14 Eylül 2022 Çarşamba

Halk arasında uğursuzluk meydana getireceğine inanılan zaman, söz, hâl ve davranışların aslı var mıdır?

Uğursuzluk: Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen bir durumdur.

Değişik çağlarda pek çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki insanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar geleceği inancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan "uğursuzluk" anlayışına sahip olsalar, hayatların her safhasında korku ve endişe içinde bulunurlar.

Aslında hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur; hiçbir şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan "uğurlu geldi" veya "uğursuz geldi" gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir.

Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifinde,

"İslâm'da taşe'üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül (iyiye yorma) dır." (Buharî, Tıb, 54)

buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir. Diğer bir hadiste ise şöyle buyurulmuştur:

"Eşyada uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur." (Müslim, Selâm, 102)

Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir:

Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, on üç rakamı, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, asla doğru değildir. Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin (asm) tavsiyesi doğrultusunda, iyiye yormak icab eder.

Esasen insanoğlunun, yaratılışın bir takım fıtrî seyirleri içindeki tavır ve hareketlerine çeşitli mânâlar yüklemesi yeni değildir. Bilhassa putperestlik dönemlerinde daha da yoğunlaşan böyle inanç ve kabullenişler, putperest olmayan toplumlar içinde de, ilginçtir, bir hayli kabul görmüştür. Baykuş ötmesinden, köpek seslerine, el, kol, kaş, göz seğirmesinden, kulak çınlamasına kadar organizmanın istem dışı olarak yapa geldiği çeşitli derecelerde tabiî refleksleri ile ilgili olarak yapılan “uğursuzluk” yorumu, ne yazık ki, tevhid inancına sahip toplumlara da yer yer sıçrayabilmiştir.

“Salı günü uğursuz günüm.” diyerek o gün işe çıkmamak... “Sol gözüm seğirdi; başıma bir belâ gelecek!” diyerek hiçbir şey yokken dövünüp sızlanmak... “Evimin çatısında baykuş öttü; yakında ocağım dağılacak!” diye gereksiz yere dehşet duygularına kapılmak... “Falancanın köpeğinin ulumasını işittim; evinden bir cenâze çıkacak!” gibi felâket tellâllığına soyunmak... Ve buna benzer batıl inanç ve yanlış telâkkileri birer hayat düsturu olarak kabullenmek Bir Allah inancıyla ve Allah’a güvenmekle bağdaştırılamaz. Çünkü:

“Allah her şeyi en güzel şekilde yaratmıştır.” (Secde, 32/7)

Olaylara bağlılık, Allah’a bağlılığın önüne geçmemeli. Bir Müslümanın, “Sol gözüm seğriyor, kötü bir şey olacak!” demesini, baykuş ötmesini “ölüm” haberi veriyor gibi dinlemesini, inanmasını ve bir kötü haber beklentisi içine girmesini; Allah’a güvenip dayanmayı unutmasını ve Allah’tan hayırlısını istemeyişini hangi doğru inanca sığıştırabiliriz? Tevhid inancının hangi ekseni ile bütünleştirebiliriz?

Müslüman, hiçbir şeyi uğursuzluğa ve olumsuzluğa yormaz. Rüyayı bile. Bu bir bakış açısıdır. Müslümanlık bize bu net bakışı getirmiştir. Her şey Allah’ın kudretiyle olmaktadır ve her şeyde bir veya birden fazla hayır ciheti vardır. Müslüman her şeyi hayra yorar, hayrı ister, hayırla yatar, hayırla kalkar. Allah’tan hayır diler.

Nitekim Peygamber Efendimiz (asm),

“Kabalık uğursuzluk, yumuşaklık ise uğurdur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/2144) veya

“Müstehcen konuşmak kötülük, kötü huy da uğursuzluktur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/1736)

buyurmak sûretiyle, uğursuzluğun da, uğurun da bizim bilinçli hareketlerimizde aranması gerektiğini; böylece, işimizi bozacak, düşmanlığı besleyecek, husûmeti artıracak, barışa ve kardeşliğe zarar verecek, yani uğursuzluk getirecek “kabalık” gibi, “çirkin söz söylemek” gibi, “kötü huylu olmak” gibi davranışlardan sakınmamızın da mümkün olduğunu beyan buyurur.

Allah Resûlü (asm),

“Kişinin hem en uğurlu ve hem de en uğursuz organı, iki çenesi arasındaki dilidir.” (Câmiü’s-Sağîr, II/1640)

buyurarak da, hareketlerimizde ve organlarımızda eğer “uğursuzluk” arayacak isek, bunda kendi payımızın büyüklüğüne dikkat çeker. Atalarımızın,

“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.”

sözü bu hadis-i şerifi bir ölçüde tefsir etmektedir. Yani uğur ve mahâret tatlı dildedir, uğursuzluk ise acı ve kaba dildedir. Uğur nezâkettedir, uğursuzluk ise saygısız, sevgisiz ve anlayışsız olmaktadır.

Demek oluyor ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm); uğur ve uğursuzluk kavramlarını kullanacak isek eğer, bunu bizim irâde ve isteğimize bağlı hareketlerimizi ifâdelendirecek biçimde kullanmamızı, böylece bundan ders almamızın ve kendimizi iyiye doğru yönlendirmemizin de mümkün olduğunu; aksi takdirde Allah’ın kudretini itham edercesine veya olayları Allah’ın kudretinden ve irâdesinden koparıp alırcasına “uğursuzluk” kavramını günlük dilimizde kullanmamızı, oradan da kalbimize taşımamızı uygun görmemiştir.

Peygamber Efendimiz (asm) bu mânâlara şu pırlanta hadîsleriyle dikkat çekmiştir:

“Bir hususta bir zanna kapıldığınızda, onu gerçekmiş gibi kabul etmeyin. Şeytan kalbinize hased duygusu attığında ona uyup zulmetmeyin. Bir şey hakkında uğursuzluk zannına kapıldığınızda buna kulak verip de işinizden geri kalmayın. Allah’a güvenin. Satmak için bir şey tarttığınızda fazlasıyla tartın.” (Câmiü’s-Sağîr, I/405)

“Uğursuzluk düşüncesinin, kendisini ihtiyacı olan bir işi yapmaktan alıkoyan kimse Allah’a şirk koşmuştur.” (Câmiü’s-Sağîr, II/3646)

Netice olarak denebilir ki:

Bizim gözümüze, kulağımıza ilişen yaratılışla ilgili olaylar; Allah’ın bizzat irâde buyurup takdir ettiği, düzenleyip tanzim ettiği, uygun görüp yarattığı bir yaratılış zincirinin bize yansıyan halkalarıdır. Şer de olsa, şer de zannetsek, korksak da, dehşet de alsak hayra yormalıyız, uğurlu saymalıyız, iyi bilmeliyiz, iyilik bulmalıyız. Olayları kötüye yormamalıyız. Göz seğrimesinden, vücut seyrimesinden, kulak çınlamasından bir mânâ çıkaracak isek eğer, sağ yanda veya sol yanda olmuş fark etmez, hayra dönük bir mânâ çıkarmalıyız. Şerre dönük olumsuz yorumlar yapmamalıyız. Her hâl ve şartta Allah’a güvenmeliyiz.

13 Eylül 2022 Salı

Burûc Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 22 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “el-Bürûc”kelimesinden almıştır. Bürûc, burçlar demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen beşinci, iniş sırasına göre yirmi yedinci sûredir. Şems sûresinden sonra, Tîn sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrenin ana konusu kendilerine “ashâbü’l-uhdûd” (hendek topluluğu) denilen inkârcıların, inançlı insanlara inançları sebebiyle yaptıkları işkenceler ve müminlerin inançları uğrunda bunlara karşı gösterdikleri sabır ve dirençtir. Ayrıca inkârcıların âhiretteki kötü âkıbetleri ve inananların mutlu sonları, Allah’ın bazı sıfatları hakkında kısa açıklamalar yer almaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/85-buruc-suresi

12 Eylül 2022 Pazartesi

HER SINAV ÖNEMLİDİR


“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”

(Bakara, 2/155)

Anne bedeninde dirilen insanoğlu oradaki ömrünü tamamlayınca dünyaya doğar. Dünyada ne kadar süreceğini bilmediği bir zaman verilmiştir kendisine, o tamamlanınca başka bir âleme geçer. Her seferinde bir yerde biten hayat, başka bir yerde yeniden başlayacaktır. Bu geçişlerde en anlamlısı nimetler ve musibetlerle dolu dünya hayatıdır. Çünkü varlığın bu aşamasında irade ve akılla desteklenir insanoğlu. Allah tarafından kendisine ahiret denen sonsuz hayatı burada düzenleme ve tercihleriyle sonunu şekillendirme fırsatı verilmiştir. Bu sistemli varlık döngüsünün aslında bir sınav olduğu Kur’an’ın bildirdiği gerçeklerdendir.

Yüce Allah (c.c.) bazen vererek bazen de verdiklerini geri alarak insanı sınar. Bakara suresi 155. ayet korkunun, açlığın, can ve mal kaybının sınav sorularından olduğunu dile getirirken sınavda başarmanın tek şartı olarak “sabır” kavramını zikretmektedir. Bir üzüntü ya da musibetle karşılaşan kimsenin ona karşı direnç göstermesi anlamına gelen sabır, kulun her şeyin sahibi olduğuna iman ettiği Rabbine karşı teslimiyet göstermesidir. Ayet, Medine’ye göç ederek Mekke müşriklerinden kurtulduğunu düşünen Müslümanlara hayatın devam eden bir imtihan olduğunu hatırlatmaktadır. Medine’de ortaya çıkan maddi sıkıntılar kısa süre içinde yerini savaş şartlarına bırakacak, inananlar müşriklerle peş peşe yaptıkları savaşlarda şehitler vereceklerdir. Buna göre Allah, Müslümanları o zaman denemiştir, dilediği her zaman da dener. Allah’a dayanıp sıkıntılar altında ezilmeyenler hem dinî hem de dünyevi bakımdan hep kazanmışlardır. (Kur’an Yolu, DİB, I, 241-242)

Bir acıyla karşılaştığımız zaman teslimiyetle “imtihan” der, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu birbirimize sık sık hatırlatırız ancak imtihanı bütün boyutlarıyla algılayabildiğimizi söyleyemeyiz. İnsanın başına olumsuz bir şey geldiğinde “Neden ben?” sorusunu sorması imtihanın hikmetini kavramadığını gösterir. Oysa Allah’ın kullarını sınaması tek bir kişiye mahsus bir durum değildir. Hz. İbrahim’in Nemrut tarafından ateşe atıldığını, Hz. Eyyûb’un hastalıklarla boğuştuğunu, Hz. Yûnus’un balığın karnındaki karanlıklarda beklediğini, Hz. Muhammed’in Taif halkını İslam’a davet için gittiğinde taşlandığını düşünürsek Allah’ın en değerli kullarını dahi sınavlara tabi tuttuğunu görebiliriz.

Konuyu Kur’an’ın bütünlüğü içinde değerlendirdiğimiz zaman aslında her nimetin bizim için aynı zamanda bir imtihan vesilesi olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yüce Allah “Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21/35) buyurmaktadır.

Allah, kullarını bazen nimetini arttırarak bazen kısarak imtihan eder. Nimet verdiği zaman şükürle, zorluk karşısında sabırla duruş gösterebilen kimse sınavı kazanacaktır. Nimetin karşılığında sorumluluk yüklendiğinin bilincinde olan kul, sağlığına namaz ve oruçla, malına zekât ve sadakayla şükreder. Elindekinin emanet olduğunu, bir gün kaybedebileceğini bilerek hayatını sürdürür. Bir yoklukla karşılaştığı zaman bu durumun Allah’tan geldiğini idrak eder, geçici olduğunu bilir. O duruma temkinle ve sabırla yaklaşır. Musibete ilk an gösterilen sabrın zorluğu nedeniyle kıymetli olduğunu bilir.

İnsanın Rabbinden iyilik gördüğünde “Rabbim bana ikram etti.” (Fecr, 89/15) diye sevinip dara düştüğünde “Rabbim beni önemsemedi.” (Fecr, 89/16) demesi açık bir nankörlüktür. Oysa Rabbinin murakabesinde olduğunun bilinciyle hareket edene mükâfatı daha bu dünyada verilecektir. “Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı; bunu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı.” (Enfâl, 8/17) ayeti, Bedir Savaşı'nda zorlukla sınanan müminler için Allah’ın gönderdiği kolaylıkları ifade etmektedir. Müslümanların düşman askerinin sayıca üçte biri olduğu ve savaş için yeterli malzemelerinin bulunmadığı bir dönemde zafer kazanmaları tesadüf değildir. Allah tarafından destek için melek birliklerinin gönderilmesi, düşmanın kalbine korku salınması, düşmana hareket zorluğu getiren yağmurun yağdırılması gibi olağanüstü durumlar bu ağır imtihana boyun eğenler için dünyada verilmiş bir karşılıktır.

Devam eden imtihandır dünya. Ergenlikle açılan ölümle kapanacak olan ve aslında hayatın gerçek anlamı olan hesap için, artı eksi hanelerini kendi elimizle dolduracağımız mekândır aynı zamanda. Süresini kimsenin bilmediği sınavın adıdır, sınav yeridir. Karşılığını önemsemediğimiz, kendimizi denemek için girdiğimiz sıradan bir sınavda bile az da olsa bir telaş kaplar hepimizi. Kim bilir belki de Allah’ın bize takdir ettiği hayatın en eğlenceli yönü sınavdır da şimdiye kadar fark etmemişizdir. Sınavın tarihi ve saati yaklaştıkça hissettiklerimizin aslında bizi hayata bağlayan yönümüz olduğunu düşündük mü hiç? Hastalık sağlığın kıymetini, başarısızlık çalışmanın yöntemini gösteren bir öğretmen olamaz mı? Başarı kibre davetiye, her istediğini elde etmek tembelliğe aralanmış bir kapıdır belki de. Yüce Yaradan, soruların cevabını içinde gizlemiştir aslında.

Uzmanlar “Her gün aynı saatte aynı şeyi yerseniz, hep aynı şeyleri yaparsanız vücutta arızalar çıkmaya başlıyor. Aynı şeyi yemek metabolik stres yapıyor, aynı hareketleri yapmak kemik yapısını bozuyor. Beyni zorlamazsanız küçülüyor. Özetle bir müşkül ve çözülmesi gereken sorun varsa vücut ve beyin ayılıyor. Konfor bizi çürütüyor.” diyor. Bu sebeple Allah’a kul olmayı dert edinmek, onu razı edecek işlerin peşine düşmek, elinden gelen iyiliği ihmal etmemek, sonra da afiyet istemek gerekir. Bütün bunlar insanın kendisinde boşluk bırakmamasının en kolay yöntemi olabilir, denemek lazım.

Dr. Öğretim Üyesi Sema Çelem

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

11 Eylül 2022 Pazar

HAYAT KESİNTİSİZ İMTİHAN

 

İnsanoğlu hayatı boyunca çeşitli sorularla karşılaşır ve bu sorulara vereceği cevaplarla yolculuğunu, kimliğini, hatta kişiliğini tayin eder. Sorular bazen dışarıdan gelir bazen de içimizde kendi kendine büyür. Yıllarla birlikte kişinin peşinden koştuğu sorular da değişebilir. Örneğin çocukken masum, ergenlikte meraklı, gençlikte kışkırtıcı, yetişkinlikte manidar, yaşlılıkta dingin olabilir. Aslında bütün bilgilerimiz, düşüncelerimiz, tercihlerimiz, hassasiyetlerimiz; muhtelif konularda verilmiş cevaplarımızın toplamından ibarettir. İnsan, hayatı boyunca hem biyolojik hem psikolojik bakımdan pek çok evreden geçer. Bu evrelere, dışımızdaki şartların değişmesini de ilave edersek, yol boyu soruların ve elbette onlara bağlı olarak cevapların da değişmesi kaçınılmaz olur. Ama insanlık tarihinde değişmeyen bir soru vardır ki o soruya, yalıtılmış kabile fertlerinden modern metropollerin ortasında gürültülü bir yaşama ayak uydurmaya çalışan bireye kadar hemen her insanda rastlamak mümkündür: Hayatın anlamı nedir? Elbette bu soru, herkese aynı kılıkta görünmez; kişinin diline, bilgisine, kültürüne, meşrebine göre değişiklik arz eder. Hayatının baharında bir delikanlı için başka, çocukları için çalışıp duran ebeveyn için başka, hastanede şifa bulmak için gün sayan yaşlılar için başka libaslara bürünür.

Biz Müslümanlar için bu sorunun cevabı, hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim’de açık seçik bir şekilde verilmiştir. Allah kelamı, kullarına kıyamete kadar rehberlik edecek Kitabında, yarattığı ve yeryüzünün halifeliğiyle şereflendirdiği insanın bu en temel ve değişmez sorusuna açıklık getirmiş, insanın yaratılış gayesini “kulluk” olarak özetlemiş; kulluğun sergileneceği aşamaların toplamını ise imtihan olarak nitelendirmiştir: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 67/2) Bu ön bilgiye sahip olanlar, dünya hayatında başlarına gelen her zorluğun, her musibetin bir sınav ayrıntısı olduğunu bilir ve ona göre davranırlar. İmtihanın bilincinde olmak ona sabretmenin, sabretmek ise başa çıkmanın ilk adımıdır. Sabır asla teslim olmak değildir; aksine, musibetler karşısında yılgınlığa düşmeden mücadele etmenin olmazsa olmaz şartıdır. Bu yaklaşım, daha güzel bir dünya inşa etmenin, dünyayı Allah’ın rızası doğrultusunda güzelleştirmenin, imar ve ihya etmenin de anahtar fikridir. Nitekim bazı Müslüman düşünürler, bu ayette ölümün hayattan önce zikredilmesini yorumlarken buna dikkat çekmişlerdir: “Demek ki bir hayatın arkasından ölümün ve onun arkasından diğer bir hayatın karşıt olarak yaratılması, insanların bu ikisi arasında iyi bir çalışma gayretiyle Allah’ın mülkünde güzel bir işçi, yüksek bir görevli olmak üzere yarış için bir imtihan meydanına çıkarılmaları hikmetine, bu da hayattan hayata, güzellikten güzelliğe bir yükseliş nizamı ve en güzel amellere daha güzeliyle mükâfat vererek ileride bambaşka bir hayata ulaştırılmaları gayesine yöneliktir.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Azim, cilt 8, s. 178.)

Bazen Azalarak Bazen Çoğalarak

Dünya hayatı gelip geçicidir. Yaşamın bazı anlarında faniliğin bu dokunaklı boyutu, insanın içini hüzünle doldurur. Öte yandan bu fanilik, derinlerde saklı bir umudun da meşalesi olur. Çünkü sonlu hayat, ebedî hayatın kapısına çıkar. Zaten en büyük cevapları vahyin dizinin dibinde bulmamız, bu ebedî hayata olan inancımızla ilgilidir. Ebedî hayat motivasyonu, bizim imtihan esnasında dirayetli durmamızın da kaynağıdır.

Peki, ister istemez insanın aklına şu soru gelebilir. Neden imtihan? Neden bu beşikten mezara kadar dikkat gerektiren sınav? Büyük mutasavvıf Mevlana Celaleddin-i Rumi, Mesnevi’sinde hayat ve imtihanın gerekliliğini buğday mecazıyla anlatır: “Buğdayı toprak altına atarlar, sonra o topraktan başaklar elde ederler. Sonra bir kez de değirmende öğütürler, değeri artar, cana can katan gıda olur. Sonra ekmeği dişlerin altında ezerler de akıl sahibinin aklı, canı, anlayışı olur.” (Mevlana Celaleddin Rûmî, Mesnevi, Çev. Derya Örs, Hicabi Kırlangıç, 2010, Konya BB. cilt 1, s. 161) Değerin ortaya çıkması için bazı fırtınaların yaşanması kaçınılmazdır. Hayatı ve onunla birlikte gelen meşakkatleri bu anlayışla göğüsleyen Müslüman, başına ne gelirse gelsin, ayet-i kerimede haber verilen sınavlardan birini yaşadığını bilir: “Andolsun ki biz; korku, açlık, mallardan, nefislerden ve ürünlerden bir miktar eksiltme ile sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)

İmtihan, kimi zaman bollukla kimi zaman yoklukla gelebilir. Hiç ummadığımız yerlerden üzerimize yağabilir. Sevdiklerimiz en büyük sınavımız olabilir. Bugün varlığıyla gurur duyduğumuz bir nimet, yarın sırtımızdaki en ağır yüke dönüşebilir. Her doğan gün, insan için müjdeler de kederler de getirebilir. Sevinçler de kederler de insan içindir. Kaldı ki kaçınılmaz şekilde çevremizdekilerin, sevdiklerimizin yavaş yavaş azalmasına, ölümlerine şahit oluruz. Bütün bunlar için ayrı ayrı cevaplar bulmak yerine, vahye kulak verdiğimizde sadece aklımızın değil, kalplerimizin de yolunu kısaltmış oluruz: “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.” (Enbiyâ, 21/35) Ayet, açık bir şekilde insanların sadece kötülüklerle değil; iyiliklerle, varlıkla, nimetle de imtihan edileceğini haber vermektedir.

Kur’an-ı Kerim’de dünya hayatının imtihan oluşuna vurgu yapılır ve bu imtihandan başarıyla çıkmanın yolunun nefsin isteklerine karşı koyabilmek, onları meşru sınırlar çerçevesinde gidermekten geçtiğinin altı çizilir. Şeytanın kışkırtmalarına ve nefislerinin arzularına esir olanların, imtihanda kaybedeceği açıktır. Dünya ve içindeki nimetler gelip geçici, ahiretse sonsuzdur. Fani olanın peşinde koşanları daima hayal kırıklığı, daima hüsran bekleyecektir. Çünkü hayatın ve ölümün sahibi Yüce Allah, kullarına hem yürümeleri gereken istikameti hem de bu yürüyüş esnasında riayet etmeleri gereken kuralları bildirmiştir. Geçici dünya hayatını merkeze alarak bize ebedî hayatı unutturan, ihmal ettiren bütün meşguliyetleri, ilgileri, isyanları, dünya imtihanımızı kaybettirecek hatalar olarak görebiliriz.

Peygamberlerin İmtihanları

“Allah dağına göre kar verir.” sözünün imtihan alanında da tecelli ettiğini görürüz. Cenab-ı Allah’ın en seçkin kulları şüphesiz ki peygamberlerdir. Allah Teâlâ, onlar vasıtasıyla insanlığa mesajlarını ulaştırmış, emir ve yasaklarını bildirmiştir. Bu bakımdan onlar, Yaratıcı ile yaratılanın varoluşsal temas noktasını temsil ederler. Vahye ilk muhatap kılınan o peygamberler bile imtihandan muaf tutulmamıştır. Aksine onların hayatları ve yaşadıkları gerçekten akıllara durgunluk verecek cinstendir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına baktığımızda zorluk, sıkıntı ve imtihanın onun başından neredeyse hiç eksik olmadığını görürüz. Zaten peygamberler tarihi biraz da imtihanlar tarihidir. İlk insan, ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) önce yasak meyveyle, sonra oğullarıyla imtihan edildi. Kabil, haset ve kıskançlık yüzünden kardeşi Habil’i öldürdüğünde sadece yeryüzünde ilk cinayet işlenmemişti, aynı zamanda bir babanın oğluyla ilk imtihanı olmuştu. Hz. İbrahim (a.s.), rüyasıyla sınav edilmiş, yıllardır yolunu beklediği çocuğunu yani en sevdiğini Allah yolunda kurban edip edemeyeceğiyle sınanmıştı. Onun bir baba olarak yaşadığı sınavın gerçekliğine Kur’an, “Bu, kesinlikle apaçık bir imtihandı.” diyerek şahitlik etmiş (Sâffât, 37/106); sergilediği iman ve metanete karşı Cenab-ı Hakk’ın rızası selamıyla ödüllendirilmiştir (Sâffât, 37/109). Sabrın sembolü Eyüp (a.s.) ise malını, mülkünü ve sağlığını kaybedip uzun süren bir hastalığa yakalandığında imtihan edildiğinin bilincindeydi. Rabbine sığındı, sabretti, şeytanın ve nefsinin kışkırtmalarına kulak asmadı. Yaşadıkları onu kulluğundan bir an olsun vazgeçirmedi. Kur’an’da onun sabrı şu ifadelerle övülmüştür: “Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk. O ne iyi kul idi! Daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd, 38/44) Bu sabra karşılık şifalı bir suya vasıl edilmiş ve o suyla iyileşmişti. Yakup peygamber ise oğullarının kıskançlığıyla imtihan edilmiştir. Neticede kuyuya atılan Yusuf (a.s.) kadar, onu kuyuya itenler de Hz. Yakup’un çocuklarıydı. Oğlunun hasretiyle yıllar boyu ağlayan, âmâ olan ve hayatının son yıllarında oğluna yeniden kavuşan Yakup (a.s.) sabrın, beklemenin en güzel örneğidir.

Hz. Yusuf’un saray zindanlarında, Hz. Yunus’un balığın karnında yaşadıkları, kıyamete kadar bütün insanlara mesaj verir. Hz. Lut, tebliğle görevlendirildiği kavmiyle mücadelesinde, bir insanın yaşayabileceği en büyük zorluklardan birini yaşamış; eşinin taşkın şehir halkıyla aynı safta yer almasına ve onlarla birlikte helak olmasına şahitlik etmiştir. Tevhit mücadelesinde aile fertlerini yanında bulunmayan peygamberlerden biri de ululazm peygamberlerden Hz. Nuh’tur. Nitekim tufan koptuğunda eşi ve oğlu, gemidekilerin arasında olmayacaktır.

Meşakkat, Cevherleri Ortaya Çıkartır

Aslında tarih boyunca neredeyse bütün peygamberler, kavimleri tarafından zulme maruz kalmış, ölümle tehdit edilmiş, sürülmüş, yurdundan çıkarılmıştır. Ama onlar yollarından dönmemiş, her biri kendi meşrebinde zorluklarla mücadele etmiştir. Bugün bizlere düşen, peygamberlerin sabrını, metanetini, mücadelesini kendimize rehber edinmek; onların rol modelliğini esas alarak modern dünyadaki hayatlarımızı tanzim etmektir. Çünkü imtihanların şekilleri değişse de aslında Hz. Âdem’den beri özleri değişmez.

Çile ve meşakkatlerin insan ruhunu, kişiliğini nasıl olgunlaştırdığını, bu olgunluğun onun yaşamı için ne kadar hayati bir önem taşıdığını, kozadaki kelebek hikâyesi bizlere ne güzel anlatır. Ormanda kozasından çıkmaya çalışan kelebeği gören bir adam, kelebeğin uzun ve meşakkatli mücadelesini izledikten sonra dayanamayarak kozayı biraz açmış. Böylece kelebeğe yardım etmiş olacağını zannetmiş. Ama kozasından çıkan kelebek bir türlü uçamamış. Adamın iyi niyetle ama bilinçsizce yaptığı yardım, kelebeğin doğar doğmaz ölmesine neden olmuş. Çünkü kelebeğin doğasında, kozadan çıkarken çabalamasına, bedenindeki sıvının kanatlarına yürümesine, kaslarının bu şekilde gelişmesine yönelik hayati ve gerekli bir süreç vardır. Tıpkı kelebek gibi insanoğlunun da bu imtihan dünyasında karşılaştığı her nimet her meşakkat, ondaki cevherlerin ortaya çıkmasına imkân sağlar. Dünya hayatının anlamı ve gayesi budur. Emek vermeden, özveri sergilemeden ne bu dünyada ne de ahirette huzura ermek mümkündür.

Kaan Süleymanoğlu

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

10 Eylül 2022 Cumartesi

NEFİS TEZKİYESİNDE BİR PEYGAMBER: HZ. İSA


Hz. İsa, Kur’an-ı Kerim’de kendisine İncil’in verildiği ve kendisinin Hz. Muhammed’i müjdelediği bildirilen, “Allah’tan bir ruh ve kelime” olarak tavsif edilen, ancak esas itibarıyla kul olduğu vurgulanan bir peygamberdir. Aslında Kur’an-ı Kerim’de İslam’ın Hristiyanlık inancına, Hz. Meryem ve Hz. İsa’ya bakışını, Hz. Meryem’in adıyla anılan 19. surenin baş kısmında açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim Habeşistan muhacirlerinin sözcüsü sıfatıyla Cafer b. Ebu Talip adı geçen surenin başlangıç kısmındaki ayetleri Necaşi huzurunda okumak suretiyle İslam’ın Hz. İsa’nın kimliği hakkındaki görüşünü açıklamış, Kral da onun ifadelerini tasdik etmişti.

Hristiyan inancına göre İsa Allah’ın bedenleşmiş kelamı kabul edilir. Buna göre Tanrı’nın yaratılmamış olan ezelî mesajı bedenleşmiş olup İsa olarak insanlar arasında yaşamaktadır. Hristiyanlar bu nedenle İsa’ya “Tanrı oğlu, Rab, Mesih” unvanlarını vermektedir. İncillerde Tanrı’nın ondan “oğlum”, onun da Tanrı’dan “babam” şeklinde bahsetmiş olması İsa’nın ulûhiyetine delil olarak gösterilmektedir.

Kur’an’da hem İsa hem İbn Meryem hem de Mesih olarak adlandırıldığı gibi başka isimlerle de anılmaktadır: “Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesih’tir; dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.” (Âl-i İmran, 3/45.) “Meryem oğlu Mesih ancak bir resuldür. Ondan önce de (birçok) resuller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” (Maide, 5/75.)

Kur’an’daki mesih kelimesi esas olarak Hristiyanların bu kelimeye yüklediği anlamda değildir. Buna göre İsa Mesih diğer peygamberler gibi yaratılmıştır, bir kuldur. Dolayısıyla ona ulûhiyet nispet etmek, onu rab edinmek kesinlikle kabul edilemez. Kur’an’da Hz. İsa’nın annesi Meryem hakkında da bilgi bulunmaktadır. Buna göre Meryem, Allah’ın ruhunu (Cebrail) bir insan şeklinde karşısında görünce korkudan Allah’a sığınarak ondan kendisine dokunmamasını ister. Gelen melek ise ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söyler.

“Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi. Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.” (Meryem, 19/16-22.)

Hz. Meryem, Hz. İsa’yı dünyaya getirdikten sonra kavminin yanına döner. Kavmi, bakire Meryem’i kucağında çocukla görünce çocuğun gayrimeşru bir ilişkinin ürünü olduğunu sanarak kendisini suçlarlar: “Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” (Meryem, 19/27-28.)

Hz. Meryem onlara cevap vermek yerine beşikteki İsa’ya işaret eder: “Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz? Çocuk şöyle dedi: Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır. İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa -hak söz olarak- budur.” (Meryem, 19/27-34.)

Kur’an’a göre Allah, İsa’ya kitap vermiş ve onu mübarek kılmıştır. Aynı zamanda o İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiştir: “İsrailoğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) Size Rabbinizden bir mucize getirdim. Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o kuş oluverir. Yine Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz bunda sizin için bir ibret vardır.” (Âl-i İmran, 3/49.)

Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın doğduğundan, öleceğinden ve tekrar hayata döneceğinden söz edilir: “Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır.” (Meryem, 19/33.)

Bununla birlikte onun bahsedilen dirilişi, Hristiyanlıkta kabul edildiği gibi çarmıha gerildikten sonraki diriliş değil kıyamet sonrası diriliştir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’e göre İsa çarmıha gerilmemiştir. Yahudiler, İsa’nın tebliğ ettiği mesajdan hoşlanmamışlar ve onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır: “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Âl-i İmran, 3/54.)

“Ve ‘Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/157-158.) Binaenaleyh Hristiyanlıkta önemli bir dinî inanç olan, insanların günahına kefaret olmak üzere İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesinin İslam’da kabul edilmediği görülmektedir.

Diğer taraftan Kur’an’da Hz. İsa’nın öldürülmediğini ve çarmıha gerilmediğini bildiren ayette yer alan “şübbihe lehüm” ifadesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Buna göre çarmıh ve çarmıha gerilen bir kişi vardır, ancak bu kişi Hz. İsa değil Hz. İsa’nın yerini Yahudilere ve Roma makamlarına gösteren Yahuda isimli kişidir.

Hz. İsa’nın, Yahudiler tarafından öldürülmediği ve asılmadığı Kur’an’da açıkça belirtilmekle birlikte akıbeti, ölüp ölmediği ve semaya ref‘inin nasıl olduğu konusu hem Müslümanlarla Hristiyanlar arasında hem de Müslümanların kendi aralarında tartışmalıdır. Hz. İsa’nın dünyevi hayatının sonuyla ilgili ayetlerde yer alan iki kavram üzerinde durmak gerekir ki bunlar “teveffî” ve “ref” kavramlarıdır. Âl-i İmran suresinin 55. ayetinde Allah, “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim (müteveffîke), seni nezdime yükselteceğim (râfiuke), seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.” demektedir. Maide suresinde ise Allah İsa’ya, “Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin?” diye sorduğunda İsa, “Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onları kontrol ediyordum. Beni vefat ettirince artık onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun.” diye cevap vermektedir. (Maide, 5/116-117.) Bu ayetlerden, önce teveffînin ve ardından ref’ hadisesinin olacağı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Nisa suresinde de Yahudilerin İsa’yı öldüremedikleri, asamadıkları, bilâkis Allah’ın onu kendi nezdine aldığı belirtilmektedir.

Kur’an’a göre İsa bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve bir kuldur. Onun tanrı olduğunu iddia edenler ise küfre sapmış olarak kabul edilmiştir:

“Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan geri dururlar. O’na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” (Nisa, 4/172.)

“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah’a kim bir şey yapabilecektir (O’na kim bir şeyle engel olabilecektir)! Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir.” (Maide, 5/17.)

Kaldı ki o hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah’a kulluğu öğütlemiştir: “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin? buyurduğu zaman o, ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.’” (Maide, 5/116-117.)

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Kur’an-ı Kerim’de takdim edilen Hz. İsa, İncillerde ve Hristiyan teolojisindekinden farklıdır. Bu farklılıklar, daha ilk dönemlerden itibaren Müslümanlarla Hristiyanlar arasında tartışmaların başlamasına sebep olmuş, iki taraf da birbirini reddeden ve tenkitlere cevap veren eserler kaleme almış, böylece geniş bir reddiye literatürü oluşmuştur. Nitekim Âl-i İmran suresinin ilk seksen ayetinin Medine’de Peygamber’i ziyaret eden Necran heyetiyle yapılan görüşme ve Hz. İsa ile ilgili tartışma sebebiyle nazil olduğu rivayet edilmektedir. (Harman, Ömer Faruk, “İsa”, DİA, XXII, 465-472; Karadaş, Cağfer, Hidayet Rehberleri Peygamberler, Bursa 2013, s. 121-129.)

Prof. Dr. Adem Apak

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

9 Eylül 2022 Cuma

İSLAM’IN DİRİLİŞ ÇAĞRISI


“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Resulü’ne uyun. Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.”

(Enfal, 8/24.)

Bedir Savaşı’nda Müslümanlar, müşriklere karşı büyük bir zafer kazandılar. Ancak savaş sonrasında henüz konulmuş bir kural bulunmadığından elde edilen ganimetin taksiminde ihtilaf ettiler. Bu münasebetle nazil olan ayetler müminlere Allah’tan korkmalarını, Allah’ın ve peygamberinin hükmüne itaat etmelerini emrediyordu. (Enfal, 8/1-2.) Nitekim Bedir Savaşı’ndan önce de düşmanla karşılaşmayı değil kervana ulaşmayı istemişler; ancak Allah Resulü’ne itaati seçip düşmanla savaştıklarında itaatin bereketine erişmişler, ilahi yardımlara mazhar olmuşlardır. Enfal suresinde çeşitli münasebetlerle Allah ve Resulü’ne itaatin önemi vurgulanmaktadır ki bunlardan biri de şu ayettir: “Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulü’ne uyun. Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal, 8/24.)

Ayet-i kerime her Müslümana, Allah ve Resulü’ne itaat için harekete geçme, kendisine dinî bir konu hakkında Allah’ın veya Resulü’nün sözü ulaştığında onunla süratle amel etme, ona muhalif olan görüşleri terk etme sorumluluğu yüklemektedir. Peygamberin davet ettiği şeye itaatin gerekliliği, “Peygamber sizi çağırdığı zaman Allah ve Resulü’nün çağrısına uyun.” diye ifade edilmiştir. (Yani davet fiili tekil olarak gelmiştir.) Çünkü daveti doğrudan icra eden, insanlara ulaştıran peygamberdir. Peygamberin çağrısına yapılan bu vurgu, aynı zamanda ona icabetin Allah’a icabet gibi olduğunu ifade etmektedir. (Nesefi, Medarikü’t-Tenzil, I, 639.) Peygamberin çağrısı, hayatta iken çağırdığında yanına gelmeyi de davetine icabet edip itaat etmeyi de içermektedir. (Buhari, Tefsir, 8.)

Müminler, Allah ve Resulü’nün çağrısına icabet etmelidir; çünkü bu çağrı onlara hayat verecek bir çağrıdır. Hayatta olan insanı diriltmek söz konusu olamayacağından ayette geçen “hayat verme” ifadesinin gerçek anlamının dışında kullanıldığı anlaşılır (istiare). Hayat verecek şeylerin ne olduğuna dair çeşitli görüşler vardır. Ana hatları ile ifade etmek gerekirse bunlardan birincisi imandır. Çünkü iman kalbin hayatı, küfür ise ölümüdür. İnsanlar küfür ile ölü hükmünde iken Allah onları iman ile diriltir. İkinci yoruma göre hayat verecek olan şey, Kur’an’dır. Onun çağrısına icabet eden için kurtuluş, güven, ebedî hayat ve sermedî nimet vardır. Ayrıca o, ilmin kaynağıdır. İlim ise hayattır. Hayatın sebebi, hayat olarak isimlendirilmiştir. Üçüncü yoruma göre hayat verecek olan şey, hak ve hakikattir. Hayat verecek olan şeyin hak ve hakikat olarak yorumlanması başta iman ve Kur’an olmak üzere diğer görüşleri de kapsayan bir görüştür. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XV, 472.)

Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın sonuçları da vardır ki bunlar devamında şöyle ifade edilmiştir: “Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer.” Allah’ın kişi ile kalbi arasına girmesi, O’nun sıfatları ile ilgili olarak yorumlanır. Zira Allah mekândan münezzehtir. O’nun (c.c.) ilim sıfatı kişinin gizlediğini bilmesine, kudret sıfatı ise kişiye azmettiği şeyi yapma izni vermesine veya o fiili yapmayı engellemesine taalluk eder. İki şey arasına bir engelin girmesi gibi Allah’ın bilgisi de kişi ile kalbi arasına girer. Çünkü O, kuluna şah damarından yakındır. (Kaf, 50/16.) Allah’ın, kişi ile onun kalbi arasına girdiği vurgulanarak onun aklına gelen düşüncelere dikkat çekilmekte; müminler peygamberin davetine gevşeklik göstermek, ona icabet sorumluluğundan kaçınmak, ona muhalefet edişini gizlemek gibi düşüncelere kapılmaktan sakındırılmaktadır. Kişi Allah Resulü’nün çağrısına uyduğu takdirde Allah onu nefsine galip kılacak; onunla nefsinin çağırdığı şey arasına engel koyacaktır. Ancak bu çağrıya uymaktan imtina ederse de nefsini kalbinin çağırdığı şeyle arasına engel kılacaktır. (Maturidi, Tevilatü Ehli’s-Sünne, V, 178; İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, IX, 315.) Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın sonucu, sonraki cümlede daha şiddetli bir üslupla şöyle ifade edilmektedir: “Ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” Zira ecel, ansızın gelip bu çağrıya icabet etme düşüncesinin önüne engel olabilir. Bu yüzden emri süratle uygulamalı, başka vakte ertelememelidir.

Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın dünyevi sonuçları da vardır ki sonraki ayette bundan bahsedilmektedir. (Enfal, 8/25.) Müslümanlar hep birlikte Allah Resulü’nün çağrısına uymadıkları takdirde pek çok konuda ihtilafa düşerler. Yaşadıkları ihtilaflar zamanla çatışmaya dönüşür. Toplumsal düzenleri bozulur, durumları kötüleşir. Toplumun önderi konumunda olanlar gidişatı durdurmak için çaba göstermezse fitne ateşi her yere yayılır ve iyi kötü demeden herkesi yakar.

İslam hak dindir; insanlık için bir diriliş çağrısıdır. Bu çağrıya icabet eden, gaflet ve cehalet karanlıklarını izale eder, tembellik ve miskinlik illetlerinden kurtulur. Dünyada, iman ve salih amelle güzelleşen mutlu bir hayata ulaşır; ahirette ise güzelliği tasavvur dahi edilemeyecek ebedî bir hayata kavuşur. Ancak İslam’ın bu diriliş çağrısı, yaşadığımız yüzyılın bağrında tam olarak yankılanamamaktadır. Müslümanların bazı yanlış uygulamaları, istismar çevrelerinin fırsatçılıkları, terör örgütlerinin sapkınlıkları, İslam’ın gerçek yüzünün görülmesine mani olabilmektedir. Oysa Müslümanlar, beşerî zaafların, dünyevi ihtirasların ağırlığından kurtulup hep birlikte İslam’ın çağrısına koştuklarında, olanca saflığı ile gönüllerini Allah ve Resulü’ne açtıklarında İslam’ın hakikati ortaya çıkacaktır. Ve böyle bir seferberlik sayesinde onlar, kendi dirilişlerini tecrübe ederken başkalarının dirilişlerine de vesile olabileceklerdir. İslam’ın çağrısına icabet ederek dirilen ve elindeki diriliş meşalesiyle etrafını aydınlatanlar ile kendini bundan mahrum kılanların aşağıdaki tasviri bu hakikatin veciz bir ifadesidir: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?” (Enam, 6/122.)

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

8 Eylül 2022 Perşembe

ALLAH İÇİN TERK ETMEK: HİCRET


İnsanlar doğup büyüdükleri topraklardan neden ayrılırlar? Neden anılarının, acılarının, mutlu günlerinin, hüzünlü ve eğlenceli günlerinin geçtiği yurtlarını terk etme gereği duyarlar? Düşün ki her sokakta ayak izlerin var; her gölgede oturmuş, her dağda gezmiş, her mahalleyi karış karış dolaşmışsın. Çocukluğun orada geçmiş. Arkadaşların oralı, ahali seni tanıyor, sen ahaliyi tanıyorsun. Ama günün birinde burayı ister istemez terk etmek zorunda kalıyorsun. Kimi zaman makul nedenlerden dolayı kimi zaman istemeden çıkıp gidiyorsun. Kimi zaman, günün birinde yeniden dönme ümidiyle kimi zaman da bir daha dönmemek üzere ayrılıyorsun!

Terk-i diyar eyliyorsun. Her şeyi terk ediyorsun. Sokağını, büyüdüğün evini, sevdiklerini, anı ve acılarını geride bırakıp gidiyorsun! Bazen arkana bakarak bazen de bakmayarak gidiyorsun! Zor değil mi? Başını alıp gitmek... Yeni bir diyara gitmek, yeni bir yurda gelmek, yeni insanlar, yeni âdetler, yeni örfler ve yeni hayatlar...

Hicret, terk etmek ve ayrılmak demektir. Kimi zaman savaş ve baskı nedeniyle, kimi zaman zulümden kaçmak için kimi zaman da hicretlerin en güzeli olan dinini yaşamak için...

Hicret, pes etmek değildir. Teslim olmak değildir. Vazgeçmek değildir. Ümit kesmek değildir. Hicret, yeni bir davet sahası açmaktır. Yeni insanlara tebliği ulaştırmaktır. Yenilenmek ve yeniden başlamaktır. Eskiyi bazen kenara bırakıp bir daha bakmamak, bazen de eskiyi arzulamak ve yeniyi hedeflemektir.

Hicret, berekettir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisa, 4/100.) Ameller niyetlere göredir. Allah, kullarından zafer değil sefer ister. Amaca ulaşmayı değil amaç için çalışmayı ister. Hicret eden kişi elinden geleni yapmıştır. Hicret ettiği diyara ulaşsa da ulaşmasa da ulaşmış gibi karşılığını görecektir.

Hicret, fedakârlık demektir. Allah için vermek ve feda etmek demektir. Dinini yaşamak için dünyasını bağışlamak ve ondan vazgeçmek demektir. Mala mülke bakmadan, kâr zarar hesabı yapmadan yola koyulmak demektir. Gerekirse bedel ödemek demektir. Tıpkı Suheyb er-Rumi’nin yaptığı gibi tüm kazancını hicret etmek için feda etmek demektir. Suheyb er-Rumi, Rabbinin rızası için tüm mülkünü Mekke’de bırakan ve onlardan vazgeçen bir tüccardı. Mekkeliler onun, malını da yanına alıp çıkmasına izin vermiyordu. Suheyb onlara bir teklif sundu: “Tüm malımı bırakırsam gitmeme izin verir misiniz?” Onlar da bu teklifi kabul etti ve Suheyb, Mekke’nin zenginliğini geride bırakıp Suffe ehlinden oldu. Varlığı bıraktı ve Mescid-i Nebevi’nin gölgesinde bir hayat sürdü. Yalıyı bıraktı, gölgeyi seçti. Evi ve bahçeyi bıraktı, mescidin duvarında gecelemeyi seçti. Maddi zenginliği bıraktı, fakir bir hayata geçti… (Maverdi Tefsiri, İbni Kesir, Bakara 207. ayetin tefsiri.)

Peki niçin? Bu fedakârlık niçindi? Allah’ın dinini yaşamak için bedel ödüyordu. Hem şehrini terk etti hem malını geride bıraktı. Ama gözü arkada değildi. Hicret onun için bir onurdu. Allah Teâlâ onun bu davranışını kabul etti. Onun hakkında şöyle buyurdu: “İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.” (Bakara, 2/207.)

Hicret kimi zaman özlemdir. Geldiğin diyarları özlemektir. Taşını toprağını özlemektir. Oradan gelen birini, geldiği yerin kokusunu taşıyor diye ayrıca sevmektir. Ona, terk ettiğin diyar hakkında sorular sormaktır. Gözyaşı akıtmaktır. Nitekim Resulüllah’ın (s.a.s.) Medine’yi sevmesi, Mekke’ye özlem duymasına engel olmamıştı. Mekke’den gelen Usayl, Mekke’den söz edince Resulüllah (s.a.s.) şöyle dedi: “Ey Usayl, yeter! Bırak kalpler sızlıyor!”

Efendimiz, elli yılını geçirdiği şehrini özlemişti. Son on yılı Mekke’de zor, hem de çok zor geçmişti. Ama yine de gönüldür bu. Doğduğu, büyüdüğü, evlendiği ve yaşadığı toprakları

özlüyordu.

Hz. Bilal ise Mekke’ye olan özlemini şöyle dile getiriyordu: “Acaba bir gün Mekke vadisinde etrafımı ızhır ve celil otları sarmış olduğu hâlde geceleyebilecek miyim? Bir gün Ukaz’daki Mecenne sularının başına varır mıyım? Şame ve Tafil sularını görebilecek miyim?” (Buhari, 1889.)

Düşünün ki Bilal’in Mekke’deki anıları, acılarından ibaretti. Defalarca ölümün kokusunu ensesinde hissetmişti. Öldü diye bırakıldığı olmuştu. Mekke’de bir köle olarak hayatını sürdürmüştü. Buna rağmen Mekke özlemi çekiyordu. Suyu olmayan Mekke’nin, merhameti olmayan Mekke’nin, kayalık ve dağlık Mekke’nin...

Vatan sevgisi, toprak sevgisi, şehir sevgisi, ilçe, köy ve mahalle sevgisi budur işte... Hicret budur işte. Gittiğin yerde güzelce ağırlansan bile, dinini kolayca yaşasan bile doğduğun toprakları özlemektir. Allah Teâlâ kimseyi sevdiği topraktan mahrum eylemesin! Muhacire her şeyi verebilirsiniz, ona ev verebilirsiniz, iş verebilirsiniz, toprak verebilirsiniz. Ama onun toprağının yerine hiçbir toprak veremezsiniz. Onu bereketli topraklara koysanız da o, çorak toprağını ve yamaçtaki evini arzular...

Hicret, Allah’ın iltifatına, övgüsüne, rızasına nail olmaktır. Hicretin belki de en güzel yönü budur. O’nu kazandıktan sonra kaybettiğin hiçbir şey için üzülmüyorsun. O’nun iltifatını aldıktan sonra hiçbir hakareti umursamıyorsun. O’nun rızasına nail olduktan sonra hiçbir yergiye aldırmıyorsun. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden kimselerin dereceleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/20.)

Hicret, terk etmek demektir. Kötüyü bırakıp iyiye sarılmaktır. Kötülükten iyiliğe kaçmaktır. Haramlardan helallere kaçmaktır. Gayrimeşru işlerden meşru işlere kaçmaktır. Allah’ın yasaklarından uzak durmaktır. Bunları başarabilen, hicret ehlidir. Bu nedenle olsa gerek Peygamber Efendimiz “muhaciri” şöyle tanımlamıştır: “Muhacir, Allah’ın kendisine yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir.” (Buhari, 10.) Yine Peygamber Efendimiz hicret hakkında şöyle buyurmuştur: “Hicret iki çeşittir. Birincisi günahları terk etmendir. Diğeri ise Allah ve resulüne hicret etmendir. Tövbe kabul edildiği sürece hicret etmek kesintiye uğramayacaktır.” (Müsned, 1671.)

Murat Padak

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

7 Eylül 2022 Çarşamba

TARİHİN AKIŞINA İLAHİ DOKUNUŞ


Yüce Allah (c.c.), insanı yaratmış ve belli bir zaman aralığında yaşamak üzere onu yeryüzüne göndermiştir. (Bakara, 2/36.) Dünyadaki bu serüveninde, onu başıboş bırakmamış, ona belli bir gaye ve amaç belirlemiştir. İnsan burada Allah’ı hakkıyla tanıyacak, sadece O’na kulluk edecek (Zariyat, 51/56.) ve salih/güzel ameller ortaya koyacaktır. (Mülk, 67/1-2.)

Allah, dünya hayatı serüvenine başlayan insana lütufta bulunmuş, yaratılış gayesini nasıl gerçekleştireceğini, dünya ve ahiret mutluluğunu nasıl kazanacağını seçtiği peygamberler aracılığıyla ona göstermiştir. Bu lütfunun sonucu olarak Yüce Yaradan ilk insan Hz. Âdem’i (a.s.) yeryüzüne gönderdikten sonra onu ilk peygamber olarak görevlendirmiştir. (Âl-i İmran, 3/33.) Hz. Âdem’den (a.s.) sonra da bütün toplumlara peygamberler göndererek ilahi mesajlarını onlara iletmiş, neleri yapmaları ve nelerden kaçınmaları gerektiğini de tekrar tekrar hatırlatmıştır. Bu ilahi hatırlatmaların toplumdan topluma farklılık arz eden bazı yönleri bulunsa da ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e (a.s.) indirilen ilahi mesajdan, bütün insanlığa gönderilen son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilen Kur’an-ı Kerim’e kadar temel ilkeler hep aynı olagelmiştir. Bu ilkelerin veya yönlendirmelerin en başında ise “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve kulluk sadece O’na yapılmalıdır.” esası gelmektedir.

Tevhide çağrı: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur

İnsanı, arzı ve zamanı yaratıp bu üçünü dünyada buluşturan Yüce Rabbimiz, insanlara uymaları gereken emir ve yasakları da bildirmişti. Ancak insanlar ilahi vahyin inişinden zamansal olarak uzaklaşmaları, şeytanın vesveseleri, nefsin arzuları, cehaletin artması ve aklın kullanılmaması gibi sebeplerden ötürü putları veya başka şerikleri Allah’a ortak koşmaya başlamışlardır. Şirkin toplumlara hâkim olmaya başladığı tarihin bu dönemlerinde Yüce Allah peygamberler göndermiş ve onlar aracılığıyla tevhid ilkesini, emir ve yasaklarını toplumlara hatırlatmıştır. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının.’ diye peygamber gönderdik...” (Nahl, 16/36.), “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, ‘Şüphesiz, benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin.’ diye vahyetmişizdir.” (Enbiya, 21/25.)

Kur’an-ı Kerim’de, vahyin zamanın akışı içerisinde peygamberlerin diliyle toplumları nasıl tevhide çağırdığı pek çok yerde anlatılmaktadır. Rabbinden aldığı emirleri tebliğ eden Nuh (a.s.), kavmine Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını ve kulluğun sadece ona yapılması gerektiğini hatırlatmış ve onlara şöyle seslenmiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur…” (Araf, 7/59.) Aynı çağrıyı Âd kavmine gönderilen Hud (a.s.) ve Semud’a gönderilen Salih (a.s.) da tekrar etmiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin ondan başka ilahınız yoktur.” (Araf, 7/65,73.)

Tarihin belli bir döneminde hüküm süren Hz. İbrahim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlara onlar ortaya çıkmadığında bunların yerdeki sembolü olan putlara tapıyorlardı. (Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberi Peygamberler, s. 66-67.) Hz. İbrahim (a.s.), kavminin putlara tapmasına karşı çıkmış hatta onların putlarını kırmıştır. (Enbiya, 21/57-67.) Allah’ı bırakıp da tapmış oldukları bütün tanrıların uydurma, onlara tapanların da yanlış yolda olduklarına işaret etmiş, bundan sonra da gerçek ve tapılmaya layık olan ilahın yaratan, hidayete erdiren, yediren, içiren, şifa veren, öldüren, hayat veren ve kıyamet gününde günahları bağışlayan Allah Teâlâ olduğuna dikkat çekmiştir. (Şuara, 26/70-82.)

Kulluğun sadece Allah’a yapılması gerektiği ilahi emrini, ilahlık iddiasında bulunan firavuna tebliğ eden Hz. Musa’nın tevhid mücadelesini de Kur’an-ı Kerim anlatır bizlere. Bu kendini beğenmiş insana Hz. Musa, pek çok mucize göstermesine rağmen o her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’a teslim olmamış ve vahyin kendisini tevhide davetini kabul etmemiştir. Ancak Hz. Musa’nın (a.s.) asasıyla aldatmacalarını yok ettiği sihirbazlar ise tevhid çağrısını kabul edip Allah’a iman etmişlerdir. (Araf, 7/106-122; Şuara, 26/31-48.)

Yüce Rabbimiz, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki peygamberleri ve ilahi mesajları, insanları tevhide çağırmak amacıyla gönderdiği gibi (Enbiya, 21/25.) âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizi de bu görevle memur kılmıştır. “De ki: O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır (kimsenin babası değildir.) Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlas, 112/1-4.) Ayrıca Efendimiz (s.a.s.) bütün peygamberlerin çağrısının tevhid olduğunu şu şekilde beyan buyurmuşlardır: “Ben ve benden önceki bütün peygamberlerin en önemli ikrar ve çağrısı, ‘Bir olan, eşi/ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilah yoktur.’ sözüdür.” (Muvatta, Kur’an, 32, Hac, 246.)

Kıyamete kadar bütün insanlığa rehber olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim, müşrik Arapları ve tevhid inancını bozmuş olan diğer bütün insanlığı, tevhid inancına ve Allah’a kulluğa çağırmış ve kıyamete kadar da çağırmaya devam edecektir. Bu çağrı aynı zamanda Allah’a kulluğun nişanesi olan ibadetlerin yapılmasına da bir çağrıdır.

Ahiret hayatına iman etmeye çağrı

Vahyin insanlık tarihinin akışı içerisinde pek çok kez hatırlattığı bir başka husus; kıyametin, yeniden dirilişin, hesabın, mükâfat ve cezanın kesin olarak gerçekleşeceğidir. Zamanın akışı içerisinde insanlar, çeşitli sebeplerden ötürü Allah’ı inkâr ettikleri veya ona ortak koştukları gibi kıyameti, yeniden dirilişi ve hesabı da inkâr etmişlerdir. Bazen inkârla yetinmemiş bu inancı eskilerin masalları olarak nitelendirmişlerdir. Böyle zamanlarda vahiy, peygamberlerin diliyle bu insanları uyarmış ve onları ahiret hayatına iman ederek inkârın karanlığından vahyin aydınlığına çıkmaya davet etmiştir.

Nuh (a.s.), kavmine yeniden diriliş gerçeğini hatırlatmış ve onlara ahiret akidesini telkin etmiştir. (Nuh, 71/17-18.) Yine Kur’an’ın bize haber verdiğine göre Âd kavmi bazı âlimlere göre ise Semud kavmi -ahiret hayatını inkâr etmelerinden dolayı- yeniden dirilişe iman etmeye çağrılmış, onlar ise bu çağrıya inkârla karşılık vermişler. Hayatın bu dünyadan ibaret olduğunu ve tekrar diriltilmeyeceklerini iddia etmişlerdir. (Müminun, 23/35-37.)

Hz. İbrahim (a.s.) Mekke şehri için Allah’a niyazda bulunurken Allah’a ve ahiret gününe inananların ürünlerle rızıklandırılmasını talep etmiş (Bakara, 2/ 126.), kavmine de yeniden dirilişi, cenneti ve cehennemi hatırlatmıştır. Hesap gününde malın değil sadece selim kalbin fayda vereceğini belirterek tapılan putların onlara hiçbir fayda vermeyeceğini beyan etmiştir. (Şuara, 26/85-90.)

Yüce Allah, insan aklının daha iyi kavrayabilmesi için yeniden dirilişin nasıl olacağını bazen bizzat yaşatarak göstermiştir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’in bize haber verdiğine göre Allah’ın ölen canlıları nasıl yaratacağını merak eden kişiyi, Allah (c.c.) öldürmüş ve yüzyıl sonra tekrar diriltmiştir. (Bakara, 2/259.) Bazen de Hz. İbrahim’in (a.s.) örneğinde olduğu gibi yeniden dirilişi bizzat gözler önünde ortaya koymuştur: “İbrahim ‘Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!’ deyince Rabbi ‘Yoksa inanmıyor musun?’ demişti. O ‘Hayır inanıyorum fakat kalbim tam kanaat getirsin diye.’ cevabını verdi. Rabbi ‘Kuşlardan dört tane al, onları kendine alıştır, sonra (parçalayıp) her bir tepeye onlardan bir parça bırak, sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler ve şunu bil ki Allah hep galiptir ve hikmet sahibidir.’ buyurdu.” (Bakara, 2/260.)

Vahyin son halkası olan Kur’an-ı Kerim, tevhid ve ahirete iman gibi hususlarda önceki kitap ve şeriatların çağrısını yinelemiştir. Mekke müşriklerinin yeniden dirilişi inkâr edip hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğunu iddia etmeleri Kur’an’ın ifadesiyle şaşılacak bir şeydir. Onların kendi yaratılışlarını unutarak “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye sormalarına Kur’an-ı Kerim, “Onları ilk defa var eden diriltecektir.” cevabını vermiştir. (Yasin, 36/78-80.) Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Mekke müşriklerine ve kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa ahiret hayatının daha hayırlı ve sürekli olduğunu; bu gerçeğin ilk sayfalarda, İbrahim ve Musa’nın sayfalarında da var olduğunu beyan etmiştir. (Alâ, 87/17-19.)

Güzel ahlaka çağrı

İslam ahlakını ya da güzel ahlakı en temel manada vahyin güzel gördüğü şeyleri yapmak, kötü gördüğü şeylerden kaçınmak olarak tanımlayabiliriz. İşte vahiy, peygamberlerin diliyle tarihin her döneminde insanları güzele ve iyi olana davet etmiş, kötü olandan da onları uzaklaştırmıştır.

Vahiy, insanların birbirlerini haksız yere öldürmelerini Hz. Âdem’in (a.s.) iki oğluna (Maide, 5/27-30.) haram kıldığı gibi kıyamete kadar gelecek bütün nesillere de haram kılmıştır. (Enam, 6/151.) Toplumları ifsat eden zina gibi çirkin fiilleri Lut’un (a.s.) kavmine yasakladığı gibi (Araf, 7/80-81; Ankebut, 29/28.) Mekke müşriklerine ve onlardan sonra gelecek nesillere de yasaklamıştır. (İsra, 17/32.) Hz. Şuayb’ın (a.s.) diliyle Medyen halkını bozulan ticaret ahlakını düzeltmeye, ölçü ve tartıda adaletli olmaya, insanların haklarını eksiltmeden, zarar vermeden ödemeye çağırdığı gibi (Araf, 7/85-86; Hud, 11/84-87.) onlardan sonra gelenlere de alışveriş ve ticaretin karşılıklı rızaya dayalı olarak yapılmasını emretmiştir. (Nisa, 4/29.)

Kur’an’ın Müslümanda bulunmasını tavsiye ettiği dürüstlük, adalet, hoşgörü, tevazu ve merhamet gibi güzel erdemler, önceki peygamberlerin de toplumlarına hatırlattığı güzelliklerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisinden önceki peygamberler zincirinin insanlığa öğrettiği güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir. Nitekim o, “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 381.) buyurarak toplumda var olan ancak zamanla küllenmiş, yok olmuş ya da bozulmuş değerlerin diriltilmesi veya yerine yenisinin getirilmesi görevini üstlendiğini ifade etmiştir.

Bu hususta Cafer b. Ebu Talib’in Habeş Kralı Necaşi’ye söyledikleri, ilahi vahyin Hz. Peygamber’in tebliğiyle ahlaki alanda topluma nasıl etki ettiğini ortaya koyan önemli örneklerdendir. Cafer şöyle diyordu: “Ey Hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. Uzun müddet bu hâlde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve ona ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildirdi; bizi fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten menetti…” (İbn-i Hişam, es-siret, 1/336.)

Sonuç olarak zamanın akışı ve insanoğlunun yeryüzündeki serüveni bağlamında vahiy her daim insanların hayatını yönlendirmiştir. Onlar hataya düştükçe vahiy, peygamberlerin diliyle doğruyu ve hakikati göstermiştir. Vahyin, insanlara sunduğu bu hakikat mesajlarını tarihin akışı içerisinde kabul edip kurtuluşa erenler olduğu gibi reddedip helake uğrayanlar da olmuştur. Bu ilahi dokunuşlar, Allah’ın insanlığa hidayet rehberi olarak gönderdiği son vahiy Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve hayata geçirilmesi ölçüsünde kıyamete kadar devam edecektir.

Mahmut Kayış

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

6 Eylül 2022 Salı

VAHİY


Vahiy, Yüce Allah’ın, peygamberleri aracılığı ile insanlığa mesajıdır. Varoluşla başlayan ilahi bir beyandır. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) ile başlamış ve Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) ile son bulmuştur. Allah, gönderdiği vahiyle insanın sağlam bir inanca sahip olmasını, güzel bir hayat yaşamasını ve neticede ahiretini kazanmasını murat etmiştir. Vahiy, insanın maddi ve manevi dünyası için bir rahmettir. Nitekim Rabbimiz, “Kendilerine okunan bu kitabı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu? Elbette inanan bir topluluk için onda rahmet ve ibret vardır.” buyurmaktadır. (Ankebut, 29/51.) İnsana düşen rahmet ve ibret yüklü uyarılara kulak vermek, duyarsızlık, ilgisizlik ve inkâr gibi davranış ve anlayışlardan uzak durmaktır. Bir başka ayette ise “Biz Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a, torunlara, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik.” (Nisa, 4/163.) buyrulmaktadır. Bu ve benzeri ayetlerde Allah, vahyin kaynağının kendisi, muhatabının ise nebiler aracılığıyla insanlık olduğunu beyan etmektedir. Aynı zamanda Rabbimiz, ayetlerine muhatap kıldığı peygamberlerini vahiy merkezli hayatın örnek şahsiyetleri olarak bizlere tanıtmaktadır.

