Yüce Allah (c.c.), insanı yaratmış ve belli bir zaman aralığında yaşamak üzere onu yeryüzüne göndermiştir. (Bakara, 2/36.) Dünyadaki bu serüveninde, onu başıboş bırakmamış, ona belli bir gaye ve amaç belirlemiştir. İnsan burada Allah’ı hakkıyla tanıyacak, sadece O’na kulluk edecek (Zariyat, 51/56.) ve salih/güzel ameller ortaya koyacaktır. (Mülk, 67/1-2.)
Allah, dünya hayatı serüvenine başlayan insana lütufta bulunmuş, yaratılış gayesini nasıl gerçekleştireceğini, dünya ve ahiret mutluluğunu nasıl kazanacağını seçtiği peygamberler aracılığıyla ona göstermiştir. Bu lütfunun sonucu olarak Yüce Yaradan ilk insan Hz. Âdem’i (a.s.) yeryüzüne gönderdikten sonra onu ilk peygamber olarak görevlendirmiştir. (Âl-i İmran, 3/33.) Hz. Âdem’den (a.s.) sonra da bütün toplumlara peygamberler göndererek ilahi mesajlarını onlara iletmiş, neleri yapmaları ve nelerden kaçınmaları gerektiğini de tekrar tekrar hatırlatmıştır. Bu ilahi hatırlatmaların toplumdan topluma farklılık arz eden bazı yönleri bulunsa da ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’e (a.s.) indirilen ilahi mesajdan, bütün insanlığa gönderilen son peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.s.) indirilen Kur’an-ı Kerim’e kadar temel ilkeler hep aynı olagelmiştir. Bu ilkelerin veya yönlendirmelerin en başında ise “Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve kulluk sadece O’na yapılmalıdır.” esası gelmektedir.
Tevhide çağrı: Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur
İnsanı, arzı ve zamanı yaratıp bu üçünü dünyada buluşturan Yüce Rabbimiz, insanlara uymaları gereken emir ve yasakları da bildirmişti. Ancak insanlar ilahi vahyin inişinden zamansal olarak uzaklaşmaları, şeytanın vesveseleri, nefsin arzuları, cehaletin artması ve aklın kullanılmaması gibi sebeplerden ötürü putları veya başka şerikleri Allah’a ortak koşmaya başlamışlardır. Şirkin toplumlara hâkim olmaya başladığı tarihin bu dönemlerinde Yüce Allah peygamberler göndermiş ve onlar aracılığıyla tevhid ilkesini, emir ve yasaklarını toplumlara hatırlatmıştır. Bu durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir: “Andolsun biz, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, tağuttan kaçının.’ diye peygamber gönderdik...” (Nahl, 16/36.), “Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, ‘Şüphesiz, benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin.’ diye vahyetmişizdir.” (Enbiya, 21/25.)
Kur’an-ı Kerim’de, vahyin zamanın akışı içerisinde peygamberlerin diliyle toplumları nasıl tevhide çağırdığı pek çok yerde anlatılmaktadır. Rabbinden aldığı emirleri tebliğ eden Nuh (a.s.), kavmine Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını ve kulluğun sadece ona yapılması gerektiğini hatırlatmış ve onlara şöyle seslenmiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur…” (Araf, 7/59.) Aynı çağrıyı Âd kavmine gönderilen Hud (a.s.) ve Semud’a gönderilen Salih (a.s.) da tekrar etmiştir: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin ondan başka ilahınız yoktur.” (Araf, 7/65,73.)
Tarihin belli bir döneminde hüküm süren Hz. İbrahim’in kavmi ay, güneş ve yıldızlara onlar ortaya çıkmadığında bunların yerdeki sembolü olan putlara tapıyorlardı. (Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberi Peygamberler, s. 66-67.) Hz. İbrahim (a.s.), kavminin putlara tapmasına karşı çıkmış hatta onların putlarını kırmıştır. (Enbiya, 21/57-67.) Allah’ı bırakıp da tapmış oldukları bütün tanrıların uydurma, onlara tapanların da yanlış yolda olduklarına işaret etmiş, bundan sonra da gerçek ve tapılmaya layık olan ilahın yaratan, hidayete erdiren, yediren, içiren, şifa veren, öldüren, hayat veren ve kıyamet gününde günahları bağışlayan Allah Teâlâ olduğuna dikkat çekmiştir. (Şuara, 26/70-82.)
Kulluğun sadece Allah’a yapılması gerektiği ilahi emrini, ilahlık iddiasında bulunan firavuna tebliğ eden Hz. Musa’nın tevhid mücadelesini de Kur’an-ı Kerim anlatır bizlere. Bu kendini beğenmiş insana Hz. Musa, pek çok mucize göstermesine rağmen o her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’a teslim olmamış ve vahyin kendisini tevhide davetini kabul etmemiştir. Ancak Hz. Musa’nın (a.s.) asasıyla aldatmacalarını yok ettiği sihirbazlar ise tevhid çağrısını kabul edip Allah’a iman etmişlerdir. (Araf, 7/106-122; Şuara, 26/31-48.)
Yüce Rabbimiz, Hz. Muhammed’den (s.a.s.) önceki peygamberleri ve ilahi mesajları, insanları tevhide çağırmak amacıyla gönderdiği gibi (Enbiya, 21/25.) âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizi de bu görevle memur kılmıştır. “De ki: O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.) O’ndan çocuk olmamıştır (kimsenin babası değildir.) Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir). Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlas, 112/1-4.) Ayrıca Efendimiz (s.a.s.) bütün peygamberlerin çağrısının tevhid olduğunu şu şekilde beyan buyurmuşlardır: “Ben ve benden önceki bütün peygamberlerin en önemli ikrar ve çağrısı, ‘Bir olan, eşi/ortağı bulunmayan Allah’tan başka ilah yoktur.’ sözüdür.” (Muvatta, Kur’an, 32, Hac, 246.)
Kıyamete kadar bütün insanlığa rehber olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim, müşrik Arapları ve tevhid inancını bozmuş olan diğer bütün insanlığı, tevhid inancına ve Allah’a kulluğa çağırmış ve kıyamete kadar da çağırmaya devam edecektir. Bu çağrı aynı zamanda Allah’a kulluğun nişanesi olan ibadetlerin yapılmasına da bir çağrıdır.
Ahiret hayatına iman etmeye çağrı
Vahyin insanlık tarihinin akışı içerisinde pek çok kez hatırlattığı bir başka husus; kıyametin, yeniden dirilişin, hesabın, mükâfat ve cezanın kesin olarak gerçekleşeceğidir. Zamanın akışı içerisinde insanlar, çeşitli sebeplerden ötürü Allah’ı inkâr ettikleri veya ona ortak koştukları gibi kıyameti, yeniden dirilişi ve hesabı da inkâr etmişlerdir. Bazen inkârla yetinmemiş bu inancı eskilerin masalları olarak nitelendirmişlerdir. Böyle zamanlarda vahiy, peygamberlerin diliyle bu insanları uyarmış ve onları ahiret hayatına iman ederek inkârın karanlığından vahyin aydınlığına çıkmaya davet etmiştir.
Nuh (a.s.), kavmine yeniden diriliş gerçeğini hatırlatmış ve onlara ahiret akidesini telkin etmiştir. (Nuh, 71/17-18.) Yine Kur’an’ın bize haber verdiğine göre Âd kavmi bazı âlimlere göre ise Semud kavmi -ahiret hayatını inkâr etmelerinden dolayı- yeniden dirilişe iman etmeye çağrılmış, onlar ise bu çağrıya inkârla karşılık vermişler. Hayatın bu dünyadan ibaret olduğunu ve tekrar diriltilmeyeceklerini iddia etmişlerdir. (Müminun, 23/35-37.)
Hz. İbrahim (a.s.) Mekke şehri için Allah’a niyazda bulunurken Allah’a ve ahiret gününe inananların ürünlerle rızıklandırılmasını talep etmiş (Bakara, 2/ 126.), kavmine de yeniden dirilişi, cenneti ve cehennemi hatırlatmıştır. Hesap gününde malın değil sadece selim kalbin fayda vereceğini belirterek tapılan putların onlara hiçbir fayda vermeyeceğini beyan etmiştir. (Şuara, 26/85-90.)
Yüce Allah, insan aklının daha iyi kavrayabilmesi için yeniden dirilişin nasıl olacağını bazen bizzat yaşatarak göstermiştir. Öyle ki Kur’an-ı Kerim’in bize haber verdiğine göre Allah’ın ölen canlıları nasıl yaratacağını merak eden kişiyi, Allah (c.c.) öldürmüş ve yüzyıl sonra tekrar diriltmiştir. (Bakara, 2/259.) Bazen de Hz. İbrahim’in (a.s.) örneğinde olduğu gibi yeniden dirilişi bizzat gözler önünde ortaya koymuştur: “İbrahim ‘Rabbim! Ölüleri nasıl diriltiyorsun, bana göster!’ deyince Rabbi ‘Yoksa inanmıyor musun?’ demişti. O ‘Hayır inanıyorum fakat kalbim tam kanaat getirsin diye.’ cevabını verdi. Rabbi ‘Kuşlardan dört tane al, onları kendine alıştır, sonra (parçalayıp) her bir tepeye onlardan bir parça bırak, sonra onları çağır. Koşarak sana gelecekler ve şunu bil ki Allah hep galiptir ve hikmet sahibidir.’ buyurdu.” (Bakara, 2/260.)
Vahyin son halkası olan Kur’an-ı Kerim, tevhid ve ahirete iman gibi hususlarda önceki kitap ve şeriatların çağrısını yinelemiştir. Mekke müşriklerinin yeniden dirilişi inkâr edip hayatın sadece dünya hayatından ibaret olduğunu iddia etmeleri Kur’an’ın ifadesiyle şaşılacak bir şeydir. Onların kendi yaratılışlarını unutarak “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diye sormalarına Kur’an-ı Kerim, “Onları ilk defa var eden diriltecektir.” cevabını vermiştir. (Yasin, 36/78-80.) Ayrıca Kur’an-ı Kerim, Mekke müşriklerine ve kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa ahiret hayatının daha hayırlı ve sürekli olduğunu; bu gerçeğin ilk sayfalarda, İbrahim ve Musa’nın sayfalarında da var olduğunu beyan etmiştir. (Alâ, 87/17-19.)
Güzel ahlaka çağrı
İslam ahlakını ya da güzel ahlakı en temel manada vahyin güzel gördüğü şeyleri yapmak, kötü gördüğü şeylerden kaçınmak olarak tanımlayabiliriz. İşte vahiy, peygamberlerin diliyle tarihin her döneminde insanları güzele ve iyi olana davet etmiş, kötü olandan da onları uzaklaştırmıştır.
Vahiy, insanların birbirlerini haksız yere öldürmelerini Hz. Âdem’in (a.s.) iki oğluna (Maide, 5/27-30.) haram kıldığı gibi kıyamete kadar gelecek bütün nesillere de haram kılmıştır. (Enam, 6/151.) Toplumları ifsat eden zina gibi çirkin fiilleri Lut’un (a.s.) kavmine yasakladığı gibi (Araf, 7/80-81; Ankebut, 29/28.) Mekke müşriklerine ve onlardan sonra gelecek nesillere de yasaklamıştır. (İsra, 17/32.) Hz. Şuayb’ın (a.s.) diliyle Medyen halkını bozulan ticaret ahlakını düzeltmeye, ölçü ve tartıda adaletli olmaya, insanların haklarını eksiltmeden, zarar vermeden ödemeye çağırdığı gibi (Araf, 7/85-86; Hud, 11/84-87.) onlardan sonra gelenlere de alışveriş ve ticaretin karşılıklı rızaya dayalı olarak yapılmasını emretmiştir. (Nisa, 4/29.)
Kur’an’ın Müslümanda bulunmasını tavsiye ettiği dürüstlük, adalet, hoşgörü, tevazu ve merhamet gibi güzel erdemler, önceki peygamberlerin de toplumlarına hatırlattığı güzelliklerdir. Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisinden önceki peygamberler zincirinin insanlığa öğrettiği güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştir. Nitekim o, “Ben, (başka değil, sadece) (iyi), güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 381.) buyurarak toplumda var olan ancak zamanla küllenmiş, yok olmuş ya da bozulmuş değerlerin diriltilmesi veya yerine yenisinin getirilmesi görevini üstlendiğini ifade etmiştir.
Bu hususta Cafer b. Ebu Talib’in Habeş Kralı Necaşi’ye söyledikleri, ilahi vahyin Hz. Peygamber’in tebliğiyle ahlaki alanda topluma nasıl etki ettiğini ortaya koyan önemli örneklerdendir. Cafer şöyle diyordu: “Ey Hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık; akrabalık bağlarına riayet etmez, komşuluk haklarını tanımazdık. Güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi. Uzun müddet bu hâlde yaşadık. Sonra Allah bize aramızdan soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve namusluluğunu bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi Yüce Allah’ın birliğini tanımaya ve ona ibadet etmeye çağırdı. Ağaç ve taştan yaptığımız putlara tapmaktan Allah’a ortak koşmaktan uzaklaştırdı. Bize doğru söylemeyi, emanete ve akrabalık bağına riayet etmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, haramdan, kan dökmekten sakınmayı bildirdi; bizi fuhuştan, yalandan, yetim malı yemekten, namuslu kadına iftira etmekten menetti…” (İbn-i Hişam, es-siret, 1/336.)
Sonuç olarak zamanın akışı ve insanoğlunun yeryüzündeki serüveni bağlamında vahiy her daim insanların hayatını yönlendirmiştir. Onlar hataya düştükçe vahiy, peygamberlerin diliyle doğruyu ve hakikati göstermiştir. Vahyin, insanlara sunduğu bu hakikat mesajlarını tarihin akışı içerisinde kabul edip kurtuluşa erenler olduğu gibi reddedip helake uğrayanlar da olmuştur. Bu ilahi dokunuşlar, Allah’ın insanlığa hidayet rehberi olarak gönderdiği son vahiy Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve hayata geçirilmesi ölçüsünde kıyamete kadar devam edecektir.
Mahmut Kayış
https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder