6 Şubat 2016 Cumartesi

610.SÜNNETE UYGUN İBADET-37-Cihadın Fazileti

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu bölümdeki 6 ayeti kerimeden, müşrikler nasıl ki her an müslümanlarla savaşıyorlarsa müslümanların da topyekün savaş üzere olmaları gerektiğini, hoşumuza gitmese bile savaşın farz kılındığını, mal ve canlarla her an ağır veya hafif silahlarla savaşa çıkılması gerektiğini, Allah’ın mü’minlerin can ve malları karşılığında kendilerine cenneti vereceğini ve bu alışverişe sevinilmesi gerektiğini, oturan kimselerle cihad edenlerin derece bakımından bir olmadıklarını, acıklı azaptan kurtaracak en kazançlı ticaret yolunu öğreneceğiz. 


68 hadis-i şeriften de; Allah katında en faziletli amellerin neler olduğunu, insanların en üstün derecelisinin kim olduğunu Allah için İslam davası uğrunda yürümek ve nöbet tutmanın dünyadan ve içindeki her şeyden hayırlı olduğunu, şehidliğin derecesini, İslam için hududlarda nöbet bekleyenlerin şehid olmaları halinde defterlerinin kapanmayacağını, Allah yolunda bir gün nöbetin diğer bin günlük nöbetlerden hayırlı olacağını, şehidlerin Allah katındaki durum ve derecelerini ve şehidlikle alakalı ne mesajlar verdiklerini, dağ başlarına çekilmeyip cihad etmenin yetmiş yıl namaz kılmaktan hayırlı olduğunu, deve sağılacak kadar bir süre cihad edilirse cennete girileceğini, Allah yolunda cihad edene denk bir işin bulunmadığını, hayırda olan kimselerin hangileri olduğunu, mücahidlere hazırlanan yüz derecenin her birinin arasının yerle gök arası kadar olduğunu, cennetin kılıçların gölgesi altında olduğunu, ayakları Allah yolunda tozlanana cehennem ateşinin dokunmayacağını, Allah korkusundan ağlayan kimsenin cehenneme girmeyeceğini, cihadın tozu ile cehennemin dumanının bir kul üzerinde birleşmeyeceğini, nöbet bekleyen ve Allah korkusundan ağlayan göze ateşin dokunmayacağını, cihada gideni donatan kimse ile mücahidin arkada kalan kimselerine bakanın aynı sevabı alacaklarını, sadakaların en faziletlisinin neler olduğunu, genel seferberlik olmadığı zamanlarda savaşa iki erkekten biri katılırsa sevabın, ikisi arasında ortak olduğunu önce müslüman olup müslümanlar safında savaşa devam edip şehid olan ve az çalıştı çok kazandı sözüne muhatap olan sahabinin durumunu, cennete girenlerden sadece şehitlerin dünyaya dönüp tekrar şehid olmayı istediklerini, şehidin kul borcu dışında her günahına şehidliğin kefaret olduğunu, şehidlerin ne büyük mükafatlarla cennette mükafatlanacaklarını, şehidliği gönülden arzu eden kimsenin şehid olmasa bile o sevaba nail olacağını, şehidin vefat ederken karınca ısırması kadar acı duyduğunu, savaşın istenmeyeceğini savaş çıkarsa da sabredilmesi gerektiğini, duanın kabul olunacak iki vaktini, savaşa çıkılınca nasıl dua edileceğini, savaş vasıtası olan atların hayır olduğunu, İslam düşmanları için savaş hazırlığı yapmanın gerekliliğini, savaş eğitiminden usanılmaması gerektiğini, savaş eğitimini öğrenip terk eden kimsenin müslüman olmayacağını, Allah için savaş aleti yapan, atan ve ona yardımcı olanların cennete gireceğini, savaş eğitimi için verilen emirleri Allah yolunda atılan bir okun köle azadına denk olduğunu, Allah yolunda malını harcayana 700 misli sevap verileceğini, Allah yolunda oruç tutanın mükafatını, İslam uğrunda savaş endişesi duymayan kimsenin nifak üzere öleceğini, savaşa mazeretleri dolayısıyla katılamayıp, fakat niyetleri halis olanların aynı sevaba nail olacaklarını, savaşta ölenlerin hepsinin şehid olmadığını, ancak Allah’ın dini yüce olsun diye savaşanların şehid olacaklarını, gazilerin ganimet alarak dünyada ecirlerini aldıklarını, ganimet elde edemeden şehid düşenlerin tüm ecirlerinin cennette verileceğini, Allah rızasını kazanmak için yapılacak seyahatin dahi cihat gibi sevap olacağını, savaşa gitmek ve gelmekte de aynı sevabın olduğunu, bir kimse savaşa çıkmaz, savaşa çıkan mücahidi techiz etmez veya mücahidin ailesine yardımda bulunmazsa Allah’ın o kimseyi kıyametten önce büyük bir belaya uğratacağını, cihadın mal, can ve dillerle de olabileceğini, harbin hileden ibaret olduğunu öğreneceğiz. [1]

“...Bununla beraber o kafir ve müşrikler sizinle, nasıl topyekün savaşıyorlarsa, siz de Allah’tan başkalarına ilahlık yakıştıranlarla öylece topyekün savaşın; ve bilin ki, Allah, yolunu yordamını kendi kitabıyla bulmaya çalışanlarla beraberdir.” (Tevbe: 9/36)

“Ey inananlar! Gerçi hoşunuza gitmez, ama savaş size farz kılındı. Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda iyi olabilir ve yine hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Allah bilir, ama siz bilmezsiniz bu gerçekleri.” (Bakara: 2/216)

“Sizin için kolay da olsa, zor da olsa, gerek hafif gerek ağır olarak hangi halde bulunursanız bulunun, hep birlikte savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda yürekten çaba gösterin, eğer bilirseniz bu sizin kendi iyiliğiniz içindir.”(Tevbe: 9/41)

“Bilesiniz ki Allah, kendi yolunda savaşan, öldüren ve öldürülen mü’minlerden, canlarını ve mallarını satın almıştır, hem de karşılığında cenneti vererek. Bu O’nun yerine getirilmesini Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da bizzat güvence altına aldığı gerçek bir vaattir. Kimdir verdiği sözü Allah’tan iyi tutan? o halde yaptığınız alım satımdan dolayı, müjdelenip sevinin, çünkü en büyük kurtuluş ve bahtiyarlık budur.” (Tevbe: 9/111)

“Bir mazeretleri olmaksızın mücadeleden kaçınan mü’minler ile, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla çaba gösterenler bir olamaz. Allah mallarıyla canlarıyla çaba gösterenleri, mücadeleden kaçınanlardan daha üstün bir mertebeye yüceltmiştir. Gerçi Allah tüm mü’minlere sonuçta güzellik vaad etmiş olmasına rağmen, Allah, yolunda çaba gösterenleri büyük bir mükafat vaad ederek, mücadeleden kaçınanlardan üstün kılmıştır. Kendi katından onlara büyük mertebeler bağış ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (Nisa: 4/95-96)

“Ey iman edenler! Sizi hem bu dünyada, hem de öteki dünyada şiddetli bir azaptan koruyup kurtaracak bir alışveriş göstereyim mi size. Allah’a ve peygamberine inanır, Allah yolunda malınız ve canınızla gayret gösterirsiniz. Bu sizin için en iyi olan harekettir, keşke bilseydiniz. Eğer böyle yaparsanız Allah günahlarınızı bağışlayacak ve sizi öteki dünyada içinden ırmaklar akan bahçelere ve bu sonsuz mutluluk bahçelerindeki, güzel köşklere sokacaktır. İşte bu büyük bir kurtuluştur. Allah size seveceğiniz bir iyilik daha verecektir ki, o da düşmanlarınıza karşı her zaman yardım etmesi ve yakın bir zamanda nasip olacak ülkelerin fethidir ki, Ey Muhammed mü’minlere bu fethi ve yardımı şimdiden müjdele.”(Saff: 61/10-13)

1288. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallallahu aleyhi ve sellem'e:

–Hangi amel daha faziletlidir? diye soruldu.

–"Allah'a ve Resûlüne inanmak" buyurdu.

–Sonra hangisi? denildi.

–"Allah yolunda cihad etmek" karşılığını verdi.

–Bundan sonra hangisi? denilince:

–"Allah katında makbul olan hactır" buyurdular.[2]


1289. İbni Mes'ûd radıyallahu anh şöyle dedi:

–Yâ Resûlallah! Hangi amel Allah'a daha sevimlidir? dedim,

–"Vaktinde kılınan namaz" buyurdu.

–Sonra hangisidir? diye sordum,

–"Ana babaya iyilik etmek" diye cevap verdi.

–Ondan sonra hangisidir? dedim,

–"Allah yolunda cihad etmek" buyurdular.[3]


1290. Ebû Zer radıyallahu anh şöyle dedi:

–Yâ Resûlallah! Hangi amel daha faziletlidir? diye sordum,

–"Allah'a iman ve Allah yolunda cihaddır" buyurdular.[4]


1291. Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah yolunda yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü, hiç şüphesiz dünyadan ve dünya varlıklarından daha hayırlıdır."[5]


1292. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, bir adam Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem' e gelerek:

–İnsanların hangisi daha üstündür? diye sordu. Peygamberimiz:

–"Allah yolunda canıyla ve malıyla cihad eden kimse" buyurdu. Adam:

–Sonra kimdir? diye sordu. Efendimiz:

–"Bir vadiye çekilip Allah'a ibadet eden ve insanları şerrinden uzak tutan kimse" buyurdular.[6]


1293. Sehl İbni Sa'd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah yolunda bir gün hudut nöbeti tutmak, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin kamçısının cennetteki yeri, dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır. Kulun Allah Teâlâ'nın yolunda akşamleyin veya sabah erken vakitteki yürüyüşü de dünyadan ve dünya üzerindeki şeylerden daha hayırlıdır." [7]


1294. Selmân radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken işittim demiştir:

"Bir gün ve bir gece hudut nöbeti tutmak, gündüzü oruçlu gecesi ibadetli geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şayet kişi bu nöbet esnasında vazife başında iken ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevabı kıyamete kadar devam eder, şehid olarak rızkı da devam eder ve kabirdeki sorgu meleklerinden güven içinde olur." [8]

* Bu konuda Al-i İmran: 3/169 ve 200. ayet ve Enfal: 8/60. ayet ve tefsirine de bakılabilir. [9]

1295. Fadâle İbni Ubeyd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Hudutta Allah yolunda nöbet tutanlar dışında her ölenin ameli sona erdirilir. Hudutta nöbet tutarken ölenin yaptığı işlerin sevabı kıyamet gününe kadar artarak devam eder, kabirdeki imtihanda da güvenlik içinde olur."[10]


1296. Osman radıyallahu anh 'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah yolunda hudutta bir gün nöbet tutmak, başka yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha hayırlıdır."[11]


1297. Ebû Hüreyre radıyallahu anh 'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah Teâlâ kendi yolunda cihada çıkan kimseye, onu sadece benim yolumda cihad, bana îman, benim resullerimi tasdîk yola çıkarmıştır, buyurarak kefil olur. Allah, o kimseyi şehid olursa cennete koymaya, gazi olursa manevî ecre ve dünyalık ganimete kavuşmuş olarak, evine döndürmeye kefil olmuştur. Muhammed'in canını kudretiyle elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda açılan bir yara, kıyamet gününde açıldığı gündeki şekliyle gelir: Rengi kan rengi, kokusu misk kokusudur. Muhammed'in canını kudretiyle elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer müslümanlara zor gelmeseydi, Allah yolunda cihada çıkan hiçbir seriyyenin arkasında asla oturup kalmazdım. Fakat maddî güç bulamıyorum ki onları sevkedeyim, onlar da bu gücü bulamıyorlar. Benden ayrılıp geride kalmak ise onlara zor geliyor. Muhammed'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad edip öldürülmeyi, sonra cihad edip yine öldürülmeyi, sonra tekrar cihad edip tekrar öldürülmeyi çok arzu ederdim." [12]


1298. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh 'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah yolunda yaralanan bir kimse, kıyamet gününde yarasından kan akarak Allah'ın huzuruna gelir. Renk, kan rengi, koku ise misk kokusudur."[13]


1299. Muâz radıyallahu anh 'den rivayet edildiğine göre, Nebiy–yi Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Müslümanlardan bir şahıs, deve sağılacak kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, cennet onun hakkı olur. Allah yolunda yaralanan veya bir sıkıntıya düşen kimse, kıyamet gününde yaralandığı gün gibi kanlar içinde Allah'ın huzuruna gelir. Kanının rengi zağferân gibi kıpkırmızı, kokusu da misk kokusu gibidir."[14]


1300. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Burası çok hoşuna gitti ve:

–Keşke insanlardan ayrılıp şu dağ kısığında otursam. Ama Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'den izin almadan bunu asla yapmam, dedi. Sonra arzusunu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e anlattı. Peygamberimiz:

–"Böyle bir şey yapma. Çünkü sizden birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarfetmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmasından daha faziletlidir. Allah'ın sizi bağışlamasını ve cennete koymasını istemez misiniz? O halde Allah yolunda cihada çıkınız. Kim devenin sağılacağı kadar bir süre Allah yolunda cihad ederse, mutlaka cennete girer" buyurdu.[15]


* Uzlet yani insanlardan uzak kendi halinde yaşamak dünyanın tabii güzelliklerinden istifade edip toplumdan uzak kalmak Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem tarafından kabul edilmemiş, 5-10 dakika gibi kısa bir süre dahi olsa Allah yolunda onun rızasını kazanacak ameller yapmanın müslümanı cennete sokabileceğini duyurmuş, bu gayret ve çabanın kişinin evinde veya kendi başına başka tenha bir yerde yetmiş yıl namaz kılmasından daha hayırlı olacağını belirtmiştir. Bunun için her Müslüman durumu ve bilgisi ne olursa olsun Allah rızası ve cenneti kazanmak için toplumdaki yerini mutlaka alacak ve bir gayret içinde olacaktır. Hadisten bunu anlamalıyız. [16]

1301. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûl–i Ekrem Efendimiz'e:

–Yâ Resûlallah! Allah yolunda cihada denk hangi iş vardır? denildi.

–"Ona denk bir iş bulamazsınız" buyurdu. İki veya üç defa aynı soruyu tekrarladılar; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de her defasında "Ona denk bir iş bulamazsınız" cevabını tekrarladı. Daha sonra şöyle buyurdu:

"Allah yolunda cihad eden kimsenin benzeri, gündüzleri oruç tutan, geceleri namaz kılan, Allah'ın âyetlerine hakkıyla itâat eden ve Allah yolunda cihad eden kimse, cepheden dönünceye kadar, namaza ve oruca hiç bir şekilde ara vermeyen kimsenin benzeridir."[17]
Buhârî'nin rivayeti şöyledir:

Bir adam:

–Yâ Resûlallah! Bana cihada denk bir iş gösterseniz? dedi. Resûl–i Ekrem:

–"Cihada denk olacak bir iş bulamıyorum ki" buyurdu; sonra da şöyle devam etti:

"Allah yolunda cihad eden kimse yola çıktığında, sen de mescidine girip hiç ara vermeden namaz kılmaya, hiç iftar etmeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?" Soruyu soran kişi:

–Buna kim güç yetirebilir ki? dedi.[18]

1302. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"İnsanların en hayırlı geçim yolu tutanlarından biri, Allah yolunda atının dizginine yapışıp, onun üzerinde âdeta uçan kimsedir. Düşman geldiğine dair bir ses veya düşman üzerine hücum feryadı işittiğinde, düşmanın bulunması muhtemel yerlere atının üzerinde uçarcasına saldırıp, öldürmeyi ve ölmeyi göze alır. Bir diğeri de, bir tepenin başında veya bir vadinin içinde koyuncuklarının arasında namazını kılan, zekâtını veren ve kendisine ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet eden kimsedir. İnsanlardan ancak bu şekilde yaşayan kimseler hayırdadır."[19]
* Bu hadis ile 1298 numaralı hadis birbirine zıd gibi görünürse de öyle değildir. Buradaki fitnelerin çıktığı zamanlarda insanların uzlet için dağ başlarına çıkmaları kastedilmektedir. Bunun için 596-600 numaralı hadislere bakınız. [20]


1303. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah yolunda cihad edenler için Allah Taâlâ cennette yüz derece hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır."[21]


1304. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, resûl olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e inanıp razı olan kimse cenneti hak eder." Bu söz Ebû Saîd'in çok hoşuna gitti ve:

–Yâ Resûlallah! Bu sözü bana tekrarlasanız, dedi. Peygamber Efendimiz sözünü tekrarladı; sonra da şöyle buyurdu:

"Bir başka haslet daha vardır ki, onun sayesinde Allah kulunu cennette yüz derece yükseltir. Her bir derecenin arası da yerle gök arası kadardır." Ebû Saîd:

–O haslet nedir, yâ Resûlallah? diye sordu. Hz. Peygamber:

"Allah yolunda cihad, Allah yolunda cihaddır" buyurdu.[22]


1305. Ebû Bekr İbni Ebû Mûsa el–Eş'arî şöyle dedi:

Babam Ebû Mûsa radıyallahu anh'i düşmanın karşısında durup:

Ben Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i: "Şüphesiz cennet kapıları kılıçların gölgeleri altındadır" derken işittim. Bunun üzerine üstü başı perişan biri ayağa kalkıp:

–Ey Ebû Mûsa! Bu sözü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem söylerken sen mi işittin? diye sordu. Ebû Mûsa:

–Evet, ben işittim, cevabını verdi. Bunu duyan adam, arkadaşlarının yanına dönüp:

–"Sizleri selâmlıyorum" dedi ve kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve ölünceye kadar düşmanla savaştı.[23]


1306. Ebû Abs Abdurrahman İbni Cebr radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah yolunda ayakları tozlanan bir kula cehennem ateşi dokunmaz."[24]


1307. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah korkusundan ağlayan bir kimse, sağılan süt tekrar memeye girmedikçe cehenneme girmez. Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennem dumanı bir kulun üzerinde birleşmez."[25]


1308. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Allah korkusundan ağlayan göz ve Allah yolunda nöbet bekleyerek geceleyen göz."[26]


1309. Zeyd İbni Hâlid radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim Allah yolunda cihada gidecek bir gaziyi donatır, cihad için gerekli olan ihtiyaçlarını karşılarsa, bizzat cihada gitmiş gibi sevap kazanır. Cihada giden gazinin arkada bıraktığı ailesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan da bizzat cihad yapmış gibi sevap kazanır."[27]


1310. Ebû Ümâme radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Sadakaların en faziletlisi Allah yolunda kurulan bir çadırın gölgesi, Allah yolundaki bir mücâhide verilen hizmetçi ve Allah yolunda bağışlanmış bir erkek devedir."[28]


1311. Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Eslem kabilesinden bir delikanlı:

–Yâ Resûlallah! Ben cihada katılmak istiyorum, fakat savaşabilmem için gereken malzemeyi temin edecek durumda değilim, dedi. Peygamber Efendimiz:

–"Filân adama git. O, cihada katılmak üzere hazırlanmıştı; fakat hastalandı" buyurdu. Delikanlı Hz. Peygamberimiz'in dediği kişiye gidip:

–Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana selâm ediyor ve savaşa gitmek için hazırladığın malzemeleri bana vermeni söylüyor, dedi. Bunun üzerine adam hanımına seslenerek:

–Hanım! Savaş için hazırladığım şeyleri bu delikanlıya ver; onlardan hiçbir şey alıkoyma. Allah hakkı için onlardan hiçbir şey bırakma ki, berekete nail olasın, dedi.[29]


1312. Ebû Saîd el–Hudrî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Benî Lihyân üzerine asker gönderdi ve:

“İki erkekten biri cihada gitsin; elde edilecek sevap ikisi arasında ortaktır" buyurdu.[30]


* Her zaman genel seferberlik ilan edilmez, bazen de cihada gidebilecek kimselerin yarısına ihtiyaç duyulursa o cihadda kazanılacak sevap, gazaya gidenle geride kalan kimseyle müşterek olmuş oluyor.

Hayati bir zaruret ve tehlike olmadıkça bütün insanların cepheye gitmesi de gerekmez. Cepheye gitmeyenler kaldıkları memleketlerinde diğer görevleri yaptıkları takdirde cihada katılmış gibi sevap kazanırlar. [31]


1313. Berâ radıyallahu anh şöyle dedi:

Tepeden tırnağa silâhlı bir adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve:

–Yâ Resûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım? dedi. Resûl–i Ekrem:

–"Önce müslüman ol, sonra savaş" buyurdu. Bunun üzerine adam müslüman oldu, sonra savaştı ve neticede şehit oldu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

–"Az çalıştı, çok kazandı" buyurdu.[32]


* Bu hadis bilhassa bugünün müslümanı için çok büyük mesajlar yüklü, şimdi insanlar istikbalde hedefledikleri şeylere ulaşmak için tam gayret ve kuvvetlerini birleştirip çalışıyorlar ama esas yapılması gerekeni unutuyorlar. Önce müslüman olmalı, sonra İslamın Kur'an'ın emri ne ise onu yapmalı. Sıralamada yapılan hatadan dolayı insanlar kendi elleriyle kendilerini ateşe atıyorlar, hem bu dünyaları huzursuz, hem de öteki dünyaları perişan oluyor. Şimdilik bu işi yaparım, ileride işleri yoluna koyunca veya emekliye ayrılınca, iyi bir müslüman olurum diye müslüman olmak erteleniyor, belki de işler yoluna konulmadan ve emeklilik gerçekleşmeden ecel yakalayıveriyor ve iş tümden bitiyor. Allah korusun cümlemizi.[33]

1314. Enes radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisinin olsa bile dünyaya geri dönmeyi arzu etmez. Sadece şehit, gördüğü aşırı itibar ve ikram sebebiyle tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister."


Bir rivayette: "Şehitliğin faziletini gördüğü için" denilir.[34]


1315. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Şehidin kul borcu dışındaki bütün günahlarını Allah bağışlar."[35]


* Yani şehidlik kul borcu dışındaki tüm günahlara keffaret olmuş oluyor. Bu konuda 943 no'lu hadise ve 1371 nolu hadisin açıklamasına bakınız. [36]

1316. Ebû Katâde radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâb arasında ayağa kalktı ve "Allah yolunda cihad ve Allah'a iman etmek amellerin en faziletlisidir" diye hatırlattı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp:

–Yâ Resûlallah! Şayet Allah yolunda öldürülürsem, bu benim günahlarıma kefâret olur mu? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:

–"Evet, şayet sen sabrederek, ecrini de sadece Allah'tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur" buyurdu. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

–"Nasıl demiştin?" diye sordu. Adam:

–Şayet ben Allah yolunda öldürülürsem günahlarıma kefâret olur mu? diye sözünü tekrarladı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona:

–"Evet, şayet sen sabrederek, ecrini sadece Allah'tan bekleyerek, cepheden kaçmaksızın düşmana karşı koyup Allah yolunda öldürülürsen, günahlarına kefâret olur. Ancak borçların bunun dışındadır. Bunu bana Cibrîl söyledi" buyurdu.[37]


* Cepheden kaçmamak şartıyla Allah'ın dini olan İslam'ı diğer tüm dinlere ve hayat tarzlarına üstün gelsin için sabır ve metanetle kim savaşıp, gayret edip o gayret içerisinde de ölür veya öldürülürse o kimse gerçek manada şehid olur. Kul borçları haricindeki tüm günahları da Allah tarafından bağışlanır. Cihad geniş anlamıyla Allah'ın adını yüceltmek ve hak din olan İslamı bütün insanlığa ulaştırmak için yapılan tüm savaşlar, dini tebliğ faaliyetleri ve her türlü İslami çalışma ve gayreti de içine alır. Şehidlik alelade bir ölüm değildir. Dünyada ulaşılabilecek en büyük mertebedir. [38]

1317. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:

Bir adam:

–Yâ Resûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem ben nerede olacağım, dedi. Resûl–i Ekrem:

–"Cennette" diye cevap verdi. Bunun üzerine adam elinde bulunan hurmaları attı, sonra düşmanla savaştı ve neticede şehit düştü.[39]


1318. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabı yola çıktı ve müşriklerden önce Bedir'e vardılar. Müşrikler de geldiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Sizden hiçbiriniz, ben başında olmadıkça herhangi bir şey yapmasın". Sonra müşrikler yaklaştı; bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!" buyurdu. Enes der ki:

Ensardan Umeyr İbn Hümâm radıyallahu anh:

–Yâ Resûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi? diye sordu. Peygamberimiz:

–"Evet" buyurdu. Umeyr:

–Ne iyi, ne âlâ! dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

–"Niye öyle söyledin?" diye sordu. Umeyr:

–Allah'a yemin ederim ki, yâ Resûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka maksadım yok, dedi. Resûl–i Ekrem:

–"Şüphesiz sen cennetliksin" buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından bir kaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra:

–Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır, diyerek elindeki hurmaları attı, sonra şehit oluncaya kadar müşriklerle savaştı.[40]


* Hayırlı işlerde acele etmek gerekli zaman kaybetmeden o işi yapıp sevabına nail olmak ve hayrı gerçekleştirmek esastır. [41]

1319. Yine Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Birtakım kimseler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek, bize Kur'an'ı ve Sünnet'i öğretecek insanlar gönderseniz, dediler. Resûl–i Ekrem, içlerinde dayım Harâm'ın da bulunduğu, ensârdan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur'an okuyor, geceleri onu aralarında müzakere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyor, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî sallallahu aleyhi ve sellem onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar (öldürülmeden önce):

–Allahım! Bizim haberimizi Peygamberimiz'e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden razı olduk; sen de bizden razı oldun, dediler.

Bir adam, yaklaşıp Enes'in dayısı Harâm'a mızrağını sapladı, hatta vücudunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm:

–Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki, cenneti kazandım gitti, dedi. Bu olay üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar hem de şöyle dediler: Allahım! Bizim haberimizi Peygamberimiz'e ulaştır. Bizler sana kavuştuk ve senden razı olduk; sen de bizden razı oldun" buyurdu.[42]


* İslam Tarihinde Bi'ri Maune faciası diye bilinen bu olay H. 4. yılda olmuştur. Necidlilerden Beni Süleym kabilesi Ri'l, Zekvan, Usayye ve Beni Lihyan kolları ile birlikte gelip düşmanlarına karşı imdad ve Kur'an hadis öğretecek öğretmenler istemek üzere gelmişlerdi. Fakat yolda hepsi müşrikler tarafından şehid edildiler, bunların haberlerini de Cibril Peygamberimize bildirmiştir. Bu konuda geniş bilgi için İslam Tarihi kitapları Asrı Saadetten 1/270 ve Tecrid Tercemesi 3/240 sayfalarına bakılabilir. [43]

1320. Yine Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Amcam Enes İbni Nadr radıyallahu anh Bedir Savaşı'na katılmamıştı. Bu ona çok ağır geldi. Bu sebeple:

–Yâ Resûlallah! Müşriklerle yaptığın ilk savaşta bulunamadım. Eğer Allah Taâlâ müşriklerle yapılacak bir savaşta beni bulundurursa, neler yapacağımı muhakkak Allah görür, dedi.

Uhud Savaşı'nda müslüman safları dağılınca, Enes İbni Nadr –arkadaşlarını kastederek–Rabbim, bunların yaptıklarından dolayı özür beyan ederim, dedi. –Müşrikleri kestederek de–, bunların yaptıklarından da uzak olduğumu arzederim, deyip ilerledi. Derken Sa'd İbni Muâz ile karşılaştı ve:

–Ey Sa'd İbni Muâz! İşte cennet. Nadr'ın Rabbine yemin ederim ki, Uhud'un yakınlarından ben onun kokusunu alıyorum, dedi. Sa'd (bu olayı anlatırken):

–Ben onun yaptığını yapmaya güç yetiremedim, yâ Resûlallah! dedi. Hadisin ravisi Enes, amcasıyla ilgili olayı şöyle anlatır:

Amcamı şehit edilmiş olarak bulduk. Vücudunda seksenden fazla kılıç darbesi, mızrak yarası ve ok izi vardı. Müşrikler ona müsle yapmış, uzuvlarını kesmişlerdi. Bu sebeple onu hiç kimse tanıyamadı. Sadece kız kardeşi parmak uçlarından tanıyabildi.

Enes, biz şu âyetin amcam ve onun gibiler hakkında inmiş olduğu görüşündeyiz, dedi:

"Mü'minler içinde öyle yiğit erkekler vardır ki, Allah'a verdikleri sözlerinde durdular. Onlardan kimi ahdini yerine getirdi (çarpışıp şehit düştü), kimi de sırasını bekliyor. Bunlar sözlerini asla değiştirmemişlerdir." (Ahzâb: 33/23)[44]


* Cesur ve yiğit sahabiler Allah yolunda şehid olabilme uğrunda çok büyük gayretler sarfetmişler, değişik savaşlarda şehid olamadıkları için bir sonraki savaşta şehid olmayı arzu ederek kahramanca savaşmaya and içerek böyle sözler söylemişlerdir. Cennetin kokusunu Uhud'da alıyorum diye şehidliğe koştuğunu anlatmıştır. Cihad saflarında nasıl çarpışılacağının örneğini vererek herkesin takdirini kazanarak seksenden fazla yara almıştır. Dolayısıyla müslüman kişi şehidlik, cihad vb. güzel şeyleri yapmayı vaad edebilir. Allah da böyle güzel şeyler vaadedenlerden razı olur ve onların isteklerini yerine getirir. Mü'mine de ma'ruf ve meşru yollarda verdiği sözü yerine getirmek yaraşır. [45]

1321. Semüre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana:

Bu eşsiz ev, şehitler sarayıdır, dedi."[46]


1322. Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Ümmü Hârise İbni Sürâka diye bilinen Ümmü Rübeyyi' Binti Berâ, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e geldi ve:

–Yâ Resûlallah! Bana Hârise'den haber verir misiniz? –Hârise Bedir Savaşı'nda şehit düşmüştü–. Eğer cennette ise sabredeceğim; böyle değilse ona ağlamaya çalışacağım, dedi. Peygamber Efendimiz:

–"Ey Ümmü Hârise! Şüphesiz cennetin içinde cennetler vardır; senin oğlun bunların en yücesi olan Firdevs cennetindedir" buyurdu.[47]


1323. Câbir İbni Abdullah radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Babamın müsle yapılmış cesedi getirilip Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'in önüne konuldu. Yüzünü açmak üzere gittim, fakat oradaki topluluk bana engel oldu. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

"Melekler ara vermeksizin onu kanatlarıyla gölgelendiriyorlar" buyurdu.[48]


1324. Sehl İbni Huneyf radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah Taâlâ'dan bütün kalbiyle şehitlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allah ona şehitlik mertebesine ulaştırır."[49]


* Ameller niyetlere göre değer bulur hadisine göre kişi iyi niyetlerine göre mutlaka bu dünyada veya öteki dünyada ecir alır, hiçbir ameli karşılıksız kalmaz. (Bu konuda 11 numaralı hadis okunursa konu daha iyi anlaşılır.) [50]

1325. Enes radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Şehitliği gönülden arzu eden bir kimse, şehit olmasa bile sevabına nâil olur."[51]


1326. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Sizden biriniz karıncanın ısırmasından ne kadar acı duyarsa, şehit olan kimse de ölümden ancak o kadar acı duyar."[52]


1327. Abdullah İbni Ebû Evfâ radıyallahu anhümâ' dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdüşmanla karşılaştığı günlerden birinde güneş batıya meyledinceye kadar bekledi. Sonra ashâbın arasında ayağa kalktı ve:

"Ey müslümanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz; Allah'tan afiyet dileyiniz. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabrediniz. Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır" buyurdu. Resûl–i Ekrem sonra sözüne devamla şöyle dua etti:

"Ey Kur'an'ı indiren, bulutları gökyüzünde gezdiren ve düşman saflarını darmadağın eden Allah'ım! Şu düşmanları perişan et ve bizi onlara karşı muzaffer kıl."[53]


1328. Sehl İbni Sa'd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"İki dua reddolunmaz veya pek nadir reddolunur: Bunlar ezan okunurken yapılan dua ile savaş anında düşmanla boğaz boğaza gelindiği sırada yapılan duadır."[54]


* Duanın kabul edilebileceği yerler ve kimseler bu ve başka hadislerden öğrendiğimize göre şöyledir:


Kimseler
1. Darda ve sıkıntıda kalan
2. İnancı ne olursa olsun zulüm gören
3. Ana babanın çocuklarına
4. İmanlı ve adaletli devlet reisi
5. Salih insanlar
6. İftar açtığı esnada oruçlu kimse
7. Müslümanların birbirlerine haberleri yokken ettikleri dualar
8. Zulmetmeyen akraba ile bağını koparmayan kimse
9. Günahından tevbe eden kimse

Yerler
1. Kadir gecesi,
2. Kurban bayramı arifesi,
3. Ramazan ayı,
4. Cuma gecesi,
5. Cuma günü,
6. Cuma günü icabet saati,
7. Gecenin ortası,
8. Ezan okunduğu sırada,
9. Ezanla kamet arası,
10. Farz namazların sonunda,
11. Secde arasında,
12. Kur'an okunduğu esnada,
13. Zemzem suyu içilirken,
14. Allah'ın adının anıldığı mescidlerde.
15. Seher vakitlerinde[55]


1329. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gazâya çıktığı zaman şöyle dua ederdi:

"Allahümme ente adudî ve nasîrî, bike ehûlü ve bike esûlü ve bike ukâtilü Allah'ım! Benim dayanağım ve yardımcım sadece sensin. Senin sayende hareket ediyorum; senin yardımın sayesinde düşmana hücum ediyorum; senin verdiğin güç ve kuvvet sayesinde düşmanla savaşıyorum."[56]


1330. Ebû Mûsâ radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bir topluluktan endişe duyduğu zaman şöyle dua ederdi:

"Allahümme innâ nec‘alüke fî nühûrihim ve ne‘ûzü bike min şürûrihim: Allahım! Senin korumanı onlara karşı siper ediniyoruz. Onların şerlerinden sana sığınıyoruz."[57]


1331. İbni Ömer radıyallahu anhümâ' dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kıyamet gününe kadar atların alınlarına hayır düğümlenmiştir."[58]


1332. Urve el–Bârikî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kıyamet gününe kadar atların alınlarına hayır, yani ecir ve ganimet düğümlenmiştir."[59]


1333. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim Allah'a gerçekten inanarak ve va'dine gönülden bağlanarak O'nun yolunda cihad etmek için at beslerse, o atın yediği, içtiği, gübresi ve bevli kıyamet gününde o kimsenin sevapları arasında olacaktır."[60]


1334. Ebû Mes'ûd radıyallahu anh şöyle dedi:

Bir adam, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e yularlanmış bir deve getirdi ve:

– Bunu Allah yolunda bağışladım, dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Bunun karşılığı olarak sana kıyamet gününde hepsi yularlanmış yedi yüz deve verilecektir" buyurdu.[61]


1335. Kendisine Ebû Suâd, Ebû Esed, Ebû Âmir, Ebû Amr, Ebü'l–Esved veya Ebû Abs de denilen, Ebû Hammâd Ukbe İbni Âmir el–Cühenî radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem' i minberde:

"Düşmanlarınız için elinizden geldiği, gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayınız. Dikkat ediniz! Kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır; kuvvet atmaktır" buyururken işittim.[62]


1336. Yine Ukbe İbni Âmir radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Yakında size bir çok yerlerin fethi nasip olacaktır. Allah size yeter. Sizden biriniz oklarıyla tâlim yapmaktan bıkıp usanmasın."[63]


1337. Yine Ukbe İbni Âmir radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim atıcılık öğrenir de sonra onu terkederse bizden değildir (veya muhakkak isyan etmiştir)."[64]


* Bu ve benzeri hadislerden öğrendiğimiz müslümanın savaş için "kuvvet" ve "atmak" tabirleriyle ifade edilen tüm savaş aletlerinin hazırlık safhası olan savaş eğitimi ve tatbikatını içine alır. Bu öğretilere göre müslüman her devrin şartlarına göre uygun silahları kullanmalı ve kullanmayı da unutmamaları gerekir. Bu dünya sulhu ve selameti için gereklidir. Müslümanların her devir ve her zamanda güçlü kuvvetli olmaları, bu hazırlıkları yapmaları, İslam düşmanlarının onlara karşı besledikleri kötü niyet ve düşünceleri önler ve onların kalplerine korku salar. (Bkz. Enfal: 8/60; Mümtahine: 60/1) Atıcılık, binicilik ve benzeri savaş becerilerini öğrendikten sonra unutmamak ve terketmemek gerekir. Bu dini ve dünyayı korumanın temel şartından biridir.[65]

1338. Yine Ebû Hammâd Ukbe İbni Âmir radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah Teâlâ bir ok sebebiyle üç kimseyi cennete koyar: Hayır ve sevap umarak o oku yapan sanatkârı, bu oku Allah yolunda atanı, oku atana yardımcı olanı. Atıcılık ve binicilik öğreniniz. Atıcılık öğrenmeniz binicilik öğrenmenizden bana göre daha sevimlidir. Kim kendisine atıcılık öğretildikten sonra ondan yüz çevirirse, Allah'ın kendisine ihsan ettiği nimete karşı şükrünü terketmiş veya küfrân–ı nimet etmiş olur."[66]


1339. Seleme İbni Ekva‘ radıyallahu anh şöyle dedi:

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem atış müsabakası yapan bir topluluğa uğradı ve:

"Ey İsmâiloğulları! Atınız; çünkü babanız İsmâil de atıcı idi" buyurdu.[67]


1340. Amr İbni Abese radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim Allah yolunda bir ok atarsa, onun bu hareketi bir köleyi âzat etme sevabına denktir."[68]


* Malum, İslam'da yapılan iyiliklere verilen mükafat en az 10 katından başlayarak 700 ve yediyüzün katlarıyla otuzbine varacak kadar katmerli biçimde verilir. (Bkz. En’am: 6/160, Bakara: 2/261, Kadr: 97/3) [69]

1341. Ebû Yahyâ Hureym İbni Fâtik radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Allah yolunda malını harcayana, harcadığının yedi yüz misli ecir verilir."[70]


1342. Ebû Saîd radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Bir kul Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, bu oruç sebebiyle Cenâb–ı Hak onun yüzünü yetmiş senelik mesâfeden cehennem ateşinden uzaklaştırır."[71]


1343. Ebû Ümâme radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Bir kimse Allah yolunda bir gün oruç tutarsa, Cenâb–ı Hak onunla cehennem arasında yerle gök genişliğinde bir hendek açar."[72]


1344. Ebû Hüreyre radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim gazâ etmeden ve gönlünde gazâ etme arzusu taşımadan vefat ederse, bir tür nifak üzere ölür."[73]


* Gerçek müslüman cihadın her türlüsüne katılmalı, katılma imkanı bulamayanlar da kalb ve gönüllerinde bu niyeti taşımalılar. Cihada katılmaz ve bunu niyetinden geçirmeme münafıklık işidir. [74]

1345. Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile bir gazvede beraberdik. Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu:

"Şüphesiz Medine'de birtakım insanlar var ki, siz bir yolda yürür veya bir vadiyi geçerken sanki sizinle beraberdirler. Onları hastalık alıkoymuştur."[75]

Bir rivayette şöyledir: "Onları geçerli mazeretleri alıkoymuştur."[76]

Bir başka rivayette ise şöyledir: "Onlar sevapta size ortak olurlar."[77]


1346. Ebû Mûsâ radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem' in yanına bir bedevî geldi ve:

–Yâ Resûlallah! Bir adam ganimet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor; bir diğeri de kahramanlıktaki yerini göstermek için savaşıyor.

Bir rivayete göre: Kahramanlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor.

Bir başka rivayete göre: Gazabından dolayı savaşıyor! Şimdi kim Allah yolundadır? diye sordu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

–"Kim Allah'ın dini daha yüce olsun diye savaşırsa, sadece o Allah yolundadır" buyurdu.[78]


* Allah yolunda savaşıp şehid olan ancak bu üçüncü gruba dahil olan kimselerdir, değilse başka kimseler şehid olmazlar. Her dinin kendisine göre bir şehidi vardır, her hayat tarzı ve yaşam biçiminin de yine bir şehidi vardır. Devrim şehidi, basın şehidi gibi. Gerçek şehid kimdir konusunda kitabımızın 8 numaralı hadisi ve hükmen şehid olan 1354-1358 numaralı hadislere bakınız. [79]

1347. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

"Cihada çıkan bir birlik veya seriyye savaşır, ganimet alır ve ölümden kurtulursa, ecirlerinin üçde ikisini önceden peşinen almış olurlar. Bir birlik veya seriyye cihada çıkar, ganimet elde edemez, şehit olur veya yaralı dönerlerse onların ecirleri ahirette tam olarak verilir."[80]


1348. Ebû Ümâme radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, sahâbeden bir adam:

–Yâ Resûlallah! Seyahata çıkmam için bana izin ver, dedi. Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

–"Şüphesiz ki ümmetimin seyahati Azîz ve Celîl olan Allah yolunda cihada çıkmaktır" buyurdu.[81]


* Bu sahabi kimse Osman ibni Maz'un'dur. Kendisi peygamberimize gelerek kendisini hadımlaştırmak için izin istemişti. Peygamberimiz buna müsaade etmeyip, ümmetimin şehvetini önleme yolunun oruç tutmak olduğunu bildirmiş, ruhbanlığın caiz olmadığını bildirip seyahat ve gezinti için izin isteyince de ümmetimin seyahatinin cihad olduğunu haber vermiştir. Ticaret, ilim öğrenmek, hastalığa çare aramak gibi faydalı seyahatlerin yanısıra gayesiz ve maksatsız zaman öldürmek haram ve yasakları işlemek için bulunduğu memleketten çıkmayı İslam seyahat olarak kabul etmez. Kendi memleketinden müslüman ancak cihad için çıkabilir. Bu davet, emr-i bi'l-ma'ruf nehyi ani'l-münker için olabilir. O zaman yapılan tüm seyahatler bir nevi cihad yapmış gibi sayılır. [82]

1349. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Gazve dönüşü de sevap açısından gazveye gidiş gibidir."[83]


* Cihadın her anı kişiye sevap kazandırır. Giderken de sevap kazanılır, dönüşte de aynı sevap kazanılır. Çünkü hepsi Allah'ın rızasını kazanmak için yapılmıştır. [84]

1350. Sâib İbni Yezîd radıyallahu anh şöyle dedi:

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Tebük Gazvesi' nden dönünce, sahâbe–i kirâm kendisini karşılamaya çıkmıştı. Ben de Resûl–i Ekrem'i çocuklarla birlikte Seniyyetü'l–vedâ'da karşılamıştım.[85]

Buhârî'nin rivayeti şöyledir:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem' i karşılamak üzere çocuklarla birlikte Seniyyetü'l–vedâ'ya gittik.[86]


* Cihada gidenleri uğurlamak ve cihaddan dönenleri ise karşılamak İslami adetlerden biridir ve sünnettir. Kıyamete kadar bu gaye ile gidenler şehid olmaları için uğurlanır, dönüşte de gazi olarak karşılanırlar. [87]

1351. Ebû Ümâme radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Kim gazâya çıkmaz veya gazâya çıkan bir mücâhidi techiz etmez ya da cihada çıkan gazinin aile fertlerine hayırla muamele etmezse, Allah Teâlâ o kimseyi kıyamet gününden önce büyük bir belâya uğratır."[88]


* Allah'ın dinine yardım hususunda hiçbir ideal taşımayan ve her türlü hayırlardan yani cihada çıkmamak, çıkana yardımcı olmamak, cihada çıkanın arkada kalan aile fertlerine destek olmamak, arka çıkmamak gibi faaliyetlerden mahrum kalırsa, her türlü sevap ve korunmadan mahrum kalıyor demektir. Bu tip kimseler bela ve musibetlere uğrarlar. Allah yolunda cihaddan ve cihada yönelik geri hizmetten yüz çeviren kimse ve toplumlar her türlü bela ve musibeti hak etmiş olurlar. [89]

1352. Enes radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz."[90]


* Cihadın ana esaslarıyla ilgili genel talimat niteliği taşımaktadır. "Dil ile Cihad" demek, mücahidleri cihaddan önce ve cihad esnasında düşmanla savaşa teşvik edici, onların cesaret ve şecaatlarını coşturucu vasıfta sözler söyleyip, şiir ve makaleler yazarak faaliyet göstermek, cihadın bir parçası sayılır. Kafir ve müşriklerin kınanması, tehdid ve kötü akibetlerinin ortaya konulması, sapıklık ve batıl yolda olmalarının ortaya konulması ve morallerinin bozulması da dil ile cihadın bir çeşididir. Cihadın her çeşidinin toplumda canlı tutulması bir vazifedir. Bu konuda cihad ayetleri olan (Bakara: 2/218, Al-i İmran: 3/142, Maide: 5/54, Enfal: 8/72, 74, Tevbe: 9/20, 41, 88, Hucurat: 49/15, Saff: 61/11)'e bakınız. [91]

1353. Ebû Hakîm de denilen Ebû Amr Nu'mân İbni Mukarrin radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile bir arada bulundum. Gündüzün evvelinde harbe başlamadığı zaman, savaşı güneşin öğleden sonra batı tarafa yöneldiği, rüzgârların esip ilâhî yardımın ineceği vakte kadar ertelerdi.[92]


* Rasûlullah'ın savaşlardaki uygulamaları yani savaş taktiği ashab tarafından dikkatle takip edilmiş ve bu zamanlamaya çok dikkat ettiği tesbit edilmiştir. İnsanların akıl, idrak ve her türlü güçlerini kullandıkları zamanların en zayıfı olan vakitlerde savaşa başlardı, savaş stratejisi açısından bu husus üzerinde durulmaya değerdir. Çünkü insanların yorgun, bitkin ve bıkkın oldukları anlar cihadın neticesine doğrudan tesir eder. Havanın serinlemesi ve rüzgarın esmesi, Allah'ın yardımının bir eseridir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem harp siyasetini ve stratejisini en iyi bilendi.[93]

1354. Ebû Hüreyre radıyallahu anh' den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Karşılaştığınız zaman da sabır ve sebat gösteriniz."[94]


* Savaş istenmez ama savaşla karşılaşınca da sabır ve sebat gösterilir, savaştan kaçılmaz. İslam dini savaşı istemeyi emretmez, fakat herhangi bir sebeple savaş çıkarsa müslümanlar o savaşa katılmak, savaşta sabır ve dirençli olmak durumundadırlar. [95]

1355. Ebû Hüreyre ve Câbir radıyallahu anhümâ' dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Harp hileden ibarettir."[96]


* Aldatmak, hile yapmak, kalbinde gizlediği niyeti açığa vurmak gibi anlamlara gelen hud'a kelimesine göre müslümanlar harb esnasında nasıl imkan bulurlarsa o şekilde hile yaparak harbi kazanmaya çalışırlar, yalanın söylenebileceği üç yerden birisi de savaştır. (Bkz. 1548 no'lu hadis) İslam ordusunun sayısını gizlemek, azı çok göstermek gibi harb taktiği çeşidinden herşeyi müslümanlar yapabilir, sulh halindeki şartlar savaşta beklenemez. Düşmanı yanıltmak için her türlü hileye başvurulabilir. [97]
sadakat.net/riyazus-salihin- 234) Cihadın Fazileti

[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 373.
[2] Buhârî, Îmân 18, Hac 4, Tevhîd 47; Müslim, Îmân 135. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 22; Nesâî, Hac 4, Cihâd 17.
314 ve 1274’de geçmişti.
[3] Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1, Edeb 1, Tevhîd 48; Müslim, Îmân 137–139. Ayrıca bk. Tirmizî, Salât 14, Birr 2; Nesâî, Mevâkît 51.
[4] Buhârî, Itk 2, Keffârât 6; Müslim, Îmân 136. Ayrıca bk. İbni Mâce, Itk 4.
[5] Buhârî, Cihâd 5, Rikâk 2; Müslim, İmâre 112–115. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilu'l–cihâd 17, 26; Nesâî, Cihâd 11, 12.
[6] Buhârî, Cihâd 2, Rikâk 34; Müslim, İmâre 122–123. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 5; Tirmizî, Fezâilu'l–cihâd 24; Nesâî, Cihâd 7; İbni Mâce, Fiten 13.
598’de geçmişti.
[7] Buhârî, Cihâd 6, 73, Bed'ü'l–halk 8, Rikâk 2; Müslim, İmâre 113–114. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 17, 25, Tefsîru sûre (3) 22; İbni Mâce, Zühd 39.
[8] Müslim, İmâre 163. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 2; Nesâî, Cihâd 39; İbni Mâce, Cihâd 7.
[9] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 375.
[10] Ebû Dâvûd, Cihâd 15; Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 2.
[11] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 39.
[12] Müslim, İmâre 103. Ayrıca bk. Buhârî, Cihâd 7(Hadisin kısa bir bölümü); Nesâî, Îmân 24.
[13] Buhârî, Cihâd 10, Zebâih 31; Müslim, İmâre 105. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilu'l–cihâd 21; Nesâî, Cihâd 27.
[14] Ebû Dâvûd, Cihâd 40; Tirmizî, Fezâilu'l–cihâd 21. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 25.
[15] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 17.
[16] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 377.
[17] Buhârî, Cihâd 1; Müslim, İmâre 110. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 1; Nesâî, Cihâd 17.
[18] Buhârî, Cihâd 1.
[19] Müslim, İmâre 125. Ayrıca bk. İbni Mâce, Fiten 13.
601’de geçmişti.
[20] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 378.
[21] Buhârî, Cihâd 4, Tevhîd 22. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 18.
[22] Müslim, İmâre 116. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 18.
[23] Müslim, İmâre 146. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 23.
[24] Buhârî, Cihâd 16. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 7; Nesâî, Cihâd 9.
[25] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 8. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 8; Nesâî, Cihâd 8.
[26] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 12.
[27] Buhârî, Cihâd 38; Müslim, İmâre 135–136. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 20; Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 6; Nesâî, Cihâd 44.
179'da geçmişti.
[28] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 5.
[29] Müslim, İmâre 134.
178'de geçmişti, gerekli açıklama orada verilmişti.
[30] Müslim, İmâre 137.
180'de geçmişti
[31] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 379.
[32] Buhârî, Cihâd 13; Müslim, İmâre 144
[33] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 380.
[34] Buhârî, Cihâd 21; Müslim, İmâre 109. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 13, 25.
[35] Müslim, İmâre 119.
[36] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 380.
[37] Müslim, İmâre 117. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 32.
219'da geçmişti.
[38] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 380.
[39] Müslim, İmâre 143 . Ayrıca bk. Buhârî, Meğâzî 17; Nesâî, Cihâd 31.
[40] Müslim, İmâre 145. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, III, 137.
[41] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 381.
[42] Buhârî, Cihâd 9, Meğâzî 28; Müslim, İmâre 147.
[43] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 381.
[44] Buhârî, Cihâd 12; Müslim, İmâre 148. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîr 34.
[45] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 382.
[46] Buhârî, Cihâd 4, Cenâiz 93.
[47] Buhârî, Cihâd 14. Ayrıca bk. Buhârî, Meğâzî 9, Rikâk 51; Tirmizî, Tefsîru sûre(23).
[48] Buhârî, Cenâiz 3, 35, Cihâd 20, Meğâzî 26; Müslim, Fezâilü's–sahâbe 129–130. Ayrıca bk. Nesâî, Cenâiz 12, 13.
[49] Müslim, İmâre 157. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 36; İbni Mâce, Cihâd 15.
Bu hadis 57 numarada geçmişti.
[50] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 383.
[51] Müslim, İmâre 156.
[52] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 35; İbni Mâce, Cihâd 16.
[53] Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 89.
Bu hadis önceden 53 numarada geçmişti, 1352 numarada tekrar gelecektir. Bkz. Enfal: 8/45-47 ayeti.
[54] Ebû Dâvûd, Cihâd 39.
[55] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 383-384.
[56] Ebû Dâvûd, Cihâd 90; Tirmizî, Da'avât 121.
[57] Ebû Dâvûd, Vitir 30.
981'de geçmişti.
[58] Buhârî, Cihâd 43, Menâkıb 28; Müslim, İmâre 96–99, Zekât 25. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 41; İbni Mâce, Cihâd 14, Ticârât 29.
[59] 1331 numaralı hadisin kaynaklarına bk.
[60] Buhârî, Cihâd 45. Ayrıca bk. Nesâî, Hayl 11.
[61] Müslim, İmâre 132. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 46.
[62] Müslim, İmâre 167. Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Tirmizî, Tefsîru sûre(8) 5; İbni Mâce, Cihâd 19.
[63] Müslim, İmâre 168. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 157.
[64] Müslim, İmâre 169. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 23; Nesâî, Hayl 8; İbni Mâce, Cihâd 19.
[65] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 384.
[66] Ebû Dâvûd, Cihâd 23. Ayrıca bk. Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 11; Nesâî, Hayl 8.
[67] Buhârî, Cihâd 78, Enbiyâ 12, Menâkıb 4. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 19.
[68] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 11; Ebû Dâvûd, Itk 14. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 26; İbni Mâce, Cihâd 19
[69] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 385.
[70] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 4. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 45.
[71] Buhârî, Cihâd 36; Müslim, Sıyâm 167–168. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 3; Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 3; Nesâî, Sıyâm 44; İbni Mâce, Sıyâm 34.
1219'da geçmişti.
[72] Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 3.
[73] Müslim, İmâre 158. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 18; Nesâî, Cihâd 2.
[74] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 386.
[75] Müslim, İmâre 159. Ayrıca bk. Buhârî, Meğâzî 81; Ebû Dâvûd, Cihâd 19; İbni Mâce, Cihâd 6.
Bu hadis 4 numarada geçmiş, orada açıklama yapılmıştı.
[76] Buhârî, Cihâd 35.
[77] Müslim, İmâre 159. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 6.
[78] Buhârî, Cihâd 15; Müslim, İmâre 149–151. Ayrıca bk. Buhârî, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü'l–cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbni Mâce, Cihâd 13.
[79] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 386.
[80] Müslim, İmâre 154. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 12; Nesâî, Cihâd 15; İbni Mâce, Cihâd 13.
[81] Ebû Dâvûd, Cihâd 6.
[82] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 387.
[83] Ebû Dâvûd, Cihâd 7. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 174.
[84] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 387.
[85] Ebû Dâvûd, Cihâd 176. Ayrıca bk. Tirmizî, Cihâd 38.
[86] Buhârî, Cihâd 196.
[87] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 387.
[88] Ebû Dâvûd, Cihâd 17. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 5.
[89] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 387.
[90] Ebû Dâvûd, Cihâd 18. Ayrıca bk. Nesâî, Cihâd 2, 48.
[91] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 387-388.
[92] Ebû Dâvûd, Cihâd 111; Tirmizî, Siyer 46. Ayrıca bk. Buhârî, Cizye 1.
[93] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 388.
[94] Buhârî, Cihâd 112; Müslim, Cihâd 20. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 89.
Bu hadis 53 numarada ve 1325 numarada geçmişti.
[95] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 388.
[96] Buhârî, Cihâd 157, Menâkıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Cihâd 17, 18. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 92, Sünnet 28; Tirmizî, Cihâd 5; İbni Mâce, Cihâd 28.
[97] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 388.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

3 Şubat 2016 Çarşamba

608.RABBİMİZİN cc 29.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah
(Celle celaluhu) şöyle buyurmaktadır:


"Ey âdemoğlu!
Mal benim malım, sen ise benim kulumsun. Benim malımdan sahip olacağın, ancak yiyip tükettiğin veya giyip eskittiğin yahut sadaka vererek ebedî kıldığın kısmıdır.
Bana ve sana ait olan şeyler üçe ayrılır: Biri bana, biri sana aittir. Diğeri de ikimiz arasındadır.
Bana ait olan senin ruhundur. Sana ait olan işlediğin amelindir. İkimizin arasında olan ise
senin dua etmen, benim de duana karşılık ver-memdir.
Ey âdemoğlu! Şüpheli şeylerden sakın, verdiğime kanaat et, âhirette beni görürsün. Bana ibadet edersen, bana ulaşırsın. Beni ararsan, bulursun.
Ey âdemoğlu! Sen, işledikleri suçlar yüzünden cehenneme giren yöneticiler, isyan eden cahiller, haset eden âlimler, hain tüccarlar, kulun hiçbir amelinden mesul olmadığını söyleyen cahil kimseler, gösteriş yapan hayır sahipleri ve ibadet yapanlar, kibirli zenginler, yalancı fakirler gibi olacaksan; cenneti isteyenlerle ne ilgin olabilir?"


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

1 Şubat 2016 Pazartesi

607.SÜNNETE UYGUN İBADET-36-Peygamberimize Salat Ve Selam Getirmek

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu bölümdeki bir ayet ve onbir hadis-i şeriften Allah'ın ve meleklerin bile peygamberlerin şerefini yücelttiklerini, bizim de salavat getirmemiz gerektiğini, Peygambere kim bir salavât getirirse Allah'tan on misli merhamet elde edeceğini, kıyamette peygambere en yakın olanların ona fazla salavât getirenlerin olduğunu, en faziletli gün olan Cuma günü salavât getirmenin faziletli olduğunu ve tüm getirilen salavâtların peygamberimiz
sallallahu aleyhi ve sellem kendisine ulaştırıldığını, yanında ismi anıldığı halde peygamberimize salavât getirmeyen kimsenin yüzünün yere sürtüleceğini, peygamberimizin kabrini bayram yerine çevirmememiz gerektiğini, nerede olursak olalım getireceğimiz salavâtın ona hemen ulaştırılacağını ve ulaştırılan bu salavâtın ruhu iade edilerek bizzat peygamberimiz tarafından alınacağını, gerçek cimri kimsenin salavât getirilmesi gereken anlarda salavât getirmeyen kimse olduğunu, dua edileceği zaman önce Allah'a hamdedip sonra salavât getirip sonra dua edilmesi gerektiğini, salât ve selâmın ne olduğunu öğreneceğiz. [1]

"Allah ve melekleri peygambere salat etmekte, yani Allah onun şeref ve şanını yüceltip makamını yükseltmektedir. Melekler de dua edip bağışlanmasını dilemekteler ve yüksek derecelere yükseltilmesini isterler. Ey inananlar! Siz de O'na dua ederek derecesinin yükseltilmesini isteyin. Onu hayırla yad edin, kendinizi O'nun rehberliğine tam bir teslimiyetle terkedin." (Ahzab: 33/56)

1400. Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

“Kim bana bir defa salâtü selâm getirirse, bu sebeple Allah Teâlâ da ona on misli merhamet eder.”[2]

1401. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât ü selâm getirenleridir.”[3]

* Zümer: 39/75 ve Mü’min: 40/7'de de Allah'ın melekleri Rablerini hamd ile tesbih ederler denerek bizlerin de önceki bölümde Allah'a hamdetmemizin gereği vurgulandığı gibi, burada da peygamberi sevmemiz ve ona salavat getirmemiz tavsiye ediliyor. Al-i İmran: 3/31'de belirtildiği gibi eğer peygamberi seviyorsak, Ahzab: 33/56 gereği ona salavat getirmeliyiz. [4]

1402. Evs İbni Evs radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

– "Günlerinizin en faziletlisi cuma günüdür. Bu sebeple o gün bana çokça salâtü selâm getiriniz; zira sizin salâtü selâmlarınız bana sunulur” buyurunca, ashâb–ı kirâm:

– Yâ Resûlallah! Vefat ettiğin ve senden hiçbir eser kalmadığı zaman salâtü selâmlarımız sana nasıl sunulur? diye sordular.

Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:

– "Allah Teâlâ peygamberlerin bedenlerini çürütmeyi toprağa haram kıldı" buyurdu.
[5]

1403. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimse perişan olsun.”[6]

* Hem müslüman olduğunu söylediği halde hem de peygamberin ismi anıldığında salavat getirmeyen kimse Ahzab: 33/56 gereğince bir farzı yerine getirmemiş olacağından, peygamberin cimri demesine ve bedduasına hak kazanmış oluyor. [7]

1404. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Kabrimi bayram yeri haline çevirmeyiniz. Bana salâtü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salâtü selâmınız bana ulaşır.”[8]

* Geçmiş ümmetlerin peygamberlerinin kabirlerini bayram yeri haline getirmeleri kınanıp, siz benim ümmetim bunu yapmayın diyor ve kabrimin etrafında bayram yeri gibi merasim yeri haline getirmeyin diyerek (Muvatta, Kasru's-salat, 88)'de beyan edilen "Allahım kabrimi puthane haline getirme"diyerek Allah'a sığındığı bu kötü hal gerçekleşmiş olacaktır. Bu yüzden bu sakındırma yapılmıştır. [9]

1405. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Bir kimse bana salâtü selâm getirdiği zaman, onun selâmını almam için Allah Teâlâ ruhumu iade eder.”[10]

* Bakara: 2/154 ve Al-i İmran: 3/169-170 beyan edildiği üzere şehidlere ölü denmemekte peygamberimiz ve şehidler bizim bilmediğimiz bir hayata sahip olup yaşamaktadırlar. Gönderdiğimiz salat-u selamın alınması biz ümmeti için şeref vesilesidir ve büyük bir fırsattır. [11]

1406. Ali radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâtü selâm getirmeyen kimsedir.”[12]

1407. Fedâle İbni Ubeyd radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdan sonra Allah’a hamd etmeden, Peygamber aleyhisselâm’a salâtü selâm getirmeden dua eden bir adamı işitti. Bunun üzerine:

“Bu adam acele etti” buyurdu. Sonra o adamı yanına çağırdı. Ona veya bir başkasına şöyle buyurdu: “Biriniz dua edeceği zaman önce Allah Teâlâ’ya hamdü senâ etsin, sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e salâtü selâm getirsin. Daha sonra da dilediği şekilde dua etsin”[13]

1408. Ebû Muhammed Kâ‘b İbni Ucre radıyallahu anh şöyle dedi:

Bir gün Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza gelmişti. Kendisine:

– Yâ Resûlallah! Sana nasıl selâm vereceğimizi öğrendik, sana nasıl salavât getireceğiz? diye sorduk. O da şöyle buyurdu:

“Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd. Allâhümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd:


Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.”[14]

1409. Ebû Mes‘ûd el–Bedrî radıyallahu anh şöyle dedi:

Biz Sa‘d İbni Ubâde radıyallahu anh ile birlikte otururken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yanımıza geldi. Beşîr İbni Sa‘d ona:

– Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ sana salavât getirmemizi emretti. Sana nasıl salâtü selâm getireceğiz? diye sordu.

Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sükût buyurdu. Sükûtun uzaması sebebiyle biz içimizden, keşke sormasaydı, diye geçirdik. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

– “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd:


Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e ve âline de rahmet et. Allahım! İbrâhim’in âline hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e ve âline de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz. Selâm ise bildiğiniz gibidir.”[15]

1410. Ebû Humeyd es–Sâ‘idî radıyallahu anh şöyle dedi:

Ashâb–ı kirâm:

– Yâ Resûlallah! Sana nasıl salavât getireceğiz? diye sordular. Şöyle buyurdu:

– “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ salleyte alâ İbrâhîm, ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihî ve zürriyyetihî kemâ bârekte alâ İbrâhîm, inneke hamîdün mecîd:


Allahım! İbrâhim’in âline rahmet ettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de rahmet et. İbrâhim’e hayır ve bereket lutfettiğin gibi Muhammed’e, hanımlarına ve zürriyetine de hayır ve bereket ihsan et. Şüphesiz sen övülmeye lâyık ve yücesin, deyiniz.”[16]sadakat.net/riyazus-salihin- 243) Peygamberimize Salat Ve Selam Getirmek

[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 401.
[2] Müslim, Salât 70. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 26; Tirmizî, Vitir 21; Nesâî, Ezân 37, Sehv, 55.
[3] Tirmizî, Vitir 21.
[4] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 402.
[5] Ebû Dâvûd, Salât 201, Vitir 26. Ayrıca bk. Nesâî, Cum`a 5; İbni Mâce, İkamet 79, Cenâiz 65.1159'da geçmişti.
[6] Tirmizî, Daavât 101.
[7] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 402.
[8] Ebû Dâvûd, Menâsik 97.
[9] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 402.
[10] Ebû Dâvûd, Menâsik 96. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 527.
[11] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 402.
[12] Tirmizî, Daavât, 101. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, I, 201.
[13] Ebû Dâvûd, Vitir 23. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 65; Nesâî, Sehv 48.
[14] Buhârî, Daavât 32, Tefsîru sûre (33), 10; Müslim, Salât 66. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Tirmizî, Vitir 20; Nesâî, Sehv 51; İbni Mâce, İkâme 25.
[15] Müslim, Salât 65. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (33), 23.
[16] Buhârî, Enbiyâ 10, Daavât 33; Müslim, Salât 69. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 179; Nesâî, Sehv 54; İbni Mâce, İkâme 25.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

31 Ocak 2016 Pazar

606.İtidal ve aşırılık örnekleri-Faruk Beşer

Orta yolda olmak ile ilgili dünkü yazının devamını mutlaka okuyun:
... İşte bu özelliğiyle insan yaratılanların orta çizgisini temsil eder. Mesela melekler sadece nurdan ve akıldan, hayvanlar sadece şehvetten ibarettir. Melekler Allah'a isyan edemezler, hatta bunun isteğini ve iradesini bile gösteremezler. İnsanda ise bu her iki yön de vardır. Hem melekte hem de hayvanda bulunan özellikleri taşır. Hem akla hem şehvete sahiptir. İradesini hangi yöne kullanırsa o yönde ilerler. Böylece melekten üstün olabilir. Çünkü kendisini aşağılara doğru çeken duygularına rağmen insan arzularına esir olmamıştır. Melek ise böyle bir duygusu bulunmaksızın olduğu yerdedir. Aksi olursa insan hayvandan da aşağı düşebilir. Çünkü insanı yukarı doğru çeken bir gücü olduğu halde o düşüşü seçmiştir. Hayvanda ise bu yükseliş melekesi ve iradesi yoktur.

Kısaca insanın bizatihi kendisi, varoluşsal olarak orta çizgidedir....

...Resulüllah'ın yaşayışının, yani sünnetinin Kur'an-ı Kerim'in canlı hali olduğunu hep söylüyoruz. İşte onun hayatı da bize hep mutedil ve dengeli olmamızı öğretir...

Bir grup sahabî, Resulüllah'ın yaptığı ibadetleri az bularak, daha çoğunu yapıp en iyi bir kul olmak istemişler, o nasılsa peygamberdir, daha fazlasını yapmaya ihtiyacı yok demişlerdi... 

Yazının tamamı için:

29 Ocak 2016 Cuma

605.Ne sağ ne sol, yol varsa orta yol-Faruk Beşer


Faruk Beşer Hoca'nın mutlaka okunması gereken bir yazısı: 



....İnsanın varlığını sürdürebilmesi için ona üç temel güç verilmiştir: Şehvet, öfke ve akıl.

...insana verilen bu güçlerin tefrit/yetersiz olan, ifrat/aşırı olan ve itidalli/dengeli olan uçları ve ortası vardır.

Şehvetin tefriti, zevksizliktir/humûd.
İfratı, her iştahı çektiğine sınır tanımadan saldırmadır/fücur.
Dengelisi ise iffettir.

Öfkenin üç mertebesi; ödleklik/cebanet,
gözü dönmüşlük/tehevvür 
ve şecaattir/cesaret.

Aklın üç mertebesi ise; saflık/gabavet,
hakkı batıl, batılı hak gösterecek derecede bir zekâ ishali/cerbeze
ve her şeyi olduğu gibi anlama kabiliyeti/hikmettir.

...Bu üç gücün orta mertebeleri, yani: iffet, şecaat ve hikmet hayatın adalet çizgisini, itidali, orta yolu yani vasatiyyeyi oluşturur, ahlakta ve erdemde istenen budur. Diğer uçlar zulümdür, anormalliktir ve insanın ahsen-i takvim çizgisinden sapmasıdır....

Kuranı Kerim'in müsenna/ikili üslubu


Endülüslü meşhur Usulcu Şatıbî Kuranı Kerim'in bu üslubuna dikkat çeker. Söylediklerinin özeti şudur: Kuranı Kerim'e tek yönlü bakarsanız meseleyi yanlış anlarsınız. Sadece ümit veren/terğib ayetlere baktığınızda Allah'ın herkesi bağışlayacağını, kimsenin ceza görmeyeceğini sanırsınız. Korkutan/terhib ayetlere baktığınızda en küçük suçlardan bile cehennemi boylayacağınızı sanırsınız. Oysa bunlar beraber düşünüldüğünde itidal/denge bulunmuş olur.

Kuranı Kerim'deki, hatta Sünnetteki bu dengeyi görememenin iki temel sebebi olabilir: Cehalet ve taassup/fanatizm. Anlamak istediği konuyla ilgili bütün ayetleri bilmeyenler işin sadece bir ucundan tutmuş ve adaletten uzaklaşmış olurlar. Mezhebine, meşrebine ya da nefsinin arzularına taassup gösteren de Kuranı Kerim'e kendi istediğini söyletmiş olur. Bu ikincisine aynı zamanda ideolojik İslam da diyebiliriz.

Şatıbi der ki, mesela Hariciler Kuranı Kerim'deki 'hüküm yalnız Allah'a aittir' ayeti kerimesine tutunarak Hz. Ali'nin, Sıffîn Savaşında hakemi kabul etmesi sebebiyle onu tekfir ettiler. Ali, Allah'ın hükmünü bırakıp başkasının hükmünü aldı. Bu sebeple kâfir oldu dediler. Oysa yine Kuranı Kerim'deki bir başka ayeti de hesaba katmış ve ikisini birlikte düşünmüş olsalardı Hz. Ali'nin yaptığının Allah'ın hükmünü kabul etmeme olmadığını anlarlardı. Anlaşmazlığa düşüp boşanmanın eşiğine gelen karı kocanın kendi akrabalarından birer hakem tayin ederek sulh aramalarını da yine Kuranı Kerim emreder. Demek ki, tahkim, yani birilerinin hakemliğine başvurma bizzat Kuranı Kerim'in emrettiği bir şeydir. Böyle bir sonuca varmalarında Hariciler taassuplarının yanında muhtemelen cehalet de yaşıyorlardı. Bugün İslam adına asıp kesen fanatik gruplar hep böyle Haricî meşreptirler.Cehalet olunca işin içine bir de hamakat girer ve başkaları tarafından kullanılırlar. Oysa mümin feraset sahibi olmalıdır.....


Yazının tamamı için:

28 Ocak 2016 Perşembe

604.RABBİMİZİN cc 28.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey insanlar!
Fâni bir dünyaya ve sonu olan bir hayata nasıl rağbet ediyorsunuz? Hiç şüphesiz itaat edenler sekiz kapısından cennetlere girerler.
Her bir cennette yetmiş bin bahçe bulunmaktadır. Bu bahçelerden her birinde de yakuttan yapılma yetmiş bin köşk vardır.

Bu köşklerde ise zümrütten yetmiş bin ev ve bu evlerin her birinde kırmızı altından yetmiş bin oda vardır.
Bu odaların her birinde beyaz gümüşten yetmiş bin asma kat vardır ki, bu asma katların her birinde de yetmiş bin siyah renkli sofra bulunmaktadır.
Bu sofralardan her birinde mücevherden yapılma yetmiş bin tabak ve her tabakta yetmiş bin çeşit yemek vardır. Her bir asma katta kırmızı altından yetmiş bin yatak, bunların her birinde yetmiş bin ipek, kalın ve ince atlastan yapılmış yetmiş bin döşek bulunur.
Yine yatakların her birinin yakınında içinden hayat suyu, süt, şarap ve balın aktığı yetmiş bin nehir vardır. Bu nehirlerin her birinin ortasında yetmiş bin çeşit meyve bulunur. Her bir evde yetmiş bin erguvandan çadır ve her bir döşekte de beyaz tenli gözde hurilerden biri bulunmaktadır. Bu hurilerin her birinin elinin altında henüz ergenliğe adım atmamış saklı cevherler misali yetmiş bin hizmetkâr kız vardır.
Her bir köşkün tepesinde yetmiş bin kubbe, her bir kubbede de kimsenin gözünün görmediği, kulağının işitmediği ve hiçbir beşerin hayal dahi edemeyeceği (güzellikte) rahman tarafından verilmiş yetmiş bin hediye, bulunmaktadır. 'Onlar için diledikleri meyveler, iştahla arzu duyacakları kuş etleri ve şahin gözlü, saklı incilere benzeyen huriler vardır. Bunlar onlara işledikleri iyi amellere karşılık bir mükâfat olarak verilir.'
1


Cennetlikler cennette ölmez, yaşlanmaz ve üzülmezler. Oruç tutmaz, namaz kılmaz ve hastalanmazlar. Onların küçük veya büyük abdeste çıkmak gibi bir ihtiyaçları olmaz.2


Onlar oradan çıkarılacak da değiller.
İşte her kim bu cennetlere girmeyi arzu eder, ikramımı, yakınlık ve nimetimi isterse; her işinde sadakat, dünyayı değersiz görmek ve aza kanaat etmek ile bana yaklaşsın."


1 Vakıa 56/20-24.
2 ilgili hadisler için bk. Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 8; Müslim, Cennet, 15-17; Tirmizî, Sıfatü'l-Cennet, 7; İbn Mâce, Zühd, 39; Dârimî, Rikâk,104; Ahmed b. Hanbel, Müs-ned, 2/232, 253, 316; 3/316, 349, 354, 364, 384.


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Ocak 2016 Pazartesi

603.İLK HESAP!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İLK HESAP!

Allah buyuruyor:
Onlar cennetlerdedirler. Birbirlerine suçlular hakkında sorular sorarlar ve dönüp onlara şöyle derler: “Sizi Sekar’a (cehenneme) ne soktu?”
Onlar şöyle derler: “Biz namaz kılanlardan değildik.”
“Yoksula yedirmezdik.”
“Batıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.”
“Ceza gününü de yalanlıyorduk.”
“Nihayet ölüm bize gelip çattı.” -
Müddessir Suresi, 40-47-

Allahu Teâlâ’nın kullarına farz kıldığı ilk ibadet namazdır. Kıyamet gününde muhasebe başladığında hesabı açılacak olan ilk ibadet de “NAMAZ”dır.


"NAMAZ DİNDİR!"


-Mü'min olduktan sonraki en büyük farzdır,
-Allah'a ibadettir,
-Kâfirlerle aramızdaki farktır,
-Miracımızdır,
-Rabbimiz’e yakarışımızdır,
-Günahlara ve çirkinliğe karşı koruyucumuzdur,
-Hayatımızın planlayıcısı ve temel disiplinidir,
-Psikolojik tedavimizdir,
-Ahde vefalılıktır,
-Sabrın en güzel örneğidir,
-Bir eğitimdir,
-Hayattır,
-Müslümanlık'tır, İslam’dır,
-İman iddiasının ispatına yarayacak en önemli belgelerden bir belgedir,
-Hayatî tehlike anında bile sorumlu olduğumuz ibadettir, 
-Müslüman’ın geçmiş günahlarını temizlediği gibi geleceğini de garanti altına alan, Allah katındaki bir teminatıdır.

KURTULUŞ OLAN NAMAZ HANGİSİ?

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin Cebrail aleyhisselamdan görüp bize gösterdiği gibi bir namaz... Arındıran, yücelten o namazdır.

“(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor.” -Ankebut Suresi,45-

Böyle bir namaz için:
-Fıkhını bilerek,
-Mükemmel bir abdestle,
-Setr-i avrete dikkat edilerek,
-İlk vaktinde,
-Cemaatle,
-Farzları ve sünnetleri ile beraber,
-Ta’dil-i erkâna dikkat ederek,
-Huşû içinde,
-Sürekli, hiç bırakmadan,
-İstiğfar ve dua ederek, 
-Mümkün olduğu kadar namazdaki tekbirlerin, tesbihatın, okunan ayet ve duaların anlamlarını bilerek namaz kılmak gerekir.

Namaz Tesbihatlarının Anlamı


ALLAHUEKBER
"Allah en büyüktür."

SUBHANE RABBİYE'L AZİM
"Ey büyük Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim."

SEMİALLAHU LİMEN HAMİDEH
"Allah kendisine hamd edenleri işitti."

RABBENA VE LEKE'L-HAMD
"Ey Rabbimiz! Her çeşit hamd ancak sanadır."

SUBHANE RABBİYE'L-ALÂ
"Ey Yüce Rabbim! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim."

ESSELAMU ALEYKÜM VE RAHMETULLAH

"Allah'ın selamı ve rahmeti üzerinize olsun."


Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin namazlardan sonra özellikle tavsiye ettiği dua ve zikirlerin bazıları şunlardır:

1- Farz namazlarda selam verilir verilmez 3 kez:


أَسْتَغْفِرُ اللهَ الْعَظِيمَ "Estağfirullah el- Azim" 
denmesi.


Anlamı: "Yüce Allah'tan bağışlanma dilerim."

2-Ardından: 


الَّهُمَّ أَنْتَ السَّلاَمُ وَ مِنْكَ السَّلاَمُ ، تَبَارَكْتَ يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْاِكْرَامِ

Okunuşu:"Allahümme ente's-selam ve minke's-selam, tebarakte ya ze'l -celali ve'l -ikram" 

Anlamı: "Allahım! Selam sensin, selam sendendir. Sen yücesin. Ey celal/azamet ve ikram sahibi olan Allahım."

3-Muğire bin Şube'den rivayet edildiğine göre
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şu zikri de sürekli okurlardı:

لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ ، لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرُ

Okunuşu: "Lailaheillallahu vahdehu la şerike leh. Lehu'l-mülkü ve lehu'l-hamdu ve hüve alâ külli şeyin kadir."

Anlamı: "Allah'tan başka ilah yoktur. O tektir, O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur, hamd O'nadır. O her şeye kadirdir."

4-Ebu Hureyre'nin naklettiğine göre Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Kim farz namazlardan sonra


33 kez سُبْحَانَ اللهُ "Subhanellah", 
33 kez اَلْحَمْدُ للهُ "Elhamdülillah",
33 kez اَللهُ أَكْبَرُ "Allahuekber" 

dedikten sonra 100. olarak da "Lailaheillallahu vahdehu la şerike leh..." zikrini söylerse günahları denizlerin köpükleri kadar da olsa Allah onları affeder. -Müslim, Ezkâr, 68-

5-Ebu Ümame adlı sahabenin naklettiğine göre Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

"Kim Ayetelkürsi'yi her farz namazın arkasından okursa cennete girmesinin önündeki tek engel ölümdür."-
Nesai, Süneni-Kübra, 9928-
  
Cabir radıyallahu anhtan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:


 “Beş vakit namazın benzeri, sizden birinizin kapısı önünden akıp giden ve her gün içinde beş defa yıkandığı bol sulu bir ırmak gibidir.” -Müslim, Mesâcid, 284-

Nureddin Yıldız Hocaefendi’nin "Namaz Muhasebesi" kitabı kaynak olarak kullanılmıştır.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR     


22 Ocak 2016 Cuma

602.YANLIŞA MÜDAHALE VE ÇOĞULCULUK-Ebubekir Sifil

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

    
Kur’an ve Sünnet bizden, yaşadığımız ortama ve şartlara bukalemun gibi ayak uydurmamızı değil, içinde bulunduğumuz ortam ve şartları mümkün olduğunca Allah Tealâ’nın rızasına uygun hale getirerek yaşamamızı istiyor. Nasıl ki din, değişmek ve dönüşmek için değil, değiştirmek ve dönüştürmek için gönderilmişse; aynı şekilde müslüman da bu anlayış içinde hareket etmek durumundadır.

İçinde yaşadığımız zaman dilimi, bilhassa Batı’dan esen rüzgârların etkisiyle bir arada yaşama, hoşgörü, çoğulculuk… gibi kavramların hüküm sürdüğü farklı bir dünya fotoğrafı çıkarıyor karşımıza. Toplum olarak hiçbir muhakemeye tabi tutmadan kabul edip kullandığımız bu kavramların aslında ne anlama geldiği, neyi hedeflediği ve muazzez dinimiz tarafından ne ölçüde tasdik edildiği konusunda ciddi bir zihniyet krizi yaşadığımız ortada.

Kimilerine göre bu kavramlar esas alınıp, din, inanç, hüküm, fikir, kanaat… her ne varsa bunların icabına göre ayarlanmalıdır. Bu kavramlarla örtüşen inanç ve hükümlere hayat hakkı tanırken, bunlarla şu veya bu biçimde çatışanlar terk edilmeli, hayatın dışına atılmalıdır. Bu düşünceyi benimseyenlere göre, zikrettiğimiz kavramlarla çatışma teşkil eden dinî hükümler, hatta inançlar, bizi çağdaş toplumlar karşısında zor durumlara düşürüyor. Dünyaya bunları izah edemiyoruz. Dolayısıyla bunlardan bir an önce kurtulmak bir elzemiyettir!

Emr-i ma’ruf nehy-i münker
Yüce Kitabımız bizi “Ümmet” olarak tanımlıyor. Ümmet olmak, inançtan amele, hayatın sosyal, ekonomik, siyasi ve diğer boyutlarından geçmiş ve gelecek tasavvuruna kadar bizi biz kılan değerleri bütün olarak paylaşmak, yaşatmak ve çoğaltmak demektir.

Üstelik bizim“Ümmet” oluşumuz sadece kendimizi ilgilendiren bir mesele de değil. Bizim bu vasfımızın bütün insanlığa bakan bir yüzü de var. Yüce Kitabımız’da şöyle buyurulur:
“Siz insanlar için çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız. Ma’rufu emreder, münkeri yasaklarsınız ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân, 110)

Bu ayette Ümmet-i Muhammed’in vasıfları dikkat çekici bir tertibe göre zikir buyurulmuş. Emr-i ma’ruf ve nehy-i münker imandan kaynaklanan hususlar olduğu halde, onlara kaynaklık eden iman, onlardan sonra zikredilmiş. “Bunun hikmeti ne olabilir?” diye düşündüğümüzde aklımıza gelen şu oluyor: Emr-i ma’ruf nehy-i münker, bu ümmetin “insanlık için”ortaya çıkarılışını izah eden vasıflardır. Zira emr-i ma’ruf nehy-i münker, imanın insanlığa dönük yüzüdür. Dünya adalet üzerine kaimdir ve adaletin ihlali bizzat münker bir durumu ifade eder. Mümin, imanının kendisine yüklediği sorumluluk bilinciyle o münkeri ortadan kaldırmaya ve adaleti yeniden ikame etmeye çalışır. İşte onun “insanlık için” ortaya çıkarılmış olması ile emr-i ma’ruf nehy-i münker arasında böyle kopmaz bir ilişki vardır.

Şu halde bu ümmet fertlerinin bulunduğu yerde Allah Tealâ’nın rızasına ve insanlığın hayrına olan ne varsa hakim olur, yaygınlık kazanır; O’nun rızasına aykırı düşen ve insanlık için değerli ve hayırlı olmayan şeyler de hayatın dışına atılır. Bu özellik bu ümmet için sadece bir fazilet olarak değil, aynı zamanda temel bir vazife olarak da ortaya çıkmaktadır.

Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur: “İsrailoğulları’nda meydana gelen ilk bozulma şudur: Birisi, (kötülük işleyen) başka biriyle karşılaşır ve ona, ‘Ey adam! Allah’tan kork, yaptığını terk et. Çünkü onu yapmak sana helal değildir’ derdi. Sonra ertesi gün onunla tekrar karşılaşır, fakat dünkü yaptığı, onunla birlikte yemesine, içmesine ve oturmasına engel teşkil etmezdi. Bunu yaptığında Allah onların kalplerini birbirine karıştırdı(benzetti).”

Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sonra, “İsrailoğulları’ndan kâfir olanlar Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlendiler...” diye başlayan ayetleri, “Fakat onların çoğu fasıktır.” mealindeki ayetin sonuna kadar (Mâide, 78-81) okudu ve arkasından şöyle buyurdu: “Dikkat edin! Allah’a yemin ederim ki sizler ya ma’rufu emredip münkerden sakındırır ve zalimin elinden tutup onu hakka döndürür, hak üzere tutarsınız (ya da kalpleriniz birbirine benzetilir).” (Ebu Davud)

Kavramı doğru anlamak
Kavramlar bizim hayat damarlarımız gibidir. Onların içinin farklı muhtevalarla doldurulmasına izin verdiğimizde, kendi kendimizi zehirlemiş oluyoruz. Günümüzde sıkça kullanılan, ama muhtevasını doğru tayin edemediğimiz için zamanla anlamını kaybedip buharlaşan kavramlardan ikisidir “ma’ruf” ve “münker”. Yukarıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimede de geçtiği gibi, bu iki kavram Kur’an’ın en temel kavramlarındandır ve Ümmet-i Muhammed olarak bizler için de son derece önemli bir anlam ifade ederler.

Ma’ruf kelimesini, içinde geçtiği ayet ve hadisler de dahil olmak üzere her yerde “iyilik” diye tercüme etmek büyük bir cinayettir. Zira “iyilik” her şeyden önce bir “kavram” değildir. İkinci olarak da bu kelime, içini kimin doldurduğuna göre değişik anlamlar ihtiva eder. Şayet kelimeleri kavramlar doğrultusunda değil de, kavramları kelimeler doğrultusunda anlamlandıracak olursak, bir süre sonra ma’ruf bizim için kötü, münker de iyi olan şeyleri anlatmaya başlayacaktır.

Öyleyse vakit geçirmeden bu iki temel İslâmî kavramın anlam ve muhtevasına bakalım.

Ma’ruf, Allah Tealâ’ya taat, yakınlık ve insanlara iyilik anlamı taşıyan her söz, davranış ve tutumdur. Yüce dinimizin, işlenmesini teşvik ettiği bütün ameller bu kapsamdadır.

Münker ise bunun tam zıddıdır. Allah Tealâ’ya isyan, insanlara kötülük ve zarar anlamı taşıyan ve Yüce dinimizin yasakladığı her söz, amel ve davranış münkerdir.(İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 3/216)

Şu halde bu iki kavramdan birine “iyilik”, diğerine “kötülük” demekle, aslında onların içini boşaltmış oluyoruz. Neyin iyi ve neyin kötü olduğunu günümüzde belli enformasyon merkezleri belirlediği için –yukarıda da söylediğimiz gibi– bir süre sonra, dinimizin ma’ruf dediği birtakım ameller “kötü” ve dinimizin münker dediği birtakım işler de “iyi” olarak telakki edilebiliyor toplum tarafından.

Bir müminin günaha razı olması mümkün değildir. Yanıbaşımızda bir günah işlendiği zaman ona en uygun metotla müdahale edip, işlenmesine veya en azından yaygınlaşmasına mani olmak görevimizdir. Oysa günümüzde “çoğulculuk”, “hoşgörü” gibi kavramlar moda ve herkesin istediği hayat tarzını rahatça yaşaması “insan hakları” çerçevesinde temel bir hak. Yanıbaşınızdaki komşu, sokağınızdaki esnaf veya aynı güzergâhı kullandığınız insan, sizin inanç ve kültürünüzle asla bağdaşmayan bir hayat yaşayacak, sizin dininizin “münker” dediği fiilleri açıktan işleyecek ve siz onu ikaz bile edemeyeceksiniz!

Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem), “Ben müşrikler arasında ikamet eden her müminden beriyim” buyurmuş. “Niçin (böyle buyurdunuz) ya Rasulallah?” diye sorulduğunda da “Ateşleri birbirini görür.”karşılığını vermiş. (Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî)

Buradaki “ateşleri birbirini görür” ifadesinin ne anlama geldiği konusunda ulema şu ihtimaller üzerinde durmuştur:

1. Müminle müşrikin hükümleri bir olmaz.

2. İslâm yurdu ile küfür ülkesi arasında fark vardır. Bir müslümanın (mazeretsiz olarak) kâfirlerin memleketinde yaşaması caiz değildir.

3. Mümin, yaşantısında, ahval ve davranışlarında ve görünüşünde onlara benzememelidir. (Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, 7/129)

Peygamber vârislerinin görevi
İnsanlığı içine düştüğü bu şer gayyasından çekip çıkaracak tek umut ışığı olan Ümmet-i Muhammed’i kıvamda tutacak olan nedir?

Şüphesiz ki bunu yapacak olan bu ümmetin gerçek alimleridir. O vârisler ki, Allah Tealâ’nın rızasından başka bir hedefleri ve rıza-yı ilâhinin uzağına düşmekten başka bir korkuları yoktur. Ne dünyalıkta gözleri vardır, ne makam ve şöhrette. Onlar bizim hayatımızın işaret taşları, nirengi noktalarıdır. Toplum, ahvalini onlara göre ayarlar, onlara bakarak kendisine çeki düzen verir. Bu sebeple toplum olarak, ümmet olarak bizim için ekmek ve sudan önce, ruhumuzu kıvamda tutacak alimler gereklidir.

Gerçek fonksiyonu bu olan alimlerin yerini, Kur’an-ı Kerim’in “bel’am” tiplemesiyle dikkatimize sunduğu sahte alimler aldığında ise, İsrailoğulları’nın başına gelenin bizim de başımıza gelmesi –Allah korusun– işten değildir.
Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Canımı elinde bulundurana yemin ederim ki, ya ma’rufu emredip münkerden sakındırırsınız, ya da Allah’ın size, katından bir azap göndermesi yakındır. Sonra O’na dua edersiniz de, duanıza icabet edilmez.”(Tirmizî)

Ali el-Karî, bu hadisin şerhinde, Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in yeminli ifadesini de dikkate alarak şu açıklamayı yapıyor: “Allah’a yemin olsun ki, şu ikisinden biri mutlak surette olacak: Ya sizden emr-i ma’ruf nehy-i münker, ya da indirilen bir azap ve bu azabın kaldırılması konusundaki dualarınıza icabet edilmemesi.” (Mirkat, 8/866)

İşte alimlerin görevi bu noktada ortaya çıkıyor. Hem kendilerini hem de toplumun diğer kesimlerini, herhangi bir ayrım yapmadan kuşatacak olan bir azaba düçar olmamak için olanca gayretlerini sarf ederek yöneticisiyle yönetileniyle bütün toplumu uyarmak onların adeta varlık sebebidir.

Bu gayret, toplumun her kesimine sesini duyurup etkisini ulaştıran propaganda merkezlerinin tahribatının önüne geçecek etkinlik ve yaygınlığa kavuşmadıkça, toplumda münkeratın hakimiyeti devam edecektir. Bu devam ettiği sürece de başta alimler olmak üzere bütün toplum bunun zararını görecektir.

Zarar da fayda da umumi
Toplumda ma’rufun hakim olması topyekün bir berekete kaynaklık ederken, münkerin hakimiyeti de topyekün zarar ve ziyanın sebebi olacaktır. Toplumun içinde bulunduğu ahvalden haberdar olan hiç kimsenin, “nasıl olsa ben münker işlemiyorum; başkasının işlediği münkerin zararı bana dokunmaz” demesi hem müslümanca, hem de gerçekçi değildir. Bir hadiste ifade buyurulduğu gibi, gördüğümüz bir münkeri gücümüz yetiyorsa elimizle, yetmiyorsa dilimizle ortadan kaldırmaya çalışmalıyız. Bu işin farz-ı kifaye olan kısmıdır ve herkes terk ederse herkes günaha girer, sorumlu olur. Ancak bunu yapamıyorsak, “çoğulcu bir toplumda yaşıyoruz, herkes istediğini yapar” deyip de kendimizi tehlikeye atmamalı, o münkeri kalben reddederek hiç olmazsa günahına ortak olmamalıyız.

Evet,münkeri kalben reddetmek en zayıf imanın tezahürüdür ve bir toplum ne adına olursa olsun münkere buğz etme refleksini kaybetmişse, toptan günaha batmış ve ilâhi gazaba müstehak olmuş demektir. Bu durumu dile getiren bir hadisinde Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurur: “Yeryüzünde bir günah işlendiğini gören bir kimse, onu çirkin bulur ondan ikrah ederse, o günahı hiç görmemiş kimse gibi olur. Kim de o günah gıyabında işlendiği halde ondan haberdar olur ve ona rıza gösterirse, onu bizzat gör(en ve müdahale etmey)en gibi olur.” (Ebu Davud)

Çoğulculuk, özgürlükler ve saire adına açıktan açığa işlenen münkerata sessiz kalan, yerinde ve üslubunca müdahale edip düzeltebileceği arızalara dahi omuz silkip “bana ne” diyen fertlerden müteşekkil bir toplumun; değerlerine, geçmişine, kültür ve inancına değil, varlığına bile sahip çıkması müşkül hale gelir.

Hz. Ali 
(radıyallahu anh) şöyle der: “Dininizden (nefs, şeytan veya düşman tarafından) mağlup edile(rek terk ede)ceğiniz ilk şey, elinizle yaptığınız cihattır. Sonra dilinizle yaptığınız (ı aynı şekilde terk edeceksiniz), sonra da kalbinizle yaptığınız cihat (elden gidecek). Her kimin kalbi ma’rufu ma’ruf ve münkeri münker olarak tanıma(maya başlar)sa ters döner, alt üst olur.”(İbn Abdilberr, et-Temhîd, 24/313)

Probleme şaşı bakmakGünümüz insanı, maruz kaldığı propaganda bombardımanı karşısında şu düşünceye kolayca zihnini kaptırmıştır:

Müslümanlar dinlerini yanlış anlayıp yanlış yorumladıkları için geri kaldılar. Eğer gelişmiş ülkelerin seviyesini yakalamak istiyorsak, eskimiş din anlayışını terk edip, “çağa uygun” bir din anlayışı geliştirmemiz lazım.

Bu düşünce öldürücü bir zehir gibi müslüman nesillerin beynini ve kalbini adeta felce uğratmıştır. Oysa müslümanlar Batı alemi karşısında mevzi kaybettiyse bunun sebebi dinlerini yanlış anlamış olmaları değil,dinlerinin gereğini yerine getirmemeleridir.

Tarih içinde müslümanlar dünyaya adalet dağıtacak güce ve insanlığın müşahede ettiği en ihtişamlı ve uzun ömürlü medeniyeti kuracak kabiliyet ve birikime sahip olduysa, bu, dinlerini doğru anladıklarının en büyük delilidir. Bugün bu durumda oluşumuz, o medeniyetin kurucu dinamiklerini ihmal etmiş olmamızdan, o iman safiyetini ve inanmışlık şuurunu aynı şekilde devam ettirme iradesini gösteremeyişimizdendir.
Bugün dahi, kapı komşumuzdan yakın ve uzak coğrafyalara kadar nerede ne olup bittiğine sadece seyrediyor ve sahaya inip oynamak yerine tribünlerden seyretmeyi tercih ediyorsak, bu, emr-i ma’ruf nehy-i münker şuurunu kaybettiğimizin işaretidir. Hoşgörü, çoğulculuk ve benzeri kavramlar bizi çevremizde olup bitenlere karşı ilgisiz kalmaya, hatta giderek her türlü münkerat ve ma’siyeti “özgürlük” sınırları içinde telakki etmeye götürüyorsa suçu ve suçluyu başka yerde aramak beyhudedir.

Elbette emr-i ma’ruf nehy-i münker her önüne gelenin yapacağı bir iş değil, herkesin kendi konum, yetki, birikim ve kabiliyeti çerçevesinde yürütülmesi gereken bir faaliyettir. Dolayısıyla günümüz şartlarında bu hayatî fonksiyonu yerine getirecek sivil örgütlenmeler ve insanların tepkisini değil, takdirini celp edecek metot ve vasıtalarla yürütülmesi bir elzemiyettir.

Elbette bunu söylerken insanların bireysel hayatlarına müdahale etmeyi, toplumda kaos ve kargaşa oluşturacak ve düzeni bozacak davranışlarda bulunmayı telkin ediyor değiliz. Hatta böyle davranmanın, fitneye yol açacağı için bizzat kendisinin bir münker olduğunu söylüyoruz.

Kastettiğimiz, bizzat kendi nefsimizden başlayarak etrafımıza en uygun metot ve aracı kullanarak ma’rufa çağırıcı bir tutum içinde olmaktır. Zina yolundaki bir genci kolundan tutup zorla geri çevirmek değil, gençleri zinaya götüren yolları tıkayıcı, evliliği kolaylaştırıcı ve teşvik edici çalışmalar yapmaktır mesela.

Yahut manevi dinamiklerimizi toplumda yeniden harekete geçirmek ve etkin kılmak için insanımıza din, tarih, kültür şuuru veren sosyal, kültürel ve ilmî çalışmalar yapacak sivil örgütlenmelere gitmektir.

Ebubekir Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Ocak 2016 Çarşamba

601.PRATİK HOCALIK-Nureddin Yıldız

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

**İslam insandan insana öğrenilen bir dindir. Müslümanların da tek örneği Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellemdir. O’nun örnekliğini taşıyan ilimler kâğıtta kaldığı müddetçe insana bir fayda sağlamaz. O’nun yürüdüğü yerden yürümeli ki mü’min Resûlullah’ı örnek almış olsun. 


**Çok bilmekten daha önemli olan mefhum;

bilindiği kadarıyla dine hizmet etmek ve dini öğretmeye çalışıp yaşanmasına vesile olmaktır. Hiç kimse bunu başka mercilere devredip kendini bu mesuliyetten kurtaramaz. Tıpkı bir abdest için onca yolu giden Ali radıyallahu anh gibi. Böyle bir halifeye sahip Müslümanların bilgilerini saklama veya küçük görme hakkı yoktur. Bu bir mesuliyettir.

**Öğretmiş olmak için öğretmek, amaç dışıdır. Olması gereken, öğrettiğini yüz yıl sonrasına ulaşması umuduyla öğretmektir. Bu umut ve heyecanı taşımak şarttır. Heyecan ve ihlâsla yapılan her iş meyvesini bugün, yarın veya yıllar sonra dahî mutlaka verecektir.

**Müslüman davet ettiği İslam’ın üzerinde izlendiği kişidir. Örnek alınabilecek konumda bulunan bir Müslüman; yapılmasında bir beis olmayan veya mübah olan işleri dahî yapmakta imtina etmelidir.

**İslam’ı öğreten kimse, karşısında bulunan kitlenin sayısına takılı kalmaz. Bu sebeple görevi Allah’a davet etmek olduğu için az sayıya takılıp bıkkınlık göstermez. Bilinmelidir ki Allah; dinine tebliğ edene, davet edilen topluluğun sayısına göre değil davette güdülen niyete göre muamele eder.

**İslam için hizmet “hocalık” makamına sahip kişilere has bir özellik değildir; çünkü toplumun “Belirli bir makama geldikten sonra hizmet ederim.” demekle geçirilecek zamanı yoktur. Bu sebeple herkes bildiği kadarıyla dinine hizmet etmek zorundadır. Herkes bildiğinin hocasıdır.

**Dinimiz İslam, insan dinidir. Melek dini değildir. Cemadata inmiş bir din de değildir. İnsana inmiştir. İnsan olan bir peygamberin ağzından Allah bize bu dini ulaştırmıştır. Bunun en tabii sonuçlarından birisi de dinle ilgili hususları insanların insandan alıp yaşamalarının daha kolay, daha çabuk ve daha müessir olmasıdır. En teknolojik cihaz bile abdesti bir nine kadar öğretemez. İnsan, insan için gelmiş olan dini insandan öğrenir. 


**İnsan, insanı taklit eder. İnsanın dışındaki araç ve gereçler, yardımcı öğeler olarak görülmelidir.“Dinimiz, insana inen ve insan olan bir peygamberin lisanından bize ulaşan bir din olduğu için insanın öğretme/eğitme kapasitesi herhangi bir cihazla/sistemle ölçülemeyecek kadar üstündür.” Bunu şu manada kullanmak istiyoruz: Cami imamı, Kur’an öğreten muallim, öğretmen, filan yerde sireti nebiyi öğreten hocaefendi veya öğretmen ya da çocuğuna abdest ve akideyi öğretecek olan anne, baba, hacı dede... Bir insana Allah’a ait şeyleri öğretecek kimsenin adının öğretmen/hoca/müezzin olması gerekmiyor. Neden? Müslüman isek hepimiz dinimizin hocasıyız demektir.Baba isen sen dininin hocasısın. Anne isen dininin hocasısın. Bir yerde çocuklarla ilgilenen bir iş yapıyorsan dininin hocasısın. Çalıştığın iş yerindeki arkadaşlarından üstün bildiğin ne varsa o hususta dininin hocasısın. Allah onlardan razı olsun, ashabı kiramdan hangisi öğretmenlik sertifikası alarak insanlara din öğrettiler? Kaç sahabi Kur’an’ı ezber biliyordu? Kaç sahabi on bin hadis biliyordu? Kaç sahabi Şeriat’ın bütün ahkâmını biliyordu? Yüzde yüz İslam’ı bilen, “Şu helaldir, bu haramdır.” diyen 120 civarında sahabi vardı... Bu da gösteriyor ki ashabı kiramın âlim denecek insan sayısı 120 sahabi olduğuna göre binde bir âlim/müftü denecek sahabi vardı, binde bir oranında. Ama “Allah’ın indirdiği Kur’an’ı, Şeriat’ı yeryüzüne yayan sahabi kaç kişidir?” diye sorduğunda karşımıza 120.000 sahabi çıkıyor. Neden? Kim Peygamber aleyhisselamdan iki ayet öğrendiyse hemen gidip önce evine sonra da arkadaşlarına o ayetleri öğrettiler. Hatta ve hatta Ömer bin Hattab radıyallahu anh gibi ismi İslam’la neredeyse özleşecek kadar büyük bir isim ne diyor? “Komşumla –nöbetleşe- inen ayetleri öğreniyorduk.” diyor. “Bir gün ben işime gidiyordum, komşum Peygamber aleyhisselamın yanında bulunuyor ve o öğrendiği ayetleri akşam gelip bize anlatıyordu. Öbür gün o işine gidiyor, ben Peygamber aleyhisselamın yanına gidiyordum.” Ayetleri ve dini nöbetleşe öğrenip öğretiyordı.

Kim ne biliyorsa o onun hocası demektir. Pratik hocalık da budur. Ne öğrendin? Abdest. Bitti! Abdest uzmanısın. 

Ashabı kiramın yaklaşık dört-beş bin tanesinin hayatlarına ait ayrıntılar var elimizde. Ashabı kiramı anlatan o ilk dönemlere ait kitaplar var. İşte, “Filan sahabi şurada doğdu, şöyle yaşadı, burada öldü.” diyor. Yaklaşık olarak 120.000 sahabi Peygamber aleyhisselamın veda hutbesini dinledi. Bunlardan 500 tanesi hafız değildi. Kur’an’ı ezber bilmedikleri gibi Peygamber aleyhisselam efendimizin yaklaşık 50.000 e varan hadislerinden 5.000 hadis bilen iki sahabi yoktu. Bir Ebu Hureyre var. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin hanımı, anamız Âişe radıyallahu anha 3.000 hadis bilmiyordu. Eşi, Peygamber aleyhisselam efendimizin konuştuğu binlerce hadisten onun kulağına 2.000 tane geçmiş. Biliyorduysa da kendisi ile beraber ahirete gitmiş o bilgiler. Ama din Âişe’den öğrenildi. Bütün dini Âişe öğretemedi, radıyallahu anha. Bildiği şeylerde dinin uzmanı oldu. Yatak odasıyla alakalı şeyleri Âişe’den iyi anlatan olmadı. Dolayısıyla ashabı kiram “Bu dini Âişe’den öğrendik.” diyorlar. Hâlbuki aynı Âişe’nin ahkâmla ilgili bilmediği şeyler de vardı. Herkes dininin hocasıdır. Herkes dinine hizmet etmek zorundadır.

**Bugün yeryüzünde İslam var elhamdülillah, milyara yakın insan Allah’a iman ediyor, “Müslüman’ım.” diyor. Bugün yüz binlerce minareden ezanlar okunuyor. İslam’ın asırlar boyunca devleti oldu, İslam medeniyetler kurdu. Bütün bunlar, şu 1435 seneden beri İslam adına yeryüzünde okunan ezanlar, kurulmuş devletler, yaşatılmış medeniyetler bir insana yüklenecek olsa elbette Peygamber aleyhisselam efendimizin göz nuru el emeğidir ama pratikte bunlar Mus’ab bin Umeyr isimli kırk yaşına gelmemiş bir delikanlının ürünüdür. Yesrib diye bir köye gitti. Orada İslam’a zemin hazırladı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi davet etti, “Gel, Yesrib İslam oldu Ya Resûlellah!” dedi. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ashabıyla oraya hicret ettiler. Medine’de İslam devleti kuruldu ve kıyamete kadar da inşallah İslam bir medeniyet olarak insanları Allah’a kavuşturan bir araç olarak var, olmaya da devam edecek. Mus’ab bin Umeyr bu işin banisi. Bu işi kuran, yaşatan ve ilk çekirdeği ortaya çıkaran ama Mus’ab bin Umeyr Uhud’da şehit olduğunda Kur’an’ın beşte ikisi inmemişti henüz. Hac dâhil İslam’ın emirlerinin çoğu ortada yoktu. Kadınlara ait tesettür bile yoktu. Mus’ab bin Umeyr bugün bir imam-hatip talebesinin, Kur’an kursundaki bir talebenin bildiğinden daha az Kur’an biliyordu, daha az İslam biliyordu. Ama bildiğinin hocası oldu. Onu pratiğe döktü. Sonuç İslam oldu. 

**Şeytanın üzerimizdeki uyguladığı tuzaklarından birisi, bizim İslam’ı üst uzmanlara havale etme hastalığımızdır. 

**Dinimizi yokuşa sürmenin gereği yoktur. Dini hocalara yıkmanın gereği yoktur. Hepimiz bu dinle Allah’ın huzuruna çıkacağız. Bu din bizi cehennemden kurtaracak. Bu din sayesinde inşallah cennete gireceğiz diye umut ediyoruz. O zaman hepimiz dinimizin hizmetkârıyız. Hepimiz bildiklerimizin hocasıyız. Herhangi bir Kur’an kursunda okumuş bir kadın, herhangi bir imam-hatip lisesini okumuş ve bitirmiş bir insan Mus’ab bin Umeyr’den çok daha fazla şeyler biliyordur. Bir defa Kur’an’ın bütününü baştan sona bir defa hatmetmiştir. Allah ondan razı olsun. Mus’ab ra, Rabb’ine kavuştuğu zaman okuyacağı Kur’an ve Mushaf yoktu meydanda. Bildiği birkaç ayetle gönülleri fethetti. Ashabı kiramın neredeyse tamamına yakını Kur’an’ın bütününü göremeden Rabb’lerine gittiler. Bütününü ezberleme imkânları, çocuklarına ezberletme imkânları olmadı. Ama Allah’a tam memnun olunmuş kullar olarak gittiler. Mesele demek ki tamamını bilip uzmanlaşacaksın, değil. Böyle değil bu din. Bir ayet, insanı kurtarmak için yeter. Sen samimi bir şekilde sadece tahareti biliyorsan, sadece abdesti guslü biliyorsan o bile bir insanın kurtulması için vesiledir. Allah görmelidir ki sen elindekini pratiğe çevirdin. O kadardı senin takatin. Daha üstesinden gelemedin. Bunu görsün Allah. ihlastır Allah’ın aradığı.

 Başta ne dedik? “Her anne-baba öğretmendir, muallimdir hocadır. Her idareci hocadır. Arkadaşı olan herkes hocadır. Bir kelime fazla bilen o bir kelimenin hocasıdır. Din pratiktir. İnsana inmiştir bu bunu gerektiriyor.” dedik.

 Din öğreten kişi abdestinden cihadına kadar Allah’ın kitabında Peygamber aleyhisselamın Sünnet’inde din olarak ne varsa, fukahanın kitaplarını dolduran din maddesi olarak ne varsa seçilmiş olduğunu bilmek zorundadır. Bu Ümmet’in dinini öğretmek için velev ki beş kişilik bir grupla ilmihâl okuyan bir arkadaş grubu olsun, onlar kimin evinde toplanıyorsa o seçilmiş bir evdir. Kim onlara “Bismillahirrahmanirrahim” deyip açıp kitabı okuyorsa o seçilmiştir. Oraya katılanlar da seçilmişlerdir. Bunları seçen de Allah’tır. Allah’ın milyarlarca kulu imandan yoksunken ya da imana ulaşmış ama caminin dibinde ibadet nimetinden yoksun yaşarken, cahil kalmayı kabul ederken, cahil kalmaktan arlanmazken Allah, eğer bir kulunu bir mecliste oturacak, ilim öğrenecek bir insan diye seçmiş ve kalbine bu sıcaklığı vermişse bu şükür yapmayı gerektiren, şükür secdesi gerektiren bir seçilmişliktir elhamdülillah.

Hocalığımız da pratik olmalı.Biz kıyamete kadar devam etmesi gereken Allah’a iman ve Allah’a ibadet zincirinde bir halka olarak görürüz kendimizi. Sevgili Peygamber aleyhisselam efendimiz dünyanın en ağır işkencelerine muhatap oldu. Kanlar içerisinde kaldı. Mübarek bacağından kanlar aktı atılan taşlardan sonra. Gelip melek “Şu iki dağın arasında ezelim mi bu adamları, intikamın olsun senin.” dediğinde Peygamber aleyhisselam Allah’a şirk koşan, putperest, kendi çocuklarını gömecek o katil adamlara bakıp da “Allah bildiği gibi yapsın.” demedi. Ne buyurdu? “Aman ha. Aman bunlar cahil, kıymet bilmiyorlar ama bunların neslinden birisi gelir de iman eder. Aman bunlara bir şey yapmayın.” dedi. Engel oldu. Neden engel oldu? Gelecek kuşakları düşündü sallallahu aleyhi ve sellem. Taif’te de böyleydi, Mekke’de de böyle oldu. Sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra her yerde irtidat, dinden dönme, “Madem peygamber öldü peşinden gitmeyiz.” deme hastalıkları peyda olduğu hâlde sadece gelecek kuşakları iman eder belki dediği Taif’te irtidat hareketi olmadı. Emel budur, umut budur işte. Bir hoca, din öğreten muallim, mürebbi önündeki yirmi kişiyi hesap ederek iş yapamaz. Önündeki yirmi bin seneyi hesap ederek iş yapacaksın. O çocuğun öğreneceği abdestin, o çocuğun öğreneceği “Faiz haramdır.” ayeti bin sene sonra dünyanın başka bir kutbunda hidayete erecek bir insana ulaşacak inşallah diye bekleyeceksin. Umut budur. Bu mantık, bir Müslüman’ın insanlardan teşekkür veya algılama beklemesine de engeldir. “ anlatıyoruz, anlatıyoruz. Anladık diyen bile yok.” demez bir mü’min. Anlamasınlar. Senin vazifen onları mum gibi eritmek değil Allah’a davet etmektir. Velev ki seni öldürmeye gelsinler, Mus’ab bin Umeyr’i de öldürmeye gelenler hayat buldular onun önünde. “Tamam, öldüreceksen öldür, hele bir dinle; sana bir iki ayet okuyayım.” dedi. Ayetin sonunu getirmeye kalmadan “Ya ben senin adamın nasıl olurum?” dediler. Ölüme hazırdı ve insanlardan bir karşılık beklemiyordu. Rabb’inin cennetinden başka bir beklentisi yoktu. Rabb’i de o cenneti ona ihsan etti. İmanımız budur bizim. Biz talebenin performansına göre hareket etmeyiz. Talebeden çıkacak reflekslere göre “Vallahi başarılıydık.” filan diyemeyiz. Başarımızı melekler ölçer bizim. O ölçüm aracı da ihlasımızdır.

 Bıkmadı Peygamber aleyhisselam efendimiz. Onun vekili olan hoca bıkmayacak. Bıkamazsın. Bıkma hakkı yoktur muallimin. Yani insanlar namaza gelmiyor diye “Nasıl olsa ezan okuyoruz, kimsenin de ezanı dinleyip geldiği yok. Bari masraf olmasın ezanı kaldıralım!” diyor muyuz? Var mı böyle bir iddia. Hiç duyuldu mu? “Madem gelmiyor. Niye boşuna ezanı okuyoruz?” deniyor mu? Hayır. “Melekler dinliyor.” diyoruz. “Biz Rabb’imizin en büyük olduğunu, Allahu Ekber’i ilan edelim gelmeyen gelmesin.” diyoruz. Doğrusu da budur. Yapılması gereken de budur. Hocalığa gelince, öğretmeye gelince “Elli kere anlattık, daha bunun yapacağı yok!” diyemezsin. Elli bir duruyor. “Yüz on kere anlattım.” Yüz on bir bekliyor. Senin vazifen insanları mum gibi eritip secdeye kapandırmak değil. O kıvam için çalışmaktır. Dokuz yüz elli senelik ömrün olsa dokuz yüz kırk dokuzuncu senede bile sen hâlâ namazı anlatacaksın. “Ee, bu kadar olur mu?” Olur tabii. Olmadı mı? Oldu! Yapan yaptı. Dokuz yüz elli sene sabretti. Demek on sene daha ömrü olsaydı dokuz yüz altmış sene yapacaktı bu işi. İmanımız budur. Böyle gördük peygamberleri aleyhimüsselam cemian. Böyleydi peygamberler. Böyle oldukları için de bereket yağdı üzerlerine. Belki iki kişi, üç kişi kazanamadılar ama Rabblerini kazandılar. Allah’ı kazanmaktan büyük bir kazanç var mı? Allah’ı kazandın sen, ne yapacaksın talebeyi? Cemaati ne yapacaksın? Yetmedi mi Allah sana? Böyle düşünmemiz gerekiyor. En pratik hocalık budur. Talebe sayarsan “Geçenki derse on kişi katıldı, şimdiki derste on üç kişi oldu. Eyvah dokuza düştü.” Sayılarla uğraşan, matematiğin içinde kaybolur gider. Bu Ümmet, sayı Ümmet'i değil ihlas ve takva Ümmet’idir. Bir kişinin peşinde yirmi sene uğraşırız. İki kişi için iki yüz sene uğraşırız yeter ki ömrümüz olsun. Bu şekilde düşüneceğiz. Kendi çocuğumuz için de yeğenimiz için de çevremiz için de önümüze öğret bunları diye kim konduysa onun için de böyle düşüneceğiz. Bu, Ümmet-i Muhammed’in karakteridir. Öyle Yahudiler gibi “Bunun benim sözümü dinleyeceği yok!” deyip çekip gitmek bizde yok. Peşinden gideceğiz. Ne zamana kadar? Ya o bu dünyadan çekip gidecek ya ben çekip gideceğim. Ama ben Rabb’ime anlatacağım. Gülecekler, eğlenecekler. Öyle insanların gülmesinden, dedikodusundan da çekinmeyeceğiz. Pratik hocalık budur. Kardeşler, “Bu Ümmet, insana inmiş bir dini insandan daha pratik alır.” dedik ya bunun en önemli gereklerinden birisi de din öğretme durumunda olan anne, baba, muallim, başkan, üye, yönetim kurulu, hoca, hacı, müezzin, öğretim üyesi adı ne ise din öğreten kişi; velev ki o din bir abdestte başı mesh etmekle ilgili bir şey olsun o da din. Başını mesh etmezsen abdestin oluyor mu? Olmuyor. Abdestin olmazsa namazın oluyor mu? Olmuyor. Namazın olmazsa mü’min oluyor musun? Yok. Başı mesh etmek o zaman din demek. Bir kişi sana başı mesh etmeyi yanlış öğretmiş olsaydı kırk sene boşuna namaz kılmış olacaktın sonra öğrendiğinde bunu. Demek bizim dinimizin hiçbir meselesi basit değil, atılabilir, bir kenara bırakılabilir değil. Kim din öğretme durumunda ise o, örnek olduğunu bilecek. 

Hepimiz kendimize yönelik bir ders çıkaracağız.  Bu din pratiktir. Bu dinin rampaya sürülecek bir şeyi yoktur. Biz kendi kendimize yokuş üretiyoruz. Hatalarımız, yanılgılarımız bizim az bilmişliğimizdendir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ashabını, Ebu Bekir’i, Mus’ab’ı örnek alacağız, onların yaşantısı pratikti. Dini taviz vermeden, esnetmeden olduğu gibi yaşamamız mümkündür. Allah böyle bir din göndermiştir. Bunu durup dururken yokuşa sürmemiz mümkün değil. 

"Pratik Hocalık"- Nureddin Yıldız Hocaefendi’nin 11.11.2012 tarihli (186.) Hayat Rehberi dersidir
.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR