1 Aralık 2013 Pazar

214.UZLETE ÇEKİLMENİN ZARARLARI :Tecrübe Edinmek

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

VII. Tecrübe Edinmek
Tecrübeler, halk ile karışmaktan ve halkın hâllerini görmekten elde edilir. Elbette akıl, din ve dünya maslahatlarını anlamakta tek başına yeterli olmaz. Ancak tecrübe ve temas bu şekildeki maslahatları anlamakta fayda verir. Tecrübelerin eliyle yoğrulmamış bir kimsenin uzlete çekilmesinde hiçbir fayda yoktur. Çünkü çocuk uzlete çekilirse, katıksız cahil olarak kalır. Halbuki önce öğrenmekle meşgul olmak, öğrencilik müddetinde muhtaç olduğu tecrübeleri elde etmek gerekir. Bu da daha sonra kendisine yeter. Geri kalan tecrübeler halkın durumlarını dinlemekten elde edilir. Artık bundan sonra halka karışmaya muhtaç olmaz.

Tecrübenin en mühimlerinden biri kişinin kendi nefsini, ahlâkını ve iç âleminin sıfatlarını bilmesidir. Kişi ancak uzlete çekilmek suretiyle böyle bir bilgiye güç yetirebilir. Çünkü her tecrübe tenhada kolaydır. Öfkeli veya kinli veya hasetçi bir kimse, nefsiyle başbaşa kaldığı zaman onun pisliği dışarıya taşmaz.
İşte bu sıfatlar haddi zatında öldürücü sıfatlardır. Onları silmek ve yok etmek farzdır. Onları tahrik eden şeylerden uzaklaşmak suretiyle nefsi sükûnete kavuşturmak kâfi değildir. Bu bakımdan bu sıfatlarla dolu bir kalbin misali tıpkı cerahatle ve zamanla alttan dolmuş bir yaranın misaline benziyor. Bazen yaranın sahibi, yaraya dokunulmadıkça veya kıpırdanmadıkça elemini hissetmez. Eğer yarayı elleyecek bir ele veya yaranın durumunu görecek bir göze sahip değilse veya yarayı kıpırdatacak bir kişi beraberinde yoksa, çoğu zaman yarasının iyi olduğunu zanneder. Nefsindeki cerahati hissetmez. Onun yok olduğuna inanır. Fakat biri yarayı eşelerse veya hacamat yapanın aleti yaraya isabet ederse yaradan cerahat akar. Akmaktan menedilen ve zorluk suretiyle bağlatılan birşeyin, bırakıldığı zaman körü körüne yuvarlanıp gitmesi gibi, feyezan eder. İşte kin, cimrilik, haset, öfke ve diğer kötü sıfatlar ile dolu bulunan kalp de aynen böyledir. Bu kalbin pislikleri, ancak ellendiği zaman başgösterir. İşte bundan dolayı ahiret yolunun yolcuları, nefislerini tezkiye etmeye çalışırlar, nefislerini denerler. Onlardan herhangi bir kimse nefsinde gurur ve kibri hissederse o gurur ve kibri silmeye çalışır. Hatta onlardan bazıları su dolu bir dağarcığı halk arasında sırtlar veya bir kucak odunu tepesine alır ve çarşılarda gezdirir ki bununla nefsini denemiş olsun. Çünkü nefsin hileleri ve şeytanın desiseleri gizlidir. Az kimse bunları hissedebilir.

Bu sırra binaen bir zatın şöyle dediği hikaye edilir:
Ben otuz senelik namazımı yeniden kıldım. Oysa ben o namazlarımı cemaatin birinci safında kılmıştım. Fakat bir ara özürden dolayı geri kaldım. Birinci safta yer bulamayınca ikinci safta durdum. Bir de ne göreyim, halkın bana bakmasından dolayı nefsim bir hacalet ve utangaçlık içinde kaldı. ´Nasıl oluyor da birinci saf benim elimden alınabiliyor´ diye kendi kendime mırıldanıyordum. Böylece bildim ki, şimdiye kadar kılmış olduğum namazlarım riya ile katışıp halkın bana bakmalarının lezzetiyle meczedilmiştir. Onların beni hayırlı işlere koşanlar zümresinden görmeleriyle karışmıştır!

Bu bakımdan halk ile karışmanın kalbin gizli pisliklerini çıkarmak ve açıklamak hususunda büyük faydası vardır ve bu sırra binaen denilmiştir ki: ´Yolculuk insanın ahlâkını ortaya çıkarır´. Çünkü yolculuk halkla karışmanın daimi bir çeşididir.

 Bu mânâları bilmemekten birçok amel yanar. Bu mânâları bilmekten dolayı da az bir amel arttıkça artar. Eğer o olmasaydı ilim amelden üstün olmazdı. Zira namazı bildiren ilimin ki sadece namaz için kastedilir namazdan üstün olması muhal olur. Çünkü biz biliyoruz ki, başkası için istenen bir şeyden, bizzat kendisinden ötürü istenen şey daha üstündür. Oysa şeriat, âlimin âbidden üstün olduğuna hükmetmiştir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur:
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, ashabımın derece bakımından en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.

Bu bakımdan ilmin üstünlüğü üç yöndendir:
1. Bizim söylediğimizdir.
2. Faydası başkasına sirayet edici olduğu için faydasının umumi olmasıdır. Amelin ise faydası başkasına geçici değildir.
3. İlimden Allah´ın sıfat ve fiillerini bildiren ilim kastedilmelidir. Böyle bir ilim, her amelden daha üstündür.

Amellerin gayesi kalbi halktan yaratıcıya çevirmektir ki kalp, halktan yaratıcıya döndükten sonra, yaratıcının bilinmesine ve sevilmesine daha fazlasıyla yanaşmalıdır. O halde amel ve amelin ilmi, bunun için istenir. Amel bunun şartı gibidir ve bu hakîkate şu ayetle işaret buyurulmuştur:
Hoş kelimeler O´na yükselir. Salih ameli de hoş kelimeler yükseltir. (Fatır/9)

İşte buradaki ´hoş kelimeler´ bu ilmin ta kendisidir. Amel ise bu ilmi maksadına kaldırıp götüren bir hammal gibidir. Bu bakımdan kaldırılan kaldırandan daha üstündür. 


 Sen uzletin fayda ve tehlikelerini bildiğin zaman, kesinlikle göreceksin ki, mutlak bir şekilde ´uzlet daha efdaldir´ veya ´halka karışmak daha üstündür´ demek yanlıştır. Şahsa ve şahsın haline, arkadaşına ve arkadaşının haline bakmak gerekir, insanı halka karışmaya zorlayan sebep, halka karışma sebebiyle elden kaçan faydalardan herhangi birine dikkatle bakıp izlemek lazımdır. Elden kaçan, elde edilenle mukayese edilmelidir. İşte o zaman hakîkat görünür ve en faziletlisi açığa çıkar.
İmam Şafiî´nin sözü burada tam bir ölçüdür.

Zira kendileri Yunus b. Abdulâlâ´ya şöyle demiştir: ´Ey Yunus! Halka yüzünü ekşitmek düşmanlık kazanmanın aletidir! Halka tamamen açılıp güler yüzlülük göstermek ise, kötü arkadaşların celbine alettir. Bu bakımdan sen surat asmakla, güler yüzlülük arasında bulun!´

Bu sırra binaen ihtilat ve uzlette mutedil olmak farzdır. Bu ise, hallere göre fayda ve âfetlerin düşüncesiyle değişen bir durumdur. Böylece en faziletlisi açığa çıkar. İşte sarih ve açık hakîkat budur. Bunun dışında söylenilen her hüküm kusurludur. Ancak şu var ki herkes içinde bulunduğu özel hâlinden haber vermiştir. Onun özel hâliyle, hâlde kendisine muhalif olan bir kimsenin üzerine hükmetmek caiz değildir. İlmin zahirinde âlim ile sufi arasındaki fark buna dönüşür. Şöyle ki, sûfî ancak kendi özel hâlinden dem vurur. Bu bakımdan çeşitli meselelerde sûfîlerin vermiş oldukları cevaplar elbette çeşitli olacaktır. Âlim ise, hakkı olduğu gibi idrak eden bir kimse demektir. Hiçbir zaman nefsinin hâline bakmaz. Hak ona keşfolunur. Bu hükümde hiç ihtilaf edilmemiştir. Zira hak daima birdir. Fakat hakkı bilmekte kusurlu olanlar ise, sayısı hadde hesaba sığmayacak kadar çoktur. Bunun için sûfîlerden fakirlik hakkında sorulduğunda, herbiri başkasının cevabına ters düşecek bir cevap vermiştir. Bütün bu cevaplar, cevap verenin özel haline göre haktır. Ama esasında hak değildir. Zira hak ancak birdir. 


Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: ´Fakir o kimsedir ki, ne kimseden birşey ister, ne de hiçbir şeyde muarazada bulunur. Eğer kendisiyle muaraza yapılırsa, sükût eder´.

Sehl Tusterî dedi ki: ´Fakir odur ki, dilenmez ve toplamaz´.


Bir zat da şöyle demiştir: ´Fakirliğin senin olmamasıdır... Eğer senin olursa, senin olmaması hasebiyle senin için olmamasıdır´.

İbrahim Havas dedi ki: ´Fakirlik şikayeti terketmek, belânın eserini açığa vurmaktır´.


Eğer yüz sûfîye fakirliğin tarifi sorulsa yüz tane cevap verildiği görülür. İki kişinin aynı cevabı verdiğine binde bir rastlanır. Bütün bu cevaplar bir yönde haktır. Çünkü herkes kendi halinden ve kalbine galip gelen durumdan dem vurur. Bunun içindir ki, onlardan iki kişi görmezsin, arkadaşının tasavvufta sabit kademli olduğunu söylesin veya arkadaşını övsün. Herbiri kendisinin hakka vasıl olduğunu ve hakka vakıf olduğunu iddia eder. Çünkü bu zevatın tereddütleri kendilerinde oluşan hâllerin durumuna göredir. Bunlar, ancak nefisleriyle meşgul olurlar. Nefislerinden başkasına bakmazlar. Fakat ilmin nuru parladığı zaman, herşeyi kapsar, perdeyi kaldırır, ihtilâtı ortadan söker ve atar.

Bunların görüşleri, gölgeye nazaran zeval (öğle) vaktinin delilleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürenlerin görüşüne benzer. Onların bazıları ´Bu gölge yaz mevsiminde iki ayak olur´ demiştir. Diğer bir grup ise ´Yaz mevsiminde yarım ayaktır´ demişlerdir. Başkası bunlara hücum etmiş ve demiş ki: ´Kış mevsiminde yedi ayaktır´. Başkasından hikaye edildiğine göre ´beş ayaktır´. Başka bir grup da bunlara hücum etmiştir.

İşte fakîhlerin bu keşmekeşlikleri sûfîlerin cevap ve ihtilaflarına benzer. Zira bu fakîhlerin herbiri bulunduğu memleketin gölgesine göre hüküm vermiştir ve sözünde doğrudur. Fakat yanıldığı nokta; başkasını yanlışlıkla itham etmesidir! Çünkü bu kimsenin hatası, bütün dünyanın onun bulunduğu memleketten ibaret olduğunu veya bütün dünyanın onun memleketi olduğunu sanmasıdır. Nitekim sûfînin de herşeye kendisinin özel hâliyle hükmettiği gibi!... Oysa zeval vaktini bilen zat o kimsedir ki; gölgenin uzama ve kısalmasının illetini memleketten memlekete değişmesinin sebebini bilir. Böyle bir kimse, çeşitli memleketlere göre çeşitli hükümlerden haber verir ve der ki ´Bazı memleketlerde zeval zamanında gölge diye birşey kalmaz. Bazılarında gölge uzar. Bazılarında da kısalır´.

İşte uzlet ve ihtilatın faziletinden zikretmek istediğimiz ka-darını beyan etmiş bulunuyoruz.

 O halde uzlete çekilen bir kimse için, bu uzletiyle nefsini halka zarar vermekten sakındırmak niyetini herşeyden önce taşıması gerekir, sonra ikinci derecede şerirlerin şerrinden selâmet kalmayı talep etmeli, üçüncü derecede müslümanların haklarını yerine getirmekte kusur etmenin âfetinden kurtulmayı, dördüncü derecede himmetinin bütün varlığıyla Allah´a ibadet etmeyi niyet etmelidir. İşte uzlete çekilenin niyetinin âdâbı böyle olmalı ki, uzletin meyvesini koparıp yemiş olsun. Halkın fazlaca yanına girmesini, ziyaretine gelmesini menetmeli ki vakitlerinin çoğunu boşa geçirmeye vesile olmasınlar! Halkın haberlerini sormaktan, memlekette cereyan eden olaylara kulak vermekten sakınmalıdır. Halkın meşgul olduğu şeyleri sormamalıdır. Zira bütün bunlar kalbe dikilen fidanlar olur. Hatta haberi olmaksızın namaz ve düşünce esnasında kalbin içinde fideleşir. Bu bakımdan haberlerin kulağa girmesi, tohumun yere düşmesi gibidir. Muhakkak bitmesi, köklerini yere, dallarını havaya bırakması lazımdır. Biri diğerini gerektirir. Uzlete çekilen kişinin mühim vazifelerinden biri, Allah´ın zikrine mani olan vesveselerin kökünü kazımaktır. Halkın haberi ise, vesveselerin kaynak ve kökleridir.
Uzlete çekilen kişi, az bir geçime kanaat getirmelidir. Aksi takdirde geniş adımlar atmak onu halka muhtaç ve mecbur eder. Dolayısıyla ihtilata muhtaç olur. Komşularının eziyetine sabırlı olmalıdır. Uzlete çekilmesinden dolayı hakkında söylenen methiyelere kulağını tıkamalıdır veya ´Neden ihtilali terketmiş ´ diye aleyhine atıp tutanları duymamazlıktan gelmelidir. Çünkü bütün bunlar, kalbe menfi tesir eder, velev ki kısa bir müddet için de olsa. Kalp böyle şeylerle meşgul olduğu zaman, muhakkak ahiret yolunda atılan adımlardan geri kalır. Çünkü yürümek kalp huzuruyla beraber zikir ve virde devam etmekle mümkün olur veya Allah´ın celâl sıfatı, fiilleri, gökler ve yerin melekutunu düşünmekle veya amellerin inceliklerini, kalpleri ifsad eden şeyleri ve bunlardan sakınmanın yollarını aramakla mümkün olur. Bütün bunlar, boş vakit isterler.

Bunlara kulak vermek, hal-i hazırda kalbi teşviş eder. Bazen de beklenmedik bir anda zikrin devamı esnasında bunlar yeni yeni hatıra gelirler. Uzlete çekilenin salih bir hanımı veya salih bir arkadaşı olmalı ki, günde bir saat ibadete devamın yorgunluğunu gidermek için nefsi onunla istirahata kavuşsun. Böyle bir istirahat ibadet etmeye yardımcı olur. Kişi dünyadan tamahını kesmelidir. Tamah, ancak emelini kısaltmakla kesilir. Nefsine uzun bir ömür takdir etmemesiyle, akşamlamayacak üzere sabahladığı, sabahlamayacak üzere akşamladığı zihniyetiyle sona erer. Böylece bir günün sabrı kendisine kolay olur. Fakat eğer eceli gecikirse kişiye yirmi sene sabretmeye azmetmek kolay gelmez. Bu bakımdan kişi ölümü ve kabirdeki tenhalığı hatırlamalıdır. Hele kalbi yalnızlıktan daraldığı anda...

Kişi kesinlikle bilmeli ki, ünsiyet edecek kadar Allah´ın zikir ve marifeti bir kimsenin kalbinde yerleşmedikçe, böyle bir kimse ölümden sonraki yalnızlığın vahşetini kaldıramaz ve buna güç yetiremez ve yine muhakkak bilmelidir ki, Allah´ın zikri ve marifetiyle yakınlık kuran bir kimsenin yakınlığını ölüm silip kaldıramaz. Böyle bir kişi marifet ve yakınlığı sayesinde diri kalır. Hem de Allah´ın üzerindeki fazilet ve rahmetiyle sevindiği halde kalır.

Nitekim Allah Teâlâ şehidler hakkında şöyle buyurmuştur:
Sakın Allah yolunda öldürülenleri, ölüler sanma! Doğrusu, onlar Rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar Allah´ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı neşeli haldedirler.
(Âlu İmran/169-170)

Kim nefsinin cihadında Allah için tecerrüd edip çalışıyorsa, o şehiddir. Ölüm, ister önce, ister sonra her ne zaman gelir ona yetişirse yetişsin, durumu değiştirmez. Bu bakımdan mücahid o kimsedir ki, nefsi ve hevasıyla mücahede eder.

Nitekim Hz. Peygamber bu durumu açık bir şekilde dile getirmiştir. En büyük cihad nefis cihadıdır. Nitekim sahabîlerden bazıları şöyle demişlerdir: ´Biz küçük cihaddan büyük cihada döndük´. Sahabe-i kiram bundan nefis cihadını kastetmektedir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Hiç yorum yok: