22 Ağustos 2016 Pazartesi

Kaynağımız Kur’an ve sünnet ise fıkıh ilmiyle helal-haram nasıl belirlenebiliyor?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Allah Teâlâ, insanlara dinini öğretsin diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gönderdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisine inen Kur’an’ı ayet ayet, sure sure iman eden ilk nesle öğretti. Kur’an’ın yanında kendisi de açıklamalarda bulundu. İlk nesil onun elinden yetişti. Sadakatleri ve gayretleri sayesinde ilk nesil mükemmel bir kadro olarak çıktı ortaya. Dini tatbik etmede ve gayrette Allah’ın rızasına erdiler. Allah Teâlâ Kur’an ayeti indirip, onlardan razı olduğunu bildirdi. Onlar da Allah’tan razı idiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sağlığında din adına gereken cevapları bizzat kendisi veriyordu. Onun vefatından sonra ise ashabı, din adına ortaya çıkan soruların cevabını verdiler. Bir anlamda şöyle oldu: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin getirdiği dinin ne olduğu, ashabın ağzından öğrenildi. Çünkü onlar din konusunda güvenli idiler. ‘Bu ayettir, bu hadistir!’ diyerek yönlendirdiler. Yerine göre kendileri de yorum yaptılar. Yaptıkları yorumun kendilerine ait olduğunu da vurguladılar.

Ashaptan sonraki nesil gayet tabii olarak, ashabın taklidini yaptı. Onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gördükleri ve ondan din öğrendikleri için, yaptıkları ve söylediklerinin vahye yakınlığı tartışılmayabilirdi. Onlardan sonra gelenlerden kimsenin yaptığının o derece vahye yakınlığı iddia edilemezdi. İkinci nesil, ashaptan din öğrendi. Muhteşem bir gayret sergilediler; insanüstü denebilecek bir himmet ve çalışmayla dini öğrendiler, öğrettiler. Talebe oldular, talebe yetiştirdiler. Ciddi ilim halkaları tesis edildi. Sahabilerin ardından yaygınlaşan ilim halkaları bir zaman sonra belirli isimlere mal olmaya başladı. Medine’de Malik bin Enes’in ismi sivrildi. Kufe’de Ebu Hanife öne çıktı. Basra’da bir başka isim duyuldu. Yoğun ve yaygın bir ilim çalışması yapılırken, konuları işleme ve öğretmeden kaynaklanan farklılıklar da yavaş yavaş belirdi. Malik bin Enes’in, Ebu Hanife’ye göre üslup farkı; Ebu Hanife’nin de ona göre farkı dikkat çekti. Kur’an’ı anlamak ve yaşamak ana hedefinde hepsi müttefik oldukları halde ‘nasıllığı’ konusunda farklı üsluplar yerleşti. Kesin olan bir hakikat vardır ki o da şudur: Bu ilk kadrolar arasında, memuriyetini dikkate alarak, tayininden çekindiği için en rahat fetvayı arayan, evirip kıvırarak konuşan kimse yoktur. Allah’ın dinini yayma ve yaşatmadan başka bir hedefleri olmamıştır.

Aralarında, geçinmek zorunda olduğu bir iş olarak ilmi çalışmalar yaptığı söylenebilecek kimse yoktur. Onlar ilmi din olarak gördüler, cihad olarak uyguladılar. Ümmet onlara itimat etti, onlar da o itimadın altında kalmadılar. Sözlerinin bedeli olarak zindana açılan bir yol önlerine çıkınca tereddüt etmediler. Ölümle yüzleşince ondan çekinmediler. Onların bu çalışmaları genişletmeleri zorunluydu. Çünkü İslam toprağı gitgide büyüyor, Müslüman sayısı her gün artıyordu. Buna göre de fitneler dal budak salıyordu. Bu ilmi çalışmalarda yüzlerce âlimin adı anıldı. Pek çoğunun ders halkaları binlerce ‘din bilen’ insan yetiştirdi. Dinin tahrip görmesini engellediler. Fakat o dönemde bu çalışmaları yapanların adlarının ebedileşmesi herkes için mukadder olmadı. Pek azının adı bir ekolün başı olarak anıldı. Bunlardan dördü de bir mezhep olarak yerleşti. Müslümanların bu dört mezhepten birine bağlı olması, İslam’ın şartlarından bir şart kesinlikle değildir. Böyle bir iddia batıldır. Bu mezhepleri aşıp elde edilebilecek bir fıkıh da yoktur.

Kâğıt üzerinden yürütülen bir tartışmada mezhepleri aşmak mümkündür. Mezhepleri aşmak veya yok saymak, sahiplerinin isimlerini yok saymaksa bu onların hadis ve Kur’an konusundaki aktarmalarını da yok saymak gibi bir sonuca götürür bizi. Hiç bir Müslüman, Ebu Hanife’yi veya Ahmed bin Hanbel’i takvasında, güvenilirliğinde itham etmemiştir. Söylenebilecek olan söz, onların da beşer olmaları hasebiyle yanılma ihtimalleridir. Bu da doğrudur. Yanılabilirler; yanıldıkları da olmuştur. Yanıldıklarını anlayıp görüş değiştirmişlerdir. Bizim için yine bir sorun yoktur. Biz onlara bağlı değiliz; bağlı olduğumuz Kur’an ve sünnettir. Onlar bize Kur’an ve sünneti verdikçe alırız, kayma gösterdikleri yerde de onları bırakır kitabımıza sahip çıkarız. Kur’an ve sünnet elhamdülillah elimizdedir. 


Nurettin Yıldız-Fetva Meclisi

Fıkıh ilminin Gerekliliği
Kur'an ve Sünnet'in bizden istediği hayat tarzının yaşanması, öncelikle bu iki kaynağın doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu “doğru anlama” faaliyeti ise sistemli ve bilinçli bir gayreti gerekli kılar. Ulema bunun için, “anlama metodu” demek olan Usul-i Fıkıh ilmini ortaya koymuş, bu ilmin kriterlerini ve ilkelerini belirlemiştir. 
Burada iki yönlü bir faaliyetin varlığı dikkat çekmektedir: Birincisi Kur'an ve Sünnet nasslarının yapısı, hitap şekilleri, doğrudan ve dolaylı anlatım tarzları ile hükümlere delalet biçimleri üzerindeki çalışmalardır. İkincisi ise hakkında belli ve özel bir nass (ayet, hadis) bulunmayan hususlarda nasıl hareket edileceğini belirleyen ilkelerin tayinidir.
Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.
Fıkıh sahasında faaliyet gösteren ulemanın kendi aralarında dereceleri vardır ki, bunların en başında Mutlak Müçtehid olan alimler, en sonunda ise Taklid Ehli ulema gelir. Bunların ve aralarındaki kademelerde yer alan alimlerin her birinin fonksiyonları belli kitaplarda açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur'an'ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.

İlgi çekici bir örnek zikredelim: Bir ilahiyat profesörü “Kur'an'da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” demişti. Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur…


alıntı-
 Mumsema 

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

Hiç yorum yok: