardan birini emir/âmir tayin ediyor, diğerlerinin o belli şartlarla ona itaat etmelerini istiyordu. Şu olay bunu anlatır: O bir defasında bir seriyye göndermiş ve içlerinden birini emir tayin etmişti. Bir ara emirlerini kızdırdılar. Emir, siz bana itaat etmek zorunda değil misiniz, dedi. Evet dediler. O halde odun toplamanızı emrediyorum dedi, topladılar. Şimdi bunu yakın dedi, yaktılar. Alevler yükselince, girin içine dedi, birbirlerine baktılar. Birisi, emir böyle söylüyor, gireceğiz diyecek oldu. Diğerleri, hadi önce sen gir bakalım deyince emirin emri suya düştü. Döndüklerinde emir neferlerini Resulüllah’a şikâyet etti. Ravinin nakline göre Resulüllah o kadar kızdı ki, boyun damarları kabardı ve şu ölçüyü koydu: ‘Eğer o ateşe girmiş olsaydınız bir daha ebediyen çıkamayacaktınız. İtaat sadece marufta olur’.
Ölçü bu. İslam, âmirin emri maruf olduğu sürece madunundakileri ona itaate mecbur kılmış. Maruf, iyi ve doğru bilinen şey demektir. Bunu şeri naslar ve onların olmadığı yerde toplumun ortak aklı, yani örf belirler. Örf de yine bu kelimedendir, aklıselimin iyi bildiği uygulamalar demektir.
Ev halkı, varsa reis olan evin erkeğine, idari birimlerdeki bireyler amirlerine, şehir halkı valiye, ülke halkı kendileri gibi namaz kılan, hukuka riayet eden, işlerini şuraya bağlayan emirul-müminine ya da halifeye, yani ulül-emre itaat ederler. Onlarla birlikte müminlerin emiri de Resulüllah’a yani onun anlattığı şekilde Allah’a kayıtsız şartsız itaat eder. Allah’a itaatten önceki bu itaat sıralamasında her hangi biri gayrimeşru bir şey emrederse artık ona itaat edilmez. Bu konuda da kuralı şu hadisi şerif belirler:
“Hâlika/yaratana isyan olan bir konuda mahlûka/yaratılana itaat edilmez”.
Bu aynı zamanda müslüman bireylerin kendilerini ilgilendiren hususlarda isyan olanla olmayan şeyleri bilmelerini gerektirir. Benim efendim diyorsa doğrudur, itaat etmeliyim diyemez. Onlara da Hz. Ali’nin şu muhteşem kuralını hatırlatırız: ‘Hakikati insanlarla tanımayın. Önce hakikati tanıyın ki, onunla insanları tanıyabilesiniz’.
Resulüllah’ın emirleri iyi tespit edilip iyi anlaşıldıktan sonra onlara itaat de Allah’ın emridir. Dolayısıyla onların Allah’ın Kuranıkerim’de söylediklerine aykırı olması düşünülemez. Burada bile insanların bir yanlış anlamaya düşmemeleri için Allah (cc), Resulüllah’a itaatten söz ederken “onlar sana maruf olan bir konuda isyan etmemek üzere biat ederler” (Mümtahine 12) buyurur. Resulüllah maruf olmayan bir şeyi emretmez, o halde burada sünneti yanlış anlama gibi bir şeyin olabileceğine ve ölçünün maruf olan olduğuna dikkat çekilmiş olmalıdır.
Demek ki, evin reisi erkektir demek, kadın ya da diğerleri ona her hâlükarda mutlak itaat eder demek değildir. Söz konusu olan ayette (Nisa 34) önce erkeğin adam gibi erkek olması hatırlatılır. Evine bakması, yani onların bütün ihtiyaçlarını meşru yoldan karşılaması. Sonra da onlara meşru olmayan hiçbir emirde bulunmaması. Onları uşak ve ırgat gibi görmemesi. Meşru haklarını kısıtlamaya kalkışmaması.
Yani konu kadın konusu olmaktan önce erkek konusudur.
Erkek böyle ise artık ‘saliha kadınlar meşru çerçevede itaat eden kadınlardır’. Bunun simetriğini de söyleyebilirsiniz; salih erkekler meşru çerçevede itaat eden erkeklerdir. Kadınlar serkeşlik/nüşüz ederlerse artık hukuki yaptırımlar sırasıyla devreye girer. Aynı suçu erkek işlerse ona da yaptırımlar vardır, ama onları ev halkı değil, erkeğin bir üstü uygular. Okulda müdürün cezasını öğretmenler veremez. Ama hiç kimsenin haksızlığı yanına kalmaz.
Eğer bu düzeni bozarsanız bu defa da kadının erkeğe haksızlık yapmasına sebep olursunuz, aileyi dağıtırsınız, sonra da toplumu fesada uğratırsınız. Bu söylediklerimiz kişisel yorumlar değildir, bizzat Kuranıkerim’in emridir. Oysa toplum yapımız şu anda bunları müslümanların bile dillendirmesine elverişli değil, üzerlerinde mahalle baskısı var. Çünkü İslam değil, kapitalizm, feminizm ve demokrasi var. Bunların hepsinin birinci tercihi kendi çıkarlarıdır, fıtri/doğal haklar ve görevler değildir. İnsan ‘acûl’ olarak yaratılmıştır. Kendini Allah’ın kanunlarına bağlı hissetmezse hemen olanı ister, kendi çıkarlarını düşünür.
8 Ekim 2017 Pazar
Erkeğin ailenin reisi olması, kadının erkeğe itaati meselesi midir?- Faruk Beşer
... itaat kadının erkeğe yapması gereken bir şey değil, her sosyal ve idari birimin bütün fertlerinin, o birimin amirine karşı yapması gereken bir görevdir. Erkek de bulunduğu birimde amirine itaat etmek zorundadır. Bunun olmadığı bir sistem düşünülebilir mi? Evdeki kız-erkek çocuklar da belli şartlarla babalarına ve de annelerine itaat etmek zorundadırlar.
İtaat, sadece İslam’ın istediği bir şey midir? Bütünüyle hayatın doğası bunu gerektirir. Kâinattaki her şey ister istemez / tav’an ve kerhen belli kanunlara, bize göre Allah’ın emrine, fiilen uymaktadır. Bu kanunların bazılarına uyup uymama ihtiyarı olan sadece insandır. O da kendi özgür iradesiyle hesaba çekilecektir. Kocasına itaati aşağılanmışlık olarak gösterilen kadın, eğer çalışıyorsa her gün kaç erkeğe ya da kadına itaat etmektedir? Erkek de öyle değil mi? Demek itaat kaçınılmaz fıtri bir görevdir. Tabiatın itaate zorlandığı kanunlara, bize göre Allah’ın zorunlu emirlerine, bir an itaat etmediğini düşünebilir misiniz? Mesela dünya, ben bu defa yörüngemden hafif çıkmak istiyorum demiş olsa sonuç ne olur?
Mesele biraz da itaat deyince kadının, kocanın her dediğini yapması diye anlaşılmasından kaynaklanıyor. Ayrıca kocanın karısına itaat etmesi gereken hususlar yok mudur? Bunu da gelecek yazımızda görelim...
İtaat, sadece İslam’ın istediği bir şey midir? Bütünüyle hayatın doğası bunu gerektirir. Kâinattaki her şey ister istemez / tav’an ve kerhen belli kanunlara, bize göre Allah’ın emrine, fiilen uymaktadır. Bu kanunların bazılarına uyup uymama ihtiyarı olan sadece insandır. O da kendi özgür iradesiyle hesaba çekilecektir. Kocasına itaati aşağılanmışlık olarak gösterilen kadın, eğer çalışıyorsa her gün kaç erkeğe ya da kadına itaat etmektedir? Erkek de öyle değil mi? Demek itaat kaçınılmaz fıtri bir görevdir. Tabiatın itaate zorlandığı kanunlara, bize göre Allah’ın zorunlu emirlerine, bir an itaat etmediğini düşünebilir misiniz? Mesela dünya, ben bu defa yörüngemden hafif çıkmak istiyorum demiş olsa sonuç ne olur?
Mesele biraz da itaat deyince kadının, kocanın her dediğini yapması diye anlaşılmasından kaynaklanıyor. Ayrıca kocanın karısına itaat etmesi gereken hususlar yok mudur? Bunu da gelecek yazımızda görelim...
Yazının tamamı için:
6 Ekim 2017 Cuma
Ahzab Suresi 56. Ayetin Anlaşılması
Sual: Muhterem hocam Ahzab suresi 56. Ayetinde (yusallu) kelimesi nasıl anlamalıyız?
Cevap: “Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de salât edin ve tam bir teslimiyet ile O’nun getirdiklerine teslim olun.” Ahzab 56
Ayette geçen salât kavramı ne yazık ki hep bir manaya indirgenmiş ve işin sadece kâl/söz boyutu ile gündemde tutulmuştur. Sanki bu ayette Rabbimizin bizden istediği, sadece ve sadece Efendimiz’in adı anıldığında, O’na yakışacak ihtiram cümlelerinin kullanılması olarak anlaşılmıştır. Bu doğru değildir; ayette beyan edilen salavât kavramı çok daha geniş bir anlam ihtiva etmektedir.
Dolayısı ile bu ayette geçen mesaj, sadece kâl/söz ile sınırlandırılmamalı; dilin, aklın, kalbin, bedenin, ailenin, toplumun salavâtı olarak anlaşılmalıdır. Nasıl mı?
Dilin salavâtı: Efendimiz’in adı anıldığında her türlü ihtiram ve edeple anılması, O’nun şanına yakışacak ifadeler kullanılmasıdır ve bunun kesinlikle ihmal edilmemesidir. Bu konuda onlarca hadisin olduğu unutulmamalıdır.
Aklın salavâtı: Aklı O’nun hizmetine verip, sahabî hasbiliğinde bir zihin geliştirerek, şüphe ve tereddütlere kapıları kapatarak, mutlak bir teslimiyet gösterilmesidir.
Kalbin salavâtı: Yüreğe O’ndan başkasını konuk etmemek, gönül tahtında tartışılmaz sultan olarak O’nu bilmek, mirasına karşı yürekte en ufak bir tatminsizlik taşınmamasıdır.
Bedenin salavâtı: Hayatı O’nun gösterdiği gibi yaşamak, hayatın her alanında ve her anında O’nun rehberliğine müracaat ederek yürünmesidir.
Ailenin salavâtı: Evde O’nu hakem tayin etmek, aileyi O’nun cihana bıraktığı mesajlar çerçevesinde diri tutmaya çalışmaktır.
Toplumun salavâtı: Efendimiz’in mirasına sahip çıkmak, O’nun risalet davasına destek olmak, topluca O’nun emanetlerini miraslarını korumaya çalışmak ve gereklerini yerine getirmektir.
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
Cevap: “Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de salât edin ve tam bir teslimiyet ile O’nun getirdiklerine teslim olun.” Ahzab 56
Ayette geçen salât kavramı ne yazık ki hep bir manaya indirgenmiş ve işin sadece kâl/söz boyutu ile gündemde tutulmuştur. Sanki bu ayette Rabbimizin bizden istediği, sadece ve sadece Efendimiz’in adı anıldığında, O’na yakışacak ihtiram cümlelerinin kullanılması olarak anlaşılmıştır. Bu doğru değildir; ayette beyan edilen salavât kavramı çok daha geniş bir anlam ihtiva etmektedir.
Dolayısı ile bu ayette geçen mesaj, sadece kâl/söz ile sınırlandırılmamalı; dilin, aklın, kalbin, bedenin, ailenin, toplumun salavâtı olarak anlaşılmalıdır. Nasıl mı?
Dilin salavâtı: Efendimiz’in adı anıldığında her türlü ihtiram ve edeple anılması, O’nun şanına yakışacak ifadeler kullanılmasıdır ve bunun kesinlikle ihmal edilmemesidir. Bu konuda onlarca hadisin olduğu unutulmamalıdır.
Aklın salavâtı: Aklı O’nun hizmetine verip, sahabî hasbiliğinde bir zihin geliştirerek, şüphe ve tereddütlere kapıları kapatarak, mutlak bir teslimiyet gösterilmesidir.
Kalbin salavâtı: Yüreğe O’ndan başkasını konuk etmemek, gönül tahtında tartışılmaz sultan olarak O’nu bilmek, mirasına karşı yürekte en ufak bir tatminsizlik taşınmamasıdır.
Bedenin salavâtı: Hayatı O’nun gösterdiği gibi yaşamak, hayatın her alanında ve her anında O’nun rehberliğine müracaat ederek yürünmesidir.
Ailenin salavâtı: Evde O’nu hakem tayin etmek, aileyi O’nun cihana bıraktığı mesajlar çerçevesinde diri tutmaya çalışmaktır.
Toplumun salavâtı: Efendimiz’in mirasına sahip çıkmak, O’nun risalet davasına destek olmak, topluca O’nun emanetlerini miraslarını korumaya çalışmak ve gereklerini yerine getirmektir.
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
5 Ekim 2017 Perşembe
Adetli Bayanın Oruç Tutması
Sual: Muhterem Hocam, beraberce ders yaptığımız kardeşlerimizden bazıları bağışlayın, hasta/adetli halde oruç tutulabileceğini söylüyorlar. Bunu birkaç Hoca’dan duymuşlar. Bu konuda Kur’an’da yasaklayıcı ayet olmadığını, âlimlerin sonraları bunu içtihatla belirlediklerini iddia ediyorlar. Bu konu hakkında bize aydınlatıcı bilgiler verir misiniz? Bu haldeki bir hanım orucunu tutarsa günaha girer mi?
Cevap: Muhtereme Kardeşim,
Ne yazık ki böyle bir meseleyi de bu toprakların insanları olarak son 10 yıldır tartışmaya başladık. Kur’an’da yok bu diyerek daha neleri tartışacağız inanın bunu pek kestiremiyorum. Kur’an sözün özüdür. O söyleyeceğini söyledi ve dedi ki: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)
Cenab-ı Hak, bütün meselelerde, özellikle de ibadet konusunda müracaat edilecek kapıyı çok açık bir ifade ile göstermesine rağmen, bu konuda Hz. Peygamber’in ve O’nun pak ashabının sözlerini ve uygulamalarını dikkate almadan yeni bir Müslümanlık anlayışı geliştirmeye çalışıyorlar. Belki ifadem size biraz ağır gelecek ama yapılan şudur: “Peygamber sussun, biz konuşalım.” Çünkü Hz. Peygamber konuştuğu müddetçe -ki konuşmuştur ve ihtiyacımız olan her şeyi bize beyan edip gitmiştir- başkalarına söz hakkı düşmeyecek, “bana göre” diye başlayan cümlelerle konuşma hakları olmayacak, “Kur’an’da ki eza kelimesinin anlamı budur, geçmiş ulema bunu tam anlamadı, biz daha iyi anladık” deyip ahkam kesemeyeceklerdir.
Hal böyle olunca ben bu konuda Peygamberimiz’in ve Sahabe’nin uygulamalarına dair bir iki rivayeti sizlerle paylaşayım:
– Hz Aişe annemizden: “Biz hayızlı iken namaz kılmaz ve oruç tutmazdık, yalnızca oruçları kaza etmekle emrolunurduk.’ (Buhârî, “Hayz”, 20; Ebû Davud, “Tahâre”, 104)
– Ebu Said el-Hudrî’nin rivayeti ile… Hz. Peygamber’in bir bayram günü hanımlara nasihat ederken, onlara yönelik olarak ‘bir hanım hayız halinde namaz kılmaz, oruç tutmaz, öyle değil mi? dediğinde, onlar da “evet” diye cevap verdiler. (Buhârî, “Hayz”, 6)
– Hz. Peygamber, bir gün hanımların özel günlerini kastederek; “Siz gecelerce namaz kılmaz ve günlerce Ramazanda oruç tutmazsınız!” dedi. (Müslim, “İman”, 132; Ebû Davud, “Sünne”, 15)
– Hamne bint Cahş bir gün Hz. Peygamber’e gelerek; “ kendisinin şiddetli ve uzun süren hayız gördüğünü, bu halinin uzun süre kendisini namaz ve oruç tutmaktan alıkoyduğunu belirterek, bu konuda ne yapması gerektiğini sormuştur. Efendimiz’in (sas) cevabı şu olmuştur: ; “…Her ay içinde yirmi üç veya yirmi dört gün namaz kıl ve orucunu tut, diğer günler senin adet günlerindir…” (Ebû Davud, “Tahâre”, 109)
– Muaze isimli bir hanım Hz. Aişe validemize soruyor; “Hayızlı kadının durumu ne ki, orucu kaza ediyor da namazı kaza etmiyor?” Hz. Aişe önce “sen Harurî misin?” diye tepki veriyor. Muaze “hayır, Harurî değilim, sadece öğrenmek için soruyorum” deyince Hz. Aişe cevaplıyor: “Bu bizim başımıza gelirdi, bize sadece orucu kaza etmemiz emredilirdi, namazı değil.” (Buhârî, Hayz: 20; Müslim, Hayz: 67, (335); Ebu Dâvud, Tahâret: 105, (262, 263); Tirmizî, Taharet: 97, (130); Savm: 68, (787); Nesâî, Hayz: 17, (1, 191, 192), Savm: 64, (4, 191)
Hadiste geçen Harurî lafzı o dönemde Hariciler için kullanılan bir isim. Kûfe’ye yakın bir kasabanın adıdır Harura. İlk Hariciler bu kasabadan çıktıkları için Hariciler o dönemde haruralı anlamında Harurî diye anılırlardı.
Bu hadisler ve uygulamalar ortada dururken, 1400 senedir kimseler bunun aksini söylememişken, şimdilerde Kur’an’ı yeni keşfettiklerini (!) iddia edenlerin sözüne mi itibar edeceğiz? Benim size tavsiyem büyüklerin ayak izlerinden ayrılmamanızdır. Tarihin yıpratamadığı, değer çalanların kıymetlerini düşüremediği büyükler… Allah yollarından ayırmasın.
Sorunuzun son kısmına gelince, “Bu haldeki bir hanım orucunu tutarsa günaha girer mi?” Cevap: “Evet, girer.”
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
http://www.siyertv.com/hasta-adetli-bayanin-oruc-tutmasi/
Cevap: Muhtereme Kardeşim,
Ne yazık ki böyle bir meseleyi de bu toprakların insanları olarak son 10 yıldır tartışmaya başladık. Kur’an’da yok bu diyerek daha neleri tartışacağız inanın bunu pek kestiremiyorum. Kur’an sözün özüdür. O söyleyeceğini söyledi ve dedi ki: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)
Cenab-ı Hak, bütün meselelerde, özellikle de ibadet konusunda müracaat edilecek kapıyı çok açık bir ifade ile göstermesine rağmen, bu konuda Hz. Peygamber’in ve O’nun pak ashabının sözlerini ve uygulamalarını dikkate almadan yeni bir Müslümanlık anlayışı geliştirmeye çalışıyorlar. Belki ifadem size biraz ağır gelecek ama yapılan şudur: “Peygamber sussun, biz konuşalım.” Çünkü Hz. Peygamber konuştuğu müddetçe -ki konuşmuştur ve ihtiyacımız olan her şeyi bize beyan edip gitmiştir- başkalarına söz hakkı düşmeyecek, “bana göre” diye başlayan cümlelerle konuşma hakları olmayacak, “Kur’an’da ki eza kelimesinin anlamı budur, geçmiş ulema bunu tam anlamadı, biz daha iyi anladık” deyip ahkam kesemeyeceklerdir.
Hal böyle olunca ben bu konuda Peygamberimiz’in ve Sahabe’nin uygulamalarına dair bir iki rivayeti sizlerle paylaşayım:
– Hz Aişe annemizden: “Biz hayızlı iken namaz kılmaz ve oruç tutmazdık, yalnızca oruçları kaza etmekle emrolunurduk.’ (Buhârî, “Hayz”, 20; Ebû Davud, “Tahâre”, 104)
– Ebu Said el-Hudrî’nin rivayeti ile… Hz. Peygamber’in bir bayram günü hanımlara nasihat ederken, onlara yönelik olarak ‘bir hanım hayız halinde namaz kılmaz, oruç tutmaz, öyle değil mi? dediğinde, onlar da “evet” diye cevap verdiler. (Buhârî, “Hayz”, 6)
– Hz. Peygamber, bir gün hanımların özel günlerini kastederek; “Siz gecelerce namaz kılmaz ve günlerce Ramazanda oruç tutmazsınız!” dedi. (Müslim, “İman”, 132; Ebû Davud, “Sünne”, 15)
– Hamne bint Cahş bir gün Hz. Peygamber’e gelerek; “ kendisinin şiddetli ve uzun süren hayız gördüğünü, bu halinin uzun süre kendisini namaz ve oruç tutmaktan alıkoyduğunu belirterek, bu konuda ne yapması gerektiğini sormuştur. Efendimiz’in (sas) cevabı şu olmuştur: ; “…Her ay içinde yirmi üç veya yirmi dört gün namaz kıl ve orucunu tut, diğer günler senin adet günlerindir…” (Ebû Davud, “Tahâre”, 109)
– Muaze isimli bir hanım Hz. Aişe validemize soruyor; “Hayızlı kadının durumu ne ki, orucu kaza ediyor da namazı kaza etmiyor?” Hz. Aişe önce “sen Harurî misin?” diye tepki veriyor. Muaze “hayır, Harurî değilim, sadece öğrenmek için soruyorum” deyince Hz. Aişe cevaplıyor: “Bu bizim başımıza gelirdi, bize sadece orucu kaza etmemiz emredilirdi, namazı değil.” (Buhârî, Hayz: 20; Müslim, Hayz: 67, (335); Ebu Dâvud, Tahâret: 105, (262, 263); Tirmizî, Taharet: 97, (130); Savm: 68, (787); Nesâî, Hayz: 17, (1, 191, 192), Savm: 64, (4, 191)
Hadiste geçen Harurî lafzı o dönemde Hariciler için kullanılan bir isim. Kûfe’ye yakın bir kasabanın adıdır Harura. İlk Hariciler bu kasabadan çıktıkları için Hariciler o dönemde haruralı anlamında Harurî diye anılırlardı.
Bu hadisler ve uygulamalar ortada dururken, 1400 senedir kimseler bunun aksini söylememişken, şimdilerde Kur’an’ı yeni keşfettiklerini (!) iddia edenlerin sözüne mi itibar edeceğiz? Benim size tavsiyem büyüklerin ayak izlerinden ayrılmamanızdır. Tarihin yıpratamadığı, değer çalanların kıymetlerini düşüremediği büyükler… Allah yollarından ayırmasın.
Sorunuzun son kısmına gelince, “Bu haldeki bir hanım orucunu tutarsa günaha girer mi?” Cevap: “Evet, girer.”
Selam ve dua ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
3 Ekim 2017 Salı
1 Ekim 2017 Pazar
Tesbih Namazının Sünnetteki Yeri
Sual: Muhterem Hocam, tesbih namazı ile alakalı bir soru sormak istiyorum. Böyle bir namazın sünnette olmadığı, sonradan uydurulduğu, Peygamberimizin hayatı boyunca bunu kılmadığı falan söyleniyor. Gerçekten Hocam böyle mi? Eğer sünnette yoksa bu namaz nasıl ortaya çıkmıştır? Bilgilendirirseniz memnun olurum. Şimdiden Allah razı olsun.
Cevap: Muhterem Kardeşim,
Bu namaz, Efendimiz’in (sas) amcası Hz. Abbas’a (ra) öğrettiği ve hediye ettiği, Hz. Abbas’ın da oğlu Abdullah aracılığı ile bize hediye ettiği bir namazdır. Bu rivayet başta İbn Mace ve Tirmizi olmak üzere birkaç hadis kitabımızda şöyle geçmektedir: “İbn Abbas (ra) ve Ebû Râfi (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sas) Abbâs İbn Abdülmuttalib’e (ra) dediler ki: “Ey Abbâs, Ey Amcacığım! Sana bir iyilik yapmayayım mı? Sana bağışta bulunmayayım mı? Sana ikram etmeyeyim mi? Sana on haslet(in hatırlatmasını) yapmayayım mı? Eğer sen bunu yaparsan, Allah senin bütün günahlarını önceki -sonraki, eskisi yenisi, hatâen yapılanı kasden yapılanı, küçüğünü büyüğünü, gizlisini alenîsini- yani hepsini affeder. Bu on haslet şunlardır: Dört rekât namaz kılarsın, her bir rekâtta Fâtiha Sûresi ve bir sûre okursun. Birinci rekâtta kıraati tamamladın mı, ayakta olduğun halde on beş kere “Subhanallahi velhamdülillahi ve lâilahe illallahu vallahu ekber” diyeceksin. Sonra rükû yapıp, rükûda iken aynı kelimeleri on kere söyleyeceksin, sonra başını rükûdan kaldıracaksın, aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra secde edip, secdede iken onları onar kere söyleyeceksin. Sonra başını secdeden kaldıracaksın, onları onar kere söyleyeceksin. Sonra tekrar secde edip aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra başını kaldırır, bunları on kere daha söylersin. Böylece her bir rekâtta bunları yetmiş beş defa söylemiş olursun. Aynı şeyleri dört rekâtta yaparsın. Dilersen bu namazı her gün bir kere kıl. Her gün yapamazsan haftada bir kere yap, haftada yapamazsan her ayda bir kere yap. Ayda olmazsa yılda bir kere yap. Yılda da yapamazsan hiç değilse ömründe bir kere yap.” (Ebu Dâvud, Salât 303; Tirmizî, Salât 350; İbn Mâce, İkame 190)
Bu hadisten yola çıkarak âlimlerimiz, tesbih namazının kılınmasına teşvikte bulunmuşlardır. Her ne kadar bu hadis İbnü’l-Cevzi tarafından mevzu olarak değerlendirilmişse de, bu diğer âlimler tarafından kabul görmemiştir. Hadis alanında ciddi bir otorite olan İbn Hacer, İbnü’l-Cevzi’nin bu değerlendirmesi için: “İbnü’l-Cevzî bu hadisi mevzûlar arasında zikretmekle kötü yaptı.” der ve hadisin, Buhârî tarafından “El-Kırâatu Halfe’l- İmâm” adlı kitabına alındığını, Ebu Dâvud, İbnu Mace, İbnu Huzeyme ve Hâkim’in, kitaplarına “sahih” vasfıyla aldıklarını, Beyhâki gibi başka birçok muhakkik ulemânın, hadise “sahih” dediklerini kaydeder.
Tirmizî: “İbnu’l-Mübarek ve daha pek çok ilim ehli tesbih namazını rivâyet edip faziletini beyan ettiler.” der. Kaynaklarımız, başta İbnu’l-Mübarek olmak üzere, bazılarının ismini kaydederek bu namazı Selef büyüklerinin kıldığını belirtir. Hadis tenkidinde teşeddüdü ağır basan Dârakutnî de şöyle demiştir: “Kur’an sûrelerinin fazileti üzerine gelen rivâyetlerin en sahihi İhlâs Sûresi hakkında gelendir. Namazın faziletiyle ilgili olarak gelen rivâyetlerin en sahihi de tesbih namazıyla, ilgili olan hadistir.” Ebu Musa el-Medînî, hadisin sıhhatini göstermek için bir cüz te’lif etmiştir.
Ortada âlimlerimizin bu sözleri ve uygulamaları varken, yüzlerce sene bu ümmet bu namazı kılıp, Allah’a yakınlaşma vesilesi olarak ihya etmeye çalışmışlarsa, bize düşen de büyüklerin ayak izlerini takip etmektir.
O izlerden ayrılmama duası ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
Cevap: Muhterem Kardeşim,
Bu namaz, Efendimiz’in (sas) amcası Hz. Abbas’a (ra) öğrettiği ve hediye ettiği, Hz. Abbas’ın da oğlu Abdullah aracılığı ile bize hediye ettiği bir namazdır. Bu rivayet başta İbn Mace ve Tirmizi olmak üzere birkaç hadis kitabımızda şöyle geçmektedir: “İbn Abbas (ra) ve Ebû Râfi (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sas) Abbâs İbn Abdülmuttalib’e (ra) dediler ki: “Ey Abbâs, Ey Amcacığım! Sana bir iyilik yapmayayım mı? Sana bağışta bulunmayayım mı? Sana ikram etmeyeyim mi? Sana on haslet(in hatırlatmasını) yapmayayım mı? Eğer sen bunu yaparsan, Allah senin bütün günahlarını önceki -sonraki, eskisi yenisi, hatâen yapılanı kasden yapılanı, küçüğünü büyüğünü, gizlisini alenîsini- yani hepsini affeder. Bu on haslet şunlardır: Dört rekât namaz kılarsın, her bir rekâtta Fâtiha Sûresi ve bir sûre okursun. Birinci rekâtta kıraati tamamladın mı, ayakta olduğun halde on beş kere “Subhanallahi velhamdülillahi ve lâilahe illallahu vallahu ekber” diyeceksin. Sonra rükû yapıp, rükûda iken aynı kelimeleri on kere söyleyeceksin, sonra başını rükûdan kaldıracaksın, aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra secde edip, secdede iken onları onar kere söyleyeceksin. Sonra başını secdeden kaldıracaksın, onları onar kere söyleyeceksin. Sonra tekrar secde edip aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra başını kaldırır, bunları on kere daha söylersin. Böylece her bir rekâtta bunları yetmiş beş defa söylemiş olursun. Aynı şeyleri dört rekâtta yaparsın. Dilersen bu namazı her gün bir kere kıl. Her gün yapamazsan haftada bir kere yap, haftada yapamazsan her ayda bir kere yap. Ayda olmazsa yılda bir kere yap. Yılda da yapamazsan hiç değilse ömründe bir kere yap.” (Ebu Dâvud, Salât 303; Tirmizî, Salât 350; İbn Mâce, İkame 190)
Bu hadisten yola çıkarak âlimlerimiz, tesbih namazının kılınmasına teşvikte bulunmuşlardır. Her ne kadar bu hadis İbnü’l-Cevzi tarafından mevzu olarak değerlendirilmişse de, bu diğer âlimler tarafından kabul görmemiştir. Hadis alanında ciddi bir otorite olan İbn Hacer, İbnü’l-Cevzi’nin bu değerlendirmesi için: “İbnü’l-Cevzî bu hadisi mevzûlar arasında zikretmekle kötü yaptı.” der ve hadisin, Buhârî tarafından “El-Kırâatu Halfe’l- İmâm” adlı kitabına alındığını, Ebu Dâvud, İbnu Mace, İbnu Huzeyme ve Hâkim’in, kitaplarına “sahih” vasfıyla aldıklarını, Beyhâki gibi başka birçok muhakkik ulemânın, hadise “sahih” dediklerini kaydeder.
Tirmizî: “İbnu’l-Mübarek ve daha pek çok ilim ehli tesbih namazını rivâyet edip faziletini beyan ettiler.” der. Kaynaklarımız, başta İbnu’l-Mübarek olmak üzere, bazılarının ismini kaydederek bu namazı Selef büyüklerinin kıldığını belirtir. Hadis tenkidinde teşeddüdü ağır basan Dârakutnî de şöyle demiştir: “Kur’an sûrelerinin fazileti üzerine gelen rivâyetlerin en sahihi İhlâs Sûresi hakkında gelendir. Namazın faziletiyle ilgili olarak gelen rivâyetlerin en sahihi de tesbih namazıyla, ilgili olan hadistir.” Ebu Musa el-Medînî, hadisin sıhhatini göstermek için bir cüz te’lif etmiştir.
Ortada âlimlerimizin bu sözleri ve uygulamaları varken, yüzlerce sene bu ümmet bu namazı kılıp, Allah’a yakınlaşma vesilesi olarak ihya etmeye çalışmışlarsa, bize düşen de büyüklerin ayak izlerini takip etmektir.
O izlerden ayrılmama duası ile…
Muhammed Emin YILDIRIM
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)