9 Aralık 2013 Pazartesi

221.İMAM-I AZAM EBU HANİFE rh.a

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


Hanefi mezhebine mensup olan müslümanlar ve mezhepsizler! İmam-ı Azam'ı tanımak ister misiniz?

Asıl adı Numan b. Sabit olan İmam-ı Âzam Ebu Hanife hazretleri rh.a., hicri 80 (m. 699) yılında, Irak’ın Kûfe şehrinde doğdu. Babası Sabit b. Zuta, Hz. Ali r.a. ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için onun duasını almış salih bir zattır. Aslen Fars olduğu, soyunun İran’dan geldiği rivayet edilmektedir.

İmam-ı Âzam Kûfe’de büyüdü, orada yetişti. Babasından üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Çok küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Kıraati, ‘yedi kurra’dan biri olarak bilinen İmam Asım’dan aldı. Arapçanın sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Rasulullah s.a.v.’in ashabından Enes b. Malik, Abdullah b. Ebi Evfa, Vasile b. Eska, Sehl b. Saide ve Ebu Tufeyl Amir b. Vasile’yi gördü. Onların sohbet meclislerinde bulunup hadis dinledi. (Allah hepsinden razı olsun.)

Kendisine İmam-ı Âzam diye hitap edilmesinin sebebi kendi asrındaki alimler arasında seçkin bir yere sahip olmasındandır. İslâm alimleri, Buharî ve Müslim’de geçen Efendimiz s.a.v.’in “İman Süreyya yıldızına çıksa, Farisoğullarından biri elbette alıp getirir.” hadis-i şerifinin İmam Âzam rh.a. hakkında olduğuna kanaat getirmişlerdir.

Ticaret, ilim ve siyaset
Zengin bir tüccar ailenin çocuğu olan ve kendisi de ticaretle uğraşan İmam-ı Âzam, ilim öğrenmeye başlayışını şöyle anlatır:

“Bir gün alimlerinden Ebu Amr eş-Şa’bî’nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve:
– Nereye devam ediyorsun, dedi.
– Çarşıya, dedim.
– Maksadım o değil, alimlerden kimin dersine devam ediyorsun, dedi.
– Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum, dedim.
– İlim ile uğraşmayı ve alimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum, dedi.

Şa’bî’nin bu sözü beni etkiledi. Ticareti ortağıma bırakıp ilim yolunu tuttum.”

İmam-ı Âzam rh.a. önce kelâm ilmini ve münazara bilgilerini Ebu Amr eş-Şa’bî’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir seviyeye ulaştı. İmam-ı Âzam’ın talebesi Züfer b. Hüzeyl şöyle demiştir: “Hocam Ebu Hanife der ki: Önce kelâm ilmini öğrendim. Daha sonra Hammad b. Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladım.”

Fıkıh ilmine nasıl başladığını, talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: “Bu, Allah Tealâ’nın tevfik ve inayeti iledir. O’na daima hamd olsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birinden bir kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilminde karar kıldım. Çünkü fıkıh ilminde alimlerle bir arada bulunmak, istikamet, güzel ahlâk ve takva üzere olma imkanı mevcuttur. Aynı zamanda farzları işlemek, ibadet etmek, Rasulullah’ın sünnetine uymak da fıkhı bilmeden mümkün olmaz.”
İmam-ı Âzam, dinini öğrenip öğretmekle geçirdiği hayatının elli iki yılını Emevîler yönetiminde, on sekiz yılını da Abbasîler devrinde yaşamıştır. Her iki dönemde de halife ve valilerin yaptıkları hatalara, zulümlere de karşı çıkmış, hakkı söylemekten asla geri durmamıştır. Hatta bu yüzden hapse atılıp işkence görmüştür. Diğer taraftan Ehl-i Sünnet itikadında olan insanları saptırmaya çalışan dinsizlerle ve sapık fırkalarla da mücadele etmiştir.

İlim ölmesin diye
İmam-ı Âzam rh.a, devrinin seçkin alimlerinin pek çoğuyla görüşüp ders almış olsa da, asıl hocası Hammad b. Ebi Süleyman’dır. “Benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak” derdi. İmam-ı Âzam, hocası Hammad’ın derslerine on sekiz yıl devam etti. Bu sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiîn’den olan alimler ile görüşür, onlardan hadis dinler ve fıkıh müzakerelerinde bulunurdu. Ehl-i Beyt’e olan saygı ve muhabbetiyle de bilinirdi. Muhammed Bâkır’ın ve Zeyd b. Ali’nin (Allah onlardan razı olsun) sohbet meclislerinde bulundu.

Hocası Hammad rh.a. vefat ettiğinde İmam-ı Âzam kırk yaşında idi. Talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri ondan hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” deyip talebe yetiştirmeye ve halkın meselelerini çözmeye başladı.

Her gün sabah namazından öğleye kadar halkın sorularını cevaplandırır, öğle vakti bir miktar uyur, ardından yatsı namazına kadar talebelerine ders verirdi. Sonra evine gidip biraz istirahat eder ve tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi.

Sorulara cevap vermeden önce mesele açık olarak müzakere edilir, talebeleri meseleyi çözmeye çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra kendisi yeniden ele alıp gerekli incelemeleri yapar ve cevaplandırır, fetvayı bizzat söylemek suretiyle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Talebeleri ve ilim meclisinde bulunanlar fıkhî bir mesele sonuca ulaştırılınca şükür için tekbir getirirlerdi. Kûfe mescidi tekbir sadalarıyla dolardı.

Yaklaşımı ve içtihat usulü
İmam-ı Âzam rh.a., karşılaştığı olaylar ve sorularla ilgili olarak sayısız ictihadda bulunmuştur. Bu durum karşısında bazılarının “ayet ve hadisle amel etmeyip sadece kıyasla içtihat ediyor” şeklindeki ithamlarıyla karşılaşmıştır. İmam-ı Âzam buna karşı kendisini şöyle savunmuştur: “Biz önce Allah’ın Kitabı’nda olanı alırız. Onda bulamazsak Hz. Peygamber’in Sünneti’ne bakarız. Orada da bulamazsak Ashab’ın ittifak ettiğini benimseriz, ihtilaf etmişlerse aralarından istediğimizi seçeriz. Başkalarının görüşlerini onlara tercih etmeyiz.”

İlmini nerden aldın diye soranlara da: “Hz. Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ömer’den, Hz. Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ali’den, Abdullah b. Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah b. Mesud’dan aldım.” buyurmuştur. (Allah onlardan razı olsun)

İmam-ı Âzam rh.a. kıyas metodunu da sıkça kullanmıştır. Çünkü bulunduğu ortam, pek çok olayın meydana geldiği ve çözümün arandığı bir bölgedir. İmam Âzam’ın içtihat metodu, yetiştirdiği talebelerin verdikleri fetvalardan da anlaşılmaktadır. Bu talebelerin arasında Ebu Yusuf, Züfer b. Hüzeyl gibi kıyasta ileri derecede bulunanlar da vardı.

İmam-ı Âzam rh.a. meselelerin inceliklerini görür, onları kolayca anlardı. Ayrıca halkın uygulamalarını da göz önünde bulundurur, dinin temel ilke ve esaslarına aykırı olmadığı sürece bunları delil olarak görürdü. Asla zorluk taraftarı değildi.

Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmıştır. Bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiştir. 


İslâm alimleri, İmam-ı Âzam’ı bir ağacın gövdesine, diğer alim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bazı yönleriyle üstünlüğe erdiklerini belirtmişlerdir.

İmam-ı Âzam hakkında şahitlikler
İmam Gazalî rh.a. hazretlerinin, “Marifeti tam bir arif” olarak tarif ettiği İmam-ı Âzam, diğer alimlerin övgüsünü kazanmış bir kişiydi. Bir seferinde İmam Malik’in yanına gittiğinde İmam Malik rh.a. ayağa kalkıp ona hürmet göstermiş, o gittikten sonra da yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan b. Sabit’tir. Eğer şu ağaçtan direk altındır dese ispat eder.” demişti. Sonra Süfyan-ı Sevri yanına gelmiş, onu Ebu Hanife’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturtmuş, çıktıktan sonra da onun fıkıh alimi olduğunu söylemiştir.

İmam Malik’e, “Ebu Hanife’den bahsederken onu diğerlerinden daha çok övüyorsunuz” dediklerinde, “Evet öyledir. Çünkü o insanlara ilmi ile faydalı olmakta. Onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. İsmi geçince insanlar ona dua etsinler diye onu hep methederim.” buyurmuştur.

İmam Şafiî rh.a. de: “Ben Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh alimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur. .

Ahmet ibn Hanbel rh.a.: “Ebu Hanife, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan), zühd (dünyaya düşkün olmayan) ve isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi.” buyurmuştur.

İmam Rabbanî ve Muhammed Parisa hazretleri de buyurmuşlardır ki: “İsa Aleyhisselam gökten inip İslâm diniyle amel edince ve içtihat buyurunca, içtihadı İmam-ı Âzam rh.a.’in içtihadına uygun olacaktır. Bu da onun büyüklüğünü, içtihatlarının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”

Yahya b. Muaz hazretleri de buyurmuştur ki: “Peygamber Efendimiz’i rüyada gördüm ve ‘ey Allah’ın Rasulü, seni nerede arayayım?’ dedim. Cevabında, ‘Beni Ebu Hanife’nin ilminde ara.’ buyurdu.”

Son asrın, zahir ve batın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük alim Seyyid Abdülhakim Arvasî k.s. buyurdu ki: “İmam-ı Âzam, İmam Yusuf ve İmam Muhammed de, Abdülkadir Geylanî gibi büyük evliya idiler. Fakat alimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani her biri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı Âzam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife, nübüvvet ve velayet yollarının kendisinde toplandığı Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilâhiyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini ‘O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!’ sözü ile anlatabildiler. Altın Silsile’nin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, velayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber Efendimiz’in vârisidir. Hadis-i şerifte, ‘Alimler peygamberlerin vârisleridir.’ buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahirî ve batınî ilimlerde Peygamber Efendimiz’in vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”

Vefatı
Talebelerinin derlediği, “Fıkhu’l-Ekber”, “El-Fıkhül-Ebsat”, “El-Âlim ve’l-Müteallim”, “Er-Risâle” ve “El-Vasıyye” adlı eserleri de bırakan İmam-ı Âzam Ebu Hanife hazretleri, hicri 150 (m.767) yılında Bağdat’ta vefat etti.

Vefatıyla ilgili bilgiler ihtilaflıdır. Halife Mansur’un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda geçmektedir. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü işkence sonucu güçsüz düştüğü ve vefat ettiği bildirilmektedir. İmam-ı Âzam’ın hapisten çıktıktan sonra zehirlenerek öldürüldüğü hakkında da rivayetler vardır.

Vefat haberi, duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenazesini Bağdat kadısı Hasan b. Ammare yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allah Tealâ sana rahmet eylesin. Otuz senedir gündüzleri oruç bozmadın. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin. İçimizde en çok ibadet edenimiz sendin. En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin!”

Cenazesinin kaldırılacağı sırada Bağdat halkı oraya toplanıp büyük kalabalık oldu. Bu sebeple ikindiye kadar altı defa cenaze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammad kıldırmıştır. Bağdat’ta Hayzeran kabristanında toprağa verildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona dua ettiler.

Büyük hadis alimlerden Şu’be’ye vefat haberi ulaşınca, “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar.” dedi. İslâm alimleri, “Yüz elli yılında dünyanın ziyneti gider.” hadis-i şerifinin de İmam Âzam’a işaret ettiğini bildirmişlerdir.

Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d Harezmî, İmam-ı Âzam hazretlerinin kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi. Allah Tealâ ona rahmet, bizi de şefaatine mazhar eylesin.


Ebu Hanife, 20 yıl hocası Hammad b. Ebî Süleyman’ın fıkıh meclislerine katılmış. Onun ölümünden sonra da 30 yıl hocasının yerinde dersler verip binlerce meselede içtihat yapmıştır. Toplam fıkıh ve içtihat hayatı 50 sene, yani yarım asır, birçok insanın ömründen bile fazla.Yarım asır içtihat faaliyetinde bulunan ve bu sürede elde edilen ilim ve tecrübeyi görmezlikten gelip hiçe sayan mezhepsizler nasıl bir mahrumiyet ve bedbahtlık içindedirler..

Şimdi, ilim, anlayış ve ahlaklarıyla bir hukukçuda aranan tüm özellikleri kendilerinde fazlasıyla bulunduran bu müçtehit imamların yarım asrı bulan fıkhî çalışmalarında ortaya koydukları içtihatların Kur’ân ve sünneti özellikle de fıkhı anlamamız için vazgeçilmez olduklarını itiraf ve ikrar edip onlardan azami surette istifade etme yolunu seçmek yerine, onların bu müthiş müktesebatını Kur’ân ve sünnetle aramızda aşılması gereken bir engel olarak görmek hangi insaflı ve akl-ı selim sahibi kişiyi gayrete getirmez!?

Türk hukukçuları karşılaştıkları yeni olayların hükmünü bulma konusunda İsviçre mahkemelerinin içtihatlarını bulunmaz bir hazine olarak görürken, bizim 1400 yıllık fıkıh ve içtihat müktesebatımızı bir engel görüp yıkmaya çalışmamız nasıl bir buhrandır!?

Demek ki, bizim gözümüzde müçtehit imamların çağlara uzanan içtihat ve fetvalarının, İsviçre mahkeme içtihatlarının Türk hukukçuları gözündeki kadar bir değeri yokmuş. Ne acı!!


Y.Kızılırmak'ın yazısından faydalanılmıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: