19 Mart 2014 Çarşamba

296.TEK SAHİH İSLAM ANLAYIŞI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bid'ât Mezhepler/Oluşumlar İslâm'ın marjinal yorumlarıdır, her ne kadar modern zamanlarda "İslâm'ın farklı yorumları" söylemiyle sunulup, Ehl-i Sünnet V'el-Cemaat'te bu farklı yorumlardan bir yorum" gibi sunulmaya çalışılsa da, Allah Resûlü(s.a.v.)'den Sahabeye, Sahabeden Tabiîn'e, ordan da Etbaî Tabiîn kanalıyla bu ümmete intikâl eden tek bir Sahih İslâm anlayışı vardır.
Bu Sahih İslâm anlayışı ise; İ'tikâdıyla, Usûlüyle, Fürûuyla, İlmî müktesebatıyla, ameliyle, ahlâkıyla, Sünnet'e ve Sahabeye olan hürmeti, bağlılığıyla ve kurduğu medeniyetlerle İslâm Tarihinde ana damarı oluşturan, Sırat-ı Müstakiym'den ayrılmayan "Ehl-i Sünnet V'el-Cemaat"tir. 


Ehl-i Sünnet dışındaki tüm farklı oluşumlar, fırkalar, mezhepler incelediğinde ya Sahabe ile ya da Sünnet ile bir (ya da birden fazla) problemi olduğu açıkça görülür.

E. Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Mart 2014 Salı

295.GÜNAHIN CEZASINI DÜŞÜREN 11 SEBEP

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Bu sebebler Kitap ve sünnetin incelenmesi ile tesbit edilmiş sebeblerdir.

1- Tevbe etmek:
Yüce ALLAH: "Tevbe eden müstesnâ" (Meryem, 19/60) ile (el-Furkan, 25/70); "Tevbe edenler müstesnâ..." diye buyurmaktadırlar. (el-Bakara, 2/160)

Nasûh tevbe katıksız ve halis tevbe demektir. Tevbe bir takım günahlara has değildir. (Bütün günahlardan tevbe mümkündür.) Tevbe dolayısıyla günahtan sorumlu olunmayacağı ümmet arasında görüş ayrılığı bulunmayan hususlardandır. Tevbe dışında bütün günahların bağışlanmasına sebep teşkil eden hiçbir şey yoktur.

Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "De ki: ‘Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! ALLAH’ın rahmetinden ümit kesmeyin, çünkü ALLAH bütün günahları mağfiret eder.’ Muhakkak o çok mağfiret edendir, rahmet edendir." (ez-Zümer, 39/53) Bu, tevbe edenler hakkındadır, bundan dolayı Yüce ALLAH: "Ümit kesmeyin" diye buyurduktan sonra: "Rabbinize dönün..." (ez-Zümer, 39/54) diye buyurmaktadır.

 2- İstiğfâr: Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Onlar istiğfâr edip dururken de ALLAH onları azaplandıracak değildir." (el-Enfal, 8/33) Ancak kimi yerde istiğfar tek başına söz konusu edilirken bazen tevbe ile birlikte söz konusu edilmektedir. Tek başına söz konusu edildiği takdirde tevbe de onun kapsamı içerisindedir. Nitekim tek başına tevbe zikredildiği yerde, istiğfârı da kapsar ve tevbe istiğfârı da ihtivâ eder, istiğfâr da tevbeyi kapsar. Onların herbiri mutlak olarak kullanıldığı takdirde, diğerini de kapsamına alır. İki lafızdan biri diğeriyle birlikte kullanıldığı takdirde ise istiğfâr, geçmiş günahların kötülüklerinden korunmayı talep etmek demek olur, tevbe de günahtan dönüp gelecekte âmellerinin korktuğu kötülüklerinden korunmayı istemeyi ifade eder.

Bunun bir benzeri de "fakir" ve "miskin" kavramlarıdır. Bu iki lafızdan biri tek başına kullanılırsa, ötekini kapsar. Bir arada zikredilecek olurlarsa, herbirisinin kendine göre bir anlamı olur. Yüce ALLAH: "On fakiri (miskini) doyurmak..." (el-Maide, 5/89); "O zaman altmış yoksul (miskin) doyurmalıdır." (el-Mücadele, 58/4); "Şâyet onları gizler ve fakirlere (miskinlere) verirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır." diye buyurmaktadır. (el-Bakara, 2/271)

Bu âyet-i kerîme’lerde her iki isimden birisinin tek başına kullanılması halinde, az bir şeye sahip olanı da, hiçbir varlığı olmayanı da kapsadığında görüş ayrılığı yoktur. Ancak Yüce ALLAH’ın: "Sadakalar (zekâtlar) ancak fakirlere ve miskinlere...dir." (et-Tevbe, 9/60) buyruğunda birlikte zikredildiklerinden; o zaman bu lafzın birisi ile -her ne kadar hangisiyle hangisi kastedildiği noktasında görüş ayrılığı varsa da- az malı bulunan, diğeri ile hiçbir malı bulunmayan kimse kastedilmektedir.

İsm ve udvân (günah); bir (iyilik) ve takvâ, fasıklık ve isyan kavramları da böyledir. Aradaki anlam benzerliği açısından küfür ve nifak da bu kabilden görülebilir. Küfür daha genel bir mana taşır, küfür tek başına zikredilecek olursa nifak’ı da kapsar. Hep birlikte zikredildikleri takdirde herbirisinin ayrı bir anlamı olur.

 3- Hasenât (iyilikler):
Çünkü bir hasenât on misli ile mükâfatlandırılır. Seyyie (günah) ise misliyle ceza görür. Birer birer kazandığı kötülükleri, onar onar kazandığı iyiliklerini bastıran kimsenin vay haline! Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de: "Kötülüğün arkasından iyiliği yetiştir ki onu silsin"(
Tirmizî 1987; Müsned, V, 153, 158.)diye buyurmaktadır.

4- Dünyevî musibetler: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır: "Mü’mine isabet eden herhangi bir hastalık, yorgunluk, gam, keder, üzüntü hatta bir tarafına batan bir dikeni dahi, mutlaka ALLAH günahlarının keffareti kılar."(
Buhârî 5641, 5642; Müslim 2573.)Musibetlerin bizzat kendileri, günahların keffaretine sebebtir. Onlara sabr etmekle kul sevap kazanır. Musibetlere tahammülsüzlük gösterip öfkelenmekle kul günah kazanır. Sabretmek ve tahammülsüzlük göstermek ise, musibetten ayrı değerlendirilir.

Musibet kulun fiili değildir, ALLAH’ın fiilidir ve kulun günahına karşılık ALLAH’ın bir cezasıdır, onunla günahları keffaret olur. Kişi ancak yaptığı işler dolayısıyla mükâfat görür ya da günah kazanır. Sabır ve tahammülsüzlük ise kulun fiillerindendir. Bununla birlikte bazen kulun ameli olmaksızın sevap ve mükafat hasıl olabilir. Bunun başkasının hediyesi yahut ta sebebsiz olarak Yüce ALLAH’ın bir lütfu olarak elde edilmesi mümkündür. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Ve O, kendi nezdinden pek büyük bir ecir verir." (en-Nisâ, 4/40)

Hastalığın bizzat kendisi geçmişin bir cezası ve keffâretidir. Çoğu zaman ecir (mükâfat)den, günahların bağışlanması anlaşılmakla birlikte, onun manası bu değildir. Bu onun bir sonucudur.

 5- Kabir azabı.

 6- Mü’minlerin hayatta iken de, ölümden sonra da kişiye dua etmeleri ve mağfiret istemeleri.

 7- Ölümden sonra kişiye yapılan bağışlar. Bir sadakanın sevabı, okunan bir Kur’ân’ın yahut yapılan bir haccın ve buna benzer bir amelin sevabı gibi. Yüce ALLAH’ın izniyle buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.

8- Kıyamet gününün sıkıntılı halleri ve dehşetli durumları.



 9- Buharî ile Müslim’de sabit olan şu hadiste belirtildiği gibi: "Mü’minler Sırat’tan geçtikten sonra cennet ile cehennem arasındaki bir köprü üzerinde durdurulurlar. Birinin diğerindeki hakkı kısas yoluyla alınır. Nihayet tertemiz edilip, arındırıldıktan sonra cennete girmeleri için onlara izin verilir."(Buhârî 2440, 6535; Müsned, III, 13, 57, 63, 74.)

10- şefaatçilerin şefaati.

11- Şefaatsiz olarak da merhametliler merhametlisinin affetmesi. Nitekim Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Bunun dışında kalanları da dilediğine bağışlar." (en-Nisâ, 4/48 ve 116)

Eğer kişi Yüce ALLAH’ın -günahlarının büyüklüğü dolayısıyla- mağfiret etmeyi dilemediği kimselerden ise; artık tertemiz olan imanı, günahlarının pisliklerinden arınması için ateşe maruz kalmaktan başka yolu kalmaz. Ancak şu da var ki cehennem ateşinde kalbinde zerre ağırlığından çok çok daha küçük bir miktar imanı bulunan hiçbir kimse, hatta -daha önce Enes -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste belirtildiği üzere- la ilahe illallah diyen hiçbir kimse ebedi kalmayacaktır.

Durum böyle olduğuna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in cennetlik olduklarına dair şahitlik ettiği kimseler dışında ümmet arasında muayyen herhangi bir kimse için kat’î olarak cennetliktir, demeye imkan kalmaz. Ancak bizler iyilikte bulunanlar namına ümit besleriz ve (günahları dolayısıyla) da onlar için korkarız.


el-Akidetü't Tahaviyye(İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Mart 2014 Pazartesi

294.İTİKADİ KONULARDA SAPMANIN SEBEBİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Bu konuda genel olarak sapıtanlar yahut bu hususta hakkı bilmekten acze düşenlerin bu hallerinin sebebi, Rasûlün getirdiklerine tabi olmakta kusurlu hareket etmeleri ve bu yolu bilmeye ulaştıran dikkatli düşünmeyi ve istidlali terketmeleridir. Böyleleri ALLAH’ın Kitabından yüz çevirdiklerinden sapıtmışlardır.

Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Benden size bir hidayet geldiğinde kim Benim hidayetime uyarsa o hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz."Der ki: Rabbim niçin beni kör haşrettin, halbuki ben görüyordum."
"Buyurur ki: Böyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları unuttun; bu günde sen böylece unutulursun."
(Tâhâ, 20/123-126)

İbn Abbas -Radıyallahu anh- dedi ki: Yüce ALLAH Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup, içindekiler gereğince amel eden kimselere dünya hayatında sapıtmamayı, âhiret hayatında da bedbaht olmamayı garantilemiştir. Daha sonra da bu âyet-i kerîme’yi okumuştur.

Nitekim Tirmizî ve başkaları tarafından kaydedilen Ali -Radıyallahu anh- yoluyla gelen hadiste de böyledir. Buna göre Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:

 "Pek yakında bir takım fitneler baş gösterecektir." Ben: Bunlardan kurtuluş yolu nedir? Ey ALLAH’ın Rasûlü, dedim. Şöyle buyurdu: "ALLAH’ın Kitabı. Onda sizden öncekilerin bilgisi, sonrakilerin haberi, aranızdaki (anlaşmazlık)ların hükmü vardır. O hakkı batıldan ayırandır, o bir şaka, bir eğlence değildir. Herhangi bir zorba (zorbalıktan dolayı) onu terkedecek olursa ALLAH belini kırar. Kim ondan başkasında hidayet ararsa, ALLAH o kimseyi saptırır. O, ALLAH’ın kopması mümkün olmayan ipidir. O hikmet dolu zikir (öğüt)dir. O, dosdoğru yoldur. O, hevâların saptırmadığı, dillerin kendisi ile karışmadığı, hayret verici şeyleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. İlim adamları ondan doymaz. Ona dayanarak söz söyleyen doğru söyler, gereğince amel eden mükafat kazanır. Ona göre hükmeden adalet yapar, ona davet edip çağıran dosdoğru yola iletilmiş olur."Tirmizî, 2908;

Ve buna benzer manaları ifade eden daha bir çok âyet ve hadis-i şerif bu hususu dile getirmektedir.

Yüce ALLAH öncekilerden de, sonrakilerden de rasûlleri vasıtası ile teşrî buyurmuş olduğu dinine uygun olmayan, din diye kabul edip izledikleri hiçbir yolu kabul etmeyecektir.

Yüce ALLAH şu buyrukları ile göndermiş olduğu peygamberler dışında, kulların kendisini nitelendirdikleri her türlü nitelikten kendini tenzih etmiş bulunuyor:

"İzzet sahibi olan Rabbim onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun, âlemlerin Rabbi ALLAH’a da hamd olsun." (es-Saffat, 37/180-182)

 Yüce ALLAH kâfirlerin kendisini nitelendirmelerinden, zatını tenzih ettikten sonra gönderdiği peygamberlere de selâm olsun, diye buyurmuştur. Buna sebeb ise peygamberlerin kendisini nitelendirirken ortaya koydukları nitelendirmelerinin her türlü eksiklik ve kusurdan uzak olmasıdır. Arkasından da kemal derecesinde hamde layık olduğunu ortaya koyan sıfatlara yalnızca kendisi sahip olduğundan dolayı, hamdin kendisine mahsus olduğunu belirtmektedir.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-in yolunu en hayırlı olan nesiller de aynen takip etti. Bunlar da ashab-ı kiram ile güzel bir şekilde onlara tabi olanlardır. Onların önce olanları, sonra gelenlerine bunu tavsiye ediyor, sonra gelen de bu hususta kendisinden önce gelene uyuyordu. Bütün bunlarda kendileri de Peygamberleri Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e uyuyorlar, onun yolunu izliyorlardı. Nitekim Yüce ALLAH Kitab-ı Aziz’inde şöyle buyurmaktadır: "Deki: İşte bu benim yolumdur, ben ALLAH’a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de bana uyanlar da." (Yusuf, 12/108)

Eğer "bana uyanlar da" buyruğu "davet ediyorum" buyruğundaki zamire atfedilmiş ise bu ona uyanların ALLAH’ın yoluna davet edenlerin ta kendileri olduğuna delildir. Şâyet ("ben" anlamındaki) munfasıl zamire atfedilmiş ise o takdirde ona uyan kimselerin peygamberlerinin getirdikleri hususunda herkes bir tarafa bizzat kendilerinin basiret sahibi oldukları noktasında açık bir ifadedir. Her iki anlam da doğrudur.

Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- dini apaçık bir şekilde tebliğ etmiş, basiret sahibi olanlara delilleri açıkça bildirmiş, nesillerin en hayırlısı da onun yolunu izlemiştir. Fakat daha sonraları hevâlarına uyan, günahlar işleyen, iyi olmayan bir takım nesiller de gelmiştir. Ancak Yüce ALLAH bu ümmetin dininin esaslarını muhafaza eden kimseleri her zaman takdir buyurmuştur. Nitekim doğru sözlü yüce peygamber de şu buyruğuyla bunu böylece haber vermektedir:

"Ümmetimden bir taife (kesim) hak üzere ve kendilerini yardımsız bırakanların kendilerine zarar vermeleri söz konusu olmaksızın muzaffer olarak kalmaya devam edeceklerdir."Buhârî 3640, 7311, 7459; Müslim 1920, 1921; Tirmizî 2230; İbn Mâce 10; Müsned, IV, 244, 248, 252.


el-Akîdetü’t-Tahâviyye ve Şerhi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Mart 2014 Pazar

293.AMENERRASÜLÜ'NÜN TEFSİRİ ve FAZİLETİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bakara Suresi 285- 286. Ayetlerin Tefsiri:


285.(Peygamber ve müminler kendisine indirilene iman etti.) Allah-u Teala tarafından imanlarının sıhhati üzere şahittir. İmamı Hasen Mücahid ve Dahhak derler ki şu ayeti kerime miraç kıssası üzerine indi. Denildi ki Kur'anın tamamını Cebrail (Aleyhisselam) indirdi. Ancak bu ayeti miraç gecesi Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) Mevla'dan işitti.

(Hepsi Allaha, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti.)

(Onun elçilerinden hiç birini diğerlerinden ayırt etmeyiz.) Yani Resullerden hiç birisinin arasını Yahudi ve Hıristiyanların yaptığı gibi ayırmayız. Hepsine inanırız.

(Dediler ki işittik ve itaat ettik.) Sana icabet ettik, emrine itaat ettik.

(Ey Rabbimiz! Bizi bağışla.) Bizi mağfiret etmeni dileriz.

(Dönüş ancak sanadır.) Dünya ve ahiret işlerinin tamamı sana dönecektir. Bu söz müminlerden iki dünyada bütün işlerin sahibinin Allah olduğunu ve her şeyin ona döneceğini ikrardır. Rivayet edildi ki, Cebrail (Aleyhisselam) Peygamberimize bu ayet indiği vakitte şöyle dedi "Muhakkak Allahu Teala senin ve ümmetin üzerine övgü yaptı. İste verileceksin." Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem)Allahın öğretmesini istedi. Mağfiretini isteriz dedi.

286.(Allah kimseye gücü, takatin üstünde bir şey teklif etmez.) Vüsu': İnsanın gücü yettiği, zorlanmadığı, meşakkatlenmediği şeydir. Yani cenabı hak ancak kudretinin yettiği şeyi ile ve takatinin kolayına gelen ile hükümlü tutar. Gayretini ve takatini aşan ile sorumlu tutmaz. Burası evvelki ümmetlere olan ağır yüklerin ve çetin hükümlerin kaldırıldığının haberidir. Süfyan’dan rivayet edildi ki peygamberler kavimlerine şu ayeti getirirler. "Nefsinizde olan şeyi açıklasanız veya gizleseniz de Allahu Teala sizi onunla hesaba çeker." Derler ki, “buna gücümüz yetmez bunu taşıyamayız.” Neticede onlar bunlardan sorumlu olurlardı. Vaktaki şu ümmete bu ayet arz edilince onu kabul ettiler. Allahu Teala'da onlardan yükleri indirdi. Ve buyurdu ki "Allah kişiye ancak takatinde olanı yükler." Böylece bu ümmete rahmetini ve yumuşaklığını bildirmiş oldu.

(Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine, kötülükte kendi aleyhinedir.) Hayırdan kazanmış olduğu şeyin sevabı lehinedir, şerden kazandığının cezası da kendinedir.

(Ey Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma.) Unutmak ve hata etmekten dolayı ileri veya geri kalmak sebebiyle bizi muaheze etme. Bizi affet.

(Ey Rabbimiz bizim üzerimize ağır yük yükleme.)İsr: Taşınması ağır olan yük. Ağır olduğu için onu yerinden kaldırmaya güç yetiremez.

(Bizden evvelkilere yüklediğin gibi.) Yahudi ve Hıristiyanlara yüklenen meşakkatli hükümler gibi. Tevbelerinin kabulünde kendilerini öldürmek, ganimet malının yanması, mesh ve teyemmümün olmaması, necasetlenen yerin kesilip atılması gibi.

(Ey Rabbimiz! Bizim üzerimize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme.) Bizden evvelkilere inen azablar gibisini bize indirme. Evvelki talepte onlara yüklenen ağır hükümlerin kaldırılması istenmişti. Bu ayette evvelkilere indirilen azabların kaldırılması talep edilmektedir.

(Bizi affet.) Günahlarımızın izlerini sil.

(Bizi mağfiret et.) Ayıplarımızı ört. Mahşer yerinde halkın ortasında bizi rezil etme.

(Bize merhamet et.) Bize ihsan eyle, ikram eyle.

(Sen bizim Mevlamızsın.) Bizim seyyidimizsin, bizler senin köleleriniz. Bize yardım eyle, işlerimizi idare eyle.

(Kafirler kavmine karşı bize yardım eyle.) Onların şerlerini bizden def eyle, bize yardım eyle. Zira efendinin kullarına yardım etmesi, düşmanlardan onu kurtarması beklenir. Kâfirlere karşı yardım zafer ile olur.

Amenerresülü'nün Fazileti:

Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) miraç gecesi üç şey verildi. Beş vakit namaz, Bakara Suresinin sonu (amenerresulü). Ümmetinden şirk koşmayanların affedileceği.

Rasülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivayet edildi ki, “Mevla Tealâ bu iki ayeti cennet hazinelerinden indirdi. Mahlûkatı yaratmadan bin sene evvel Rahman Teala bunları yazdı. Her kim bu iki ayeti yatsıdan sonra okursa, bu iki ayet ona gecenin tamamını ibadetle geçirmiş olur. (O kadar sevab alır.)”

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Mart 2014 Cumartesi

292.KÜÇÜK NOTLARIM (16):tefviz-sabır

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Tefviz,kulun, bütün işlerini Allah'a havale etmesi ve O'nun yaptığı her işi gönül hoşluğu ile karşılaması, O'na hiçbir konuda ne dil ne de kalp ile itiraz etmemesi, sızlanmaması, içinde bir rahatsızlık duymaması demektir. Tefvîz, tevekkülün en mükemmel şeklidir. Bir âyette "İşimi Allah'a tefvîz (havale) ediyorum." buyrulmuştur. (Mü'min, 40/44). (M.C.) 

Bu zor ise de çok kıymetlidir. Tevekkülün zirvesine çıkan İbrahim aleyhisselam, ateşe atılırken bile tevekkülünü bozmadı.

 *Allahü teâlânın; kötü işin neticesini hayra çevirdiği çok görülmüştür. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.)[Bekara 216]

Bir misal verelim: Hudeybiye anlaşmasına göre, bir kâfir Müslüman olursa, Müslümanlar bunu aralarına alamayacaklar, fakat Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir [mürted] olanı ise, müşrikler tekrar saflarına alacaktı. Görünüşte bu anlaşma Müslümanların aleyhine idi. Peygamber efendimiz, neticeyi peygamberlik nuru ile görüp imzaladı. Anlaşma Müslümanların lehine neticelenince, müşrikler, anlaşmayı bozmak zorunda kaldılar. (M. Ledünniyye)

Demek ki, (Hoşlanmadığımız bir şey bizim için hayırlı) olabiliyor. İnsan, bir işin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır zannettiği çok şey, şerle, şer zannettiği çok şey de, hayırla neticelenebilir. Bunun için bir işte ısrar etmemelidir.

 *Tevekkül edip işlerini Allah’a havale eden ve sonucu sabırla bekleyen Müslüman, rahat eder.

Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah’tan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır.

*Başa gelen işe sabredilirse ecri görülür. Sabredilmezse, günaha girilir ve sıkıntıya düşülür. Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır.

Sabır üç çeşittir:
Belaya sabır,

din bilgilerini öğrenirken ve ibadet yaparken sabır, 
günah işlememek için sabır.

 Sabrın önemi büyüktür. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Sabretmekte yarış edin!) [Al-i İmran 200]

(Allah sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]

(Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]

*Kalbini Ona bağla, her şey takdirledir. Tedbir takdiri bozamaz. Tedbirli ol; fakat tedbirine güvenme!

*Merhametle yaratan, bol rızık veren Hak teâlâ, tevekkül edenin her işini en iyi şekilde yapar.


* Hacetleri bitiren Allah’a yalvar, Ondan kaçma! Nefsine uyup başkasına el açma!

* İlle de şu iş şöyle olsun deme! Eğer o iş, istemediğin şekilde olmuşsa, hiç üzülme, Hakkın takdirine razı ol!

* Boş yere üzülme, her iş Haktandır, öyle olmasında sayısız hikmet vardır.

*Allahü teâlânın her işi düzgündür, aklımız almasa da hepsi uygundur.

* İşini Hakka bırak, uzakları çok yakın, yakını eder ırak,

* Onun işinde hata olmaz. Onun emrine uymayan yanar. Yeter ki sabretmeyi bil.

*Bu işler niye böyle deme. Bunlar her zaman böyle. Mühim olan işin sonudur.

* Nefsine uyup da, hiç kimseyi hor görme, kalbini kırma! Bağırıp çağırma!

* Müminde hile olmaz, fitne çıkarmaz. Ondan zarar gelmez.

* Onu vekil edip kadere razı olarak güzel sabretmek hoş, bundan gayrısı boş.

* Allahü teâlâ, kendisini anana, imdat diyene yardım eder.

* Nimet verir ve alır, zarar ve fayda verir, alçaltıp yükseltir.

* Kalbleri değiştirir, kimini susuz bırakır, kimine kevser içirir, herkesi değişik bir imtihandan geçirir.

* Kimini huysuz yapar, kimine güzel huy verir, kimini sevip sevdirir.

* Kimini çok renkli, kimini renksiz, kimini gamlı, kimini gamsız yapar.

*Herkesle gezme, dostunu üzme,

*Maziyi bırak, istikbale de dalma, hep bugünü de düşünme!

* Her sözden öğüt al, her şeydeki güzelliği gör,

* Söyleyene değil, söyletene bak, her sözden faydalan ibret alarak,

* Hakkın rızasına kavuşmak için, edep ve güzel ahlak sahibi olmak gerekir.

* Allahü teâlâ, her şeyi güzel yaratmıştır, akrep, yılan, fare gibi zararlı hayvanları yaratmasında birçok hikmetler vardır, yerde ve göklerde faydasız hiç bir şey yaratmamıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Mart 2014 Cuma

291.DİNDARLIĞA NEFSİN YEDİ ENGELİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir dîne mensup olmak insanda fıtrî bir duygudur. Nitekim Allah Teâlâ: “O hâlde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dîne, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult” buyurarak bu fıtrata işâret etmektedir. Dînî hayat ve dindarlığı hem tetikleyen özellikler, hem de köstekleyen özellikler insanın kendisinde saklıdır. Dindarlığı başka alâkalardan, nefsâni hazlardan arındırabilmek, kalbî itmînâna ve zihnî olgunluğa ermiş olmaya bağlıdır. Çünkü dindarlık bir his, duygu ve gönül işidir. İnsanın duyguları ise çoğu zaman karmaşıktır ve birtakım etkilerin yoğunluğunda şekillenmektedir.

Dindarlık her şeyden önce ihlâs ve samimiyet ister. İhlâs, amel ve ibâdete başlarken niyeti gönül imbiğinden geçirip ona hiçbir yabancı dünyevî madde katmamak, saf ve berrak hâliyle damıtmak ve nefse bir pay çıkarmamak demektir. İhlâs, midedeki besinlerden süzülüp kan damarlarının yanından geçerek tertemiz çıkan süte benzer. Nasıl ki sütün içinde bulunabilecek kan veya pislik mide bulandırırsa, riyâ karışmış dindarlık da öyledir; ihlâsı bozar.

Dindarlığı tetikleyen ve besleyen iki temel vasıf vardır: Sıdk ve ihlâs. 


Sıdk dindarlığın sünnete, peygamber modeline uygun yapılmasıdır. 

İhlâs ise kulluk ve ibâdetin Allah için olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur: “Kim Rabbine kavuşmak dilerse sâlih amel işlesin. Rabbına ibâdet ederken de hiç kimseyi ortak koşmasın.” “Yüzünü ihlâsla Allah’a çevirenden daha güzel dindar kim olabilir.”

Kul için bir matlûb, bir de taleb vardır. İhlâs matlûbun, sıdk ise talebin bire indirilmesidir. Sıdk asıldır, ihlâs ondan sonra hâsıl olur. İhlâs sıdka tâbidir. İhlâs amele başladıktan sonra meydana gelir. Dindarlıkta kula en çok lâzım olan da ihlâstır. İnsan ihlâs sâyesinde nefsin âfetleriyle amelleri bozan hallerden haberdâr olur. Çünkü insan amelden ve ameli ihlâsla yapmaktan sorumludur. Nitekim Kur’an’da: “Hâlbuki onlar, Allah’a dinde ihlâs sahibi olarak ibâdetle emrolundular” buyrulur.

İhlâs temeline dayalı hâlis dindarlığın en büyük engelleri nefsin hile ve desiseleridir. Bu yüzden ihlâsı da ihlâsı bozan şeyleri de iyi öğrenmek gerekir. İnsanoğlu mayasındaki kulluk duygusunu bazen yanlış yönlendirerek negatif pozisyonlara düşürmekte ve bu negatif kulluk tezâhürleri zaman içerisinde insanoğlunu hâlisâne dindarlıktan uzaklaştırmaktadır. İnsanı dindarlık sürecinden uzaklaştıran bu negatif kulluk tezâhürleri nefsin tuzaklarıdır.

Samimi dindarlık, ihlâs üzere olmaya çabalamaktır. İbâdet ve tâat konusunda kendisinde varlık görmemektir. 

Gönlü kirleten, kalbi hasta eden ve dindarlığa zarar veren yedi nefsâni illet ve engel şunlardır: 

1- Kibir/büyüklük taslama, 
2- Ucüb/kendini beğenme, 
3- Riyâ/gösteriş,
4-Gadab/öfke,
5- Hased/kıskançlık, 
6- Mal sevgisi, 
7-Makam tutkusu.

1- Kibir, Allah’ın kendine has kıldığı kibriyâ ve azamet sıfatının nefsânî zaaf ve şeytânî bir vasıf olarak tezâhürü olup insanın temel problemidir. Âlemdeki zuhûru şeytânın kibirle kendini Âdem’den üstün görerek secde etmemesiyle başlamış, ondan da insana geçmiştir. Kibrin tedâvisi, insanın konumunu ve yerini bilerek tevâzû sâhibi olmasından geçer.

2- Ucüb, kendini beğenerek büyüklenip başkalarına tepeden bakmayı, başkalarını hor görmeyi doğuran nefsânî ve şeytânî bir vasıftır. Başa çıkılması çok kolay olmayan bu özellik dînî hayatı zedeler. Ucbün tedâvisi, kibirde olduğu gibi tevâzû sâhibi olmaktır.

3- Riyâ, takdîr edilme, beğenilme arzusuyla başkalarına karşı yapılan gösteriştir. İnsanların övmelerine karşı zaaf göstermek; yermelerinden korkmak ve incinmektir. Bunu tetikleyen şey, kendini beğenmektir. Riyâ, ihlâsın zıddıdır. İnsanların en çok ayaklarının kaydığı alan da burasıdır. Riyâ pek çok hadîs-i şerîfte şirk-i hafi olarak değerlendirilmiştir.

Nefsin amelleri ve dîni hayatı boşa çıkarmak için kullandığı en önemli vasıtalardan biri övülmekten duyduğu hazdır. Çünkü nefs biraz övgü görse semâvât ve arzı bile sırtında taşır. Ama övgü olmayınca; kendisine prim verilmeyince hemen tembelleşir. Nitekim rivayete göre bir kişi yıllar boyu mescidin birinci safında namaz kılmış. Bir gün her nasılsa bir engel sebebiyle ikinci safta kılmak zorunda kalmış. Bir süre câmi ve cemâatten kaybolan bu kişiye sebebini sormuşlar. Demiş ki: “Şu kadar yıldır kıldığım namazları hep ihlâsla kıldığımı sanıyordum. Bir kere ikinci safta görülmekten öyle rahatsız oldum ki ömrüm boyunca riyâ yaptığımın farkına vardım. Bu yüzden evimde eski namazlarımı iâde ve kaza ile meşgul olduğum için ortadan kaybolmuştum.”

Riyânın tedâvisi ihlâsa ermeye çalışmakla olur. Ayrıca bu hâlin tedâvisi, Allah’ın kalıba değil, kalbe baktığını; âhiretteki derecenin kalpteki duygulara bağlı olarak eksilip artabileceğini bilmek sûretiyle olur. İçte bulunan bir hâli dışta ızhâr etmenin bir faydası bulunmadığı gibi, halkın övgü ve yergisinin Hakk nezdinde hiçbir değeri yoktur.

4- Gadab, öfkelenip kızma hastalığıdır. Gadab, dindarlığı etkileyen nefsin tuzaklarından şeytânî bir sıfattır. Dindarlık sürecindeki tedâvisi kazâya rızâ göstermeye alışmak sûretiyle olur.

5- Hased, başkalarının sâhip olduğu nîmetleri kıskanmaktır. İnsanın gözü dışa dönük olduğu için dâimâ karşısındakini görür. Bu da insanın halkın ayıplarıyla uğraşıp kendi eksiklerini görmezden gelmesine veya kendindeki güzellikleri değil, karşısındaki nimetleri görmesine sebep olur. Hasedin sebebi taksîm-i ilâhîye râzı olmamaktır. İnsan, samîmî bir îmân ile ilâhî taksîme râzı olma özelliği kazandığı an, nefsin kıskacından kurtulur ve dindarlığını sağlama almış olur.

6- Mal sevgisi, hırs ve tama’ ile dünyâya düşkünlüktür. Sebebi ölümü unutmak, nefsin insana telkin ettiği ebediyet duygusuna aldanmaktır. Tedâvisi ölümü çokça hatırlamak, ebediyet yurdunun dünyâda değil, âhirette bulunduğunu düşünmektir.

7- Makam tutkusu, kendini beğenme hastalığından, şöhret ve baş olma arzusundan kaynaklanır. Tedâvisi Allah’ın kendisine hakkı hakk bilme lütfunda bulunduğunu, ancak Allah’ın bu lütfuna karşı şükürde kusur ettiğini düşünerek tevâzû/alçak gönüllülük yolunu tutmakla olur. Baş olma ve îtibâr duygusu insanı içini ihmâl edip dışını süslemeye yönlendirir.

Bütün bu illetler samimi dindarlığa zarar verir. Bunlardan temizlenmenin en kestirme yolu dindarlığımızı sorgulamak; yâni muhâsebeye çekmektir. Bu muhâsebe bir kalb sorgulamasıdır. “Bugün Allah için ne yaptım? Yaptıklarımın ne kadarı Allah için, ne kadarı nefsim için? İşin içine ne kadar «görsünler ve desinler» kaygısıyla riyâ denen şirk-i hafî girdi? Kalbim nasıl? Acaba dünyâ için mi atıyor, Allah için mi? Kalbim, yüreğimi elime alıp insanlar içine çıkabilecek saflıkta mı? ” Bu muhâsebeler dindarlık sürecinde insan davranışlarına farkındalık bilinci kazandıran kalb sorgusudur.

Netice itibariyle hâlisâne dindarlık kolay bir iş değildir. Çünkü dindarlık, halkın nazarında “dindar” görülmekten hoşlanmak, akabinde takdir ve saygı görmekten haz almaktan ibaret değildir. Aksine birtakım dünyevî arzu ve isteklerden soyutlanmak, Allah’a kulluk ile nefse gem vurabilmektir. Din de, dindarlık da sadece Allah’ındır, O’ndan gelir ve O’nun için yapılır. 


H.K.Yılmaz

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Mart 2014 Perşembe

290.YARIN BİR SÜNNETİ YERİNE GETİRMEK İSTER MİSİNİZ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(14 Mart Cuma), 15 Mart Cumartesi ve 16 Mart Pazar günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç utmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Allah kabul etsin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

289.MÜMİNLERİN GELEN MÜSİBETLERE BAKIŞI NASIL OLMALI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Sahabeden bir zat, “Ya Resulallah! Bana öyle bir anlayış ve amel haber ver ki onu tam olarak uygulayınca Cennet’e girmeye layık hale gelmiş olayım.” der

Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle açıklar sahibini Cennet’e layık hale getirecek amel ve anlayışı:

- Sen kul olarak kendine düşen her türlü tedbirini alıp görevini yaptıktan sonra, Allah’ın senin hakkındaki takdirine razı olur da şikâyet etmezsen, Cennet’e layık anlayış ve ahlak içinde oldun demektir. Yeter ki, kendine düşen tedbirini vaktinde al, ihmal etme; sonra da Allah’ın sana layık gördüğü takdiri ne ise ona razı ol, şikâyetçi olma!

Lokman Hekim, müminin maruz kaldığı musibetlerin mümine sağladığı faydasını şöyle bir misalle anlatır:

- Nasıl bir madenin kıymetlisi ateşe verilince üzerindeki pası dökülüp altından öz cevheri çıkarsa, Allah’ın sevdiği kulları da maruz kaldıkları musibetleri sabırla karşılayarak günah paslarından arınır, Allah’ın saf ve tertemiz kulları haline gelirler.

Bu konuda en nihai tarif ve tespit yine Efendimiz (sas) Hazretleri’nden gelir. Buyurur ki:

- Hayret edilir müminin hakkındaki takdirlere karşı teslimiyet ve tevekküllü haline. Çünkü ona üzücü bir musibet gelse sabreder kazanır; sevindirici bir nimet gelse şükreder yine kazanır!
Mümin budur işte. Musibet gelirse sabreder kazanır, nimete gelirse şükreder yine kazanır.

Bundan dolayı maneviyat büyükleri, başa gelen sıkıntıları ikiye ayırarak derler ki:

- Kulun başına gelen musibetler bazen makamının yükselmesi için gelmiş olur. Bazen de işlemiş olduğu yanlışın cezasını çekmesi için gelmiş olur. Her iki hal de kulun lehinedir.

Makamının yükselmesi için geliyorsa kul, sabreder, makamını yükseltir. Yaptığı bir yanlışın cezası olarak geliyorsa yine sabreder, cezasını dünyada çeker ahirete tertemiz gitmesine sebep olur. Her iki halde de inanmış insan yine kazanır.

Bu önemli konu şöyle bir misalle de açıklanır irşad eserlerinde.

Sahabeden bir zat cahiliye devrinde tanıdığı bir kadınla karşılaşır yolda. Bir müddet konuştuktan sonra kadın yoluna devam edip gider, ama o başını çevirerek kadına arkasından bakmaya devam eder. İşte bu bakış sırasında önünde görmediği bir çukura kayan ayağı sakatlanır. Sonra Resulullah’ın (sas) huzuruna vardığında durumu aynen anlatır. Efendimiz’in sas açıklaması şöyle olur:

- Allah, bir kulunu severse hatasının cezasını dünyada peşin olarak verir; böylece kul burada cezasını çektiğinden ahiretini kurtarmış olur.

Evet, maruz kaldığı musibetleri böyle sabır ve şükür içinde karşılayan müminler kolay kolay yıkılmaz, hep ayakta dururlar. Düşünürler ki, dünyevi musibetlerin hiçbiri ebedi ve kalıcı değildir. Sabredersem bir gün bu musibet gider, ama sevabı bana kalır, ahiretimi kurtarmış olurum. Asıl musibet, dini aşk ve şevkime gelen musibettir. Çünkü din yaşama aşk ve şevkime gelen musibette hiçbir kazanç yoktur, tümüyle kayıptır. Öyle ise maruz kalınan musibetlerde dini aşk ve şevkimiz asla zayıflamamalı, maneviyatla olan bağımız daha güçlenip artmalı ki yine biz kazanmış olalım.

Nitekim büyük alim Sehl bin Abdullah Hazretleri’ne gelen bir adam der ki:

-Ben sabah namazına camiye gelince evime giren hırsız sandıktaki altınlarımı çalmış, çok üzgünüm. - “Üzülme, der, bu senin dünyana gelen musibettir. Ya kafana şeytan girip vesvese ve şüpheler vererek imanını çalsaydı da, dinî hayatını yaşama aşk ve şevkini kaybetseydin ne olurdu halin? Unutma der, öbür dünyaya altınsız gitmenin hiçbir zararı yoktur, ama (Allah korusun) İslam’ı yaşama aşk ve şevkini kaybederek gitmenin ise hiçbir teselli tarafı yoktur! Sabret, İslam’ı yaşama aşk ve şevkini koru, maruz kaldığın musibeti hakkında hayra çevir. Yine sen kazan!


A.Şahin

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Mart 2014 Çarşamba

NAFİLE NAMAZLAR İLE MÜJDELENEN BÜYÜK SEVAPLAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Akşam namazından sonra kılacağımız en az iki rekâtlık bir namazla 12 senelik nafile ibadet sevabı kazanabiliriz. Öğle olmadan eda edilecek bir namazla da, kabul olunmuş bir hac ve umre sevabı yakalayabiliriz.

Duha (Kuşluk) namazı: Sabahleyin mekruh olan vaktin çıkmasıyla başlar. Peygamberimiz, “Bir kimse kuşluk namazının iki rekatına devam etse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affolunur.” müjdesini veriyor.

İşrak namazı: Güneş bir iki mızrak boyu yükseldikten yani doğduktan yaklaşık 45-50 dakika sonra kılınır. (Bazı kaynaklarda Duha ve İşrak namazının aynı olduğu belirtiliyor.)

Evvabin namazı: Akşam namazından hemen sonra kılınmalıdır. “Kim akşam namazından sonra aralarında kötü bir şey konuşmaksızın altı rekat namaz kılarsa, (kıldığı bu altı rekatlık namaz) onun için on iki senelik ibadete denk kılınır.”

Teheccüd namazı:
Yatsı namazından sonra uyumadan veya bir miktar uyuduktan sonra, kılınacak nafile namaza ‘gece namazı’ denir. Bir miktar uyuduktan sonra kalkılıp kılınan namaza ise ‘Teheccüd’ adı verilir.

Mübarek gecelerde namaz kılmak: Regaib, Mi’rac, Berat ve Kadir geceleriyle ilgili özel nâfile namaz yoktur. Fakat bu geceleri vesile ederek nâfile namaz kılmak, Kur’ân-ı Kerîm okumak, üzerinde düşünmek ve tefekkür etmek güzel davranışlardır.

Namaz tesbihatı:
Namazdan sonra okunan tesbihler Peygamber Efendimiz’in (sas) sünnetidir ve insana manen büyük bir feyz kazandırır.

Vacip namazlar:
Efendimiz buyuruyor: “Gecenin sonuna doğru namaza kalkamayacağından endişe eden kimse, vitir namazını gecenin baş tarafında kılsın. Gecenin sonunda kalkacağına güvenen kimse de vitir namazını gecenin sonunda kılsın. Çünkü gecenin sonunda kılınan namazda melekler de bulunduğundan vitri bu saatte kılmak daha sevaptır.”

Bayram namazları:
Bir hadiste şöyle rivayet ediliyor: “Bayram namazını kıldıktan sonra bir münadi (tellal) şöyle seslenir: ‘Dikkat ediniz, müjde size! Rabbiniz sizi bağışladı, evlerinize doğru yola ermiş olarak dönünüz. Bayram günü mükâfat günüdür. Bugün semâ âleminde mükâfat günü olarak ilan edilir.’”

Resûlullah sas, “Ramazan Bayramı sabahı melekler yollara dökülür ve şöyle seslenirler: ‘Ey Müslümanlar topluluğu! Keremi bol olan Rabbiniz’in rahmetine koşunuz. O, bol iyilik ve ihsanda bulunur. Sonra onlara bol bol mükâfatlar verilir. Siz gece ibadet etmekle emrolundunuz ve emri yerine getirdiniz. Gündüz oruç tutmakla emrolundunuz, orucu tuttunuz ve Rabbiniz’e itaat ediniz, mükâfatınızı alınız.” buyuruyor.
Nezir namazı: Kişinin bir vesileyle “Şu kadar namaz kılmayı adıyorum.” diyerek iradî olarak kendi üzerine almış olduğu namazdır. 

Tahiyyetü’l-mescid: Mescidin selâmlanması, saygı gösterilmesi demek ise de esasında mescidlerin sahibi olan Allah’a saygı ve tâzim anlamını içerir.

Küsûf ve Hüsûf: Allah’ın büyüklüğünü ve kâinatta kurduğu mükemmel sistemi hatırlamak için ay (hüsûf) ve güneş tutulması (küsûf) sırasında kılınan iki rekat namaz.

Hacet namazı:Bir ihtiyacının yerine gelmesini isteyen kişinin kılıp ardından dua ettiği bir namaz.


İstihare namazı:
Nasıl hareket edileceği bilinemeyen mübah işlerde manevî bir işarete nail olmak için kılınır.

Yolculuk namazı:
Kişinin yolculuğa çıkarken Allah’ın işlerini kolaylaştırması için, eve geldikten sonra ise sağ salim döndüğü için eda ettiği namaz.

Tesbih namazı: Peygamberimiz, insanın ömründe bir kez olsa bu namazı kılmasını tavsiye eder. Bu ibadet sayesinde on türlü günahın bağışlanacağını müjdeler.

Abdest ve gusül namazı: Peygamberimiz sas, “Her kim şu benim aldığım gibi abdest alır ve aklından bir şey geçirmeyerek iki rekat namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur.” buyuruyor.

Tövbe namazı: Resûlullah sas, “Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alıp temizlenir ve iki rekat namaz kılarak Allah’tan bağışlanmak dilerse Allah onu mutlaka affeder.” buyuruyor.

İstiska namazı: Cenâb-ı Allah’tan bolluk ve berekete vesile olacak yağmur göndermesini istemek için kılınır. Namazın cemaatle kılınması menduptur.

Şükür namazı:
Allâh Teâlâ’nın ihsân ettiği nimetlere şükretmek insanların eda etmesi gereken bir borçtur. Şükür, nimeti artırdığı gibi, şükürsüzlük de onun zevâline ve hatta sâhibinin şiddetli bir azâba mâruz kalmasına sebep olur.

Hz. Peygamber sas, “Kıyamet günü, Müslüman kulun ilk hesaba çekileceği şey, farz namazdır. Eğer bunu tam kılmışsa, mesele yok. Aksi takdirde meleklere, ‘Bakınız onun nafile namazları var mı?’ denilir. Eğer nafilesi varsa, farz namazları nafilelerinden ikmal edilir. Sonra diğer farz ameller için de bunun gibi yapılır.” buyuruyor.

Revatip sünnetler:
Farz namazlarla birlikte kılınan namazlardır. Resûlullah sas, sabah, öğle, akşam ve Cuma namazının sünnetleri ve yatsının son sünneti ile Teravih namazını daima kılmıştır. İkindi ve Yatsı namazının ilk sünnetini ise bazen kılmış, bazen de terk etmiştir.

Sünen-i regaib: Peygamberimiz’in (sas) uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda, bazı vesilelerle ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda Allah’a yakınlaşmak ve sevap kazanmak amacıyla kıldığı namazlardır. Duha, İşrak, Evvabin ve Teheccüt namazları da Sünen-i Regaib’dir. Bu namazlar 2 ila 8 rekat kılınabilir.

Cenaze namazı: Cenaze namazı ‘farz-ı kifaye’dir. Farz-ı kifaye, Müslümanlardan lüzumu kadar kimse tarafından yapılınca, diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzlardır.

Cemaatle namaz: İki Cihan Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem), “Kişinin cemâatle kıldığı namaz, kendi başına kıldığı namazdan yirmiyedi derece üstündür.” diyor. Cemaatin teşekkül etmesi için en az iki kişi gerekiyor. Yani imamla birlikte bir kişinin daha olması yeterli.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Mart 2014 Salı

286.AŞERE-İ MÜBEŞŞERE -10 SAİD BİN ZEYD (ra)

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Babası Zeyd bin Amr olup nesebi, Ka’b’da Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in nesebi ile birleşmektedir. Künyesi Ebu’l-Aver’dir.Üsdü’l-Gabe 2/387

Annesi Fatıma binti Ba’ce’dir. Babası Zeyd, putlara tapınmayı anlamsız bularak hanif dine ulaşabilmek için birkaç arkadaşı ile beraber semavi dinleri araştırmış, ancak onlarla gönlü mutmain olmamıştı. Bir papaz ona şirk ve hurafelerden uzak İbrahim (Aleyhisselam)’ın dinini tavsiye etti. Zeyd, bu öğrendiklerini uygular ve Ka’be’ye yönelerek ibadet eder, Mekke’de İbrahim (Aleyhisselam)’ın dini üzere olan tek kimse olduğunu iftiharla söyler ve müşriklerin putlarına kurban kesmelerini ayıplardı.Buhari 3583

Zeyd, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e risalet görevi verilmeden evvel vefat etmişti. Babasının kendisine telkin ettiği hanif dinin bilinciyle yetişen Said (Radiyallahu Anh) Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yaydığı dinin hak olduğunu gördü ve yirmi yaşına ulaşmadan ilk Müslümanlardan olarak tarihe geçti. Kendisi Ömer (Radiyallahu Anh)’ın amcasının oğlu ve kız kardeşi Fatıma’nın da kocasıdır. O ve hanımı, Ömer (Radiyallahu Anh)’den evvel Müslüman olmuştur.Buhari 3614

Ömer (Radiyallahu Anh)’ın da Müslüman olmasına vesile olmuşlardı. Ömer (Radiyallahu Anh)’da Said’in kız kardeşi Atike ile evliydi.Üsdü’l-Gabe 2/387

Said ile hanımı, Müslüman olduklarından dolayı işkence görenlerdendir.Buhari 3614

Aşere-i Mübeşşere’den olan Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) Medine’ye hicret edenlerdendir. Bedir Savaşı esnasında Talha(Radiyallahu Anh) ile Ebu Süfyan komutasındaki ticaret kervanını gözetlemekle görevli olduğu için bu savaşa katılamamış, ancak Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından savaşa katılmış gibi ganimetten hisselendirilmiştir.Tabakat 3/382, 383

Uhud’dan itibaren Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in bütün savaşlarına, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in vefatından sonra da Yermuk Savaşı’na ve Şam’ın fethine katılmıştır.Üsdü’l-Gabe 2/388

Osman (Radiyallahu Anh)’ın şehit edilmesiyle başlayan fitne olaylarına şahit olmuş, ümmetin içine sürüklendiği bu fitne belasından ve bazı kendini bilmezlerin ashabın ileri gelenlerine dil uzatmalarından rahatsız olmuş ve ızdırap duymuştur. Birgün Kufe mescidine giden Said (Radiyallahu Anh) orada Muaviye’nin Kufe valisi Mugire bin Şu’be’yi, etrafında bir takım insanlarla otururken gördü. O esnada bir adam birilerini kastederek sövüp saydı. Said (Radiyallahu Anh) Mugire’ye:

−Bu adam kime küfrediyor? diye sordu.

O da:

−Ali bin Ebi Talib’e! cevabını alınca son derece üzgün ve kızgın bir halde:

−Mugire! Mugire! Senin yanında Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ashabına sövülüyor ve sen susuyor, birşey yapmıyorsun. Ben şimdiye kadar Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den asla yalan rivayette bulunmadım. Şahitlik ederim ki, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in şöyle buyurduğunu kulağımla duydum ve kalbimle de ezberledim dedi ve Ali (Radiyallahu Anh)’ın da içlerinde bulunduğu cennet ile müjdelenenleri saydı. Sonra da etrafındaki insanlara bakarak:

−Ashabdan birinin Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile bir arada bulunarak yüzünün tozlanması, sizin herhangi birinizin Nuh (Aleyhisselam) kadar yaşasa bile bu müddet zarfında yaptığı amellerinden daha hayırlıdır diyerek sahabenin seçkin konumunu vurguladı.Ebu Davud 4650, Ahmed 1/187

İmam Müslim Sahihi’nde Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) hakkında şöyle bir hadis rivayet etmektedir:

−Erva binti Uveys isimli bir kadın, Said bin Zeyd aleyhine ‘kendisine ait arazisinden bir kısmını aldı’ diye iddia etti ve Muaviye’nin Medine emiri olan Mervan bin Hakem’e şikayet etti. Hakkındaki bu şikayet üzerine Said (Radiyallahu Anh):

“Ben, Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den işittiğim şeyden sonra o kadının arazisinden bir parçasını nasıl alır mışım?

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):

“Her kim başkasına ait araziden zulümle bir karış yer alırsa, o arazi parçası yedi katı ile bu zalimin boynuna halka yapılır”buyurdu dedi ve:

“Ey Allah’ım! Eğer bu kadın yalan söylüyorsa onun gözünü kör et ve kabrini evinin içinde kıl!” diye beddua etti.

Ravi dedi ki:

Ben o kadını duvarları yoklaya yoklaya yürüyen bir kadın olarak gördüm. Kendisi:

−Bana Said bin Zeyd’in bedduası isabet etti der dururdu. Evinin içinde yürüdüğü bir sırada evde bulunan bir kuyunun içini düşerek ölmüş ve o kuyu kendi kabri olmuştu.”Müslim 1610/138, 139

Ebu Ubeydetu’bnul-Cerrah (Radiyallahu Anh) tarafından Şam valiliğine atanan ve bu itibarla İslam ümmetinden Şam valiliği görevinde bulunan ilk kişi olan Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) 48 hadis rivayet etmiş, bunlardan ikisini Buhari ve Müslim ittifaken, birini de Buhari münferiden rivayet etmiştir.

Said bin Zeyd (Radiyallahu Anh) ömrünün son bölümünü Medine’nin dışında bulunan Akik vadisindeki çiftliğinde geçirdi ve burada hicri 50. veya 51. yılda yetmiş yaşını aşmış olduğu halde vefat etti. Cenazesi buradan Medine’ye taşındı ve Sa’d bin Ebi Vakkas (Radiyallahu Anh) tarafından yıkandı. Medine’de defnedilen Said bin Zeyd’in cenaze namazını Abdullah ibni Ömer(Radiyallahu Anhuma) kıldırdı.Tabakat 3/384

Allah ondan razı olsun ve bizi kendisine komşu kılsın.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Mart 2014 Pazartesi

284.ALLAH-U TEALA KUR'AN'I NEDEN ARAPÇA OLARAK İNDİRMİŞTİR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Neden Kur'an dili Arapçadır? Hz. Muhammed (sav) neden Arabistan yarımadasına peygamber olarak gönderildi?

Peygamberimiz (asv)'in Arabistana gönderilmesinin bir çok hikmetleri ve nedenleri vardır. Fakat hiçbir hikmeti olmasa da Allah bunu böyle takdir etmesi, bizim için yeterli bir nedendir.
Hikmetlerine gelince;

1. Peygamberimiz (asv) bu bölgede dünyaya geldiği için, İslamiyet buraya gönderilmiştir.

2. O bölgede yaşayan insanlar kızlarını diri diri toprağa gömen, ahlaki değerlerin bozulduğu ve kadınların mal gibi kullanıldığı, putlara tapıldığı ve adeta vahşi ve inatçı insanların yaşadığı bir bölge idi. Her ne kadar dünyanın diğer yerlerinde de ahlaki değerler çöküntüye uğramış olsa da bu bölgede daha fazla idi. İşte Allah Teala hikmetiyle göstermiştir ki bu bölgedeki vahşi ve inatçı insanlar bile İslamiyet’le en şerefli insanlar mertebesine çıkabiliyorsa, diğer insanlar elbette İslamiyeti kabul edip insanlık değerlerini tekrar kazanacaktır.

3. Kabenin, dünyanın merkezi olması ve Arafat, Safa ve Merve gibi insanlarca kutsal kabul edilen yerlerin bu bölgede olması;

4. Kur'an-ı Kerim'in mucizevi bir yönü de belağatıdır. Ve bu kavim hem Arapça konuşmaları hem de Arapçayı en mükemmel şekilde kullanmaları nedeniyle İslamiyet bu bölgede gönderilmiştir.

Peygamber Efendimiz (asv)'den önce Araplar, bir kısım batıl zihniyet ve hurafelerin tesiri altında Din-i Hanifi (hak dinini) unutmuşlar, hak yoldan sapmışlar, putlara, heykellere tapmağa başlamışlardı. Batıl bir düşünce neticesi, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Kumar, içki, fuhuş alelade şeylerden sayılırdı. İnsanlar kabilelere ayrılmış, kabileler arasında kan davaları zuhur etmiş, birbirlerine diş bileyen düşman hizipler harp halinde idi. Hakdan, adaletten uzaklaşmış bir cemiyette, kuvvetliler zayıflara, acizlere saldırıyor, elinde nesi varsa alıyordu. Köleler, esirler, acınacak bir halde idi. Kadının cemiyette bir yeri yoktu. O, pazarlarda gezdirilen, para ile alınıp satılan basit bir eşya muamelesi görüyordu.

*Tarih ve edebiyatçıların «Fetret Devri, (Cahiliyye Devri)» adını verdikleri, cihanın zulmetle alude olduğu bu devirde, bütün insanlık, kendilerini bu dalaletten kurtaracak, bir kurtarıcı, bir peygamber bekliyordu.

*Allah Teala tarafından, Yahudilere indirilen Tevrat'ta ve Hz. İsa (as)'a verilen İncil'de; ahir zamanda, bir büyük peygamberin geleceği de müjdelenmişti. Bu yüzden Ehl-i kitap olan Yahudiler ve Hristiyanlar Onu bekliyorlardı. İşte O, alemlere en büyük rahmet olan Hazreti Muhammed (S.A.V.)'di.

*Bütün dünya milletlerinin manevi çöküntü ve yıkıntı içinde kaldıkları bu devirde Araplar, diğer milletlere göre soy ve nesebe dikkat eden bir milletti. Dünya milletlerinin her sahada gerilediği bu devirde, Arabistanda edebiyat çok gelişmiş ve ilerlemişti. Ümmi (okuma-yazma bilmeyen) oldukları halde içlerinde çok güzel şiir söyleyenler vardı. Araplarda, gerek şehirlerde oturanı, gerekse bedevileri şiir yazmaz, fakat söylerdi. Yazmağı bilenler azdı. Amma bilhassa bedevilerin şiirleri çok dokunaklı ve gerçekçi olurdu. Çünkü onlar, kırlarda gezerler, hissettiklerini yazarlardı.

Her sene Mecenne, Zülmecaz ve bilhassa Ukaz panayırlarında toplanan geniş halk huzurunda, edebi müsabaka, şiir yarışmaları yapılırdı. Araplar inşad ettikleri (kaidesine uygun, ahenk ile söyledikleri) şiirleri, aralarında en şerefli kabile olan Kureyşe arz ederler, Kureyş izin verirse birincilik alan şair ve edipler, mükafatlandırılırlar ve onların şiirleri şanına tazimen Kabe'nin duvarına asılırdı. Fesahat ve belağat yönünden değer taşımayan şiirlere itibar edilmez, hiçbir kıymet atfedilmezdi. Yıllarca yapılan bu müsabakalarda ancak yedi kişinin şiiri birincilik alarak Kabe duvarına asılmıştı. Tarihte bu yedi şiire «Muallekat-ı Seba» denilir. Bunlardan en güzel şiir, İmri-ül Kaysa ait olup, Onun şiiri diğer şiirlerin en üstüne asılmıştı. Bu şiir, Peygamber Efendimiz (asv)'in doğuşuna kadar asılı kalmıştı.

*Cahiliyyet devrinde, Arapların belağat ve fesahata bu kadar ehemmiyet vermelerine dikkat edilecek olursa, bundan ibret almak gerekir. Çünkü dalalet ve cehaletin derinliklerinde bulunmalarına rağmen, edebi yönlerinin artması, Arapçanın kemale ermesi, muhakkak ki Allah Teala tarafından bu lisan üzere gönderilecek Kitabı anlamaları için, onları hazırlamak ve teşvikten ibaretti.
Araplar, asırlar boyunca mütekamil dillerinin safiyetini muhafaza etmişlerdir. Hz.Muhammed (S.A.V.)'den evvelki nazım ve nesir, aradan geçen 1500 yıla rağmen, bugünkünden ne kelime, ne dilbilgisi, ne de morfoloji bakımından farklıdır. Şu içinde yaşadığımız asırda, diğer dünya milletleri ise lisanlarını düzelteceğiz diye, yeni yeni kelimeler bularak, koyarak, değiştirip durdukları halde, Arapların böyle bir dert ve sıkıntısı hiçbir zaman olmamıştır. Çünkü, bu zengin ve güzel lisan noksanlıklardan aridir.

Bu sebepledir ki, büyük çoğunluk Kur’an’ın bu eşsiz üslubu karşısında fazla dayanamayıp İslam dinine girmiştir. 

Siyasî, sosyal, kültürel, ekonomik gibi sebeplerden ötürü, İslam’ın hakikatlerine kulağını kapayanlar bile Kur’an’ın bu eşsiz ifade tarzının güzelliğini itiraf etmek zorunda kaldıkları halde babalarının dinlerini terk etmeme adına bu mucizeye “sihir” demekle işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır. 

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Kur’an’ın Arapça olarak inmesinin bir hikmeti de –aklî/manevî ve lisanî bir mucize olan Kur’an’ın harikalığını yansıtma kabiliyetinde olan Arapça dilinin bu özel konumudur.

Kur’an, Allah’ın diğer kitap ve suhufları gibi elbette belli bir yerde, bir muhitte, bir çevrede gelmek zorundaydı. Yani, bütün insanlara birden hitap edecek şekilde, bütün dillerde birden gökten yağar gibi yeryüzüne inmesi sünnetüllah’a aykırıdır. Sözgelimi İbranice konuşanlara Tevrat o dilde geldiği gibi, Kur’an’ın da ilk muhatapları olan Araplara Arap lisanıyla gelmek durumundaydı.

* Hikmet açısından önemli bir husus da; evrensel bir vahiy olan, bütün insanlara hitap eden, kıyamete kadar yürürlükte olmaya devam eden Kur’an’ın kullandığı lisanın konumu büyük önem arz eder. Sözcüklerinin değişik manalara gelebilecek şekilde geniş kapsama, az sözle çok manaları ifade edebilecek şekilde veciz üsluba, mecaz ve hakikati, mantuk ve mefhumu, delalet ve mazmunu, sarahat ve işaratı yansıtabilecek şekilde incelikleri barındıran estetik sanata sahip olmasıyla Arapça –böyle cihanşümul bir vahiy olan- Kur’an’ın dili olmaya hak kazanmıştır.

* Şunu da unutmamak gerekir ki, Kur’an hangi dilde gelseydi, aynı sualler onun için de geçerli olacaktı. Halbuki vahiy, mutlaka insanların kullandığı dillerden biriyle inmek durumundadır.
Bir ilahi kitap aynı anda bütün milletlerin dilinde gönderilemeyeceğine ,ve peygamber aynı anda bütün milletlerden çıkamayacağına göre bir dilin ve kavmin seçilmesi aklen zaruridir.

“Biz her peygamberi, kendi milletinin lisanı ile gönderdik, ta ki onlara hakikatleri iyice açıklasın”(İbrahim, 14/4), “Eğer biz Kur’ân’ı yabancı bir dille gönderseydik derlerdi ki: “Neden, onun âyetleri açıkça beyan edilmedi? Dil yabancı, muhatap Arap! Olur mu böyle şey?” (Fussilet, 41/44) 

İMAN EDENLER İÇİN İSE BU AÇIKLAMALARA GEREK YOKTUR.

Kur'anın arapça olmasını ve Hz. Peygamberin arap milletinden çıkmasını takdir eden Allahtır cc. Allah-u Teala ise yaptıklarından dolayı kullara hesab vermez.


Sorularla İslamiyet'ten faydalanılmıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

9 Mart 2014 Pazar

283.BEYAZID-I BESTAMİ hz ve BAŞ RAHİP

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Beyazıd-ı Bestami hazretleri 40. hacını eda ediyordu. Bir bayram akşamı Arafat’ta beklerken. Nefsi “Ey Beyazıd şu mahşeri kalabalığa bak. Kim senin gibi 40 kez hacca gelmiş?” Gönlünden bu geçince ayağa kalktı ve yüksek bir sesle:

“-Ey ahali ben kırk kez hac farizasını yerine getirdim! Bu kırk haccımın sevabını iki ekmeğe satıyorum, alan var mı?” diye seslendi.

Biri ayağa kalkıp:

“-Ben alıyorum” dedi.

-“Ver iki ekmek” dedi.

Adam iki ekmek verince ekmekleri bir köpeğin önüne yemesi için attı. Sonra nefsine dönerek “Artık övüneceğin bir şey kaldı mı?” diye onu kınadı. Sonra Hac vazifesi bitince kafileden ayrılarak. Rum ellerine doğru gitti. Bir yerde mola vermek için durduğunda bir Hıristiyan rahip ondaki değişikliği fark edip onu evine davet etti. Evinde rahat ibadet etmesi için ona uygun ortam oluşturdu. Rahip ondaki değişik halleri müşahade edince onu ağırlamakla iyi ettiğini düşünerek memnun oldu. Bir süre sonra Beyazıd hazretleri rahibin konukseverliğine teşekkür ederek oradan ayrılmak istedi. Ama rahip bunu kabul etmeyip biraz daha kalmasını ısrarla rica etti ve:

-“Yalvarırım birkaç gün daha burada kalın. Çünkü birkaç gün sonra bizim bir bayramımız var. Bu bayramda bütün rahipler ve din büyüklerimiz gelir, halkla birlikte bu bayramı kutlarız. Hem büyük rahibimiz de gelip ayine katılır. Sanırım Büyük rahibimizle görüşüp konuşmanda fayda var.”

Beyazıd hazretleri bu işte bir hikmet var diyerek bu teklifi kabul etti ve birkaç gün daha kalmaya karar verdi. Bayram günü gelince herkes kiliseye bayram ayinine katılmaya gitti. Rahipler ve büyük rahip de geldiler. Beyazıd hazretleri de yerel bir elbise giyerek ev sahibi rahip ile birlikte kiliseye gidip oturdu. Biraz sonra baş rahip ayin için kürsüye çıktı. Ama hiçbir şey konuşmadı. Biraz böyle bekleyince rahipler:

-“Niçin susuyorsunuz?” diye sordu. O da:

-“Nasıl konuşayım ki aramızda bir MUHAMMED’i var!” dedi. Halk birden galeyana geldi. Bayramı sabote ettiğini düşünerek:

-“Göster onu bize parçalayalım! Diye haykırmaya başladılar. Baş rahip:

-“Böyle taşkınlık yaparsanız onu size göstermem. Ama ona dokunmayacağınıza söz verirseniz onu size gösteririm.” Deyince halk ona dokunmayacağına söz verdi. Bunun üzerine Baş Rahip:

“Ey MUHAMMED’i ALLAH için ayağa kalk” dedi. Bunu diyince Beyazıd hazretleri ayağa kalktı.

Baş Rahip ona:

-“Adın ne?

-“Beyazıd”

-Tahsilin varmı?

-“Rabbimin öğrettiği kadar”

“O zaman sana kırk sorum olacak bakalım bile bilecekmisin”.

Beyazıd Hazretleri:

-“Buyrun sorun” dedi.

Baş Rahip:

-“O halde bana ikincisi olmayan biri ,üçüncüsü olmayan ikiyi ,dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu ,on birincisi olmayan onu , on ikincisi olmayan on biri , on üçü olmayan on ikiyi söyle.” Dedi.

Beyazıd hazretleri:

-“ikincisi olmayan bir eşi ortağı , dengi-benzeri olmayan ALLAH'ü Teala dir.

Üçüncüsü olmayan iki GECE İLE GÜNDÜZDÜR.

Dördüncüsü olmayan üç TALAK,TIR.

Beşincisi olmayan dört TEVRAT, ZEBUR, İNCİL VE KURANI KERİM’dir.

altıncısı olmayan beş BEŞ VAKİT NAMAZDIR.

Yedincisi olmayan altı GÖKLERİN VE YERİN YARATILDIĞI GÜN SAYISIDIR.

Sekizincisi olmayan yedi, YEDİ KAT GÖKTÜR.

Dokuzuncusu olmayan sekiz KIYAMET GÜNÜ ARŞI TAŞIYACAK MELEKLERİN SAYISIDIR. Onuncusu olmayan dokuz, HAMİLELİK MÜDDETİDİR.

On birincisi olmayan on , MUSA a.s ŞUAYB PEYGAMBERE ÇOBANLIK ETTİĞİ YILLARDIR. Onikincisi olmayan on bir YUSUF PEYGAMBERİN KARDEŞLERİDİR.

On üçüncüsü olmayan on iki SENENİN YILLARIDIR.”

Baş Rahip:

-“Doğru dedin Peki söyle bakayım Havadan ne yaratıldı, havada ne muhafaza olundu ve hava ile kim helak edildi?”

Beyazıd Hazretleri:

-“İsa a.s Hava’dan yaratıldı, havada muhafaza edildi.

Ad kavmi Hava ile helak edildi..”

Baş rahip:

-“Peki ne ağaçtan yaratıldı, Ağaçta kim korundu ve ağaç ile kim helak oldu?”

Beyazıd Hazretleri:

-“Musa a.s’ın asası Ağaçtan yaratıldı.

Nuh a.s ağaç içinde gemide korundu.

Zekeriya a.s ise ağaç içinde testere ile biçildi.”

Baş Rahip:

-“Pes doğrusu, peki ateşten kim yaratıldı ,ateşten kim korundu ve kim ateş ile helak oldu?”

Beyazıd Hazretleri:

”-İblis ateşten yaratıldı.

İbrahim a.s ateşten korundu.

Ebu Cehil ateş ile helak oldu.”

-“Ya taştan kim yaratıldı , taş içinde kim korundu ve taş ile kim helak oldu?”

-“Salih a.s’ın devesi taştan yaratıldı .

Ashabı Kehf taşta korundu.

Ebrehe ve ordusu taş ile helak edildi.”

Baş Rahip:

-“Hepsi doğru” dedi. Ve sormaya devam etti:

-“Bir ağaç düşünki on iki dalı her dalında otuz yaprağı ve her yaprağında beş çiçek bulunsun. bu çiçeklerden ikisi güneşe, üçü karanlığa baksın?”

-“Bu ağaç bir yılı temsil eder.

On iki dalı on iki aya,

Otuz yaprağı otuz güne

Beş yaprak beş vakit namaza

Güneşe bakan iki yaprak öğle ve ikindi, geceye bakan üç yapraksa akşam, yatsı ve sabah namazını temsil eder.”

Baş Rahip her cevapta:

_”Doğru diyorsun” diye itiraf etmekten kendini alamadı ve devam etti:

-“Söylermisin bana:” Alimleriniz ‘Cennette dört nehir vardır: Biri baldan , Biri sütten , Biri sudan, Biri de şerbettendir’ diyorlar. Aynı kaynaktan beslenen dört nehir nasıl farklı farklı akabilir ki?”

-Beyazid hazretleri cevap verdi:

"İnsanın kafasından dört küçük nehir akar. Kulak yağı acı, Göz yaşı tuzlu, Burun salgısı iğrenç, Ağız suyu leziz değimlidir?” Buna ne dersin?

Baş rahip:

-“Birde şu var sizin alimleriniz ‘Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez’ diyorlar.”

Hazret:

-“Ana rahmindeki cenin de öyle değimlidir?”

-“Peki hacca giden tavaf eden ama canı ruhu olmayan bir şey ne olabilir?”

Beyazıd Hazretleri:

-“Nuh a.s’ın gemisidir. Tufanda Kabe’yi tavaf etmiştir.” dedikten sonra Baş Rahibe döndü ve -“Sanırım bu kadar soruya cevap verdikten sonra bana da soru sorma hakkı doğdu” dedi. Ve:

-“Ben müsaade ederseniz size sadece bir soru soracağım ve cevabını bildiğinizden de adım gibi eminim.”

-“Buyurun sizi dinliyorum.”

-“Cennet Kapılarının üzerinde ne yazar?”

Baş Rahip konuşmadı. Etrafındakiler rahatsız oldu ve Ey Büyüğümüz Cevabını ver ve bizi mahcup etme!” diye yalvarmaya başladılar. Bunun üzerine Baş Rahip:

-Doğrusunu sorarsanız bu sorunun cevabını biliyorum. Ama…”

-“Ama ne?”

-“Siz bu cevabı kaldıramazsınız.”

-Söz veriyoruz katlanacağız, Bedeli ne olursa olsun ödemeye hazırız.”

Bunun üzerine Baş Rahip:

-“O halde beni iyi dinleyin.”

-Cennetin anahtarı ve cennet kapılarının üzerinde yazılan şey aynı şeydir. O da "LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDUR RASULULLAH" dır. Cennet kapılarının üzerinde bu ibare yazılıdır.”

Bunu deyince oradaki herkes kelime i şahadet getirerek Müslüman oldu. Sonra baş Rahip Beyazıd hazretlerine dönerek:

-“Ben çoktan Müslüman olmuştum ama beni öldürürler diye bunu herkesten saklıyordum. Allah’a dua ederek kamil bir dostunu göndererek bana yardımcı olmasını, etrafımdakilerin de islamla müşerref olmasını nasip etmesini istemiştim. Allah seni gönderdi” dedi.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim 
Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

282.RABBİMİZİN 18.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
Beni kime şikâyet ediyorsun? Halbuki benim dengim ve benzerim yok ki şikâyet edesin!

Beni ne zamana kadar unutacaksın? Oysa benim sizden istediğim bu değildir.

Beni ne zamana kadar inkâr edeceksin? Halbuki ben kullarıma zulmedici değilim.

Ne zamana kadar nimetimi inkâr edeceksin? Ne zamana kadar kitabımı hafife alacaksın? Oysa ben sana güç yetiremeyeceğin şeyleri yüklemedim.

Ey âdemoğlu! Ne zamana kadar isyanınla bana cefa edeceksin? Benden gayri rabbiniz yok iken, ne zamana kadar beni inkâr edeceksin?

Hastalandığınızda benden başka hangi tabip size şifa verebilir ki? Fakat siz benden şikâyetçi olmakta ve kaderime kızmaktasınız. Gökten üzerinize yağmuru bolca ben indirdiğim halde siz, 'İşte biz şu yıldız sayesinde yağmura kavuştuk' (1) diyorsunuz. Böylece beni inkâr etmiş, yıldıza iman etmiş oldunuz.

(1)
Zeyd b. Hâlid el-Cühenî şu hadisi nakleder: Resûlullah (s.a.v) bize Hudeybiye'de henüz ortalık karanlıkken yağan yağmurun ıslaklığı üzerinde sabah namazını kıldırdı. Namazın ardından insanlara yönelerek, "Rabbinizin ne buyurduğunu biliyor musunuz?" dedi. Oradakiler, "Allah ve Resulü daha iyi bilir" dediler. Resûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: "Allah şöyle buyuruyor: Kullarımdan kâfir ve mümin olarak sabahlayan vardır. 'Allah'ın fazlı ve rahmetiyle yağmura kavuştuk' diyenler bana iman edip yıldızları inkâr ettiler. 'Falan yıldızın doğuşu ile yağmura kavuştuk' diyenler ise beni inkâr edip yıldızlara iman ettiler." Bk. Buhârî, istiskâ', 28; Müslim, İmân, 125; Ebû Dâvûd; Tıbb, 22, Nesâî, İstiskâ',16; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/117.

Ben size rahmetimi belli bir ölçüde, hesaplı, belirli ve taksim edilmiş halde indiriyorum. Sizden birine üç günlük gıdası geldiği halde, o, 'Ben kötü bir haldeyim, hayırdan mahrumum!' deyip nimetimi inkâr ediyor.

Her kim malının zekatını vermezse, kitabımı hafife almış olur.

Her kim namaz vaktinin girdiğini bildiği halde, onu yerine getirmek için harekete geçmezse, o benden gafildir." 


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Mart 2014 Cumartesi

281.BU VİDEOYU ÖLMEDEN İZLEYİN !!

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"






"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Mart 2014 Perşembe

279.PEYGAMBERİMİZ sav'in MÜBAREK SAÇLARININ YIKANMASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim






"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR



5 Mart 2014 Çarşamba

278.KUR'ANIN ALLAH KELAMI OLDUĞUNUN DELİLLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur’ân, ümmî bir insanın elinde ortaya çıkışı, ihtiva ettiği hakikatlerin birbiriyle çelişmeyişi, geçmiş ve geleceğe dair haberler verişi ve asırlar öncesinden kevnî bilgilere temas edişi gibi mucizevî yönleriyle, hem Allah kelâmı olduğuna apaçık bir delildir, hem de Peygamber Efendimizin (aleyhissalatu vesselâm) peygamberliğini ispat eden bir delildir.

Her peygamber, kendi zamanında revaçta olan meselelerle alâkalı mucize göstermiştir. Meselâ, Hz. Musa (a.s.) zamanında, Mısır’da ‘sihir’ revaçta olduğundan O, bütün sihirleri yutup iptal eden ve bütün sihirbazları dize getiren‘asa’ mucizesiyle gelmiştir; Hz. İsa (a.s.) zamanında ise ‘tıp’ revaçta olduğundan o, onulmaz hastalıkları iyi etme ve ölüleri diriltme mucizesiyle gelmiştir; Peygamber Efendimiz (aleyhissalatu vesselâm) zamanında ise, şiir, güzel söz söyleme sanatı (belağat) el üstünde tutulduğundan ve belki ondan sonraki zamanların dahi en tesirli ve güçlü silahı ‘söz söyleme sanatı’ olacağından, O da, en büyük mucize olarak bütün şairleri, hatipleri, edipleri susturan Kur’ân mucizesiyle gelmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'in, Efendimiz (asm) veya başka biri tarafından tertib edildiği iddiası birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla, günümüzün, Kur'ân düşmanı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kur'ân, kim tarafından olursa olsun, insafla ele alındığı zaman bir beşere mal edilemeyecek kadar ilâhî olduğu anlaşılacaktır. Şimdi bu konuları ele alalım inşallah:


BELÂGATİ VE TAKLİT EDİLEMEMESİ
 Kur'ân-ı Kerim, bir belâğat harikasıdır ve bu sahada eşi benzeri yoktur.
Bu itibarla da onu bir beşere maletmek mümkün değildir. Efendimiz (sav) peygamberlikle ortaya çıktığı zaman, kitleleri arkasından sürükleyen bir sürü şâir, edib ve söz üstâdı vardı. Yeryer kafa kafaya verip düşünüyor; Kur'ân'ı bir kalıba yerleştirmek, bir şeye benzetmek ve ne olursa olsun mutlaka hakkından gelmek istiyorlardı. Hatta, zaman zaman Hristiyan ve Yahudi âlimleriyle de görüşüyor, onların düşüncelerini alıyorlardı. Ne pahasına olursa olsun Kur'ân'ı durdurmak ve kurutmak için akıllarına gelen her şeyi yapma kararındaydılar. Bütün bu engellere ve engellemelere, akla hayâle gelmedik karşı koymalara aldırmadan yoluna devam eden Hz. Muhammed (sav),  inkârlara karşı sadece ve sadece Kur'ân'la cevap veriyor ve mücadelesini de zaferle noktalıyordu. Hem de bunca hasıma rağmen.

Evet, o gün, Hristiyan ve Yahudi ulemasıyla beraber, belâğatın dev temsilcileri, tek cephe olup etrafı velveleye verdikleri bir dönemde, Kur'ân o üstün ifade gücü, o büyüleyici beyanı, o başdöndürücü üslûbu, o insanın içini ürperten ledünniliği ve ruhâniliğiyle muhatablarının gönlüne girdi; arşı çınlatacak bir ses, bir soluk oldu yükseldi... hasımlarını muârazaya çağırdı, tehdit etti, meydan okudu "Siz de Kur'ân'a benzer bir kitap, hiç olmazsa onun bir suresine denk bir şey, daha da olmazsa aynı ağırlıkta bir âyet ortaya koyun; yoksa savulun gidin!.." dediği ve o günden bugüne de

"Eğer kulumuz Muhammed'e (sav) indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getiriniz ve eğer doğru iseniz; Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız." (Bakara, 2/23)

"De ki: and olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân’ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de."(İsra, 17/88)

"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyle ise siz de onun benzeri on uydurulmuş (dahi olsa) sure getiriniz. (Hatta) eğer doğru iseniz, Allah'dan başka çağırabildiklerinizi de çağırınız." (Hud, 11/13)

ayetleriyle aynı şeyleri tekrar edip durduğu halde, bir-iki hezeyanın dışında, Kur'ân'ın bu meydan okuyuşuna cevab verilmemesi, onun kaynağının beşerî olmadığını gösterir. Zira, tarih şahitdir ki, Kur'ân'ın muârızları O'na ve O'nun mübelliğine her türlü kötülük yapmayı denedikleri halde, Kur'ân'a nazire yapmayı akıllarından bile geçirmediler. Böyle bir şeye güçleri yetseydi, nazire ile Kur'ân'ın sesini kesecek, tehlikelerle dolu muharebe yoluna girmeyeceklerdi.

Evet, o koca belâğat üstadları, şeref, haysiyet hatta ırz, namus gibi en değerli şeylerini tehlikeye atıp muharebe yolunu seçmeleri, Kur'ân'a nazire yapılamamasının en açık delîlidir. Eğer nazire yapmak mümkün olsaydı, münazara yolunu muharebe yoluna tercîh edecek ve geleceklerini katiyyen tehlikeye atmayacaklardı.

 Hristiyan ve Yahudiler tarafından bu muhteva ve bu ifade zenginliğinde bir kitap asırlar geçtiği halde hâlâ yapılamadı ve yapılamayacak da. 

GAYBDEN HABER VERMESİ
Herhangi bir insan, böyle bir kitap yazmaya çalışsa, hem geçmişten hem gelecekten doğru olarak bahsedemez. Belki, hurâfeler suretinde bazı şeylerden bahseder. Bizler için hem geçmiş, hem gelecek, hem de bilmediğimiz şeyler gaybdır.

Kur’ân’ın gelecekten verdiği haberlerin doğru çıkması, geçmiş ümmetlerin hallerini görürcesine haber vermesi gösteriyor ki, insan sözü değildir.

Mesela, Hazret-i Musa’ya (as) uyanların denizin yarılması ile kurtulması ve Firavun ile askerlerinin suda boğulmasını anlattığı yerde Firavun’un cesedini koruyacağını ve sonra insanlara ibret olması için ortaya çıkaracağını ifade eden “(Ey Firavun!) Bugün artık senin (boğulan) cesedine necat (kurtuluş) vereceğiz (sâhile atacağız) ki arkandan gelenlere bir ibret olasın!” (Yunus, 92) sözü sonra gerçek olmuştur. Kızıldeniz’de 20. yüzyılda secde hâlinde bir ceset bulunmuştur. Şu anda İngiltere’de "british museum" da bulunmaktadır. Kur’ân’ın gelecekten verdiği haberler de doğru çıkmış ve çıkmaya devam ediyor.

Mesela, Mekke’nin ve Hayber’in fethini, Rumlarla İranlıların yapacağı savaşta Rumların gâlip geleceğini, Bedir savaşından önce müşriklerin mağlup olacaklarını, Peygamberimiz (asm) ile sahâbelerin korkmadan Mekke’yi ziyâret edip umre yapacaklarını önceden bildirmiş ve daha sonra bunlar aynen çıkmıştır. İslâm’ın kuvvetlenerek bütün dinlere üstün geleceğini, daha Mekke fetholmadan önce haber vermiş ve bir asır geçmeden İslâmiyet, batıda Fransa içlerinden, doğuda Hindistan’a kadar yayılarak bu haber gerçekleşmiştir. Daha bunun gibi pek çok gelecek haberleri Kur’ân’ın haber verdiği gibi çıkması onun hak olduğuna önemli bir delildir.

KUR’ÂN’DAKİ İLİMLERİN İNSANÜSTÜ OLMASI

Kur’ân kâinattan ve içindekilerden ve yaratılışın başlangıcından öyle bahseder ki bütün âlemleri yaratmayan ve şu kâinat binasının ustası olup her an her şeyi göremeyen birisi o şekilde bahsedemez.
Hem Cenâb-ı Hak, kendi kitabında kendi zâtını, sıfatlarını ve isimlerini ve icrâatlarını öyle bir tarzda anlatıyor ki, ancak, Allahu Teâlâ Hazretleri kendini öyle mükemmel surette anlatıp ders verebilir. Bir insanın gayb perdesi arkasındaki âlemlerin Rabbini  bu şekilde tanıyıp keşfetmesi mümkün değildir.

Hem Kur’ân imanın altı esasını ve bunlardan çıkan pek çok imanî meseleleri öyle anlatmıştır ki, tarih boyunca pek çok felsefe cereyanları bazen o meselelerin en küçükleri içinde boğulup çıkamamışlardır.
Hem Kur'ân’da öyle bir şeriat var ki, bir insanın, üstelik ümmi olduğu halde, miras, eşya, ceza, aile, idare hukuku gibi hukukun bütün çeşitlerini asırlarca insanlığı saâdet, adâlet ve hakkaniyetle yönetecek bir şeriatı tek başına yapması mümkün değildir. Hâlbuki diğer beşerî hukuk sistemlerinin her birisi asırlar boyu süren çalışmaların neticesidir ve hiçbir insanın tek başına yaptığı bir çalışmanın mahsulü değildir. Kur'ân’ın nâzil olduğu yirmi üç sene gibi çok kısa bir süre içerisinde bütün hukuk çeşitlerini adâletle ortaya koyması onun bir insan sözü değil, Allah sözü olduğunu açıkça ispat eder.

Hem Kur'ân cennet ve cehennemden öyle bahseder ki, insan okuyunca gerçekten çok etkileniyor. Cennetle alâkalı âyetleri okurken sanki yaşıyor gibi lezzet alıyor ve oraya olan şevki artıyor. Cehennemle ilgili âyetleri okurken de ciddi şekilde korkuyor ve endişeleniyor. Bir insanın hiç görmediği âhiret âlemlerini bu şekilde bilmesi ve anlatması mümkün değildir.

Hem ancak fenlerin gelişmesi ile ortaya çıkan; denizlerde tatlı ve tuzlu suyun birleşmemesi, ana rahminde ceninin üç karanlık içinde yaratılması, göklerin devamlı genişletilmesi ve dünya semasının koruyucu bir tavan olması gibi Kur’ân’ın bin beş yüz sene evvelden bahsettiği öyle fennî konular var ki, o dönemdeki bir insanın kendi başına onları bilmesi imkânsızdır. Demek Kur’ân Yüce Yaratıcının kelamıdır.

İşte Kur’ân, bunlar gibi daha pek çok öyle yüksek ilim ve hakîkatlerden ve o kadar çok çeşit meselelerden bahsediyor ki, bir insanın onları kendiliğinden bilmesi ve bu şekilde ifade etmesi imkânsızdır. Hem bu kadar farklı meseleler bulunmasına rağmen içinde hiçbir çelişki bulunmaması gösteriyor ki Kur’ân insan kelamı değil, Allah kelamıdır.

YAZISINDAKİ MUCİZELER
Kur’ân’ın lafızları, mânâları mucize olduğu gibi yazısında dahi mucizeleri vardır. Bunlardan birisi bütün sayfalarının âyetle başlayıp âyetle bitmesidir. Hâlbuki âyetlerin uzunlukları farklı farklıdır. Tek kelimelik, birkaç kelimelik âyetler olduğu gibi, yarım sayfalık hatta bir sayfalık âyetlere kadar pek çok uzunlukları vardır. Buna rağmen hiçbir sayfanın sonunda bir âyet bölünerek diğer sayfaya geçmez. Muhakkak sayfa ile beraber âyet de sona erer. Kur’ân’ın "âyet-berkenar" denilen bu özelliği onun bir mucizesidir.Çünkü sayfa ölçüsü Kur’ân’dan alındığı zaman bu hârikalık ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın en kısa sûresi olan İhlâs Sûresi’nin bir satırlık uzunluğu satır genişliği için, en uzun âyet olan ve bir sayfa tutan Müdayene Âyetinin(sh. 47) boyu sayfa boyu için ölçü alındığında bütün sayfalar âyetle başlayıp âyetle bitmektedir. Günümüzde Mushaflar bu ölçü ile yazılmaktadır.

Yazısındaki diğer bir hârikası ise Tevâfuk mucizesidir. Tevâfuk, birbirine denk gelme veya uygun olma mânâsındadır. Mesela, başta Allah ve Rab isimleri olmak üzere aynı kökten gelen kelimelerinin alt alta, karşı karşıya veya sayfalar arasında sırt sırta gelerek güzel ve mânidar şekilde diziler oluştururlar. Tüm Kur’ân’da bulunan 2806 âdet Allah lafzı ve 846 âdet Rab lafzı ile aynı kökten gelen kelimeler bütün sayfalarda çok kesretli bir şekilde tevâfuk ediyorlar. Bu da bu işin tesâdüf olmadığını gösteren ve Kur’ân’ın hak olduğuna başka bir delildir.

1. Bir kere Kur'ân'ın üslubuyla hadislerin üslubu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Araplar, Efendimizin (asm) Kur' ân dışı beyanlarını, kendi konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.

2. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah ‘ın büyüklüğünden iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysa ki, Kur'ân'ın sesinde yüksek bir celâdet, heybetli bir edâ ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslubu birden tasavvur etmek ne makuldür ne de mümkün.

3. Mektep-medrese görmemiş okuma yazma bilmeyen Bir İnsanın - - eksiksiz, kusursuz; ferdî, ailevî, içtimâî, iktisâdî ve hukukî bir sistem getirip vaz' etmesi, her şeyden evvel düşünce ve akla terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa.

4. Kur'ân'da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet, hukuk ve iktisad gibi konularda birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmemezlikten gelerek onu insan sözü farzetmek inanılması güç bir şeydir.. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olması sebebiyle en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir.O ise okuma yazma bilmemektedir.

5. Kur'ân, geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibariyle de hârikadır ve katiyyen insan sözü olamaz. Bugün, yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan, geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları, iyi veya kötü akıbetleri kelimesi kelimesine asırlârca evvel Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte, Hz. Sâlih (as), Hz. Lut (as) ve Hz. Musa (as) gibi peygamberler, işte onların kavimleri ve işte herbiri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri!..

Kur'ân'ın, geçmişe dair verdiği haberlerin katiyyet ve doğruluğu kadar, geleceğe ait ihbarâtı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Mesela, senelerce evvel Mekke'nin fethedileceğini ve Kâbe'ye emniyet içinde girileceğini,İslâm'ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da ilân etti. Kezâ, o gün Romalılar karşısında savaş galibi görünen Sâsânilerin yenileceğini ve aynı zamanda, Bedir gâlibiyetiyle Müslümanların da sevineceğini,duyurmuşdu; vakti gelince Kur'ân'ın haber verdiği gibi çıktı.

Şimdi dönüp şunları soralım:

mektebin, medresenin, kitabın bilinmediği o cahil dönemde okuma yazma bilmeyen biri canlılarda sütün meydana geliş keyfiyetini kimden öğrendi?

- Rüzgârların aşılayıcı olduğunu, nebatât ve bulutları telkih ettiğini, yağmur ve dolunun meydana gelme noktalarını nasıl bilebildi?

- Yerkürenin elips olduğunu O'na kim öğretti?

- Mekân genişlemesini hangi rasathanede ve hangi dev teleskoplarla tesbit edebildi?

- Atmosferin yapı taşlarını ve yukarılara doğru çıktıkça oksijenin azlığını hangi laboratuvarda öğrendi?

- Hangi röntgen şualarıyla cenînin anne karnında geçirdiği safhaları aynı aynıya tesbit etti?

- Sonra da bütün bu bilgilerin en ince ayrıntısını bilip, bir ilim adamı edasıyla, tereddüdsüz, fütursuz ve kendinden gayet emin bir tarzda muhatablarına anlattı?..


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR