27 Temmuz 2016 Çarşamba

680.Kişinin (Allah Kendisini Küfürden Kurtardıktan Sonra Yeniden) Küfre (İnkarcılığa) Dönmeyi Ateşe Atılmak Gibi Kötü Görmesi İmandandır

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
2. BÖLÜM ÎMÂN 

14. Kişinin (Allah Kendisini Küfürden Kurtardıktan Sonra Yeniden) Küfre (İnkarcılığa) Dönmeyi Ateşe Atılmak Gibi Kötü Görmesi İmandandır

21- Enes'ten 
(radıyallahu anh) rivayet edilmiştir: Hz.Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:Şu üç şey kimde olursa, o imanın tadını bulur:

1. Allah ve Resûlü'nü her şeyden daha çok sevmek,

2. Sevdiği kişiyi yalnızca Allah için sevmek,

3. Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre (inkarcılığa) dönmeyi, ateşe atılmak kadar kötü görmek".


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 



26 Temmuz 2016 Salı

679."Vatan sevgisi imandandır." sözü hadis midir?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

İslam dini, bir bütün olarak hayatın her yönünü içine alır. Bu nedenle vatan ve devlet anlayışını belirli sınırlar içerisinde değerlendirmiştir.

Örneğin oturduğu eve veya malına saldırıldığı zaman, onu korumak ve kendini müdafaa etmek dinimizin bir emridir. Bu yolda ölse şehit olur. Vatan ise bütün Müslümanların ortak evidir. Onu korumak ve muhafaza etmek ise Müslümanların ortak görevidir.

Peygamber Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Medine’ye hicret edince, orada bulunan Yahudilerle bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmada geçen önemli maddelerden biri de"vatanları olan Medine’ye bir saldırı olursa beraber savunma yapacakları"konusuydu. 

Demek ki vatanımızı korumak için gayri müslimlerle bile anlaşma yapılabilir ve vatan ne pahasına olursa olsun korunması gerekir.

Bir Müslüman dinini, namusunu, canını ve malını vatan ve devletiyle korur.Vatanına bir Müslüman devlet bile saldırsa onu korumak Dinimizin emridir.

Yerler ve zamanlar, içerisinde olan kimseler ve yapılan işlere göre değer kazanır. Bu açıdan bir İslam devleti olan bu memleketin, bu toprakların ve içinde yaşayanların korunması ve devam etmesi noktasından vatan, bayrak ve devletin varlığını zorunlu kılmaktadır.

Bazı alimler “Vatan sevgisi imandandır.” sözünün mevzu olduğunu söylese de manasının doğru olduğu ifade edilmiştir. (Acluni, Keşfu’l-Hafa, 1/345, no: 1102)


Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

25 Temmuz 2016 Pazartesi

678.KUR'AN'DA VATANA İHANET ile ilgili ayet var mıdır?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Ayetlerde açıkça “vatan hainliği” kavramı geçmemektedir. Ancak meşru devlet düzenine karşı gelen, yol kesen, terör estiren, emniyeti ihlal eden, kamu düzenini bozan, fitne fesat çıkarmak için silahlı örgüt kuran ve silahlı eylem yapanların Kur’an’da -özet halde- söz konusu edildiğini değişik ayetlerden anlamak mümkündür:

“Allah ve Resûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri ya asılmaları yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu onların dünyada çekecekleri rezilliktir, âhirette ise onlara büyük bir azap vardır.”(Maide, 5/33)

"Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle vuruşursa, onların aralarını bulun. Buna rağmen biri öbürüne saldırırsa, bu saldıran tarafla, Allah’ın emrine dönünceye kadar siz de vuruşun. Döndüğü takdirde aralarını hakkaniyetle düzeltin ve hep âdil olun, çünkü Allah âdil davrananları sever." (Hucurât, 49/9).

Bu konu tefsir ve fıkıh kitaplarında detaylı bir şekilde incelenmiştir.

Resulullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "Cezası en çabuk verilen şerr bağy"dir." buyurmuş, İmam Cafer-i Sadık da, "İblis, ordularına emreder: 'Aralarına haset ve bağy ekin, çünkü bunlar Allah katında şirke denktir.' der" demiştir. Kur'an' da

"Bir kötülüğün karşılığı, misli bir kötülüktür. Kim affeder ve ıslah ederse sevabı Allah'a aittir. O, zalimleri sevmez. Kim de zulme uğradıktan sonra yardımlaşırsa, onların üzerine yol yoktur. (Kendilerine bir şey yapılmaz, ceza verilmez). Yol ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yerde bağy edenler üzerinedir. Onlardır acıklı bir azabın kendileri için olduğu kişiler." (Şûrâ, 42/40-42)

buyurulmakta; "kendilerine bağy isabet ettikten sonra (haklarını almak için) yardımlaşanlar" övülmekte ve bu sıfatın müminlerin sıfatı olduğu belirtilmektedir.(Şûrâ, 42/39)


Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

24 Temmuz 2016 Pazar

677.Darbe yiye yiye anlayacağız -Faruk Beşer


“Allah insanlara zerre kadar zulmetmez, lakin insanlar kendi kendilerine zulmederler” (Yunus 10/44).

Bu hakikat bireyler için de, gruplar ve cemaatler için de, bütün bir insanlık için de geçerlidir.“Başınıza her ne musibet gelirse kendi yaptıklarınız sebebiyledir. Allah pek çoğunu da affettiği halde” (Şura 42/30).

Bu aynı zamanda cebri bir kader anlayışının bulunmadığını da gösterir. Yani kader bizi bir şey yapmaya zorlamaz, biz kendi irademizle hareket ederiz. Ama Allah için zaman söz konusu olmadığından bize göre gelecek olan her şey O'nun ilminde olmuş bitmiş ve yazılmıştır, yani kaderdir.

Şimdi şu muhteşem prensibe bakın: “Allah'a ve resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin yoksa korkar zaafa düşersiniz, rüzgârınız gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir (Enfâl 8/46).

Rüzgârınız/rîhiniz; gücünüz, devletiniz, heyecanınız anlamlarına gelir. Bu gösteriyor ki, Müslümanlardaki çözülüp dağılmanın, devletlerini bile kaybetmelerinin asıl sebebi Allah'a ve resulüne itaat etme yerine, sen haklısın ben haklıyım diye birbirleriyle çekişmeleridir.

...Ve şu muhteşem prensip: “Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Sizden olan ulü'l-emre de. Bir konuda anlaşmazlığa düştüğünüzde, eğer Allah'a ve Ahiret Günü'ne imanınız varsa, onu Allah'a ve Peygamber'e havale edin. Bu daha hayırlıdır ve hakka isabette daha güzeldir (Nisa 4/59).

İşte meselenin püf noktası burasıdır. Çünkü bu ayeti kerime ümmetin arasındaki ihtilaflarda mezhep, meşrep grup ve cemaat görüşleriyle değil, Kur'an-ı Kerim ve sünnetin söyledikleriyle ittifak aranması gerektiğini anlatır.

Demek ki mesele Allah'a ve O'nun Resulü'ne itaat meselesiymiş. İyi de, onların ne dediğine kim karar verecek? Kitab'ın ve Sünnet'in söylediği açık ise zaten problem yok. Yoruma muhtaç ise, ya da aradığımızı onlarda bulamıyorsak o zaman da başvurulacak ve söylediğine uyulacak merci Ulü'l-emr'dir. Ulü'l-emr, ümmetin yönetimini hakkıyla elinde bulunduran ve Allah'ın Kitabı'nı bilip ona göre hareket eden meşru yöneticilerdir. Böyle idareciler yoksa o zaman da ulü'l-emr olma hakkı âlimlerin olur.

... Hiçbir yerde 'bir âlime tabi olun' denmez. Resulüllah da “müftüler sana bir fetva verseler bile sen bir de kalbine sor” buyururken müşkilinizin halli için birden çok âlime sormanız gerektiğine işaret eder. Bu da yetmez, siz de bir insansınız, hiç ilminiz olmasa bile Allah'ın sizin içinize koyduğu vicdan terazisinin de bir derece yeri vardır, siz gassalin önündeki meyyit değilsiniz, denmiş gibidir.

İşte yukarıda sözünü ettiğimiz ana sebebin altındaki ikincil sebeplerden biri bizim âlimlere değil, sadece kutsadığımız birisine sormamız, sormak da ne demek, onun bize dikte ettiğinin yegâne hakikat olduğunu sanmamızdır. Oysa, eleştiriye açık şu benzetmemi mazur görün; insan, içinde adeta ilah geni taşıyan bir varlıktır. Kendi görüşüne mağrur ise, Âlim de olsa yüceltildikçe yüceltilmek ister, Mehdi olur, Mesih olur ve kendisi bile tek başına kendisinin hakikatin yegâne ölçüsü olduğuna inanmaya başlar,kinine, nefretine, ihtiraslarına, kısaca hevasına mağlup olabilir, dünyanın hâkimi ben olacaktım, şimdi bana bir başka rakip çıktı diye küplere biner, ilmine rağmen sapar ve saptırır. Allah korusun.


Yazının tamamı için:

23 Temmuz 2016 Cumartesi

676.Kula yakışan merhamettir- Hayrettin Karaman

İmam Malik kendisine ulaşan önemli bir bilgiyi şöyle naklediyor:

Meryem oğlu Îsâ diyor ki:

“Allah'ı anmadan konuşup durmayın ki, kalbiniz katılaşmasın; katılaşmış kalb Allah'tan uzaklaşır, fakat siz bunu bilemezsiniz.

Sanki onların Rabbi gibi insanların günahlarına bakıp durmayın, kullar olarak kendi günahlarınıza bakın;...

...İslam'da günah ve ayıplar görüldüğünde bunları düzeltmek için çalışmak (emr bi'l-ma'ruf…) vazifesi vardır; ancak bu vazife insanların günah ve ayıp müfettişliğine soyunmalarını gerektirmez. Günahını ve ayıbını gizleyenlerin bu durumları kamuya veya bir başkasına zarar vermiyorsa görenlerin ve bilenlerin de gizlemeleri gerekir. Her şeyi görüp bilen Allah, günahını gizleyen kulunu da görür ve bilir, O'nun görüp bilmesi yeterlidir.

Kulun asıl vazifesi kendi günahını ve ayıbını görmesi, önemsemesi, kurtulmak için çaba göstermesidir (tevbe). İşte kulluk da kişinin, Allah'a olan kul borcu bakımından daima kusurlu olduğunu bilmesi, bunun ezikliği içinde mütevazı olması, Örnek Kul'un (s.a.) yolunu izleyerek arınmaya ve yücelmeye çalışması ile gerçekleşir.

Müminin başı selamette (âfiyette) ise buna hamdetmeli; yani bunu Allah'tan bilmeli, O'nun lütfu olarak karşılamalıdır. Şu imtihan dünyasında bir kulun başına bir şeyler gelmiş ise diğerleri ona merhametle yaklaşmalı, suçlamaya, kusur aramaya kalkışmamalı, imtihanı kazanması için dua ve yardım etmelidir...


Yazının tamamı için:

21 Temmuz 2016 Perşembe

675.İsm-i Azam duası nedir? Faruk Beşer



İsm-i Azam, en büyük isim demek. Bununla anlaşılan şudur: Allah'ın öyle özellikli bir ismi vardır ki, O'na onunla yapılan duayı geri çevirmez...


... Müfessirlerin babası Taberî, İmam Eş'arî, İbn Hibban, Ebubekir Bakıllanî gibi her biri kendi sahasında otorite olan büyük zatlar Allah'ın isimlerinin her biri O'nun zatını anlattığına göre biri diğerinden daha büyük olamaz, çünkü her birinin anlattığı O'nun bizzat kendisidir, diyerek ismi azamın özel bir isim ya da cümle olamayacağını söylerler.

İbn Kayyim gibi bazıları da 'Allah' ismi, bütün isimleri topladığına göre ismi azam olsa olsa bu olabilir derler. Daha önce Ebu Hanife, Tahavî ve onları izleyenlerin kanaati de bu idi. Nevevî gibi bazıları da yukarıda verdiğimiz üçüncü hadisi şerife dayanarak ismi azamın Allah'ın el-Hayyü'l-Kayyûm isimleri olduğu kanaatindedirler.

Durum böyle olunca meseleyi bütün delilleriyle inceleyen bir kısım âlimler haklı olarak şöyle bir sonuca varmışlardır: İsmi azam ifadesi Sünnette yer alan bir ifadedir, o halde hiçbir surette ve hiçbir yorumla böyle bir şey yoktur demek uygun olmaz. Ama hadisi şeriflerdeki ifadeler de farklı olduğuna göre demek ki, ismi azam bizatihi şifreli bir tek isim ya da bir tek cümle değildir. Dua edenin durumuna ve haline göre kişiden kişiye değişen bir yakarış halidir. Kelimelerden çok dua edenin haliyle ilgilidir. Ortak özelliği şudur; Allah'ı, bulunduğu hale en uygun isimleriyle anıp O'nu doğru tanıdığını O'na arz ettikten sonra kulun gönlünde duasına icabet edecek Allah'tan başka hiçbir güç, hiçbir merci ve hiçbir kişiye en ufak bir yer bırakmadan Allah'tan, sadece O'ndan ihlas ve samimiyetle istemesidir. Durum böyle olunca ismi azam herkesin Allah'a en yakın olduğu anda, O'nun isimleriyle, ihlasla O'na yakarmasıdır. Yani herkesin ismi azamı farklıdır...


.. O zaman ismi azam, Allah'ın en büyük ismi değil, kulun yaşadığı hale göre onun için en büyük olan, en etkili hale gelen isim olmuş olur. Allahualem.

Yazının tamamı için:

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Dua reddedilmez ama… Faruk Beşer


...Dualara icabet edilmemesinin, yani gelen bir dilekçe gibi ona bir işlem yapılmamasının mümkün olmadığını söyledik. Ama dualara verilen karşılığın ciddiyetle içtenlikle, ihlasla, günahlardan ve haramlardan kaçınmakla, kulun kendi yapması gerekenleri yapmasıyla alakasının olduğu da açıktır.

Resulüllah (sa) buyurur ki, “Ey insanlar, Allah temizdir (tayyib) ve ancak temiz olanı kabul eder. Allah peygamberlerine ne emretmişse müminlere de onu emretmiştir. Peygamberlere buyurmuştur ki, 'ey peygamberler, temiz (tayyib) şeyler yiyin ve salih/Allah'ın rızasına uygun ameller yapın. Ben sizin ne yaptığınızı iyi bilirim (Müminun 23/51). Müminlere de demiştir ki: 'Ey müminler size verdiğim rızıkların temiz (tayyib) olanlarından yiyin (Bakara 2/172)”. Sonra Resulüllah buna bir örnek verdi; “adam uzun bir yolculuk yapıyor, üstü başı toz toprak. Ellerini semaya kaldırıyor, Ya Rab, Ya Rab diye yakarıyor.Ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Hep haramla beslenmiş. Peki, bunun duası nasıl kabul olsun!”. (Müslim).

O halde duaların kabulünde en etkili yol haramlardan şiddetle kaçınmaktır. Farz ibadetleri yapmamak da en büyük haramlardandır.

Allah'ı çok iyi tanımak, O'nu eksikliklerden, şirkten tespih ve tenzih etmek de duanın kabulünde etkilidir. Onun için anlamını düşünerek esmâ ile dua etmenin önemini anlattık. Çünkü bu yolla kul Allah'ı doğru tanıdığını O'na arz etmiş olur, dedik.

Allah'ın şiarlarına, yani O'nun değer verdiği, O'nu temsil eden sembollere saygı ve tazim de duanın kabulünü kolaylaştırır. Onun için Kur'an-ı Kerim'i okuyup bitirince, ayrıca farz namazların ardından, mukaddes zamanlarda, mukaddes beldelerde; Arafat'ta, Mültezem'de, gecenin karanlıklarında ve öncelikle anne babaya ihsandan, muhtaç insanlara bir iyilik yaptıktan sonra yapılan dualar kabule daha yakındır.

Başta dosdoğru kılınan namazlar olmak üzere bütün ibadetler günahların kefaretidirler. Onun için mesela namazın arkasından yapılan dua önemlidir. Çünkü huşu ile kılınan bir namazla bizim Allah ile aramızı açan günahlarımız silinmiş ve biz Allah'a yaklaşmış oluruz. Bunun içindir ki, duaya başlarken önce bir tövbe istiğfar okunur, ondan sonra dua edilir. Ama bizler bunu genellikle bilinçsiz ve anlamını düşünmeden yaptığımız için karşılığını bulamayız.

Bela ve musibetler anında yapılan dualar da kabule daha yakındır. Çünkü böyle anlarda kul Allah'a daha içten, daha ihlasla, yani dini sadece O'na has kılarak dua eder...

Acele edip, duam kabul olmadı demeden, duada sürekli ve ısrarlı olma duanın kabulünde bir başka sebeptir...

..Bir kutsi hadiste Allah (cc) buyurur ki, “Birisi benim bir velime/dostuma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulum bana farzlar kadar hiçbir şeyle yaklaşamaz. Farzların ardından nafilelerle yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onu severim. Ben onu sevince de onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık benden bir şey isterse onu kesin veririm, bana bir şeyden sığınırsa onu ondan kesin korurum…” (Buhari).

Dualarda devam ve ısrar Allah'a karşı sadakatin, ihlasın, mutlaka vereceğine dair sağlam bir imanın, O'na güvenip dayanmanın, yani tevekkülün göstergesidir. Çünkü imanı çok zayıf olanlar bile bir an, Ya Rab, bana şunu ver diye dua edebilirler. Ama güçlü bir tevekkülleri olmadığı için arkasını getirmezler, yani ya tutarsa kabilinden söyler geçerler. Böyle bir talep kabul edilir mi?

Allah cömertlerin cömerdidir, kerimdir. Sıradan bir insan bile ısrarla yapılan bir isteği sonunda kabul eder de Allah ısrarı hesaba katmaz mı? Verecekse neden ısrar etmemizi istiyor diye düşünülebilir. Ama O 'insan için ancak yaptığının karşılığı vardır' buyurmuyor mu? Kul Allah'a imanında samimiyetini ispat etmelidir ki, bir şey yapmış ve kabulü hak etmiş olsun.

Eğer Allah duamızın karşılığını veriyorsa, bunun sebebi sadece bizim dua etmemiz değildir. Çünkü O bizi zaten tanıyor ve ihtiyacımızı bizden iyi biliyor. Öyleyse bizden istenen şey, imanımızdaki ve Allah'a bağlılığımızdaki samimiyetimizi göstermemizdir. Yani istediğimiz şeyi hak etmiş olmamızdır. Bu da ancak görevlerimiz yaptıktan sonra duadaki ısrar ile olur. İnsan duada, istediğini hemen alamadığı hallerde bile ısrar ederse Allah'a, O'nun Rahman ve Kerim olduğuna gerçekten inandığını, kendisinin O'na muhtaç olduğunu itiraf ettiğini göstermiş olur.


Yazının tamamı için:

19 Temmuz 2016 Salı

SADAKA RESULULLAH(Allah Resûlu aleyhisselam doğru söyledi)

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

 Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu: 
"Size, kendilerine sımsıkı yapıştığınız zaman, asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün Sünneti." -Suyûtî, Camiu's-Sağîr, hadis no: 3282;

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu âlemden ayrılırken bize iki şey bıraktı. Biri Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim, diğeri de Kur'an'ı açıklayan hadisler yani O'na ait söz ve davranışlardır.

"Hadisler ve Sünnet" olmasa İslam'ın sadece hukuki yönü değil, ahlakî ve imanî yönü de anlaşılmamış olur ve Kur'an-ı Kerim'deki genel hükümler herkesin farklı anlayacağı göreceli talimatlar haline gelir. Din herkesin elinde farklı bir şekle dönüşür. 

"... Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yola iletiyorsun."- Şura Suresi, 52.ayet -

Ayette buyurulduğu üzere "doğru yola iletme" işi Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme isnad edilmiştir. Bu da gösteriyor ki Resûlullah'ın söz ve fiillerinin İslâm şeriatında önemli bir yeri vardır. Şayet Resûlullah'ın sözü dinlenmeyecek ve fiilleri işlenmeyecek olursa, onun insanlara doğru yolu göstermesi gerçekleşmiş olmazdı.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin görevi; Kur’an’ı insanlara getirmekle sınırlı değildir; aksine Kur’an-ı Kerim'i açıklamış ve fiilen uygulayarak ümmeti için canlı bir örnek olmuştur: 

“Hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik.”  -İbrahim Suresi, 4.ayet-

 “Hadisler Kur’an’ın tefsiridir.”

Sahabe Efendilerimiz, hadis-i şerifleri Kur’an'ı anlamanın kaynağı olarak görmüşler ve bir kısım farzlar ve genel kaidelerin detayını ancak Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin açıklamasıyla uygulayabilmişlerdir.

 Allah Teâlâ; "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı..."-Bakara Suresi, 184.ayet"Namazı kılın, zekatı verin..."-Bakara Suresi, 43.ayet"Ey iman edenler! Sözleşmeleri yerine getirin..."-Maide Suresi, 1.ayet- buyuruyor. Allah Teâlâ bunların nasıl yapılacağını öğretmeyi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme bırakmıştır.


 Bu da gösteriyor ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin Sünnet'i olmadan bu emirlerin nasıl yapılacağını bilmek mümkün değildir.

 Nitekim Allah Teâlâ:"... Sana da Kur'an'ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasın..."-Nahl Suresi, 44.ayet - buyurmuştur.

“Sünnet İkinci Kaynağımızdır”

Kur’an-ı Kerim'de ikinci bir kaynak olarak devamlı şekilde Peygamberimiz sallallahu Aleyhi ve selleme  işaret eder: 

"Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi de yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki, Allah azabı pek şiddetli olandır. "-Haşr Suresi,7.ayet- 

İbn Mesud, bu ayeti "umum ifade eden bir ayet" olarak genel anlamda tefsir etmiştir. Ve Resûlullah'ın buyurduğu veya yasakladığı her şeyin ayetle zikredilmiş gibi hüküm ifade edeceğini söylemiştir.

Bir gün Abdullah bin Mesud: "Allah Teâlâ dövme yapan, dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah'ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder" demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ummu Yakub isimli Kur'an'ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud'a gelerek: "İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun." demiştir. Abdullah bin Mesud da o kadına şu cevabı vermiştir:
"Niçin ben, Resûlullah tarafından lanetlenen ve Allah'ın Kitabı’nda da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim?" Kadın: "Ben Kur'an'ın iki kapağının arasında bulunan bütün ayetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım." demiş, Abdullah bin Mesud da "Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teâlâ'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının!" ayetini okudun mu?” diye sormuş, kadın: "Evet, okudum." demiştir. Bunun üzerine Abdullah: "Kadınların bunları yapmalarını Resûlullah yasaklamıştır."
 demiştir.
-Buhari, Libas,  82,84,85,87;Müslim, 2125-

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Muaz bin Cebel radıyallahu anhı Yemen'e gönderdiğinde aralarında geçen bu karşılıklı konuşmada kendisi de Sünnet'ine dikkat çekerek, Sünnet'in ikinci kaynak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Muaz bin Cebel radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile aralarında şu konuşmanın geçtiğini rivayet eder:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:- "Bir mesele ile karşılaştığında ne yaparsın?" buyurdu.

Muaz:- 'Allah'ın Kitabı’nda olanlarla hüküm veririm." dedi.

Resûlullah:- "Şayet Allah'ın Kitabında bulunmazsa?"

Muaz:- "Allah Resûlü’nün Sünneti ile.." Resûlullah:- "Allah'ın Resûlü’nün Sünneti’nde de bulunmazsa?"

Muaz:- "Görüşümle ictihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamadan geri kalmam."

Muaz der ki: Resûlullah göğsüme vurdu ve şunları söyledi: "Allah'ın Peygamberinin elçisini Allah ve Resûlü'nün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."
-Ebû Dâvûd, 3592; Tirmizî, 1327

 “Aşama Aşama Hadisler”

1- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in yirmi üç yıllık nübüvveti süresince sürekli kendisine inen Kur’an ayetlerini ve o ayetleri açıklayacak nitelikteki hadisleri (ona ait sözleri) ashabına söylediği sabittir. Yirmi üç yıllık sürenin ardından büyük bir Kur’an ve Sünnet birikimi oluşmuştur.

2- Bizzat Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, kendisine inen ayetleri ‘vahiy kâtipleri’ olarak bilinen sahabiler aracılığı ile yazdırdığı da bilinen bir gerçektir. Ancak hadisler için yani Kur’an dışında Peygamber aleyhisselama ait sözler için ilk etapta bizzat kendisi hadislerin yazılmamasını emretmiştir.

3- Kur’an ayetlerinin yazılması, hadislerin ise yazılmaması daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın tek bir kelimesine bile zarar gelmeden saklanmasını, hadislerin ise korunabildiği kadarıyla bir sonraki kuşağa intikal etmesini doğurmuştur.

4-Hadisler de ise şöyle bir süreç vardır:Peygamber aleyhisselam ilk önce ashabın hadisleri yazmasını yasaklamıştı.

Bir görüşe göre yasaklama; hadisin Kur'an'a karışmasından korkulduğu zaman için söz konusu idi. Bu husustan emin olununca hadis yazmaya izin verildi.
Bir diğer görüşe göre hadisin aynı sahifede Kur'an'ı Kerim ile birlikte yazılması yasaklanmıştır. Maksat birbirlerine karışmamalarıdır. Böylelikle aynı sahifede her ikisini okuyanın şüpheye düşmesi önlenmek istenmiştir.

 Daha sonra Peygamber aleyhisselam hadislerinin yazılmasına izin verdiğini söyledi.

Hadislerin yazılmasına ruhsat veren, yazıldığını gösteren rivayetler çoktur. Bunlardan biri, yazdığı hadisler, kitap halinde sonraki nesillere intikal eden Abdullah İbni Amr radıyallahu anha aittir. Der ki:
“Ben Peygamber aleyhisselatu vesselamdan işittiğim şeyleri, ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni menederek: 'Sen Resûlullah aleyhisselatu vesselamdan her duyduğunu yazıyorsun, hâlbuki Resûlullah aleyhisselatu vesselam bir insandır, öfke ve rıza, her iki hâlde de konuşur.' dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Peygamber aleyhisselatu vesselama arz ettim. Resûlullah aleyhisselatu vesselam parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak:

'Yaz, Nefsimi elinde tutan Allah'a kasem ederim, buradan haktan başka bir şey çıkmaz.' dedi."-Ebu Davud,İlm,3-

Şu ayet-i kerime de aynı mealdedir:

O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez. 
-Necm Suresi 3 ve 4. ayetler-

Abdullah İbnu Amr radıyallahu anhın sistemli şekilde hadis yazdığını teyid eden bir rivayet de Ebu Hureyre radıyallahu anha aittir. Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle buyurur:
"Peygamber aleyhisselatu vesselamdan çok hadis (bilmede) Abdullah İbni Amr hariç, bana yetişen yoktur. O, beni geçer, zira o yazardı, ben ise yazmazdım."-Buhari,113-

"Benden hadis bildirin. Ama bana yalan isnat eden Cehenneme hazırlansın." 
-Müslim,7435-72/2; Tirmizi,2665-

"Burada olanlar, olmayanlara sözlerimi tebliği etsin, duyursun."
-Buhari,1741,4406-

Hadislerin yazılması hususunda ruhsat ifade eden rivayetler bundan ibaret değildir. Hafızasından şikâyet edenlere Resûlullah aleyhisselatu vesselamın:"Sağ elinizi yardıma çağırın.", "İlmi yazı ile bağlayın." gibi tavsiyeleri, bazı konuşmaların yazılı metnini isteyenlere yazılı verilmesi (Ebu Şâh'ın olayı-Buhari 112'de geçer), hepsi de hadisten ibaret olan uzunluğu birkaç satırdan birkaç sayfaya ulaşan ve sayısı üç yüzü bulan pek çok "mektup -yazılı vesika"ların varlığı Peygamber aleyhisselatu vesselamın, hadislerin yazılması hususundaki ruhsatına yeterli delillerdir. Sadece mektuplar değerlendirilse bile Hz. Peygamber aleyhisselatu vesselamın Kur'an'dan başka bir şeyin yazılmasına sistematik, ısrarlı bir muhalefette bulunmadığı, tam tersine, medenî hayatta yazının geniş çapta kullanılmasına büyük ehemmiyet verdiği anlaşılır.

5. Ashabı Kiram, hadisleri ezberlediler. Peygamber aleyhisselamdan duydukları tek bir hadisi öğretmek için yollara düştüler. Binlerce sahabi, bildiği hadisi on binlerce insana ulaştırdı. Bu ikinci nesil yani tabiin nesli, sahabiden öğrendikleri hadisleri ve onun paralelinde Kur’an’ı iyice hıfzettiler. Fakat bu nesilde de ciddi bir hadisleri Kur’an gibi yazma, kitaplaştırma hamlesi olmadı. Tek tük denecek gelişmeler oldu.

6. Hadislerin sadece dilden dile aktarılarak taşınması mü’minlerin endişelenmelerine neden oldu. Birinci sorun, hadis bilenlerden birinin ölmesi veya ihtiyarlaması bir kaynağın kaybolması sonucunu doğurdu. İkinci sorun da hadislerin yazılı bir belge hâline getirilmemiş olmasının tabi sonucu olarak ‘bu hadistir’ diyerek, hadis olmayan sözleri hadis gibi uyduran iyi niyetli veya kötü niyetli kimselerin yaptığı işler ortaya çıktı. Böylece uydurma hadis faciası korkuttu. Bunun yanında da, herhangi bir kasıt olmadan bir hadisin yanlış aktarılması ihtimali de sıkıntı veriyordu.

7. Müslümanların elindeki HADİS HAZİNESİ, Peygamber aleyhisselamın vefatından bir asır sonra ‘kaybolma ve içine hadis olmayanın karıştırılması’ tehlikesi ile karşı karşıya kalmış oldu. Kur’an için ise böyle bir tehlike yoktu. Çünkü Kur’an bir yandan yazılı nüshaları ile korunuyor bir yandan da Müslümanların büyük bölümü tarafından harflerine bile sadık kalınarak ezberleniyordu. Kimsenin bir harf ilave veya eksiltme yapamayacağı muazzam bir koruma altında idi.

8. Birinci asrın sonunda Raşid Halife Ömer bin Abdülaziz’in gayreti ile ilk HADİSLERİ YAZIP KORUMA ALTINA ALMA hamlesi başladı.

Ömer İbni Abdülaziz Medine valisi Ebu Bekr İbnu Hazm'a gönderdiği mektupta şöyle demiştir:

“Beldende Peygamber aleyhisselatu vesselamla ilgili rivayetleri araştır, topla ve yaz. Ben ilmin (hadislerin) yok olmasından ve âlimlerin tükenmesinden korkuyorum. Bu iş yapılırken sâdece Resûlullah aleyhisselatu vesselamın sünneti kabul edilsin. Âlimler mescid gibi herkese açık ve malum yerlerde oturup tedrisatta bulunarak ilmi yaysınlar, bilmeyenlere öğretsinler. Zira ilim gizli kalmadıkça yok olmaz.''
(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/113-115.)

 Bu tarihten önce de tek tük yazan bulundu ise de ilk defa yazma girişimi devlet eliyle başlatılmış oldu. Ömer bin Abdülaziz, bu işin sonunu göremeden vefat etti ama İslam topraklarında bir HADİSLERİ YAZMA SEFERBERLİĞİ başlamış oldu. On binlerce ilim mücahidi mü’min, üç asra yakın bir zaman adeta bütün dünyayı bir medreseye çevirdi. Binlerce kilometrelik yollar defalarca kat edildi. Buhara’dan Yemen’e, oradaki yirmi hadisi bilen birinden o bildiği hadisleri öğrenmek için insanlar, binekli bineksiz, aç tok seferlere çıktılar. Bilen bildiğini öğretti, bilmeyen bilmediğini öğrendi. İnsanlık tarih yazdığından beri bugüne kadar öyle bir ilim hamlesi gerçekleştirememiştir. Binlerce kitap çıktı ortaya. Bu kitaplarda on binlerce PEYGAMBERE İZAFE EDİLMİŞ HADİSLER yazılıydı. Hadisler kaybolmasın diye endişe edilirken, bir hadis kütüphanesi kurulmuş oldu.

9. Hicretin üçüncü asrından itibaren ise, Peygamber aleyhisselama aittir denerek kitaplara yazılan bu hadislerin hangisinin ne oranda gerçek olduğunun irdelenmesi ihtiyacı belirdi. Bu sefer de hadisler üzerinde, Peygamber aleyhisselama ait olup olmama oranına göre bir değerlendirme hamlesi başlamış oldu. Âlimlerin bir kısmı hadis derlemeye çalışırken bir kısmı da derlenenlerin niteliğini araştırmaya koyuldu. Râviden, hadisi kimden duyduğunu, ona öğretenin kimden duyduğunu belgelemesi istendi. Hadis ilmiyle meşgul olanların yaşayışları, dindarlık ve dürüstlükleri, bidatle ilgilerinin bulunup bulunmadığı, özellikle yalan söyleyip söylemedikleri, hafızalarının zayıf olup olmadığı en ince ayrıntılarına kadar araştırıldı.

10. Muhaddisler, ilk asırlardan itibaren hadislerin korunması için ömür harcamış ve “isnad” ilmi sayesinde hadislerin “sahih”ini, “zayıf”ını, “mevzû”sunu ayırmışlardır.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin hadisleri kayıt altına alınırken bu Ümmet'e mahsus bu sistem de ilk defa ilim dünyasına kazandırılmıştır. Bir söz, son nakledeninden itibaren Peygamber aleyhisselama ulaşıncaya kadar kimin kime söylediği belgelenecek şekilde kayıt altına alınmış, bu sisteme de “isnad”-hadis senedi-adı verilmiştir. Kimin kimden duyduğu, isimler olarak belirlendikten sonra asırlar süren muhteşem bir çalışmayla da hadisleri birbirlerine nakledenlerin üzerinde biyografi çalışması yapılmıştır. Her birinin ilmî birikimi, aralarındaki buluşma şekli ve süreci incelenmiş, neticede bu kişiler arasındaki bilgi alışverişinin mümkün olup olmadığı, nerede ve ne zaman olduğuna varıncaya kadar büyük bir inceleme sonuçlandırılmıştır. 

Abdullah b. Mübarek 
(radıyallahu anh); “İsnad dindendir. Şayet isnad olmasaydı dileyen dilediğini söylerdi” demiştir.-Müslim.Mukaddime,bap 5,I-.

Ancak, hadisi ilk rivayet eden sahabi için bir araştırma yapılmaz. Çünkü sahabinin sözü muteberdir. Diğer isimler içinse tam bir araştırma yapılmıştır. "Rical Kitabı" adı verilen bu biyografilerin bulunduğu kitaplara müracaat edildiğinde, bu isimlerin her biri için uzun uzun bilgiler yazıldığı görülecektir.

 11. Neticede hadis ilminde sivrilmiş bazı âlimler, oluşturdukları kıstaslarla rivayet edilen hadisleri toplayıp kitaplaştırdılar. Yüzlerce hadis âlimi, yazılan kitaplar üzerinde çalıştı. Yapılan çalışmalar onlarca yıl sürdü. Eldeki kitapların sağlamlığı hakkında ciddi kanaatler oluştu. Ümmet'in ortak kanaati olarak güvenilirlik sıralamasına göre şu kitaplar sahiplenildi:

*Buharî'nin Sahih'i
*Müslim'in Sahih'i
*Ebu Davud'un es-Sünen'i
*Tirmizî'nin es-Sünen'i
*Nesaî'nin es-Sünen'i
*İbni Mâce'nin es-Sünen'i

 Bu listeye ALTI KAYNAK anlamına KÜTÜBİ SİTTE adı verildi. Bunların dışındaki eserler ise dışlanmış olmadı ama ileriki zamanda araştırılmaya devam edilmesi gereken eserler olarak görüldü. Bu altı kaynağın içinden ikisi BUHARİ ve MÜSLİM en öne çıkan kaynaklar oldu.

12.Buharî ve Müslim’deki hadislerin TAMAMININ sahih olduğu kabul edildi. Hadisin sahih olması ise, Peygamber aleyhisselama ait olduğunda tereddüt bulunmaması anlamına kullanılan bir kavram olarak ortaya çıktı. Peygamber aleyhisselama ait olduğunda şüphe bulunulan hadislere ise ZAYIF hadis dendi. Hiçbir şekilde Peygamber aleyhisselama ait olmayacağı kararı verilene ise MEVZU dendi.

13.Bugün elimizde bulunan hadisler satır satır incelenerek her biri hakkında hükümler verilmiştir.
Bir hadisin SAHİH olması, onu okuyan Müslüman'ın önünde itiraz edilemez bir bilginin bulunması anlamına gelmektedir. Acaba denemeyecek bir bilgi olarak sahih hadisle her konuda uygulama yapılır. Eğer hadisin anlaşılmasında bir sıkıntı varsa-ki bu tabii bir durumdur, zira hadisler nihayetinde Peygamber aleyhisselamın ilmini ve ona gelen vahyi yansıtmaktadır- o takdirde hadisleri açıklayan HADİS ŞERHİ kitaplarına müracaat edilir.
O şerh de şerh edenin itikadını, ilmi birikimini yansıtmaktadır.

14.Hadis, hadis ulemasının ZAYIF gördüğü bir hadis ise o hadisle itikat ve muamelat konularında amel edilmez. Çünkü zayıf hadis, yüzde yüz seviyesinde bir katiyet göstermez. Peygamber aleyhisselama izafe edilen bir sözle de "inanmak, muamele yapmak ağır bir sorumluluk getirmektedir. Bu tür zayıf hadislerle, ahlaki konularda, zühde ait meselelerde ve bireyselliği geçmeyen fezail konularında amel edilebilir. Bir zayıf hadisin hadis kitaplarında bulunması onu belge olarak göstermeye yeterli değildir. Buharî ve Müslim'in dışında hiçbir kitap, zayıf hadis bulundurmama garantisi taşımaz. Bunun için hadisleri, hadis ehlinin yorumlarıyla aktaran kitaplardan okumak en doğru olanıdır.

15. MEVZU olduğu tespit edilmiş bir sözün içeriği ne denli güzel olursa olsun o, Peygamber Aleyhisselam'a ait bir söz niteliği taşımaz ve asla onunla dinî bir hüküm çıkarılamaz. Ulema o tür sözlerin mücerret nakledilmesini bile hoş karşılamamıştır.

16. Hadis kitaplarının bütün dinî konuları ihtiva edecek ağırlıkta olduğu muhakkaktır. Mesleği din ilimlerinde ihtisaslaşma olmayanların, o konu yoğunluğunda istifade edecek şeyleri gözden kaçırmaları, hatta iyi niyetle de olsa hataya düşme ihtimali vardır. Herkesin okuyabileceği düzeyde yazılmış "Riyazü’s Salihin" adlı kitap bu açıdan yararlı bir kitaptır. "Riyazü’s Salihin"de 1900 hadis vardır. Bu kitabın iki yılda hatmedilecek şekilde ailece okunması kesinlikle tavsiye edilir. Bir evde hadis okumak, o evde Peygamber aleyhisselamı konuşturmaktır. O'nu görmeden, sahabilerin yaşadığı hazzı yaşamaktır.

Rıhle-ilim yolculukları

Sahâbe Efendilerimiz İslâm’ın hükümlerini Allah Resûlü’nden öğrenip kabilelerine tebliğ etmek için meşakkatli ilim yolculukları yapmıştır. 

Cabir bin Abdillah, Abdullah bin Üneys radıyallahu anhumadan tek bir hadis almak için bir aylık mesafeyi kat etmiştir. -Sahih-i Buhari, İlim, 19-

Cabir bu durumun arka planıyla alakalı şöyle demektedir: “Allah Resûlü’nün ashabından birinin -ilgili olduğum- bir hadisi bildiği haberi bana ulaşınca hemen deve satın alıp yol hazırlığına koyuldum. Bir aylık seyahatten sonra Şam’a vardım. O sahâbenin Abdullah bin Üneys olduğunu öğrenince (evine gidip) kapıcısına: Abdullah’a “Cabir’in kapıda olduğunu iletmesini” söyledim. O, Abdullah’ın oğlu Cabir mi diye (sordurunca) “evet” dedim. Bunun üzerine kapıya gelip boynuma sarıldı. Kendisine: ‘Bir hadis var ki onu senin Allah Resûlü’nden işittiğin haberi bana geldi. Onu dinlemeden ikimizden birinin öleceğinden korktum, bu yüzden geldim, dedim.-Abdulfettah Ebû Ğudde, Sâfâhât min Sabri’l-Ulema, Beyrut, 1997, Sh: 44-

Ebû Eyyüb radıyallahu anh Mısır’da ikamet eden Ukbe bin Amir radıyallahu anha Allah Resûlü’nden duyduğu bir hadisi sormak için gittiğinde ilk olarak Mısır emiri Mesleme bin Muhalled radıyallahu anhın evine uğrar, Ukbe’ye Ebu Eyyüb’un geldiği haber verilince aceleyle çıkıp (eve varır) onunla kucaklaşır. Daha sonra: “Seni buraya kadar getiren sebep nedir?” diye sorar. Ebû Eyyüb: “Allah Resûlü’nden dinlediğim, yeryüzünde ikimizden başka işiten kimsenin kalmadığı “müminin kusurunu örtmeyle” alakalı hadisi te’kiden (dinlemek için) geldim” der. Ukbe: “Evet Allah Resûlü’nü şöyle derken işittim” deyip, hadisi rivayet eder: “Kim dünyada bir müminin günahını örterse, Allah da ahirette onun ayıbını örter.” Ebû Eyyüb: “Doğru söyledin!” deyip, hiç vakit kaybetmeden bineğine yönelir ve Medine’ye hareket eder.-Ahmed, Müsned, V, 923-4; Tercümede esas aldığımız rivayet ve benzerleri için bkz. Hatib el-Bağdadî, er-Rıhle fî Talebi’l-İlim, Beyrut, 2006, s. 50 vd.-


Kesir bin Kays şöyle rivayet etmektedir: Dımeşk Mescidi’nde Ebu’d Derdâ (radıyallahu anh) ile oturuyordum. Biri ona yaklaşıp şöyle dedi: “Ey Ebu’d Derdâ! Buraya senin Peygamberden rivayet ettiğini duyduğum bir hadis için O’nun şehri Medine’den geldim.”


Ebu’d Derdâ: Bir ihtiyaç için gelmedin mi?

-Hayır.

-Ticaret için de mi gelmedin?

-Sadece o hadis için geldim. Bunun üzerine Ebu’d Derdâ şu hadisi rivayet etti:

“Allah Resûlü’nden işittim: ‘Kim ilim için bir yola girerse cennet yollarından birine girmiş olur. Melekler ilim talebesinin yaptıklarından razı olduklarından kanatlarını onlar üzerine sererler. Denizdeki balıklar dâhil gökte ve yerdekiler âlim için istiğfar ederler. Âlimin, abide üstünlüğü ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Şüphesiz âlimler peygamberlerin varisleridirler. Peygamberler miras olarak altın ve gümüş bırakmadılar. İlmi bıraktılar. Her kim onu tahsil ederse büyük bir nasip elde etmiş olur.”-Sünen-i Tirmizî, İlim: 20; el-Bağdadî, er-Rıhle, Sh: 17 vd.-

“Hadisler hakkında ilkelerimiz”
a- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah'ın kullar arasında onlar için tuttuğu örnek bir kuldur. O, örnektir. Hadisler de örnek kula ait bilgilerdir. Kur'an'ın yaşanabilir bir kitap olması için hadisler şarttır. Hadisler, her kafadan bir ses çıkmaması, herkese göre bir din olmaması ve bunun da Kur'an adına yapılmaması için gereklidir.

b- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yirmi üç yıllık konuşmaları, olaylara tepkileri, örnekliğini oluşturduğu eğitimi olarak bize ulaştırılan kültürün bütününü aktaran hadisler, bizim açımızdan bir dindir. Dinimizin ayrıntılarını bu hadislerden öğrenmekteyiz. Zira Kur’an’ımız, bir Müslüman için yeterli olacak düzeyde ayrıntı ve izah getirmemiş, izah ve ayrıntıya Peygamber aleyhisselama yani onun hadislerine bırakmıştır.

Müslüman olarak hadisleri sahiplenmemiz bir anlamda Kur’an’ımızın anlaşılmasını, uygulanmasını kolaylaştırma demektir. Hadisler olmadan ele alınan bir Kur’an, onu ele alanın aklına göre şekillendirilmiş Kur’an’dır. Çünkü hadisler, Allah Teâlâ’nın ‘açıklayıcı’ kimliği ile gönderdiği Peygamberinin açıklamalarından oluşmaktadır. Eğer bir hadis bize, sorunsuz bir şekilde ulaşmış ise teslim olmamız, Müslüman kimliğimizin bir şartıdır.

c- Hadislerin bize ulaşması ile, Kur’an’ımızın bize ulaşması aynı olmamıştır. Kur’an, tek bir harfinde bile sıkıntı olamadan bize ulaşmıştır. Bütün mü’minlerin imanı böyledir.


VE SON SÖZ....

Peygamber sözünün anlamı

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendi adına ve kendi kültürünü yansıtarak konuşmamıştır. O, Allah adına konuşmaya yetkili bir ağızdır. Onun sözlerinin teyidi, Allah Teâlâ tarafından yapılmıştır.

Bunun için bir Müslüman, Peygamberi’nin sözlerine tereddütle yaklaşmaz. Müslüman, hadisi tam bir teslimiyetle karşılamadıkça iman açısından sıkıntının giderilmesi mümkün değildir. Hadisin işimize, menfaatimize uyması veya bizimle ters düşmesi,yaşadığımız çağa uzak kalması gibi gerekçeler bizim hadise karşı bakışımızı değiştirmemelidir.Yeter ki okuduğumuz veya duyduğumuz sözün ona aitliği konusunda bir tereddüt bulunmasın.

 Kur'an-ı Kerim'de Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme  itaat edilmesini, verdiği hükme rıza gösterilmesini, ona muhalefet edilmemesini isteyen, bunu yapmayanları tehdit eden yüzden fazla ayeti kerime vardır. 

"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlüne davet edildiklerinde müminlerin sözü ancak «işittik ve itaat ettik» demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir."-Nur Suresi, 51.ayet-

“Allah ve Resûlü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” -Ahzab Suresi,36.ayet-

"De ki Allah'a ve Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah kâfirleri sevmez."-Ali İmran Suresi,32.ayet-

Allahu Teâlâ, Resûlü’nü kendi ile beraber bildirirken şu ayetlerde de sadece Resûlü’nü bildiriyor:

"Resûlüme uyun ki, doğru yolu bulasınız!" 
-Araf Suresi,158.ayet-

"Resûl’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur."
-Nisa Suresi,80.ayet- 

"İhtilaflarda seni hakem edip verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmeyen iman etmiş olmaz." -Nisa Suresi,65.ayet-

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Dua ihlasın ve şirkten arınmanın göstergesi olmalıdır- Faruk Beşer


Kul sadece Allah'tan istemek ve sadece Allah'a dua edip yakarmakla şirkten arınmış olur.

Allah'ın, bizim günde en az on yedi kez “sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım dileriz” dememizi istemesi tesadüf olabilir mi? Kulunun, kendisinden başka güç kaynakları vehmedeceğini O çok iyi bilir. Onun için kulunun bu sözü günde bu kadar tekrarlayıp ahdini hatırlamasını ve sözünde durmasını ister...


...Nankörlük insanın hamurunda vardır,Allah'ın dışında ilahlar edinip onları kutsar, ama tam sıkıştığı anda yine de Allah, diye yakarır. Bu durum bile Allah'tan başka ilah olmadığını anlatmaya yeter...



Tefriciye ve Bürde Duası


Sünni gelenekte ve kaynaklarda hiç bulunmayan Salat-ı tefriciyye'yi 4444 kez okuyarak dua etmenin, ya da hastalara Kaside-i Bürde okuyarak dua etmenin hükmü kişinin niyetine ve inancına göre değişir ve sakıncalı olabilir. Eğer birisi bu sayıda ya da bu kasidede böyle bir sihir ve bir hikmet ararsa duanın kıblesini değiştirmiş olur...

...Resulüllah'a salat ve selam okuyarak dua etmenin duanın kabulünde vesile anlamında bir etkisinin olacağı açıktır. Çünkü dualarımızda ona salat ve selam okumamızı, böylece dualarımızın daha çabuk kabul edileceğini onun bizzat kendisi söylüyor. Salatı Tefriciye konusunda da işte birisi bu cümlelerle ona içinden gelerek saatlerce salat ve selam okuyup Allah'tan bir istekte bulunmuş, Allah da onun duasını ihlası ve saf duyguları sebebiyle kabul etmiş olabilir. Sonra da çokluktan kinaye, siz de 4444 defa onun okuduğu salat ve selamı okursanız sizin duanız da kabul olur diye düşünülmüş ve söylenmiş olabilir. Oysa burada önemli olan aynen o cümleler, ya da aynen o sayı değildir.

Kaside-i Bürde (ya da bür'e) olayı da bunun gibidir. Onun sahibi olan zat, Busırî, yaşama ümidi bittiği bir hastalığı halinde ve Allah'a kavuşuyor olmaktan başka bir şey düşünmediği bir anda ihlasla ve aşkla O'nun resulünü öven bir kaside yazmış, Allah da onun bu sevgi ve samimiyetini ona şifa vermekle ödüllendirmiş olabilir. Bunun anlamı o kasidenin şifa kaynağı olması değil, onun samimiyetle Resulüllah'ı övmesini Allah'ın ödüllendirmesidir.

Duada talebi yüksek tutmak


Resulüllah (sa), 'Allah'tan istediğinizde Firdevs cennetini isteyin' buyurur. Firdevs, cennetin en yüksek mertebesidir. Demek ki, kul Allah'tan isterken kendi küçüklüğüne göre değil, O'nun büyüklüğüne göre düşünüp talebini yüksek tutmalıdır.

Yazının tamamı için:

Sünnete olan ihtiyaç


Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu alemden ayrılırken bize 2 şey bıraktı.Biri yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm diğeri de Sünneti’dir. Ashâb–ı kirâm bu 2 emaneti aldı, korudu ve bize ulaştırdı.Onlar ayetleri duyduklarındaki heyecanı sünneti işittiklerinde de hissettiler.Onlar sünnete öyle sımsıkı sarılmışlardı ki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir konuda birşey dediyse buyurulan emirleri anında kabul ediyorlardı.

Allah-u Teala bize yol haritamızı verdi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)  Kur'an ahlakını önce kendi üzerine geçirdi. mümin nasıl olmalı ortaya koydu. Ashap hiçbir boşluk bırakmadan uyguladı. Üzerlerinde var olan kötü huy ve davranışları Kur'an ve sünnete göre şekillendirdiler. Ahlaklarını İslamla terbiye ettiler.

İslâm dinini, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan sünnetinden meydana gelen bir bütün olarak tanıdı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı. Daha ilk halîfe Hz. Ebûbekir radıyallahu anh zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in izniyle kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak derleme çalışmaları ise, zaman içinde giderek hız ve yaygınlık kazandı. İlk bir buçuk asırda tamamen yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri, ikinci ve özellikle üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında toplandı. Bugün bizim hadis kitaplarında gördüğümüz bu yazılı metinler, birer sünnet belgesi olarak hadis adıyla anılageldi.

A. Tarifler
l. Hadis
Hadisin terim anlamı, Hz. Peygamber’in sözü, fiili, ashâbının yaptığını görüp de reddetmediği davranışlar (takrir) ve onun yaratılışı veya huyu ile ilgili her türlü bilgi demektir. Hadis, Hz. Peygamber’i dinleyen sahâbîden başlayarak onu rivâyet edenlerin adlarının yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber’in söz, fiil veya takrîrinin yazıldığı metin’den meydana gelir. Yani hadis deyince, sened ve metinden oluşan bir yazılı yapı anlaşılır.

Hadis İlmi iki ana bölüme ayrılır:

a. Rivâyetü’l-hadîs ilmi. Hz.Peygamber’in sözü, fiili, takriri, halleri ve bunların rivayet ve zabt edilişi (ravinin, hadisi başkasına rivayet edeceği zamana kadar aldığı gibi koruması) ile alâkalı bir bilim dalıdır. Hadis metinlerini ihtiva eden kitaplar, bu dala ait kaynaklardır. Bu ilim dalı “hadis naklinde hatadan uzak kalma” temeli üzerinde yapılmış çalışmaları yansıtır.

b. Dirâyetü’l-hadîs ilmi. Hadis Istılahları İlmi diye de anılır. Hadisin yapısını meydana getiren sened ve metni anlamaya imkân veren birtakım kaideler ilmidir. Bu kaideler yardımıyla bir hadisi kabul veya reddetmek mümkün olur. Hadis usûlü ile ilgili eserler bu ilmin kaynaklarıdır. Bu ilmin hedefi, Hz. Peygamber’in hadislerini başka sözlerle karıştırılmaktan, değiştirilmekten, bozulmaktan ve iftiraya uğramaktan ilmî yollarla korumaktır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen sözün gerçekten ona ait olup olmadığı bu ilmin kurallarıyla anlaşılır. Hadis ilminin gayesi, rivayetlerin sahih ve doğru olanlarını sahih ve doğru olmayanlarından ayırmaktır.

Her iki dalıyla birlikte hadis ilminin gelişmesi, “Hz. Peygamber’e yalan isnad etmeme dikkati” ve “tebliğ görevi”nin yerine getirilmesi sâyesinde gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk gayret, ashâb-ı kirâm’a aittir. Bu 2 ilminin kurucularıdır. Allah kendilerinden razı olsun.

2. Sünnet
Terim olarak sünnet, söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber’in İslâm’ı yaşayarak yorumlaması demektir. Bu anlamda sünnet, hadisten daha kapsamlıdır.

**Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti..”(Mâlik, Muvatta’, Kader 3) hadisinde bu anlam açıkca görülmektedir.

Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’den hemen sonraki ikinci delildir.
**Kur’an, okunan vahiy; sünnet, rivayet olunan vahiy (Şâfiî, Risâle, s. 91-92); hadis ise, “rivayet edilen sünnet” (Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s. 35-38; Cezâirî, Tevcîhü’n-nazar, s. 2) demektir.

Fıkıhtaki anlamı: yapmasak günah olmayan şeyler.

Sünnete sarılmak,amel etmek, iman etmek zorundayız.Sünnet olmadığında din olmaz,zarar görür. farz değil ama iman etmek zorundayız.

1. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in hareketleri
2.Ona sorulan sorular. Aişe (radıyallahu anha) "Medineli kadınlar olmasaydı din eksik kalırdı", demiş.
Esma (radıyallahu anha) "biz şehit olamıyoruz haksızlık değil mi demiş O'da (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) eşini razı et demiştir.
3. Yapmış olduğu uyarılar. Sahabe tahiyetül mescid namazı kılıyor namazın olmadı diyor 3 defa abdest alırken bir uzvunu kuru bıraktın diyor. net söylemiyor ,uyarıyor. hemen fıkıh çıkıyor buradan.
4. Gördüğü rüyalar. Allah-u Teala'nın bir mesajı.
5.aile yaşantısı.Aişe (radıyallahu anha) ve Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) birbirlerine bağırıyorlar. demek ki karı-koca tartışabilir bunu anlıyoruz.
Enes radıyallahu anh birgün tek olan çömleği kırıyor. Aişe radıyallahu anha ne yaptın diyor. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) "herşeyin eceli olduğu gibi bununda eceli vardır " diyor.

Ali radıyallahu anh halife iken Kufe'ye gidecek, konuşma yapacak büyük kalabalıklar oluyor onu dinlemek için. Konuşma yapacağı yüksek bir yere çıkıyor "bana bir ibrik ve su getirin" diyor. Abdest alıyor ve diyor ki "ben Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i böyle abdest alırken gördüm ve aldım siz de benden alın" diyor ve kürsüden iniyor. Sahabe için basit zor ya da ben bunu biliyorum bilmiyorum ayrımları yok. sünnetlerde ayrım yapmıyorlar. ilk defa duymuş gibi davranıyorlar.gurur yok. belki aramızdan bir kişi bilmiyordur o öğrenir diye düşünüyorlar.

Sünnete ittiba zorunlu mu?

Sahabenin içinde sünnete uyulmadığı olmuştur. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tepki vermiştir.

Nasıl tepki veriyordu?

sözlü tepkisi:
1. uyarı. "benden değildir" en ağır sözü.
2.azarlama. sahabe üstlerindeki kılıçları ağaca asmak istemişler İsrailoğulları da asarmış diyor ve nasıl böyle birşey istersiniz diye kızıyor.
3. affetmeyi geciktirmesi. Kab bin Malik radıyallahu anh 50 gün affedilmeyi beklemiştir. bilerek tepkisini görmek için geciktiriyor.
4. duasını geciktirmesi. saçını traş etmediği
5. beddua etmiştir. sol eliyle yiyen sahabiye 3 defa söylüyor. en sonunda "yemeyesin" diyor. kibrinden yaptığı için.
yaratılışını değiştirenler için. dövme, kaş.
6. beri olmak."ölüsü için arkasından çığıranlar benden beridir."

fiili tepkisi:
1. kızması. ruhsat verdiği bir işte yavaş yaptığında. örn.selamı geciktirdiğinde.
2. müsaade etmemesi. sahabenin gündüzleri oruç geceleri namaz kılması ailesini ihmal etmesi.
3. cenaze namazı kılmaması.münafıksa ve sevmiyorsa kılmazmış.
4. ortamı terketmesi. Ebubekir ve Ömer radıyallahu anhum vali gönderecekler anlaşamıyorlar öfkeleniyorlar. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)kalkıyor.
5. müdahele etmesi.altın yüzük takan sahabinin yüzüğünü yere atmış.

Niyeti sünnete uymak olduğu halde geciktirene dahi kızmıştır. Sahabe Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in duasını alabilmek için hiç geciktirmeden sünneti yaparmış. hacda saçı kazıtmak ve az kesmek

sünneti bırakmak geciktirmekle başlar.
sünnete uyanlar havuzun kenarında buluşacağız .
sünneti hayatlarında pratiğe dökmeyince batıya yöneliniyor.Başka dinlere uymaya ,özenmeye başlar.

B. Peygamber ve Sünnete Olan İhtiyaç

**Peygamberlerin iki temel görevi vardı: Tebliğ ve beyân.

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun” [Mâide sûresi (5), 67].
“İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın diye sana da Kur’ân’ı inzâl ettik” [Nahl sûresi (16), 44].

Peygamber Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an âyetlerini, insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun aslî göreviydi.

Gerçek şu ki, yüce kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir hakikattır. Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı olduğu için onu tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. En doğru ve en doyurucu açıklamayı da elbette Peygamber yapacaktır. Peygamber’in açıklamaları, hiç bir zaman Kur’an’ın eksik, yetersiz ve kapalı olduğu anlamına gelmez. “Allah’a kul olmak”tan başka görevi bulunmayan insanlar, ancak bu açıklamalar sayesinde O’na nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sünnetsiz bir müslümanlık düşünmek mümkün değildir.

**Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:

“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!” [Haşr sûresi (59), 7].

“Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları Allah’a ve Resûlü’ne arz ediniz!” [Nisâ sûresi (4), 59].

“Hayır Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü’min olamazlar” [Nisâ sûresi (4), 65]. ِ

Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:

“..Kim benim sünnetimden (yaşama tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir” (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5).

“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar” (Dârimî, Mukaddime 16).

Bütün bu âyet ve hadisler, müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya çalışmak suretiyle İslâmî kimliklerini koruyabileceklerini ifade etmektedir.

Açık bir gerçektir ki, sünnetin terkedilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid’atla doldurulacaktır. Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla “İslâm kültürü” demektir. Bid’at ise, İslâm kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı unsur demektir.

C. Sünnetle İlgili Bazı Meseleler

1. Sünnetin Kaynağı

Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâli olduğundan, dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir.

Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in sünneti de gerçekten Allah'tan cc mı gelmiştir bakalım: 

**"Allah’ın sana lutfu ve esirgemesi olmasaydı onlardan bir güruh seni yanıltmaya yeltenmişti; halbuki onlar ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğini sana öğretmiştir. Sana Allah’ın lutfu gerçekten büyük olmuştur." Nisâ Suresi,113

Dinin doğru olarak ümmete ulaştırılması, öğretilmesi ve hayatlarında uygulanması konusunda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in  –ilâhî koruma altında bulunduğunu ve bu yüzden yanılmasının mümkün olmadığı bildiriliyor  ve Allah Teâlâ ona kitabı ve hikmeti-sünneti göndermiştir. Kitap da sünnet de onun kendinden, beşerî bilgi kaynağından değil, Allah’tandır.

** "Rasûlüm! Sana vahyedilen âyetleri hemen ezberleyip bellemek için dilini kıpırdatma.
 Çünkü onu senin kalbinde toplayıp ezberletmek de, onu dilinde akıtıp okutmak da bize aittir.
 Biz onu sana okuduğumuzda, sen de onun okunuşunu tâkip et.
 Sonra onu açıklamak da elbette bize ait bir iştir." Kıyamet Suresi,16-19

Bu ayetler bize şunu söylüyor: Açıklama gereken ayetler yine Allah cc tarafından beyan edilecek. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in bize beyan ettiği her ne varsa vahiy kaynaklıdır.


2. Sünnetin Dindeki Yeri

1-Sünnet Kur’an'ı onaylar. **yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur. Meselâ,”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”,“Kâbe’ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” (Buhârî, Îmân,1, 2; Müslim, Îmân 19-22) hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyân etmektedir.

Yine “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin...” [Bakara sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiç bir müslümanın malı, kendi gönül rızâsı bulunmadan helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, Menâsik 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifade etmektedirler.

2-Kur'an'ı Tefsir veya beyân için vardır : Sünnet, Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir.

**Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” [Bakara sûresi ( 2),187] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” [En‘am sûresi (6), 82] âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.

3-Kur'an'da zikredilmeyen konular sünnetle zikredilir.Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir.

**Meselâ "Bir de harb esiri olarak sahibi bulunduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınlarla evlenmeniz de size haram kılındı...Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı” [Nisâ sûresi (4), 24] âyetinden sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Kadının, halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” (Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33) buyurmuştur.

Burada hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek başına ortaya koyar.

Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun meşrûiyeti sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı,içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu.

Nitekim peygamber olarak gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır.

3. Sünnetin Evrensel Bütünlüğü

Sünnetin tüm hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün boyutlarıyla kucaklayıcı bir yapıya sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel bütünlüğü demektir.

Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kirâm, “O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile değil, “Onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır. Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamışlardır.

sünnet, Hz. Peygamber’in, Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir.

Hz. Peygamber’in harb-sulh, ibadet-ticaret, hak ve adâlet, suç-cezâ gibi ciddî ve önemli konularla meşgul olduğu gibi, günlük insan hareketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul olmuştur.

Hz. Peygamber ümmetine her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır davranışları göstermiştir. “en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmemiştir.

**Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ da kendisine: — Biz hazar namazı (Barış ve muharebe zamanı) ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e; - Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız” (Nesâî, Taksîru’s-salât 1) diyor, ashâbın bilgi kaynağının ve her sâhada örneğinin Hz. Peygamber olduğunu açıkca ifade ediyordu.

Kıyamete kadar geçerli olan Kur’an ve onun birinci dereceden açıklaması ve uygulama biçimi demek olan sünnet, her türlü şart altındaki insanların meselelerine çözüm getirmek ve müslümanlar arasında inanç ve davranış birliğini sağlamakla yükümlüdür.

Aynı konuda farklı bilgiler ve değişik uygulama imkânları sunan hadisler, ümmet için tam bir rahmet vesilesidir. Zira İslâm belli bir yöre veya şehir halkına gelmiş değildir. Eğer öyle olsaydı, daha net ve değişmeyen uygulamalar teklif ederdi. Halbuki İslâm, bütün insanlara gelmiş bir dindir.

4. Sünnetin Korunmuşluğu

**Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirler istemeseler de nûrunu tamamlayacağını açıklamaktadır [bk.Tevbe sûresi (9), 32]. “Allah’ın nuru”, kulları için seçtiği, şeriatıdır. Bu hem Kur’ân’ı hem de Sünnet’i içine alır.

Kur’ân’ın korunması, sünnetin korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfî yorumlara tâbi tutulmasını önler.

D. Sünnete Yöneltilen İtirazlar

İslâm tarihi içinde sünneti kaynak olarak kabul etmeyip inkâr eden herhangi bir mezhep mevcut olmamıştır.

Sünnetin şer’î delillerden olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak sünneti prensip olarak kabul etmekle beraber, onun yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden kişi ve gruplara rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in ön plana çıkarıldığı görülmektedir.

**Meselâ ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn radıyallahu anh, Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri: — Ey Ebû Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset! demiştir. Bunun üzerine İmrân: — Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz (değil mi?). Bana, namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim, diye çıkışmıştı. Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine: — Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin! dedi. Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî demiştir ki “Bu adam daha sonra müslümanların fakihlerinden oldu” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 109-110).

**Bu tür iddia ve tavır Hz. Peygamber tarafından önceden teşhis ve teşhir edilmiştir: “ Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım!” (Ebû Davûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbni Mâce, Mukaddime 2).

Nasıl, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması, Allah Teâlâ için bir âcizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur’ân-ı Kerîm’in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyâcı varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber’in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır.

âlimler, Buhârî ve Müslim’in her ikisinin birden kitabına aldığı (müttefakun aleyh) hadisleri, en güvenilir sahih hadisler olarak kabul etmişlerdir.