20 Nisan 2020 Pazartesi

Zikir Yapılmayan Yerler-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Bil ki, zikir, şeriatın istisna ettiği haller dışında bütün ahvalde iyidir. Zikirlerin bablarında geleceklere bir işaret olmak üzere biz burada bir kısmını anlatacağız.
Zikrin yapılmaması gereken yerler:
Büyük-küçük abdest bozarken,
Cinsî münâsebet halinde iken,
Hatibin sesini duyan kimse için hutbe okunurken,
Namaza durulduğu zaman ancak Kur'anla meşgul olunur; Meşru olan duâlardan başkası namazlarda yapılmaz (yalnız rükû ve secdesi olmayan cenaze namazında yapılabilir),
Uyku bastırmışken zikir yapmak mekruhtur.
Yolda ve hamamda mekruh olmaz. En doğrusunu Allah bilir...

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

19 Nisan 2020 Pazar

Zikir Yeri Nasıl Olmalıdır?-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ

Zikir yapılan yerin, insanı meşgul edecek şeylerden boş olması ve temiz bulunması gerekir. Çünkü bu, anılana (Allah'a) ve zikre hürmet bakımından daha büyük saygı, ifâde eder. Bunun için, mescidlerde ve şerefli yerlerde zikir övülmüştür.
Büyük İmam Ebû Meysere'den (radıyallahü anh) nakledildiğine göre şöyle demiştir:
Allahü teâlâ, ancak pâk yerde zikredilir"
Zikir yapanın ağzının da temiz olması uygundur; eğer ağzında değişiklik varsa, onu misvak (fırça) ile temizler. Bedeninde veya ağzında pis sayılan bir şey varsa, onu su ile yıkayarak giderir. Böyle bir halde zikir yapmak mekruh ise de haram değildir.
Ağzında (içki gibi) pislik varken Kur'an okumak mekruhtur. Haram olduğu hususunda iki görüş var; sahîh olanı haram olmayıştır.

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

18 Nisan 2020 Cumartesi

Zikir Yapanın Takınacağı Tavır-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ

Zikir yapanın en mükemmel vasıfları takınması gerekir: Bir yerde oturuyorsa, kıbleye yönelir. Başını eğerek sükûnet ve vakarla, huzur ve huşu ile oturur. Eğer bu hallere riayet etmeyerek zikir yapılırsa caizdir ve bunu yapan hakkında bir kerahet olmaz. Fakat özürsüz olarak böyle bir davranışla en faziletli hal terk edilmiş olur. Bu hususta kerahet olmadığına delil, Allahü teâlâ hazretlerinin şu âyetidir:
"Gerçekten göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişip durmasında, akıl sahibleri için (Allah'ın kudret ve azametine delâlet eden büyük nişanlar ve) alâmetler vardır. Ayakta iken, otururken, yatarlarken Allah'ı zikredenler ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde düşünenler.. .”[Âl-i İmrân: 190]
8- Hazreti Aişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir:
"Ben hayız halde iken, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem kucağıma yaslanıp Kur'an okurdu."[Buhârî. MüslimBir rivâyette de:
“Ben hayız iken, Peygamberin başı kucağımda idi." şeklindedir.[Buhârî.]
Yine Hazreti Aişe'den (radıyallahü anha) şöyle dediği nakledilmiştir:
“Ben divan üzerine yaslanırken (yatarken) hizbimi [Hizb, insanın kendisine lüzumlu kıldığı ve hergün yaptığı virdlere denir. İster Kur'ân olsun, ister başkası olsun.(adet edindiğim ezkârımı) okurum."

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

17 Nisan 2020 Cuma

Abdestsiz Zikir Yapılması-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Âlimler, abdestsiz, cünüb, hayız ve nifas halinde olanların hem dil ile, hem de kalb ile zikir yapmalarının cevazında ittifak etmişlerdir. Bu zikirler de, tesbîh (sübhânellah), tehlîl (lâilâhe illallah), tahmîd (Elhamdü lillâh), tekbîr (Allahü Ekber), Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'e salât (Allahümme Salli Alâ Muhammed), Duâlar ve bunların benzerleridir. Ancak Kur'an okumak, cünüb olanlara, hayiz ve nifas halinde bulunan kadınlara haramdır. Bunlar, isterse az veya çok okusun, isterse âyetin bir kısmını okusunlar, hüküm aynıdır. Bu kimselerin, telâffuz etmeksizin Kur'ân'i kalbden geçirmeleri caiz olduğu gibi, mushafa bakmak caizdir.
İmamlarımız şöyle demişlerdir.: Musibet ve felâket anlarında, cünüb ve hayız olanların
"Biz, Allah'dan geldik ve O'na döneceğiz."[Bakara,156demeleri ve vasıtaya binme zamanında:
"Bu vasıtayı bizim hizmetimize veren, noksanlıklardan münezzehtir; biz buna güç yetirenler değiliz."[Zuhruf: 13. ve duâ yerinde:
Rabbimiz, bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru,"[Bakara: 201.demeleri caizdir; bu okuyuşlarla Kur'anı kasdetmedikleri takdirde... Yine cünüb ve hayız olanlar, Kur'anı kasdetmedikleri zaman, "Bismillah" ve "Elhamdü lillah" diyebilirler; zikri kasdetseler de, hiç bir kasıdları olmasa da eşittir, Kur'ân'ı kasdetmedikçe günahkâr olmazlar. Okunuşu neshedilen (kaldırılan) âyeti okumaları caizdir. Meselâ:
“Eşşeyhu veş-şeyhatü izâ zeneyâ fercümûhümâ”
Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina yaparsa, onları recmediniz." gibi...
Bunlar, Kur'anı kasdetmiyerek bir insana:
“Huzi'lkitâbe bi-kuvvetin"
Kitabı kuvvetle al."[Meryem: 12. ]
Yahud:
"Udhulûhâ bi-selâmin âminin''
Girin oraya selâmet ve güven içinde olarak."[Hicr: 46.demeleri haram olmaz.
Cünüb ve hayız olanlar, su bulamadıkları zaman teyemmüm ederler ve böylece Kur'an okumaları caiz olur. Bu teyemmümden sonra abdesti bozan hal olursa, onların kur'an okumaları haram olmaz. Nitekim gusül yaptıktan sonra abdesti bozulan kimsenin Kur'an okuyabilmesi de böyledir. (Ancak bu durumlarda Kur'ana yapışılmaz. Kur'ana tutmak için taharet (abdestli) üzere bulunmak şarttır.) sonra, ister yolculuk halinde ve ister ikâmet halinde olsun, suyun yokluğundan dolayı teyemmüm olmasında bir fark yoktur; teyemmümden sonra (cünüb ve hayız) Kur'an okuyabilir, teyemmüm arkasından abdesti bozulsa bile...
İmamlarımızdan biri demiştir ki, (Cünüb veya hayız) eğer ikâmet halinde ise (seferi durumda değilse), bu teyemmümle namaz kılar ve ancak onunla namazda kur'an okuyabilir; namaz dışında Kur'an okuması caiz değildir. Fakat bunun doğrusu, yukarda söylediğimiz gibi her iki halde de Kur'an okumanın caiz olmasıdır; çünkü teyemmüm gusül yerindedir.
Eğer cünüb olan kimse teyemmüm etse ve sonra su görse, o suyu kullanması (onunla gusletmesi) gerekir. Çünkü gusletmedikçe ona Kur'an okuma haram olduğu gibi, cünub olana haram olan her şey buna da haram olur.
Eğer bu kimse teyemmüm edip namaz kılsa ve Kur'an okusa, sonra abdestsizlikten yahud başka bir farzdan dolayı yahud bunlardan başka bir iş için teyemmüm etse, Kur'an okumak ona haram olmaz.
Sahîh ve muhtar olan mezheb budur; fakat bir kısım âlimlerimizin burada ayrı bir görüşü vardır ki, o da Kur'an okumasının haram oluşudur. Bu görüş zayıftır. Ancak bir cünüb su bulamadığı gibi, teyemmüm edecek toprak cinsi bulamazsa, bulunduğu hal üzere, vakte hürmet için namaz kılar; fakat namaz dışında Kur'an okumak ona haram olur, namaz içinde de, Fatiha sûresinden ziyade okuması da haramdır.
Bu durumda olan kimsenin Fatiha okumasının haram olup olmadığı hususunda iki görüş vardır. Bu iki görüşten sahîh olanı Fatiha sûresinin okunması haram değil, vacibdir. İkinci görüşe göre, Fatiha'yı okumak haramdır; ancak Kur'an okuyamayan bir kimsenin söyleyebildiği zikirler yapılır.
Konumla ilgili olduğu için bu fıkıh meselelerini burada özet olarak anlattım; yoksa fıkıh kitablarında delillere dayalı daha bir çok tamamlayıcı bilgiler vardır, en iyisini Allah bilir.

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

16 Nisan 2020 Perşembe

Çok Zikredenler Kimlerdir?-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Allahü teâlâ hazretleri şöyle buyurmuştur:
"Bütün müslim erkekler ve müslim kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, ibâdete devamlı erkekler ve kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevâzi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı zikreden erkekler ve kadınlar... (işte) Allah bunlara büyük bir mağfiret ve mükafat hazırlamıştır."[Ahzab,35]
6Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Müferridûn (her hallerinde Allah'ı zikredenler), öne geçmişlerdir."
Sahabîler dediler ki, müferridûn kimlerdir? ya Resûlallah? Resûlüllah:
“Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlardır." buyurdu.[Müslim,Zikir ve Dua,2676]
Bil ki, yukarda geçen Ahzab sûresinin 35. ayeti kerimesinin anlamı üzerinde, bu kitab sahibinin önemle durması gerekir. Bunun manasının tefsirinde ihtilâfa düşülmüştür. İmam Ebu'l-Hasen, İbni Abbas'dan (radıyallahü anhüma) rivâyetinde der ki, Allah'ı zikirden murad, namazlar sonunda, sabah ve akşam, yataklarda, uykudan her uyarımca, evden sabah çıkıp akşam dönüşte Allah'ı zikredenlerdir.
Mücahid de şöyle demiştir: Bir kimse, ayakta iken, otururken ve yatarken Allah'ı anmadıkça "Allah'ı çok zikreden erkeklerden ve kadınlardan" olmaz.
Atâ' demiştir ki, beş vakit namazların haklarını gözeterek onları kılan kimse, "Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlar" hükmüne girer.
7- Ebû Said El-Hudrî (radıyallahü anh) hadîsinde, Resûlüllah sallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu varid olmuştur:
"Bir adam, geceleyin hanımını uyandırıp da beraber iki rekât namaz kılsalar (yahud herbiri iki rekât namaz kılsa şeklinde ravinin şekki vardır), Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlar arasına yazılırlar." Bu, meşhur bir hadîstir.”[Ebu Davud,Salat,1309;Nesai,Sünen-i Kübra,1310,11406;İ.Mace,İkametü's-Salat,1335]
Büyük İmam Ebû Amr ibni's-Salah'dan (Allah ona rahmet etsin) soruldu ki, Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlardan olmanın miktarı nedir? Dedi ki:
"Peygamberden sabit olan zikirleri, sabah-akşam, gece-gündüz, değişik durumlarda ve bütün vakitlerde devam etmektir. Bu zikirler de, hadîs kitablarının özel bölümlerinde "Gece ve gündüz yapılacak zikir ve duâlar" başlıkları altında toplanmıştır. Bunlara devam edenler, "Allah'ı çok zikreden erkekler ve kadınlar" dan olurlar; En doğrusunu Allah bilir.

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

15 Nisan 2020 Çarşamba

Kalb ve Dil İle Zikir Etmek-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Zikir, hem kalb ve hem de dil ile olur. Zikrin en faziletlisi, her ikisiyle birlikte yapılanıdır. Kalb ve dilden birisiyle yapıldığı takdirde, kalb ile yapılan zikir, yalnız dil ile yapılandan daha faziletlidir. Sonra riya olur zannından korkarak kalb ve dil ile birlikte zikri terk etmek uygun düşmez. Doğrusu zikirle Allah rızasını gözeterek onu hem dil ve hem de kalb ile birlikte yapmaktır. Biz, Allah kendisine rahmet etsin, kitabın başlarından Fudayl'dan anlattık ki, "insanlar için (görürler diye) ameli terk etmek riyâdır."

Eğer kişi, insanların kendisini murakabe etmesine bir kapı açarsa ve onların batıl zanlarının gelişinden kaçınırsa, o takdirde hayır kapılarının çoğunu kendisine kapamış ve dinin önemli işlerinden büyük bir kısmım aleyhine olarak kaybetmiş olur. Ariflerin yolu bu değildir.

5- Hazreti Aişe'den (radıyallahü anha) rivâyet edildiğine göre demiştir:

"Namazdaki (yahud duâdaki okuyuşunda) sesini yükseltme ve onda gizli de (okuyuş yapma, ikisi ortası olsun)." (İsrâ: 110) ayeti kerimesi, Duâ hakkında nazil olmuştur.[Buhari,Daavat,4723;Müslim,Salat,47;Muvatta,1/218]


http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

14 Nisan 2020 Salı

Zikir Halkasında Oturmak-EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Bil ki, zikir müstehab olduğu gibi, zikir ehlinin halkasında oturmak da müstehabdir. Bu husustaki deliller birbirini takviye etmektedir. Bu deliller, inşa-Allah yeri geldikçe gösterilecektir. Buna dair, İbni Ömer'in (radıyallahü anhüma) naklettiği şu hadîs kâfi gelir:
2 - Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
"Cennet bahçelerine uğradığınız zaman, otlayın (nasibinizi alın)" Ashâb sordu: Yâ Resûlüllah, cennet bahçeleri nedir? Hazreti Peygamber buyurdu:
"(Onlar) zikir halkalarıdır; çünkü Allah'ın gezip dolaşan melekleri vardır, onlar zikir halkalarını ararlar. Bu zikir halkalarına geldikleri zaman, onları kuşatırlar.’’ -Tirmizi,Daavat,3509-
3Muâviye'den (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem Ashâbından halka (çember) bir cemaat karşısında durup şöyle dedi:
"Niçin oturuyorsunuz?" Ashâb: Oturduk Allah'ı zikrediyoruz, bizi İslâm'a ilettiğinden ve İslâm'la bize ihsan buyurduğundan O'na hamd ediyoruz, dediler. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem de şöyle buyurdu:
“Ancak bu iş için oturduğunuza Allah'a yemin eder misiniz? Dikkat edin, ben sizi suçlamak için size yemin verdirmiyorum; fakat Cibrîl bana gelip haber verdi ki, Allahü teâlâ sizin yaptığınız bu işle meleklere karşı övünüyor,"[Müslim,Zikir ve Dua,2701]
4- Ebû Said El-Hudrî ve Ebû Hureyre (radıyallahü anhüma) rivâyet edildiğine göre her ikisi Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğuna şahid olmuşlardır:
"Allah'ı zikretmek için oturan bir toplumu muhakkak ki, melekler çevreler ve rahmet onları kaplar; üzerlerine huzur iner ve Allahü teâlâ bunları, kendi katında olanlara (meleklere) anlatıp över."Müslim,Zikir ve Dua,2700;Tirmizi,3587

http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/13/005/Turkce/CiftSayfa.htm

13 Nisan 2020 Pazartesi

Faziletli Olan Amelleri İşlemek -EL-EZKÂR-İ.NEVEVİ


Bil ki, kendisine faziletli amellerden herhangi bir şey tebliğ edildiği zaman, o şeyin ehli olmak için, bir defa dahi olsa onunla insanın amel etmesi uygundur. Mutlak surette onu terk etmesi uygun değil; ondan mümkün olanı yapmak gereklidir. Çünkü sıhhatında ittifak olan Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadîsi vardır.

"Size bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar o şeyden yapın."Buhârî, itisam,7288; Müslim,Hac,1337]

12 Nisan 2020 Pazar

Vakıflara zekat verilir mi?


‘Vakıf’ olarak adlandırdığımız kurumlar, kökü Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz zamanına dayanan uygulamalardır. Vakıfçılık, vakıf kurmak Müslümanların onurla söz edebileceği ve insanlığa öğrettiği büyük hizmet türlerindendir. Vakfın aslı şudur: Bir Müslüman, bir araziyi veya para getirecek, mal getirecek, kazanç getirecek bir yeri Allah’a tapular, menfaatini kullara verir. Yani der ki; mesela, yetim çocuklar filan hanın, filan dükkânın geliriyle ebedi bakılacaklar. Bir şartname hazırlar, senet hazırlar. Veya der ki: Bu dükkânı, bu binayı, bu hanı Allah için vakfettim. Bunun geliriyle kanser hastaları tedavi edilecek. Der ki: Bu vakıfla ben, filanca vakfettiğim bu eserle yeryüzünde zulüm gören Müslümanlara destek verilmesini vakfediyorum. Kıyamete kadar bu vakfiye geçerlidir; ne için vakfettiyse… Şüphesiz, hayır olan işte vakıf yapılır. Dolayısıyla aslında vakıf, Müslümanların hazır parayı Allah için harcamasına verilen isimdir. Maalesef bizim zamanımızda birtakım yasal nedenlerden veya bir teamül oluşmasından dolayı Müslümanlar bir araya gelmek için adına ‘vakıf’ dedikleri bir oluşum ortaya çıkarmışlardır. Bu vakıflar, Müslümanların yardımları ve destekleriyle amaç edindikleri gayeleri gerçekleştirmeye çalışırlar. Zordaki mü’minlere borç vermek için vakıf olabilir. İslamiyet’i tebliğ etmek için uzak kıtalarda, yeni insanların Müslüman olmasını sağlamak için çalışan bir vakıf olabilir. Herhangi bir şekilde Müslümanlığa, insanlığa, hatta ve hatta hayvanlara, tabiata hizmet maksadıyla bir vakıf kurulabilir. Ve buna Müslümanların destek olması çok önemli bir görevdir. Vakıf, Müslümanlara ait bir iştir, Müslümanlar bunu kıyamete kadar onurlu bir şekilde taşımalıdırlar. Ancak, zekât kurumsal bir ibadet değildir. Zekât, bireysel ibadettir. Ne demek bireysel? Yani zekât, Müslüman şahıs üzerinde harcanır. Mesela, cami yaptırılamaz zekât parasıyla. Mesela zekât parasıyla okul, Kur’an kursu yaptırılamaz. Ama Kur’an kursundaki talebenin kendisine zekât verilir, verilmesi gerekir. Fakirler için yapılacak bir, mesela çadırlara veya sığınaklara zekât harcanmaz; fakirin kişisel hakkıdır bu. Zekât, fakirin eline verilmeli. O, elinde dilediği gibi harcadığı bir para veya mal haline gelmelidir. Vakıflara ortak bütçe oluşturulduğunda, yapılan yardımlar ortak bir isimle bir havuzda toplandığında, yapılan hayır/sadaka çeşitleriyle zekât aynı havuza konursa harcanırken sıkıntı çıkar. Vakıf bunu, gayrimenkul yapımında da kullanabilir, fakire verirken de kullanabilir. Bunun için vakıfları, zekâtı kullanabilecek vakıflar, diye seçmek lazım. Müslümanların kurduğu vakıflarda da bir fıkıh danışmanı muhakkak bulunmalıdır. Bu fıkıh danışmanına, şurdan gelen şu para buraya kullanılabilir mi, diye sorulmalıdır. Vakıf, büyük bir mesuliyet. Zekat da bir mesuliyet. Sadaka ayrı bir mesuliyet. Bu mesuliyetler, vakıf yöneticilerinin kıyamet günü sıkıntı çekmesine neden olabilir. Kaş yaparken göz çıkarmak denebilir buna.

11 Nisan 2020 Cumartesi

Şeytan nasıl kafir oldu?

    
Soru Detayı
- Secde emrini yerine getirmediği için kafir olduysa peki Allah'ın emrini yerine getirmeyen Müslümanlar da var onu nasıl açıklarsınız?
Cevap
- Genel olarak insanların işlediği günahların iki temel dürtüsü ve sebebi vardır. Bunlardan biri nefsin arzu ve isteklerinden; diğeri ise gurur ve kibirden kaynaklanır.
Maksadı, Allah’a karşı isyan etmek olmadığı halde, nefsinin isteklerine boyun eğerek isyan eden kimsenin işlediği günahlar küfür sayılmaz.
Fakat kibir ve gururundan ötürü Allah’a karşı isyan bayrağını açan kimsenin bu isyanı küfür sayılır.
Örneğin, Hz. Âdem’in ağaçtan yemesi bir suçtur. Fakat bu suçun saiki nefsin arzu ve istekleri olduğu için onun bu hatası küfür sayılmamıştır.
Buna mukabil, şeytanın Âdem’e secde etmemesi, nefsin haz alacağı bir lezzetten değil, doğrudan kibir ve gururdan kaynaklanan bir isyan olduğu için küfür sayılmıştır.
“O vakit meleklere: 'Âdem'e secde edin!' dedik. İblis dışındaki bütün melekler secde ettiler. İblis bunu yapmadı, kibrine-gururuna yediremedi ve kâfirlerden oldu.” (Bakara, 2/34)
mealindeki ayetten de bunu anlamak mümkündür.
İlave bilgi için tıklayınız:

10 Nisan 2020 Cuma

Her kim abdestli olarak sabahtan Mühr-ü şerife baksa... rivayeti sahih mi?

    
Soru Detayı
- Bu rivayetlerin kaynağı ve sıhhati nedir?
- Sahihse orijinal Arabça metinlerini de ekleyebilir misiniz?
- "Bu Mühr-ü şerifin faydalarından biri, her kim abdestli olarak sabahtan Mühr-ü şerife baksa akşama kadar, ayın evvelinde baksa ayın sonuna kadar, yılın evvelinde baksa yılsonuna kadar, yola çıkarken baksa gittiği yerden dönünceye kadar geçen zamanlar, kendisi için hayırlı ve mübarek olur. Mühr-ü şerife baktığı sene içinde ölürse, imân ile âhirete göçer.” (Tirmizi)
- “Kim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin nübüvvet mührünü yazıp Ramazan ayının yarısı gelince onun suyu ile iftar ederse Hakk’a yürüyeceği zaman can acısını görmez.” (Tirmizi)
Cevap
- Tirmizi’de Hz. Peygamber (asm)'in hateminden / mühründen söz edildiği yerlerde her iki sorudaki bilgilere de rastlayamadık. (bk. Tirmizi, Sünen, h.no: 3643, 3644; Tirmizi, Şemail, h.no: 15, 680)
- Hz. Peygamber (asm)'in Şam’a giden ticaret kervanıyla birlikte olduğu yolculukta meşhur Rahib Bahîra’nın onu ahir zaman peygamberi olarak tanıması olayında nübüvvet mühründen de söz edilmiştir. (bk. Acluni, 1/58-60)
- Merkezu’l-Fetva adlı ilim heyeti, bir soru üzerine ilgili kıssayı ve Mührün varlığını doğrularken, halk arasında dolaşan “Kim  bu mühre bakarsa veya yazarsa şöyle olur, böyle olur...” gibi bazı sözlerin doğruluğunu gösteren hiçbir delilin bulunmadığını ve mana itibariyle de bu ifadelerin İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu bildirmişler. (bk. Merkezu’l-Fetva, Rakam: 60440)
- Bu bilginin kaynağı -kuvvetli ihtimalle- Yahudiler gibi bazı din düşmanları tarafından uydurulmuştur.
Nitekim, yıllar önce “Türbedar Şeyh Ahmed” masalı da böyle halk arasında rağbet görmüştü. Bir Arap sitesinde “matbu bir kağıdın ortada dolaştığından söz eden" bir soruya özetle şu cevap verilmiştir. “Bu bilgiler zayıf, batıl ve uydurmadır.” (bk. Şebeketu Yes’eluneke)

9 Nisan 2020 Perşembe

Resmi görevli bir imam ayağında sargı varsa bunun üzerine mesh ederek cemaate imamlık yapabilir mi?


Hanefî Mezhebi'ne göre, imam olmanın şartlarından biri de “özürlü olmamaktır." Fakat bu “özürlü”den maksat, idrarını tutamayan, yellenmesini engelleyemeyen, sık sık burun kanaması olan kimse demektir. (V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 2/179)

Soruda söz konusu edilen özür hali, fıkıh kaynaklarındaki bir terim olan “özürlü” olmak anlamına gelmez. Bu sebeple, teyemmüm etmiş veya bir uzvunda sargı bulunan kimsenin abdesti sahih olduğuna göre arkasında namaz kılınabilir ve o da imamlık yapabilir. (bk. el-İhtiyar, 1/60)

İlave bilgi için tıklayınız:

Özür sahibi kişi imamlık yapabilir mi?

https://sorularlaislamiyet.com/resmi-gorevli-bir-imam-ayaginda-sargi-varsa-bunun-uzerine-mesh-ederek-cemaate-imamlik-yapabilir-mi-0

8 Nisan 2020 Çarşamba

Özür sahibi bir kimse cemaate namaz kıldırabilir mi?


Abdest bakımından özür sahibi olan kişi, kendisi gibi özür sahibi olanlara imam olarak namaz kıldırabilir. Fakat bu kişi özrü olmayanlara imam olamaz. Çünkü imamın durumu cemaatin durumundan aşağı olmamalıdır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 374,375; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 11 vd.). Şâfiîlere göre ise herhangi bir özrü olmayan kişiler, özür sahibi olan kimseye uyabilirler (Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, I, 367).

6 Nisan 2020 Pazartesi

Özür hâli ne demektir ve özür sahibi kimse ne zaman abdest alır?


Fıkıhta özür kavramının en çok kullanıldığı konuların başında, sürekli devam eden abdest bozucu hâller gelir. Sürekli burun kanaması, idrarını tutamama, sürekli kusma, yellenme, yaranın sürekli kanaması ve akması, kadınların istihaze durumları gibi abdesti bozan ve süreklilik taşıyan bedenî rahatsızlıklara özür, böyle kimselere de özür sahibi denir (Kâsânî, Bedâî’, I, 28, 29; Merğînânî, el-Hidâye, I, 217-219; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 504).
Bir kimsenin ibadet konusunda özür sahibi sayılabilmesi için özrünün, bir namaz vakti içinde abdest alıp namaz kılacak kadar bile kesilmemesi ve her namaz vaktinde en az bir defa tekrarlaması gerekir. Özür hâli, sebebin tam bir namaz vakti süresince kesilmesiyle ortadan kalkar (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 504-505).
Özür sahibi kimse Hanefî mezhebine göre her namaz vakti için abdest alır. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.) özür sahibi bir kadına böyle yapmasını bildirmiştir (Buhârî, Vudû’, 63). Özür sahibi, özür hâlinin abdesti bozmadığını varsayarak o vakit içinde aldığı abdestle, onu bozan yeni bir durum meydana gelmedikçe, dilediği kadar farz, vacip, sünnet, kaza namazı, cuma ve bayram namazı kılabilir, Kâbe’yi tavaf edebilir, Mushaf’ı tutabilir (Merğînânî, el-Hidâye, I, 219-220). Ancak özür sahibinin abdesti namaz vaktinin çıkmasıyla bozulur. Dolayısıyla yeni namaz vaktinde tekrar abdest alması gerekir.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/68/ozur-hali-ne-demektir-ve-ozur-sahibi-kimse-ne-zaman-abdest-alir-
Özür sahibi kimsenin abdesti özür hâli dışında abdesti bozan diğer şeylerle bozulur (Kâsânî, Bedâî’, I, 28). Mesela idrarını tutamayan ve bu sebeple özür sahibi sayılan kimsenin, burnunun kanamasıyla veya yellenmesiyle abdesti bozulur.
İmam Şâfiî’ye göre özür sahibi kimsenin bir namaz vakti içinde kılacağı her farz namaz için ayrı ayrı abdest alması gerekir. Zira onun abdesti kıldığı namaz bitince son bulmuş olur. Bu abdest ile dilediği kadar nafile namaz kılabilir (Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 175).
Mâlikî mezhebine göre özür sahibinin abdesti, vaktin girmesi veya çıkması ile değil, özrün dışında abdesti bozan bir şeyin meydana gelmesi ile bozulur (İbn Rüşd, Bidâye, I, 35; Desûkî, Hâşiye, I, 114-118).
Bir kimsede bulunan özürlülük durumunun o kişiyi ileri derecede sıkıntıya sokması ve abdest almada ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakması hâlinde Mâlikî mezhebinin bu görüşü ile amel edilebilir.

5 Nisan 2020 Pazar

“Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olması” ne anlama gelir?


Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh oluşu, O’nun hiçbir şekilde zaman ve mekânla ilişkilendirilmemesi demektir. Zira zaman ve mekân mahlûk yani yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O yaratılmışlara has özelliklerden münezzeh yani uzaktır. Biraz daha açarak ifade etmek gerekirse, “mekân” varlık ve nesnelerin bulunduğu yerdir. Söz gelimi bir meyve ağaçta, ağaç bahçede, bahçe bir bölgede, bölge dünyada, dünyamız güneş sisteminde, güneş sistemi galakside, galaksiler uzayda bulunmaktadır. Bunların hepsi mahlûk, yani yaratılmış bir şeydir. Zamana gelince bu, varlıklardaki hareketliliğin birimsel olarak ifade edilmesi olup varlıktan ayrı bir şey değildir. Sonuçta bu da mahlûk yani yaratılmış bir şeydir. Allah ise her şeyi var eden, yaratandır (En’âm, 6/102). “O gökleri ve yeri yaratandır…” (Fâtır, 45/1) O hâlde Allah, her çeşit zaman ve mekân kayıtlarından uzaktır.

4 Nisan 2020 Cumartesi

“Allah” ismi yerine “Tanrı” kelimesini kullanmak caiz midir?


“Tanrı” kelimesi, Arapça “ilah” kelimesinin karşılığıdır. “İlah” daha çok, Allah’tan başka ibadete layık görülen varlıklar için kullanılır. “Allah” kelimesi onun bizzat kendisini ifade eden özel ismidir. Bu bakımdan, kelâm âlimlerine göre “Allah” kelimesi, Cenab-ı Hakk’ın yüce zatına ve bütün kemal sıfatlarına delalet eden özel ismidir. Hiçbir dilde bu kelimenin ifade ettiği özel manayı kapsayacak bir kelime bulunmamaktadır. Öte yandan “Allah” kelimesi bütün Müslümanlar için tevhid inancını temsil eden ortak bir bağ niteliğindedir. Bu sebeple Müslümanların, ibadet ettikleri tek yaratıcılarını “Allah” diye anmaları daha doğru olur. Dolayısıyla “Allah” bu adla veya “esmâ-i hüsnâ” adı verilen 99 isminden biriyle anılmalıdır. Bununla birlikte, dinimizin bildirdiği mutlak kemal sahibi, noksanlardan münezzeh olan yüce Allah’ı “Tanrı” diye anmak da İslam inancına aykırı olmaz.

3 Nisan 2020 Cuma

Camiler için kullanılan “Allah’ın evleri” ifadesi Allah’a bir mekân isnat etme anlamı taşır mı?


“Allah’ın evi” terkibinin Arapça karşılığı “Beytullah” olup Kâbe hakkında kullanılan bir ifadedir. “Beyt”ten maksat, Kâbe’dir. “İbrahim ve İsmail’e; ‘Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rükû ve secde edenler için evimi temiz tutun’ diye emretmiştik.” (Bakara, 2/125) ayetinde de ev kelimesi Allah’ın zatına izafe edilmiştir.
Kâbe’ye Beytullah (Allah’ın evi) denilmesi, Allah’a ibadet etmek için yeryüzünde yapılan ilk mâbed olması, insanların hidayeti ve putperestliğin yıkılıp tevhid inancının yerleşmesi için gönderilmiş olan Hanif dininin sembolü ve bütün müslümanların namazlarında yöneldikleri yer olması gibi sebeplere dayanır. Allah, “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe) dir.” (Âl-i İmran, 3/96) buyurarak onun şerefini yüceltmiştir.
Allah için ibadete mahsus olan tüm camiler ve mescitler için de “Allah’ın evi” terkibi kullanılır. Nitekim bir hadis-i şerifte; “Yeryüzünde Allah’ın evleri; mescitlerdir. Oraya gelene Allah Teâlâ ikramda bulunur.” buyurulmaktadır (Taberani, Mu‘cemü’l-Kebir, X, 10346).
Bu itibarla “Allah’ın evi” tabirinden Allah için ibadet edilen yer anlaşılmalı, asla Allah’a isnat edilen bir mekân anlaşılmamalıdır. Çünkü Allah (c.c.) zaman ve mekândan münezzehtir. Yani zaman ve mekânla ilişkilendirilemez. O, bir mekânda olan değil, bütün mekânları kuşatmış olandır. Zaman ve mekân mahlûk/yaratılmıştır. Allah ise yaratıcıdır. Dolayısıyla O, yaratılmışlara has özelliklerden münezzehtir, yani uzaktır.

2 Nisan 2020 Perşembe

Meleklerin varlığı nasıl ispat edilir?


Melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan fizik ötesi varlıklardır. Onların gözle ve diğer duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmelerine gerekçe olamaz. Pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyu organlarıyla algılanamayan nice varlıkların mevcudiyetine inanıldığı bir gerçektir. Esasen insan aklı meleklerin varlığını reddetmez, bunu mümkün görür.
Bu konuda, kesin bilgi veren, anlamı açık çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Bunlar meleklerin varlığı konusunda müminlerde hiçbir şüphe bırakmaz. Meleklerin varlığı ile ilgili bazı deliller şöyle sıralanabilir:
a) Bütün peygamberler getirdikleri mesajda meleklerin varlığından söz etmişlerdir; bütün ilahî dinlerde melek inancı vardır.
b) Allah’ın kelamı olduğunda hiçbir şüphe olmayan Kur’an-ı Kerim’de meleklerin varlığına ve özelliklerine ilişkin onlarca âyet bulunmaktadır. (Bkz. Bakara 2/30-34; Hicr 15/28-29; Hûd 11/69-70; Zâriyât 51/24-28; Necm 53/5; Tahrîm 66/6; Fâtır 35/1)
c) Hayatı boyunca hiçbir zaman yalan söylememiş olan Hz. Peygamber pek çok hadisinde meleklerden, onların özelliklerinden ve kimi zaman onları gördüğünden bahsetmiştir. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 168; Müslim, Zühd, 60)
d) Yüce Yaratıcı’nın makro ve mikro âlemde yarattığı varlıklardaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği görüp değerlendiren ve bu suretle Allah’ı tesbih ederek yücelten özel varlıkların bulunması aklın kabul edeceği bir husustur.

1 Nisan 2020 Çarşamba

Çocuklara Allah’ın isimleri verilebilir mi?


Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebû Davud, Edeb, 69) buyurmuştur.
Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler aynı lafızla çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara Allah’ı hatırlatacak isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenerek “Abdullah” (Allah’ın kulu), “Abdurrahman”(Rahman’ın kulu), “Abdurrahim”(Rahim’in kulu), “Abdülkâdir”(Kâdir’in kulu) gibi isimler verilmelidir.
Allah Teala’nın “esma-i hüsna”sından “Kerim, Latif, Rauf…” gibi isimler ise Allah’ın dışında kulların da vasıflandığı müşterek isimler olduğundan Allah’a has olmayan bu isimler çocuklara ad olarak verilebilir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 598)


30 Mart 2020 Pazartesi

Ölünün arkasından ağlamak ve yas tutmak caiz midir?


Ölüm sebebiyle bir insanın üzülmesi, hüzünlenmesi, kederli bir hâl alması normaldir. Hatta acısını açığa vurup sessizce ağlaması ve gözyaşı dökmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber (s.a.s.) de oğlu İbrahim’in, kızının ve kızının çocuğunun vefatlarında bizzat gözlerinden yaşlar akıtarak sessizce ağlamıştır. (Buhârî, Cenâiz, 43) Bunun yanında Allah’ın takdirine karşı çıkmanın ve cahiliye döneminde olduğu gibi yaka-paça yırtarak ağlamanın doğru olmadığını da beyan etmiştir. Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.s.) küçükken vefat eden oğlu İbrahim’in ardından “…göz ağlar, kalp üzülür, fakat Rabbimizin razı olmayacağı söz söylemeyiz” (Buhârî, Cenâiz, 32, 42, 43) buyurması bu konuda müminler için bir örneklik teşkil eder.

29 Mart 2020 Pazar

Ölümü temenni etmek caiz midir?


Bir mümin ne kadar sıkıntı çekerse çeksin ölümü temenni etmemelidir. Çünkü sıkıntılar da ilahî imtihanın bir gereği olup sabreden insanlar büyük ecir kazanır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbiriniz başına gelen bir sıkıntıdan ötürü ölümü asla temenni etmesin. Şayet ölümü istercesine olağanüstü bir darlık içinde kalırsa, o zaman şöyle desin: ‘Allah’ım! Benim için yaşamak hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, benim için ölüm hayırlı olduğu vakit de beni öldür.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

28 Mart 2020 Cumartesi

“Berzah Hayatı” ne demektir?


Berzah, sözlükte “iki şey arasındaki engel, perde ve ayırıcı sınır” demektir. Dinî ıstılahtaki karşılığı ise, “ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatı”dır. “Onların önlerinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (Mü’minûn, 23/100) âyetinde de geçen “Berzah” ile kastedilen budur. Buna göre ölen herkes berzah âlemine girecektir.

27 Mart 2020 Cuma

“Ahir Zaman” ne demektir, biz ahir zamanda mı yaşıyoruz?


“Ahir zaman”, dünya hayatının kıyamet kopmadan önceki son dilimi anlamında kullanılan bir kavramdır. İslam inancına göre, âlemin başlangıcı olduğu gibi sonu da vardır. Ancak bu sonun ne zaman gerçekleşeceğini bilmek insanın bilgisi dışındadır. İnsanın ömrü gibi âlemin ömrünü belirleme hususundaki bilgi Cenab-ı Hakk’a aittir. Kur’an-ı Kerim’de bu gerçek şöyle dile getirilmektedir: “Kıyametin ne zaman kopacağını sana sorarlar. De ki: Onun bilgisi sadece Rabbimin nezdindedir. Onun vaktini kendisinden başka kimse açıklayamaz ...” (A’raf, 7/187); “Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek, ancak Allah’a aittir.” (Lokmân, 31/34) Diğer taraftan Hz. Peygamber’den (s.a.s.) sonra elçi gönderilmeyeceği için ona “ahir zaman peygamberi”, ümmetine de “ahir zaman ümmeti” denmiştir. Bu anlamda biz ahir zamanda yaşamaktayız.

21 Mart 2020 Cumartesi

Âdetli kadınların, cenazenin yanında bulunmaları ve kabir ziyareti yapmaları caiz midir?


Âdetli olsun veya olmasın kadınların, cenazenin yanında durmaları, açıp yüzüne bakmaları ve kabir ziyaretinde bulunmaları caizdir (İbn Nüceym, el-Bahr, II, 283; Haskefî, ed-Dürrü’l-muhtâr, I, 488).

20 Mart 2020 Cuma

Kadınlar âdetli veya lohusa iken dua edebilirler mi?


Kadınlar âdet günlerinde veya nifâs (lohusalık) hâllerinde iken dua edebilirler; zikir ve dua anlamı taşıyan âyet-i kerimeleri okuyabilirler. Bunun yanında, kelime-i şehâdet, kelime-i tevhid, istiğfar, salâvat-ı şerife getirebilirler. Tefsir, hadis ve fıkıh eserlerini okuyup inceleyebilirler (Bkz. İbn Nüceym, el-Bahr, I, 210; Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘inâye, I, 142; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 319-320; Şirbînî, Muğnî’l-muhtâc, I, 120-121, 172).


Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

19 Mart 2020 Perşembe

Âdetli ve lohusa kadın camiye girebilir mi?


İslam âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre; hayızlı ve nifaslı kadınların camiye girmeleri caiz değildir (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 73-74; Mevvâk, et-Tâc, I, 552; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 119).


Hayız ve nifas hâlleri, dinimizce hükmen kirlilik sayılmakta ve ibadetlere engel kabul edilmektedir. Camiler de ibadet mekânıdırlar. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ben hayızlı ve cünüp kimsenin mescide girmesini/mescidde bulunmasını helal görmüyorum.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 94; İbn Huzeyme, Sahîh, II, 284); “Mescid, hayızlı ve cünübe helal değildir.” (İbn Mâce, Tahâra, 126) buyurmuştur. Bazı âlimler ise ihtiyaç hâlinde örneğin camideki bir eşyayı almak için, âdetli kadının camiye girmesini veya camiden geçen yolun daha yakın olması gibi bir sebeple caminin içinden geçmesini caiz görmüşlerdir (İbn Kudame, el-Muğnî, I, 166; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 119). Hanefîler de ihtiyaç olması hâlinde cünüp kişinin, teyemmüm yapmak şartıyla mescidden geçebileceğini ve orada ihtiyaç oranında kalabileceğini caiz görmüşlerdir (Kâsânî, el-Bedâî’, I, 38). Bu görüşlerin dayanaklarından birisi, Hz. Peygamberin (s.a.s.) bir defasında, âdet gününde olan Hz. Âişe’den mescide bir örtü uzatmasını istemesidir (Müslim, Hayız, 11; Ebû Dâvûd, Tahâret, 105). Hanbelîlerden bir görüşe göre cünüp, adetli ve lohusa kimseler bu durumda iken namaz abdesti almaları şartıyla mescidde bulunabilirler (Merdâvî, el-İnsâf, I, 347). Zâhirilere göre ise âdetli kadın camiye girebilir ve orada durabilir (İbn Hazm, el-Muhallâ, V, 196). İhtiyaç halinde bu görüşlerle de amel edilebilir.
Âdetli ve lohusa olan kişiler hakkındaki bu hükümler, duvar veya başka bir şeyle çevrilip mescid olarak inşâ edilmiş ve içerisinde îtikâfın yapılmasının sahih olduğu yerler için geçerlidir. Bu nedenle mescidlerin avlusu ve müştemilatında bulunup da duruma göre imama uyulabilen yerler mescidden farklı değerlendirilmiştir. Bu yerler Hanefî, Mâlikî ve Hanbelîlerden gelen sahih görüşe göre bu konuda mescidin hükümlerine tabi değildir (Bkz. el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, V, 224).


Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

18 Mart 2020 Çarşamba

Âdet hâlindeki bir kadın Kur’an-ı Kerim’e dokunabilir mi?


Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri ile Malikî mezhebindeki ağırlıklı görüşe göre, cünüp veya hayız hâlindeki kimselerin Mushaf’a dokunmaları caiz değildir. Bu konuda genel olarak “O, elbette değerli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir. Âlemlerin Rabbi’nden indirilmedir.” (Vâkıa, 56/77-80) âyetleri ile Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Amr b. Hazm’a yazdığı mektuptaki “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunmaz” (Muvatta, Kur’an, 1) rivayetini ve bazı kabilelere yazdığı mektuplarda cünüp ve hayızlı kimselerin Mushafa dokunmalarını yasaklamasını (Serahsî, el-Mebsût, III, 152) delil olarak kullanmışlardır (Aliyyü’l-kârî, Fethu bâbi’l-‘İnâye, I, 142; Mâverdî, el-Hâvî, I, 384; Râfiî, el-‘Azîz, I, 293; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 202-203; İbn Kudâme el-Makdisî, el-Kâfî, I, 135; Karâfî, ez-Zehîra, I, 378).


Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

17 Mart 2020 Salı

Kadınların hayız ve nifas hâllerinde yapamayacakları şeyler nelerdir?


Hayız ve nifaslı kadınlar için bazı özel hükümler vardır. Bu hâllerden biri kendinde bulunan kadınlar;


a) Cinsel ilişkide bulunamazlar. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de, “Sana kadınların ay hâlini sorarlar. De ki; o bir ezadır (rahatsızlıktır). Ay hâlinde kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın…” (Bakara, 2/222) buyrulmaktadır.

b) Namaz kılmaz, oruç tutmazlar. Çünkü Hz. Peygamber bu durumdaki kadınların oruç tutmayacaklarını ve namaz kılmayacaklarını bildirmiştir (Buhârî, Hayz, 6). Bu konuda müçtehitler görüş birliği içindedirler. Hayız ve nifas hâllerinde kılınmayan namazlar daha sonra kaza edilmez; bu hâllerde tutulmayan Ramazan oruçları ise kaza edilir. Hz. Âişe (r.a.), hayız hâli sona eren kadının namazlarını kaza edip etmeyeceğini soran bir kadına “Resûlullah zamanında ay hâlinden çıktığımızda bize oruçları kaza etmemiz emredilir, namazları kaza etmemiz ise emredilmezdi.” (Müslim, Hayz, 67- 69) cevabını vermiştir.

c) Kâbe’yi tavaf edemezler. Hz. Peygamber (s.a.s.), ay hâli sebebi ile hac yapamayacağından endişe ederek ağlayan Hz. Âişe’ye (r.a.) “Kâbe’yi tavaf etmek dışında, haccedenlerin yaptığı her şeyi yap” (Buhârî, Hayz, 1) buyurmuştur.

d) Gerekmedikçe cami ve mescitlere giremezler (Mevsılî, el-İhtiyâr, I, 73-74; Mevvâk, et-Tâc, I, 552; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, I, 119).

e) Özel hâllerinde kadınların Kur’an-ı Kerim’e dokunmaları ve onu okumaları konusunda İslam bilginleri farklı görüşler ortaya koymuşlardır.


Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

16 Mart 2020 Pazartesi

İlk Karantina. Biz Tedbiri De Temizliği De Hastalıktan Korunmak İçin Değ...

Kadınlardan gelen beyaz ve kokusuz akıntı abdesti bozar mı?


Kadınlardan gelen; âdet, lohusalık ve özür kanı dışındaki akıntıların abdesti bozup bozmadığına dair Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
’den nakledilen bir bilgi bulunmamaktadır. Fıkıh kaynaklarında ise, erkek kadın ayırımı yapılmaksızın iki yoldan (önden ve arkadan) gelen her şeyin abdesti bozduğu ifade edilmektedir (Merğînânî, el-Hidâye, I,106; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 230; Nevevî, Ravda, II, 102; Kâsânî, Bedâî’, I,24; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 89).
Günümüzdeki tıbbî verilere göre sağlıklı her kadından beyaz ve kokusuz bir akıntı (rutûbetü’l-ferc) salgılanması normal bir durum olarak kabul edilmektedir. Bu akıntı rahimden değil, daha aşağıdan gelmekte, herhangi bir necis madde ile de karışmamaktadır. Bu nedenle temiz kabul edilen akıntı abdesti bozmadığı gibi çamaşıra bulaşması da namaza engel değildir (Kâsânî, Bedâî’, I, 24; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 305).


Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

15 Mart 2020 Pazar

Âdet görmesi gecikmiş kızlar ne zaman mükellef olurlar?


Dinî hükümlerle mükellef olma, ergen olmakla başlar. Kızlar âdet görmekle büluğa ermiş yani ergen sayılırlar.


15 yaşına kadar ergenliğe ulaşmamış bir kız, 15 yaşını bitirdiği tarihten itibaren hükmen ergen ve mükellef sayılır (Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 234-235; Tahtâvî, Hâşiye, 108; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 226).


Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı

14 Mart 2020 Cumartesi

Hırsızlık cezasının şartları


Başkasının koruma altındaki malını gizlice almak, temyiz gücüne sahip, büluğ çağına gelmiş bir kimsenin, başkasının korunan ve bozulmayan şeylerden olan ve miktarı on dirhem gümüş para veya bunun değeri kadar bir malını gizlice çalmak anlamına gelir.

Hırsızlık; kitap, sünnet ve icmâ delilleriyle yasaklanmıştır. Kur'ân'da şöyle buyurulur:

"Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesiniz." (Maide, 5/38).

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Sizden öncekiler şu sebeple helâk oldular, Onlar, şerefli bir kimse hırsızlık yaptığı zaman, hırsızı serbest bırakırlar. Güçsüz bir kimse hırsızlık yapınca da ona ceza uygularlardı."(eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII,131,136).

Hırsızlık sâbit olunca, el kesme (had cezası) uygulanır. Had cezası gerekli olmayan durumlarda ise zararın tazmini yoluna gidilir.

Had cezası uygulandıktan sonra, çalınan mal elde bulunuyorsa, bu malın mâlikine iâde edilmesi gerektiğinde İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Ancak çalınan mal telef olmuşsa, tazmini gerekip gerekmediği ihtilaflıdır.

Hanefilere göre, çalınan mal helâk olmuşsa, had cezası uygulandığı takdirde ayrıca malın tazmini gerekmez. Yani had'le tazmin bir kişide toplanmaz. Eğer, malın sahibi, mahkemeye başvurmazdan önce çalınan malın tazminini talep etmişse, hırsıza el kesme cezası uygulanamaz. Eğer had'din uygulanmasını hâkimden istemişse, artık hırsızın, helâk olan malı tazmini gerekmez. Çünkü yukarıdaki âyetçe yalnız had cezasından söz edilmiş, ayrıca tazminata yer verilmemiştir. Diğer yandan Nebî (s.a.s); "Hırsıza had cezası uygulandığı zaman, artık malı tazmin etmesi istenemez." (Zeylaî, Nasbu'r Râye, Mısır,1938, III, 375).

Mâlikilere göre, hırsız zenginse hem had, hem de telef olan malın tazmin cezası birlikte uygulanır. Yoksulsa yalnız had uygulanır.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, hırsız zengin olsun, yoksul bulunsun had ve tazmin cezası birlikte uygulanır. Çalınan mal misli ise, misliyle kıyemî ise kıymetiyle tazmin ettirilir. Çünkü had cezası Allah hakkı, tazmin cezası ise kul hakkı niteliğindedir. Diyet ve keffârette olduğu gibi, bunlardan birisi diğerine engel teşkil etmez (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Mısır; ts., II, 408 vd.; İbn Kudâme, el-Muğnî, VIII, 270; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 284; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, VI, 95, 96).

Hırsızlığın tekrarı hâlinde, İslâm hukukçuları, ilk hırsızlıkta hırsızın sağ elinin, ikincisinde ise sol ayağının kesileceği konusunda görüş birliği içindedir. Hanefî ve Hanbelîlere göre, üçüncü ve daha sonraki hırsızlıklarda, çalınan malın tazmini, ta'zir (Devletin koyacağı ceza) ve pişmanlık gösterinceye kadar hapis cezası gibi cezalar uygulanır. Hz. Ali'nin uygulaması böyle olduğu gibi, Hz. Ömer'den de benzer uygulama nakledilmiştir. Ashâb-ı kiramın gözü önünde yapılan bu uygulamalara, karşı çıkan olmadığı için, konu hakkında icmâ (ittifak) meydana geldiği söylenmiştir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 86; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr,1. baskı, Bulak 1316/1898, IV, 248; İbn Kudâme a.g.e., VIII, 264). Mâlikî ve Şâfiîler, üçüncü ve dördüncü hırsızlık suçunda sol elin ve sağ ayağın kesileceği görüşünü benimsemişlerse de, bu konuda dayandıkları Ebû Hüreyre'den rivâyet edilen hadisin zayıf olduğu belirlenmiştir (İbn Rüşd, a.g.e., 409 vd.; Zeylaî, a.g.e., III, 368).

Hırsızlık cezasının uygulanabilmesi için, hırsızda veya çalınan malda bir takım şartların bulunması gerekir.

Hırsızla İlgili Şartlar Şunlardır:

Hırsızın had cezasına ehil olması gerekir. Bu da onun akıllı ve erginlik çağına ulaşmış olmasını gerektirir. Bu yüzden küçük çocuklarla akıl hastalarına hırsızlık had cezası uygulanmaz. Nebî (s.a.s) şöyle buyurmuştur:

"Üç kişiden kalem kaldırılmıştır; erginlik çağına kadar çocuktan, iyileşinceye kadar akıl hastasından ve uyanıncaya kadar uyuyandan." (Buharî, Hudud, 22, Talak;11; Ebû Dâvud, Hudud,17; Tirmîzî, Hudûd,1).

Had cezası fiilin suç işleme kastıyla işlenmesini gerektirir. Küçük veya akıl hastasının fiilî suç olarak nitelendirilemez. Hatta Ebû Hanîfe ve Züfer'e göre, toplu hırsızlıkta hırsızların arasında küçük ve akıl hastası bulunsa, hiçbirisine had (el kesme) cezası uygulanamaz. Ebû Yûsuf'a göre ise, bu konuda topluluktan, malı fiilen çalan hangisi ise ona göre hüküm verilir (el-Kâsânî, a.g.e., VI, 67; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 220).

Çalınan Malla İlgili Şartlar:

1) Malın mütekavvim olması. İnsanların değer verdiği tecavüz yoluyla telef edildiğinde tazmini gereken ve İslâm hukukuna göre alım-satımı meşru olan şeye "mütekavvim mal" denir. Buna göre, bir kimse hür bir insanı çalsa, hırsızlık cezası uygulanmaz. Çünkü hür insan bir mal değildir. Ancak tazir cezası verilir. Şarap veya domuzu çalma hâlinde de hüküm böyledir. Çünkü şarap ve domuz, Müslüman hakkında kıymetli mal sayılmaz (İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 230).

2) Malın nisap miktarında olması. Hanefilere göre, hırsızlık nisabı bir dînâr (yaklaşık 4 gr. altın para) veya on dirhem (toplam 28 gr. gümüş para) yahut bu ikisine denk kıymetteki mal veya paradır. Hz. Peygamber devrinde, 1 dinâr veya 10 dirhem para, iki tane kurbanlık koyun alabilecek kadar satın alma gücüne sahiptir (es-Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrut 1398/1978, IX,137; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 77; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 220). Delil şu hadislerdir:

"On dirhemden az olan şeylerde el kesme yoktur." (Nesaî, Sârık, 10; Zeylaî, a.g.e., III, 359).

"El kesme, ancak bir dinâr veya on dirhem parayı çalma hâlinde olur." (Zeylaî, a.g.e., III, 360, III, 358).

"Hırsıza ancak kalkanın satış bedeli kadarını çalması halinde had uygulanır. Hz. Peygamber devrinde bu kıymet, on dirhem idi." (Zeylaî, a.g.e., III, 359).

Çoğunluk İslam hukukçularına göre, hırsızlık nisabı, altından dinarın dörtte biri veya hâlis gümüşten üç dirhem yahut bunların kıymetidir. Dayandıkları delil şu hadislerdir:

"Dinarın dörtte biri ve daha fazlası kadar hırsızlıkta had cezası uygulanır." (Şevkânî, a.g.e., VII,124).

"Kıymeti üç dirhem olan kalkanda hırsızlık had'di uygulanır ki bu da dinarın dörtte biri kadardır." (Zeylaî, a.g.e., III, 355; İbn Rüşd, a.g.e., II, 408; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 240).

Burada, iki görüşün dayanağı olan hadisteki kalkanı Hanefiler on dirhem kıymetinde kabul ederken, diğerleri dörtte bir dinar veya üç dirhem olarak kabul etmişlerdir.

Çalınan malın kıymetinin, hırsızlık tarihinden cezanın uygulanacağı vakte kadar on dirhemden aşağıya düşmemesi gerekir. Ancak mal, bir ayıp isabet etmesi veya telef olması yüzünden eksilmiş veya tamamen zayi olmuşsa bu durum had cezasına engel teşkil etmez (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 79; el-Bâcî, el-Müntekâ ale'l-Muvatta', VII, 158). Çoğunluğa göre ise, malın korunma yeri (hırz altı)nden çalındığı tarihe göre işlem yapılır.

İslâm hukukçuları, toplu hırsızlıkta çalınan mal, herbirine bölündüğünde nisabı aşıyorsa hepsi için had cezası uygulanacağı konusunda görüş birliği içindedir nisabın altına düşüyorsa Ebû Hanîfe ve Şâfiî'ye göre, hiçbirine had uygulanmaz. Çünkü herbiri nisap kadar mal çalmamış sayılır (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 78; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 225).

3) Çalınan şeyin koruma (hırz) altında olması. Hırz, sözlükte; bir şeyin korunduğu yer, demektir. Bir terim olarak; ev, dükkân ve çadır gibi, âdetler bakımından insanların mallarını korumak için yapılan yerleri ifade eder. Hırz ikiye ayrılır: Hadiste: "Ağaçtaki meyve ve hurma gibi şeylerde el kesme yoktur." (Şevkânî, a.g.e., VII, 127; A. b. Hanbel, Müsned, III, 464) buyurulur.

a) Kendi başına hırz sayılan yerler. Bunlar, malları korumak için hazırlanan yerler olup, izinsiz girmek yasaklanmıştır. Ev, dükkân, han, kasa, sandık gibi. Bunlarda bekçi bulunsun veya bulunmasın, kapı açık veya kapalı olsun hırz niteliği devam eder. Çünkü bina veya yer hırz amacıyla yapılmıştır.

b) Başkası sebebiyle hırz sayılan yerler. Bunlar mal saklamak için yapılmamış olan yerler olup, kendisine izinsiz olarak girilebilir ve giriş yasağı bulunmaz. Mescidler, yollar, resmî daireler gibi. Bunların hükmü bekçisi bulunmadığı takdirde herkese açık olan kır, mera ve sahra hükmündedir. Bunlarda mala yakın yerde bekçi bulunursa, bekçi uykuda olsun uyanık bulunsun, hırz yeri sayılır. Çünkü Nebî (s.a.s) uykuda bulunan Safvân'ın paltosunu çalan hırsıza had cezası uygulamıştır (es-Serahsî, a.g.e., IX,150 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 240; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 73). Mal, koruma yerinden tam olarak ayrılmadıkça had cezası gerekmez.

Yankesici (tarrâr)nin, başkasının cebinden el çabukluğu ile parasını çalması hâlinde, had cezasının uygulanacağı konusunda görüş birliği vardır. Mezardan kefen, altın diş vb. şeyler çalanın (nebbâş) hükmü ise ihtilaflıdır. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, mezar hırsızına hırsızlık cezası uygulanmaz. Çünkü mezarlıklar kendi başına mal saklanan ve hırı altında bulunan yerler değildir (es-Serahsî, IX, 159; el-Kasânî, a.g.e., VII, 69). Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, mezar hırsızına da had cezası uygulanır. Çünkü kefen de kendisine göre koruma altındadır. O da ölünün mülkü sayılır. Ölünün mirasçıları, nebbâşın kefeni geri vermesini ve cezalandırılmasını isterler (Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Mısır ts, s. 126, 127). Hz. Âişe'den şöyle nakledilmiştir: "Bizim ölülerimizi çalan dirilerimizi çalan kimse gibidir." (Zeylaî, a.g.e., III, 366).

Çarşı ve pazar yerlerinde umumun güvenine terkedilen mallara gelince, Hanefilere göre; bunlar geceleyin çalınırsa hırsızlık cezası uygulanır. Gündûz çalınırsa had uygulanmaz. Çünkü gündüz, buraya girme izni bulunduğu için hırz (koruma) şartı gerçekleşmez. Şâfii ve Mâlikilere göre ise, esnafın kendine ait bölme ve tezgâhında veya teneke, küp, çuval gibi kaplarda bulunan şeyler örf bakımından hırz altında sayılır ve bunları çalanlara had uygulanır. Ahmed b. Hanbel'e göre ise çarşı ve pazar yerinde bekçi varsa veya malın yanında gözetleyici bir kimse bulunursa hırsıza had cezası verilir (ibnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 242; İbn Kudâme, a.g.e., VIII, 249-250).

4) Çalınan malın biriktirmeye elverişli olması, çabuk bozulacak şeylerden olmaması. Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre; kıymeti nisap miktarından çok olsa bile, çabuk bozulan şeylerde hırsızlık cezası uygulanmaz. Üzüm, incir, nar, elma, baklagiller, ekmek, yaş veya kuru et, meşrubat, süt, yoğurt ve benzeri gıda maddeleri gibi. Bunlar uzun süre bekletmeye elverişli olmadığı için, hırz (koruma) altında olsun veya olmasınlar, bunları çalana had uygulanmaz. Delil şu hadistir: "Ağaçtaki meyve ve hurma gibi şeylerde el kesme yoktur." (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 464).

Bir yıldan fazla biriktirilebilen dayanıklı tüketim mallarında ise hırsızlık suçu oluşabilir. Ceviz, badem, kuru hurma; kuru meyve ve sirke gibi. Ebû Yûsuf'a göre, biriktirmeye elverişli olmasa bile, gerçekte meşru olarak, yararlanılabilen herşey maldır ve bunu çalana hırsızlık cezası uygulanır. Meselâ günümüzde dayanıklı olmadığı halde meyveler önemli mallardan olmuştur. Diğer üç mezhebe göre, mal olarak edinilebilen ve alım satımı meşru olan her çeşit malda hırsızlık suçu söz konusu olur. Gıda maddesi, kumaş, hayvan, kıymetli taş veya maden, av ve şişe bunlar arasında sayılabilir. Çünkü; "Hırsızlık yapan erkek ve kadınım ellerini kesin." (Maide, 5/38) âyeti genel anlam ifade eder.

5) Çalınan malın, aslı itibariyle mubah olmaması. Bir şeyin aslı; kuş, odun, kamış, av hayvanı ve balık gibi mübah mallardan ise, Ebû Hanîfe'ye göre, bunlar dâru'l-İslâm'da bulunuyorsa el kesme cezası uygulanmaz. Diğer üç mezhebe göre aslı mübah olsun veya olmasın, bu malı çalana had uygulanır (Zühaylî, a.g.e" VI; 116, I 17).

6) Çalınan malda, hırsızın alma hakkının bulunmaması gerekir (el-Kâsânî, a.g:e, VII, 70-72; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 229. vd.; es-Serahsî, a.g.e., IX, 152, 178).

7) Hırsız için çalınan malda, bir mülk, mülk te'vili veya mülk şüphesinin bulunması. Bu prensip gereğince hırsız, âriyet verdiği, rehnettiği veya kiraya verdiği şeyi çalmakla el kesme cezası uygulanmaz. Yine hırsız, beytülmalden (hazine, devlet malı) bir şeyi çalsa, kendisinin de bu toplum malında hissesi bulunduğundan had cezası uygulanmaz. Nitekim Hz. Ömer, Beytülmalden bir şeyler çalana had cezası uygulamamıştır. Bir zekât memuru, Hz. Ömer'e mektup yazarak Devlet hazinesinden çalanın hükmünü sordu. Hz. Ömer şöyle cevap verdi: "Onun elini kesme, çünkü, hiçbir kimse yoktur ki, kendisi için beytülmâlde bir hak bulunmasın." Diğer, yandan Hz. Ali de Devlet malı çalana had cezası uygulamamıştır. Dayandığı prensip, Devlet malının bütün tebeaya ait ortak mal sayılmasıdır, eğer gayri müslim tebeadan (zımmî) birisi devlet malını çalsa had uygulanır. Çünkü O'nun beytülmalde hakkı yoktur. Yoksul bir kimse, yoksulların yararlandığı bir vakıftan çalsa, had uygulanmaz. Zengin çalarsa uygulanır. Çünkü O'nun bu vakıfta hakkı yoktur. Sonuç olarak şüphe bulunan yerde had cezası uygulanmaz. Nitekim Nebî (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Şüphe bulununca, gücünüzün yettiği kadar hadleri düşürünüz." (Ebû Dâvud, Salat, 14; Tirmizî, Hudûd, 2).

8) Hırsızın, koruma altındaki yere girmek için izinli sayılmaması gerekir. Bir kimse, mahrem hısımlarından veya eşinden bir şeyler çalsa, hırsızlık haddi uygulanmaz. Çünkü hısımlarının bulunduğu yere örfe göre izinsiz girebilir. Eşlerin birbirinin malını almada örf de cereyan edebilir. Bu yüzden hırz (koruma) şartı gerçekleşmez. Yine bir topluluğun hizmetçisi, bunların eşyasından, misafir ev sahibinden, işçi girmeye izinli olduğu iş yerinden bir şey çalsa, el kesme cezası uygulanmaz. Çünkü, bir yere giriş hakkının bulunması, bu yeri onun hakkında hırz ortamı olmaktan çıkarır (es-serahsî, a. g. e., IX, 151; el-Kasanî, a.g.e., VII, 70, 75; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 221). Şâfiîlerde daha kuvvetli görüşe göre usûl ve furû dışında, diğer hısımlardan ve eşlerden birinin diğerinden, hırz altındaki malını çalması hafinde hırsızlık had cezası uygulanır. Delil, hırsızlık cezasını bildiren âyetin umûm anlamıdır.

Malı Çalınanda Bulunması Gereken Şartlar:

Malı çalınan kimsenin, bu mal üzerindeki elinin hukuken geçerli olması gerekir. Bu el, üçe ayrılır: a) Mülk eli. b) Emânet eli. Vedîa ve âriyet alanın ve mudarade (emek-sermâye) ortaklığında işletmecinin (mudarib) eli gibi. c) Dımân eli. Gasbedenin, pazarlık sonucu malı kabzedenin eli ile rehin alanın rehin üzerindeki eli gibi. Bütün bunlardan birşey çalan kimseye had uygulanır. Hırsızdan tekrar başka birisi çalsa had uygulanmaz. Çünkü hırsızın eli, hukuken geçerli bir el koyma değildir, Ondan almak, yoldan almak gibidir (el-Kâsânî, a.g.e., VII, 80; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 281).

Hırsızlığın dâru'l-adl'de yapılmış olması da had uygulaması için şarttır. Bir Müslüman dâru'l-harb veya dâru'l-bağy'de hırsızlık yapsa had cezası uygulanmaz. Çünkü dâru'l-adl dışında, Devlet başkanı için velâyet yetkisi yoktur (el-Kasanî, a.g.e., VII, 79).

Hırsızlığın İsbatı:


Mahkemede hırsızlığın isbatı beyyine veya ikrar ile sabit olur. Beyyinenin kabulü için, şahitlik gibi genel, hadler ve kısas gibi özel şartlar gerekir.

a) Erkeklik. Hırsızlıkta, kadınların şahitliği geçerli değildir.
b) Adâlet. Fâsıkların şahitliği kabul edilmez.
c) Asâlet. Şüphe sebebiyle, şehâdet üzerine şehadet kabul edilemez.
d) Zaman aşımına uğramaması.

Hırsızlık için bir süre sonra şahitlik yapılsa, şüphe yüzünden kabul edilmez.

e) Husûmet veya dava açılmış olması. Davayı mal üzerinde hukukî ele sahip olan kimsenin açması gerekir. Husûmet ehliyeti çalınan mal üzerinde ya mülk sahibi veya emânet yahut da dımân eline sahip olmakla gerçekleşir (es-Serahsî, IX,169; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 81; İbnu'l-Hümâm, a.g.e., IV, 223, 252).

İkrarın Şartları:

Hırsızlık hâkim önünde ikrarla da sabit olur. Çünkü insan ikrarından dolayı itham altında sayılmaz. Çoğunluk hukukçulara göre, bir defa ikrar yeterlidir. Ebû Yusuf ve Hanbelilere göre, ancak iki defa ikrarla hırsızlık sabit sayılır. Çünkü şahitlerin sayısı da iki tanedir (es-Serahsî, a.g.e., IX,182; eş-Şirâzî, a.g.e., II, 282).

Hırsızlık Cezasını Düşüren Haller:

1) Malı çalınan kimsenin, hırsızın ikrarını yalanlanması. "Benim malımı çalmadı." demesi gibi.

2) Malı çalınanın, beyyinesini (delil) yalanlaması. "Şahitlerim yalancı şahittir." demesi gibi.

3) Hırsızın ikrarından dönmesi. Bu durumda had cezası uygulanmaz. Fakat malı tazmin etmesi gerekir. Çünkü ikrardan rucû hadler konusunda kabul edilir, fakat mali konuda kabul edilmez. Bu, ikrarda şüphe meydana getirir. Had şüphe ile düşer, fakat mal düşmez.

4) Hırsızın, çaldığı malı, mahkemeye başvurulmazdan önce mâlikine geri vermesi.

5) Hırsızın, çaldığı mala davadan önce hukuki bir yolla mâlik olması. Mal sahibi çalınan malı, hırsıza hibe etse veya satsa bu mal hukukî yolla intikal etmiş olur. Artık had cezası da uygulanmaz. Hatta Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre, dava açılmış olsa bile, mahkeme sonuna kadar, mal hibe veya satma gibi bir yolla hırsıza geçse had cezası düşer. Diğer çoğunluk hukukçulara göre ise, mahkemeye başvurulduktan sonra artık hibe veya satışla mülkiyet hırsıza geçse bile had cezası düşmez. Çünkü Nebî (s.a.s) Savfan'ın paltosunu çalan hırsızın elinin kesilmesini emrettiği zaman, Safvan şöyle dedi: "Ben bunu istemedim. Palto ona sadaka olsun." Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Onu bana getirmezden önce, bunu yapman gerekmez miydi?" (el-Bâcî, a.g. e., VII, 162; el-Kâsânî, a. g. e., VII, 88 vd.; İbnü'l-Hümâm, a.g.e., IV, 255 vd.).

Sonuç olarak, had cezalarından maksat kamu düzenini sağlamak ve bu suçların toplumda açacağı yaraları sarmak olduğuna göre, hırsızın, mala sahip olması, özellikle malı çalınan kimsenin davasından vazgeçmesi halinde, had cezasının düşmesi amaca daha uygun görünmektedir.

(Hamdi DÖNDÜREN)