20 Ocak 2019 Pazar

Ayakları Yıkamak Ve Çıplak Olarak Ayaklar Üzerine Mesh Etmemek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

27. Ayakları Yıkamak Ve Çıplak Olarak Ayaklar Üzerine Mesh Etmemek

163- Abdullah İbn Amr 
radıyallahu anh
 şöyle demiştir:

Bir yolculukta Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bizden arkada kalmıştı. ikindi vakti girdiğinde bize yetişti. Biz abdest alırken ayaklarımıza mesh yapıyor­duk. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem en yüksek sesi ile iki veya üç kere şöyle bağırdı.

"Ateşte yanacak topukların vay haline!"

Açıklama

Hadisten ilk anda anlaşıldığına göre bu yolculukta Abdullah İbn Amr da vardı. Müslim'in bir rivayetinde yer aldığına göre bu yolculuk Mekke'den Medi­ne'ye yapılıyordu. Bunun, kaza umresi sırasında meydana gelmiş olması da mümkündür. Çünkü Abdullah İbn Amr'ın 
radıyallahu anh hicreti, o zaman veya ona yakın bir zamanda olmuştu.

Sahabenin abdestli olduğu için veya suya kavuşma umuduyla bu namazı geciktirmiş olması da mümkündür. Müslim'in şu rivayeti bunu göstermektedir: "Yolda suya rastladığımızda bir grup ikindide acele etti". Yani ikindinin vakti yaklaştı, onlar da acele ederek hemen abdest aldılar.

"Ayaklarımıza mesh ediyorduk": Buharı bu ifadeden, Hz. Peygamber'İn 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem onları yadırgama sebebinin ayakların bir kısmının yıkanması değil, meshedilmesi olduğu sonucunu çıkarmıştır. Bu sebeple konu başlığında "ayaklar üzerine mesh etmemek" şeklinde bir ibare kullanmıştır.

Hadisin Arapça aslında geçen "veyl" kelimesinin ne anlama geldiği konu­sunda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bu konudaki en güçlü görüş İbn Hibban'ın Sahih'inde Ebû Said'den merfu olarak rivayet ettiği "Veyl cehen­nemde bir vadidir" hadisidir.

Hz. Peygamber'İn 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest alma şeklini anlatan mütevatir hadisler onun ayaklarını yıkadığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu yaparken Allah'ın abdest İle ilgili ayetteki emrini açıklamaktadır.

Abdurrahman îbn Ebî Leyla şöyle demiştir: 
"Resûlullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem ashabı ayakların yıkanması konusunda icma etmiştir."

"Topukların vay haline" sözünün anlamı, yıkama konusunda kusurlu davra­nan topukların sahiplerinin vay haline demektir.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

* Bilmeyen kişiye öğretilir.

* Bir mesele anlaşılsın diye, yadırgama maksadıyla ses yükseltilebilir, me­sele tekrarlanabilir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

19 Ocak 2019 Cumartesi

Abdest Alırken Sümkürmek

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

25. Abdest Alırken Sümkürmek

161- Ebû Hureyre 
radıyallahu anh, Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şunu rivayet etmiştir:

Abdest alan kimse sümkürsün, taş ile istinca yapan kimse tek sa­yıda taş kullansın.
[Hadisin geçtiği diğer yer: 62]

Açıklama

Arapça konu başlığında yer alan peltek "s/th"  "istinsâr" kelimesi, abdest alan kişinin burnuna çektiği suyu, içeriyi tam olarak temizlemek maksadıyla dışarıya atmasıdır. Bunun sol elle yapılması müstehaptır.

"Sümkürsün" emrinden ilk anda bunun farz olduğu anlaşılmaktadır. Dolayı­sıyla burna su çekmeyi farz gören Ahmed İbn Hanbel, İshak, Ebû Ubeyde, Ebû Sevr ve İbnü'l-Münzir gibi âlimlerin sümkürmeyi de farz görmeleri gerekir, çünkü bu da su çekme gibi emredilmiştir. el-Muğnî yazarının sözlerinden ilk anda anla­şıldığına göre onlar bunu farz olarak kabul etmekte ve onlara göre burna su çekmenin meşruluğu sümkürme olmadan gerçekleşmemektedir. Çoğunluğun buradaki emrin mendupluk ifade ettiğine dair delilleri ise Tirmizî'nin hasen, Hâkim'in sahih gördüğü, Hz. Peygamberin 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir bedeviye söylediği şu sözdür: "Allah'ın sana emrettiği gibi abdest Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bedeviyi âyete yönlendirmiştir. Ayette ise burna su çekmekten bah­sedilme mektedir.

Abdest alırken sümkürmekten maksat burnu temizlemektir. Çünkü burnun temiz olması kişinin (namazda sure ve duaları) rahat olarak okumasına yardımcı olmaktadır. Zira nefesin çıktığı yeri temizlemekle harfler doğru bir şekilde telaffuz edilebilmektedir. Ayrıca uykudan kalkan kimse için buna ek olarak şeytanı kov­ma durumu da söz konusudur.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

18 Ocak 2019 Cuma

NİSA SÛRESİ 58.-59.ayetlerin tefsiri


Emanetleri Ve Hakları Ehline Vermek, Adaletle Hükmetmek, Allah'a, Rasulüne
Ve Müslümanlardan Olan Emirlere (İdarecilere) İtaat Etmek


58- Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hük­metmenizi emreder. Allah bununla si­ze ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla gören­dir.

59- Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sa­hiplerine itaat edin. Eğer bir şey hak­kında çekişirseniz (ihtilâfa düşerse­niz), onu Allah'a ve Peygamber'e götü­rün, eğer Allah ve ahiret gününe inanı­yorsanız. Bu, hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.


Nüzul Sebebi

"Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" (58. ayet) aye­tinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethettiği zaman Osman b. Talha'yı çağırdı. Geldiğinde "Kabe'nin anahtarını gös­ter" dedi. Osman anahtarı getirip uzatınca, Abbas kalkarak "Babam anam sa­na feda olsun ey Allah'ın Rasulü, sikaya (hacıları sulama) işine ilâve olarak bu­nu da bana ver" dedi. Bunun üzerine Osman elini geri çekti. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Ey Osman, getir anahtarı" dedi. Osman da "Allah'ın emaneti ile al" dedi. Cenab-ı Peygamber (s.a.) kalktı, Kabe'yi açtı ve girdi. Çıktıktan sonra Beyt-i Muazzam'ı tavaf etti. Sonra Cebrail (a.s.) anahtarın geri verilmesi emrini in­dirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) Osman b. Talha'yı çağırarak anahtarı kendisine verdi ve "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi... emredi­yor" ayetinin tamamını okudu.

Şube, Tefsirinde Haccac'dan tahric ediyor, o da Saîd b. Cüreyc'in şöyle de­diğini rivayet ediyor: Bu ayet, Osman b. Talha hakkında indi. Mekke'yi fethet­tiği gün Resulullah (s.a.) Osman'dan Kabe'nin anahtarını aldı ve Kabe'ye girdi. Sonra ayeti okuyarak dışarı çıktı. Osman'ı çağırıp kendisine anahtarı verdi. İb­ni Cüreyc'in rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) "Resulullah (a.s.) Kabe'den çıkarken -babam anam kendisine feda olsun- bu ayeti okuyordu. Daha önce bu­nu okuduğunu duymamıştım" demiştir.

Görünüşe bakılırsa ayet-i kerime Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Kabe'nin içinde iken inmiştir.

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin..."
(59. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da Buharî, İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i keri­me, Abdullah b. Huzâfe b. Kays hakkında indi. Resulullah (s.a.) kendisini seriyye (askeri birlik) emiri olarak bir gazaya göndermişti.

Hafız İbni Hacer der ki: Buharî bu şekilde kısaca zikretmiştir; Ayet-i keri­me Abdullah b. Huzâfe kıssası hakkında indi, manasınadır.

Hadiseyi İmam Ahmed (2, 622), Buharî (13, 109), Müslim (3, 1779) uzun olarak Hz. Ali (r.a.)'den şu şekilde naklederler: Resulullah (s.a.) bir seriyye gönderdi, başına da emir olarak Ensar'dan birini tayin etti. Onun sözünü dinleyip itaat etmelerini de emreyledi. Askerler bir meseleden dolayı emiri kızdırdılar. Emir de onlara odun toplatıp ateş yaktırdı ve dedi ki: "Resulullah size beni din­leyip itaat etmenizi emretmedi mi?" Onlar "Evet" deyince "O halde ateşe girin" dedi. Onlar: Bizler ateşten kurtulmak için Allah'ın Rasulüne kaçtık, dediler ve girmediler. Dönüşlerinde olayı Rasul-i Ekrem (s.a.)'e anlattıklarında "Ateşe girselerdi ondan asla çıkamazlardı, itaat maruf ve meşru şeylerde olur" buyurdu. [74]

Açıklaması

Emanetleri ehline verme ayetinin kendisi hakkında indiği özel sebep, laf­zın umumunu, genel manasını tahsis etmez. Genellikle Kur'an-ı Kerim'in bü­tün ayetlerinde muteber olan, lafzın umumiliğidir, sebebin özel oluşu değildir. Bu da her Müslümana, uhdesinde veya elinin altında bulunan her bir emanet­ten dolayı emanetlerin ehline ve lâyık olanına verilmesi hakkında yöneltilmiş genel bir emirdir ve insana emanet olarak teslim edilmiş her şeyi, ister kendisi hakkında olsun, ister başka bir kul veya Rabbi hakkında olsun, içine alır.

Allah Teâlâ'nın hakları ile ilgili emanete riayet etmek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, duygularını ve organlarını kendisini Rabbinin rızasına yaklaştıracak işlerde kullanmak suretiyle olur. Ebu Nuaym, el-Hılye'de, merfu olarak İbni Mes'ûd (r.a.)'un Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği şu hadisini zikreder: "Allah yolunda öldürülmek bütün günahlara kefa­rettir." Hadisin bir rivayeti "Her şeye kefarettir, ancak emanet hariç" şeklinde­dir.

Emanet namaz hakkında olur, oruç hakkında olur, söz hakkında olur. En şiddetlisi de kul hakları ve malları ile ilgili emanettir. Abdullah b. Mes'ud, el-Berâ b. Azib, İbni Abbas, Ubeyy b. Kâ'b gibi bir kısım Ashâb-ı kiram (r.a.) şöyle demişlerdir: Emanet her şeyle ilgilidir, abdestte, namazda, oruçta, zekâtta, cünüplük, ölçü, tartı, emanet mallar... İbni Abbas Allah Teâlâ, eli dar olana da, varlıklı olana da emaneti elinde tutarak sahibine iade etmeme hususunda ruh­sat (izin) vermedi demiştir. İbni Ömer de der ki: Allah Teâlâ insanın fercini (cinsî organını) yarattıktan sonra "Bu bir emanettir, onu senin yanında gizle­dim. Meşru hakkı dışında onu haramdan koru" buyurdu.

İnsanın kendi hakkında emanete riayet etmesi ise dini, dünyası ve ahireti hakkında ancak kendisine faydası olacak şeyleri yapması, ahireti ve dünyası bakımından zarar verecek bir işe girişmemesi, hastalık sebeplerinden korun­ması, sağlık kaidelerine uygun şekilde çalışması suretiyle olur. İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettikle­ri hadisinde Cenab-ı Peygamber (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyenizden (emanetiniz altına verilmiş şey­lerden) sorumlusunuz." Başka bir sahih hadiste "Muhakkak ki nefsinin de senin üzerinde bir hakkı vardır." buyurulmuştur.

Başkaları hakkındaki emanete de, emanet ve ödünç olarak verilen eşyayı sahiplerine geri vermek, muamelelerde aldatmamak, cihad, nasihat, insanların sırlarını ve ayıplarını yaymamak suretiyle riayet edilir.

Emaneti koruma hakkında pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif varit ol­muştur. Bazılarını şöylece kaydedelim: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan ise (bunu) sırtına yükledi." (Ahzâb, 33/72); "(Öyle müminler) ki onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet edicilerdir." (Mü'minûn, 23/8); "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, emanetlerinize de hainlik yapmayın." (Enfâl, 8/27).

İmam Ahmed ve İbni Hibbân'ın, Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadisinde Rasul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "Emaneti olmayanın imanı yoktur. Ahde riayet etmeyenin de dini yoktur." Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis ise şöyledir: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, cayar, kendisine birşey ema­net edildiğinde ise hainlik yapar."

Emanetleri yerine vermek, özellikle sahibi tarafından istendiği zaman farzdır. Dünyada emaneti vermeyenden kıyamet gününde o alınacaktır. Nite­kim İmam Ahmed, Buharî (el-Edep kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hu­reyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) Hazretleri buyuruyor ki: "Emanetleri sahiplerine mutlaka ödeyeceksiniz. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü alınacaktır."

Emanet helak veya zayi olur, ya da çalınırsa, şayet bir tecavüz, kusur ya­hut ihmal varsa tazmin ettirilir, öyle birşey yoksa tazmin ettirilmez.

Emanetlerin yerli yerini bulmasından sonra insanlar arasında adaletle hükmetmeye sıra gelir. Ondan dolayı Allah Teâlâ adaleti emretmiştir. Emanet İslâm nizamı ve hükümranlığını birinci temeli olduğu gibi, adalet de ikinci te­meldir. Bu iki emrin muhatabı da o ümmetin çoğunluğudur.

Adalet mülkün temelidir. Medeniyet, kalkınma ve ilerlemenin gereğidir, bütün akıl sahiplerince methedilmiştir. İslâm'daki hüküm verme esaslarından bir esastır. Bir toplum için çok lüzumlu bir kaidedir. Tâ ki zayıf hakkını alabil­sin, güçlü olan zayıfa haksızlık etmesin, cemiyette güven ve nizam, düzen ha­kim olsun. Semavî din ve kanunlar adaleti hakim kılmanın vacip olduğunda ittifak etmiştir. Hakların sahiplerine ulaşması için bu devlet sultanlarının, hükümdarlarının, başkan ve ona bağlı bulunan memurların, hakimlerin ada­letten ayrılmaması gerekir. Adaleti emreden bir çok ayet ve hadis de varit ol­muştur. "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği emreder." (Nahl, 16/90); "Siz söyledi­ğiniz vakit -hısım, akraba dahi olsa- adaleti gözetin." (En'am, 6/152); "Adalet yapın ki o takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8); "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik edenler olun." (Maide, 5/8). Cenab-ı Hak, Hz. Davud (a.s.)'a da adaleti emretmiştir: "Ey Davud, biz seni yeryüzün­de bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) ile hükmet." (Sâd, 38/26).

Enes (r.a.) Hz. Rasul-i Ekrem (a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Söylediği zaman doğru söyledikçe, hüküm verdiği zaman adaleti gözettikçe, merhamet istendiğinde merhamet ettikçe bu ümmet hayır üzeredir."

Allah Teâlâ pek çok ayet-i kerimede de zulmü ve zalimleri yermiştir: "O zalimlerin yapmakta oldukları (ve yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın." (İbrahim, 14/42); "O zulmedenleri ve onlara eş olanları bir araya topla­yın." (Saffât, 37/22). Zulüm türlerinin en tehlikelilerinden biri Allah'ın indirdi­ği hükümlerin dışındaki kanunlarla hükmetmek, idarecilerin ve hakimlerin zulüm işlemesidir. "İşte zulmetmeleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri." (Nemi, 27/52). Kadı ve hakim tarafından gelecek zulümden kaçınmak, önce da­vayı iyi anlamak suretiyle, sonra hasımlardan biri tarafını tutmamak, Allah'ın hükmünü iyi bilmek ve yeterli, ehil olan kişilere bu görevi vermek yoluyla olur.

"İnsanlar arasında hükmettiğimiz zaman" cümlesinde insanlar arasında hak ve adaletle hüküm verecek bir hakimin tayin ve tespitinin lüzumlu oldu­ğuna işaret vardır.

Daha sonra Allah Teâlâ adaleti ve emaneti ehline, lâyık olana vermeyi em­retmenin faydasını beyan ederek buyuruyor ki: "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!" Yani kendisiyle size öğüt verdiği şey ne güzeldir! Bu cümlede medhe mahsus olan şey hazfedilmiştir, emredilmiş bulunan emanetleri ödeme, adaletle hükmetme gibi hususlar medhedilmektedir.

"Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir." Sizin ortaya koy­duğunuz emanetleri yerine verdiğinizi veya hıyaneti görür, insanlar arasında verdiğiniz hükümleri işitir. Ona göre sizi hesaba çeker, karşılığınızı verir. İşiti­len ve görülen şeyleri en iyi O bilir.

Ondan sonra Allah Teâlâ, emanetleri ehline verme ve adaletten ayrılma­maya götürecek bir hususu emrediyor ki bu İslâm nizam ve hakimiyetinde üçüncü esastır. O da hükümlerini yürürlüğe koymak suretiyle Allah'a itaat et­mek, Rablerinin hükmünü açıklayan Rasul-i Ekrem'e ve Müslümanlardan olan idarecilere itaat etmektir.

Ulü'l-emr Kimlerdir?

Bazı müfessirlere göre emir sahiplerinden murad, Müslüman devlet yöne­ticileri veya askeri birlik ve orduların komutanlarıdır. Diğer bazı müfessirlere göre ise bunlar insanlara dinin hükümlerini açıklayan alimlerdir.

Ayetin zahirine göre ise hepsi de murad edilmektedir. Siyasette orduları komuta edenlere ve ülkeleri idare etmede Müslüman devlet yöneticilerine itaat etmek icap ettiği gibi, sert hükümlerin açıklanmasında, insanlara dinin öğre­tilmesinde, maruf olanı emretme, münker ve yasak olanı menetme meselele­rinde alimlere itaat etmek lâzım gelir. İbnü'l-Arabî der ki: "Kanaatimce ümera 'idareciler) ve alimler hep beraberce murad olunmaktadır. Ümeraya itaat em­rin aslı onlardan kaynaklandığı, hüküm verme onlara ait bulunduğu için lâ­zımdır. Alimlere itaat ise insanların şer"î meseleleri onlara sorması gerektiği, alimlerin de cevap vermesi lâzım geldiği, fetvalarına uymak da vacip olduğu için lâzımdır." [75]

Fahreddin er-Râzî'ye göre emir sahiplerinden maksat, böylece ayetle alim­lerden sadır olan icmanın hüccet oluşuna istidlal edilmesidir.

Şayet sizinle ulul-emr arasında din işlerinden biri hakkında bir çekişme ve ihtilâf olursa ve Kur'an'da da, Sünnet'te de ona dair bir nas, hüküm bulun­mazsa, ihtilaflı mesele Kur'an ve Sünnet'te kabul edilmiş olan genel esas ve ka­idelere havale edilir, onlara uygun olan netice ile hükmedilir, aykırı olanlar reddolunur. Buna Usûl-i Fıkıh ilminde "kıyâs" denilmektedir.

Peygamberimiz (s.a.) de kıyas ile amel etmeyi ikrar ve kabul eylemiştir. Muaz b. Cebel'i kadı (hakim) olarak Yemen'e gönderirken: "Sana bir dava geti­rildiği zaman nasıl hüküm vereceksin?" diye sormuş, Muaz "Allah'ın kitabıyla hükmederim" demişti. Tekrar "Eğer o mesele Allah'ın kitabında yoksa?" diye sormuş, Muaz da "Allah'ın peygamberinin sünnetiyle" cevabını vermişti. "Al­lah'ın kitabında da, Allah Rasulü'nün sünnetinde de yoksa?" diye sorduğunda Muaz "Kendi görüşüme göre içtihat ederim, öyle yapmaya da devam ederim" diye cevap verince Resulullah (s.a.) onun göğsüne vurup "Rasulü'nün elçisini, Allah Rasulü'nü razı edecek şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyur­muştur. [76]

"Allah'a ve Peygamber'e döndürün (götürün)"
cümlesi, ihtilâf konusunun hakkında nas bulunmayan meselelerle ilgili olduğuna, yoksa nassa uymanın vacip olup o hususta ihtilâfa yer bulunmadığına işaret etmektedir.

Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız hakkında ihtilâf edilen mese­leyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek suretiyle Allah'a ve Peygamber'ine döndü­rün, havale edin.

Çünkü mümin, hiç bir şeyi Allah'ın hükmüne takdim etmez, ona öncelik tanımaz. Aynı şekilde dünyaya gösterdiği ihtirastan daha çok, ahirete ve Allah Teâlâ'nın rızasını kazanma maksadını güder. Bu Allah Teâlâ tarafından, Al­lah'a ve Rasulü'ne itaatten, ihtilâf ortaya çıktığında meseleyi Allah'a ve Rasulüne havale etmekten ayrılan herkese karşı yönelik bir tehdittir; şu ayetteki manayadır: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapmadıkça... iman et­miş olmazlar." (Nisa, 65). Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.) vasıtasıyla rivayet ettikleri hadisinde Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de muhakkak Allah'a is­yan etmiş olur. Kim benim emirime (tayin ettiğim kumandana) itaat ederse ba­na itaat etmiş olur. Kim de emirime isyan ederse, şüphesiz bana isyan etmiş olur."

"Bu hem en hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir" cümlesi, Allah'a ve peygamberine itaat etmek, ihtilâfa düşme durumunda meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek gibi yukarıda emredilen hususlara işaret etmektedir. Bu ise akibet ve sonuç bakımından daha güzeldir. [77]



[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/110.


[75] İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/452.


[76] Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Adiyy, Taberî, Dârimî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.


[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/111-114.

17 Ocak 2019 Perşembe

NİSA SÛRESİ 44.-46.ayetlerin tefsiri


Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları

44- Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de (hak) yoldan sapmanızı isti­yorlar.

45- Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.

46- Yahudi olanlardan kimisi kelimele­ri (Allah tarafından) konuldukları yer­lerinden (kaldırıp) değiştirirler ve dil­lerini eğerek bükerek, dine de saldıra­rak (sana) derler ki: "(Eh) dinledik, (fa­kat) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râinâ." Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak" deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fa­kat Allah, kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, bira­zı hariç olmak üzere, iman etmezler.


Nüzul Sebebi

Ayet-i kerimeler Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak di­yor ki: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken dilini eğip bükerek: "Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver" dedi, sonra da İslâm'a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında "Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bak­madın mı?" ayetini indirdi.

Müfessirler de diyor ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ'b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Resulullah (s.a.)'a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem (s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ'b, Ebu Süfyan'ın evine, Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.

Ebu Süfyan Kâb'a "Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok. Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?" dedi. Kâ'b "Bana dininizi bir arz edin bakayım" diye cevap verdi. Ebu Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kur­ban ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveri­riz, akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu ta­vaf ederiz. Bizler bu mukaddes Harem'in ehliyiz. Muhammed ise atalarının di­nini terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem'i bırakıp gitti. Bizim dinimiz daha eski, Muhammed'in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka'b: "Vallahi siz onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız" dedi. İşte Allah Teâlâ da Ka'b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: 'Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp) değişti­rirler..." ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[64]

Açıklaması

Ey Muhammed aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat'tan bir kısım verilmiş olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti sa­tın alıyorlar, kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah'ın peygamberine indirdiğin­den yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar. Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri ile az bir dün­ya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de kendileri ile be­raber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi üzerinde bulun­duğunuz hidayet ve faydalı Kur"an ilmini bırakmanızı istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu için sizi onlardan sakındırı­yor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür. O kendi­sine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O, kendinden yardım dileyene de yar­dımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima si­zi hakkınızda en hayırlı olana, kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi se­bepleri gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.

Onların Tevrat'tan amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısım­dandır.

Sonra Allah Teâlâ "Yahudi olanlardan kimisi de..." cümlesiyle, kendilerine kitap verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. "Min" harfi bura­da cinsi beyan için olup, "O halde murdardan (yani putlardan)... kaçının." (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp değiştirirler. Bunu da ya kelimele­ri asıl konuldukları başka bir manaya çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hak­kındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Mu­sa aleyhisselâmdan rivayet edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözle­rini katmışlardır. Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kaybolan Tevrat yerine bugünkü Tevrat'ı ortaya koyanlar yapmışlardır.

Bu tahrifat ile iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa (a.s.)'ın yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanla­rında dağınık Tevrat yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek iste­mişlerdi. O esnada da birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekle­ri Hintli Rahmetullah Efendinin Izhâru'l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güve­nilir, araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.

O Yahudiler Peygamberimiz (s.a.)'e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyor­lardı. Mücahid der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)'a "Sözünü işittik, fakat sana itaat etmeyiz", dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e duydukları haset ve kinden ötürü "İşit, işitmez olası!" diyorlardı. Edep gereği "Kötü söz duymayasın" diyecekleri yerde "Allah sana işittirmesin" veya "duan dinlenmemek, senden ka­bul edilmemek üzere" manasına sözlerle O'na beddua etmiş oluyorlardı.

Aynı şekilde bir de "râinâ" derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime "bize bak, bize mühlet tanı" manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma manası­na gelen râînâ'dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise "Ey iman edenler, "râinâ" demeyin, "unzurnâ (bize bak) deyin." (Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu ke­limeyi kullanmaktan menetmiştir.

İşte Yahudiler ya meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bu­lunan bir söz kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına döndürürlerdi, İslâm'a dil uzatarak saldırırlardı. "Râinâ" sözleriyle "kulağını bize ver" demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise adiliğin ve batıl üzerin­deki cüretkârlığın en son derecesidir.

"Essâmü aleyküm" diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cürmündendir. "Es-sâmü", ölüm manasınadır. Yani "selâm size" demek ister gibi yaparlar, "ölüm size" manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) Haz­retleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece "ve aleyküm (= size de)" yani herkes ölecektir, derdi.

İbni Atıyye (öl. 541 H/1147 M.) der ki [65]: Bu, şimdiki Yahudilerde de mev­cuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kulla­nacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.

Sonra Hak Teâlâ örnek bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar "Dinledik, itaat ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki dediklerini iyi anlayabilelim" demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha doğru olurdu.

Sonra Allah Teâlâ onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikret­miştir: Allah'ın rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak ola­mamak. Hak Teâlâ onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden, hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alıkor. İşte öyle kimseler iman etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasip­sizdir. Faydalı olabilecek bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulun­mayınca ameli düzeltme, aklı yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz. [66]



[64] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/85.


[65] el-Bahru'l-Muhît, III/264.


[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/86-88.

16 Ocak 2019 Çarşamba

Abdest Organlarını Üçer Kere Yıkayarak Abdest Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)


4. BÖLÜM ABDEST

24. Abdest Organlarını Üçer Kere Yıkayarak Abdest Almak
159- İbn Şihab, Atâ İbn Yezidin kendisine Hz. Osman'ın 
radıyallahu anh azatlısı Humrân'in şunu rivayet ettiğini söylemiştir:

Hurman Osman İbn Affan'ın 
radıyallahu anh bir kap getirilmesini istediğini gördü. Osman üç kere avuçlarına su boşaltarak onları yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokarak ağzı­nı çalkaladı ve burnuna su çekti. Sonra yüzünü üç kere ve dirseklere kadar kolla­rını üç kere yıkadı. Sonra başını meshetti. Sonra ayaklarını topuklara kadar üçer kere yıkadı. Sonra şöyle dedi; Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu;

'Benim aldığım gibi bu şekilde abdest alarak, hatırına bir vesvese getirmeksizin nefsinin, sesine kulak vermeden iki rekat namaz kıtan kişinin geçmiş günahları affolunur. 
[Hadisin geçtiği diğer yerler: 160,164,1934,3433]

Açıklama

Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Hz. Osman'ın 
radıyallahu anh kaç defa başını meshettiği ile ilgili bir şey yoktur. Alimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Şafiî "Yıkamada olduğu gibi meshi de üç kere yapmak müstehaptır" demiştir. Müslim'de geçen "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem her bir organı üçer defa yıkayarak abdest aldı" hadisinin ilk anlamı Şafiî lehine delil olarak ileri sürülmüştür. Buna şu şe­kilde cevap verilmiştir: Müslim'deki hadis mücmeldir, diğer sahih rivayetler meshin tekrarlanmadığını açıklamaktadır. Dolayısıyla Müslim'deki rivayetin tağliben söylenmesi veya yıkanan organlara hamledilmiş olması mümkün görülmektedir. Ebû Dâvud Sünen'inde şöyle demiştir: "Hz. Osman'dan radıyallahu anh rivayet edilen sahih hadislerin tümü başın meshinin bir defa olduğunu göstermektedir". İbnü'l-Münzir de "Mesh konusunda Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem sabit olan bunun bir defa olmasıdır" demiştir.

Bu hadis, abdestten sonra iki rekat namaz kılmanın müstehap olduğunu gösteriyor.

"İçinden bir vesvese geçirmeksizin nefsinin sesine kulak verme­den" sözünün anlamı, nefsin verdiği vesveseye son vermek kişinin elindedir anlamına gelir. Çünkü hadisin Arapça aslındaki fiilin kalıbı, bu işin kişinin kendi fiili ile yapıldığını göstermektedir. Kişinin kendi isteği dışında aklına gelen ve def edilmesi imkansız olan hatıralar ve vesveler ise affedilmiştir.

Kadı lyaz bazılarından bu ifade ile kasdedilenin "hiçbir şekilde içinden bir şey geçirmemek" olduğunu nakletmiştir. İbnü'i-Mübârek'in ez-Zühd isimli eserindeki "Bu iki rekatta içinde bir şey gizlemez" şeklindeki rivayet de bunu destekle­mektedir.

Nevevî bunu reddederek şöyle demiştir: "Doğru olan, gelip geçici arızî dü­şüncelerin kalbe gelmesi durumunda da hadiste belirtilen faziletin gerçekleşmesi­dir, Şüphesiz ki içinden hiçbir düşünce geçmeyen kişi en üstün dereceye sahip­tir,"

Kalbe gelen düşüncelerin kimi dünya ile ilgilidir ki bunların mutlak olarak def edilmesi istenmiştir.

Hakîm et-Tirmizî bu hadisi, 'İçinden dünyaya ilişkin bir şey geçirmeksizin" şeklinde rivayet etmiştir.

Bu düşüncelerin kimi de âhirete ilişkindir, şayet bunlar yabancı düşünce ise dünya hallerine benzer. Bu namaza ilişkin hususlar ise dünya işlerinden sayılmazlar. Bu konunun diğer ayrıntıları Namaz bölümünde gelecektir.

Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar

"Geçmiş günahları affolunur" ifadesi ilk bakışta büyük ve küçük günahları kapsamaktadır. Ancak âlimler, bu rivayet dışındaki rivayetlerde büyük günahlar istisna edildiği için buradaki ifadeyi küçük günahlara özgü kabul etmişlerdir.

Sadece büyük günahları olan kişiden ise, küçük günah sahibi kişiden ne kadar düşüyorsa o kadar günah hafifletilir. Küçük veya büyük günahı olmayan kişinin iyiliklerine bu miktar eklenir.

Fiilen öğretmek daha etkili ve daha öğretici olduğundan hadiste bu şekilde öğretim vardır.

Abdest organlarını yıkarken tertibe riayet etmek gerekir. Çünkü her bir fiil "sonra" bağlacı ile bağlanmıştır.

Hadis ihlasa teşvik etmektedir.

Hadiste, namazda dünya ile ilgili şeyleri düşünen kimseleri, özellikle de gü­nah işlemeyi kalbine koyanları, namazın kabul olmayacağını söyleyerek, sakın­dırma söz konusudur. Çünkü kişi ne ile meşgul ise, zihin namazda namaz dışındakinden daha çok onu düşünür.

Buhârî Kalp Yumuşaklığı bölümünde hadisin sonunda Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Aldanmayın" sözünün bulunduğunu belirtmiştir. Yani; nama­zın günahları sileceğine güvenerek kötü amelleri çok çok işlemeyin. Çünkü ha­taları silecek olan namaz Allah'ın kabul ettiği namazdır. Kul namazının kabul edilip edilmediğini nereden bilebilir ki?

160- İbrahim, Salih İbn Keysân'dan, O da İbn Şihab'tan rivayet etmiştir. Ancak Urve Humran'dan rivayet etmiştir:

Hz. Osman 
radıyallahu anh abdest alınca şöyle demiştir: Size bir hadis zikredeyim mi? Kur'an'da bir âyet olmasaydı size bunu zikretmezdim. Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim:

"Bir kimse güzelce abdest alır ve (farz) namaz kılarsa, bu abdest ile namazı kılıncaya kadarki günahları affolunur."

Açıklama

Urve buradaki âyetin şu olduğunu söylemiştir: "İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Ancak teube edip durumlarını düzelten­ler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar bundan müstesna tutulmuştur. Zira ben onlann tevbeîerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirge­yenim.[el Bakara,2/159-160]

Hz. Osman'ın kasdettiği şudur: Bu âyet tebliği teşvik etmektedir. Âyet kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) hakkında indirilmiş olsa bile, dikkate alınacak olan husus ifadenin genel olmasıdır. Bunun benzeri ilim bölümünde Ebû Hureyre 
radıyallahu anh hakkında da söz konusu olmuştur. Yukarıdaki âyet olmasaydı Hz. Os­man'ın bu hadisi tebliğ etmeyeceğini söylemesi ise hadisi duyan insanların (onu doğru anlamamak suretiyle) aldanmalarıdır.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

15 Ocak 2019 Salı

İki Tuğla Üzerine Oturarak Tuvalet Yapmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)

4. BÖLÜM ABDEST

12. İki Tuğla Üzerine Oturarak Tuvalet Yapmak

145- Vâsi' İbn Hibban'ın rivayet ettiğine göre Abdullah İbn Ömer şöyle söy­lerdi:

İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar. Oysa ben birgün evlerimizden birinin üzerine çıktım. Resûlullah'ı 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tuvalet ihtiyacını görmek üzere iki tuğla üzerine oturmuş ve önünü Beytü'l-Makdis'e dönmüş olarak gördüm.

(İbn Ömer, Vâsi'a şöyle dedi): "Belki de sen de karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlardansın."

Vâsi: "Vallahi bilmiyorum", dedi

Mâlik, İbn Ömer'in burada namaz kılarken yerden uzakta durmayan, yere yapışık olanları kasdettiğini söylemiştir. 
[Hadisin geçtiği diğer yerler: 148,149,3102]

Açıklama
Buradaki tuğladan kasıt, bina yapımında kullanılan çamurdan yapılmış ve pişirilmemiş tuğladır.

İbn Ömer burada belirtilen davranışı yaparken Hz. Peygamber'i 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem seyretmeyi kasdetmemiştir. Beyhakî'nin, Nâfi İbn Ömer yoluyla rivayetinde görüleceği üzere zorunlu bir şey için evlerinin damına çıktığında tevafuken görmüştür. Bu şekilde kasıt dışı tevafuken gördüğünde bunun da faydasız kalmamasını istemiş ve bu­nunla ilgili şer'i hükmü bu sayede bellemiştir. Âdeta İbn Ömer Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem  sırt tarafını görmüş ve ne olduğunu anlamak için bakması da caiz olmuştur. Bu, sahabenin Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem uyma amacıyla onun davranışlarını araştırma konusunda ne derece istekli olduğunu göster­mektedir. İbn Ömer de böyleydi.

Mâlik, İbn Ömer'in sözünü, "karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlar" şeklinde yorumlamıştır. Bu, meşru olan secde şekline, yani karnın dizlerden uzak olması ve dirseklerin yere konulmaması şekline aykırıdır.

İbn Ömer'in bu sözünün bağlam ile alakasını Müslim'deki bir rivayet gös­termektedir. Vâsi'den gelen bu rivayetin başında Vâsi' şöyle demektedir: "Ben mescitte namaz kılıyordum, bir de baktım Abdullah İbn Ömer oturuyor. Nama­zımı bitirdiğimde bir tarafımdan kalkarak onun yanına gittim. Abdullah şöyle dedi: İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar...İbn Ömer sanki Vâsi'in secde yaparken tam hakkını vermediğini görmüş ve bu konuyu ona yukarıdaki şekilde sormuştur. Bu durumda Vâsi' önce ilk olayı anlatmıştır, çünkü bu kendisi açısından kesin olan merfu bir rivayettir. Bu sebeple bunu zanna dayalı hususa tercih etmiştir. İbn Ömer'in sözlerini naklettiği kişilerin, onun bu konuşmayı yaptığı zamana yakın bir dönemde bunu söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir. O da bu tabiînin hükmü öğrenerek kendisinden nakletmesini istemiştir. Üstelik bu iki husus ara­sında bir münasebet bulunması da imkansız değildir. Şöyle ki: Muhtemeldir ki karnını dizlerine yapıştırarak secde eden kişi aynı zamanda, tuvalet yaparken hiçbir durumda kıbleye önünü dönmeyi caiz görmeyen bir kişiydi.

Namazdaki durumlar dörttür: Kıyam (ayakta durma), rükû (eğilme), sücûd (yere kapanma) ve kuûd (oturma). Bu hareketleri yapma sırasında, secdede karnı dizlerden uzak tutma durumu hariç, cinsel organ yayılmadan (toplu olarak) durur. İbn Ömer karnı dizlere yapıştırmanın cinsel organın yayılmaması ama­cıyla yapıldığını düşünerek bunu yapmayı bid'at ve aşırılık olarak gördü. Sünnet ise buna aykırıdır. Elbise ile örtmek bunun için yeterlidir. Nitekim kıbleye dönme ile ilgili yasağın neticesinin avret yerini çıplak olarak kıbleye döndürme oldu­ğunu kabul ettiğimizde, avret yerinin kıbleye dönmüş sayılmaması için arada duvarın bulunması yeterlidir, İbn Ömer, tabiîye birinci hükmü anlatınca, onun kıldığı namazdan kendi anladığı duruma işaret etmek için de ikinci hükmü söylemiştir. Vâsi'in "bilmiyorum" sözü, İbn Ömer'in düşündüğü şeyin onun aklına gelmediğini göstermektedir. Bu sebeple İbn Ömer, engelleme konusunda ona ağır ifadeler kullanmamıştır. Doğrusunu Allah bilir.


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

14 Ocak 2019 Pazartesi

NİSA SÛRESİ 36.-39.ayetlerin tefsiri


Sadece Allah'a İbadet, Ana-Babaya, Akrabalara Ve Komşulara İyilikte Bulunmak, Gösteriş İçin Harcamaktan Sakındırmak


36- Allah'a ibadet edin ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, ak­rabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerini­zin sahip olduğu kimselere (kölelerini­ze) iyilik ediniz. Şüphesiz ki Allah ki­birli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez.

37- Onlar hem (kendileri) cimrilik ya­parlar, hem insanlara cimriliği emre­derler, hem de Allah'ın fazl u keremin­den kendilerine verdiğini gizlerler. Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır.

38- Yine onlar Allah'a ve ahiret gününe inanmadıkları halde insanlara gösteriş için mallarını sarf ederler. Şeytan ki­me arkadaş olursa, o ne kötü bir arka­daştır!...

39- Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan harcasalar, ne zarar ederler? Allah onları çok iyi bilendir.


Nüzul Sebebi

37. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatîm Saîd b. Cübeyr'den tahrîc etmiştir. Saîd dedi ki: İsrailoğulları alimleri kendilerindeki ilmi cimrilik yaparak yaymazlardı. Allah Teâlâ da "Onlar hem kendileri cimrilik yaparlar, hem insanlara cimriliği emrederler" ayetini indirdi. İbni Alekâs'tan rivayet edildiğine göre Yahudilerden bir kısım insanlar Resulullah (s.a.)'ın ashabına gelirler, onları din uğrunda mallarını harcamaktan caydırma telkinleri yapar­lar; ilerde ne olacağını bilemezsiniz ki, diyerek onları fakirliğe düşmekten kor­kutmağa çalışırlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini inzal buyurdu.

Müfessirlerin çoğuna göre ayet, Hz. Muhammed (s.a.) Efendimizin sıfat ve özelliklerini, yanlarındaki kitaplarında yazılı olduğunu bildikleri halde gizle­yen, insanlara bunları açıklamayan Yahudiler hakkında indirilmiştir. el-Kelbî diyor ki: Ayette kastedilenler Yahudilerdir. Kendilerine gelenlere Hz. Muham­med (a.s.)'in kendi kitaplarında yazılı olan sıfat ve özelliklerini doğru bir şekil­de haber vermekte cimrilik gösterirlerdi.

Mücahid de "Alîmâ"ya kadar olan bu son üç ayetin Yahudiler hakkında in­diğini söylemiştir.

İbni Abbas ve İbni Zeyd diyorlar ki: Bu ayet, Yahudilerden bir cemaat hakkında indirilmiştir. Bunlar Ensar'dan bazılarına gelirler, onlarla oturup kalkarlarken, "Mallarınızı harcamayın, biz sizin fakir düşmenizden korkuyo­ruz" diyerek güya nasihatta bulunurlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem insanlara cimriliği emrederler..." ayetini indirdi. [56]

Açıklaması

Allah Teâlâ yukarıda eşleri güzel muamele ve geçinmeye, hakimleri ihtilâf ve çekinme sebeplerini izale etmeye irşad ettikten sonra, insanları toptan bazı hayır ve iyilik hasletlerine, ahlâk esaslarına teşvik etmekte, birbirleriyle mu­amelede bulunurken dikkat edecekleri güzel prensiplere davet etmektedir. Bunların sayısı on üç olup kimisi emredilmiş, kimisi de yasaklanmıştır.

1- Yalnızca Allah'a ibadet etmek: İbadet, Allah Teâlâ'ya son derece itaatkâr olmak, O'na boyun eğmek demektir. İbadet, Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarını da terk etmek suretiyle olur. Bu emir ve yasaklar bazan gönül ile, bazan da azalarla ile ilgili iş ve fiillerle olur. Çünkü Allah Teâlâdır yaratıcı olan, rızık veren, yarattıklarına in'am eden, lütuf ve keremiyle veren. O sebep­le kulların, mahlûkatın bir tanıması, kendisine hiç bir ortak koşmaması gere­ken zât O'dur.

2- O'na hiç bir şeyi eş koşmamak: Şirk koşmak, tevhidin (bir tanıyıp kabul etmenin) zıddıdır. Bu cümle hâs (özel) olan bir hususu, âmm (genel) olana atfetmek kabilindendir.

Genellikle bu ikisi beraberce zikredilir. Nitekim İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace'nin rivayet ettikleri hadiste geldiği gibi Nebiy-yi Muhterem (s.a.)'e, Muâz: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verince Hz. Peygamber de "O'na ibadet etmeleri ve hiç bir şeyi eş koşmamalarıdır" buyurmuştur. Sonra da: "Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah Teâlâ katındaki hakkı nedir, biliyor musun? Onlara artık azap etmemesidir" demiştir.

Allah Teâlâ ayette iki sebeple kendi hakkını önce zikretmiştir:

İlki, ibadet ve ihlâs dinin esasıdır, temelidir. Onsuz kula ait hiçbir ameli Allah kabul etmez.

İkincisi, ondan sonra gelecek şeyler kulların haklarıyla ilgili olsalar da, çok önemli olduğuna îmâ ve işaret etmektir.

Şirk koşmanın muhtelif türleri vardır:

Bazısı Allah Teâlâ'nın Arap müşriklerinin hallerinden bahsettiği şekilde­dir. Putlara tapınmak, onları Allah'a giden vasıtalar, aracılar diye kabul etmek gibi. "Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyecek şeylere taparlar. Bir de "Bunlar (putlar) Allah katında şefaatçilerimizdir" der­ler. De ki: Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsu­nuz. ?" (Yunus, 10/18). Yine müşrikler; "Biz, bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 39/3) derlerdi.

Bir kısım şirk de Hristiyanlardaki şekildedir. Hristiyanlar, Mesih'e (İsâ aleyhisselam'a) taparlar; Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Onları bırakıp bilginlerini, rahiblerini, Meryem'in oğlu Mesih'i (İsa'yı) tanrılar edindiler. Halbuki bun­lar da bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. On­dan başka hiçbir ilâh (tanrı) yoktur. O, bunların şirk koşageldikleri (eş tuttuk­ları) her şeyden münezzehtir (uzaktır)." (Tevbe, 9/31).

3- Anne-babaya ihsanda bulunmak, iyilik etmek: Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde anne-babaya itaat ve iyilik etmeyi, kendisine ibadet edi­lip bir tanıması emri ile birlikte anmıştır. Burada ve şu ayetlerde olduğu gibi: "Rabbin, "Kendisinden başkasına ibadet (kulluk) etmeyin; ana-babaya iyi mu­amele edin" diye hükmetti." (İsra, 17/23). "Bana ve ana-babana şükret." (Lok­man, 31/14).

Ayette geçen lafız ile ana-babaya iyilik (birr), meşru olan işlerde onlara itaat etmek, hizmetlerini görmek, istediklerini yerine getirmeye çalışmak, onlara eza ve sıkıntı verecek şeylerden uzak durmak demektir. Çünkü çocukların yaratılma­sındaki, şefkat ve ihlâs ile büyütülmelerindeki zahir sebep anne-babadır. Müfessir İbnu'l-Arabî diyor ki: Anne-babaya itaat ve iyilik, dinin farzlara dair rükünle­rinden bir rükündür. Onlara iyilik ve ihsanda bulunmak sözlerde ve amellerde söz konusu olur. Sözlerdeki iyi muamele "Onlara öf (bile) deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle" (İsra, 17/23) ayetindeki gibi olur. Yine onla­rın mutlak bir rahim bağı ve hususî yakınlık hakkı bulunmaktadır.[57]

4- Akrabaya ihsanda bulunmak:
Akrabalık da kardeş, kızkardeş, amca, dayı ve onların çocuklarında olduğu gibi bir rahim bağıdır. Onlara iyilik de su­renin başındaki "Kendisi de (adını öne sürmek suretiyle) birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak)tan sakının." (Nisa, 17/1) ayetinde belirtildiği şekilde akrabayı sevip onlara mali yardımda buluna­rak olur. Bu muamele ölenin birbirine bağlanmasını sağlar, maneviyat ve daya­nışmasını güçlendirir, dolayısıyle toplum kuvvetlenir ve devlet de ilerler.

5- Yetimlere ihsanda bulunmak: Allah Teâlâ surenin başında ve başka ayetlerde yetimlere iyi davranmayı emretmiştir. Çünkü yetim kendine yardım­cı olacak baba desteğinden yoksundur. İbni Abbas diyor ki: Yetimlere şefkatle yaklaşılır, eğitim ve terbiyesine çalışılır, yetimin vasisi olan kimse onların mal­larını korumak için çok titiz davranır.

6- Miskinlere ve yoksullara ihsanda bulunmak: Miskinler kendilerine ye­tecek miktarda imkân ve malı olmayan kimselerdir. Onlara yapılacak ihsan, iyilik, kendilerine sadaka vermek, sadaka verilemeyecekse hoş bir şekilde geri çevirmektir. Allah Teâlâ bu hususta: "Sâile (muhtaç dilenciye) gelince, onu da azarlayıp kovma." (Duha, 93/10) buyurmaktadır. Bu emir İslâm'da sosyal da­yanışma prensibini gerçekleştirmektedir.

7- Yakın komşuya ihsan: Bundan murad mekân, nesep, yahut da din bakı­mından yakın olan kimselerdir. Komşulara iyilik yardımlaşma, dayanışma, bir­birini sevme, mutluluk duygusuna erişme prensibini gerçekleştirir.

8- Uzak komşuya ihsanda bulunmak: Bunlar da uzakta bulunan ya da ak­rabalık bağı olmayan komşulardır. İslâm, gayr-i müslim dahi olsa komşu ile ilişkilerde ihsanda bulunmaya teşvik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.), Yahudi komşusunun oğlunu hastalanınca ziyaret etmiştir. Abdullah b. Ömer (r.a.) bir koyun kesmiştir. Hizmetkârına dedi ki: "Yahudi komşumuza biraz hediye ettin mi, Yahudi komşumuza bir parça hediye ettin mi?". Beyhakî'nin rivayetinde Hz. Aişe (r.a.)'den de rivayet edildiği şekilde ben Resulullah'ı şöyle buyururken duydum: "Cibril bana durmadan komşuya iyilik yapmayı tavsiye etti. Bu sıkı tavsiyeden komşuyu komşuya varis kılacak zannettim." Buharî ve Müslim'in tahric ettiği bir hadiste de Hz. Peygamber (a.s.): "Allah'a ve kıyamet gününe iman eden kişi komşusuna ikram etsin" buyurmuştur.

Komşuluk sınırının tespiti örfe bırakılmıştır. Hasan-ı Basrî bunu dört bir taraftan her bir tarafta bulunan kırk komşu olarak tahdit ve tespit etmiştir.

Komşuya ikramın çeşitli görünümleri vardır. Fakir ise malî olarak yardım edilir. Güzel bir şekilde geçim yapıp komşuya eziyet vermekten kaçınmak gere­kir. Zaman zaman komşuya hediyeler yollayıp yemeğe çağırmak lâzımdır. Arada sırada ziyaretleşmek, hastalandığında yoklamak da komşuya iyilik babındandır.

İbnül-Arabî diyor ki: Komşuya hürmet, hem cahiliye döneminde, hem de İslâm'da çok önemlidir. Zaten böyle olması makuldür, mürüvvet ve diyanet yö­nünden meşrudur. [58] Muvatta'da geçen şu hadisteki husus da komşuya yapıla­cak iyiliklerdendir: "Sizden biriniz, duvarına ağaç çakmaktan komşusunu me­netmesin."

9- Yakınında bulunan arkadaşa ihsanda bulunmak:
Belli bir süre beraber olunan, ilim öğrenirken, yolculukta, aynı meslekte, camide veya bir mecliste otururken yanında olan arkadaşlara da iyi davranmak gerekir. Hz. Ali (r.a.)'den gelen bir rivayete göre bundan maksat erkeğin karısıdır.

10- Yolda kalmışa iyilik etmek:
Malından uzakta kalmış yolcu veya misafi­re (konuklara) iyi muamele etmek de İslâm'ın emirlerindendir. Bu da onlara memleketlerine varması veya ihtiyacını görmesi için yardımcı olmaktır.

11- Sağ ellerinizin malik olduğu kimselere ihsan: Bunlar kişinin mülkiyeti altında bulunan erkek köle ile cariyelerdir. Hz. Muhammed (s.a.) vefat ettiği hastalığı sırasında en son vasiyetleri arasında onlar hakkında vasiyette bulun­muştur. İmam Ahmed ile Beyhakî, Enes (r.a.)'ten şöyle naklederler: Vefatı yaklaştığı sırada Resulullah (s.a.)'ın en çok söylediği vasiyet: "Size namazı ve ma­lik olduğunuz kölelere dikkat etmenizi tavsiye ediyorum" idi. (Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadisindeki emri de şöyledir: "Onlar Allah'ın sizin eliniz altına koyduğu kardeşleriniz ve etbaınız (size bağlı kişiler)dir. Kimin eli altında kardeşi varsa artık yediğinden ona da yedirsin, giydiğinden de giydir­sin. Altından kalkamayacakları işleri onlara yüklemeyin. Şayet ağır işler verir­seniz siz de onlara yardım ediniz." Onlara iyilik, onları azat etmekle veya hürriyetlerini kazanmaya yardım ederek olur.

12- Kendini beğenmek ve böbürlenmek haramdır:
Ayette geçen "muhtar kelimesi, hareketlerinde ve fiillerinde kibir belirtilerini ortaya koyan mütekebbir kimse manasınadır. "Fehûr" ise böbürlenen, sözlerinde kibir alâmetlerini ortaya koyan kişi, demektir.

Kibirli ve böbürlenen kimse, Allah Teâlâ katında hoşlanılmaz biridir. Çün­kü insanların haklarını hor görmekte, yüce rabbin sıfatlarına benzemeye kalkışmaktadır. Böyle kimseler hakkıyle Allah'a ibadet de etmez. Zira huşu ve tes­limiyeti yoktur. Anne-babaya, akrabalara, komşulara, arkadaş ve dostlara da iyilikte bulunmaz.

"Şüphesiz ki Allah, kibirli ve devamlı böbürlenen kimseyi sevmez." ayetinin manası, Allah öyle kişiyi kendini beğenmesi ve böbürlenmesinden dolayı cezalandıracaktır, demektir. Allah Teâlâ başka bir ayette kibiri, böbürlenmeyi (huyelâ) şiddetle yasaklamıştır: "Yeryüzünde kibirle büyüklenerek yürüme. Çünkü asla yeri yaramazsın, boyca da asla dağlara eremezsin." (İsra, 17/37).

Kaba ve sert olmadan, vakar ve edeple beraber şahsiyet sahibi olmak, evin, bineğin, görünüş ve elbisenin güzel ve düzgün olması kibirden sayılmaz. Bunun delili Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadistir: Resulullah (a.s.) buyurdu ki: "Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulu­nan kimse cennete giremez." Bir adam: "Bir kişi var ki elbisesinin güzel, pabu­cunun güzel olmasından hoşlanıyor...!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.), "Allah Teâlâ güzeldir, güzeli sever. Kibir, hak olan şeyi reddetmek, insan­ları küçük görmektir." buyurdular.

Bundan sonra Cenab-ı Hak kibirlenen ve böbürlenen kişilerin vasıflarını açıklamaktadır: "Onlar hem (kendileri) cimrilik yaparlar, hem insanlara cimri­liği emrederler, hem de Allah'ın kendilerine fazl u kereminden verdiğini gizler­ler." Yani Allah Teâlâ, burada cimrilik edip mallarını Allah'ın emrettiği şekilde anne-babaya itaat ederek, akrabalara, yetimlere, yoksullara, komşulara ve benzeri kimselere iyilik etmek için harcamayanları, mallarındaki ilâhî hakları ödemeyenleri, aynı zamanda diğer insanlara da cimriliği öğütleyip emredenle­ri, Allah'ın kendilerine lütfettiği nimetleri gizleyenleri zemmetmekte, kına­maktadır. Cimri, Mevlâsının nimetini bile bile inkâr edicidir. Üzerinde yeme, giyme, muhtaçlara verme ve bağışlama gibi hususlarda ilahî nimetlerin izine, eserine rastlanmaz. Hali şu ayetteki gibidir: "Muhakkak insan Rabbine karşı çok nankördür. Hiç şüphesiz O (Rabbi) buna hakkıyle şahittir." (Âdiyât, 100/6-7). Yani Allah onun haline, tavırlarına, ahlâkına şahittir.

Hz. Peygamberimiz (s.a.) de cimriyi zemmetmiş, kınamıştır: "Cimrilikten daha çirkin hangi hastalık vardır?" Ebu Davud ve Hâkim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği hadisinde ise şöyle buyurur: "Cimrilikten sakının. Çünkü sizden ev­vel geçenler cimrilik sebebiyle helak oldular. Bu duygu onlara cimriliği emret­miş, onlar da cimri olmuşlardı, akraba ve yakınlarla bağları koparmayı emret­miş, onlar da koparmışlardı, günahlara dalmayı emretmiş onlar da günahlara dalmışlardı."

Cimrilerdeki bütün bu kötü özelliklerden ötürü Allah Teâlâ onları cezaya çarptırmakla tehdit etmiştir: "Biz o nankörlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır". Yani kibirleri, cimrilikleri, şükretmeyip nankörlükte bulunmaları sebebiyle onları aşağılayacak, zillete düşürecek bir azap hazırladık, fiillerine karşılık olarak acı ile zilleti bir araya getiren bir azap. Allah onlara küffâr diye­rek bu huy ve davranışların müminlerin değil kâfirlerin ahlâkı olduğunu da be­lirtmiş bulunmaktadır. Çünkü (küfür) kelimesi örtmek, kapatmak demektir. Cimri de kendisi üzerindeki nimetini setredip örter, bilerek görmezden gelir, nankör davranır. Tirmizî ve el-Hâkim'in rivayet ettiği İbni Ömer tarikiyle gelen hadiste Hz. Peygamber Efendimiz: "Şüphesiz Allah Teâlâ, nimetinin eserini, be­lirtisini kulu üzerinde görmekten hoşlanır." buyurmuş, bir duasında da şöyle de­miştir: "Allahım bizleri nimetine şükrediciler, o yüzden sana hamdü senada bulu­nanlar, nimetlerini alanlar eyle ve bize nimetlerini tamamla."

Selef alimlerinden bazısı ayeti, yanlarında yazılı olarak bulunan Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatı ile ilgili bilgiyi cimrilik edip gizlemelerine hamletmiştir. O sebeple Allah Teâlâ: "Biz o kâfirlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamışızdır" buyurmuştur.

Netice olarak cimriler iki kısımdır: Bir kısmı cimrilik yaparlar, Allah'ın kendi üzerlerindeki haklarını gizlerler. Bunlar yukarıda geçti. İkinci kısım cimrileri Kur'an-ı Kerim onların arkasından zikretmiştir. Onlar da mallarını insanlara gösteriş yapmak ve onların övgü ve saygılarını kazanmak için harca­yan cimrilerdir.

Allah Teâlâ eli sıkı, zemmedilmiş cimrilerden bahsettikten sonra mallarını şöhret, nam, cömertlikle ün kazanmak için harcayan, verdiklerini Allah rızası, Allah'ın nimetlerine şükür, kulların hakkını itiraf etmek için sarfetmeyenleri zikretmiştir: "İnsanlara gösteriş için mallarını sarfederler."

Bir hadiste şöyle varid olmuştur: "Üç kimse vardır ki cehennem ateşi önce onlar için kızdırılır: Alim, gazî (savaşçı), malını harcayan. Bunlar gösteriş için amel etmişlerdir. Mal sahibi olan der ki: Oraya sarf edilmesinden hoşlanacağın hiç bir şey bırakmadım, senin yolunda malımı harcadım. Allah Teâlâ "Yalan söylüyorsun" der. Yani fiilin ile kastettiğin övgü karşılığını dünyada aldın.

İşte bu gösterişçiler, riyakârlar gerçek manada Allah'a da, kıyamet günü­ne de inanmazlar. Onları bu çirkin işe sevkeden, sahih bir şekilde ibadet ve taatten alıkoyan ise şeytandır. Onların gözünü boyamış, bu nevi kötü ve yakışık­sız işleri allayıp pullayıp telkin etmiştir. Çünkü gerçek mümin riya ve gösteriş için değil, Allah için malını harcar, ebedî ve bakî olan kıyamet günü için çalışır. Bu riyakârlar ise şeytanın yoldaşlarıdır. Şeytan kendilerine telkinlerde bulu­nur, Allah için harcarlarsa fakir düşeceklerini söyler, onlara fuhşu, kötülükleri, münker ve dine aykırı şeyleri emreder. "Şeytan kime arkadaş olursa o ne kötü arkadaştır." Yani yaptıkları bu kötü, nahoş işlere onları sevk eden şeytanın vesvesesidir. Şeytan ne kötü bir arkadaş ve akıl hocasıdır! Riyakârların hali de şer açısından şeytanın halinden farklı değildir.

Burada kötü arkadaştan uzak durmaya, iyi ve salih arkadaş seçmeye de işaret olunmaktadır.

"Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan harcasalar ne zarar ederler?!"
Manası şudur: Gerçekten Allah'a iman etseler, ebedî mükâfat ve saadetlere kavuşulması muhakkak olan ahiret günü­ne inansalar, Allah rızası için ve O'nun emirlerini yerine getirmek amacıyla kendilerine Cenab-ı Hakkın bahşettiği rızıklardan harcasalar onlara ne gibi bir zarar dokunur ki...

Şaşılacak bir durumda bulundukları içindir ki bu üslûp kullanılmıştır. Zi­ra onlar amellerini ihlâs ve samimiyetle yapsalar, riyayı bırakıp ihlâsa sarılsalar, ahirette ameli güzel olanlara verilecek mükâfatları elde etmek için Allah'a iman etseler ve emirlerini yerine getirseler, dünya menfaatlerini kaçırmadıkları gibi ahiret sevaplarından da mahrum kalmazlar.

"Allah onları çok iyi bilendir."
Yani Allah Teâlâ onların iyi ve kötü niyetle­rini pek iyi bilmektedir. Onlardan kim ilâhî tevfîk ve desteğe lâyıksa ondan çok iyi haberdardır, onu hayırlara muvaffak kılar. Kim ilâhî destekten mahrum kalmaya, Allah'ın huzurundan kovulmaya lâyıksa onu da çok iyi bilir ve ondan yardımını çeker. Herkesin işlediği ve önceden yolladığı ameller ile hakettiği karşılığı verecektir. İhlâs ile amel edenlerin amelini asla unutmaz. Mümine düşen sadece amelini halisane, Allah rızası için yapmaktır. Allah Teâlâ onu gö­rür, kabul buyurur ve hesabını ameline göre görür. [59]


[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/59-60.


[57] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/428.


[58] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/429.


[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/60-65.

13 Ocak 2019 Pazar

NİSA SÛRESİ 32. ayetin tefsiri


Hasetten Nehiy Ve Allah'tan Fazlını İstemek


32- Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün olduğu gibi kadınların da yine kendi kazandıklarından bir payı vardır. Allah'tan, O'nun fazl u kereminden isteyin. Şüphe yok ki Allah her şeyi hak­kıyla bilendir.

Nüzul Sebebi


Tirmizî ve Hâkim'in rivayetlerine göre Ümmü Seleme (r.a.) şöyle dedi: Er­kekler savaşa çıktığı halde kadınlar savaşa gitmezler ve mirastan da yarım hisse alırlar. Bu duruma işareten Allah Teâlâ: "Allah'ın kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeyleri temenni etmeyin (ummayın)" aye­tini indirdi. "Şüphesiz ki müslüman erkekler ile müslüman kadınlar, iman eden erkekler ile iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ile taate devam eden kadınlar... için Allah mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır." (Ahzab, 33/35) ayeti de onlar hakkında indirilmiştir.

İbni Ebî Hatim İbni Abbas (r.a.)'tan naklediyor: Bir kadın Peygamberimize (s.a.) gelerek şöyle dedi: "Ya Rasulallah, erkek için kadının hissesinin bir katı var, iki kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğine denk. Amel bakımından da biz kadınlar öyle miyiz? Kadın bir hasene (iyilik) yaptığında onun için yarım hasene mi yazılıyor?" Bunun üzerine Allah Teâlâ "Allah'ın, kiminizi kiminizden üs­tün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin" ayetini inzal etti. [47]

Açıklaması

Allah Teâlâ müminleri hasetleşmekten, bazı insanları diğer bazılarından üstün kılmaya vesile yaptığı makam, mevki, mal gibi şeyleri temenni etmekten nehyetmektedir. Çünkü bu farklılık ve üstünlük Allah Teâlâ'nın bir taksimidir ve bir hikmetten, tedbirden ve kullarının hallerini ve kendisine rızık genişliği veya darlığı takdir ettiği kimselere uygun olanı bilmesinden kaynaklanmıştır. Buyurmaktadır ki: "Eğer Allah kullarına (eşit olarak) bol rızık verseydi yeryü­zünde taşkınlık edip azarlardı." (Şûra, 42/27). Herkes kendisine taksim ve tak­dir olunana razı olmalıdır. Bilmelidir ki kendisine takdir ve taksim olunan onun menfaatinedir, maslahatınadır. Şayet aksi olsaydı kendisinin zararı ve fe­sadına olurdu. Artık hissesi sebebiyle kardeşine haset etmesi caiz olamaz.

Ayet-i kerimenin zahiri gösteriyor ki hiç kimsenin diğer bir kimseye tahsis edilmiş mal, makam, mevki ve öbür rekabet olan şeylere haset etme hakkı yoktur. Bu üstünlük ve farklılık, "Dünya hayatında onların maişetlerini (geçimlerini) bile aralarında biz taksim (ve takdir) ettik. Onların bazısını, derece derece diğer bazısı­nın üstüne çıkardık." (Zuhruf, 43/32) ayet-i celilesinde de ifade edildiği gibi hikmet sahibi ve kullarının her şeyinden haberdar Hak Teâlâ tarafından sadır olmuş bir kısmet ve takdirdir. İbni Abbas (r.a.) der ki: Biriniz "Keşke filan kişiye verilen mal, nimet, güzel kadın bende olsaydı" demesin. Böyle bir temenni haset olur. Fakat "Allahım, bana da onun gibisini ver" desin. Şu halde haset yasak, gıbta ise caizdir.

Her insan Allah Teâlâ'nın kendisi için takdir ettiğine razı olmalı, başkası­na haset etmemelidir. Zira haset, her şeyi en güzel ve en sağlam yapan Cenab-ı Hakk'a itiraz etmeye en çok benzeyen şeydir.

Bazı kimseler buradaki cümlede mahzûf (zikredilmemiş) bir lafız vardır, takdiri de şöyledir derler: "Allahın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile (ve sebep) yaptığı şeylerin mislini (benzerini) temenni etmeyin." Çünkü başka­sından nimetin zail olması kastedilmemiştir, ancak bir nimetin özellikle kendi­sine ait olması talep edilmiştir. Buna göre başkası için olan şeyin benzerini te­menni etmek yasaklanmış bulunuyor ki bu da hasede götüren bir vesile olabi­lir. İnsan: "Allahım, bana filanın evi gibi bir ev, onun oğlu gibi bir oğul ver" de­memelidir. Aksine şöyle demelidir: "Allahım, bana dinim, dünyam, ahiretim ve hayatım hakkında uygun olacak şeyleri lütfet."

Ancak ilk tefsir daha kabule lâyıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bir hadi­sinde "Bir kimse kardeşinin malını temenni etmesin, ama şöyle dua etsin: Alla­hım, beni rızıklandır. Allahım, bana da onun benzerini ver." buyurmuştur

Kısaca ifade edecek olursak Allah Teâlâ her ihsanı, başkası vesilesiyle üs­tünlüğü temenni etmekten nehyetmiştir. Kişiye yaraşan takatince çalışmak, çabalamak, gayret göstermektir. İşte o zaman kazandığı ameller ile üstünlük meydana gelir. Erkek olsun, kadın olsun, herkes çalıştığının meyvesini alır. Al­lah Teâlâ erkek ve kadınlardan her biri için genişlik veya darlığı gerektiren ha­lini bilerek takdir ettiği şeyi onun kazancı kılmıştır. Erkeklere has olan amel­lerden alacakları ücret onların hissesidir, kadınlar o hususta kendilerine ortak olmazlar. Kadınlara has olan amellerden alacakları ücret de onların hissesidir, erkekler de onda kendilerine ortak olamazlar. Yani bir işin ücreti erkek ve ka­dınlardan her birinin tabiatına uygun olarak farklılık gösterir. İbni Abbas ise burada murad edilen şeyin miras olduğunu söylemiştir. Bu görüşe göre iktisap (kazanma), mirasta pay düşmek, hisse değmek manasına gelir.

Sonra Allah Teâlâ fazl u kerem, ihsan ve in'am kaynağına dikkat çekmek­te, "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin" buyurmaktadır. Yani diyor ki: Dilediği­niz ihsan ve in'amı isteyiniz. O, dilerse bunları size verecektir. O'nun hazineleri dopdoludur, tükenmez. Başkasının hissesini temenni etmeyin, kimseye haset etmeyin, bazınızı bazınızdan üstün kılmaya vesile yaptığımız şeyleri temenni etmeyin, çünkü bu temenninin hiç bir faydası yoktur. Tirmizî ve İbni Merdûveyh'in Abdullah b. Mes'ud'dan naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan, O'nun fazlından isteyin. Şüphesiz Allah, kendisinden istenmesini sever. Muhakkak ki ibadetin en üstünü fereci (sıkıntıdan kurtulma­yı) beklemektir." İbni Mace de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şu hadisini tahric etmiştir: "Allah'tan istemeyene Allah gazap eder. Şüphesiz ki Allah her şe­yi hakkıyla bilendir" cümlesinin manası şudur: O, gayet iyi bilir ki filan dün­yalığa müstahaktır, ona ondan verir, filan fakirliğe müstahaktır, onu fakir kılar, filan ahirete müstahaktır, ona ahiret amellerini işleme fırsatını verir, filan hizlân'a (ilâhî teyidden yoksunluğa) müstahaktır, onu da her türlü hayır ve yolla­rından mahrum bırakır. Onun için isti'dad, yetenek ve derecelerinin farklılığına göre insanların bir kısmını diğer bir kısmına üstün kılmıştır. Farklılık beden itibariyle olduğu gibi meselâ ilim, makam, şeref gibi yönlerden de olur. [48]


[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/40-41

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/41-42.

12 Ocak 2019 Cumartesi

Tarihte helâk olan toplumlar


Tarihte helâk olan toplumlar... Kaç tane kavim veya topluluk, nerede, nasıl ve hangi sebeple helak olmuştur?
Tarihi süreçte zaman zaman yolunu şaşıran insanoğluna Allah Teâlâ tarafından çeşitli rasüller ve nebiler gönderilmiştir. Bunlar arasında isimlerini bildiklerimizin sadece beş tanesi Arap ırkındandır. Diğerleri ise başka ırklara mensup peygamberlerdir.


Konuyla ilgili hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

Kur’an’da isimleri yer alan peygamberlerin beş tanesi Araptır. Bunlar; Hz. İsmail aleyhisselâm, Hz. Şuayb aleyhisselâm, Hz. Salih aleyhisselâm, Hz. Hûd aleyhisselâm ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemdir.

Onların hepsi, Arapların yaşadığı bölgelerde peygamber olarak görev yapmışlardır. Kavimlerinin hemen hemen tamamı helak olan Hz. Şuayb, Medyen bölgesinde; Hz. Salih, Hicr bölgesinde; Hz. Hûd ise Ahkâf bölgesinde yaşamıştır.

Âd, Semûd ve Şuayb kavimlerinin helaki, Sebe’ kavmini perişan eden Arim Seli, Ashâbu’l-Uhdûd hadisesi ve Fil olayı, Arap toprakları olarak bilinen Bilâdü’l-Arap’ta meydana gelen helak hadiseleridir.

Musa aleyhisselâm’ın düşmanları olan Firavun ve adamlarının helaki ile Karun ve Haman’ın yok edildiği yer, Mısır topraklarıdır.

Lût kavmini yok eden o dehşetli felaket ile helak yerine daha hafif bir cezaya çarptırılan İlyas aleyhisselâm kavmi’nin başına gelenler, Bilâdü’ş-Şâm topraklarında meydana gelmiştir.

Nuh kavminin helaki, İbrahim aleyhisselâm’in muarızı Nemrut ve adamlarının yok edilmesi ve Allah Teâlâ’nın gazabına uğramaktan son anda kurtulan Yunus kavminin başından geçenler ise Irak topraklarında meydana gelmiştir.

Helak olan kavimlerde olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de kıssaları anlatılan her bir peygamberi diğer peygamberlerden ayıran özel bir vasıftan söz etmemiz mümkündür.

Örneğin En’âm Suresinde toplu olarak zikredilen peygamberlerin her birinin ayrı bir karakterde oldukları ve bir ilki temsil ettiklerini görmekteyiz.

Buna göre Hz. Nuh, puta tapanlarla uğraşan ilk peygamberdir.

Hz. İshak ve Hz. Yakup, bütün İsrailoğullarına gelen peygamberlerin aslıdır.

Hz. Davut ve Hz. Süleyman mülk ve saltanat ile seçkin, Hz. Eyyüb ve Hz. Yusuf imtihan ve güzel sabır ile diğer peygamberlerden ayrılmaktadır.

Hz. Musa ve Hz. Harun aciz bırakma kuvveti, heybet ve ezici güç, kitap ve özel işaret ile seçkin; Hz. Zekeriya, Hz. Yakup, Hz. İsa ve Hz. İlyas ise zühd, ruhaniyet ve fedakârlıkta örnek olmuş peygamberlerdir.

Bunun gibi, helak edilen her bir birey ve kavim de diğerlerinden farklı özellikler taşıyan ve işledikleri fiiller bakımından insan nesli içerisinde o çirkinlikleri yapan ilkler olmaları vasfına sahiptirler.

Burada insanlık tarihini üç döneme ayırmak mümkündür. Ayrıca kavim ve bireylerin helak oluşunu, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem öncesinde ve sonrasında olmak üzere iki kısımda incelenebilir.

Kur’ân-ı kerim’e göre insanlık tarihinin dönemleri:

Kurûn-u Ûlâ (İlk Nesiller): Hz. Âdem aleyhisselâmdan Hz. Musa aleyhisselâm döneminde Firavun’un helak edilmesi ve Tevrat’ın indirilmesine kadarki zaman dilimi.

Nuh Kavmi, Nuh Aleyhisselem

Ashâbu’r-Res, Kur’an’da, Nûh, Âd ve Semûd kavimleriyle birlikte peygamberlerini yalanladıkları ve bu yüzden helâk edildikleri belirtilmekte, bunun dışında bir bilgi verilmemektedir.

Âd Kavmi, Hud Aleyhisselam

Semûd Kavmi, Salih Aleyhisselam

Lût Kavmi, Lut Aleyhisselam

Şuayb Kavmi (Medyen Halkı ve Eykeliler), Şuayb Aleyhisselam

Kurûn-u Vustâ (Orta Nesiller): Firavun’un helak edilmesi veya Tevrat’ın indirilmesinden Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleminin gönderilmesine kadarki zaman dilimi.

Ashâbu’l-Karye: Karye Ashâbı, köy ya da şehir halkı anlamına gelen Kurânî bir tabirdir. Yâsin suresinde geçen "Ashâbu’l-Karye" tabiriyle Antakya’da yaşamış bir topluluk anlatılmak istenmiştir. Allah, bu şehir halkına önce iki, sonra üç elçi göndermiştir. Onlar kendilerinin Allah tarafından gönderilen elçiler olduğunu söylediklerinde oranın halkı: "Hayır siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. " (Yâsîn, 36/15) deyip, onları yalanladılar. Hatta onların, beldelerine uğursuzluk getirdiğini, çekip gitmezlerse taşa tutacaklarını söyleyerek tehdit ettiler. Karşılıklı süren bu konuşmalar sırasında bir kişi şehrin öbür ucundan koşarak yanlarına geldi ve karye halkına bu elçilere inanmalarını söyledi. Gerçekleri çok mantıklı sözlerle dile getiren bu zatı o azgın kâfirler hemen öldürdüler. Kendilerine iman etmemekte direndikleri bu 3 elçi, oradan uzaklaşır uzaklaşmaz onları kuvvetli bir ses, bir haykırma yakaladı. Bu sesle yok olup gittiler.

Sebe’ Kavmi (Seylü’l-Arim): Kur’ân-ı Kerîm’de iki sûrede Sebe’den söz edilir. Neml sûresinde (27/20-44) danışma meclisi bulunan bir kadın hükümdarın yönettiği Sebe’nin zengin ve güçlü bir ülke olduğu, halkının güneşe taptığı, Hz. Süleyman’ın bu melikeye elçi göndererek onu ve halkını müslüman olmaya çağırdığı, meseleyi barış yoluyla halletmeye çalışan melikenin Kudüs’e gidip Süleyman’la bizzat görüştüğü ve bu görüşme sırasında onun cismanî ve ruhanî gücü karşısında gerçek bir peygamber olduğunu anlayıp kendisine iman ettiği ve hâkimiyetini tanıdığı anlatılır. Tarih ve tefsir kaynaklarında Hz. Süleyman’ın onunla evlendiği veya Hemdân melikiyle evlendirip görevinde bıraktığına dair rivayetler yer alır (bk. BELKIS). Adını bu toplumdan alan Sebe’ sûresinde ise (34/15-21) maddî refaha sahip güçlü Sebe toplumunun bunca nimete rağmen şeytana uyup Allah’a kulluktan yüz çevirdiği ve bu sebeple büyük bir sel felâketiyle (Arim seli) cezalandırıldığı, verimli arazilerinin çorak topraklara, türlü nimetlerin mahrumiyetlere dönüştüğü belirtilmektedir. Tarihçiler, seddin yıkıldığı zaman hususunda milâttan önce IV. yüzyıl ile milâdî VI. yüzyıl arasında değişen tarihler vermektedir. Bu farklılık felâketin muhtelif zamanlarda tekrarlanmış olmasıyla da açıklanabilir

Ashâbu’l-Cenneh (Bahçe Sahipleri): Kalem Suresi 68/17–32 ayetler arasında uzun uzadıya bahsedilen konu; kardeşlere babalarından miras kalan cennet timsali bir bahçenin kadir ve kıymetini bilmemeleri ve bu nimeti kendilerine ihsan eden Allah’a karşı nankörce bir tavır sergilemeleri sebebiyle, onun ellerinden alınarak nimetten mahrum bırakılmalarıyla ilgilidir. Asırlar önce bahçe sahiplerinin başına gelenlerin, Araplar tarafından da bilindiği söylenmektedir.

Ashâbu’s-Sebt: Ashâbu’s-Sebt’in cezalandırılma konusu, ağırlıklı olarak A’râf Suresinde438 olmak üzere ayrıca Bakara439 ve Nisâ440 Surelerinde de yer almıştır. Cumartesi gününün sahipleri (Ashâbu’s-Sebt) denilince ilk akla gelen kimseler Yahudilerdir. Ancak Kur’an’da Ashâbu’s-Sebt tabiri geçtiğinde akla tüm Yahudiler değil de, cumartesi gününün kutsiyetini ihlal ettikleri için Allah’a isyan etmiş olan ve bu nedenle de maymuna ve domuza dönüştürülen Yahudiler gelmektedir.

Ashâbu’l-Uhdûd: Ashâbu’l-Uhdûd ifadesi, Kur’an’da sadece Buruc 4. ayette geçmektedir. Ashâbu’l-Uhdûd, hendek (çukur) sahipleri anlamına gelmektedir. Bu kıssa, müminleri yakmak için kâfir bir zümrenin tutuşturduğu ateşi, müminlerin bu ateş çukurlarında canlı canlı yakılarak geçirdikleri imtihanı ve bunu yapan kâfirlerin helak oluşlarını konu edinmektedir. Mekkeli müşrikler arasında meşhur olan bu hadise vesilesiyle hem Mekkeli müşrikler Ashâbu’lUhdûd’un karşılaştıkları korkunç ceza ile tehdit edilmekte, hem de müşriklerin eziyetlerine maruz kalan müminlere moral desteği verilmektedir. Bu kıssa, nazil olduğu dönem sonrası

Kur’an muhataplarına ise inananlar açısından moral kaynağı, kâfirler açısından da tehdit unsuru bir fonksiyon icra etmeye devam edecektir.

Tübba’ Kavmi: Kur’an’da Duhân ve Kâf Surelerinde olmak üzere iki yerde geçmektedir.

Tübba’nın, bir kişi mi yoksa krallar soyu mu olduğu konusu tartışmalıdır. Ebû Hureyre (ra), Rasulullah (sav)’ın, “Tübba’nın peygamber olup olmadığını bilmiyorum”, buyurduğunu rivayet etmiştir. Hz. Aişe (ra) ise onun hakkında şöyle demiştir: “Tübba’a sövmeyin, çünkü o salih bir kimse idi. Allah Teala, kavmini tenkit ettiği halde, onu tenkit etmemiştir.”

İbn Abbas ise, onun peygamber olduğunu söylemiştir. Bir görüşe göre de Tübba’, önceleri ateşe tapan bir kimse iken müslüman olmuş ve halkını da müslüman olmaya davet etmişti. Halkı ise peygamberlerini yalanlayıp, Allah’a karşı büyük suçlar işlediklerinden dolayı helak edilmiştir. Tübba’ kavminin belki de en önemli özelliği, helak olan toplumlar içerisinde Mekke müşriklerine en yakın toplum olmalarıdır. (Rivayetler ve bilgi için bk. Zemahşerî, Keşşâf, IV, 279-280)

Ashâbu’l-Fîl: İslam’ın ortaya çıkışına az bir süre kala, Arap Yarımadasında müthiş bir olay meydana geldi. Ebrehe, San’a şehrinde “Kulleys” adında büyük bir kilise yaptırdı. Böylece, bütün Arapları, hacca gittikleri mabetlerini terk ettirip buraya çevirecekti. Bu maksatla Kabe’yi yıkmak isteyen ebrehe ve ordusu helak olmuştu. Bu konu hakkında nazil olan Fîl Suresi, söz konusu korkunç manzarayı şöyle haber vermektedir:

“Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atan (kuşlar), nihayet onları, kurt yeniği ekin yaprağı gibi yaptı.

Kurûn-u Uhrâ (Son Nesiller): Âhir zaman diye ifade edilen, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ile İslam’ın ortaya çıkmasından, kıyametin kopacağı ana kadarki zaman dilimidir.

Bedir’de öldürülenler: Ashâbu’l-Kalîb (Mekkeli müşrikler)

Medine civarındaki Yahudiler

o Benî Kaynuka

o Benî Nadîr

o Benî Kurayza

Kur’ân-I Kerimde Allah Teâlâ’nın gazabına uğramış bireyler

Hz. Rasûlullâh sallallâhü sleyhi ve sellemden önce

Nuh’un Oğlu

Nuh’un Eşi

Lût’un Eşi

Nemrut

Firavun Ve İsrailoğulları

Kârun

Hâmân

Sâmirî

Bel’âm

Câlût

Sadece Bahçesi (Malı) Helak Edilen İki Adamdan Biri

Hz. Rasûlullâh sallallâhü sleyhi ve sellem döneminde

Ebû Leheb

Ebû Cehil

Velîd B. Muğîre

Nadr B. El-Hâris

Ka’b B. Eşref

Hristiyan Rahip Ebû Âmir

Kur’ân-ı Kerim’in örneklerini sunduğu gazapla ilgili hadiseler, insanoğlunu, bu kimselerin tavırlarından uzaklaştırma işlevi görür. Bu hadiselerde, bu nedenle tarih ve zaman faktörüne fazla yer verilmez.

Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir bölümünde şu kavim kesin olarak şu tarihte yaşamıştır, diye bir bilgiye rastlanmaz. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim, mekân unsuruna da fazla önem atfetmez.

Bunun nedeni, Kur’ân-ı Kerim’in tarihe bakış açısında gizlidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, tarihi olayları anlatırken, onlardaki insan karakterleri ve toplumların davranış şekillerini ön plana çıkartır ve onları detaylı bir şekilde tahlil eder. Hangi davranış şekillerinin, Allah Teâlâ katında nasıl bir karşılık gördüğünü önemle vurgular.

Böylece insana, yapması ve yapmaması gereken davranışlar listesi sunar.

Bunu yaparken de, dünya ve ahirette mutluluğa ulaşmasında davranışlarına hâkim olması gereken temel felsefeyi ve yaklaşım şeklini, bütün ayrıntılarıyla idrakinin algılayabileceği ölçülerde izah eder.

Gazap konusu, kıssalar olarak bilinen pasajlar içerisinde yer alır. Bu açıdan kıssaların en önemli konusu, gazapla ilgili hadiselerdir. İlk muhatapları, Kur’ân-ı Kerimi inkâr ederken “eskilerin masalları” (En’âm 6/25) nitelemesinde bulunmuşlardı. Günümüzde de Kur’ân-ı Kerimi inkâr edenlerin bu sebeple İslam’a en fazla saldırdıkları konu kıssalar olmuştur. Bu saldırıların bilimsel ayağını oluşturan müsteşrikler ve İslam dünyasındaki uzantıları, zihinlerde Kur’ân-ı Kerim kıssalarıyla ilgili şüpheler oluşturmak, kıssaları gerçekleşmemiş hikâye türünde fanteziler olarak sunmak için büyük gayretler sarf etmektedirler.

Kur’ân-ı Kerim’de, Tevrat’ta yer alan bazı kıssaların bulunduğu doğrudur. Ancak bunlar çoğu kez, Tevrat’ta anlatıldığı şekille uyuşmamaktadır.

Bu ortak pasajlarda Kur’ân-ı Kerim, hakem rolündedir ve Tevrat’ın tahrif edilmiş kısımlarının gerçek mahiyetini ortaya koymaktadır.

Ayrıca kıssalarla ilgili çok önemli olan bir diğer husus da Kur’ân-ı Kerim’de Tevrat’ta bulunmayan kıssaların yer almış olmasıdır. Bu yönüyle Kur’ân-ı Kerim, ayrı bir orijinalliğe sahiptir. Kur’ân-ı Kerimi, eskilerin masallarından ibaret sayan ilk muhatabı Mekkeli müşrikler bile, vahiy tarafından bildirilen bu haberleri ilk duyduklarında şaşırmışlar ve hiçbir itirazda bulunamamışlardır.

Kıssaların, özellikle de yoğun olarak birey ve toplumların Allah Teâlâ’nın gazabına uğramalarını anlatan sahnelerinin Kur’ân-ı Kerim’de bu kadar çok yer alması, azgınlaştığında başına gelebilecekleri önceden bilip, muhtemel bu yakın tehlikeden, insanın kendisini korumasını sağlamak içindir. Bu yönüyle gazap konusunu içeren pasajlar, “ilahi uyarı ve ikaz” niteliği taşıyan Kur’ân-ı Kerim’in en önemli bölümleridir. Nitekim ilk muhatapları için de aynı işlevi görmüş, bundan sonra da benzer işlevi görmeye devam edecektir. Yüce Allah, eski milletlerin hayat hikâyeleri hakkında Kur’ân-ı Kerim’de anlatılanlardan az çok haberdar olan müşriklere, Allah Teâlâ’nın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi gazaba uğrayacaklarını hatırlatıp onları uyarmaktadır.

Kıyamete kadar yaşayacak tüm insanlar içerisinde “Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına karşı gelen, küfür ve şirkte, zulüm ve azgınlıkta ısrar eden toplumların sonunun, önceki milletlerin akıbetinden farklı olmayacağı" bu pasajların ana temasıdır.

Özetle söyleyecek olursak, gazap konusunu içeren ayetlerin yer ve zaman unsuru ön plana çıkartılmaksızın, bahsettiği kimselerin karakterine vurgu yaparak Kur’ân-ı Kerim’de çokça tekrar edilmesi; sonraki muhataplarını, Allah Teâlâ’nın sünnetinin benzer durumlarda aynı şekilde işleyeceğinden haberdar etmek ve böyle bir duruma düşmemelerini sağlamaya yöneliktir.

Böylece kıssalar vasıtasıyla Kur’ân-ı Kerim’in her asırdaki muhataplarına “Allah’ın ayetlerini kabul etmedikleri takdirde kendilerinin de onlar gibi helak olacakları” mesajı, yaşanmış olaylardan alınan kesitlerin, unutulması zor sahneler halinde zihinde canlandırılmasıyla adeta insan idrakine kazınmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’de bu kadar çok tekrarlanan kıssalar, özellikle tarihçilerin ve tefsir âlimlerinin ilgi odaklarından biri olmuştur. Ancak bazı kıssaların Kur’ân-ı Kerim’den önce Kitab-ı Mukaddes’te yer almış olması, önemsiz olduğu için haklarında Kur’ân-ı Kerim’de bir şey söylenmeyen hususların, bu âlimlerce Tevrat ve İncil’deki bilgilerle tamamlanmaya çalışılmasına ve hurafelerden oluşan birçok görüşün böylece bu tarih ve tefsir kaynaklarına girmesine neden olmuştur.

Burada üzücü olan, bu tür rivayetleri eserlerine alan âlimlerin, bunları Kitab-ı Mukaddes’ten veya hangi kaynaktan almış olduklarına çoğu kez bilerek ve bazen de bilmeyerek açıklık getirmemiş olmamalarıdır. Çünkü bilginin kaynağı ortaya konulmadığından, ayetin yorumu olarak verilen bu bölümler, adeta dinin ve vahyin konuyla ilgili açıklaması olarak anlaşılabilme tehlikesini beraberinde getirmektedir.

Hâlbuki bu konularda murad-ı ilahi, bu hususları önemli olmadığı için açıklamamıştır. Kıssalarda açıklanmayan hususları İslam dışı kaynaklarla doldururken, mutlaka ve mutlaka bilginin kaynağına temas edilmeli, “Konu Tevrat’ta şu şekilde, şu kişiye göre de şu şekilde ele alınmıştır.” tarzında uyarılarda bulunmak gerekmektedir.

Kâinattaki en dehşetli felaketi oluşturan gazap ve gazabın sonucu olan azapla helak, Yaratıcı’nın insanlık tarihi boyunca çok az uyguladığı ve insanlar tarafından şartları oluşturulduğu takdirde, her defasında yeniden tekrar edecek bir ilahi kanun (sünnetullah)dur.

Herhangi bir şahıs ya da bir toplumun ilahi gazaba uğraması, uzun bir değişim sürecinin oluşmasıyla gerçekleşir. Bu süreç içerisinde Yaratıcı tarafından inkârcı azgınlara değişik ihtarlar gönderilir. Bu ihtarlar, Allah Teâlâ’ya olan isyan ve özellikle de Allah Teâlâ ile kendince savaş halindeki birey ve toplumlara, büyük bir felaketin yolda olduğu haberini iletir. Gerekli mesajı alıp, dinî mukaddesatla savaşmaktan vazgeçen ve hâşâ ilahlık iddiasında bulunmaktan, bozgunculuk ve zulüm yapmaktan sakınan kimseler, ilahi kanun gereği kendilerini gazaptan korumuş olurlar.

Ancak ihtar şeklinde gelen türlü türlü felaketler ve cezalara rağmen, hala inkârcılıkta direten, ilahi değerlerle çatışmaktan vazgeçmeyen, hayattaki yaşam gayesini dinî değerlerle savaşmaya adayan iflah olmaz inkârcılar, Allah Teâlâ’nın gazabını üzerlerine çeker ve ilahi bir cezayla cezalandırılarak bu dünyada yok edilirler.

Önceki inkârcılara gönderilen yerden ve gökten gelen azap şekilleri, kıyamete kadarki süreçte, Allah Teâlâ’nın istediği her zaman ve zeminde meydana getirilebileceği bir gerçek olarak kalmaya devam edecektir:

“De ki: Allah ’ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeye ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminizin hıncını tattırmaya gücü yeter.” (En’âm 6/65)

Kur’ân-ı Kerim’in önemle üzerinde durduğu insan fıtratındaki vahiy dışı değişimlere olan ilgi ve eğilim, yine Kur’ân-ı Kerim ifadesine göre, bu yolu tutanların zarara uğramasıyla sonuçlanacaktır.

İşte Kur’ân-ı Kerim bu noktada, insanlığı bu zararlardan kurtarmanın ölçü ve prensipleri üzerinde önemle durur. Bunu da, geçmiş ümmetlerden, peygamberlerden ve uğradıkları değişimlerden sık sık söz ederek, Kur’ân-ı Kerim muhataplarının dikkatini bu noktalara çekerek yapar.

Şüphesiz, kâinatın tüm kurallarını en küçük detayına kadar mükemmel bir şekilde ortaya koyan Allah Teâlâ’nın kanununda, bu büyük felaketten korunmanın yolları da vardır.

Bunların neler olduğu ise yine son dinin kutsal metni Kur’ân-ı Kerim’de bizlere haber verilmiştir.

Bunların birincisi, insanın Yaratıcı karşısında kul olduğunu hatırlaması ve kendi konumunu buna göre belirlemesidir. Kul olduğunu unutup Allah ile mücadeleye asla girişmemelidir.

İkincisi, hayatının değişik evrelerinde Allah Teâlâ’ya dua ve istiğfarda bulunması, yaptığı günahlardan af dilemesidir. Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer ilahi gazaptan kurtuluş reçetelerinden bahsedilmektedir.

Detaylı bilgi ve kaynak için bk. Hatice BAŞKAYA, Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın Gazabına Uğramış İnsanlar Ve Toplumlar, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı Tefsir Bilim Dalı (Yüksek Lisans Tezi), Şanlıurfa, 2007.

Not: Din İleri Yüksek Kurulu Uzmanı Bahattin AKBAŞ’ın şu makalesini okumanızı tavsiye deriz:



Helak Edilen Kavimler ve Helak Sebepleri

Yüce Allah, yaratılmışların en şereflisi olan insana akıl ve irade vermiş ve bunun sonucunda ona bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumlulukları yerine getirebilmesi için de peygamberler ve kitaplar göndermek suretiyle ona rehberlik etmiştir. Kur'ân-ı Kerim, Yüce Allah tarafından Hz. Muhammed (a.s.)’e gönderilen son ilahi kitaptır. Bu Yüce Kitabın muhatabı bütün insanlar, gayesi de, onların dünya ve ahiret mutluluklarını sağlamaktır. Bu gayeye ulaşabilmemiz için, Kur'ân’ı okuyup anlamamız, emir ve yasaklarına uymamız gerekmektedir.

İnsanı yaratan, onu ruhen ve bedenen şekillendiren, onu yaşatan Allah'tır. Kainatı insanın emrine ve hizmetine veren Yüce Allah'ı tanımak, O'na yakınlaşmak ve O'na kulluk etmek her müslümanın en önemli görevidir. İnsan, kendisine yol gösterici olarak Allah'ın insanlara Peygamberimiz (sav) aracılığıyla ulaştırdığı vahyini ve Peygamber Efendimizin sünnetini rehber edinmelidir. Bitmez tükenmez bir ilim, hikmet ve saadet kaynağı olan Kur'ân; nuru ile alemleri aydınlatan, ruhlara şifa veren, insanların güçlü bir vicdana ve sağlam bir imana sahip olmasına vesile olan, akılları ve gönülleri aydınlatan yüce bir kitaptır.

Bundan dolayı, kendimize yol gösterici olarak Kuran'ı rehber edinerek Yüce Allah'ın Kuran'da bizlere neler bildirdiğini, son derece titiz ve dikkatli bir biçimde incelememiz ve bunlar üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Nitekim Allah, Kuran'ın gönderiliş amacının insanları düşünmeye yöneltmek olduğunu bildirir:

هَـذَا بَلاَغٌ لِّلنَّاسِ وَلِيُنذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُواْ أَنَّمَا هُوَ إِلَـهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

"Bu Kur'ân; kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak tek ilah olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara bir bildiridir” (İbrahim,14/52).

Kuran'ın büyük bir bölümünü oluşturan geçmiş kavimlerin haberleri de kuşkusuz üzerinde düşünülmesi gereken konulardan biridir. Bu kavimlerin çoğunluğu, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamışlar ve onlara düşmanlık yapmışlardır. Bu taşkınlıklarından dolayı Yüce Allah Kuran'da, bu helak olaylarının sonraki insanlara ibret olması gerektiğini bildirmektedir. Mesela Allah'a isyan eden bir grup Yahudi'ye verilen ceza;

فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ

“Biz bunu, hem onu görenlere, hem de sonra geleceklere bir ibret ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara da bir öğüt kıldık" (Bekara,2/66) ayeti ile ibret olarak bizlere anlatılmaktadır.

Kuran'da anlatılan helak olaylarının pek çoğu çağımızda yapılan arkeolojik bulgular sayesinde "görülecek" ve "bilinip-tanınacak" hale gelmiştir.

Her canlı gibi millet ve toplumların da dünyada belli bir yaşama süreleri vardır, doğar, yaşar ve ölürler. Tarih sahnesinde ebedi olarak yaşayan hiç bir kavim yoktur. Tıpkı insanlarda olduğu gibi kavimler de eceli geldiği zaman tarih sahnesinden silinir giderler. Bu Yüce Allah’ın kainatta tesis ettiği nizamın bir gereğidir.

Helak edilen kavimler ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır;

“Helâk ettiğimiz her memleketin mutlaka bilinen bir yazısı (belli vakti) vardır. Hiçbir toplum ecelini geçemez ve ondan geri de kalamaz.” (Hicr,15/4-5).

Kur'ân-ı Kerim’de helak olduğu bildirilen kavimlerle ilgili olarak, “karye”, (1) ve “ümmet” (2) kelimeleri kullanılmaktadır. Bu kelimeler; memleket halkı, nesil, az veya çok, büyük veya küçük toplum anlamını ifade eder. (3)

Toplumlar ecelleri gelince helak olup giderler. Eceli ne bir an ileri geçebilir ne de geri bırakılabilir, ne uzatılabilir ne de kısaltılabilir. Bu eceli ancak Allah bilir. Her topluluğun bir helak zamanı vardır. O zaman gelince helakleri gerçekleşir.

“Her cemaat, büyük veya küçük her kavim ve devlet için Allah katında belirli bir vakit ve süre vardır. Allah’a karşı peygamberini yalanlayanların, müşriklerin,azgınların, dinsizlerin, zalimlerin, asilerin, edepsizlerin, hepsi dünyanın her tarafında birden bire aynı anda cezalandırılmazlar. Çeşitli toplumların, kavimlerin belirli müddetleri vardır. Birini şu kadar zaman içerisinde helak eden bir fenalık, diğerini mahvetmek için daha az veya daha çok zaman alabilir. Ancak ecelleri gelip mühletleri bitince ne bir saat gecikebilir ne de bir saat öne geçebilirler. Helak edilirler.” (4) Bu husus Kur'ân-ı Kerim’de şöyle anlatılır;

فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ“ وَلِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler” (Araf,7/34).

Ayet-i kerimede bu ecelin hiçbir şekilde şaşmadığı bildirilmektedir:

“Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır” (Münafıkun, 63/11).

Yine Kur'ân-ı Kerim’e göre ölen ancak Allah’ın izni ile ölür:

“Hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükafatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükafatlandıracağız" buyurulmaktadır. (Al-i İmran 3/145).

“Her ümmetin azap ve helaki takdiri olup, levh-i mahfuzda yazılıdır. O yazıdaki sebep ve şartlar tahakkuk edip vakitleri gelince helak edilirler.” (5) Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

وَإِنْ مِنْ قَرْيَةٍ إِلَّا نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ أَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَابًا شَدِيدًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا

“ Ne kadar memleket varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helak edeceğiz, ya da şiddetli bir azapla cezalandıracağız. İşte bu, Kitap’ta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış bulunuyor.”(İsra,17/58)

Ümmetlerin ve insanların helak zamanlarını takdir eden Allah’tır. Bu takdir ve ecelin dışında hiçbir kimsenin ölmesi, hiç bir ümmetin yok olması söz konusu değildir. Ayetlerde belirtildiği gibi, her toplumun ve her canlının bir eceli vardır. Zamanı gelince nefislerin ve kavimlerin ölümü tahakkuk eder. Bu ecelin zamanını insanlar bilemez, ancak Allah bilir.

Kur'ân-ı Kerim’e göre kavimlerin helak oluşuna bizzat o topluluklarda yaşayanların kendileri neden olmaktadır. Toplumların helakinin nedeni de işte burada yatmaktadır.Yüce Allah çok merhametlidir. Onun merhameti her şeyi kuşatmıştır. Allah insanlara zulmetmez, iyiliklerin karşılığını kat kat fazlasıyla verir. İşlenen kötülüklerin hepsine ise ceza vermez, bir kısmını bağışlar.

“Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir”( Nisa 4/40)

إنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَـكِنَّ النَّاسَ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

“Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler”(Yunus10/44) Ayetler, Allah'ın insanlara zulmetmediği, insanların başlarına gelen felaket ve âfetlerin kendi hataları sebebiyle geldiğini, böylece isyan eden insanların kendi kendilerine zulmettiklerini ifade etmektedir.

وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ

Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız (Yunus,10/13)

وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنْ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ كَذَّبُوا فَأَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler (in kapılarını) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik. (Araf,7/96)

وَالَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُم مِّنْ حَيْثُ لاَ يَعْلَمُونَ

“Âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, biz onları bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş felakete götüreceğiz”(Araf,7/182).

Kavimlerin helak edilmeleri, yapmış oldukları zulüm ve hatalar yüzündendir. Bir kavim kendisinde bulunan güzel hasletleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Ayet şöyle buyurulmaktadır:

ان الله لا يغير ما بقوم ختى يغيروا ما بانفسهم و اذا اراد الله بقوم سوءا فلا مرد له و ما لهم من دونه من وال

“Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur” (Ra’d 13/11)

Ayet-i kerime’ye göre insanlar, iyi hallerini devam ettirdikleri müddetçe nimet ve huzur içerisinde bulunmaya devam ederler. Toplumların helake ve yokluğa sürüklenmeleri fitne, fesat, anarşi ve terör gibi kendi kabahatleri yüzündendir. (6)

Bir toplumda ahlaksızlık, haksızlık, zulüm ve kötülükler çoğalır, bu kötülükleri önlenmeye veya kaldırılmaya çalışan da olmazsa cezalandırılır, helâk edilir. Allah bu toplumun yerine başka bir nesil var eder. Bu husus Kur'ân'da şöyle bildirmektedir.

“Biz zulmetmekte olan nice memleket halkını kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka toplumlar meydana getirdik.” (Enbiya,21/11).

Geçmişten günümüze kadar pek çok kavim gelip geçmiştir. Bu kavimler varlıklarını bugüne kadar niçin sürdürememiştir? Bunlar niçin helak edilmişlerdir? Kur'ân-ı Kerim’e göre kimi kavimler darlık ve yokluk içinde, kimisi de bolluk ve refah halinde iken helak edilmişlerdir. (7)

Kur'ân-ı Kerim’in bizlere bildirdiğine göre Allah her kavme doğru yolu göstermeleri için peygamber göndermiş, peygamberler onları iman ve itaate çağırmışlar, taşkınlık, zulüm ve isyanı terk etmelerini istemişlerdir. Ancak o kavimlerin pek çoğu bu peygamberlerin davetine uymadığı gibi onları yalanlamışlar, hatta eziyet edip öldürmüşlerdir. Allah çeşitli kereler o kavimleri uyarmış, ancak düzelmeyince helak etmiştir. Konu ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerim’de bu husus şöyle ifade edilmektedir:

أَلَمْ يَرَوْاْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ مَّكَّنَّاهُمْ فِي الأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّن لَّكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاء عَلَيْهِم مِّدْرَارًا وَجَعَلْنَا الأَنْهَارَ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُم بِذُنُوبِهِمْ وَأَنْشَأْنَا مِن بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ

“Onlardan (Mekke halkından) önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkan ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helak ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik” (Enam,6/6)

فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ

شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُوا بِمَا أُوتُوا أَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَإِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ

“Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar” (Enam 6/44 ) (8)

Ayet-i kerimeler; Yüce Allah'ın geçmiş kavimleri günahları sebebiyle helak ettiğini, bu kavimlerin ekonomik ve teknik imkanları iyi olmasına rağmen helak olmaktan kurtulamadıklarını bildirmektedir. Yüce Allah helak olan bu kavimlerin yerlerine yeni topluluklar yaratmıştır.

Helak edilen kavimlerin başta gelen kabahatleri, onları imana, itaate ve doğruluğa davet eden Peygamberlere isyan etmeleri ve onları yalanlamalarıdır.

Kur'ân-ı kerim’in önemli bir bölümü geçmiş kavimlerin (toplumların) ve peygamberlerin kıssalarından, hayat hikayelerinden kesitler sunmaktadır. Şüphesiz bu kıssalar insanların okuyup geçmeleri için değil, ibret almaları içindir. Bu kıssalar çok önemli ibret, hikmet ve öğütlerle doludur. Bu itibarla âyetleri dikkatle okumalı ve bunlardan ders almalıyız.

Şimdi helâk edilen kavimlerden bazılarının helak ediliş sebeplerini zikredebiliriz.

NUH (A.S.)'IN KAVMİ

Hz. Adem’den sonra insan nesli çoğalmış, bunlar yeryüzünde bir çok yeri imar etmişler ancak zamanla hak dinden uzaklaşarak putlara tapmaya başlamışlardır. Yüce Allah insanlara Nuh (a.s.)'ı peygamber olarak göndermiş; ancak insanlar onun öğütlerini dinlememişler, hatta onu alaya almışlardır. Nuh (a.s.), kavminin iman etmesinden ümidini kesince onların helak olmalarını istemiştir. Allah da ona bir gemi yapmasını emretmiş ve bu gemiye müminlerle cins hayvandan birer çift almasını söylemiştir. Bundan sonra büyük bir tufanla sular her tarafı kaplamıştır. İman etmeyenler boğulmuşlar ve böylece helak olmuşlardır. (9) Nuh kavminin helak edilmesinin nedeni Kur'ân’da şöyle anlatılmaktadır: ..

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَلَبِثَ فِيهِمْ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا فَأَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ

“Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi" (Ankebut, 29/14).

مِمَّا خَطِيئَاتِهِمْ أُغْرِقُوا فَأُدْخِلُوا نَارًا فَلَمْ يَجِدُوا لَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ أَنصَارًا

“Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular da kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar” (Nuh,71/25).

Nuh kavmi Allah’a ve Peygamberine isyan etmeleri, zulme, küfre ve günaha dalmaları sebebiyle helak olmuştur.

AD KAVMİ

Yemen bölgesinde yaşamakta olan Ad kavmine Yüce Allah peygamber olarak Hud (a.s.)'ı göndermiştir. Ad kavmi, bir çok nimetlere nail olmuş, görkemli binalar inşa etmişlerdi. Şirk ve küfürde israr eden kavme Hud (a.s.), mucizeler göstermiş ve onları Allah’ın birliğine inanmaya çağırmıştır. Ancak ona kulak vermemeleri ve şirkte devam etmeleri sebebiyle şiddetli bir rüzgar ile helak olmuşlardır. (10)

فَأَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ أَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَهُمْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُون

“Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı” (Fussilet,41/15)

فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي أَيَّامٍ نَّحِسَاتٍ لِّنُذِيقَهُم عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَخْزَى وَهُم لَا ْ يُنصَرُون

“Biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o mutsuz kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azâbı elbette daha rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez" (Fussilet, 41/16).

.فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ وَعَادًا وَثَمُودَ وَقَد تَّبَيَّنَ لَكُم مِّن مَّسَاكِنِهِمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ

"Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar. Ad ve Semûd kavimlerini de helak ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Halbuki onlar gözü açık kimselerdi" (Ankebut, 29/37-38).

Ad kavmi, Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük etmeleri ve peygamberi yalanlamamaları, inkar ve isyanları sebebiyle helâk edilmişlerdir.

SEMUD KAVMİ

Ad kavminin helakinden sonra Hicr bölgesinde Semud kavmi yaşamıştır. Semud kavmi pek çok nimete nail olmuş, dağları ve taşları oyarak muhkem evler inşa etmişler, yazlık ve kışlık konaklar yapmışlardır. Bolluk ve refah içerisinde yaşamışlar, uzun ömürlü bir hayat sürmüşlerdir. Zamanla Hak yoldan sapmışlar, şirke düşmüşlerdi. Yüce Allah onlara Salih (a.s.)'ı peygamber olarak gönderdi. Salih (a.s.), onları Allah’a imana, ibadete ve itaate çağırdı. Mucizeler gösterdi, öğütler verdi. Ancak kavmi onu dinlemediği gibi yalanladı. Kendilerine mucize olarak verilen ve sakın dokunmayın denilen dişi deveyi öldürdüler. Bunun üzerine Salih (a.s.), ve iman edenler dışında Semud kavmi şiddetli bir gök gürültüsüyle helak edildiler. (11)

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ فَإِذَا هُمْ فَرِيقَانِ يَخْتَصِمُونَ

“Andolsun biz, “Allah’a kulluk edin” diye (uyarması için) Semûd kavmine, kardeşleri Salih’i peygamber olarak göndermiştik. Bir de ne görsün, onlar birbiriyle çekişen iki grup olmuşlar.” (Neml, 27/45).

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا إِذِ انبَعَثَ أَشْقَاهَا فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُم بِذَنبِهِمْ فَسَوَّاهَا

“Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı Hani onların en bedbaht olanı (fesat çıkarmak için) ileri atılmıştı. Allah’ın Resülü de onlara şöyle demişti: “Allah’ın devesini ve onun su içme hakkını koruyun. Fakat onlar, onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onları” helak etti ve kendilerini yerle bir etti.” (Şems, 91/13-14).

LUT KAVMİ

Lut (a.s.), Filistin muhitinde bulunan Sedom kavmine peygamber gönderilmiştir. Bu kavim, hak yoldan sapmış, inkâr ve isyana dalmış bir kavimdi. Kadınları bırakıp erkeklere yönelmişler, homoseksüellik yapmaya başlamışlardı. Lut (a.s.) kavmini doğru yola davet etti. Kendilerine yapılan daveti kabul etmemeleri üzerine helake edildiler. (12)

ْ إِنَّا مُنَجُّوكَ وَأَهْلَكَ إِلَّا امْرَأَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ إِنَّا مُنزِلُونَ عَلَى أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزًا مِّنَ السَّمَاء بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ

"Elçiler ona, 'korkma, üzülme, biz seni ve aileni kurtaracağız. Ancak karın başka. O geride kalıp helak edilenlerden olacaktır.' Şüphesiz biz, bu memleket halkı üzerine, fasıklık ettiklerinden dolayı gökten bir azap indireceğiz (Ankebut, 29/33,34).

وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ وَأَنتُمْ تُبْصِرُون“أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُون الرِّجَالَ شَهْوَةً مِّن دُونِ النِّسَاء بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ َ

"Lût’u da (Peygamber olarak gönderdik.) Hani o kavmine şöyle demişti: 'Göz göre göre o çirkin işi mi yapıyorsunuz?. Siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi varıyorsunuz? Doğrusu siz ne yaptığını bilmez bir toplumsunuz” (Neml 27/ 54, 55)

وَلُوطًا آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَت تَّعْمَلُ الْخَبَائِثَ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاسِقِينَ

“Biz Lût’a da bir hikmet ve bir ilim verdik ve onu çirkin işler yapan memleketten kurtardık. Gerçekten onlar kötü bir toplum idiler, fasık (Allah’ın emrinden çıkan kimseler) idiler” (Enbiya ,21/74).

FİRAVUN VE ONA TABİ OLANLAR

Kur'ân-ı Kerim’de helak edildiği bildirilen bir başka kavim de Firavun ve ona tabi olanlardır. Eski Mısır krallarına verilen genel bir isim olan Firavunlar İsrail oğullarını esir gibi ağır ve meşakkatli işlerde çalıştırmışlardır. Bir yanda firavunların diğer yanda Mısır’ın yerlisi putperest Kıptilerin kendilerine yükledikleri ağır işlerden bıkan İsrail oğulları eski ata yurtları Kenan diyarına gitmek istiyorlardı. Ancak Firavundan kurtulup bir türlü buna nail olamıyorlardı. Firavun’a bir kahin, İsrail oğullarından bir çocuğun doğarak saltanatını yıkacağını söyleyince, Firavun, İsrail oğullarından doğan erkek çocuklarını öldürmeye başlamış, böyle bir zamanda Musa (a.s.) dünyaya gelmişti. (13) Kur'ân’a göre Musa (a.s), mucizevi şekilde Firavun’un elinden kurtulmuş hatta onun sarayında annesinin kucağında büyümüş, Firavunu ve Kıptileri tevhit inancına çağırmış, ancak imana gelmeyen Firavun ilahlık taslamış, neticede askerleriyle birlikte denizde helak edilmiştir.

نَتْلُوا عَلَيْكَ مِن نَّبَإِ مُوسَى وَفِرْعَوْنَ بِالْحَقِّ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ . إِنَّ فِرْعَوْنَ عَلَا فِي الْأَرْضِ وَجَعَلَ أَهْلَهَا شِيَعًا يَسْتَضْعِفُ طَائِفَةً مِّنْهُمْ يُذَبِّحُ أَبْنَاءهُمْ وَيَسْتَحْيِي نِسَاءهُمْ إِنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“İman eden bir kavm için Mûsâ ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana gerçek olarak anlatacağız” Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı” (Kasas,28/3-4).

“فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْبَحْرَ فَانفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ وَأَنجَيْنَا مُوسَى وَمَن مَّعَهُ أَجْمَعِينَ ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ

“Bunun üzerine Mûsâ’ya, 'asan ile denize vur' diye vahyettik. Deniz derhal yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibiydi. Ötekileri de oraya yaklaştırdık. Mûsâ’yı ve beraberindekilerin hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk” (Şuara 26/63,66)

Firavun ve ona uyanlar isyanları ve diğer günahları sebebiyle denizde boğularak helak edilirken; İman ettim, Allah’tan başka ilah yoktur , ben de müslümanım diyerek iman etmek istemiş ancak bu, yeis anında artık yaşama imkanı kalmayıp azabı gördükten sonra olduğu için kabul olmamıştır;

وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيل الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنتُ أَنَّهُ لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ َ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنتَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, “İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım” dedi. Şimdi mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun" (Yunus ,10/90-91).

Örneklerini vermeye çalıştığımız bu kavimlerin dışında nice kavimler helak olmuştur. Bunların helak edilmelerinde ana sebep ise zulmetmeleri olmuştur.

فَكَأَيِّن مِّن قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُّعَطَّلَةٍ وَقَصْرٍ مَّشِيدٍ

"Halkı zulmetmekteyken helak ettiğimiz, böylece duvarları, çökmüş çatılarının üzerine yıkılmış nice memleketler, nice kullanılmaz kuyular, nice muhteşem saraylar vardır ( Hac, 22/45) Allah'ı, peygamberlerini ve âyetleri inkâr, Allah'a ortaklar koşma, isyan ve zulüm helak edilen kavimlerin ortak özellikleridir. (14)

SONUÇ:

Her kavim için dünyada belirli bir yaşama süresi vardır. Bu süre geldiği anda geri bırakılmaz ve ertelenmez. Dünya üzerinde yaşamış olan kavimlerin helak edilmeleri, işledikleri şirk, küfür, isyan ve zulüm gibi günahları sebebiyledir. Allah kullarına asla zulmetmez.

Geçmiş kavimlerin kıssalarında insanlar için ibretler ve öğütler vardır. Helak edilen kavimlerin kıssaları da böyledir.

Dipnotlar:
1. Karye ile ilgili olarak bak; İsra,17/16,58 Hicr,15/4,Enbiya,21/56 Hac,22/45,Şuara,26/208, Kasas,22/158, Muhammed,47/13
2. Ümmet ile ilgili olarak bak; Araf,7/34,164,Yunus,10/49, Hicr,15/5, Enam,6/42, Hud,11/48, Zuhruf,43/22. Enbiya,21/92. Hud,11/8 Ayrıca bak: “kavm” için; Ali İmran,3/117, “karn” için; Kasas,28/78, Enam,6/6 Yunus,10/13,Secde,2226,Kaf,50/36. Kavm ve Karn kelimesi de bu anlamda kullanılmaktadır.
3. El-Kurtubi,Muhammed, el-Cami li Ahkami’l-Kur'ân, l,137. Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili,l, 508 ilgili ayetler için bak;zuhruf,43/22,Enbiya,21/92, Hud,11/8, Enam,6/38,42
4. Yazır, III, 2156
5. Karagöz,İsmail,Kur'ân’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,s.172
6. Karagöz, İsmail,Kur'ân’a Göre Musibetler Açısından İnsan ve Toplum,176-177
7. Karagöz, s.182
8. Ayrıca bak; Kaf,50/36. Muhammed,47/13. Meryem,19/74. Kehf, 18/59. Mümin, 60/21. Hakka, 69/9-10, Zuhruf, 43/6-8
9. Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, l/8 ilgili ayetler için bak, Araf,7/59-63, Nuh,71/1-28, Muminun,23/23-40, Hud,11/27-47, Şuara, 26/105-120, Kamer, 54/10-14, Enbiya,21/67-78, Yunus,10/37,73, Ankebut,29/1,Zariyat,51/46
10. A.Cevdet Paşa, I, 8. İlgili ayetler; Araf,7/65,72, Hud,11/50-59, Muminun, 23/32-39, Furkan, 25/38, Şuara, 26/124-139, Ankebut,29/38, Fussilet,41/16, Ahkaf,46/21,25
11. A.Cevdet Paşa, I,10, Yazır, lX/2796. İlgili ayetler; Araf,7/73-78. Hud,11/61-68. İsra,17/59. Şuara,26/141-156
12. AhmedCevdet Paşa, I,1. Mehmed Vehbi Efendi, Hulasatu’l-Beyan,lX/168 ilgili ayetler;Araf, 7/81-82, Hicr,15/73-74, Hud,11/78-82, Şuara,26/166, Neml,27/56
13. A.Cevdet Paşa,l/22,30
14. Bak; Araf,7/5, Yunus,10/13, Hud,11/101,102,116, İbrahim,14/13, Kehf, 18/59, Enbiya,21/11,14,97, Hac,22/48, Muminun,23/41, Rum,30/9.