16 Temmuz 2018 Pazartesi

HZ.AİŞE DOSYASI-4


4-RAFİZİLER’İN / ŞİA’NIN
SÖNEN ATEŞİ ve İTHAMLAR


Mecusî ateşini bastırıp söndüren İslâm’ın nurundan rahatsız olan Farisiler, uygarlıklarının çöküşünde en büyük paya kim sahipse, öncelikle onları hedef aldı. Evlerde yeniden Mecusî ateşini yakmak isteyenler, İslâm’ın kızının “üsve-i hasene”si olan Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha saldırdı.

Bir Kalemin Mahareti ve Rafizilik


İbn Sebe, 14 asırdır fitne sahnesinden hiç inmedi. Dün Müslümanları karşı karşıya getiren mektuplar aynı kalemden çıkmıştı. Hz. Aişe, Talha ve Zübeyr adına Hz. Ali 
radıyallahu anhum aleyhinde hangi kalem yazdıysa, Hz. Ali adına da sahabe aleyhinde aynı kalem yazmaktaydı. Hz. Osman radıyallahu anh adına valiye yazılan, daha sonra da Mısır’a dönen heyet tarafından ele geçirilecek şekilde gönderilen mektubu da aynı kalem yazmıştı. Tek bir kalem pek çok sahabiyi karşı karşıya getirerek Ümmet’in yüreğinde kıyamete kadar kapanmayacak yaralar açtı. İbn Sebe’nin kaleminin varlığından ve tahribatından haberdar olmayanlar, yanlışı doğru niyetine okuyacağı gibi, kendisi de muhtemel krizlerin esiri olacaktır.
İbn Sebe mektupların tesiriyle Ümmet’ten büyük bir parça kopardı. Ayet ve hadisler yalanlara göre tevil edildi. Ortaya on binlerce tabisi olan bir mezhep çıktı. Âlimler bütün Müslümanları, bunlara karşı âgâh olmaya çağırdı. Hz. Ali 
radıyallahu anh de onlara dair, “Yalana Rafizi’den daha iyi şehadet eden birini görmedim.” dedi; Şerîk ise, “Rafizi dışında her karşılaştığından ilim al. Çünkü onlar(Rafiziler) hadis uydurur, sonra da onu din edinirler.”28 buyurdu.
Hz. Aişe 
radıyallahu anha ile alakalı, kitaplarda yer alan iftiraların neredeyse tamamı yalancılıkla iştihar eden Rafiziler’e aittir. İmam Suyutî, Miftahu’l-Cenne adlı eserinin başında Rafiziler’in görüşünü naklederken şöyle der: “İnsanların asırlardır içinde olduğu bu fasid mezhebin aslının ne olduğunu beyan etme zorunluluğu olmasaydı, onlardan hiçbir şey burada zikretmezdim. Zira bunlar rivayetini dahi helal kabul etmediğim hikayelerdir.”29

Ben Müminlerin Annesiyim; Münafıkların Değil


Rafizilerin eserlerinde Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha dair pek çok iftira ve tenkidin yanında, Onun faziletini inkar noktasında uydurulan çok sayıda rivayet de vardır.
“Peygamber’in eşleri onların anneleridir.”30 ayet-i kerimesi ile ikaz edilen ve “Hz. Aişe’ye sövmeyin, o da annenizdir.” diye uyarılan Rafiziler, “Aişe annemiz değil, biz annelerimize sövmüyoruz.” diyecek kadar ileri gitmiştir.
Bir gün Hz. Aişe’ye “Bir adam, senin, onun annesi olmadığını söylüyor.” denince, Hz. Aişe 
radıyallahu anha, “Doğru söyledi; ben müminlerin annesiyim, münafıkların değil.”31 buyurdu.

Bitmeyen Rafizi Öfkesi


Hz. Aişe’nin 
radıyallahu anha Allah Rasulün’den sallallahu aleyhi ve sellem  sonra uzun yıllar yaşaması, Müslüman aile yapısının numune şekli Peygamber Evi’nin daha çok ondan gelen rivayetlerle müşahhas bir hal alması gibi hususiyetler sebebiyle Rafiziler’in Ona olan öfkesi hiç dinmemiştir. Her dönemde yazılan Şia kitapları Hz. Aişe ile alakalı iftiralarla doludur. Fakat İbn-u Ebi’l-Hadîd gibi bazı Şii yazarlar da yer yer hakkı söylemekten kendini alamayarak Onun büyüklüğünü takdir etmiştir.

Yalancılıkla Şöhret Bulanların “Yalan Rivayeti”


Rafizilerin Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha karşı yürüttüğü çok cepheli savaşın bir boyutu da Onun hadis uydurduğu, bu yüzden Ondan gelen rivayetlerin kabul edilmeyeceği iddiasıdır. Sadûk’un rivayet ettiği Cafer b. Muhammed’e isnad edilen bir sözde, “Üç kişi Allah Rasulü adına hadis uydurmaktadır ki; bunlar, Ebu Hureyre, Enes b Malik ve Kadındır.” denmektedir.32 Şia kitapları “imree/kadın” kelimesini “Hz. Aişe” olarak tefsir etmektedir.33
Muhaddislere göre uydurma olan bu rivayet Şia’nın hadis kriterlerine göre de merduttur; hiçbir şekilde onunla istidlal edilemez. Çünkü rivayet senedinde yer alanlardan Cafer b. Muhammed Umare el-Kindî, Rafizilere göre meçhul bir ravidir. Zira Şia’nın cerh ve tadil âlimleri ondan bahsetmemiştir.34
Yukarıdaki rivayette Hz. Aişe’den “imree/kadın” diye nekire olarak bahsedilmesi onun uydurma olduğunun bir başka delilidir. Zira eğer rivayete geçen “imree” kelimesi, eğer Hz. Aişe ise neden metinde adı gizlendi? Esasında bu durum rivayetin uydurma olduğuna tek başına delildir. Zira ravi, rivayetin Kur’an ve Sünnet’e aykırı olduğunu bu yüzden onu savunamayacağını bildiğinden Aişe adını zikretmemiştir.
Eğer Hz. Aişe’nin 
radıyallahu anha isminin takiyye olarak gizlendiği söylenirse, bu durumda “neden Ebu Hureyre ve Enes b Malik değil de, sadece Aişe gizlendi?” gibi bir sual akla gelir. Eğer Rafizi şöyle bir savunma yapar, “Ravinin gizleme nedeni Aişe’nin Peygamber’in eşi, eşlerinin de Ona en sevgilisi ve Ebu Bekir’in kızı olması hasebiyledir.” derse, bu durumda kendi sözünü tümden geçersiz kılacak bir delil getirmiş olur ki o da: Hz. Aişe’nin radıyallahu anha Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  eşi olması gerçeğidir.
Rivayete Ehl-i Sünnet uleması açısında baktığımızda da durum değişmeyecektir. Zira muhaddislere göre Şia’nın rivayetleri merduttur. Çünkü ravileri ya yalancı, ya metruk ya da halleri meçhuldür. Bütün bunlar göstermektedir ki, bu rivayet her yönüyle merduttur.
Sened açısından olduğu gibi metin cihetiyle de bu rivayet kabul edilemez. Çünkü Hz. Aişe’nin güvenilirliği ile alakalı pek çok hadise aykırıdır. Kur’an’ın, “Müminlerin annesi” kadrosunda zikrettiği, beraatini semadan indirdiği Peygamber-i Ekber’in 
sallallahu aleyhi ve sellem  en çok sevdiği eşidir o.
Hulâsa; Yalancılıkla iştihar eden Rafizilik, yalan bir rivayetle Hz. Aişe’ye 
radıyallahu anha yalancılık isnadında bulunmanın yoludur.

Yalanın Gerçeğe Yakın Sunumu: Hz. Hasan Meselesi


Rafizilerin uydurduğu rivayetlerden bir diğeri ise Hz. Aişe’nin; Hz. Hasan’ın 
radıyallahu anhum , dedesi Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  yanına defnedilme isteğini geri çevirdiği iddiasıdır. Küleyni’nin “el-Kafi”deki rivayetine göre, insanlar Hz. Hasan’ı Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  yanına defnetmek istediğinde Hz. Aişe, eğeri olan bir katır üzerinde karşılarına çıkıp, “Oğlunuzu evimden uzaklaştırın. O benim evime defnedilemez.” demiştir.
Müslümanları, Hz. Hasan’ı 
radıyallahu anh istismar ederek Hz. Aişe’ye karşı tahrik eden Rafizlerin bu rivayeti de uydurmadır. Çünkü, Şia kaynakları dahi Hz. Aişe’nin Hz. Hasan’ın evine defnedilmesine müsbet cevap verdiğini zikretmektedir. Şii müelliflerden Ebu’l-Ferec el- Esbehani’nin rivayetine göre; Hz. Hasan, Hz. Aişe’ye haber gönderip Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  yanında defnedilmek için izin ister, O da buna “Evet” der. Bu haber, Benû Ümeyye’ye ulaşınca, Hz. Hasan’ı oraya defnettirmemek için silah kuşanırlar. Mukatele için Benû Haşim de silahlanır. Benû Ümeyye, “Hasan asla Allah Rasulü’nün yanına defnedilemez.” diye yemin eder. Bu haber Hz. Hasan’a intikal edince, Benû Haşim’e haber gönderip, “Eğer mesele bu raddeye ulaştıysa, ben talebimden vazgeçiyorum. Beni Annem Fatıma’nın yanına defnedin.” diye vasiyet eder. Vefat edince de Baki’de annesinin yanına defnedilir.35
Hz. Aişe’nin definden uzak durmasını doğru kabul etsek, bunun, Şii müellifin de rivayet ettiği izin hadisesinden sonra, kan dökülmesini önlemek gayesine matuf olduğu anlaşılır. Nitekim Hişam’ın, babası Urve’den yaptığı rivayet de bu durumu teyit etmektedir. Zira rivayete göre defne bizzat Mervan karşı çıkmış, bunun üzerine Benû Haşim ve Benû Ümeyye toplanmış, silahlar ortaya çıkmış, kan döküleceğini gören Hz. Aişe devreye girerek, “Ev benimdir, kimsenin ona defnine müsaade etmiyorum.” demiştir. Bunun üzerine Hz. Hasan Baki’ye defnedilmiştir.36
Hz. Aişe gibi, Hz. Hasan’ın Allah Rasulü’nün 
sallallahu aleyhi ve sellem yanına defnedilmesine başta taraftar olan sahabe, kan döküleceğini görünce, Hz. Aişe gibi Baki’ye gömülmesini istemiş ve Hüseyin’e, kardeşinin Baki’ye gömülmesi yönündeki vasiyetine uymasını söylemiştir.37

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar

28. ⇑ İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, I, 60.
29. ⇑ Suyûtî, Miftahu’l-Cenne, 6.
30. ⇑ Ahzab, 33/6.
31. ⇑ El-Âcurrî, eş-Şerîa, V, 2393;“Sadaka, Ene Ümmü’l-Müminîn ve Lestu bi Ümmi’l-Münafikîn.”
32. ⇑ Sadûk, el-Hassâl, 190; Meclisî, Bahru’l-Envâr, II, 217.
33. ⇑ Meclisî, Bahru’l-Envâr, II, 217.
34. ⇑ Ali eş-Şahrudî, Müstedrakât-u ilmi Ricali’l-Hadis, 290.
35. ⇑ Ebû’l-Ferec el-Esbehânî, Mükatilu’t-Talibîn, I, 82.
36. ⇑ Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, III, 62.
37. ⇑ İbn Asakir, Tarih-u Dimeşk, XIII, 288.

15 Temmuz 2018 Pazar

HZ.AİŞE DOSYASI-3


3-İSLÂM AİLE HAYATI’NIN SÖZCÜSÜ:
HZ. AİŞE


Hz. Aişe Peygamber-i Ekber’in 
sallallahu aleyhi ve sellem    evinin resmi sözcüsüdür. Bu cihetle, açıklamaları öncelikle bütün hanelerin muallimeleri olan İslâm kadınlarıyla alakalıdır.
Erkeklerin, evde hanımlarının komutanları değil eşleri olduklarını, insanlar Onun ev hallerine dair anlattıklarından fark etti. O anlattıkça mü’minler evlerin kışla değil, muhabbet karargâhları olduğunu anlattı. Allah Rasulü’nün 
sallallahu aleyhi ve sellem, “En hayırlınız ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben aileme karşı hepinizden daha hayırlıyım.”21 şeklindeki buyruğunun evde nasıl müşahhas planda tezahür ettiği de yine Hz. Aişe radıyallahu anha ile alakalıdır. Erkeğin kadın üzerinde olduğu gibi, kadının da erkek üzerinde hakları olduğunu, bunların “muhabbet” merkezli nasıl eda edileceğini bu Ümmet daha çok Hz. Aişe’den radıyallahu anha dinleyip, öğrendi.

Nihayet O da Bir İnsandı


İnsandı, daraldığı anlar da olurdu. Onlardan birinde Hz. Ebû Bekir 
radıyallahu anh Hane-i Saadete girdi. Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem ile konuşurken sesinin yükseldiğini görünce üzüldü; “Ey Falanın kızı! Allah Rasulü’ne karşı sesini yükseltiyorsun (haberin var mı?)” diyerek ona tokat atmak istedi. Bütün bunlar olurken Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem Ebû Bekir’e engel olmaya çalışıyordu. Ebû Bekir radıyallahu anh öfkeyle evden ayrıldıktan sonra, Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Aişe’ye radıyallahu anha dönüp, “Adamın elinden seni almamı nasıl buldun?”22 diyerek gönlünü aldı.

Göz Yaşı Tarlasında Namaz


Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem  neyi, nasıl yaptıysa, Hz. Aişe radıyallahu anha hayatı boyunca onlara sadık kaldı. Hâne-i Saadette Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem  kendisinden müsaade isteyip namaza durmasına, gözünden boşalan yaşların yeri ıslattığına, bu halin Bilal-i Habeşi’nin gelip onu sabah namazına çağırmasına kadar devam ettiğine şahit olan 23. Hz. Aişe radıyallahu anha, namazlarını bu Nebevî huşu ile eda etmeye ihtimam gösterirdi.
Hz. Aişe 
radıyallahu anha, Efendimiz’in sallallahu aleyhi ve sellem   vefatından sonra evini mescide çevirdi. Hem gece, hem gündüz vakitlerinde uzun kıyamlarla Rabbinin huzurunda durdu. Namazlarının tanıklarından Kasım b. Abdurrahman şunları söylemektedir: “Sabah evden çıktığımda önce halam Hz. Aişe’nin evine uğrar, ona selam verirdim. Yine bir sabah uğradığımda Hz. Aişe kıyam halinde tesbih ediyor, “Allah bize lütfuyla muamele etti de bizi kavurucu azaptan muhafaza buyurdu.”(Tûr, 52/27.) (mealindeki) ayeti okuyor, dua ediyor, ağlıyor ve ayet-i tekrar ediyordu. Ayakta durmaktan usanana kadar durdum onu bekledim. Sonra bir ihtiyacım için çarşıya gittim. Tekrar evine döndüm. Halam aynı şekilde namaza devam ediyor ve ağlıyordu.”24
Hz. Aişe 
radıyallahu anha, namazda hiçbir anestezinin koparamayacağı kadar dış çevreden kopar; tam bir teslimiyetle eda ettiği namazlarda, seccadesi gözyaşı tarlası olurdu.

Orucun Gölgesinde


Hz. Aişe 
radıyallahu anha, Kurban ve Ramazan bayramları dışındaki bütün günlerde oruç tutardı.25 Zorlanır, mecali kalmaz; fakat yine de nafile oruçlarını bozmazdı. Aşırı derecede sıcakların olduğu günlerde de orucunu terk etmezdi. Bir Arefe günü kardeşi Abdurrahman yanına girdiğinde Onu oruçlu bir halde üzerine su serpilirken görür ve “Artık orucunu boz.” der. Hz. Aişe radıyallahu anha, “Allah Rasulü’nden sallallahu aleyhi ve sellem  ‘Arafe günü tutulan oruç, geçen bir yılın günahına kefaret olur.’ hadisini duyduğum halde mi iftar edeyim?!” dedi.26 O halde oruca devam etti.
Mümin; orucu bir tohum gibi yüreğine atıp zevkine varınca, Hz. Aişe gibi onunla birlikte, hep onun gölgesinde yaşamak ister.
Hz. Aişe, hasırın izleri yüzünde görülen Peygamber-i Ekber’le 
sallallahu aleyhi ve sellem  aynı evde yıllarca yaşamış; Onun, bulunca tasadduk eden, bulamayınca da fukaraya, ”Git al! Benim üzerime yazdır.” deyişine şahit olmuştu. Bu yüzden o da ne bulursa tasadduk ederdi. Bundan dolayı en yakınları tarafından da tenkit edilirdi. Hz. Muaviye radıyallahu anh kendine 100 bin dirhem gönderince tamamını fakirlere taksim etmiş, yanında tek bir dirhem bırakmamıştı. Bunun üzerine Berîre, “Oruçlusun! Bir dirheme bize et alsaydın ya!” deyince, “Eğer hatırlasaydım yapardım.” demişti.27

İslâm’ın Kızının Deniz Feneri: Hz. Aişe 
radıyallahu anha

Hz. Aişe 
radıyallahu anha; kolyesini, künyesini satıp yetim çocuklara, muhacirlere dağıtan İslâm’ın kızına modern zamanın tehlikeli sularında bir deniz feneri gibi yol gösterdiğinden, ışığını söndürmek isteyenler yoğun bir gayret içerisinde oldu. Onlar biliyorlardı ki; Hz. Aişe radıyallahu anha sönerse, Peygamber evinin âlemi nurlandıran ziyası da sönmüş olacaktı. Bu yüzden Hz. Aişe, Aişe’dir fakat O yalnız başına bir Aişe değildir. Aişe, İslâm’ın kızına mahremiyetin ne olduğunu, evin hangi esaslar üzerine kurulup korunacağını anlatan bir ilim, irfan ve marifet kürsüsüdür.

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar

21. ⇑ Tirmizî, Menâkıb, 85.
22. ⇑ Ebû Davûd, H. No: 4999.
23. ⇑ İbn Hibban, H. No: 620
24. ⇑ İbn Receb, Fethu’l-Barî, IV, 247.
25. ⇑ İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, VIII, 68.
26. ⇑ Ahmed, Müsned, H. No: VI, 128.
27. ⇑ İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, VIII, 67.

14 Temmuz 2018 Cumartesi

HZ.AİŞE DOSYASI-2

2-BİR DEVLET BAŞKANI EVİ:
HANE-İ SAADET


Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem hem herkes için misal hem de Allah’a bir visal hayat yaşadı. Muzaffer bir komutan Bedir’e, yenilen Uhud’a; Müslümanlığından dolayı yeri, yurdu kuşatılan bir baba Şi’bi Ebi Talib’teki haline, devlet başkanları da Onun Medine’deki hayatına baktı.
Hz. Aişe 
radıyallahu anha, zengin bir babanın üzerinde titrediği biricik kızı, devlet başkanının da eşiydi. Ömrünü daracık bir evde, çoğu defa karnını doyuramadan tamamladı. Zühd hayatından önce daraldı, sıkıldı, her kadın gibi o da dünyalıklar istedi. Sonra ayet nazil oldu;12 Muhayyer bırakıldı. Allah Rasulü’nü sallallahu aleyhi ve sellem tercih ederek dünyalıklardan vazgeçti. Zamanla da ihtiyarî fakirliğe alıştı. Âhir ömründe hiçbir şeyden olmadığı kadar fakirlikten zevk aldı. Kız kardeşinin oğlu Urve’ye Peygamber-i Ekber’in sallallahu aleyhi ve sellem ev halini anlatırken, “İki ay geçer, evde ocak tütmezdi.” demişti. Urve, “Teyze! Maîşetiniz neydi?” diye sorunca, “İki siyah şey; hurma ve su.(Esasında siyah olan hurmadır. Lakin birini diğerine tağlib etmek cihetiyle “esvedân” yani iki siyah şey denmektedir. ) Yalnız, Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem ensardan olan komşularının koyunları vardı. Sütünden bize ikram eder, içirirlerdi.”13 buyurdu.
Anneler yemez yedirir. Peygamber’in eşleri de Ümmet’in anneleriydi. Evleri bütün zamanlarda yaşayacak ve yoksulluğun acısını çekecek fakirlere teselli kaynağı olmalıydı. Kadınlar, ekmeğin yanında katık bulamayan çocuklar, “Eğer Allah kulun kendine yakınlığına göre ona dünyalık verseydi, Peygamber’in eşleri saraylarda yaşar, mükellef sofralara otururlardı.” diyerek onlara bakıp istikametlerini korudu. Hz. Aişe 
radıyallahu anha, Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem hanesini o kadar muşahhas anlattı ki, israfa savrulanlar ya da kanaati unutanlar; “Efendimiz günde iki öğün yemek yer, biri hurma olurdu.”14 ya da “Peygamber’in ailesi, Allah Rasulü ruhunu teslim edene kadar üç gün peş peşe buğday ekmeğinden karnını doyurmadı.”15 rivayetlerini dinleyip kendilerine geldi.

Ev Hali


Hz. Aişe 
radıyallahu anha diğer annelerimiz gibi Allah Rasulü’ne sallallahu aleyhi ve sellem hizmet etmekten büyük bir keyif almasına rağmen, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem  hususi işlerini kendi yapmaya meyilliydi. Elbisesindeki söküğü diker, ayakkabısını siler, koyununu sağardı. Fakat bütünüyle de eşlerini Ona hizmet etme şerefinden mahrum bırakmazdı. Hz. Aişe radıyallahu anha Allah Rasulü’nün misvağını yıkar16, itikafta da olsa saçlarını tarar17, kokusunu sürerdi. Efendimiz yolda, izde uyuduğunda başını Hz. Aişe’nin dizi üzerine koyardı.18
Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem , bir eşin hanımını rahatlatmasına, ailede muhabbeti korumasına katkı sunacak pek çok şeyi Onunla yaptı. Bu bağlamda Hz. Aişe’yle radıyallahu anha iki defa yarıştı. Birinde Hz. Aişe geçti; Kilo alınca ise Allah Rasulü… Ona hem moral, hem de mesaj verme noktasında kilo aldığını işaret ederek, “İşte bu, o sebepledir.” 19 buyurdu.

Kadın Eşinin Derdine Çare, Sırrına İse Mezardır


Eşler birbiriyle dertleşir; sonra da dertlerine çare, sırlarına mezar olurlar. Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem de Hz. Aişe’yle radıyallahu anha dertleşir, zaman zaman da hususi bilgileri onunla paylaşırdı.
Efendimiz 
sallallahu aleyhi ve sellem bir gün Hz. Aişe’ye, Mekke’nin fethi için hazırlık yapmasını fakat bu durumu kimseye açmamasını emreder sonra da evden ayrılır. Biraz sonra Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh içeriye girer. Hz. Aişe’nin radıyallahu anha yanında kalburlanan buğdayı görünce kızına, “Niçin bu yiyeceği hazırlıyorsun?” diye sorar. Hz. Aişe susar, cevap vermez. Hz. Ebu Bekir, “Allah Rasulü bir yere cihada gitmeyi mi murad etti?” diye sualini yeniler. Hz. Aişe yine susar. Ebû Bekir radıyallahu anh, sırasıyla, “Nereye gitmek istiyor; Bunu’l-Esfer, Necid Halkı, Kureyş mi?” diye sorar, fakat Aişe radıyallahu anha bunların hiç birine cevap vermez. Daha sonra içeriye Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem girer. Hz. Ebû Bekir radıyallahu anh aynı soruları ona da sorar. “Belki de Kureyş üzerine gideceksiniz?” deyince, Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem , “Evet.” buyurur.20
Hz. Aişe 
radıyallahu anha, kendisine emanet edilen sırrı, Allah Rasulü’nün sallallahu aleyhi ve sellem en yakın sahabisi olan babasından da saklayarak, İslâm kadınlarına eşlerinin sırlarını evin dışına -dolaylı olarak da erkeklere, hanımlarının hallerini harice- taşımamayı telkin etmektedir.

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar

12. ⇑ Ahzâb, 33/28-9.
13. ⇑ Buhari, H. No: 2575; Müslim, H. No: 2972.
14. ⇑ Buharî, H. No: 6455; Müslim, H. No: 2971
15. ⇑ Buharî, H. No. 6454; Müslim, H. No: 2970.
16. ⇑ Ebû Davûd, H. No: 52.
17. ⇑ Buharî, H. No: 5925.
18. ⇑ Buharî, H. No: 334.
19. ⇑ Ebû Davud, Sünen, H. No: 2580; Ahmed, Müsned, H. No: 25075
20. ⇑ Beyhakî, Delâilu’n-Nübüvve, V, 9.

13 Temmuz 2018 Cuma

HZ.AİŞE DOSYASI-1


1-İSLAM’IN KIZI!

AİŞE ; SENİN EVİN, İZZETİN ve İFFETİNDİR

AİŞE, AİŞEDİR

İslâm, davayı müşahhas planda kim ve ne üzerinden anlattıysa, hasımları da onun üzerinden “hakikate” saldırdı. Bu yüzden Kur’an-ı Kerîm’i murâd-ı ilahiye göre tefsir ettiğinden Sünnet; İslâm kadınının neyi, nasıl ve niçin yapması gerektiği noktasında bir izzet ve iffet anıtı olduğundan dolayı da Hz. Aişe 
radıyallahu anha tarih boyu hedef oldu. İslâm’ı içerden bölmeye memur olan Rafizilik/Şia gibi, dışardan parçalamaya kurgulu Batı da Hz. Aişe etrafında sürekli istifham ve vehimler üretti. Çünkü Hz. Aişe radıyallahu anha İslâm kadının yükselttiği iman, ilim ve aile ehramının kilit taşıdır. O düşerse bütün sistem sarsılır, dağılır. Bu yüzden din düşmanı gibi, din tahripçisi de Onun üzerinde yoğunlaştı.

İffet Ehramının Kilit Taşı


Hz. Aişe 
radıyallahu anha Peygamber-i Ekber’in sallallahu aleyhi ve sellem eşi, mağara arkadaşı Ebu Bekir’in radıyallahu anh kızı, Ümmet’in annesi ve İslâm kadınlarının nasıl âbide, zahide ve mücahide olunacağını bizzat şahsında gördüğü “üsve-i hasene”dir. Hem çok zeki, hem de güçlü bir hafızaya sahipti. Erken yaşta İslâm külliyesinin ana binası Peygamber evine dahil oldu, orada yetişti, hayatı orada tanıdı. Çok defa vahiy Onun evinde indi. Arap diline derin bir vukûfiyeti vardı. Bu yüzden Murad-ı İlahi gibi, Murad-ı Rasulü de iyi fehmederdi. Allah Rasulü’nden sallallahu aleyhi ve sellem  çok sayıda hadis rivayet etti. Anlamadığı her meseleyi tereddüt etmeden Efendimiz’e sallallahu aleyhi ve sellem  sorardı. Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem  Ümmeti’nin yarıdan fazlasını oluşturan kadınlara İslâm ahkamını -daha çok- Onun vasıtasıyla anlattı. Bu yönü, Onu diğer bütün İslâm kadınlarından ayırdı. Bu yüzden Amr b. Âs, Allah Rasulü’ne sallallahu aleyhi ve sellem , “İnsanlar içinde kim size daha sevgili?” diye sorunca, “Aişe” buyurdu. Peki ya erkeklerden deyince, “Onun Babası Ebu Bekir” cevabını verdi.1

Neden Hz. Aişe?


Hz. Aişe 
radıyallahu anha“dareyn saadeti” noktasında Allah Rasulü’nden çok şey öğrendi. Onun hayatında olduğu gibi, Ondan sonra yaşadığı elli yıllık zamanda da, kendini Efendimiz’den sallallahu aleyhi ve sellem  dinlediklerini yaşamaya ve anlatmaya adadı. Kadınlar gibi erkekler de Hz. Aişe’den radıyallahu anha çok şey öğrendi; ahkam ve âdâb noktasında ondan pek çok mesele nakletti. Şer’i hükümlerin dörtte biri “Aişe’den rivayet edildi.” dense2 hiç de mübalağa olmaz.

İlk Defa Bir Kadın İlme Mercî Oldu


Peygamber-i Ekber’in 
sallallahu aleyhi ve sellem baş asistanı olma şerefi, Hz. Aişe’yi İslâm kadınlarına “başmuallim” olma makamına yükseltti. Sahabenin takıldığı ilmi meselelerde hacet kapısıydı O. Dünya tarihinde ilk defa bir kadın ilme merci oldu. Sahabe hiçbir yerde bulamadığı cevapları Ondan dinledi. Zaman zaman kibar-ı ashab da Ondan fetva sorardı. Bu noktada Ebû Musa el-Eşarî (v. 50 h.) şöyle demektedir: “Biz Peygamber’in ashabına bir hadis müşkil olduğunda/bir mevzu anlaşılmadığında gider Hz. Aişe’ye sorar; konuyla alakalı onda yeterli derecede ilim bulurduk.”3.

 Kabîsa bin Züeyb de, Onun ilmî derinliğine şu ifadelerle tanıklık etmektedir: “Aişe insanların en âlimiydi. Sahabenin büyükleri de Ona sorardı.”4. Kız kardeşi Esma’nın oğlu olması cihetiyle Hz. Aişe’ye en yakın olanlardan Urve b. Zübeyr de, “Allah’ın kitabı, Rasulü’nün Sünnet’i, Arap şiiri ve bir farzı Hz. Aişe’den daha iyi bilenini görmedim.” demiştir 5. Hadiste kol başı olan İbn Şihâb ez-Zührî’ye göre (v. 125 h.), “Eğer Aişe’nin ilmiyle bütün kadınların ilmi bir araya getirilse, Aişe’nin ilmi daha ağır basar.”6.
İslâm kadınla erkeği aynı vasatta ele aldı, hedef olarak onlara aynı ufku gösterdi. Müslüman erkekler ne kadar yükselebilirse, kadınların da o kadar yücelebileceğini söyledi. Hz. Aişe 
radıyallahu anha bunun en müşahhas misalidir.

Kulluk Yarışı


Kilise’ye göre Allah yolunu kapatan varlık olarak kabul edilen kadın, İslâm’da erkekle kulluk yarışına girdi. Kimin kadın ya da erkek olduğuna bakılmadan, ameline ve takvasına göre ecre nâil olacağı ilan edildi.
Hz. Aişe 
radıyallahu anha , İslâm’la yeniden riyazet yolu açılan kadınların dünyasında, çıkılabilecek en yüksek zirveydi. Bunu kadınlar gibi, erkekler de kabul etti. Sahabe içerisindeki bazı hususi mevzularda tek farklı görüş Hz. Aişe’den geldi. Sahabeden ve tâbiûndan ilim talebeleri Irak, Şam ve Arap Yarım Adası’nın farklı bölgeleri gibi uzak diyarlardan gelerek Ona öğrenci oldu.

Talebe Kadrosu


Hz. Aişe 
radıyallahu anha ; uzaklarla alakadar olurken, -ilim seferberliğinden- en yakınlarını mahrum etmedi. Bilakis insanlar Ona ancak en yakınlarının delaletiyle ulaşabildi. Kardeşi Muhammed’in iki oğlu Kasım b. Muhammed ve Abdullah b. Muhammed, kız kardeşi Esma’nın iki mahdumu Abdullah ve Urve b. Zübeyr b. el-Avvâm, Abdullah b. Zübeyr’in Hamza’dan torunu Abbâd da ilminden istifade etti. Talebeleri kadrosunda, sahabeden Amr b. Âs, Ebû Musa el-Eşarî, Zeyd b. Halid el-Cühenî, Ebû Hureyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Rebîa b. Amr el-Cureşî, Saib b. Yezîd, Haris b. Abdillah b. Nevfel dahil olmak üzere pek çok isim vardı . Saîd b. Müseyyeb, Alkame b. Kays, Ata b. Ebî Rebah gibi tâbiûnun büyükleri de ondan okudu.
Hz. Aişe 
radıyallahu anha yalnız başına bir külliye, tek başına bir ümmet gibiydi. Onun ilminden, anneleri olması cihetiyle her ne kadar erkekler de istifade etmiş olsa da, asıl kadınlar müstefid oldu. Kardeşi Abdurrahman’ın kızı Esma ve Hafsa, Hasan Basrî’nin annesi Hayre başta olmak üzere pek çok kadın Onun rahlesinde yetişti.7
Sonraki asırları derinden etkileyecek âlimleri yetiştiren ya da onların baş muallimi olan Hz. Aişe 
radıyallahu anha , modern anlamda bir tahsil görmedi. Ne üniversitede okudu, ne de akademik kariyer yaptı. Lakin ondan gelen rivayetler büyük âlimler tarafından nass kabul edildi; hıfzedildi.

Kadınlar!


İlk kadın üniversitesini O kurdu. Kadınlara dünyaya sadece yemek yapmak, çamaşır yıkamak, ev işleriyle alakadar olmak için değil; -asıl olarak- İslâm’ı anlamak, yaşamak ve yaşatmak için geldiklerini söyledi. Kadınları uyanmaya, kadının onuruna sahip çıkmaya ve hürriyeti yalnız Allah’a kullukta aramaya çağırdı.

Kur’an-ı Kerîm’e Vukûfiyeti


“Mum dibine ışık vermez.” Sözü, Hz. Aişe 
radıyallahu anha ile değişti; mum önce dibine ışık verdi. Hz Aişe de sahabe gibi Allah Rasulü’nü sallallahu aleyhi ve sellem    dikkatle dinler, mevzuyu anlayana kadar soru sormaktan imtina etmezdi. Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, “Hesaba çekilen azab görür.” hadisini îrad buyurunca, Hz. Aişe, “Allah Azze ve Celle, ‘Kime kitabı sağdan verilirse, hesabı kolay olacaktır.’8 buyurmuyor mu?” dedi. Bunun üzerine Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem, “Ayette geçen ‘hesab’ kelimesi ‘arz etmek’ anlamındadır. Lakin kim hesaba çekilirse helak olur.” buyurdu.9
Bunun üzerine Hz. Aişe sustu; hâl diliyle “İşittim ve itaat ettim.” dedi. Çünkü Onun “Kur’an Müslümanlığı” içerisinde Sünnet’e düşmanlık yoktu. Bilakis kadına dair fıkhî hükümleri Allah Rasulü’nden sallallahu aleyhi ve sellem   O öğrendi; insanlara o rivayet etti.
Hz. Aişe, kendisi gibi, soran-sorgulayan kadın öğrenciler yetiştirdi. Sonra da onlara dair kıymet hükmünü verirken, “Ensar’ın kadınları ne güzel kadınlardır. Hayaları dinde derin anlayış sahibi olmalarına mani olmadı.”10 buyurdu. Allah Rasulü 
sallallahu aleyhi ve sellem   her nevi ahlaksızlığın hüküm ferma olduğu Cahiliyye’den insanlık tarihinin en müeddeb kadınlarını çıkardı. Her biri önce hayalarıyla temayüz etti. Lakin hayâları, Ahiretlerinin selameti, bir meseleyi sormalarını gerektiriyorsa onu sorup öğrenmelerine mani olmadı.
Maneviyat ehramında Hz. Hatice ve Fatıma’dan sonra en büyük Aişe’ydi 
radıyallahu anhuma . O kadarki, Allah Rasulü’nün “İşte Cebrail, seni selamlıyor.”11 ifadesinde belirttiği gibi bizzat meleğin selamına nail oldu.

https://www.ihsansenocak.com/hz-aise-dosyasi/

Dipnotlar

1. ⇑ İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 588).
2. ⇑ İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VII, 107.
3. ⇑ Tirmizî, H. No: 38
4. ⇑ Zehebî, Siyer-u A’lâmi’n-Nübelâ, IV, 282.
5. ⇑ İbn Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 517
6. ⇑ Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, H. No: 299; Hakîm, Müstedrek, H. No: 6734.
7. ⇑ Heyet, Aişe Ümmü’l-Müminîn, ed-Düreru’s-Seniyye, Zahrân, 2013, 181-2.
8. ⇑ İnşikâk: 7-8.
9. ⇑ Müslim, Cennet 19; Ebû Davud, H. No: 393.
10. ⇑ Müslim, Hayz 13; İbn Mace, Taharet, H. No: 634.
11. ⇑ Müslim h.no: 6457

12 Temmuz 2018 Perşembe

RESÛL-İ EKREM'İN CAN YOLDAŞI HZ. ÂİŞE


Hz. Âişe, Resûllah’ın en yakın dostu Ebû Bekir’in (r.a.) kızıydı. Hicretin ikinci senesinin Şevval ayında Peygamber Efendimiz ile evlenmişti. Oldukça genç yaşta evlendiği için Peygamber evinde yetişip âlim, fakih bir kadın olarak tarihe geçecekti. Çok zeki bir kadındı Âişe. Öğrenme arzusu ile dolu, soru sormayı seven, gencecik bir kadın… Resûlullah onunla sohbet etmeyi, davetlere katılmayı, onun sorularına cevap vermeyi çok severdi. Kendisine ashabından en çok kimi sevdiği sorulduğunda hiç çekinmeden “Âişe’yi.” diye cevap vermişti. Soruyu soran Amr b. el-Âs şaşkınlıkla “Erkekleri kastetmiştim.” diye karşılık verince bu defa da Allah Resûlü: “Âişe’nin babasını.” buyurmuştu.

Sahabe başta olmak üzere ümmetin her kuşağı; tefsir, hadis, fıkıh, tarih ve siyer konularında pek çok hususu Âişe’nin dilinden öğrenmiştir. Âişe (r.a.) kendisinden en çok hadis nakledilen sahabîlerden biri olduğu gibi ismi fakih sahabîler arasında da yer almıştır. Bu ilmî mertebesinin yanı sıra Âişe, cihad meydanlarına da aşina bir kadındır. Uhud Gazvesi’ne, Hudeybiye Musalahası’na katılmıştı. Ancak özellikle Müreysi Gazvesi ve Zâtü’r-rika Seferi’nde bulunması akabinde gelişen olaylar Âişe’nin İslam tarihi ve teşrî tarihindeki yerinin ne denli önemli olduğunu ortaya çıkarmıştı:

Müreysi, diğer adıyla Benû Mustalik Gazvesi dönüşü Âişe, gerdanlığını kaybedip aramaya koyulduğu sırada onun, devesinin hevdeci içinde olduğu zannedilmiş, asker Âişe’yi bırakarak yola devam etmişti. Bir süre sonra ordunun artçısı Safvan b. Muattal, Hz. Âişe’nin yolda bırakıldığını fark ederek onu alıp orduya yetiştirmişti. Bu hadise, münafıklar tarafından bir dedikodu malzemesi hâline getirilerek Hz. Âişe’ye iftira atılmasına alet edilmişti. Savaş dönüşü Medine’yi saran dedikodu haberleri gerek Resulullah’ı gerek Ebû Bekir ailesini çok üzmüş ve yıpratmıştı. Ancak bu üzücü olay, Âişe’nin iffetini anlatan ayetlerin nâzil olması ile sona erdi:

“(Peygamber'in eşine) bu ağır iftirayı uyduranlar şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o, sizin için bir iyiliktir…

Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da: ‘Bu, apaçık bir iftiradır.’ demeleri gerekmez miydi?” (Nur, 24/11-12.)

Hz. Âişe, bu olaydan sonra semadan inen ayetle temize çıkan kadın sıfatı kazandı. Kimileri de ona “Allah’ın sevgilisinin sevgilisi” derdi. Peygamber’in can yoldaşı, gönlünün sultanı olan Âişe’nin kıymeti, iffeti Kur’an ayetleri ile zihinlere ve gönüllere nakşedilmiş oldu.

Âişe, Zâtü’r-rika Gazvesi ya da Mekke’nin Fethi esnasında bu defa da kız kardeşi Esma’dan ödünç aldığı gerdanlığı kaybetti. Sabah namazının vakti girmişti ancak konakladıkları yer susuz bir bölgeydi. Müslümanlar bölgeden hareket edemeyip abdest alamadıkları için Hz. Âişe’ye kızgınlık duymaya başlamıştı. Ancak Âişe için sıkıntı verici görünen bu olay da kısa bir süre kıyamete kadar tüm ümmet için kolaylaştırıcı bir amelin vahyedilmesine vesile kılınmıştı: Teyemmüm ayetleri nazil oldu. Teyemmüm abdestin yerini alan bir ibadet olarak meşru kılındı. Asker, sabah namazını teyemmümle kıldı. Kızgınlıkları yerini teşekkür ve duaya bıraktı. Bu olay ashab tarafından “Ebû Bekir ailesinin bereketi” olarak görüldü. Âişe ve ailesinin bu ümmet için bir rahmet, bir bereket olduğu tekrar ortaya çıkmıştı.

Peygamber Efendimiz son günlerini çok sevdiği can yoldaşı ile geçirdi. Başı Âişe’nin göğsüne yaslı olarak ruhunu teslim etti. Vefat ettiği yere, Âişe validemizin odasına defnedildi.

Âişe validemiz sadaka vermeyi seven oldukça cömert bir kadındı. Yetimlere kucak açar, köleleri azad ederdi. Himayesine aldığı pek çok yetim vardı. Resûlullah’ın (s.a.s.) vefatından sonra, ondan öğrendiklerini ashaba ve tâbiûna aktardı, fetvalar verdi, sahabenin naklettiği hadislere dair görüşlerini ifade etti. Pek çok talebe yetiştirdi.

Hz. Âişe ilmî hayatla olduğu kadar siyasetle de meşguldü. Hz. Osman’ın şehadeti sonrası sessiz kalmamış, yaşanan kargaşayı durdurabilme ümidiyle Medine’den Basra’ya yola çıkmıştı. Şu var ki Basra yolculuğu, onun arzuladığı gibi sonuçlanmadı. Tarihe Cemel Olayı adıyla üzüntü verici bir hadise olarak geçti. Ancak Âişe, Cemel Savaşı sonrası Basra’da konakladığı günlerde bile hadis rivayetini ihmal etmedi, Basralı pek çok kişi kendisinden hadis dinleme imkânı buldu. Basra’dan ayrılacağı zaman Hz. Ali, şehrin önde gelen kadınları ile beraber Hz. Âişe’yi uğurladı.

Peygamber’in kıymetlisi, ashab için de hep kıymetli oldu. Peygamberimizden sonra kırk yedi sene yaşadı ve hicretin 58. yılında bir Ramazan gecesi Medine’de vefat etti. 

Yazan:  Doç. Dr. Ayşe Esra ŞAHYAR | Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

11 Temmuz 2018 Çarşamba

Niçin kadının birden fazla erkekle evlenme hakkı yoktur?


Kur'an-ı Kerim bize öncelikle tek eşliliği tavsiye etmektedir. Ancak şartlar gereği birden fazla evliliğin gerekli olduğu durumlarda adaletli olmayı emretmektedir.

Ayrıca İslam birden ikiye üçe çıkarmamış, daha yüksek sayılardan aşağıya çekmiştir. Kadın neslinin erkeklere göre fazla olması da kadınlara meşru yoldan bir yol açılmış oluyor.

Diğer taraftan erkeğin uzun müddet yaşlılık yıllarına kadar cinsel arzusunun devam etmesi, kadının hem arzularının erken kesilmesi hem de ayın belli zamanlarında adet halinde olması ve bazen hamile kalarak uzun müddet cinsel ilişkiye girememe gibi durumlar dikkate alınınca, olayın boyutları daha iyi anlaşılacaktır.

Dini hükümlerin bir kısmı taabbudi dediğimiz akla tabi olmayan ve aklın değil teslimiyetin hakim olduğu kurallar manzumesidir. Mesela sabah namazının iki, öğle namazının dört rekat olması akla tabi olan bir mesele değildir. Tamamıyla Allah’ın istediği bir şeydir. Bir kısmı ise, makul-ul mana dediğimiz tamamıyla mantık ve ilim ile hikmetin bulunduğu kısımdır. Bu kısımda bir Müslüman alim veya bilim adamı, kendi ihtisas alanı içerisindeki bir İslami meseleyi tartışabilir, fikir beyan edebilir veya mantık yürütebilir. Mesela "domuz eti neden haram kılınmıştır, içki neden haram kılınmıştır v.s." gibi meseleleri ilim ve hikmet düsturu ile açıklayabilir. Mantığa dayalı olan ikinci kısım taabbudi kısma göre daha geniştir. Bu durumda sorduğunuz soruya “Allah böyle irade ettiği için.”deriz.

Bir kadın ve erkeğin birleşmesinden meydana gelen çocuğun annesi bellidir; fakat babası belli olmasa nesiller karışır. Şayet bir kadın birkaç erkekle evlilik yapsa o zaman doğan çocuğun kime isnat edileceği belli olmaz. Düşünün bir kadının dört tane kocası var. Hepsi de kadınla yakınlık kuruyor. Doğacak çocuk kime ait olacak. Anne bir baba dört tane. Düşünülebilir mi böyle bir şey. En önce kadınla yakınlık kuran baba oldu diyelim, diğerleri, çocuk doğuncaya kadar ne yapacak? Bütün bunlar bir neslin karışması değil sadece, erkeklerin kavgası, kadınların da perişan olması demektir. Bu sadece bir hikmettir. Bununla beraber binlerce hikmetler olabilir. Fakat bütün bu hikmetler illet dediğimiz Allah’ın emri yerine geçemez. Yani bu çocuğun kime ait olduğu belli olsa ve tıp böyle bir ilerleme kaydetse, bir kadının birden çok erkekle evliliği caiz olur mu? Elcevap hayır. Çünkü, Allah bir kadının bir erkekle evlilik yapabileceği emrini vermiştir;(bk. Nisa, 4/24) binlerce hikmet bu emr-i ilahiyi kaldırmaz.

Allah kadına ait olma, birilerine bağlanma duygusu vermiştir. Erkeğe ise sahib olma, birilerini kendine bağlama duygusu vermiştir. O nedenle kadının erkek gibi davranıp birkaç erkeği nikahına alması onları idare etmesi düşünülemez, bu onun tabiatına aykırıdır. Bu fıtratın muktezası olarak pek az ilkel kabileler dışında tarih boyunca erkekler çok evlilik yaptığı halde kadınlar birden fazla erkekle evlenmemiştir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Faruk Beşer (Prof. Dr.)


10 Temmuz 2018 Salı

Namazdan sonra okunan "Allahumme entesselamü ve minkesselam,.." duasının uygulaması nasıl olmuştur? Resulullah'ın bu konudaki uygulaması nasıldır?


Sevban (ra)'dan rivayet edilen bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (asm) selam verince -bir rivayete göre namazı bitirince- üç kere "estağfirullah" der ve şöyle söylerdi: "Allahumme entesselamu ve minkesselam, tebarekte ya zel celali vel ikram."

Bu dua farz namazlarından sonra okunduğu gibi, sünnet namazlardan sonra da okunabilir. Çünkü bu dua ile şanı yüce olan Allah-ı Zülcelalin yüceliği anılmış olur. Bu açıdan sünnetlerden sonra okumak da sünnet olur.

Namazların farzlarından sonra üç defa "Esteğfirullah…" sonra "Allahümme entesselam,.." demek, 33'er kez subhanellah, elhamdülillah, Allahü ekber demek, Ayete'l-kürsi, hatta Felak ve Nâs surelerini okumak Hz. Peygamber (asm)’in hadisleriyle sabittir ve bunlar sünnettir.

Ancak bunlar Hz. Peygamber (asm) zamanında seslice ve bir müezzinin komutuyla söylenmiyordu, bunları herkes kendisi içinden okuyordu. Sonradan İslam’a Arapça'yı ve namazı bilmeyen insanlar girince, onlara öğretmek için görevliler bu duaları biraz seslice okumaya başladılar. Sonra buna alışıldı ve bunları hatırlatmak müezzinin görevi gibi oldu.

İlave bilgi için tıklayınız:

İSTİĞFAR...

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Faruk Beşer (Prof. Dr.)


9 Temmuz 2018 Pazartesi

Namazdan sonra dua etmek, Kur'an okumak bidat mıdır?


Soru: Namazdan sonra, subhane... vehhab dendikten sonraki duayı bilmediğimden kendime göre bir dua okuyorum. Ayrıca bu duadan sonra adet ettim, üç İhlas, Felak ve Nas surelerini okuyup başta Peygamberimiz (SAV) olmak üzere ölmüşlerime gönderiyorum. Böyle yapmak caiz midir, yoksa bidat hükmüne girer mi?

Cevap:Namazlardan sonra istediğiniz kadar dua edebilir, Kur'an'dan sureler, ayetler okuyabilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur; bunlara bidat denilmez.

Namazların farzlarından sonra üç defa esteğfirullah… Allahümme entesselam… demek; otuz üçer kez subhanellah, elhamdülillah, Allahu ekber demek; Ayet el-Kürsi, hatta Felak ve Nâs surelerini okumak Hz. Peygamber (asm)’in hadisleriyle sabittir ve bunlar sünnettir.

Ancak bunlar Hz. Peygamber (asm) zamanında seslice ve bir müezzinin komutuyla söylenmiyordu, bunları herkes kendisi içinden okuyordu. Sonradan İslam’a Arapçayı ve namazı bilmeyen insanlar girince, onlara öğretmek için görevliler bu duaları biraz seslice okumaya başladılar. Sonra buna alışıldı ve bunları hatırlatmak müezzinin görevi gibi oldu. Böylece de aslının böyle olduğu sanıldı. Oysa bilenler için doğrusu, farzını kıldıktan sonra herkesin bu tespihatı kendi halinde okumasıdır. Bilmeyenler için sesli söylenip hatırlatılmasında da bir sakınca yoktur.

İlave bilgi için tıklayınız:

Bidat konusunda bilgi verir misiniz?..

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Faruk Beşer (Prof. Dr.)

https://sorularlaislamiyet.com/namazdan-sonra-dua-etmek-kuran-okumak-bidat-midir

8 Temmuz 2018 Pazar

Kur'an'da hitaplar genellikle niçin erkekleredir?


Kur’an bir hitap olarak Hz. Muhammed (a.s.) gönderilen bir kitaptır. Kur’an’ın konuşma üslubuyla gönderildiğini ve bu kitabın konuşma dilinden yazıya aktarıldığını bilmekte yarar vardır. Kur’an'daki üslup bundan dolayı “de ki”, “ey insanlar”, ey iman edenler”, “ey kafirler”, “ey ehl-i kitap”, “ey nebi”, “sana soruyorlar, de ki” gibi hitaplarla doludur. Ayetlerdeki hitabın çoğunlukla müzekker oluşu peygambere hitaben gönderilmiş olduğundandır: Arapça’nın özelliğine göre, kadına ve erkeğe ayrı ayrı ifade biçimleriyle hitabedilir. Peygambere (a.s.) yapılan hitapların müzekker kalıbıyla olması da bu dilin gereğidir.

Kur'ân ve hadîslerde geçen İslâmî emir ve yasaklar, dünya ve âhirete ait vaadler, herhangi bir istisna yapılmadığı sürece hem erkekleri, hem de kadınları kapsar. Bunların erkeklere ait yüklem ve zamirlerle ifade edilmiş olmaları önemli değildir. Bu, hem Arapça, hem de İslâm hukuk metodolojisi bakımından böyledir.

Erkeklere hitap eden bir emir veya yasağın, ayrıca kadınlar için de tekrar edilmesi gerekmez. Çünkü bu, ifade ettiğimiz gibi Arap dilinin ve hukuk mantığının bir gereği olduğu gibi, Kur'ân'ın kendisine has üslûbu ve ifade mantığının da bir gereğidir. Zira Kur'ân, herşeyden önce mü'min erkeklerle mü'min kadınları, birbirlerinin dostları ve velileri olarak ilan eder:

"İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisidirler. Onlar, iyiyi emreder, kötüyü önlerler. Namaz kılar, zekât verirler ve Allah Resulüne itâat ederler. İşte onlara Allah merhametle muamele edecektir. Doğrusu Allah, gücünün önüne geçilemeyen ve herşeyi yerli yerince yapandır."
(Tevbe Sûresi, âyet: 71)

Nitekim bu âyet-i celilede, "Onlar iyiyi emrederler, kötüyü önlerler" sözü ve âyetin sonuna kadar diğer failler ve zamirler, hep erkekler için kullanılan ifadelerdir. Buna bakarak, bu âyetin kadınları dışta bıraktığını söylemek mümkün mü? Hayır.

Kur'an, açıkça hem inanan erkeklere, hem de inanan kadınlara cennetin güzelliklerini ve nimetlerini va'detmiştir. Nitekim Tevbe Sûresi 72. âyette şöyle buyurulmuştur:

"Allah, inanan erkeklere ve inanan kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, altlarında ırmaklar akan Cennetler (bahçeler) ve Adn Cennetleri'nde hoş meskenler va'detmiştir. Ve ayrıca onlara, en büyük nimet olarak Allah'ın hoşnutluğu var. İşte bu büyük başarıdır."

İslâm sadece erkeklerin dini değil. Kur'ân sadece erkeklere hitap etmiyor. Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlara has uzunca bir sûre vardır: (Nisâ sûresi). Kur'ân'da bazı kadınlara da Allah'ın vahiy (ilham) gönderdiği zikredilir. (Kasas, 28). "Kadınlar erkeklerin şakîkidirler." "Şakik" tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün bu eşit parçalarından her biridir. "Kadın olsun erkek olsun, kim iyi işler yaparsa cennete girecektir." (Nisâ, 124). "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler..." (Tevbe, 71). "Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da kazandıklarından bir payı vardır." (Nisâ, 32)

Kur'ân'da kadın ya da dişi anlamına gelen "nisâ, nisve, imrae, ünsa" kelimeleri türevleriyle beraber 85 defa, erkek anlamına gelen "racul, zeker, mer'" kelimeleri de yine türevleriyle beraber 86 defa geçmektedir.

"İnsan" kelimesinin kadını kapsamadığını söyleyen hiç bir İslâm âlimi, hatta hiç bir insan yoktur.

Genele hitap ederken Arap dilinin gereği, ya eril (müzekker), ya da dişil (müennes) bir kalıpla hitap edilecektir. Sosyal hayatın bütün yüküyle erkeklerin omuzunda olduğu bir toplumda eril kalıbın seçilmesinden normal ne olabilir? Üstelik bu dil Araplar'ın İslâm'dan önce de konuştukları dildir. Onlar o zaman da böyle konuşuyorlardı. Kendi dilleriyle gelen Kur'ân'ın, bu dili bozması düşünebilir mi? Aynı özellik tamamen Fransızca'da ve kısmen İngilizce'de de vardır. Aynı iddiayı onlar için de söyleyebilir misiniz?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Faruk Beşer (Prof. Dr.)

https://sorularlaislamiyet.com/kuranda-hitaplar-genellikle-nicin-erkekleredir

7 Temmuz 2018 Cumartesi

Allah'ın Afüvv ve Gafur isimleri arasındaki farkı biliyor musunuz?

Kolonya, krem, deodorant, parfüm gibi alkol içeren ürünlerin kullanılması abdesti bozar mı, namaza zararı var mıdır?


Kur'an-ı Kerim'de şarabın pis olduğu bildirilmektedir. (Maide, 5/90-91)

Hanefi mezhebine göre, şaraptan başka sarhoşluk verici alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte bunların tıpkı şarap gibi necis olup olmadıkları konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İmam Ebu Hanife, şarap ve üzümden yapılanların dışındaki alkollü içkilerin bir dirhemden (ıslattığı yer avuç içinden) fazlasının elibiseye bulaşması halinde bile namaza engel olmayacağını söylemiştir. (Serahsi, Mebsut, 24/14-15) Buna göre, kolonya ve ispirto gibi şeylerin içilmesi haram ise de alınıp satılmaları ve kullanılmaları caiz görülmüştür.

Şafi mezhebine göre ise, üzümden imal edilen şarap ile diğer maddelerden elde edilen ve sarhoş edici nitelikte olan alkollü içkilerle kolonya arasında fark yoktur. Bunlar da şarap gibi necistir ve haram kılınmıştır. Bulaştıkları yerin yıkanması gerekir. Esas hüküm bu olmakla beraber, esans, parfüm ve benzeri şeyleri kullanıma elverişli hale getirebilmek amacıyla bunlara katılan az miktardaki katkı maddeleri, necis olsalar bile görmezden gelinebilecek ve affedilecek necasetlerden sayılmıştır. (Ceziri, 1/19; Mehmed Keskin, Büyük Şafi İlmihali, s. 504)

Şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:

Kolonyanın ve bu gibi maddelerin pis olup olmaması, içkinin (hamr) pis olup olmamasıyla ilgili bir mes'eledir. Bilindiği gibi dinimizde içki (hamr), aklı koruma gayesiyle haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. İçkiden bahseden ayetlerin sonuncusunda şöyle buyurulur:

"Ey iman edenler! içki, kumar, putlar, kısmet çekilen zarlar hep şeytan işi pis şeylerdir, içki ile kumarda, şeytan sırf aranıza düşmanlık ve kin sokmayı ve sizi Allah (cc)'ı. anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?" (Mâide 5/90-91)

Görüldüğü gibi burada içki (hamr) "pis" diye nitelendirilmiştir. Konumuzla ilgili birinci önemli nokta budur. İçkinin "pis" olduğunu kabul edersek, neyin içki (hamr) olduğu mes'elesi karşımıza çıkar, ikinci önemli nokta da budur. Bunların izahına geçmeden şu hususu da hatırlatmakta yarar vardır: islâm'ın yasakladığı içki, en geniş anlamıyla "hamr", yani sarhoş eden alkoldür, yoksa her çeşidiyle"alkol" değildir. Binaenaleyh, sarhoş etmeyen alkol türleri varsa ki, bildiğimiz doğru ise metil-alkol böyledir, onlar haram içki sınıfına girmezler, yani "hamr"değillerdir.

Ayrıca bir şeyin pis olması ile içilememesi ayrı ayrı şeylerdir. Onun için içilemeyen her şey pis demek değildir. Bu yüzden eski ve yeni bazı alimler; içkinin (hamr) içilmesi haram olmakla beraber kendisi pis değildir, üste-başa bulaşması namaza mani olmaz, kanaatindedirler. Meselâ, eskilerden Rabî'a, Leys b. Sa'd, İmam Şafiî'nin arkadaşı el-Müzenî, sonrakilerden de bazı Bağdat ve Kayravan alimler(1), daha sonra da San'ânî, Şevkânî(2) ve Sıddık Hasan Han(3) bunlardandır. Çok azınlıkta kalan bu alimler delil olarak şunu söylerler: Ayette içkiye "pis" (rics) denmesi onun maddî pislik olduğunu (değil, manevî pislik olduğunu anlatır. Keza haram kılındığı zamanı Medine sokaklarına dökülmesi de temiz olduğunu gösterir(4). Çünkü pis olsaydı sokakların onunla pisletilmesine müsaade edilmezdi.

Bu alimlerin çok azınlıkta olmaları bir yana, görüldüğü gibi, tutundukları deliller de güçlü değildir. Bu yüzden, "Müctehid imamlar, içkinin (hamr) haram ve pis olduğunda icma (görüş birliği) halindedirler."(5) denmiştir.

Çünkü:

1. İçkinin (hamr) pis oluşu "rics" kelimesiyle ifade edilmiştir. Arapçada "rics", pis koku, dışkı ve kazurat yanında hem maddî hem manevî pislik için, "rics"ceza için, "riks"de maddî pislik için kullanılır. Kastedilen sadece manevî pislik olsaydı "rics" kelimesi seçilmezdi(6).

2. Rasûlüllah (sav)'a müşriklerin kaplarından yemek yeme sorulduğunda, yıkayın sonra yiyin, buyurmuşlardır. Onlar bizden ayrı olarak içki ve domuz eti kullandıklarına göre, kaplarının yıkanması bunlardan dolayı istenmektedir, demek ki, bunlar pistir.(7)

3. Ayette içkiden (hamr) mutlak olarak "kaçınılması" istenmiş, sadece "içmeyin", denmemiştir. Kaçınmak hem içmemek, hem de ona bulaşmamakla olur.(8)

"Hamrın" pis olduğunu cumhura (fıkıhçıların kahir ekseriyetine) göre böylece tespit ettikten sonra neye "hamr" dendiğini de öğrenirsek, baştaki mes'elemizin cevabı ortaya çıkmış olur.

İmam Ebu Hanîfe ile bazı Küfe alimlerine göre "hamr" sadece üzümden yapılan ve pişirilmeden, bekletilip keskinleşerek köpük atan sarhoş edicinin adıdır. Diğerlerine "nabîz" denir. Hemen hemen diğer bütün fıkıhçılar ise her sarhoş edicinin "hamr" olduğu görüşündedirler. Çünkü:

1. Her sarhoş edicinin "hamr" ve haram olduğunu söyleyen değişik hadisler ve rivayetler vardır.(9)

2. Enes Hadisinde:

"İçki haram kılındığında üzümden çok az içki (hamr) yapılıyordu. İçkilerimiz (hamrlarımız) genellikle yaş ve kuru hurmadandı." (10)

denir ki, burada hurmadan yapılana da "hamr" adı verilmektedir.

3. İbn Ömer Hadisinde: "İçki (hamr) yasağı indiğinde o, beş şeyden yapılıyordu: Üzüm, hurma, buğday, arpa ve mısır.

Hamr aklı örten (mahmurlatan) şeydir." (11) denir ki, bu konuda bu çok daha açıktır.

4. Bir önceki hadiste de geçtiği gibi, kelime manası itibariyle "hamr", örtmek, kapatmak demek olduğundan, sözlük anlamı itibariyle aklı örten, yani sarhoş eden her şeye "hamr" denmelidir. Fahruddin Râzî bunu bu anlamda en güçlü delil sayar ve, "bunu bir çok hadisin desteklediğini de düşünün" der.(12)

5. İçki ile beraber kumarı da yasaklayan ayette, bu yasağa illet olarak (yada hikmet olarak), şeytanın bunlarla insanlar arasına düşmanlık ve kin sokması gösterilmiştir. Bu da her sarhoş edicide bulunduğuna göre, hiç bir konuda birbirlerinden farkları olmamalıdır.

6. Yine aynı ayetle kumar yasaklanmış ve alimler buradan hareketle her türlü kumarın haram olduğunda icma etmişlerdir.(13) Binaenaleyh, içki hakkında da aynı şey düşünülmelidir. Zaten

"Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır."(14)

hadisi vardır. Üç mezhebin görüşü bu olmakla beraber, Hanefî mezhebinde de fetva verilen görüş budur.(15)

Bunlar ve benzeri birçok hadisle sarhoş eden her şeye "hamr" dendiğini, hamrın ise cumhura göre pis olduğunu öğrenmiş olunca, sarhoş etme özelliği olan kolonya, ispirto vb. alkollerin cumhura göre pis ve haram olduğu ortaya çıkar. Ancak Hanefîler ve özellikle de imâm Azam ve Ebu Yusuf (bu konularda İmam Muhammed genellikle diğer mezheplerde olduğu gibi düşünür) mes'eleyi adeta bir kimyager edası ile tahlil ve tasnîfe tabi tutmuşlar ve meşrubat cinsini özelliklerine göre yedi ayrı gruba ayırmışlardır. Onların da bu konudaki delil ve izahları hafife alınacak ve yabana atılacak gibi değildir. İmam Serahsî'nin El-Mebsût'una (XXIV/2 vd.) ve İmam Kâsânî'nin Bedâyi'ine (V/l 12 vd.) bakanlar bunu açıkça görebilirler. Onların tasnifine göre:

1. Şarap (hamr) çiğ yaş üzüm suyunun, kabarıp keskinleşerek köpük atmış halidir. (Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre hamr olabilmesi için köpük atması şart değildir.) Bu, bütün imamlara göre kaba (muğallaza) pisliktir. Bir dirhem mikdarından fazla miktarı namaza manidir.(16)

2. Yaş ve kuru hurmadan ve kuru üzümden yapılan içkiler (seker, fadîh, nakî). Bunlar da aynen şarap gibi kaba pisliktirler. Pis olmadıklarına dair bir rivayet de vardır. Ebu Yusuf a göre ise (hafif pislik olup) sadece fazla miktarı namaza manidir.(17)

3. Yedi grup içkinin geriye kalanları ise-sarhoş edenlerini içmek haram olsa dahi-pis olmayıp, namaza mani değildirler.

Bütün bu söylediklerimizden çıkaracağımız sonuç şu olabilir; Üzüm ve hurmadan yapılan alkollü (sarhoş edici) içkiler ittifakla haramdır ve pistir.

Hanefî Mezhebinin dışında kalan mezheplere göre çoğu sarhoş eden her içkinin azı da haramdır ve pistir.

Hanefî Mezhebinde, özellikle Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf a göre üzüm ve hurma dışındaki şeylerden yapılan içkiler, sarhoş edenlerini içmek haram olsa bile, pis değildirler.

Şimdi tekrar sizin sorunuzu ele alırsak: Kolonya, ispirto, şampuan, esans, mürekkep, parfüm, krem vb. sıvılar üzüm ve hurma dışında bir şeyden yapılıyorlarsa ki, şu anda hepsinin öyle olduğunu sanıyorum-veya bu iki şeyden yapılsa dahi sarhoş edici alkol ihtiva etmiyorlarsa bu iki imama göre pis değildirler, namaza mani olmazlar. Alkol ihtiva etmeleri halinde diğer bütün imamlara göre pistirler. Bu durumda müslümanların önünde iki yol vardır:

1. Ya bunlardan dahi kaçınmayı başarabilen birisi ise takvaya ve ihtiyatlı olana sarılıp cumhurun (müctehitler çoğunluğunun) yoluna girmek,

"Şüpheli olanı bırak, olmayana git."(18)

"Helâl da haram da bellidir... Arada şüpheli şeyler vardır. Onlardan sakınan dinini ve ırzını korur."(l9)

hadislerini ölçü edinmek.

2. Veya; bana İmam Azam ve Ebu Yusuf un bu görüşte olması yeter. "Dinde kolaylık vardır."(20) buyurulmuştur. "Umumî belvâ" (kaçınılmaz derecede yaygın) hal almış şeylerde, cevaz kapısı varsa caiz demek daha evlâdır."Zamanımız şüpheli şeylerden kaçabilme zamanı değildir."(21) diyerek, bu tür sıvılardan kaçınmamak. Her ikisine de bir şey denilemez.(22)

Görüldüğü gibi mes'ele biraz daha fertlerin İslâmî titizlikteki dereceleriyle alakalıdır. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Bu tür sıvıların kolonya ve ispirto (etil-alkol) dışındakilerinde alkolün diğer maddelerle yeni terkipler oluşturup (istihale, kimyasal tepkime) sarhoş edicilik özelliğini kaybetmesi kuvvetle muhtemeldir. Başta da söylediğimiz gibi, bileşiminde alkol olduğu yazılan ya da söylenen her şey haram ve pis demek değildir. Bu tür maddelerin tahlili konusunda müslüman kimyacılara ihtiyacımız vardır.

Sadece Hanefi Mezhebindeki bazı imamlara göre kolonya kullanılabilir. Fakat cumhura ( fıkıhçı çoğunluğa) uyarak kolonya kullanmayanlar her halde daha ihtiyatlı davranmış olurlar.

Dipnotlar:

(01) Kurtubi, VI/288.
(02) es-Seylü'l-Cerrâr, 1/35-36.
(03) Karaman, Meseleler, 1/312.
(04) Kurtubî, agk
(05) Ebu Abdillah, Rahmetü'l-ümme, 373.
(06) Kurtubî, VI/287-288.
(07) agk.
(08) Kurtubi, VI/289.
(09) Örnek olarak bk., Müslim, eşribe, 73; Ebu Dâvud, eşribe, 5; Tirmizî, eşribe, I.
(10) Müslim, eşribe, 7,8.
(11) Buhâri, Tefsir, (5) 10, eşribe, 2; Müslim, Tefsir, 33, 34; Ebu Dâvud, eşribe, l; Nesai, eşribe, 20, 24, 46.
(12) Fahruddin Râzî, VI/43. '' (85) Kurtubi, III/52.
(13) Ebu Davûd, eşribe, 5; Tirmizi, eşribe, 3; Nesai, eşribe, 25; Ibni Mace, eşribe, 10.
(14) Elmalılı, H/763.
(15) Kasânî,VI/ll3.
(16) Kasani, VI. l 15.
(17) Buharî, Buyu', 3; Tirmizî, kıyâme, 60; Müsned, III/153.
(18) Buharî, iman 39, Buyu', 2; Müslim, Müsâkât 107, 108; Ebu Dâvûd, Buyu', 3; Tirmizî, Buyu', 1; Nesâî, Buyu', 2; Müslim, Müsâkât, 107, 108; Ebu Dâvûd, Buyu', 3; Tirmizî, Buyu', I; Nesâî, Buyu', Kudât, II; Ibn Mâce, Fiten, 14.
(19) Buharî, iman, 29; Nesâî, iman, 28; Müsned, V/69.
(20) İbn Nüceym, el-Eşbâh, II/108 (Hamevî ile birlikte).

(21) Nitekim Merhum Elmalı'nın şu sözleri bunu doğrulan "Üzüm şarabı ve bundan mamul olan müskirat aynen necistir. Öbürlerinin ise necis olması şüphelidir. Meselâ üzerine şarap ve şampanya ve arak (rakı), konyak dökülmüş olanlar her halde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Lakin üzüm şarabından mamul olmayan, ispirto, bira vesair müskirat içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mani olur diye iddia edilemez." (Tefsir, 11/762-763); Allâme M. Zahidü'l-Kevserî de, Hayrettin Karaman Bey'in kendi arşivindeki bir mektup suretinden aktardığına göre: "Uzun sözün kısası, ispirto Ebu Hanife'ye göre necis (pis) değildir, imam Azam'ın kavli, çoğunca böyle cankurtaranlık yapar. Kokuya konması ve elbiseye dokunması zarar vermez" der. (İ.l. Günün Meseleleri, 1/31.4) Abdulfettâh Ebu Gudde Hoca da bunu destekler mahiyette şunları aktarın "Dürrü'l-Muhtâr'da Allâme Hısninin şu sözü nakledilir Hamrın (şarabın) dışındaki sarhoş edicilerde üç rivayet vardın l. Kaba pisliktirler. 2. Hafif pisliktirler. 3. Temizdirler. Hafif pislik olduğunu söyleyen rivayete göre, sürüldükleri elbisenin veya bedenin dörtte birinden az olmaları halinde bu bağışlanır. Değeri! Alim Ahmed ez-Zerkâ temiz olduklarını esas alır ve öyle fetva verirdi. Üstadımız Allâme Kevserî de şarap dışındaki sarhoş edicilerin (ispirto gibi) kullanılmalarının caiz, içilmelerinin haram olduğunu söyler ve imam Ebu Hanife'nin mezhebinin bu olduğunu zikrederdi. Bu iki değerli alimin fetvalarında insanlar için kolaylık ve müsamaha olduğu açıktır. Çünkü bu tür maddeler bu gün hayatın bir çok sahasına girmişlerdir. Ama, şüphesiz kaçınabilenlerin bunlardan uzak durması da güzel bir şeydir. Çünkü temiz olup olmadıkları konusunda alimlerin ihtilafı vardır." (Fethu-bâbi'l-inâye, 1/258 dipnotu).

Sorularla İslamiyet

Faruk Beşer (Prof. Dr.)


6 Temmuz 2018 Cuma

Sünnetler Yerine Kaza Namazı Kılmak


Soru: Bazı çevreler ya da hocalar, üzerinde namaz bor­cu (kaza) bulunanın sünnet kılamayacağını, sünnetler yerine kaza namazı kılması gerektiğini söylerken bazıları da kazası olanın da sünnet kılabileceğini söylüyorlar. Bu iddi­aların hangisine inanacağız?

Cevap: Okuyucularımız bu soruyu, çeşitli eski ve yeni kitap­lardan ve gazetelerden aldığı bir dosya dolduracak kadar fotoko­pi ile birlikte sormuşlardı. Böylece bir bakıma kaynak tespitinde bize yardımcı olmuşlardı. Biz de uzun süre daha değişik kaynak­ları taradık ve gördük ki:

Mesele hakkında -ulaşabildiğimiz kadarıyla-naslarda bir açıklık yok. Yani ictihadî bîr mesele ve müctehitleri ilgilendiriyor, ilgilendirmiş. Onlar da iki farklı görüşü temsil edenler olarak şunları söylemişlerdir:

“Bir kişi özürsüz yere bir namazı kaçırırsa, o şahsın kazaya kalan namazını kılmadan nafile kılması caiz değildir. Çünkü kaza fevrî bir vaciptir. (Derhal kılınmalıdır.) Nafileye zaman ayırırsa bu fevriyeti kaçırmış olur. Üzerinde kaza bulunan kişi bütün zamanı­nı kazaya harcamalıdır. Bundan sadece yaşayabilmesi için gerekli olan işler İstisna edilir. Kaza namazı olan, eğer kaza sebebi özür ise, revâtib olsun, başka nafile olsun, o kaza ile beraber na­fileleri de kaza edebilir. Çünkü bize göre gece ve gündüz kılınan vakitli nafilelerin kaza edileceği sabitleşmiş bir husustur.” [247]

“Bir namazı özürsüz olarak fevt olan kimse, bu namazı kaza ederken önce onun ilk sünnetini kaza etmesi, önceliği sünne­te verdiği (yani farzın kazasına mübaderet etmediği) için haram edilmiş olur mu?

Cevap: Olmaz. Hatta bu, caiz olmaktan öte menduptur.” [248]

Bunlar konunun Şafii mezhebindeki izahıdır ve görüldüğü gibi birer ictihatdırlar. Yani Şafii’yi taklit edenlerin bunlara uyması ve saygı duyması gerekir. Ancak daha iyi anlaşılması için bu görüşle ilgili bir iki noktaya işaret etmek istiyorum:

1- Bu ibarelerden anlaşıldığına göre kazada namazın özürsüz yere kazaya kalmasıyla özürlü olarak kazaya kalması farklı hü­kümler doğuruyor. Namaz özürsüz olarak kazaya kalmışsa onlar kılınmadan hiçbir sünnet kılınmıyor. Özrü varken kazaya kalmış­sa, kazaya kalan namazın sünnetleri dahi ön sünnet iseler, farz­dan önce kaza edilebiliyorlar. Buna göre, kazaya kalmış sünnet, ferzin kazasından önce kilınabiliyorsa revatip sünnet nasıl kılına­maz? Öyleyse bu konuda en azından özürlü olarak terk edlenle özürsüz olarak terkedileni birbirinden ayırmak gerekir.

2- Kazası olan hiçbir sünnet kılamaz denecek olursa, farzlarla beraber yapılan sünnetlerin de terkedilmeleri gerekir. Meselâ tekbirde elleri kaldırmayı, “Sübhaneke” okumayı, kıraati yetecek miktardan fazla uzatmayı, rükû ve secde teşbihlerini yapmamalı­dır. Oysa bunu söyleyen kimse yoktur.

Bu konuda Hanbeli ve Maliki mezheplerinin görüşleri de Şafii’ninkine yakındık [249] ve onlar için de aynı sorular akla takılır. Keza onlar da bir ictihatdır ve içtihadın gerektirdiği ölçüde saygı­ya layıktır.

Hanefi mezhebine gelince; bu konuda ilk kaynaklarda pek açıklık olmamakla beraber, Fetevâyı Hindiye’de “el-Hucce”ye dayandırılan aşağıdaki görüş eğer İmam Muhammed’in “el-Hücce ala ehlî’l-Medine”sinde ise mezhebin ilk dönemine ait ol­muş olur. Ancak biz karıştırabildiğimiz kadarıyla orada bu görüşü bulamadık. Deniyor ki: “Fevt olmuş (kazaya kalmış) namazlarla meşgul olmak nafilelerle meşgul olmaktan daha önemli ise evlâ­dır. Ancak bilenin (revatip) sünnetler, Duhâ, Teşbih vb., nafileler bu hükümden müstesnadır.” [250] Bu içtihat Hanefi mezhebinin daha sonraki kaynaklarında değişik ifadelerle de olsa yer alır ve Merhum Ö. Nasuhi Bilmen tarafından en güzel açıklaması ile özetlenir.

Kaza namazları ile iştigal, nafile namazlar ile iştigalden evladır, ehemdir “daha mühimdir.” Fakat farz namazların, müekkede ol­sun, olmasın, sünnetleri bundan müstesnadır. Yani bu sünnetleri terk ederek bunların yerine kazaya niyet edilmesi evlâ değildir. Bilakis bu sünnetlere niyet edilmesi evlâdır. Hatta Kuşluk, Teşbih namazları gibi haklarında asar varid olan (hadis bulunan) nafile namazlar da böyledir. Bunlara da böyle nafile olarak niyet etmek evlâdır. Çünkü bu sünnetler farz namazlarını ikmal eder, bunların telâfisi mümkün değildir, kaza namazlarının ise muayyen vakitleri olmadığı için telâfileri mümkündür.

Böyle olmakla beraber namazları kazaya bırakmak bir günah­tır. Bu günahtan mümkün mertebe kurtulmak için sünnetleri fe­da etmek münasip olmaz. Böyle bir günahı işleyen kimsenin fazla ibadette bulunarak Allah’ın afvına sığınması gerekirken, hakkında Resûlullah’ın şefaatinin tecellisine vesile olacak bir kısım müba­rek sünnetleri terketmesi nasıl uygun olabilir? Hem bir kısım va­kit namazlarını kazaya bırakmak, hem de diğer bir kısım vakit na­mazlarını kendilerini ikmâl eden sünnetlerden tecrid etmek iki kez kusur olmaz mı? Bunun aksine olan bazı nakiller muteber değildir, fetva verilen görüşe zıttır.

Hem sünnetleri, hem de kaza namazlarını kılmaya müsait va­kit bulamadıklarını iddia eden bulunursa, bunlar insaflıca bir iddi­ada bulunmuş sayılmazlar. Beyhude yere en kıymetli vakitlerini zayi eden insanlar bilmem böyle bir iddiaya ne yüzle cüret edebilirler. [251]

Görüldüğü gibi, kaçırılan namazların kaza edilmelerinin fevrîli­ğini (derhal yapılması gereğini) herkes kabul ediyor. Ancak bu fevrîliğe engel olup olmayacak şeylerde ihtilâfa düşüyorlar. Di­ğerlerinin aksine Hanefiler, sünnetleri kılmanın fevrîliği engelle­meyeceğini söylüyorlar.

İşte meselenin özeti bundan ibarettir. Hal böyle iken bu ko­nuda herkesi kendi mezhebinin görüşüne uymaya zorlamak, Hanefilerin dahi kendi mezheplerinin görüşüne göre amel edemeyeceklerini söylemek İslâmı ve mezhepleri bilen ve akıllı olan adamların işi değildir. Üstelik böyle bir içtihadı, günümüzde ictihat yapılmasına karşı çıkanlar yaparlarsa daha ayıp olur. Kısaca mesele naslarla değil, içtihatlarla belirlenmiştir ve herkes benimsediği ve tabi olduğu mezhebi tatbik eder. Hanefiler için fetva ise yukarıda verdiğimiz görüştür. Ancak, Allah bilir ya, şöyle diyen birisinin de haklılık payı olabilir:

Mesele hakkında Hanefi mezhebinden İbn Nüceym gibilerin Şafii görüşüne meyletmeleri de hesaba katılarak, kırkbeş-elli yaş­larından sonra namaza başlamış birisi gibi çok fazla kaza namazı olanların, sünnet yerine terkettiği farzların kazalarını kılmaları daha uygundur. Ancak bu görüşü ta’mim etmek ve bununla fetva vermek doğru olmaz. [252]

[247] İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ
[248] er-Ramlî, Fetâva, 1/217
[249] bkz., Merdavî el-İnsaf, 1/443;” Cezîn”, Kitabu’l-fıkh, 1/491-92
[250] Hindiyye, 1/125
[251] Bilmen, İlmihal, 166 (md299).
[252] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 103-107.

5 Temmuz 2018 Perşembe

Namaz Kılmayanın Cenaze Namazı


Soru: Ömründe bir kez olsun camiye gelmeyen kişinin cenaze namazı kılınır mı? Eğer kılınmazsa, kıldırmış olanın kıldırmaktan dolayı sorumluluğu İslâm’a göre nedir? Kılanların da bîr sorumluluğu var mıdır?

Cevap: Fıkıh kitaplarımızda bir ölüye cenaze namazı kılınabilmesinin şartları sayılırken birinci olarak müslüman olması zikredilir. [241] Bize göre “amel imandan bir cüz olmadığından” yani ibadet ve hayır adına hiç birşey yapmayan birisi dahi Allah’a ve Rasulüne eksiksiz inanmakla müslüman olacağından, ölünce na­mazı kılınır ve müslümanca defnedilir. Yeter ki, müslüman oldu­ğu bilinsin. Bu da üç yolla olur:

Müslüman olduğu ya kendisinden duyulmuş olur, ya ebeveyninden biri müslüman olmuş olur, ya da bir müslüman ülkesinde (halkının kahir ekseriyeti müslüman bir ülkede) bulunmuş olur. Bunların hiçbirisi bilinmese ve mükel­lef yaşa gelmiş bir gence İslâm’ın ne olduğu sorulduğunda birşey söyleyemese ve bu durumda oluverse, namazı kılınmaz. [242] Çünkü ölünün üzerine namaz kılmak, onun için Allah’tan mağfi­ret ve şefaat dilemek demektir. Halbuki, Allah “yetmiş defa mağ­firet dilense dahi onları bağışlamayacağını” [243] söyle­mektedir. Ayrıca “Onlardan ölen kimsenin üzerine sakın namaz kılma” [244] demektedir. Bu yüzden İbn Abidîn, Karafî’den naklen, kâfir olarak öldüğü bilinen birisi için “mağfiret” du­asında bulunmanın küfür olduğunu söyler. Çünkü Allah “bağışla­mayacağını” derken, onun hâlâ bağışlama dilemesi, sanki Allah’a “sen iyi yapmıyorsun, gel bu fikrinden vazgeç” demek, dolayısı ile ona eksiklik isnad etmek [245]demektir. 


Ayrıca ırk üstünlüğüne dayalı kavgalarda ölenin namazı da- yıkansa dahi-kılınmaz. Ebu Yusufa göre, birisinin malını çalar­ken ya da aşırırken ölenin ve kendini öldürenin (intihar edenin) namazı da kılınmaz. Diğer imamlar, intihar, dayanılmaz bir ağrı­dan (ya da müslümanlar aleyhine sır vermemek için) ise namazı kılınır derler. Çünkü bu mü’mindir, olsa olsa günahkâr olmuş olur. (Sır vermemek için intihar eden belki ecir de alır.) Ebevey­ninden birini kasten öldürenin, meşru idareye isyan halinde öldü­rülen bâğînin (teröristin), bu suçu işlemekte olduğu halde yol ke­sicinin, müslümanları pusu kurup öldürenin de namazları kılınmaz. [246]

[241] Tahtavî, 479; M. Zihnî, Nimet-i İslâm, 532
[242] agk; Namazı kılınmayanlar konusunda geniş bilgi için bk. İbrahim el-HaIebî, Haleb-i Kebîr, 590 vd; Kâsânî, Bedâyi, l/313
[243] Tevbe: 9/80
[244] Tevbe: 9/80
[245] İbn Abidin, Dürrü’l-Muhtar, 1/522-23; Kafire dua ve kafirin duası ko­nularında ayrıca bk. Fetâvây-ı Hindiye, V/319, 348; Fetâvây-ı Bezzâzîye, VI/355, 360
[246] Tahtâvi, 497-98; M. Zihnî, 54 I -42; Fetâvây-ı Hindiye, 1/163. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 101-103.

http://ulumulislam.com/tag/faruk-beser-fetvalar/

1 Temmuz 2018 Pazar

Üç kere boşanmış kadının başkasıyla evlenmeden eski kocasına dönememesi ve hülle


Soru:

Aklıma takılan bir konu var ve bunu size kısaca sormaya çalışacağım.
Dinimizce bir evli çift üç kez boşandıktan sonra kadın ancak başka bir erkekle evlenirse ve daha sonra boşanırsa eski eşiyle tekrar evlenebiliyor. Bu durum benim biraz aklımı karıştırıyor ve sebebini anlamakta güçlük çekiyorum
Eğer mümkünse ve vaktiniz müsade ettiği ölçüde cevap yazarsanız çok sevinirim.

Cevap:

Aile kurumu insan ferdi ve cemiyeti bakımından çok önemli bir kurumdur. Bu önemli fonksiyonunu yerine getirebilmesi için de istikrarlı, huzurlu, mutlu olmaya elverişli olması gerekir. Geçimsizliğin, kavganın, gerginliğin, ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmenin süregeldiği bir aile düşünelim, bu ailenin iki tarafı da mutlu ve huzurlu olamaz, olamayınca dünya ve ahirete yönelik faaliyetlerinde de verimli ve başarılı olamazlar. Kafalarında daima "ben ne olacağım, biz ne olacağız..." sorusu bulunur. Çocuklara gelelim; onlar da mutlu, huzurlu ve başarılı olamazlar, aile kurumunun saygınlığı, aile yuvasının en sıcak, en güvenli yuva olduğu konularında yanlış bilgi, olumsuz duygu ve şuur edinirler. Bu sebeple İslam, evlilik birliğini, başka dinlerde ve hukuk sistemlerinde olduğu gibi, şartlar ne olursa olsun devam edecek veya eşya alımı gibi kutsallığı ve saygınlığı bulunmayacak bir akit olarak telakki etmemiş, orta bir yol tutmuştur. Boşanma Allah'ın sevmediği bir tasarruftur, bu sebeple boşamadan önce sabırla ve ısrarla devam etmeyi denemek gerekir. Ancak iki tarafın veya tek tarafın olanca gayretine rağmen evlilik birliğinin, yukarda işaret edilen fonksiyonu yerine getirerek devam etmesi mümkün görülmediği, bu kanaat hasıl olduğu zaman da ayrılma meşru olacaktır. Denemenin bir boyutu da, geri dönüş mümkün olacak şekilde boşanmadır. Böyle bir boşanma sonunda da iddet dolunca (kadının bir başkasıyla evlenmesi yasak olan süre geçince) kadın, önceki kocasıyla evlenmek mecburiyetinde değildir, onunla olduğu gibi başka biriyle de evlenebilir. Diyelim ki bir başkasıyla evlendi, bununla da sürdüremedi veya bu kocası öldü, şimdi isterse eski kocasıyla yeniden, istemezse başkasıyla evlenebilir. Geri dönüşü mümkün olmayan boşama, üç ayrı zamanda (kadın âdet görüp temizlendikçe cinsel temas yapmadan üç ayrı ay içinde) yapılan üç boşamadır. Bir ay (temiz hal) içinde birden fazla boşama bir boşama olarak değerlendirilir. Ailenin istikrarını koruyabilmek için "boşanıp boşanıp yeniden evlenmeyi zorlaştırarak sınırlayan bir tedbir zorunlu olmaktadır. İşte bu tedbir, üçüncü kez boşamadan sonra, aynı çiftin yeniden evlenmesini yasaklamaktır. Bu yasak da ebedi değildir; bir başkası ile aile kurup yaşamak üzere evlenip sonra geçimsizlik yüzünden veya başka sebeplerle ayrılan kadın -kendisini vaktiyle üç kere boşamış olan- eski kocasıyla isterlerse evlenebilecektir; çünkü muhtemelen çocukları vardır, ayrılığın doğurduğu problemler olmuştur. Yalnızca beklemek değil, bir başka ciddi ve samimi evlilik yaparak deneyimi geliştirmek, insanlar tanımak, evlilik birliğini koruma ve aksaklıklara tahammül etme gücünü arttırmış olabilir. İşte bu vb. gerekçelerle, öyle bir deneyimden sonra yine geçimsizlik, yine boşanma veya ölüm olur da eski eşle yeniden bir deneme yapma ihtiyaç ve isteği bulunursa buna izin ve imkan verilmiştir.
Tarihte ve günümüzde hülle diye meşhur olan, fakat meşru olmayan, İslam'a aykırı olduğu halde ona yamanan bir uygulama vardır. Buna göre, çoğu kez geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde boşama gerçekleşmediği halde önce karının -bir başka kocaya varmadıkça- eski kocası ile yeniden evlenemeyeceğine fetva verilmekte, sonra bunu sağlamak için bir geçici koca (hülleci) bulunmakta, bununla bir evlenme akdi yapılarak kadınla cinsel temas yapması sağlanmakta, sonra -bazan zor kullanarak- hüllecinin kadın boşaması temin edilmekte, zorunlu süre beklendikten sonra -hatta cehalet yüzünden bazan süre de beklenmeden- eski kocaya nikahlanmaktadır. Bu uygulamanın İslam'a aykırı, iğrenç ve çirkin tarafların sıralayalım:
a) Bir kadın boşanınca âdet görüyorsa üç âdet görüp temizleninceye kadar beklemesi (iddet) gerekir, beklemeden başka bir kocaya varamaz. Kocası ölen kadının iddeti ise dört ay on gündür.
b) Geçici evlilik yapmak haramdır. Hülle evliliğinde taraflar, akit yaparken söylemeseler bile daha önce bu evliliğin geçici olduğu, birleştikten sonra boşama yapılacağı üzerinde anlaşmaktadırlar.
c) Peygamberimiz, aile kurmak için değil de, boşanmış kadının eski kocası ile evlenmesini sağlamak için nikah yapan erkeğe "kiralık teke" adını vermiş ve bunu yapanlara lanet okumuştur.
d) Hülleci, ortada geçerli bir sebep bulunmadığı halde karısın boşamakta, Allah'ın sevmediği bir şey yapmaktadır.
Hüllecilik İslam'a aykırıdır, üç ayrı zamanda, geçerli bir şekilde boşanmış bir kadının, aynı koca ile dördüncü kez evlenmesi caiz değildir.
Yukarda açıklanan gerekçelere dayalı olarak, üç kere boşanmış, iddetini doldurmuş, samimi ve ciddi olarak (aile kurup yaşamak amacıyla) başka birisiyle evlenmiş, ama bu evliliği de sürdüremediği için boşanmış veya bu ikinci kocası ölmüş bir kadın, yine iddetini doldurduktan sonra eski kocası ve muhtemelen çocuklarının da babası olan adamla isterlerse yeniden evlenebilirler. Geçirilen bunca tecrübe bu ikinci evliliğin sürekli olmasına yardımcı olabilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00088.htm