31 Ekim 2013 Perşembe

181. İNSANIN YOL AYRIMI:Hak-Batıl


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

İçine düştüğümüz belirsizliğin, zeminsizliğin temelinde doğru ile yanlışı ayırt edememek yatıyor. Doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini; yani hak ile batılı ayırt edememek… Bu durum Rabbimiz’in bize öğütlediği ve öğrettiği hakikatlerden uzaklaşmanın bir sonucu. Hak ve hakikat yerli yerinde duruyor. Değişen ise biziz. Bu değişim hakikate doğru bir gelişme değil ne yazık ki. Tam aksine hakikatten uzaklaşma, yönü kaybetme olarak gerçekleşiyor. Çağa, zamana uyum adına, hakka-hakikate uyumumuzu kaybettik. Bunun bizden başka sorumlusu yok. İçinde bulunduğumuz durum; bizim iyiyi, güzeli, doğruyu ne kadar istediğimiz, ne kadar hakettiğimizle ilgili. Biz gerçekten istesek değişeceği kesin. Doğrunun ve yanlışın; yani hakkın ve batılın bulunduğu iki yol var. Adem a.s.’dan beri insana sunulan hak ve yine O’ndan beri haktan saptırmak isteyen batıl. Hakkı hak bilmek tek kurtuluş yolumuz. İkiden fazla yol yok. Hak ve batıl. Tercih bize kalmış…

Batılı gibi düşünme ve Batılı gibi yaşama tarzının hayatın temeline yerleştirildiği son 200 yıllık sürece “modern dönem” diyoruz. Toplum olarak, arka plânını çok da iyi sorgulamadan kullandığımız “bireysel özgürlükler”, “çağdaş anlayış”, “uygar insan olma”, “ hoşgörü” gibi birçok kavram aracılığıyla değer yargılarımızı şekillendiren ve hayatımızı derinden etkileyen bu dönem, çevremize, olaylara, varlığa ve hayata “müslümanca” bakışımızı da etkisi altına aldı.

Bu kavramların üretildiği kaynak Batı olduğu için, bunlar vasıtasıyla insanlığın yönlendirilmek istendiği istikamet de Batı tarzı düşünce ve Batı tarzı hayattan başkası değil.

Bu anlayışa göre,
Batı’nın ulaştığı nokta, insanlığın varabileceği en ideal ve mükemmel seviyedir. Madem ki Batı dünyası bilimde ve teknolojide bu kadar ileriye gitmiştir, öyleyse biz de ilerlemek için Batılılar gibi düşünmeli, onlar gibi davranmalı, hayata onların baktığı pencereden bakmalıyız; yani Batılılaşmalıyız.

Batılı düşünce, bir ilke olarak benimsediği “çoğulculuk” gereği toplumdaki kimi farklılıkları belli bir hoşgörüyle karşılıyor olabilir. Ancak temel noktalarda “modern anlayış” ile bağdaşmayan değer yargıları ve anlayışlar, hor görülmeye ve hayatın dışına itilmeye mahkûm durumdadır. Bizim ve daha birçok toplumun yaşadığı nice tecrübe bu durumu ispat etmektedir.

Sözünü ettiğimiz bu anlayış, müslümanlar olarak bize temel kavramlarımızın ve değer yargılarımızın birçoğunu unutturdu. Kelimenin tam anlamıyla bir kimlik erozyonuna uğradık. İleri ve uygar olmak adına toplum ve fert olarak bizi biz yapan değerleri arkamıza attık. 


“İyiliği emredip kötülükten sakındırma”nın yerini hoşgörü, 
“haya”nın yerini özgür davranma,
 “infak”ın yerini nemelazımcılık,
 fedakârlığın yerini bencillik… aldı.

Gün geçtikçe hayatımızdan biraz daha uzaklaşan bize özgü değer yargılarının başında hak-batıl ayrımının geldiğinde şüphe yok. Zira hakkı hak, batılı batıl olarak gören bir toplumda, batılın bu derece aleniyet kazanması, hakkın ise açığa vurulmaması gereken bir “ar” olarak görülmesi mümkün değildir.

Her şeyin baş aşağı olduğu bu dönemde biz müslümanlar için bugün “hak” ve “batıl” kavramları ne ifade ediyor? Temel kaynaklarımızın ve bizden önceki nesillerin bu noktadaki tavrı nedir? Ve bu iki kavramın bireysel ve toplumsal hayatımızda oynaması gereken rolü nasıl ortaya koyabiliriz?

Dünyanın tek merkezli ve tek kutuplu bir hayata doğru hızla itildiği günümüzde bu sorular bizim için hayatî bir önem arz ediyor.

Hak Nedir?

Çok geniş bir anlam sahasına ve kullanım zenginliğine sahip olan “hak” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde sıkça geçmektedir. Kur’an’da 247 yerde zikredilen bu kelimenin, “mutlak gerçek, sabit, tartışmasız doğru, varlığı kesin olan” şeklindeki anlamları konumuz açısından son derece önemlidir. Yüce Allah’ın Esma-i Hüsna’sından birisi olan “el-Hakk ” ism-i şerifi de, “varlığı ve gerçekliği tartışmasız biçimde kesin olan, bütün fiillerinde hikmet bulunan” anlamındadır.

Yolunu şaşırdığı her dönemde insanoğlunu hidayete ve sırat-ı müstakime kılavuzlamak için gönderilen ilahî kitaplar da mutlak gerçeği ihtiva etmeleri dolayısıyla “hak”tır. Yani Hak’tan gelen hak!..

Bu noktada Kur’an-ı Kerim’in, “hak” kelimesini bizzat kendisi için kullanmış olması manidardır: “De ki: “Bu hak (kitap) Rabbiniz’dendir.” (Kehf, 29)

Kendisi hak olan ve Hak’tan gelen bu Kitab’ın getirdiği inanç ilkeleri, hükümler, emir/yasaklar ve değer yargıları da elbette hak, yani mutlak gerçek, tartışmasız hakikat ve kesin doğru olacaktır. Böyle olduğu içindir ki “hakkın gelmesiyle batıl zail olmuştur.” (İsra, 81)

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz Mekke’nin fethinde, müşrikler tarafından Kâbe’nin etrafına dizilmiş olan putları elindeki sopa ile bir bir devirirken, “Hak geldi, batıl zail oldu” ayetini okuyordu. Burada farkına varmamız gereken hassas nokta şurasıdır: Efendimiz s.a.v., bu hareketiyle sadece Tevhid inancının gelmesiyle birlikte şirkin ve inkârcılığın ortadan kalktığını değil; aynı zamanda o putlar merkezinde şekillenen ve bütünüyle sahte olan hayatın, değer yargılarının ve anlayışların da son bulduğunu ilan ediyordu.

Kısaca ifade edecek olursak hak, Cenab-ı Hakk’ın gerek Kur’an, gerekse Efendimiz s.a.v. vasıtasıyla bizi varlığından haberdar ettiği, bizi teşvik ettiği ve bize emrettiği her şeydir.

Efendimiz s.a.v, “hak” kelimesinin geniş anlam muhtevasını, teheccüd namazı kılmak için kalktığında okuduğu şu duada bize son derece çarpıcı biçimde öğretmektedir:

“Allahım! Hamdler sanadır. Sen yerin ve göklerin kayyumusun, onları ayakta tutansın. Hamdler yalnızca senin içindir. Sen göklerin ve yerin nurusun; hamdler sana mahsustur. Sen Hak’sın, vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, sözün haktır, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıyamet haktır…” (Buharî)

Batıl Nedir?

Kur’an-ı Kerim’de türevleriyle birlikte 36 yerde geçen “batıl” kelimesi ise “boş, faydasız, abes düşünce ve davranış, hata, zulüm, yokluk, hiçlik, temelsiz ve devamsız olmak, gerçek bilgiye dayanmayan (sahte) delil, hakkı örten perde” gibi anlamlara gelmektedir.

Cahiliye döneminin ünlü şairlerinden birisi iken bilahare İslâm’la şereflenen Lebîd r.a.’ın, Efendimiz s.a.v tarafından da beğenilen “Dikkat edin! Allah’tan başka her şey batıldır” şeklindeki sözü (Buharî, Müslim), Allah Tealâ’nın zatından ve O’ndan gelen hakikatten başka her şeyin batıl olduğunu ifade etmesi bakımından gerçekten çarpıcıdır.

Müslümanlar, Cenab-ı Hak’tan gelen hakkın temsilcisi iken, mümin olmayanların batılın temsilcisi olduğunu vurgulayan Efendimiz s.a.v. de bu noktaya dikkatlerimizi çekmektedir (Buharî). Bu özellikleri sebebiyle müslümanlar, ahirette bütün insanlık üzerine şahit tutulacaklardır: “Böylece sizi vasat (adil) bir ümmet kıldık ki, insanlar üzerine şahitler olasınız ve Rasul de sizin üzerinize şahit olsun.” (Bakara, 143)

Yine kısaca ifade edersek batıl, Cenab-ı Hakk’ın, Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz vasıtasıyla bize ulaştırdığı ilâhi evrensel hakikatlere aykırılık teşkil eden, onlarla çatışan her türlü inanç, söz, davranış, hüküm ve değer yargısıdır.
Hakkın ve Batılın Karakter Özellikleri

Hak ve batıl kavramlarının Kur’an ayetlerinde ve Efendimiz s.a.v.’in hadislerinde kullanılış tarzlarına bakarak, bu iki kavramın karakter özellikleri hakkında şu tesbitleri yapabiliriz:

- Hak tektir ve mutlaktır. Buna karşılık batıl birden fazla biçim ve muhtevada tezahür edebilir, değişken ve kaypaktır.

- Hak kalıcıdır, batıl ise köpük misali gelip geçicidir.

- Hak, zamana ve zemine göre mahiyet değiştirmez. O, her zamanda ve her mekânda haktır. Batıl ise zamandan zamana ve zeminden zemine mahiyet değiştirebilir.

- Hak ilâhi kaynaklıdır. Batıl ise şeytan ve nefsin iğvasıyla beşer tarafından ortaya konur.

- Hak daima üstün ve galipdir; batıl ise mağlubiyete mahkûmdur.

- Hak yükseltir, batıl ise alçaltır.

Bu temel özellikleri dolayısıyla hak ile batıl arasında her zaman bir uzlaşmazlık ve çatışma olagelmiştir. Birinin bulunduğu yerde öbürü yaşama imkanı bulamaz. Birinin varlığı öbürünün yokluğu demektir.
Diyorlar ki…

Hak yolunun büyükleri de sürekli bu noktaya dikkat çekerek bizleri uyarmıştır.

Ashaptan Übeyy b. Kaab r.a:

“Mesafeli durduğun veya kızgın olduğun birisinden de gelse hakkı kabul et. Sana yakın olan ve sevdiğin birisinden de gelse batıldan uzak dur.” (Ebu Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, 9/121)

İbrahim b. Edhem k.s:

“Batıla çokça nazar etmek, kalpteki hak marifetini söndürür.” (Hilye, 8/22)

Zühd yolunun bir diğer büyük ismi Abdullah b. Hubeyk k.s:

“Batıl şeylere çokça kulak vermek, kalpteki taat lezzetini söndürür.” (Hilye, 10/169)

Hak-Batıl Mücadelesi

İnsanlık tarihi temelde hak ile batılın temsilcileri arasında geçen mücadelenin tarihidir. Hak ve hakikatten uzaklaşarak batıla saptığı her dönemde, insanoğluna peygamberler vasıtasıyla ilâhi mesaj, yani hak ve hakikat hatırlatılmış; ancak bir süre istikamette yürüyen insanoğlu, yeniden kendisine zulmederek batılı hakka tercih yolunu tutmuştur.

İnsanoğlunun batıla sapması masum ve zararsız bir tercihten ibaret olarak görülmemelidir. Zira insan, batılı tercihi, hakkı çiğneyerek yapmaktadır. Batılı tercih etmenin başka bir yolu da, anlamı da yoktur. “İnkârcılar, hakkı batılla ortadan kaldırmak için mücadele ederler.” (İsra, 56)

Cenab-ı Hakk’ın rahmetinin büyüklüğüne bakın ki, hakkı ortadan kaldırmak için mücadeleyi hayat tarzı olarak seçmiş bulunan inkârcılara her seferinde uyarıcı bir kitap ve elçi göndererek kendilerini doğruya, güzele, hakka çağırmıştır.


Hakkı Batıla Değişmek

Şüphesiz hak-batıl mücadelesi günümüzde de devam etmekte ve inkârcıların hakkı batılla ortadan kaldırma gayretleri sürmektedir.

Tam bu noktada şu hayatî tesbit üzerinde durmamız gerekiyor: Müslümanların, kendilerine ait olmayan herhangi bir hayat tarzını ve değerler sistemini benimsemesi ile başka bir toplumun bu tarz bir kimlik değişimi yaşaması arasında kıyas kabul etmez bir farklılık vardır. Zira müslümanlar hak ve hakikatin biricik temsilcileridir ve onların yabancı bir kimliğe bürünmesi, hakkı bırakarak batılı tercih etmek, hakkı batılla değiştirmek anlamına gelmektedir.

Tarih içinde ehl-i hak ile ehl-i batılın aynı ortamı paylaştığı sayısız örnek vardır. Hakkın ve hakikatin temsilcileri ve şahitleri olan müslümanlar, batılın temsilcisi olan her din ve kültürden insanlarla bir arada yaşarken, onların inanç, kültür ve hayat tarzlarının da garantisi olmuşlardır. Ancak yukarıda da örneklerini gördüğümüz gibi, hak ehli batıl ehline her zaman mesafeli durmuş, batılın gölgesinin bile hak aynası üzerine düşmemesi için azami gayret sarf etmiştir.

 Hak ile batılın karakter özelliklerini anlatırken hakkın daima üstün, batılın ise mağlup olduğunu söylemiştik. Ancak tarihte istisnai de olsa batılın hakka zahiren galebe çaldığı dönemler olmuştur. Acaba bu durumu nasıl açıklayabiliriz?

İtikadî bid’at fırkalardan Mu’tezile döneminde Ehl-i Sünnet’in ileri gelenlerinden pek çok kimsenin, “Kur’an mahluktur” görüşünü tasdik etmedikleri için korkunç işkencelere maruz kaldığını biliyoruz. İmam Ahmed b. Hanbel rh .a. de bunlar arasındadır. İşkence altında tutulduğu günlerden birinde kendisine, “Ey Ebu Abdullah! Nasıl oldu da batıl hak üzerine galebe çaldı?” diye sorulduğunda şöyle demişti: “Batılın hakka galebesi, ancak kalplerin haktan batıla intikali halinde olur. Bizim kalplerimiz ise hakla beraber olmaya devam halindedir.” (Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 11/238)

Günümüzde Ne Değişti?


İmam Ahmed b. Hanbel rh .a.’in bu tesbitini günümüze uyarlayarak konuşacak olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:

Temsilcisi kılındığımız mutlak hakikat ile bağdaşmayan, yani batıl olan herhangi bir görüş, değer yargısı veya uygulama ile karşılaştığımızda eğer hak-batıl ayrımı kalbimizde bütün canlılığıyla hayatiyetini sürdürüyorsa, batıl hakka galebe çalamamış demektir.
Ancak eğer yazının başında birkaçını zikrettiğimiz batıl kaynaklı değer yargıları kalbimizde kendisine yer etmeye, hatta “islâmîleştirilmeye” başlamışsa, hüsran kapımıza dayanmış demektir.

Esas tehlike şuradadır: Batıl değer yargılarını ve hayat tarzını benimseyenlerin bir kısmının, bu değer yargılarını ve hayat tarzını Yüce Dinimiz ile bağdaştırmaya çalışması, Kur’an’ın ifadesiyle “hakka batıl karıştırılması” demektir ve böyle bir tavır tümüyle reddedilmelidir.

Kur’an İlâhi Koruma Altında Ama…

Unutmayalım ki Tevrat ve İncil de tümüyle tahrif edilmiş değildir. Bu kitaplarda mevcut ilâhi hakikatlerin bir kısmı olduğu gibi bırakılırken, bir kısmı yahudi ve hıristiyan din adamları tarafından değiştirilmiştir ve Kur’an-ı Kerim bu durumu “hakka batıl karıştırılması” olarak nitelendirip reddetmiştir.

Gerçi Yüce Kitabımız Kur’an, “önünden ve arkasından hiçbir batılın yaklaşamayacağı” ilâhi vaat ile garanti altına alınmıştır; ancak Kur’an’ın hükümlerinde ve oluşturmak istediği değer yargılarında herhangi bir oynamada bulunma girişimi, sonuç olarak Ehl-i Kitab’ın “hakka batıl karıştırma” faaliyeti ile aynı anlama gelecektir.

Şu halde yapılması gereken, hakkın ve hakikatin ölçüsü olan Kur’an ve Sünnet’in ne kendisi, ne de hükümleri ve mesajı üzerinde herhangi bir saptırmada bulunulmasına göz yummamak ve bu iki temel kaynağın ihtiva ettiği hakkı, her türlü batıl cereyan karşısında olduğu gibi muhafazaya olanca gücümüzle gayret sarf etmektir.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

30 Ekim 2013 Çarşamba

180.RABBİMİZİN cc 14.NASİHATI


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Bana olan ihtiyacınız kadarınca benden isteyin. Ateşe dayanabileceğiniz kadar bana isyan edin.

Ecelinizin uzak, rızkınızın elinizin altında ve günahınızın gizli olduğuna bakıp aldanmayın.
'O'nun zâtı hariç her şey helak olacaktır. Hüküm O'na aittir ve sonuçta O'na döndürüleceksiniz.'"


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

29 Ekim 2013 Salı

179.KÜÇÜK NOTLARIM(7):tefekkür-nasipte olmayanı aramak-riya


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


*Hakk'a yapışın. Darlıkta O'nu anın. Genişliğe çıktığınız zaman da, O'nu hatırlayın. Hayır ve şer O'nun elindedir. O'nun verdiği hüküm için kullarına şikayet etmeyin. Şikayet ancak bela getirir, bunu bilin ve sabırla bekleyin.

*"Allah kuluna yetmez mi?" (89/36)
Efendine dön, O'nun kapısında boynunu eğ,emirlerine tevazu göster.

*Dininiz 4 şeyle gider:

  • söylediğiniz, işinizi tutmazsa,
  • bilmediğiniz işlere karışırsanız,
  • bilmediğinizi öğrenmez, cahil kalırsanız,
  • insanları bilmedikleri şeylerden alıkoyarsanız.
*Kulluk Allah-u Teala için olur. Kula kulluk edilmez." Cin tayfasını ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım."(51/56)

*Yaratılışınızda binlerce gizli mana saklıdır. Yaratılışınızdaki hikmeti sezmek için gafil olmayın.

*Peygamber Efendimiz sav çok düşünürdü. Daima tefekkür halindeydi. Az sevinirdi.

*Tefekküre dal. Ondan daha büyük şey olmaz. Allah cc kulunun tefekkürüne karşılık dünya ve ahiret bilgisi verir. Kalbin yaşaması tefekkürle olur. Dünyanın kazancı tefekkürle olur. Ahiret böyle elde edilir.

*Kendini dünyaya verme. Herkesin kısmeti kendiliğinden gelir. İstesen de, istemesen de.

* "Allah'tan cc ancak bilgi sahibi kulları korkar."(35/28)
Eğer birşeyden korkmuyorsan, onu bilmiyorsun demektir. Korku ilmin ta kendisindir. Korkmayan bilgi sahibi değildir. Allah korkusu olmayan için, ne dünyada ne de ahirette selamet vardır. İnsan, Allah'ı cc bildikçe korkar. Korkanlar, bilenler ve bildikleriyle amel edenlerdir; ayrıca bilmeyenlere de öğretirler; bunun için bir karşılık istemezler. Yalnızca Allah'ı cc ve O'nun yakınlığını taleb ederler. O'nun sevgisini isterler. Onlar iman sahibidir. O'nu iyi bilir ve çok çekinirler. Hak uğruna mahzundurlar. O diridir ve öldürür; aziz eder,zelil eder. İster kabul eder, dilerse reddeder. Yakın eden O'dur, uzak eden de O.
" Yaptığından O'na kimse soru soramaz. Ama O'ndan gayrı olanlar hep sorguya tabi tutulacaklardır." (21/23)

*İmanlı bir kardeşin sana öğüt verirse tut; ona muhalif olma, karşı durma, kabul et. Sen hatalarını göremezsin, ama o görür.Peygamberimiz sav "Mümin müminin aynasıdır" buyurdu.

*"En büyük bela,nasipte olmayanı aramaktır." (hadis-i şerif)Hırsa kapılma. Dünyalık adamların kapısında koşma. Kaderin aslını bil. Nasipte olmayanı kullar veremez.

*Sonsuz ve ebedi olanı, geçici dünya menfaatine değiştirende akıl yoktur.

*İşleriniz gizli ve riyadan salim olmalı.Farz olan ibadet dışında kalan herşey kapalı ve halkın görmeyeceği yerde yapılmalıdır. Farzlar ise bilakis herkesin gözü önünde yapılmalıdır.

*Bütün işlerini tevhid ve ihlasa daya. Allah'ın cc kuvvetine sığın, kendi kuvvetini görme.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

28 Ekim 2013 Pazartesi

178.EHL-İ SÜNNET MİSİNİZ?


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Dinimizi bilmiyoruz;öğrenmek için de hiç bir çaba harcamıyoruz;ailelerimizin (eğer verdiyse) öğrettikleri kadarını biliyoruz. Acaba bildiklerim doğru mu diye sorgulamak,araştırmak aklımıza gelmiyor. Ya önemini bilmiyoruz ya da dinimizi bilmeyi ve uygulamayı yobazlık olarak görüyoruz.(önemli bir bilgi:Bundan 100 yıl öncesine kadar, dini bütün gerçekler kendisine gösterildiği halde, kabul etmeyen, kendi indi ve hatalı görüşünde körü körüne ısrar ve inat eden kaba, cahil kimseye "yobaz" denirdi.)

Muharrem ayı yaklaşırken bu çok önemli meseleyi "Ehl-i sünnet" itikadını tekrar hatırlayalım ve anlatalım istedim.

Ehl-i Sünnetin itikada (inanca ait hüküm ve bilgilerde), ameliyata (işlemeye ait hükümler, bilgiler, fıkıh) ait belli başlı özellikleri şunlardır:


1. Allahı kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh bilirler.


2. İtikatta iki imamları vardır: İmamı Eş'arî ve İmamı Mâturidî. Bu iki imam arasında usûle, esasa, temellere ait ihtilaf yoktur.


3. Amelî mesele, hüküm ve bilgilerde dört imamdan birinin fıkhıyla amel ederler. İmam Ebû Hanife, İmam Mâlik, İmam Şâfiî, İmam Ahmed ibn Hanbel. Bu dört imam usûlde, esasta, temelde birdir, teferruatta ictihad ayrılıkları olmuştur ki, geniş bir rahmete vesiledir. Dört mezhebin imamları, ulema ve fukahası, mensupları birbirini sapıklıkla suçlamazlar. Hepsi haktır, doğrudur.


4. Dinî konularda bilenlerle bilmeyenleri bir tutmazlar. Hanefîlere göre ulema ve fukaha, tabakalara ayrılmıştır. En üst derecede mutlak müctehid imamlar bulunur, yedinci alt derecede, fetva vermeye iktidarı ve icazeti olan müftüler yer alır.


5. Lâ-mezhebî yani mezhepsiz ve fıkıhsız değildirler.


6. Beş vakit namazı ölünceye kadar kılarlar. Ben kemale erdim, bana yakîn geldi., artık namaz benden sâkıt oldu gibi hezeyanlar ve saçmalıklar söylemezler.


7. Hür ve mukim erkekleri, farz namazları cemaat ile kılar.


8. Müteşabihatı, Allah'a noksan sıfatlar izafe edecek şekilde lügavî manasıyla yorumlamazlar.


9. Kıldığı namaz sahih olan her imamın arkasında namaz kılarlar.


10. Dinî konu, mesele ve hükümlerde icazetli ve muttaki ulemaya, fukahaya, müftülere danışırlar.


11. Kur'an-ı Kerimi re'y ve heva ile yorumlamazlar.


12. Kur'anın, mahluk olmadığına, Kelam-ı Kadîm olduğuna inanırlar.


13. Bugün elimizde bulunan Kur'an-ı Kerim'de ilave, çıkartma, tahrif bulunmadığına; Peygamberimizin (Sav)
 hayatının son Ramazanında Mushaf metnini Cebrail aleyhisselam ile iki kere mukabele ettiğine inanırlar.

14. Edille-i şer'iyenin dört olduğunu, bunların Kur'an, Sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukaha olduğunu kabul ederler.

15. Telfik-i mezahibi, yani dört fıkıh mezhebininin hükümlerinin ve kolaylıkların karışık, aklının estiği şekilde uygulanmasını kabul etmezler; herkes bağlı olduğunu hak mezhebi bütünüyle hayata uygulamalıdır görüşünü benimserler.


16. Din alimi olabilmek için âlî ve 'âlî ilimleri icazetli üstadlardan öğrenip, sonra imtihan verip icazet almış olmak gerektiğine inanırlar. Böylece din alimlerinin, fakihlerin, müfessir ve muhaddislerin, ucu Resullerin Seyyidi Efendimize ulaşan sağlam bir silsileye sahip olmaları gerektiğine inanırlar.


17. Ashab-ı Kiramın tamamının (radiyallahu anhüm ecmaîn) din konusunda âdil ve sâdık olduğunu kabul ederler.


18. Bundan bin dört yüz yıl önce Ashab arasında geçmiş savaş ve ihtilafları Ahkemülhakimîn olan Rabbülâlemîne havale ederler.


19. Başta Hazret-i Ali kerremallahu vecheh, mü'minlerin annesi Fâtıma ez-Zehra, Haseneyn efendilerimiz olmak üzere Ehl-i Beyt-i Mustafayı çok severler, onların yüksek ahlakını örnek alırlar.


20. Peygamber Efendimizin sav, Müslümanlar için en güzel örnek ve model olduğuna inanırlar.


21. İmanın altı temel şartı bulunduğuna, bunlardan birinin kader olduğuna iman ederler.


22. Allahın izniyle şefaat edileceğine inanırlar.


23. Din konusunda takiyye ve kitman yapmazlar.


24. Tefsir yapmaya yeterli ehliyeti, ilmi olmayanların re'y ve heva ile Kur'anı yorumlamalarını, ayetlerden kendi kafalarına göre hüküm çıkartmalarını kabul ve tecviz etmezler.


25. Peygamberimizin risaletini, davetini, dinini ilanından sonra, bu ilan ve davet kendisine ulaşıp da bunu red, inkar ve tekzib edenlerin ehl-i necat ve ehl-i Cennet olduğunu kabul etmezler.


26. Allah katında tek hak, geçerli, makbul dinin İslam olduğuna, İslam'ın dışında başka hak ibrahimî din bulunmadığına iman ederler.


27. Büyük günah sahiplerini, günahı helal kabul etmemeleri şartıyla tekfir etmezler.


28. Din ve dünya ayırımı yapmazlar; İslam dininin dünya işlerini tanzim için gönderilmiş hak nizam olduğuna inanırlar.


29. Ehl-i Sünnet İslamlığında din ilimlerini para kazanmak ve zengin olmak için öğrenmek fâsit bir niyettir ve haramdır.


30. Ehl-i Sünnet Müslümanları gerçek ulemayı, gerçek fukahayı, gerçek müfessirleri, gerçek muhaddisleri, gerçek kâmil mürşidleri, gerçek evliyaullahı sever, sayar, onlara hürmet eder ama onları asla erbab haline getirmez.

Cenab-ı Hak cümlemizi Kurana, Sünnete, Şeriata, icmâ-i ümmete uyan, cumhur-i ulema yolundan giden, Sevad-ı Âzam dairesi içinde bulunan, ana caddede yürüyen, ihlaslı kullarından eylesin.Amin.


İtikadımızı gözden geçirmemiz gerektiğine inanıyorum. Daha önce bu konuyla ilgili yazılan yazılar da size yardımcı olacaktır inşallah:




"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

27 Ekim 2013 Pazar

177. İBADETLERİ HANGİ RUH HALİ İLE YAPALIM?


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Allah Tealâ’ya iman etmiş olmak ruhumuzda nasıl bir yankı uyandırmalı? İbadetlerimizi yerine getirirken içinde bulunmamız gereken ruh hali ne olmalı? Yüce Rabbimiz’in rahmetine olan imanımız mı, O’nun azabından duyduğumuz korku mu, yoksa O’na sevgimiz mi ağır basmalı?


Günümüzde sıkça dile getirilen bir söylem var: Derler ki eski ulema İslâm’ı korku üzerine bina etmiş. “Şunu yapmayın, günahtır; bundan kaçının, yoksa cehennemde yanarsınız…” türünden menfi yaklaşımlarla halkı dinden soğuyacak dereceye getirmişler. Oysa İslâm sevgi dinidir. Allah Tealâ’ya karşı duymamız gereken his korku değil, sevgidir.

Bu söylemin gerçeklik değeri nedir? Kur’an ve Sünnet, imanın müminde hasıl etmesi gereken hissiyat hakkında ne diyor?

İmam-ı Gazzâlî rh.a., İhyâ’da Mekhûl ed-Dimeşkî’nin şöyle dediğini nakletmiştir: “Allah Tealâ’ya korkuyla ibadet eden Harurî (Haricî)’dir, ümitle ibadet eden Mürciî’dir, muhabbetle ibadet eden ise zındıktır.” (İhyâ, 4/163)

İbadetlerimizi yerine getirirken nasıl bir ruh hali içinde bulunmamız gerektiği konusunda son derece önemli tesbitler içeren bu sözün manasını anlamaya çalışalım.

Bu sözün ilk cümlesinin anlamı şudur: Allah Tealâ’ya sadece O’ndan, O’nun azabından korkarak ibadet eden kimse Hâricî’dir. Zira müminde korku ve ümit duyguları birlikte bulunmalıdır.

İlim ehli, korkuyla ümidin dengede bulunması halinin mi, yoksa bu duygulardan birinin öbürüne galip gelmesinin mi daha efdal olduğunda ihtilaf etmiştir. Bazıları denge halinin efdal olduğunu söylerken, bazıları da şöyle demiştir:

Bedenin sıhhatli zamanlarında, kişinin günaha düşmesine engel olması bakımından korku duygusunun galip olması efdaldir . Hastalık halinde ise ümit halinin üstün olması evlâdır. Zira bu durumda kişi ümitsizliğe düşmekten korunmuş ve bu haldeyken ölmesi durumunda Allah Tealâ’nın kendisine yapacağı muamele hakkında hüsnü zan sahibi olarak ruhunu teslim etmiş olur.

Kısacası, kişinin korku ve ümit hislerini aynı anda taşıması gerekir. Korku hissini taşımak vaciptir. Zira Yüce Allah, “Eğer müminler iseniz benden korkun”, “İnsanlardan korkmayın, benden korkun” buyurmuştur. Ümit hissini taşımak da aynı şekilde farzdır. Zira ümit, ye’sin (ümitsizliğin) zıddıdır ve yeis haramdır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah’ın rahmetinden, ancak inkâra saplanmış olanlar ümit keser”, “Dalâlete düşmüş olanlardan başka Rabbinin rahmetinden kim ümit keser?” Ümitte, Allah Tealâ’nın vaadini tasdik vardır. Salih amellere vaadedilen güzel karşılık konusunda pek çok ayet bulunduğu gibi, kötü amellere vaadedilen azap konusunda da pek çok ayet mevcuttur. Allah Tealâ’nın vaadini tasdik farzdır.

Dolayısıyla Allah Tealâ’ya, hiçbir ümit hissi taşımadan veya korku hissinin ümit hissini bastırdığı bir ruh haliyle, sadece korku hissiyle dolu olarak ibadet eden kimsenin bu durumu, günahkârların Allah’ın rahmetinden uzaklaştığına ve dinden çıktığına lisan-ı hal ile hükmetmesinin sonucudur. Bu ise Haricîler’in tavrıdır.

Haricîler’in bu tavrı benimsemelerinin sebebi, sadece korku hissine sahip olmaları ve günahların kişiyi değersizleştirdiği görüşünü benimsemeleridir. Onlar günahkârlar için hiçbir af, mağfiret ve rahmet umudu bulunmadığını söyler.

Bu itibarla Allah Tealâ’ya korkudan başka bir his taşımaksızın ibadet eden kimse, günahkârlar için hiçbir af ve mağfiret umudu bulunmadığı düşüncesini taşıması dolayısıyla Haricîler’e benzer. Mekhûl de yukarıdaki sözüyle, ümitten tecrit edilmiş korku hissinin, sahibini Haricîler taifesine dahil edeceğine dikkat çekmiş olmaktadır.

Korkusuz ümit tuzağı

Mekhûl rh.a.’in, “Allah Tealâ’ya ümitle ibadet eden Mürciî’dir ” sözüne gelince, şu anlamdadır:

Allah Tealâ’ya hiçbir korku hissi taşımadan sırf ümitle veya korku hissi taşısa da ümit hissinin onu bastırdığı bir ruh haliyle ibadet eden kimse, günaha düşmekten korkmuyor demektir. Bu haliyle de o, “küfür bulunduğu sürece iyiliğin hiçbir faydası olmadığı gibi, iman bulunduğu sürece de kötülüğün zararı yoktur” diyen Mürcie taifesine benzemiş olmaktadır. Onlara göre bir mümin, günah işlediği zaman (bu günah büyük olsun küçük olsun fark etmez), imanı bulunduğu sürece bu günah ona hiçbir zarar vermez ve böyle kimse hiçbir azaba uğramadan cennete gider.

Burada bir incelik vardır ki, iyi kavranması gerekir:

İbadetlerini hiçbir korku hissi taşımaksızın sadece ümit hissiyle dolu olarak yapan kimsenin, taatinin, namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetlerinin sahih olmama tehlikesi vardır. Zira ibadetlerin farz olduğunu bilmek ve öyle niyet etmek şarttır ki, farz ibadetler ancak böyle bir niyet ile sahih olur. Farz, Usul-i Fıkıh’ta da tarif edildiği gibi terk edenin zemmedileceği, ikaba tabi tutulacağı veya terki sebebiyle ikaba müstehak olacağından korkulan mükellefiyettir. Korku hissi ortadan kalktığı zaman, giderek ibadetin farz veya vacip olduğu inancı da ortadan kalkar. Çünkü kişi farzı terkinden dolayı kendisine azap edileceğine inansa, korku hissini terk edemez. Bu itibarla korku hissinin tamamen ortadan kalkması halinde, kişinin hiçbir farz ibadeti sahih olmaz.

Mekhûl rh.a.’in “Allah Tealâ’ya muhabbetle ibadet eden zındıktır” sözünün açıklaması ise şöyledir: Allah Tealâ’ya , azabından korkmak, cennetini ve rızasını ummak gibi herhangi bir düşünce taşımaksızın, sırf “Allah sevgisi” hissiyle ibadet eden kimse, ibadetlerin farz olduğu inancını terk etmiş demektir.

Bu kimse, sevdiği birisine yönelik bir işi, o hak ettiği veya istediği için değil, kendiliğinden ve sırf onu sevdiği için yapan kimse gibidir. Karşı tarafın emrinin, istek ve iradesinin herhangi bir anlamı olmadığı gibi, ibadete layık ve müstehak olup olmadığının da önemi yoktur. Zındıklık, kalpten inanmadığı halde, zahiren inanmış ve itaat etmiş görünmek olduğuna göre, Allah Tealâ’ya, O’nun irade ve isteğini önemsemeksizin, sırf sevgi hissiyle ibadet eden kimsenin bu durumu onları andırmaktadır.

Günümüzde sıkça rastlanan bir yanlış düşünceye de böylelikle işaret etmiş oluyoruz. “ eskiler insanı korkutarak dindar yapacaklarını zannetmiş ve bu dini korku üzerine bina etmek istemişlerdir. Oysa Allah Tealâ’dan korkulmaz; O’na karşı olsa olsa sevgi beslenir” derler. Oysa yukarıda zikrettiğimiz ayetler yanında pek çok hadis-i şerif de “Allah korkusu” kavramının dinimizde temel bir yeri bulunduğunu göstermektedir. Allah Tealâ’nın azabına uğramama, rahmetinden mahrum kalmama, sahip olduğumuz en değerli şey olan imanımıza herhangi bir halel gelmemesi ve bu dünyayı –Allah korusun– imansız olarak terk etme bedbahtlığına düşmeme konusunda hassasiyet göstermekten daha tabii ne olabilir ki!

Burada şöyle bir itiraz ileri sürülebilir: Allah dostlarından nakledilen, “Allahım! Sana cehenneminin ateşinden korkarak veya cennetinin nimetlerini arzulayarak ibadet ediyor değilim” sözü bu izah ile çelişmektedir.
 Burada herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü bu sözü söyleyen Allah dostları, ibadetleri Allah Tealâ’nın emri ve isteği olduğu için yerine getirmekten sarf-ı nazar ettiklerini söylememişlerdir.

İbadet ehlinin halleri

Amel ve taat ehli birkaç sınıftır. Bunlardan birincisi, Allah Tealâ’nın zatı için ve ibadet edilmeye müstehak olan sadece O olduğu için ibadet eder. Bunlar, Allah Tealâ cenneti ve cehennemi hiç yaratmamış olsaydı bile, sırf ibadete müstehak olduğu için O’na ibadet ederler.

Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in gerek namazdaki, gerekse namaz dışındaki dualarında cenneti istediği ve cehennem azabından Allah Tealâ’ya sığındığı sahih hadislerde bildirilmiştir.

Sehl b. Abdullah et-Tüsterî k.s. şöyle demiştir:

“Şu dört şeye riayet, Ehl-i Sünnet’in vaz geçilmez adabındandır: Rasulullah s.a.v.’in izinden yürümek, Allah Tealâ’nın rahmet ve merhametine muhtaç olduğunu bilmek, Allah Tealâ’dan yardım istemek ve ölünceye kadar bu hal üzere yaşamak.”

Yukarıdaki sözün sahibi olan Allah dostları, Allah Tealâ’nın, kendisine kulluk edilmeye müstehak olduğunu ve ibadetlerin O emrettiği için önemli olduğunu inkâr etmemişlerdir. Bu sözü söyleyen Allah dostlarının netice itibariyle Allah Tealâ’nın hoşnutluğunu ve cenneti istemedikleri ve cehennem azabından Allah Tealâ’ya sığınmadıkları söylenebilir mi? Zira Allah Tealâ’dan cenneti istememek ve O’nun azabından O’na sığınmamak, Sünnet’e muhalefet etmek demektir.

İkinci grup ise Allah Tealâ’ya , cennetini isteyerek ve azabından korkarak ibadet eder. Her ne kadar ilk grupta bulunanlarınkinden daha aşağı bir derece olsa da, bu halet-i ruhiye içinde ibadet etmek de caizdir.

Her iki grupta bulunanlar da Allah Tealâ’ya taatin farz olduğuna ve O’nun ibadete müstehak olduğuna inanır, O’nun uluhiyet ve rububiyetine boyun eğer, şer’î tekliflere inkıyad eder ve “kul” olma bilincini daima diri tutarlar. Bununla birlikte O’nu sever ve O’nun da kendilerini sevmesini isterler.

Allah Tealâ’ya, başka hiçbir his taşımadan, sadece O’nu sevdiğini söyleyerek ibadet eden kimsenin hali ise şuna benzer: Birisini seven insan, ona öyle bir duyguyla bağlanmıştır ki, sevdiğinin bu sevgiye layık olup olmaması onun için önemli değildir. Yaptığı işi, sevdiği istediği için değil, kendisi onu sevdiği için yapar. Burada sevdiğinin istek ve talebi, kıymet ve menzilesi değil, kendi hisleri ön plândadır. Dolayısıyla bu kimse aslında sadece kendi hislerini önemsemiş olmaktadır.

Hakiki tevhid eri

Mekhul rh.a.’in bu sözünün İhyâ’da zikredilen devamı, Sübkî rh.a.’in getirdiği izahatı desteklemektedir. Zira orada bu sözün devamında şöyle denmektedir:

“Allah Tealâ’ya korku, ümit ve sevgi hislerini cem ederek ibadet eden kimse, gerçek Tevhid eridir.”

İbadetlerimizi nasıl bir ruh haliyle yerine getirmemiz gerektiği konusunda kısa, fakat hikmet dolu bu tesbiti kulağımıza küpe yapalım ve sözü, Takiyyüddîn es-Sübkî rh.a.’in duasıyla bitirelim:

Allahım! Sana, elçin Hz. Muhammed s.a.v. ile yönelerek şu anda ana-babamı bağışlamanı ve fazl u kereminle onlara merhamet etmeni diliyorum.

Ve ey Muhammed s.a.v., ya Rasulallah! Seninle Rabbime yöneliyor ve şu dileğimin yerine gelmesini talep ediyorum: Allahım! O’nu bana şefaatçi kıl. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

26 Ekim 2013 Cumartesi

176. ÖVMEK VE ÖVÜNMEK


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Hangimiz bu hataları yapmıyoruz ki! Ama Allah-u Teala'nın istediği gibi nasıl davranmalıyız öğreniyoruz ve işte nefsimizle cihad etmemiz gereken bir önemli konu daha.


Haklı olarak da olsa birini yüzüne karşı övmek, onun felaketine sebep olabilir. Çünkü sevdiği kimseyi övmek, aşırılığa kaçar ve yalan karışabilir. Sevmediği kimseyi övmekte ise riya olabilir.


Bazen bir kimseyi övmekle, övülen kimse sevinir, kendini beğenir, insanlar beni örnek alsın diye gösterişe kapılabilir. Kendini diğer insanlardan üstün görebilir. Halbuki kendini aciz, eksik, günahkâr gören, kibirlenemez, salih amel işlemeye ve haramlardan daha çok sakınmaya gayret eder. Kendisini başkalarından üstün gören kimse ise, bütün faziletlerden mahrum kalır. Övülen kimse, kendisinde bir şeyler olduğunu zanneder. Resulullah efendimizin yanında birisini övdüler. Övene, (Onun boynunu kestin, duyarsa iflah olmaz)buyurdu. (Buhari, Müslim)

Birini övmek, onun kibirlenmesine sebep olabilir. Kibir ve ucub ise, insanı helak eder. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Din kardeşinden bir ihtiyacını isterken onu övmekle söze başlamayın. Böyle yapan onun belini kırmış olur.) [İbni Lal]

(Birbirinizi övmekten sakının. Çünkü övmek onu boğazlamaktır.)[İbni Mace]

(Kişiyi yüzüne karşı övmek, onu boğazlamaktır.) [İ. Ebiddünya]

Bizi öven bize iyilik etmiş olmaz. Bizi arkadan hançerlemiş olur. Onun için övenlerin sözlerine itibar etmemeli. İki hadis-i şerif meali:


(Meddahların [herkesi övenlerin, yağcıların] yüzüne toprak saçın!)[Müslim, Tirmizi]
(Toprak saçmak, onu aşağı bilmek, sözlerine değer vermemektir.)

İyileri övmek uygun olmayınca, fâsıkları, yani açıktan günah işleyenleri övmek hiç uygun olmaz. Bir hadis-i şerif meali:

(Fâsık övüldüğü zaman Allahü teâlâ gazaplanır.) [İbni Ebiddünya, Beyheki]

Bizi övenlerin tesiri altında kalmak da uygun değildir. İnsanların övmesiyle, yermesini bir kabul edenler makbul insanlardır. Birisini tenkit ettiğiniz zaman üzülmüyor, haktan ayrılmıyorsa, övünce de sevinmiyorsa, o kimse salih biridir. Hazret-i Ömer, kendisini öven birine, (Beni de, kendini de helak mı edeceksin) buyurdu. Bir âlim de, kendini yüzüne karşı övene buyurdu ki: (Beni niçin övüyorsun? Öfkeli iken tecrübe ettin de beni halim selim mi buldun? Benimle yolculuk ettin de iyi biri olarak mı gördün? Bana bir emanet verdin de buna riayet mi ettim ? Bilmediğin kimseyi nasıl översin?)

Övülmeyi sevmek felakettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, verilen nasihati işitmez olur.) [Deylemi]

(Din işlerine, insanların sizi övmeleri arzusunu karıştırmaktan sakının. Sonra amelleriniz boşa gider.) [Deylemi]

(Cennetin ebedi nimetlerini isteyen, övülmekten hoşlanmasın.)[Deylemi]

Bir insan için ölüm anı mühimdir. Yani imanla gitmek mühimdir. Ölürken imanla gitmeyen kimseyi hayatında övmek neye yarar? Kendimizi övmek, övenlere ses çıkarmamak, bilmediğimiz insanları övmek uygun olmaz. Allahü teâlâ, bize iman gibi büyük bir nimet ihsan etmiştir. Bununla övünebiliriz. Ancak son nefese kadar bu imanı muhafaza edip etmeyeceğimiz belli değildir. Bunun için daima korku içinde yaşamak, haramlardan kaçmak, dinimizin bütün emirlerini yapmak ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek gerekir. 


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"   

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Ekim 2013 Cuma

175.KÜÇÜK NOTLARIM(6):teslimiyet-sabır-tevbe


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


*Bunları yaparsan güzel huylar gelir,iyilere katılırsın:
  • Ölümü düşün; hırsın yok olur,
  • afetlere karşı sabırlı ol;muradına erersin,
  • Allah'a tevekkül et,fani şeyler kalbinden çıkar.
*İman sahibinin kalbi,niçin ve neden oldu gibi sözleri bilmez.Bildiği tek şey vardır: -Başüstüne hoş geldi,safalar getirdi!

*Nefis,tümüyle muhalefet safında durur.
İbrahim as nefsini bir yana almıştı,kimseden talebi yoktu."Rabbimin cc halimi bilmesi bana yeter" diyordu.Çünkü tam teslim olmuştu.

*Allah-u Teala'nın nimetlerine şükredin.Sizde bulunan nimetleri O'ndan görün.Çünkü Yaradanımız buyurdu: "Sizde bir nimet varsa, o Allah'tandır." (16/53)

*Halk bir yana bırakılırsa yerini Hak alır.

*Hergün ömrünün son günü olduğu bilinci ile işlerini ayarla.

*Tevbe ilk kalple olur. Allah'tan utan.

*Sebep kisvesinden soyun.Kullara dayanma.Sebebi bırak, sebebin asıl Sahibini ara. "Bizi yaratan doğru yolu gösterir." (26/78)

*Ey evlat! başına bir iş gelecek olursa, sabır ile karşıla, bağırıp çağırma. Şifa gelirse, şükür eli ile al. Bu hale geldiğin zaman, en güzel şeyi bulmuş olursun. Bela karşısında dağ gibi olmalısın. Allah sevgisi o zaman belli olur.

*Allah indindekine kavuşmak, yanlız sabırla mümkün olur. İman sahibinin çoğu hali sıkıntı ile geçer. Allah'ın cc sevdiği kulları belaya düştükleri zaman sabra koşarlar, ağlamaz ve sızlanmazlar. Bulundukları hal, onlar için Hak katında derece arttırır.

*"Allah'tan başka ilah yok" dediğin zaman bir dava peşine düşmüş oluyorsun. Her dava şahit ister. Şahidi olmayan kaybeder. Sabır da şahidindir. Hiçbir söz amelsiz kabul edilmez.

*Yapılan şeylerden kendin için pay çıkarma.
Hergün muhasebe et.Hatalara özür diletmeden bırakma.

*Sert bir işle karşılaşınca, hatalarınızı hatırlayın ve istiğfar edin.Ölümü ve sonrasını düşünün. Yaratıcıyı ve O'nun karşısında hesap vermeyi hatırlayın. O cc size nasıl bakar? Siz O'na cc nasıl bakarsınız?

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Ekim 2013 Perşembe

174.TADİL-İ ERKAN


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


Dünkü yazıda kaza ve nafile namazlara değinmişken namazla ilgili önemli bir-iki meseleye değinmek istedim:

Tadil-i Erkan, rükünleri doğru yapmak demektir. Namazda tadil-i erkan ise, “namazın kıyam, rüku, sücud gibi her bir rüknünün sükunet, vakar ve itmi’nan içinde yerine getirilmesi, acelecilik ve çabukluk gösterilmemesi demektir.” Mesela rükudan kalktığında vücud dimdik hale gelmeli, en az bir kere “sübhane rabbiye’l-azim”diyecek kadar ayakta durup, ondan sonra secdeye varmalıdır. Her iki secde arasında da böyle bir tesbih miktarı durmalıdır. Yoksa rüku’dan tam doğrulmadan secdeye varmak, birinci secdeden sonra tam doğrulmadan ikinci secdeye gitmek tadil-i erkan’a zıttır.

Tadil-i Erkana Riayetin Lüzumu:

Namazı mümkün olduğu kadar itidal üzere kılmak, acele etmekten sakınmak gerekir. Çünkü acele ederek, rükünlerini tam yerine getirmemek, tazime ve adaba aykırıdır.

Namaz müminin miracı, gözünün nuru, kalp ve ruhunun sürurudur. İnsanın Allah (c.c.)’a en yakın olduğu böyle bir ibadet halini bir yük kabul edip onu acele ile, adab ve erkanına tam dikkat etmeden bir an evvel bitirmeye çalışması, namazın manasını anlamaması, manevi ve ruhani zevkine erememesi demektir.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “İnsan namazını güzelce kılar, rüku ve secdelerini tam ve itidal üzere yaparsa namaz ona şöyle der: “Sen beni nasıl koruduysan, Allah (c.c.) da seni korusun.” Şayet namazı kötü kılar, rüku ve secdelerini eksik ve noksan yaparsa, bu sefer şöyle der: “Sen beni nasıl zayi ettin ise Allah da sana öyle yapsın.”

Diğer bir hadis-i şerifte ise, namazda huzur ve huşu’a kavuşma, tadil-i erkana riayet hususunda şu ölçüye dikkat edilir: “Sizden biriniz namaz kıldığı zaman veda eder gibi (yani, kıldığı o namaz sanki son namazı imiş, bir daha namaz kılmaya ömrü yetmeyecekmiş gibi, tadil-i erkanına riayet ederek) kılsın.”

Müslüman, namazını, bu duygu içinde kılarsa, kolayca tadil-i erkana riayet edebilir. Kıldığı o namazdan büyük bir huzur duyar, manevi feyiz alır.

Namazı eksik ve bilgisiz kılan, tadil-i erkana riayet etmeyen kimselere namaz hırsızı denmektedir. Bunlar, farzına, vacibine riayet etmeden acele ile kıldıkları namazlarının ucundan bucağından hırsızlık yapmış sayılmaktadırlar. Nitekim Ebu Hureyre (r.a), Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’ den şu hadisi nakletmektedir;

- “Size namaz hırsızından haber vereyim mi?”

- “Ver Ya Resulullah!”

- “Namaz hırsızı, namazın rükusunu, sücudunu noksan yapan, hakkıyla yerine getirmeyen kimsedir.”


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

173.NAFİLE NAMAZLARLA MEŞGUL OLMAK


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

"Kazaya kalmış namazlarım varken sünnetleri ve nafile namazları kılabilir miyim ?" sorusu b
irkaç yıl öncesine kadar benim de ikilemde kaldığım bir konuydu .İşte merak edenler için o bilgiler:
 
Geçmiş yani vaktinde kılınamamış farz namazların kazasıyla meşgul olmak, nafile namazlarla meşgul olmaktan daha evla ve daha önemlidir. Ancak farz namazlardan önce veya sonra kılınan malûm müekkede ve gayr-i müekkede sünnet namazları, kuşluk namazı, tesbih namazı ve hadis-i şeriflerde geçen diğer teheccüd, tehiyyetü’l-mescid gibi nafile namazlar müstesnadır. Bu namazlar, nafile niyetiyle; bunların dışındaki nafile namazlar ise kaza namazı niyetiyle kılınır.(Alemgir, el-fetava’1-hindiyye, 1/125; İbn-i Abidin, 1/688; Tahtavi, Haşiye ala merakı’l-felah, 363; Abdurrahman el-Ceziri, Kitabü’l-fıkh ale’l-mezahibi’l-erbea, 1/491-492)

VAKİT NAMAZLARININ SÜNNETLERİNİ KAZA OLARAK KILMAK
Yukarıda bütün İslam âleminin itibar ettiği FIKIH kitaplarının ve Hanefi mezhebinin İki İmamının beyan ettiği hükmü belirttik.
“Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder ve zararlı çıkar. Şayet farzlarından bir şey noksan çıkarsa, Azîz ve Celîl olan Rabb’i: “Kulumun nâfile namazları var mı, bakınız? der. Farzların eksiği nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer amellerinden de bu şekilde hesaba çekilir.” (Tirmizî, Salât, 188)

“NAFİLELER KABUL OLMAZ” MI?
Kazası olanın nafile namazlarının kabul olmama meselesi müctehidler tarafından da tartışılmıştır. Bunun sebebi ise kazâ namazını, sünnet kılacak kadar bir zaman daha tehir etmenin caiz olup olmadığıdır. Yani kişinin namazı kazaya bırakması öyle bir günahtır ki, telafi edebilmek için, sünnet kılacak kadar dahi beklenmemesi gerektiği tartışılmıştır. 


 Sünnet yerine kaza kılınması “yani bir sünnet kadar bile vakit geçirilmeden kazanın yerine getirilmesi” fetvasını benimseyecek olursa bir kişi, bütün vakitlerini kaza namazına ayırması gerekir. Çünkü zaten sünnetleri kılmamasındaki gayesi o kadar zaman bile “kazayı ertelememektir.”

Dolayısıyla bu görüşe göre kişi yemeden, içmeden ve çalışmadan arta kalan bütün vakitlerini kazaya ayırmalıdır. Çünkü sünnetin terk edilmesinin amacı budur.

Hâlbuki İslam âleminin hiçbir yerinde ve kitabında Hanefi fıkhına dair böyle bir fetvaya ve uygulamaya rastlanmamıştır.
 

Şafi Mezhebine göre: kazası olan kimsenin sünnet ve cenaze namazı gibi farz-ı kifaye olan namazları kılması haram olduğu gibi, farz olmayan Ka’be tavafını eda etmesi de haramdır. Çünkü yemek, uyku ve iş zamanı müstesna  bütün zamanını kaza kılmaya vermek mecburiyetindedir. (ianetül el-Talibin c. 1, s. 23)

Hanefi Mezhebinde ise; beş vakit namazın sünneti, duha, kuşluk, tesbih ve teravih gibi, hakkında hadis varid olan sünnet, kaza olsa da kılınacaktır. Fakat diğer nafile namazı kılmaktansa kaza ile meşgul olmak daha efdaldir. (İbni Abidin c. 1, s. 493)

ÖZETLE
İmam-ı Muhammed, İmam-ı Ebu Yusuf gibi Hanefi mezhebinin iki büyük imamı “sünnet ve farz olan namaza aynı anda niyet edilemez” demektedirler. (Hem geçmiş bir namazın kazası, hem de vaktin sünneti niyetiyle kılınan bir namaz, İmam Muhammed’e göre, ne farz, ne sünnet, ne de nafile olarak sahih olur. İmam Ebû Yusuf’a göre ise sadece farz olarak caiz olur; ayrıca sünnet veya nafile sevabı söz konusu olmaz),

Ayrıca Alemgir, el-fetava’ı-hindiyye; İbn-i Abidin; Tahtavi, Haşiye ala merakı’l-felah; Abdurrahman el-Ceziri, Kitabü’l-fıkh ale’l-mezahibi’l-erbea gibi hanefi mezhebinde kaynak olan kitapların delillere dayanarak beyan ettiği görüş “kazası olanın nafile kılabilir” olduğu yönündeyken Hanefi mezhebine ait yazılmış diyerek her önümüze gelen kitaptan fetva çıkarmaya çalışmak yanlıştır. Bu temel kaynak kitaplarda geçen hüküm şöyledir:

“Kazaya kalmış namazları kılmak, nafile namaz kılmaktan çok daha ehemmiyetli ve çok daha uygundur. Fakat beş vakit namazın sünnetleri, kuşluk, tesbih, tahiyyetü’l-mescid ve evvabin namazı bundan müstesnadır. Yani bu sünnet ve nafileler kaza namazları için terk edilmezler.”


SONUÇ
Bütün bu deliller şunu gösteriyor: Her şeyden evvel, namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler bir yerde farz namazların tamamlayıcısı hükmündedir ve Peygamberimiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şefaatine vesiledir. Bunun için namazını kazaya bırakan kimse bir yandan namazlarını kaza etmekle borçtan kurtulurken, diğer taraftan da sünnetleri kılarak Peygamberimize olan bağlılığını göstermiş olur. Vaad edilen sevaba ve mükafata nail olacağı gibi farzların eksiklerini de tamamlayıcı ibadetleri yerine getirmiş olur.

Kaza namazları fazla olan Hanefîlerin, sünnetleri terk ederek kaza namazı kılmalarında bir mesuliyet olduğu söylenemez. Gerek vakit namazlarının, gerekse diğer nafilelerin yerine kaza namazının kılınmasının uygun veya evlâ olmaması demek, “Sünnet yerine kaza kılmak caiz değildir” manasına gelmez.

Caizdir ancak Hanefi olan kişi “sünnet yerine kaza kıl” veya “sünnet ile kazaya bir niyet et” diye de zorlanamaz… Kazası olanın nafile ve sünnetlerinin kabul olmayacağı iddiası Hanefiler için geçerli sayılamaz. 


Bu hüküm (kazası olanın sünnet ve nafile namazları kabul olmaz görüşü) şafiler için geçerlidir, Hanefiler için geçerli değildir.


NE YAPMALI?
Kaza namazları fazla olmayan kimseler her farzdan sonra bir vakit kaza namazı kılmayı alışkanlık haline getirirlerse güzel bir âdeti devam ettirmiş olurlar. Ayrıca Cenab-ı Hakkın mahşer günü eksik gelen farz namazları sünnetlerle tamamlayacağı hususunda rivayetler bulunduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir.

“İnsanların kıyamet gününde amelleri arasında ilk hesaba çekilecekleri amel namazdır. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Aziz ve Celil olan Rabbimiz bildiği halde meleklerine şöyle buyurur: Kulumun farz namazına bakınız. Onu tam mı yoksa eksik mi kılmış? Eğer o kimsenin farz namazı tam ise, onun için namaz sevabı tam olarak yazılır. Eğer farz namazından biraz eksik olursa, ALLAH Teâlâ şöyle emreder: Bu kulum için nafile namaz var mı? Bir bakınız. Şayet o kimse için nafile namaz var ise şöyle buyurur: Kulumun eksik olan farzını nafilesinden tamamlayınız. Sonra farz olan diğer ameller de bu şekilde ele alınır.” (Ebû Dâvud, Salat: 144; Tirmizi, Salat:91; Muvatta, Sefer: 89; Ahmed b. Hanbel, 2/290, 425, 4/65, 103 5/72,377; Nesâî, Salat: 9, No:1232)

Kaza namazları çok büyük bir yekûn tutanlar için (10, 25 yıl gibi)  her vaktin ardına kaza kılıp, günün sonunda bir günlük daha kaza kılabilirler. Bunun dışında günün belli vakitlerinde de kaza namazı kılabilir ve 1 günde üç günlük kaza kılmış olurlar. Böyle devam etmeleri halinde 3 yılda 9 yıllık kaza bitmiş olur.

30, 40, 50 yıllık bir kaza hesaplıyorsanız ve gönlünüz çok darlanıyor ise vakitlerinizi boşa harcamamak kaydıyla namazın sünnetlerini de kazaya ayırabilirsiniz. Ancak “namazın sünnetlerini kaza olarak kılıp” diğer vakitler hep israf ediliyorsa bu da çok doğru değildir. Böyle durumda olan biri, kendisini kaza kılmaya vakfetmeli, gece gündüz demeden borcunu ödemelidir. Bu durumda namazın sünnetlerini de kaza kılarak günde 4 – 5 günlük kaza kılabilir, bir yılda 5 yıllık borcunu eda etmiş olur, 8 yılda da 40 yılı tamamlar.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Ekim 2013 Çarşamba

172.MÜSLÜMANLARIN BAŞINA GELEN BELALARIN SEBEBİ


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


İslâm ülkeleri, Müslümanlar, İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in çok gerisinde kalmışlardır. Müslümanların pek çoğunun yaşantılarının, hayat tarzlarının İslâm ile, Kur’ân-ı Kerim ile pek alâkası kalmamıştır. “Müslümanız” deniliyor, fakat Müslümanca yaşanılmıyor. ALLAH Teâlâ ve Resûlü’nün emirleri yerine getirilmiyor. Muhalefet ediliyor. Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor:

“...O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli, acıklı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.”

İşte, şu sıralar İslâm ülkelerinin, Müslümanların başına gelen belâların sebebini, bu ayet-i kerîmenin ışığında aramak lâzımdır. Uhud savaşında, Müslümanlar kazanmış oldukları savaşı, sırf Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bir emrine muhalefet etmeleri sebebiyle kaybetmediler mi?

Bugün İslâm ülkeleri, Müslümanlar üstün değilse, zillet çukurlarında yuvarlanıyorlarsa; zalimlerin, kâfirlerin, altında eziliyorsa kendimize bakalım. Kime itaat ediyoruz? ALLAH Teâlâ ve Resûlüne mi, yoksa başkalarına mı? Rabbimiz Mü’minlere “üstün olmayı” vaat ediyor. Şayet üstün değilsek ki şüphesiz değiliz, öyleyse kendimize bakalım. Kendimizi yoklayalım.

Cabir b. Abdullah (R.A)’den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:

“Benden önce hiçbir kimseye verilmeyen beş şey bana verildi:

1- Bana bir aylık yol mesafesi uzaklığında bulunan düşmanının kalbine korku verilmekle yardım olundum.

2- Yeryüzü bana namazgâh ve temizlik sebebi kılındı. Onun için ümmetimden her kime namaz vakti erişirse, hemen namazını kılıversin.

3- Ganimetler bana helal edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir.

4- Bana şefaat verildi.

5- Benden evvel her peygamber, hassaten kendi kavmine gönderilirken, ben, bütün insanlara gönderildim”

Hadis-i şerifte zikredilen beş şeyden birincisine dikkat edersek Müslümana, bir aylık yol mesafesi uzaklığında bulunan düşmanına, onun korkusu veriliyor. Bugün ise, değil bir aylık yol mesafesi uzaklığında, burnumuzun dibinde bulunan kafirler bizden korkmuyor. Bugünkü kafirler hiçbir İslâm ülkesinden korkmuyorlar.

Ve bugünkü Müslümanlar, İslam ülkeleri manen ve maddeten zayıflamış ve kafir milletlerin o veya bu şekilde bir takım baskı ve tahakkümü altına girmişlerdir. Bunun bir tek sebebi vardır. O da şudur: Bugün Müslümanız, İslam ülkesiyiz diyen bütün İslam ülkeleri; kısmen veya tamamen ALLAH Teâlâ’nın ahkamını rafa kaldırmıştır, dinden ibadetten dini yaşantıdan uzaklaşmışlar giyim-kuşam, ahlâk ve yaşantı bakımından tıpatıp onlar gibi olmuşlar ve neticesinde de İslâm’dan uzaklaşmışlardır. Bir kafir, kendisi gibi düşünen, giyinen ve hareket edenden korkar mı? Niçin korksun ki?.. O da onun gibi.

Bugün Müslümanlar, İslam ülkeleri yardımsız kalmışlardır.  Türlü isyan, günah, kötülük, hıyanet içindeyken ALLAH Teâlâ’nın bize yardım edeceğini, zafer kazandıracağını beklemek akıl kârı değildir. ALLAH Teâlâ’nın bize yardım etmesini istiyorsak birtakım sebeplere tevessül etmemiz gerekir, bunların başında namaz kılmak gelir... Kur’ân-i Kerim’de:

“Ey kullar!.. Zor işlerinizin çözümü için hem sabırla ve hem namazla ALLAH Teâlâ’dan yardım isteyin...”
“Ey iman edenler! Başınıza gelen felaketlere karşı sabır ile ve de namazla ALLAH Teâlâ’dan yardım isteyin. Muhakkak ki ALLAH Teâlâ’nın yardımı sabredenlerle beraberdir.” buyrulmaktadır.

Bu iki âyet-i kerimeden anlaşılacağı üzere ALLAH Teâlâ’dan yardım isteyenlerin namaz kılmaları ve sabırlı olmaları gerekmektedir.

 Tevbe edelim. ALLAH Teâlâ’ya kul, Resûlü’ne ümmet olalım. Ümitvar olalım. İstikbaldeki en büyük, gür sada İslâm’ın sadası olacaktır. Biz İslâm’a sımsıkı sarılırsak ve hakkıyla yaşarsak 
ALLAH Teâlâ’nın, Nûr sûresi, 55. ayet-i kerîmesinde vaad ettiği husus mutlaka gerçekleşecektir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

“ALLAH, sizden iman eden ve salih amellerde bulunanlara yemin ile vaadetmiştir ki; kendilerinden evvel gelen Müminleri, Kâfirlerin yerine getirip hakim kıldığı gibi elbette onları da yeryüzünde kâfirlerin yerine geçirip hükümran edecek ve onlara kendileri için razı olduğu dini İslâm’ı yaşama imkanını elbette verecek ve onların her türlü korkularını üzerlerinden kaldırdıkdan sonra hallerini kat’i bir eminliğe, güvene elbette çevirecektir. Onlar bu güvenlik içinde bana ibadet ederler, bana hiç bir şeyi şirk, ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim kâfir olursa işte onlar fasıkların ta kendileridir.”
Bu ayet-i kerîme, Müslümanlara, parlak bir geleceği vaat etmektedir. Çok sıkıntı çeken, çok güçlüklere katlanmış olan Müslümanlara, artık korku ve sıkıntı devrinin geçmekte olduğunu, inanıp salih ameller yaptıkları takdirde ALLAH Teâlâ’nın buyruğu uyarınca hareket etmiş olan önceki Mü’min milletler gibi yeryüzünde hükümran olacaklarını müjdelemektedir. Ancak egemenliğin şartı, imanla beraber salih ameller de yapmaktır. Şirk koşmadan ALLAH Teâlâ’ya kulluk etmek, zulümden kaçınmak, adam kayırmadan insanlar arasında eşitlik ve adalet sağlamaktır. İşte böyle sağlam bir toplum ezilmez, hükümran olur.

İman; dinde ana temel ve değişmeyen esastır. Şartları doğrultusunda ALLAH Teâlâ ve Resûlüne mutlak itaati gerektirir. Sâlih amel ise, hem böyle bir imânın tabiî ürünü kabul edilen ibadetlerin tamamıdır, hem de insanlıktan yana yine imân temeline dayalı yapılan her türlü iyilik ve yararlı hizmettir.

Kısacası ALLAH Teâlâ, Ümmeti Muhammed’den iman edip ameli salih işleyenlere kendilerini yeryüzünün halifesi kılacağını ve kendileri için seçtiği İslâm dinini yeryüzüne hakim kılacağını beyan buyuruyor. Korkularını emniyete çevireceğini vaat ediyor. İşte ALLAH Teâlâ’nın vaadi... Ve ALLAH Teâlâ’nın vaadi hakikatin ta kendisidir. Muhakkak yerini bulur. Ve ALLAH Teâlâ asla vaadinden dönmez.


 Evet vaad eden: ALLAH Teâlâ, 
vaad edilenler: İnananlar ve inandıklarını bilfiil tatbikat sahasına koyanlar, kamil Mü’minler, biz Müslümanlar. Vaad edilen şey: Şu üç husustur:

1- Müslümanlar bulundukları yerde hakim olacaklar, mahkum olmayacaklardır.

2- Dinî inançlarını, hayatlarına kolayca uygulayabilme imkânına sahip olacaklardır.

3- Her türlü korku gidecek, yerine tam bir emniyet, sükunet ve güven gelecek.

Evet, vaad edilen bu üç şeyi kendimizde bir arayalım:

1- Bu gün Müslümanlar bulundukları yerde hakim mi, mahkum mu?  Mahkum.

2- Bugün Müslümanlar dinî inançlarının gereğini rahatlıkla ifa edebiliyorlar mı? Edemiyorlar.

3- Bugün Müslümanlar maddî ve manevî tam bir emniyet, sükunet ve güven içinde midirler? Değildirler.

Vaad edilen bu üç şeyin üçü de bizde yok. Yoksa, ALLAH Teâlâ bu vaadini yerine getirmedi mi? Haşa sümme haşa... Va’dini yerine getirmede ALLAH Teâlâ’dan daha sadık kim olabilir?

O halde eğer va’dedilen bu üç şeyin üçü de bizde yoksa, bu demektir ki, ALLAH Teâlâ bizim imanımızdan ve amellerimizden razı değil! İşte bir-kaç misal:

Çünkü bu vaad, iman ve salih amellerle şartlıdır. İşlerini, hareketlerini bozan Müslümanlar, bu va’din dışında kalırlar. Bu sebeple dikkat edelim! Kendi kendimizi kandırmayalım.

Cuma saatinde bir bakalım. İslâm’ın en büyük şiarı ve cemaatle kılınma mecburiyeti bulunan bir namaz. Cuma namazı. Camide bulunan Müslümanlar mı çoğunlukta, yoksa ana caddelerde, alış-veriş merkezlerinde, lokantalarda bulunanlar mı? Gidip onlara: Siz kimsiniz diye sorsanız? Müslümanız diyeceklerdir. Peki böyle Müslümanlardan ALLAH razı olur mu?

Faizsiz ticaret yapılamaz, diyen ve böyle inanan Müslümanlardan ALLAH razı olur mu?

Şu bir tarihî gerçek ki: Müslümanlar, İslam âlemi; kamil bir imana ve imanın gereği olan salih amellere ciddi bir şekilde bağlı kaldıkları dönemlerde güçlü devletler kurabilmişler, üç kıtanın hakimi olmuşlar, faziletli hizmetlerde bulunmuşlardır. Fakat, şart koşulan bu iman-amel hususundan ayrıldıkları, taviz verdikleri dönemlerde ise başka milletlere mahkum ve yem olmaktan, en azından uydu durumuna düşmekten kendilerini kurtaramamışlardır.

Üzülmeyelim, ALLAH Teâlâ dilediğini aziz eder, dilediğini zelil eder. Bela ve musibetler de ancak O’nun izniyle gelir. O istemezse bütün dünya bir araya gelse bir kimseye en ufak menfaat sağlayamaz. O istemezse, bütün dünya toplansa bir kimseye en ufak zarar dokunduramaz. O halde neden üzülüyoruz?.. “HasbünALLAHü ve ni’me’l vekil.” diyelim. O’na sığınalım. Unutmayalım ki, diken olmadan gül çıkmaz. Eşsiz bir hazineye alın teri dökmeden, zahmet çekmeden ulaşılamaz. Evet zulüm var. Hem de çok büyük bir zulüm var. Ama bir de şu var: Gün doğmadan neler doğar. Cenab-ı Hak ne buyuruyor:

“ALLAH Teâlâ, Mü’minleri şu bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber ALLAH Teâlâ, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat ALLAH Teâlâ, resullerinden dilediğini ayırdeder. O halde ALLAH Teâlâ’ya ve peygamberlerine iman edin. Eğer iman eder, takvâ sahibi olursanız sizin için de çok büyük bir ecir vardır.”


Bu âyet-i kerime büyük bir müjdedir, büyük bir ümittir. ALLAH Teâlâ, Mü’minleri bulunduğumuz şu durumda bırakmayacaktır. Fakat bazen savaş, şehitlik ve diğer sıkıntılarla imtihan eder ki iyi ile kötünün yani münafıkla Mü’minin özellikleri ortaya çıksın ve aralarındaki fark görülsün.

“Ey mü’minler gevşemeyin, gevşeklik göstermeyin, Mahzun da olmayın. Siz eğer gerçekten mü’min iseniz, düşmanlarınıza galip ve onlardan çok üstünsünüz.”


Bu ayet-i kerime, müslümanların, Uhud savaşında uğradıkları geçici başarısızlıktan dolayı ümitsizliğe kapılmamaları gerektiğini onlara ihtar etmekte ve müslümanlara, güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün olduğunu müjdelemektedir.

“ALLAH Teâlâ kafirlere mü’minlerin aleyhinde asla bir yol bahşetmez.”

Evet, mü’mîn hem davası hem de akıbeti bakımından her zaman, mü’min olmayandan üstündür. Çünkü mü’min, ALLAH Teâlâ’ya inanır, yalnız O’nun kulu ve kölesi olur. Sadece ALLAH Teâlânın dini için savaşır, ölürse şehid, kalırsa gazi ve mükafâtı cennet olur.

Bu sebeple ümitvar olalım.  İstikbalde en gür sâdâ, İslâm’ın sâdâsı olacaktır inşaALLAH. Yeter ki biz üzerimize düşeni yapalım. ALLAH Teâlâ’nın dinini yaşayalım. Sabah namazına kalkalım. İslâm’ın ve Müslümanların aziz ve mansur olması için şu duaları mutlaka, her gün okuyabildiğimiz kadar okuyalım:

Seyuhzemul-cem’u ve yuvellûned-dubur.

HasbünALLAH ve ni’mel-vekil,

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh,

Ya dafial-belâyâ idfe’ annel-belâyâ,

Fellahü hayrun hafiza. Ve hüve erhamür-rahimîn.

Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü minez-zalimîn.

Vellahü galibün âlâ emrihi.