Diğer yandan Allah’ın insanı vahye muhatap kılması, insana verdiği değerin ve onun mahlûkat içerisindeki özel konumunun bir ifadesidir. Dolayısıyla insanın vahiy ile buluşması gerçekte yaratılış gayesi, fıtratı ve vicdanı ile buluşması, âlemle ve rabbi ile barışık olması demektir. Böylece Allah, vahiy ile insana kim olduğunu, yeryüzünde bulunuş amacını, ölümden sonraki hayatı öğreterek insanın vahyin değerini idrak ederek tefekkür, tezekkür ve şükür ile tevhid, adalet ve güzel ahlak merkezli bir hayat yaşamasını murat etmektedir. Allah’ın, peygamberleri vasıtası ile insanlığa gönderdiği kitaplar bir hidayet ve istikamet rehberidir. İnsan vahyi rehber edindiği oranda doğru yol üzeredir. İnsana düşen, kendisini inşa etmek için gönderilmiş vahye gönül vermektir. Ancak o zaman emrine amade kılınan tüm varlığa karşı sorumluluklarını hakkı ile yerine getirebilir ve rabbine hakkı ile kul olabilir.

Yüce Rabbimiz âlemde var olan her şeyi bir anlam ve amaçla yaratmıştır. Bu gerçek, Kur’an’da “Onlar ayakta dururken, otururken, yatarken hep Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (ve şöyle derler:) “Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın, seni tenzih ve takdis ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/191.) ifadesi ile zikredilir. Dolayısıyla insanın en büyük vazifesi vahyi anlamak ve onu yaşamaktır. Bu bağlamda vahyin son ve kıyamete kadar varlığını devam ettirecek olan kitabı Kur’an-ı Kerim, tevhidden adalete, nübüvvetten ahirete, ibadetten ahlaka, âlemin yaratılışından insanın varoluş gerekçesine varıncaya kadar hayatın tüm alanlarını kuşatan ilkeleri ve mesajlarıyla insanlığın yolunu ve ufkunu aydınlatmaktadır. Kur’an-ı Kerim’e iman eden müminlerden beklenen ise evinden işine, mabedinden mektebine, ticaretinden sanatına, sokağından şehrine varıncaya kadar, dünya ve ahiret huzuru için gönderilmiş Allah kelamını hayatın her alanında rehber kılmasıdır.

Bütün bu gerçeklikle birlikte tarihin birçok döneminde vahye muhatap olan insan bu muradı anlamayı öteleyerek birçok yanlış düşünce ve inanca saplanmıştır. Rabbimiz ilahi hitabın son halkası olan Kuran’ı Kerim’de, hiç kimsenin ya da hiçbir topluluğun vahyin bir benzerini getiremeyeceğini ilan ederek inkârcılara meydan okumuş, vahyin amacını beyan ederek ona uygun bir hayat yaşamanın gerekliliğini hatırlatmıştır.

Vahiy, tebliğ ve temsil edilmesi gereken bir nimettir. Müminlerin vahyin tebliğinde ve temsilinde özensiz ya da ihmalkâr davranması büyük bir vebaldir. Kuran’ı Kerim’de Allah, peygamberlerin tebliğ ve temsil mücadelesini açıkça anlatmak suretiyle onları müminlere örnek göstermektedir. Dolayısıyla bugün krizler ve bunalımlarla kuşatılan insanlığı, İslam’ın kurtuluş ve esenlik mesajları ile buluşturma ve çağın sorunlarına Kur’an’ın ilkeleriyle çözümler üretme noktasında öncelikle Müslümanların tebliğ bilincine ve temsil duyarlılığına sahip olması hayati öneme sahiptir. Müslümanlar olarak geçmişte olduğu gibi bugün de tarihin öznesi olmanın yolu, bu şuur ve samimiyete sahip olmaktan geçmektedir. Zira Müslümanlar tebliğ ve temsili hakkıyla yerine getirdikleri tarihin her döneminde iyiliğin, hayrın ve güzel ahlakın temsilcileri olarak hayata ve tarihe yön vermiş, kurdukları medeniyetlerle tüm insanlığın huzur ve güvenini temin etmiştir.

Elbette vahyin son kitabı Kur’an-Kerim’i anlama ve yaşama noktasında en büyük imkân ve vazgeçilmez değer Resul-i Ekrem Efendimizin sünnet-i seniyyesidir. Dolayısıyla Kur’an ve sünnet İslam’ın en temel iki kaynağıdır. Sünnetin dindeki yerini hafife almak, gerçekte Allah’ın peygamberlerine yüklediği misyonu hafife almaktır. Zira Allah Resulü vahyi sadece tebliğ etmemiş aynı zamanda tebyin de etmiştir. O, vahyi sadece insanlara ulaştırmakla kalmamış vahyin bizzat ilk uygulayıcısı olmuş ve onu yaşanan bir hayata dönüştürmüştür. Birçok ayette Allah’a itaatten sonra peygambere itaat zikredilirken Allah’ı sevmenin yolunun da Resulüllah’ı takip etmekten geçtiği belirtilmiştir. Ayrıca Allah Resulü’nün Veda Hutbesi’nde beyan ettiği; “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmayacaksınız: Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünneti.” (Muvatta, Kader, 3.) hadisi de Kur’an ile sünnetin dindeki bağını ve bütünlüğünü dikkatlerimize sunan nebevi bir uyarıdır.

Bugün müminler olarak Peygamber Efendimizin örnekliğiyle, Kur’an’ın hakikatlerini güzel bir üslup, doğru bir metot, bilgi ve hikmet yüklü bir anlayışla günümüz insanına ulaştırmak en büyük sorumluluğumuzdur. Nitekim Yüce Allah “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.” (Nahl, 16/125.) buyurmak sureti ile bu gerçeği hatırlatmaktadır. Şüphe yok ki vahyin aydınlık ilkeleriyle buluşan insanlık varlığını ve gayesini idrak edecek ve bu sorumlulukla dünyasını ve ahiretini mamur edecektir.

Prof. Dr. Ali Erbaş

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

4 Eylül 2022 Pazar

MUKADDES ŞEHİR KUDÜS VE MESCİD-İ AKSA


Ülkemizin güzide şairlerinden biri olan ve mukaddes beldeyi edebiyatımıza taşıyarak şiirimizi ümmetin derdiyle yoğuran Sezai Karakoç, Kudüs’ü “Gökte yapılıp yere indirilen şehir” olarak tanımlar. Bu söyleyiş, Kudüs hakkında yapılan tanımlamaları ve mülahazaları, bütün zamanları kapsayarak özetler gibidir. “Mukaddes Şehir”, “Barış Şehri”, “Doğruluk Şehri” gibi isimlerle de bilinen Kudüs, dünyanın en kadim şehirlerinden biridir. Pek çok peygamberin hayatından izler taşıyan bu kutlu şehir, insanlığın tarihî serüvenine tanıklık etmektedir.

Kudüs, ilahi vahyin ortak adı olan İslam’ı tebliğ vazifesiyle görevlendirilen nice peygamberin hatırasını barındıran ve İslam’ın çağlarüstü hakikatlerini ve insanlığın ortak değerlerini temsil eden bir merkezdir. Tarih, bu kutsal beldede pek çok elim hadisenin de şahididir. Zira Kudüs, tarih boyunca pek çok savaşa sahne olmuş; kuşatılmış, yağmalanmış, yakılıp yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Bu mukaddes toprakların insanları ise eziyet görmüş, sürülmüş, katliamlara maruz kalmıştır.

Yüce Allah’ın insanları doğru yola çağırmak üzere görevlendirdiği peygamberlerin birçoğu bu şehirde yaşamıştır. Hz. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Davut, Süleyman, Zekeriyya, Yahya ve Hz. İsa, tevhit ve hukuk mücadelesini bu şehirde gerçekleştirmiştir. Peygamberler aracılığıyla ilahi vahyin tecelli ettiği bu topraklar, Hz. Peygamber’in Gece Yürüyüşü’nün (İsra) menzili ve göğe yükselişinin (Miraç) başlangıç mekânı olması sebebiyle, yeryüzünden âlemlerin Rabbine açılan yolun ve göklerden dünyaya inen engin rahmetin şahididir.

Kutsiyeti Kur’an ile tescil edilen Kudüs’ü (Maide, 5/21.) Yüce Allah (c.c.) “iyi ve güzel bir yer” (Yunus, 10/ 93.) olarak tanıtmaktadır. Kudüs, çevresinin mübarek kılındığını bizzat Kur’an’ın beyan ettiği (İsra, 17/1.), Müslümanlar nezdinde her türlü meşakkatin göze alınarak yolculuk yapılmaya değer görüldüğü üç mabetten biri olan (Buhari, Enbiya, 8; Müslim, Mesâcid, 2.) Mescid-i Aksa’yı bağrında muhafaza etmektedir. Ayetlerin yanı sıra pek çok hadis-i şerifte Mescid-i Aksa ve çevresinin faziletlerine temas edilmiştir. Dinlerin, dillerin, kültürlerin, medeniyetlerin merkezi olarak, tarihten günümüze temsil ettiği sembol ve değerlerle insanlığın ortak vicdanı olan Kudüs’e karşı Peygamber Efendimiz de (s.a.s.) büyük bir ilgi göstermiş, Filistin topraklarına yönelik diplomatik ve askerî girişimlerde bulunmuştur. Sahabe de bu mukaddes beldeye yoğun ilgi göstermiş, Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminden itibaren ibadet ve ziyaret maksadıyla Mescid-i Aksa’ya yolculuk yapmış ve Kudüs’ün fethini değerli bir hedef olarak görmüştür. Çünkü Resulüllah (s.a.s.), vefatından hemen önce Beytülmakdis’in yakında fethedileceğini müjdelemiş hatta Şam/Filistin topraklarına gönderilmek üzere bir ordu hazırlatmıştır. Bu sebeple sahabe, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefatından hemen sonra Kudüs topraklarını fethe yönelmiştir. Müslümanların Kudüs’ü fethiyle farklı din ve inanç mensupları arasında asırlar boyu barışa, kardeşliğe ve karşılıklı güvene dayalı bir ilişkinin tesis edilmiş olması, yeni bir dönemin de kapılarını aralamıştır. Bu huzurlu ortam Müslümanların Kudüs’e hâkim oldukları sürece devam etmiştir.

Bugün azgın bir azınlığın elinde, insanlığı mahcup eden görüntülere sahne olan selam şehri Kudüs, Hz. Ömer (r.a.) tarafından Bizanslıların elinden alınıp İslam devletinin topraklarına dâhil edildiğinde, şehrin sakinlerine mutlak din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı eman verilmişti. Müslümanların fethinden itibaren beş yüzyıla yakın güvenli bir şehir olan Kudüs’ün halkı, Haçlıların işgaliyle korkunç bir katliama tabi tutulmuş, şehir tekrar büyük acılara bürünmüştür. Yaklaşık bir asır boyunca bölgeye emsalsiz acılar yaşatan Haçlılara karşı Selahaddin Eyyubi’nin destansı zaferi ve yeniden fethi sonrasında Kudüs, Müslümanların yönetiminde farklı din, dil, ırk ve mezheplerin bir arada yaşadığı, huzurun ve güvenin hâkim olduğu uzun yıllar geçirmiştir. Müslümanların idaresi altında tam bir altın çağ yaşayan barış ve huzur şehri Kudüs, I. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam coğrafyasının işgaliyle bu özelliğini kaybederek yine acının, sıkıntının, gözyaşının merkezi hâline gelmiştir. Sömürgeleştirilen Filistin topraklarında, Kudüs’ün kadim değerlerle bağları kopartılmak istenircesine tarihî mekânları tarumar edilmiş, yerli halkın tüm imkânlarına el konulmuş, çeşitli baskı ve uygulamalarla Müslümanlar şehri terk etmeye zorlanmıştır.

Filistin’de işgale başlandığı günden bu yana Siyonist zihniyet tarafından sürekli izlenen genişleme politikasıyla, dünyanın değişik ülkelerinden -zaman zaman zorlama ve şantajlarla- Yahudiler, Filistin topraklarına taşınmaya başlanmıştır. Böylece küçük alanlarda kendini gösteren toprak istilası, her geçen gün Yahudi nüfusun arttığı planlı bir işgale dönüşmüştür. İsrail’in Yahudileri orada yaşayan tek kavim hâline getirme gayretiyle Müslümanlar; baskı, zulüm, işkence ve hatta katliamlara uğramış, her türlü hak ve özgürlükten mahrum bırakılmış, tüm varlıkları talan edilerek ellerinden alınmıştır. Neticede İslam coğrafyasının merkezinde bir avuç azınlık olarak ihdas edilen ve uluslararası hukuku, ahlakı, diğer inançların kutsallarını hiçe sayan İsrail, dünyanın egemen güçlerinin desteğini arkasına aldığından bu hukuksuz uygulamalarına yönelik ciddi bir uluslararası yaptırım ile de karşılaşmamıştır.

Kudüs, her ne zaman Müslümanların elinden çıksa acı ve ıstırabın odağı hâline gelmiştir. İşgal edildiği tarihten bu yana, bu topraklarda ve çevre coğrafyalarda huzur, gözyaşı ve kan hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bugün yakılan, yıkılan, temelleri oyulan, çevresi boşaltılan ve sistematik saldırılar karşısında yok olma tehlikesini her geçen gün biraz daha derinden hisseden Mescid-i Aksa, emsali görülmemiş bir yıkım siyaseti ile baş başa bırakılmıştır.

Bu mübarek şehirde yaşayan Müslümanların acıları artarak devam etmekte, her geçen gün hayatlarına daha zor günler eklenmektedir. İsrail, Filistin topraklarında giderek artan bir şiddette insanlık suçu işlerken; insanlığı, vicdanı, ahlakı, uluslararası hukuku hiçe sayan gözü dönmüş bir anlayışla, Filistin halkına karşı tam bir vahşet uygulamaktadır. Dünyanın gözü önünde infazlar yapmakta, insanlık onurunu ayaklar altına alarak hak ihlallerinde bulunmaktadır. Civarında yaşayan Filistinli Müslümanların evleri yıkılmakta, iş yerleri kapatılmakta, tarım arazileri işgalciler tarafından yakılmaktadır.

Bunca zulmü ve işkenceyi yapan ve İslam coğrafyasını gözyaşı diyarı hâline getirenler, ümmetin parçalanmışlığından cesaret almaktadırlar. Müslümanların zayıf ve dağınık görünümleri sebebiyle savunmasız Filistin halkına yönelik uygulanan katliam, baskıcı politikalar ve ibadet özgürlüğünü engelleme girişimleri sürdürülmektedir. Ancak bilinmelidir ki vahşice gerçekleştirilen işgalin üzerinden yılların geçmiş olması, bu kutsal şehre işgalcilerin yerleştirilmesi ve yerleşenlerin sayısının her gün artması, hiçbir surette işgali meşrulaştırmayacaktır.

Ümmetin bir asra yakın zamandır, çiğnenen onurunu, viran olan yurdunu, dağılan vahdetini kurtarmak için bu zulme dur denilmelidir. İslam dünyası bir araya gelerek işgale engel olmalı, ümmetin kanayan yarasına merhem bulmalıdır. Kudüs, Müslümanlar olarak şahsiyetimizi, kimliğimizi sağlamlaştıran kadim bir köşe taşıdır. Müstesna zamanlarda yaşadıkları ve ihtiva ettiği mukaddesatı ile bizlere değerlerimizi anlatmaktadır. Şimdi bir hüzün yurdu olduğu kadar umut kıvılcımlarımızı güçlendiren diriliş mekânı olarak da bir amaca karşılık gelmektedir. İnanıyorum ki tevhid, adalet ve merhamet medeniyetinin temsilcileri olan müminler eliyle Kudüs yeniden “selam” yurdu olacaktır.

Prof. Dr. Ali Erbaş

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

3 Eylül 2022 Cumartesi

MERHAMET RAHMETİ GEREKTİRİR


Yangınların her yeri yakıp kavurduğu o dehşetli günlerde bir itfaiye erinin sıcaktan bitap düşmüş kelebeğe elleriyle içirdiği su hepimizin kalbinde merhamet duygularını uyandırdı. Can taşıyan her varlığa şefkat ve muhabbet nazarıyla bakmak merhametin tezahürüdür. Kemal Sayar’ın deyimiyle merhamet, insanın içinde bir yerlerde sönmeye yüz tutan insanlık kandilini yeniden tutuşturan ve insanı en temel hâlde insanlığına geri çağıran bir duygudur. Yani insanı hakiki manada “insanlığı” ile buluşturur merhamet. Bir yudum suyla bile olsa başkasının acısını, ıstırabını dindirmek, bir yaraya merhem olmaktır merhamet.

Merhamet rahmeti gerektirir. Kişi sadece insanlara değil, böceğe börtüye, ağaca çiçeğe hatta taşa ve toprağa dahi merhamet gösterdiğinde gönlündeki merhamet nevş ü nema bulur. Peygamber Efendimizin (s.a.s.) ashabına anlattığı mesel kalbi merhametle dolu olanların rahmete erişecekleri müjdesini verir: Adamın biri yolda giderken susuzluktan âdeta kavrulur. Bir kuyu bulur ve basamaklarından inerek suya ulaşır. Kana kana içerek susuzluğunu dindirir ve yukarı çıkar. Bu arada önüne susuzluktan dili sarkmış bir köpek çıkar. Köpeğin tıpkı kendisi gibi şiddetli susuzluk çektiğini anlar. Tekrar kuyuya iner ve ayakkabısına doldurduğu suyu getirip köpeğe verir. Adam bu hareketiyle Hakk’ın hoşnutluğunu kazanır ve yaptığına karşılık olarak günahları bağışlanır. Peygamber Efendimizden bu meseli dinleyen sahabiler “Hayvanlardan dolayı da ecir kazanabilir miyiz?” diye sorarlar. O rahmet elçisi “Her canlıya yapılan iyilikte sevap vardır.” (Buharî, Müsâkât, 9.) buyurarak merhametin tüm varlığa teşmil edilmesi gerektiğini öğretir bizlere. Çünkü merhamet eden Cenab-ı Hakk’ın rahmetine mazhar olur.

Bütün varlığı sonsuz merhametiyle kuşatan Rabbü’l-Âlemin, (Araf, 7/156.) bizden de mahlûkatına şefkat ve merhamet göstermemizi ister. Merhametli olmak başkasının acısını, ıstırabını hissedebilmektir. Bu duygular eyleme dönüştüğünde merhamet gerçek manasına kavuşur. Dolayısıyla merhamet yaşanan acılara oturup üzülmek ve kahretmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Kendimizi ıstırap çekenlerin yerine koyabildiğimizde yardım için el uzatmaya gönüllü oluruz. Merhametle tutuşan bir kalp, acıların sadece seyircisi olmaz, kardeşinin derdiyle hem dem olup deva olmaya çalışır. Allah’ın övgüsüne mazhar olanlar da işte bu kullarıdır. (Fetih, 48/29.) Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz daha peygamber olmadan önce zayıfların ve güçsüzlerin yaşadığı acıyı kalbinde duymuştu. Yapılan haksızlıkların önüne geçebilmek için merhamet ve insaf sahibi insanlar bir araya gelerek “Hilfü’l-Fudul/Erdemliler Anlaşması” adı altında bir oluşum meydana getirdiklerinde o rahmet peygamberi çağrıldığı bu anlaşmaya katılmıştı. Efendimiz, bi’setten sonra da bu ittifaktan övgüyle bahsetmiş ve tekrar çağrıldığı takdirde tereddüt göstermeden böyle bir anlaşmaya icabet edeceğini söylemişti. (Müsned, I, 190, 317.)

Rabbimizin rahmeti gazabını geçmiştir. (Buhari, Tevhid, 15.) O’nun bu rahmetinden tüm mahlûkat nasibini alır. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir. O’nun Rahman ve Rahim isimleri sınırsız ve sonsuz rahmet ve merhamet sahibi olduğunu ifade eder. Bu öyle engin bir rahmettir ki yarattıkları arasında bir ayrım yapmadan lütuf ve ikramda bulunur. Biz kullarını af ve mağfiret eylemesi de O’nun rahmetinin tecellisidir. Yine bizlere olan merhametinin bir diğer tezahürü de âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’dır. Çünkü insan için en büyük nimet imandır. Bizleri imana ve doğru yola hidayet etmek üzere gönderdiği rahmet elçisi O’nun rahmetinin en büyük tecellisidir.

Rahmet ve merhamet Rabbimizin sıfatları olup tüm canlılardaki merhamet duygusu da O’nun rahmetinin sonucudur. Çünkü Rabbimiz rahmeti kendisine ilke edinmiştir. (Enam, 6/54.) Peygamber Efendimizin hadis-i şerifinde buyurduğu üzere rahmetin kaynağı ve sahibi Hak Teâlâ’dır. Annenin yavrusuna olan şefkati de yine O’nun rahmetindendir: “Cenab-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüzünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle bütün yaratılmışlar birbirlerine merhamet ederler. Hatta ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhari, Edeb, 19.) Rabbimiz mahlûkatına lütfeylediği bu rahmetin neticesi olarak inananların da birbirlerine karşı şefkat ve merhametle muamele etmesinden hoşnut olur. Hepimiz Rabbimizin yarattığı bütünün bir parçası mesabesindeyiz. İnsan kendini kardeşinden ayrı göremez ve birbirine muamelede de bunu düstur edinmelidir. Zira müminler birbirilerini sevmede, acımada ve korumada bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğunda diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar. (Buhari, Edeb 27.) Bu kardeşlik ahlakıdır ki bir tek olan Rabbimize iman etmekten kaynaklanır. Bu tevhid inancının gereği olarak müminler yekvücut olurlar. Birbirlerinin derdiyle, sıkıntısıyla hemhâl olup şefkat ve merhamet hisleriyle yardıma koşarlar.

Merhamet insanı hassas ve diğerkâm kılar. İmam Gazali, “Sırf nefsini esirgeyen kimse merhametli değildir, merhametli kimse hem kendini hem de başkalarını esirgeyendir.” sözünü açıklarken “insanın kendisine karşı merhametli olması; kendisini Allah’ın azabından esirgemesi, yasaklarını işlemekten, emirlerini yapmamaktan sakınmasıdır” der ve bunun da günahtan vazgeçmekle, günahtan tövbeyle, Allah rızasını gözeterek ibadet etmekle mümkün olacağını ifade eder. Başkalarına karşı merhametli olmak ise kul hakkına dikkat etmek, canlılara hürmet etmek ve başkalarına zarar vermemektir. (İmam-ı Gazali, Kalplerin Keşfi; Çelik Yayınevi, İstanbul tarihsiz, s. 113.)

İnsanoğlu, insanı insanın kurdu olarak gördüğü müddetçe merhametsizlik ve kötülüğün pençesinde dünyamız can çekişmeye devam edecek. Ancak kalplerindeki merhamet kandilini tutuşturanlar dünyayı bir huzur adasına dönüştürebilir. “Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır” derken şair, her insanın kalbinde olan merhamet kandiline işaret ediyor. O kandili ancak başkalarının acısını kalbimizde hissederek tutuştururuz. Hz. Mevlana ile hitam edelim o vakit: “Ağlamak istersen gözyaşı dökenlere acı. Merhamete nail olmak istersen zayıflara merhamet et.”

Dr. Lamia Levent Abul

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

2 Eylül 2022 Cuma

KÖTÜLÜKLERDEN ALIKOYAN NAMAZ HANGİ NAMAZDIR?


“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”(Ankebut, 29/45.)

Yüce Allah kendisinden başka varlıklara tapan müşriklerin durumunu örümceğin yaptığı eve benzetmiştir. Örümceğin başını soktuğu ev, onu hiçbir tehlikeye karşı koruyacak durumda değildir. Müşriklerin sığındıkları ilahlar da onlardan herhangi bir eziyeti savamaz. Müminler ise verilen misallerden ders alır, hidayete ermek için Allah’ın mahlûkata koyduğu işaretleri tefekkür ederler. Cenab-ı Hak, imana erişen kullarının gözlerini kevni ayetlere çevirdikten sonra aşağıdaki ayetle akıllarını Kur’an ayetlerine yönlendirmiş, kendilerini rableri ile buluşturacak namaza davet etmiştir. Bahis konusu ayet şöyledir: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebut, 29/45.)


Rabbimizin ayette emrettiği iki emirden birincisi olan Kur’an’ı okumak, onu okumakta devamlı olmayı ifade etmektedir. İlk okuduğunda inkişaf etmeyen mana tekrar okuduğunda inkişaf edebilir. O hâlde mümin, Kur’an ile bağını kesintisiz sürdürür. Onun ayetlerini tedebbür, manalarını tefekkür eder. Bu sayede manalarına ulaşır, ondaki hükümlerle amel eder, güzel ahlakla ahlaklanır.

Cenab-ı Hakk’ın ayette emrettiği iki emirden ikincisi olan namaza gelince bu emir, namazı sürekli ve düzenli kılmayı, kılarken onun sınırlarına riayet etmeyi içermektedir. Ayet-i kerimede namaz kılma emrinin gerekçesi “Namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” diye açıklanmıştır. Namazın hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyması; kulun bunları işleme iradesini elinden alması, yanlış davranışlarda bulunmasına imkân vermemesi anlamına gelmez. Dolayısıyla “alıkoymak” (nehiy) kelimesi mecazi anlamda kullanılmıştır. Maksat, namazın hayâsızlığı ve kötülüğü terk etmeyi kolaylaştırmasıdır. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XX, 258.) O hâlde kötülüklerden (fahşa ve münker) alıkoyan namaz hangi namazdır?

Kötülüklerden alıkoyan namaz, tam bir huşu ile okunanları tedebbür ederek; farzları, vacipleri, sünnetleri ile en güzel şekilde kılınan namazdır. Bu takdirde namaz mümine Allah’ı, O’nun azamet ve celalini, huzurunda durduğunu, gözetimi ve denetimi altında olduğunu hatırlatır. Bu bilinç onun âleminde haşyet duygusunu uyandırır, sözlerine ve davranışlarına yansır, hâlini ıslah eder. Nitekim namazın kötülüklerden alıkoymasının gerekçesi şöyle ifade edilmiştir: “Allah’ı zikretmek elbette (ibadetlerin) en büyüğüdür.” (İbn Aşur, a.g.e. XX, 260.) Tercih edilen yoruma göre zikirden murat namazdır. Zira namaz, Kur’an’da zikir olarak da isimlendirilmiştir. (Cuma, 62/9.) Buna göre namaz ibadetlerin en büyüğüdür. Çünkü onda Allah’ı zikir vardır. İçerisinde zikir olduğu için namaz diğer ibadetlerden üstün tutulmuştur. Onun zikir ile isimlendirilmesi, iyilikleri tercih etme, kötülüklerden uzaklaşma noktasında zikrin temel bir esas olmasından dolayıdır. (Beydavi, Envaru’t-Tenzil, IV, 196.) Nitekim Yüce Allah, “Beni zikretmek için namaz kıl!” buyurmuştur. (Taha, 20/14.)


Kötülüklerden alıkoyan namaz; müminin tekbir, kıraat, rükû ve nihayet tazimin son sınırı olan secde ile Allah’a yöneldiği, kulluk makamına eriştiği namazdır. Bir kişi dünyada makam sahibi olduğunda bu makam onu belli bir şekilde davranmaya yönlendirir. O, toplum içinde temsil ettiği makamın kendisine yüklediği sorumluluklara uygun hareket eder. Davranışları herhangi bir insan gibi olmaz. Allah karşısında kulun durumu da böyledir: Kul namaz ve secde ile rabbine yaklaşır. Onun katında bir makam kazanır. (Alak, 96/19.) Artık sahip olduğu bu makam, onun yasaklanan şeyleri yapmasına mani olur. Namazın tekerrürü ile sahip olduğu makama olan bağlılığı da kötülükten uzaklaşma duygusu da artar. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XV, 61.)

Kötülüklerden alıkoyan namaz, mümine nasihatte bulunur; onun vicdanına hitap eder: “Yüce Allah’ın azamet ve kibriyasına delalet eden söz ve fiilleri içeren bu ibadeti yaptıktan sonra kötülükleri işler, rabbine isyan edersen çelişkiye düşmüş olursun!” der. Zira namaz kıldığı hâlde kötülükleri işleyen kişinin durumu, giydiği temiz ve güzel bir elbise ile çöplüklerde dolaşıp çöpleri karıştıran kimseye benzer. Zira böyle bir elbiseyi giymiş olmak, onun anılan mekânlarda bulunmasına müsaade etmez. Namaz kılan mümin de Allah’ın huzurunda durmaktadır; o artık “takva elbisesini” giymiştir. Böyle bir elbiseyi giydiği hâlde kötülükleri işlemesi çöplükleri karıştırmak gibi olur.

Kötülüklerden alıkoyan namaz, düzenli ve devamlı olarak kılınan namazdır. Yüce Allah’ın namazı farklı vakitlerde kılmayı emretmiş olmasının hikmetleri vardır. Farklı vakitlerde namaz kılınca, namazın yaptığı hatırlatmalar, verdiği öğütler yenilenir. Hatırlatma ve öğütler tekrar edince nefiste takva düşüncesi yerleşir, nihayet takva bir meleke hâline gelir.

Mümini kötülüklerden alıkoymayan namaza gelince; onda ne Allah’ı hatırlama ne de haşyet duygusu vardır. Çünkü namaz kılan; aklıyla, kalbiyle ve ruhuyla değil bedeniyle namaz kılmaktadır. Bu namaz kalbe huzur vermez, kulu Allah’a yaklaştırmaz. Böyle bir namazın kötülüklerden alıkoyma özelliği zayıf olur, hatta bu namaz kötülükleri önlemez hâle gelir. Kişiyi kötülükleriyle baş başa bırakır.

Namaz müminin önünde büyük bir imkândır. Hayata yön veren öncü bir ibadettir. Namaz kötülüklerden alıkoyduğunda tesiri insandan başlayarak topluma doğru yayılır. İşlediği kötülükler insanın zihin ve ruh dünyasına tesir etmektedir. Aldırmadan işlemeye devam ederse bu kötülükler yerleşip karakterinin parçası hâline gelmektedir. Namaz ise kötülüklerden alıkoyarak müminin zihin ve ruh dünyasını arındırmaktadır. Kalbini dinlendirmekte, manevi yorgunluklardan kurtarmaktadır. Stresten, ruhi problemlerden muztarip modern insanın manevi yaralarını sağaltan bir ibadettir namaz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Hz. Bilal’e “Kalk, namaza (çağır da) bizi namazla rahatlat!” (Ebu Davud, Edeb, 78.) demişti. Namaza duyduğu büyük sevgiyi, hiçbir şeyin namaz kadar kendisine sevinç ve mutluluk vermediğini “Namaz gözümün nuru kılındı.” (Nesai, Işratü’n-nisa, 1.) diyerek ifade etmişti Allah’ın Resulü.

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

1 Eylül 2022 Perşembe

SADAKAT: AİLENİN GÜVENCESİ


“Sadakatten/doğruluktan ayrılmayın.

Çünkü sadakat/doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür…”

(Müslim, Birr, 105.)

Mutlu bir aile için “5-S” formülünden bahsedilir. Bunlar; sevgi, saygı, sabır, sorumluluk ve sadakat. Aile fertlerinin huzuru ve mutluluğu açısından bu sayılanlardan her birinin önemi olmakla birlikte sadakatin daha mühim bir konumu bulunmaktadır. Zira sadakat olmadığı zaman diğerlerinin de çok bir ehemmiyetinin kalmadığı görülmektedir. Örneğin eşler birbirini ne kadar severse sevsin günün birinde bir ihanet/aldatma durumunda aileyi ayakta tutmak için sevgi kâfi gelmeyebileceği gibi taraflar arasında saygı da kalmayacaktır. Dolayısıyla mutlu bir aile için olmazsa olmazların başında şüphesiz ki sadakat gelmektedir.

Sadakat nedir?

Sadakat kelimesi, sözlükte “kizb”in (yalan) zıddı olan “sıdk” (doğruluk, dürüstlük) kökünden türemiş olup hem kendimize hem Rabbimize hem de sevdiklerimize içten bağlılığımızı ifade etmektedir. Evlilik özelinde söylenecek olursa; tarafların nikâh anında birbirlerine verdikleri söze ve evlilik sözleşmesine sadık kalmasıdır. Zira nikâh, bir akit olduğu gibi aynı zamanda bir ahittir. İşte sadakat, bu ahde zarar verecek her türlü davranıştan uzak durmaktır. Bu itibarla sadakat, evli birinin bir başkasıyla gönül ilişkisinin olmaması değildir sadece; sadakat, eşin rahatsız olacağı her türlü davranıştan yüz çevirmek ve kişinin kendisine yapılmasını istemeyeceği şeylerden kendisinin de uzak durmasıdır.

Esasında sadakat, sadece evlilik süreciyle sınırlı olmayıp hayatın tüm aşamalarında olması gereken bir yaşam biçimidir. Sadakat, “Birileri görür ve duyarsa mahcup olurum; ayıp olur.” diye takınılacak bir tavır değildir; sadakat, “Rabbime karşı mahcup olurum.” diye düşünerek her türlü yanlış tutum ve davranıştan uzak durmaktır. Bu yönüyle sadakat, ihsan mertebelerinden bir mertebedir.

Sadakatin önemi

Ailenin ve toplumun güvencesi olarak niteleyebileceğimiz sadakatin ne gibi kazanımları olduğuna maddeler hâlinde değinmek istiyoruz.

1. Sadakat, imanın sigortasıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Bir kişinin kalbinde iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” (İbn Hanbel, Müsned, XIV/251.)

Bu hadis açıkça göstermektedir ki iman ile küfür nasıl bir arada bulunmuyorsa sıdk/sadakat ile yalan, emanet ile hıyanet/ihanet de bir arada bulunmaz. Buna göre; bir kişide yalan veya ihanetin bulunması doğal olarak imana da zarar verecektir. İşte bu yönüyle sadakat, âdeta imanın bir sigortasıdır.


2. Sadakat, imanın zorunlu bir gereğidir. Çünkü iman en temelde Kur’an’da beyan edildiği üzere emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmaktır. (Hud, 11/112.) Dolayısıyla bir Müslümanın iman ettikten sonra kendisine emredildiği üzere, yani istikamet üzere yaşaması ve sadakatten ayrılmaması, olmazsa olmaz bir husustur.

3. Sadakat, kâmil bir mümin ve hakiki bir muhacir olmayı sağlayan bir haslettir. Zira mümin; güvenen, güven veren ve günahın her türlüsünden uzaklaşan kimsedir. Bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir. Muhacir ise Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçıp hicret eden kimsedir.” (Buhari, İman, 3.) Buna göre, nasıl ki Müslümanın elinden ve dilinden başkaları emin ve güvende oluyorsa aynı şekilde eşler de birbirinin elinden ve dilinden emin olmalı, başta sadakatsizlik olmak üzere her türlü günah ve yanlış davranıştan uzaklaşmalıdırlar.

4. Sadakat, nifakın/münafıklığın panzehridir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) münafıklığın alametini şu şekilde bildirmiştir: “Münafığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine itimat edilip bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet eder.” (Buhari, İman, 23.)

Bu üç alamete dikkat edilecek olursa hepsinin temelinde sıdk/sadakat ihlalinin olduğu görülecektir. Konuştuğunda yalan söyleyen ve söz verdiği zaman sözünü tutmayan sözde sadakatsiz; emanete ihanet ettiğinde ise hâlde sadakatsiz davranmıştır. Kutlu Elçi’nin (s.a.s.) bildirdiğine göre ise bu vasıflar, nifak hastalığının alametleridir. Öyleyse nifak zehrine karşı en kuvvetli panzehir hiç şüphesiz sadakat üzere yaşamaktır. Dolayısıyla nifak hastalığına düçar olmamak için “sadakat ilacı”nın hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir.

5. Sadakat, dünyada selamet ve ahirette cennettir. Zira sadakat öyle bir gemidir ki okyanus ne kadar uçsuz bucaksız ve derin olursa olsun, fırtınalar ne kadar kuvvetli olursa olsun içerisinde bulunanları sahil-i selamete ulaştıracaktır. Aynı şekilde yalan da öyle bir gemidir ki gemi ne kadar lüks ve güvenli olursa olsun, deniz de ne kadar sığ ve sakin olursa olsun bu gemi batmaya, içindekiler de boğulmaya mahkûmdur. İşte bu noktada Hz. Peygamber (s.a.s.) sadakatten ayrılmamak gerektiği hakikatini bizlere veciz bir şekilde şöyle bildirmektedir: “Sadakatten/doğruluktan ayrılmayın. Çünkü sadakat/doğruluk (insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmazsa Allah katında ‘doğru/sıddık’ olarak tescillenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı) kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi devamlı yalan söyler yalan peşinde koşarsa Allah katında ‘yalancı/kezzab’ olarak tescillenir.” (Müslim, Birr, 105.)

Bu hadisten de anlaşılacağı üzere sadakat, insanın hem dünyada hem de ahirette yüzünün ak olmasını sağlayacak ve kişiyi cennete ulaştıracak önemli bir haslettir. Rabbim bizleri ve sevdiklerimizi hem kendimize hem Rabbimize hem eşlerimize hem de bütün insanlara karşı sadakatten ayırmasın. Âmin!

Hadisten öğrendiklerimiz

1. Sadakat; imanın sigortası olan, kişiyi nifaka karşı koruyan ve mümini cennete ulaştıran bir haslettir.

2. Mümin bir birey, hayatın tüm aşamalarında kendisine, Rabbine ve başta eşi olmak üzere bütün insanlara karşı sadakat üzere yaşamaya gayret etmelidir.

Halil Kılıç

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=2661+&categoryId=59#