Ya Rabbi! İslâmı ve Müslümanları aziz ve mansur eyle! Yardım eyle! Dünya ve ahiretimizi ma’mur eyle! Korktuğumuzdan emin, umduğumuza nail eyle! Amin...


ALLAH Teâlâ’nın mü’min kullarına Kur’ân-ı Kerîm’de bir va’di vardır. Zafer va’di...

Fakat bu va’de lâyık olmanın şartları vardır.

1- Müslümanlar, ezelde Kaalu Belâ gününde ALLAH Teâlâ’ya vermiş oldukları sözü, O’nunla yapmış oldukları ahd ve misakı unutmazlar, gereğini yerine getirirlerse,

2- İslâm dininin hükümlerini, emirlerini, yasaklarını ferdi ve toplumsal hayatlarına uygularlarsa,

3- Kendilerine ALLAH katından en güzel örnek, model ve rehber olarak gönderilmiş Peygambere itaat ve biat ederler, onun yolundan giderler, onun Sünnetini ve metotlarını esas kabul ederlerse,

4- Şeytanı ve tağutları dost, velî, yar, müttefik olarak kabul etmezlerse,

5- Parayı, serveti, malı-mülkü şu fanî dünyanın aldatıcı ve oyalayıcı oyuncakları durumunda olan birtakım eşya, âlet ve vâsıtaları putlaştırmazlarsa,

6- ALLAH yolunda önce nefisleriyle, sonra harbî ve saldırgan kâfirlerle cihad ederlerse, bu va’de nail olurlar. 

Yoksa:

Unutmayın! İslâm’a ihanet ederek, ahkâm-ı ilâhiyeye sırt çevirerek, Resûl’ün yolunu bırakarak zafere nâil olunmaz.


M.Talu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Ekim 2013 Salı

171.ATEİSTLER!!! TESADÜF MÜ DEDİNİZ?


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Teknik ilerledikçe, kâinatın muazzamlığı meydana çıkıyor, gerek vücudumuzda ve gerekse kâinatta tesadüflere yer olmadığı, her şeyin çok mükemmel olduğu daha iyi anlaşılıyor. Hiçbir şey rastgele ve lüzumsuz değildir. Her şey hikmetle ve bir fayda için yaratılmıştır. Ne vücudumuzda faydasız bir organ, ne de kâinatta faydasız bir madde vardır. Hepsi insanlığın hizmetine verilmiştir.

 Bir âyet meali: (Görmüyor musunuz ki, Allah, yerdeki [su, taş, toprak, ot, ağaç, meyve, sebze, tahıl, hayvan, maden, ateş, hava, gaz, tuz, petrol gibi] her şeyi ve emri [suyun kaldırma kuvveti ve yer çekimi gibi kanunları] uyarınca denizde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi. İzni olmadıkça, gökleri [yıldızları, galaksileri, gezegenleri birbirleriyle çarpışmaktan ve] yere düşmekten korur. Zira Allah, çok şefkatli ve çok merhametlidir.) [Hac 65]

Tefsir âlimleri, 'Yerdeki her şey'den maksadı açıklamış parantez içindeki ifadeleri bildirmiştir. Kâinattaki hiçbir şey, lüzumsuz değildir. Yer çekimi kuvvetini yaratmasaydı, suya kaldırma özelliği vermeseydi, balıklar, gemiler nasıl yüzecekti? Bunların faydaları da yine insanlar içindir. Allah, insana akıl veriyor, fen adamı da buluyor ve insanlığa faydası oluyor. Var olan şeyler bulunuyor, yoktan yaratılmıyor. Güneş etrafında dönen gezegenler, Güneş'e ve Dünya'ya çarpsa, Dünya parçalanır. Bütün gezegenleri birbirine çarptırmadan ve Dünya'ya zarar vermeden döndüren muazzam kudreti inkâr, ahmaklık değil mi? Allah, (Bunları üstünüze düşürmüyoruz) buyuruyor. Güneş'in ısısı, ışığı asırlardır eksilmeden devam ediyor. Belli bir yörüngede dönüyor. Dünya'ya çok yakın olsa yanar kül oluruz. Dünya'ya çok uzak olsa soğuktan ölürüz. Havadaki oksijen ve karbondioksit oranları Güneş'in sebep olduğu botanik olaylarla sabit kalmaktadır. Havadaki %21 oranındaki oksijen yükselse her tarafı alevler sarar. %21'in altına düşse bu defa da her tarafı buzlar kaplar. Karbondioksit çok yükselse her canlı zehirlenir. Bunlara tesadüf demek, ilme aykırı ve akılsızlıktır. Hiçbir ilim sahibi akıllı kimse, bu bilimsel gerçekleri inkâr edemez.


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Ekim 2013 Pazartesi

170.DÜNYAYI SEVEN KALP HASTADIR


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Dinimizin kötülediği, Kur’ân-ı kerîmde kötü denilen dünyâ, harâmlar ve mekruhlardır. Ölümden önce olan herşeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz, âhıretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhıret için tarladır. Âhırete yaramıyan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar, islâmiyete uygun kullanılırsa, âhırete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret ni’metlerine kavuşulur.

Kötülenen dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helâk olur. İnsan da, ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhıret hâzırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir.

Dünyâ sevgisi, âhırete hâzırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur.

Dünyâ ile âhıret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ, herkesin kalbini bundan soğutur, bunu kimse sevmez.

Dünyâ kelimesinin din bilgisindeki mânâsı, en zararlı, kötü şey demektir. Küfre, inkâra sebep olan şeyler, harâmlar, mekrûhlar, dünyâ demektir. Mubâhlar, islâmiyete uymaya mâni olunca, dünyâ olurlar. Muhabbet, sevmek, berâber olmayı istemek, bundan zevk, lezzet duymak demektir. İnsan sevdiğini hiç unutmaz. Küfrü, inkârı, harâmları, mekrûhları sevmek, beğenmek küfür olur. Farzları, sünnetleri, beğenmemek de küfür olur, dünyâ olur.

Dünyâyı seven kalb, hastadır. Kalbin temiz olması, dünyâyı sevmekten kurtulması demektir. Kalb hastalığının ilâcı, islâmiyete uymak ve Allahü teâlâyı çok hâtırlamak, kalbe yerleştirmektir.

Ebü’l-Hüseyin Mâlik hazretleri şöyle anlatıyor:

“Hayr-ı Nessâc hazretlerinin vefâtı ânında yanında idim. Akşam namazı vaktiydi. Vefât edeceği zaman kapıya doğru işâret ederek;

-Allahü teâlâ sana, benim canımı almayı, bana da namaz kılmayı emretti. Şu anda namaz vaktidir. Ben, bana emrolunanı yapayım. Ondan sonra da sen, sana emrolunanı yaparsın buyurdu.

O zaman biz, Hayr-ı Nessâc hazretlerinin Azrâil aleyhisselâm ile konuştuğunu anladık. Sonra abdest alıp, namazını kıldı. Yatağına uzandı, gözlerini kapadı ve Kelime-i şehâdet getirip rûhunu teslim etti. Vefâtından sonra kendisini rüyâda görüp;

-Allahü teâlâ sana nasıl muâmele eyledi? diye sordular.

-Bana bundan sormayın, fakat ben, harâmlarla ve günâhlarla dolu alçak dünyâdan kurtulup rahata kavuştum buyurdu.”

Netice olarak dünyâ, Hak teâlânın sevmediği, harâmlar, mekruhlar demektir. Allahü teâlânın sevmediği şeyleri sevmek, günâhların başıdır. Hadîs-i şerîfde buyurulduğu gibi:

(Dünyâ mel’ûndur ve dünyâda olan şeylerden Allah için yapılmıyanlar mel’ûndur.)


Dinimiz İslam

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Ekim 2013 Pazar

169.RABBİMİZİN cc 13. NASİHATI


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Nice (ilim ve ibadetle kalpte parlayan) ışıklar vardır ki, onu kötü arzuların rüzgârı söndürmüştür. Nice ibadet edenler vardır ki, kendini beğenme duygusu onları felâkete götürmüştür.
Nice zenginler vardır ki, zenginlik onları ifsat etmiştir.
Nice fakirler vardır ki, fakirlik onları bozmuştur.
Nice sıhhatli kişiler vardır ki, afiyette olmak onları yoldan çıkarmıştır.
Nice âlimler vardır ki, ilim onları saptırmıştır.
Nice cahiller de vardır ki, cehaletleri onları helake sürüklemiştir.
Eğer aranızda çokça rükû eden yaşlılar, takvaya sarılmış gençler, süt emen çocuklar ve otlayan hayvanlar olmasaydı (yaptığınız isyanlar yüzünden) üzerinizdeki göğü demir, yeri kuru bir çöl ve toprağı da safi kül yapardım. Böylece gökten bir damla olsun yağmur yağdırmaz, yerden bir tek yeşillik çıkartmaz ve üzerinize azabı daimî kılardım."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Ekim 2013 Cumartesi

168.RABBİMİZİN cc 12. NASİHATI


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
'Size bahşettiğim nimeti hatırlayın ve ahdime (emrime) vefa gösterin ki, ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim. Birde (ahde vefasızlık hususunda) benden korkun.'43Buhârî, Tevhîd, 35, Bed'ü'l-Halk, 8; Müslim, İmân, 312; Tirmizî, Cennet, 15; İbn Mâce, Zühd, 39; Dârimî, Rikâk, 98, 105; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/313, 438.'
4 Bakara 2/40.

Yola kılavuzsuz çıkamayacağın gibi cennete de amel dışında hiçbir yolla ulaşamazsın. Yorulmaksızın mal toplanamayacağı gibi bana ibadet üzere sabretmeksizin de cennete giremezsin. Öyleyse Allah'a (farzların yanında) nafile ibadetlerle yaklaş.
Benim rızâmı, miskinlerin (garip ve çaresiz kimselerin) sizden razı olmasında arayın. Rahmetimi âlimlerin meclislerinde bekleyin. Zira benim rahmetim göz açıp kapama süresince , dahi onlardan ayrılmaz.
Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Ey Musa, söyleyeceğimi iyi dinle! Şu bir gerçektir ki, kim bir miskine karşı kibirlenirse kıyamet günü onu karınca suretinde (küçük, hor ve hakir bir halde) hasrederim. Miskine karşı tevazu göstereni dünya ve âhirette yüceltirim. Her kim, bir miskinin sırlarını (özel hayatını) açığa çıkarıp utandırmak için uğraşırsa kıyamet günü onu, bütün gizli halleri açık bir halde haşrederim.

Kim bir fakire hakaret edip onu küçük düşürürse bana karşı harp ilân etmiş demektir.
Kim bana iman ederse meleklerim dünya ve âhirette onunla musafaha eder."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR