22 Eylül 2013 Pazar

ÖRTÜNME VAR MI? YOK MU?.

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

İslamı beraberce öğrenip uygulamaya başladığımız ve iki yıl önce örtündüğümüz iki arkadaşım ,eski işyerimden bir kaç arkadaşım ,hac ve umrede tanıştığım kişiler dışında, yaşadığım yerde ,eşimin iş ve kızımın okul çevresinde örtülü hiç kimse yok.Demek istediğim eskiden beri tanıdığım arkadaşlarımın hepsi açık. Bu da ben örtündükten sonra onlarda farklı hislere sebep oldu.

Bir kaç kişi takdir etti;
Bir kaçı
"herkes nasıl hissediyorsa öyle davranmalı,bu senin kararın,saygı duyarım" dedi;(ben de dedim ki:bu Rabbimin cc kararıdır, bu emir sadece bana gelmedi,sana da geldi!)
bazısı "tamam namaz, oruç var ama ben örtünmeye inanmıyorum" dedi;
diğeri
" ayette gerdanını ört diyor saçtan bahsetmiyor" dedi;
Bir kısmı ise hepten reddetti . (Modern! bir hayat yaşarken ne olmuştu da bir anda dine yönelmiştim, bir de üstüne örtünmüştüm.Kesin birileri bizim beynimizi yıkamıştı!?)

Bütün bu söylenenlere muhatap olduktan sonra yine eski arkadaşlarımızın çoğunluğu ile görüşmeye devam ettik; fakat ne acıdır ki beni ve eşimi çok seven arkadaşlarımızdan birkaçı bizden uzaklaştı.

Ben ve eşimde ne değişmiştide bu arkadaşlarımızın bizden uzaklaşmasına sebep olmuştu?

Ben size söyleyeyim:
Biz gerçekten değişmiştik..artık bizi yaratana daha çok şükretmeye başlamıştık,hatalarımızı görüp onları düzeltmeye çalışıyorduk, iyi bir insan olmaya, yalan söylememeye, arkalarından konuşmamaya, onlar için, ölmüşleri için dua etmeye gayret ediyorduk.

Nasıl yani? bu ne acaip bir şeydi? bir de üstüne  bedenimi ve saçımı kimseye göstermek istemiyordum.

Olacak iş değildi!!..Bu o kadar anormal bir durumdu ki onlar için, bizi anlamakta güçlük çekiyorlardı.!!..

Evet, anlamak gerçekten çok zordu.. Çünkü yaşadığımız dünyada değerler tersine dönmüştüDoğru bildiklerimiz yanlış; yanlış bildiklerimizi doğru kabul etmeye başlamıştık. İşte aşağıdaki yazı önce bu yozlaşmadan bahsedecek sonra Rabb'imizin cc kitabı ve elçisiyle sav bize bildirdikleriyle son bulacak.

Ama önce ben  ellerinden kitap düşmeyen ve kültür seviyeleri oldukça üst seviyede olan bu kişilere ve çevremdeki diğer örtünmenin olmadığına "akıl"larıyla karar veren! herkese seslenmek istiyorum:

Kur'an'ın tefsirini (meal demiyorum; çünkü meal tercümedir, Kur'an'ın açıklaması değildir)
okumadan, Peygamberimizin sav hayatını, sünnetlerini bilmeden, hadislerini okumadan, ilmihal okumadan, fıkıh bilmeden, mezhebinin gereklerini öğrenmeden hiç kimse çıkıpta oturduğu yerden hiç bir delili olmadan sadece "akıl"ını kullanarak dinimizin hükümleri hakkında ahkam kesemez.

İnsan bilmediği şeyi yalanlar. Bu gerçekten çok doğru. Bunu hep şu örnekle açıklamaya çalışıyorum:
1400 yıl önce Peygamber Efendimizin sav vefatından sonra (artık vahiy kesildiği için) biri çıkıpta ileride oturduğun yerden görüntülü olarak dünyanın heryerinden istediğin kişiyle konuşacaksın deseydi hanginiz bunu yalanlamazdı?

O zaman ilmimizin yetmediği yerde kendimizi bu ilimleri bilenlere teslim edeceğiz.

Evet...Eğer bilmediğinizi kabul edip aklınızı doğru kullanmak yani vahyin ışığında kullanmak isterseniz işte size delilleriyle "örtünme".

Adım atmak ve gayret sizden; hidayet Allah-u Teala'dan.
                                              ***

İnsanı yaratan Allah, dünya ve ahiret selametimiz için koyduğu sınırlara uymamızı bizden talep ediyor.

Dinin meşru saymadığı, yani haram işlerden sakınmamızı emrediyor.

Dininin belirlediği ölçülere uyup düşük sıfatlardan arınanları ise müjdeliyor.

Bu müjdeden nasipdar olmak için özenle korunması gereken sınırlardan biri de mahremiyet. İffetli ve hayâ sahibi olarak yaşamanın anahtarı mahremiyet.

Ve müslüman kadının mahremiyetinin tezahürü tesettürdür, yani örtünmedir..

İslâm alimleri, bir müslümanın vücudunun nerelerini kimlere karşı ve nasıl örtülü bulundurması gerektiği konusunu, erkeğin erkeğe, erkeğin kadına, kadının kadına ve kadının erkeğe karşı tesettürü olarak dört başlık halinde ele almışlardır.

Bu bakımdan, tesettür kadın-erkek her müslümanı ilgilendirir. Hiçbir müslüman erkek de tesettürden müstağni değildir
.
(erkeğin mahrem yeri, göbekleri altından dizleri altına kadar olan kısmıdır. Sağlam görüşe göre diz kapağı da uyluktan sayılıp avret yeri sayılır.)


İslâm, insanların sadece dışa yansıyan tavır ve davranışlarını ıslah etmekle kalmaz, aynı zamanda ve daha öncelikli olarak insanın iç dünyasını, kalbini kötü düşüncelerden ve kötülüğe kapı açabilecek düşünce ve duygulardan arındırmayı hedefler.

Kadın ve erkeği fıtraten karşı cinse meyilli olarak yaratan Rabbimiz, insan neslinin devamını bu meyile bağlamış ve fakat onun kontrolden çıkmaması için de sınırlar koymuştur.

Bu sınırları “özgürlüğün kısıtlanması” olarak görenler, günümüz Batı toplumlarının geneline hakim olan dejenerasyon ve çürümeyi göz önüne getirmelidir.

Örtünme, müslüman kadın için sadece yabancı bakışlara ve art niyetli yaklaşımlara karşı bir “korunma aracı” değildir. O, kadınla erkek arasında meydana gelmesi her an için mümkün ve muhtemel olan meşru olmayan yakınlığı engellemenin de bir aracıdır. Bu açıdan bakıldığında, örtünmenin şekli de ortaya çıkar. Kadın-erkek arasındaki cazibeyi, çekimi, etkilenmeyi engellemeyen örtünmenin de tesettür olmadığı anlaşılır.

Sözünü ettiğimiz bu yakınlaşmanın önüne geçmek sadece kadının görevi ve sorumluluğu değildir. Erkek de kadın kadar sorumludur.
“Mümin erkeklere söyle, gözlerini harama dikmesinler, ırzlarını korusunlar. Çünkü bu daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdardır.” “Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynetlerini (süslerinin takılı olduğu boyun, kulak, baş, kol ve bacak gibi yerlerini) açıp göstermesinler... ” (Nur, 30-31) ayetlerinde hem erkeklere, hem kadınlara haramdan sakınmanın emredilmesi, her iki cinsin aynı derecede hassasiyet göstermesi gerektiğini ortaya koyar. İffetli ve temiz bir toplum oluşturmanın tek yolu budur.

Onlar tartışmadılar, uyguladılar.


Tesettür ayetinin inişinden önceki dönemde kadınlar başlarının yarısını örter, başörtüsünün uçlarını arkadan bağlar, boyun ve gerdan kısımlarını açıkta bırakırlardı. Ayrıca ev ve dışarı ortamlarında kadınlarla erkekler karışık bir halde bulunurdu.

Tesettürü emreden yukarıda geçen (Nur, 31) ve “Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına, (ihtiyaçları için dışarı çıkacakları zaman) dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle...” (Ahzab, 59) ayetleri ile hem erkekler, hem kadınlar harama bakmaktan sakındırıldı, mahrem olmayan erkeklerin yanında kadınların başörtülerini yakalarının üzerine kadar indirerek boyun ve gerdanlarını kapatmaları ve sokağa çıktıklarında da dış elbiselerini üzerlerine almaları emir buyuruldu.

Yine Nur suresi 31. ayette buyurulduğu gibi,
“...gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar” emriyle, kadınların dikkatleri üzerlerine çekecek şekilde yürümemeleri ihtar edilmiş ve tesettürle hedeflenen şeyin yalnızca şeklî bir düzenleme olmadığı ortaya konmuştu.

Tesettür emri inzal buyurulup da Efendimiz s.a.v. tarafından tebliğ edildiğinde, erkekler evlerine gelip eşlerine bu ayeti haber verdiler. Sahabi hanımlar da vakit geçirmeden çarşaf gibi şeyleri kenarlarından yırtarak başlarını ayette belirtildiği gibi örttüler.

O günden sonra tesettür müslüman kadının ayrılmaz bir parçası olmuş, onun saygınlığını, iffet ve izzetini temsil eder olmuştur.

Dünya hayatı ne kadar garip bir seyirle ilerliyor... Geçen bir kaç asırda anlamlı, önemli, şerefli, kıymetli ne varsa zihinlerde tam zıddıyla yer değiştirmiş durumda. Bu pervasız değişim günden güne ahlâkımızın en kıymetli yerine sirayet ediyor.

Ahlâkın en el değmemiş yeri, elbette kolaylıkla nüfuz edilebilecek bir yer değildir. Bu, birinin canı her istediğinde yapabileceği bir şey değil. Bu durum için şu örnek verilebilir:
Manaya müdahele etmek, onu yıpratmak, onu ifade etmek için kullanılan kelimelere zarar vermekle gerçekleşiyor. Dolayısıyla İslâm için önemli bir değer de zahir, yani görünüştür. Mana ve niyet gibi batınî haller karşısında görünenin/görünüşün bir önemi yok, demek abestir. İkisinin birbirini doğurduğu ve doğruladığı unutulmamalıdır. Tesettür gibi son derece ciddi ve ehemmiyetli bir hadiseye “zahiri durumdur” “manadan habersizlerin işidir” gibi cümleler kullanarak saldırmaya çalışanlar, kendi durumunda anlamlı bir şey göremeyip kalplerinin temiz olduğu vehmine sarılanlardır.

Nasıl ki, oruç hem zahiren iç organlarımızı temizliyor ve bizi bir disipline sokuyor, hem de batınen nefsimizi tutarak ruhumuzu temizliyorsa; tesettür de aynı şekilde hem zahiri hem de batıni olarak bizi örtüyor. Sözün özü, tesettür zahiren her nereyi örtüyorsa, içimizde de o yerlere mukabil gelen manevi/batıni yerlerimizi örtüyor, oradaki ayıpları örtüyor ve gizliyor.

Günümüzde ise tesettür Allahu Tealâ'nın en çok konuşulan, tartışılan emirlerinden biri haline gelmiştir. Sebebi ise, insanı hiç düşünmeksizin örtünmeye sevk eden iffet duygusunun zafiyete uğramış olmasıdır.

Bir refleks olarak utanma duygusuna sahip olduğu zaman, insan, dininin yol göstermesiyle nelerden nasıl sakınacağını bilmiştir. Allah Tealâ'nın çok açık emirlerini anlamakta zorlanmamıştır. Fakat arzuların erdeme galip olduğu zamanlarda -ki günümüz koşullarını belirleyen durum budur- emre isyan etmek, kabul etmemek veya arzulara uygun yorumlayarak tahrif etmek yolu seçilmiştir.

Efendimiz s.a.v. şöyle buyurmuşlardır:
“Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse, onda siyah bir leke oluşur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı mermer gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar veremez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (nefsani arzulardan) kendisine ne içirilmişse, onu (hak veya batıl) bilir.” (Müslim)

Bu rivayette dikkat çekmek istediğimiz mühim bir nokta var: Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, fitneye bulanmış ve böylece kararmış kalbin, kendisine benimsetilmiş değerler dışında başka bir şeyi kabul etmemesini anlatırken bir kelime kullanıyor: “İçirilmiş”
Bu kelimeyi, vücuda alınan bir sıvının çabucak kana karışması ve insanın hücrelerine nüfuz etmesi olarak anlamak yanlış olmaz. Efendimiz s.a.v. bu kelimeyi kullanmakla, hevadan kaynaklanan değer yargılarını benimseyen kalbi, bir anlamda şartlanmışlıkla tavsif etmiş olmaktadır. Böyle bir kalbin, iyiyi kötüden, ma'rufu münkerden ayırt etmesini beklemek zordur.
Kalplerin safiyetini yitirmesi sonucunda da hayâsızlık yaygınlaşmıştır ve nâmahremden utanmak yeni nesiller için anlaşılması zor, garip bir davranış kabul edilmiştir. Aksine giyinik veya çıplak olarak kendini güzelleştirip mahrem olmayanlara göstermek, teşhir etmek, desteklenen, rağbet edilen bir davranış olmuştur.

Utanma duygusunun ortadan kalktığı bir dünya insanî olan değerlerini kaybetmektedir. Mahremiyetine sahip çıkmayan insan saygınlığını yitirmekte, hayatta kalabilmek için acımasız bir şekilde bencilleşmektedir. Bu durumun ne bireye, ne topluma bir faydası olacak ve zulme maruz kalan dünyanın mahvına yol açacaktır.

Buna razı olmak, en güzel şekildeki yaratılıştan, hayvanlar gibi, hatta onlardan daha aşağı olmaya razı olmak demektir. Fakat bu yalnızca insanın rızası olacaktır, Cenab-ı Mevlâ'nın değil...

Müslümanın gaye edindiği rıza ise insandan değil, Allah'tandır. Allah'a teslim olanlar, her çağda ve her şartta yalnızca O'nun rızasına yönelecek, mahremiyet sınırlarına riayet ederek korunmaya, fitneden uzak durmaya imkan bulacaklardır.

Şimdi örtünme emrinin olmadığını iddia edenlere ayet ve hadislerle bir kez daha anlatmaya çalışalım ve son noktayı koyalım.


Hidayet Allah-u Teala'dandır.

İslâmiyet’ten önce Araplarda örtünme adeti yoktu. Kadına saygı gösterilmez, kadınlar da erkeklerden sakınmazlardı. Başörtülerini enselerine bağlar veya geriye doğru bırakırlardı. Yakaları önden açı­lır, boyunları ve gerdanlıkları ortaya çıkar, süsleri gözükürdü. Erkek­lerin ilgisini çekmek için süslenen, açık saçık kıyafetler giyinen, ba­kışlarıyla ilgi toplamaya çalışan düşük ahlaklı kadınlar da vardı.Ev­lilik dışı ilişkiler peşinde koşan bir kısım erkekler, kadınların arka­sına takılır ve onları zan altında bırakırlardı.

Kadınlar Medine-i Münevvere’de de günahkâr erkekler tarafın­dan rahatsız ediliyorlardı. Durum Hz. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e şikayet edilince Ahzab Suresi’nin 59. ayeti nazil oldu.

“Ey Peygamber; eşlerine, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, cilbablarını üzerlerine sıkıca örtünsünler. Böylesi onların (iffetli olarak) tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için daha elverişlidir.”

Cilbab, kadınların evlerinden çıkar­ken üstlerine aldıkları, başörtüsünden büyük bir örtü ya da büyük bir başörtüdür.

Nur Suresi’nin 31. ayetinde ise örtünme emrinin kapsamı geniş­letilmiş, bakışların kontrol edilmesi, namusun korunması, akrabalar ve yabancı erkekler yanında bazı organlar dışında kalan yerlerin ör­tülmesi farz kılınmıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Mümin kadınlara söyle …. görünen kısım dışındaki zinetlerini açmasınlar….”(Nur 24/31)

Bu emirle, açılmasına ihtiyaç olan yüz ve eller dışındaki süs yer­lerinin kapatılması istenmektedir. Buna göre mümin kadınlar, baş­larını, boyunlarını, kulaklarını, göğüslerini, kollarını ve ayaklarını kapayacaklardır.

Ayetin devamında bazı erkeklerin yanında, kadının zinet yerle­rini açmasına müsaade edilmiştir:


“… kadınlar zinet yerlerini kocaları, kendi babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, el­leri altında bulundurdukları cariyeler, kadına arzusu kalmamış ele bakar hale gelmiş erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkına varmayan erkek çocuklardan başkasına açmasınlar…” (Nur 24/31)


Ayette başın örtülmesi özellikle emredilmiş ve örtünmenin na­sıl yapılacağı da belirtilmiştir.

“Başörtülerinin bir kısmını yakalarının üstüne vursunlar….” (Nur 24/31)


“… Görünen kısım dışındaki ziynetlerini açmasınlar…”

Ziynet, süslenecek, bezenecek ve donanacak şeye denir.Kadının ziyneti olarak düşünüldüğü zaman takıları, giyimi ve kuşamı anlaşı­lır. Burada anlaşılması gereken şey bu ziynetlerin bulunduğu organların açılmamasıdır.Kadının takıla­rının bulunduğu organları; başı, saçı, kulağı, yüzü, boynu, göğsü, pa­zusu, kolu, eli, baldırı
(bacağın dizden ayağa kadar olan kısmı) ve ayağıdır. Bunların dışındaki organların zineti de elbisedir. “… Zi­net yerlerini açmasınlar…” emri organların tamamını kapsar. Eğer ayette bazı zinet yerleri için (el,yüz)bir ayrım yapılmamış olsaydı müslüman kadının tepeden tırnağa her tarafını kapaması ve ancak süslü ve gü­zel olmayan elbiselerle bütün organları kapalı olarak dışarı çıkması gerekirdi.

Ayette belirtilen “… Görünen kısım…” yani görünen zinet nedir o zaman?

Elbise kadının görünen zinetidir. Elbisenin gösterilmesine mü­saade edilmiş, kumaşın rengi, cinsi ve elbisesinin modeli konusunda bir sınırlama getirilmemiştir. Kadının yüzü ve elleri de görünen zinet yerleridir.

Nur sûresindeki âyetlerde kadınların avret
(örtmeleri gereken) yerleri açıklanmış, hadisler de bu açıklamayı tamamlamıştır. Örtme, kapatma emri ve yabancıya (nâmahreme) gösterme yasağının, kadın başını ve saçını da içine alıp almadığı bütün devirlerde konuşulmuş, sorulmuş ve başın ve saçın avret olduğu, kapatılması gerektiğinde ittifak edilmiştir (icmâ meydana gelmiştir). sahâbeden günümüze kadar her asırda yazılan tefsirlerde hür, Müslüman kadınların el, yüz ve ayakları hariç, bütün vücutlarının avret olduğu, örtülmesi gerektiği konusunda sözbirliği ve görüş beraberliği vardır. Baş dahil avret yerlerinin örtülmesinin farz, açılmasının haram olması hükmü, açıklayıcı hadisler yanında bilhassa Nur sûresindeki âyete ve bu âyetin şu üslûp özelliğine dayandırılmıştır:
a) Erkeklerin gözlerini haramdan korumaları, iffetlerine sahip olmaları istenmiş; ancak bu davranışın onları ruhen temiz kılacağı bildirilmiştir.
b) Kadınların da gözlerini haramdan
(cinsi arzuyu uyandıracak yerlere bakmaktan) sakınmaları, iffetlerini korumaları emredilmiş; hemen bunun arkasından zaruri olarak açıkta kalan yerler (eller, ayaklar ve yüz) müstesna bütün vücutlarını kapatmaları, güzel ve çekici yerlerini nâmahreme göstermemeleri istenmiştir.
c) Başörtülerini
(hımâr-humur) boyun ve göğüslerini örtecek şekilde bağlamaları açıkça ve özellikle emredilmiştir.
d) Örtülecek ve açılacak yerler yanında kimlere karşı ne kadar açılabilecekleri de hükme bağlanmıştır.
e) İlgili ayetlerin sonunda "Ey iman edenler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtulasınız"
buyurulmuş, örtünmenin bir tavsiye değil, bağlayıcı emir olduğu hükmüne bir işaret göndermesi de bununla yapılmış, daha önceki ve bundan sonraki itaatsizlikler için tövbe edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. 


Bu emir gelince Müslüman kadınlar derhal itaat etmişler, gerektiği gibi kapanmışlar, uygulama Hz. Peygamber (s.a.) tarafından titizlikle takip edilmiş ve asırlar boyunca da bu şekilde devam etmiştir.
Bütün bu açıklama, karîne, delil ve işaretler konumuz olan, sınırları belirlenmiş örtünme emrinin -tavsiye değil- bağlayıcı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu emir, âdete bağlı ve bu sebeple tarihî olan hükümler çerçevesine de sokulamaz; çünkü o zaman yürürlükte olan âdet ve uygulamayı olduğu gibi devam ettirmek için değil, değiştirmek ve düzeltmek için gelmiştir. Başlarına örtü aldıkları halde boyun ve gerdanlarını açıkta bırakan kadınlara yeni bir örtünme şekli öğretmiş, İslâmî örtüyü tarif etmiştir.


Birde tesettürle ilgili hadislere bakalım:

Umeys’in kızı Esma’dan nakledildi. Dediki:

Resulüllah (s.a.v) bir gün Hz. Aişe (r.anha)’nın evine girdi. Kızkardeşi Esma yanında idi. Üzerinde vücudunun hertarafını örten ve yenleri geniş bir elbise vardı. Resulüllah (s.a.v) onu görünce kalkıp dışarı çıktı. Hz. Aişe (r.anha) kızkardeşine “buradan uzaklaş Resulüllah (s.a.v) sende hoşlanmadığı bir şey gördü” dedi. Hz. Esma uzaklaştı arkasından Resulüllah (s.a.v) içeriye girdi.Hz. Aişe (r.anha) niçin kalkıp gittiğini sordu. Resulüllah (s.a.v) de elbisesinin yenini sadece parmakları görünecek şekilde ellerinin üzerine çekerek şöyle cevap verdi:

“Kızkardeşini görmedin mi? Müslüman bir kadın şurasından başkasını gösteremez." (Mecmeu’zzevâid nr:4168)

Bu hadis-i şerif’ten Hz. Esma’nın giydiği elbisenin bedenini örttüğünü, fakat kollarında açıklık olduğunu bunun üzerine Resulüllah (s.a.v) bu kıyafetinden hoşlanmadığını, ellerinin üstünün parmaklara kadarda örtünmesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Usame b.Zeyd (r.a) nakletti. Dedi ki:

“Resulüllah (s.a.v) Dihye’tül- Kelbi’nin kendisine hediye ettiği mısır kumaşlarından sık dokunmuş bir elbiseyi bana giydirdi, ben de onu hanımıma giydirdim. Resulüllah (s.a.v) daha sonra bana sordu: ne oldu Mısırdan gelen elbiseyi giymiyorsun? Dedim ki, ey Allah’ın Resulü ben onu hanımıma giydirdim. Resulüllah (s.a.v) buyurdu ki
altına pijama türünden bir şey giymesini ona emreyle. Çünkü ben o elbisenin kemiklerinin hacmini belli etmesinden korkuyorum.” (Ahmet b. Hambel)

Hz. Âişe'den rivâyete göre, bir gün Hz. Ebû Bekir'in kızı Esmâ ince bir elbise ile Allah Resulunun huzuruna girmişti. Resulullah (s.a.s) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu:

"Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çagına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir." Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti." (Ebu Davûd, Libâs, 31).

 "Allah Teâlâ ergin kadının namazını başörtüsüz kabul etmez" (İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151, 218, 259).

Bu da erkeklere:
"Erkeğin avret yeri göbeği ile diz kapağı arasıdır." (Ahmed b. Hanbel, II/187). "Diz kapağı avret yerindendir." (Zeylai, Nasbu'r-Raye, I, 297).

Sahih-i Müslim'de Ebû Hüreyre (r.a.) tarafından bir rivayette Peygamberimiz (s.a.s), giyindiği halde açık olan, yani ince ve şeffaf elbise ile dolaşan kadınların Cehennemlik olduklarını, Cennetin kokusunu bile alamayacaklarını bildirirler. (Müslim, Libas.-125.)

Alkame bin Ebi Alkame annesinin şöyle dediğini rivayet eder:


"Abdurrahman'ın kızı Hafsa'nın başında, saçını gösterecek şekilde ince bir başörtüsü olduğu halde Hz. Âişe'nin huzuruna girdi. Hz. Âişe başından örtüsünü alarak ikiye katladı, kalınlaştırdı." (Muvatta', Libas:4)

Hz. Ömer (r.a.) ise, cam gibi şeffaf olmasa da, giyindiği zaman altını iyice belli eden elbisenin kadınlara giydirilmemesi hususunda mü'minlere ikazda bulunmuştur. (Beyhakî. Sünen, 2:235)

İmam Serahsî bu nakilden sonra, kadının giydiği elbise çok ince de olsa yine aynı hükmü taşır, şeklinde bir açıklama getirir. Daha sonra da, "Giyindiği halde açık" olan mealindeki hadisi kaydeder ve şöyle der: "Bu çeşit bir elbise şebeke (ağ) gibidir, örtünmeyi temin etmez. Bunun için yabancı erkeklerin bu şekilde giyinmiş bir kadına bakması helâl olmaz."
(el-Mebsût, 10:155)

"Kadın örtülmesi gereken avrettir. Dışarı çıktığı zaman şeytan ona gözünü diker." (Tirmizî, Radâ, 18).

Hz. Âişe (R.anhâ)'dan nakledilen;

"Allah Teâlâ erginlik çağına ulaşan kadının namazını başörtüsüz kabul etmez." (İbn Mace, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160) hadisi saçları da kapsamına alır.

Yine Safiyye binti Şeybe şöyle anlatır: "Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ettik. Hz. Âîşe dedi ki:


"Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allah'a yemin olsun ki, Allah'ın kitabını daha çok tasdik eden ve bu kitaba daha kuvvetle inanan Ensar kadınlarından daha faziletlisini görmedim. Nitekim Nûr sûresinde "Kadınlar başörtülerini yakalarının üstüne taksınlar..." ayeti inince, onların erkekleri bu ayetleri okuyarak eve döndüler. Bu erkekler eşlerine, kız, kız kardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri etek kumaşlarından, Allah'ın kitabını tasdik ve ona iman ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamberin arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (Buharî, Tefsîru Sûre, 29/12; İbn Kesîr, Muhtasar, M. Alî, es-Sâbûnî, 7. Baskı, Beyrut 1402/1981, II/600).


Bütün mezhepler müslüman kadının başını örtmesinin farz ol­duğu konusunda tam bir görüş birliği içindedirler. 

VE SON SÖZ:

Başörtüsü İslâm'da , Kur'ân'da ve Rasulullah’ın Fiili Sünnetinde vardır.

E.Sifil'in "Maremiyet ve Tesettür" yazısından faydalanılmıştır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Eylül 2013 Cumartesi

142."NEDEN DUAM KABUL OLMUYOR" DİYORSANIZ?


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

İbrahim Ethem'e sordular. "Yüce Rabbimiz Kuran-ı Kerim'de, 'Bana dua ediniz, duanızı kabul edeyim' (Mümin, 60) buyuruyor. Biz de sürekli dua ediyoruz. Ama duamız kabul olmuyor, bunun sebebi nedir?" İbrahim Ethem şöyle cevap verdi: "Kalpleriniz on şeyden ölmüştür.

1- Allah'ı bildiniz. Ama hakkını ödemediniz.

2- Allah'ın kitabını okudunuz. Ama O'nunla amel etmediniz.

3- Şeytanın düşmanınız olduğunu iddia ettiniz. Ama onu kendinize dost ve yar edindiniz.

4- Allah'ın Peygamberini -Hz. Muhammed'i (s.a.v.)- sevdiğinizi söylediniz, iddia ettiniz. Ama O'nun izini, yolunu ve sünnetini terk ettiniz.

5- Cenneti sevdiğinizi iddia ettiniz fakat cennet için amel işlemediniz.

6- Ateşten korktuğunuzu iddia ettiniz. Fakat günahlardan sakınmadınız.

7- Ölümün hak olduğunu iddia ettiniz. Fakat ona hiç hazırlık yapmadınız.

8- Başkasının ayıplarıyla meşgul oldunuz. Kendi ayıplarınızı hiç düşünmediniz.

9- Allah'ın verdiği rızkı yediniz ama O'na şükretmediniz.

10- Ölülerinizi defnettiniz. Ama ibret almadınız.

Sonra diyorsunuz ki neden dualarımız kabul olmadı. İşte bunlardan dolayı dualarınız kabul olmuyor."

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Eylül 2013 Çarşamba

140.KENDİME NASİHAT!..

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim; 11 yıl önce, ilgi duyduğum her konuda bir çok kitap okurken bir anda bütün kitapları bir kenara bırakıp sadece İslamiyetle ilgili kitaplar okumaya başladım ve artık bu öğrendiklerimi her bulunduğum ortamda talep olsun olmasın ,ağır gelsin gelmesin nasihat etmeye başladım.Sonrasında acaba Rabbim razı mı, kişilerin seviyesine uygun ,onların anlayabileceği şekilde ifade edebildim mi ,yoksa iyi birşey yapacağım diye herşeyi mahvediyor muyum diye kendimi yiyip bitiriyorum.İşte bu yazı diğer yazılarda olduğu gibi önce kendime ve benim gibi öğrendiklerini paylaşmak isteyenleredir...


Nasihat, sözlükte “Bir şeyi yabancı maddelerden ayırma, samimi olma, samimi olan ve içinde kötülük bulunmayan bütün iyi söz ve işleri öğüt verme, akıl ve yol gösterme” demektir.

Nasihat, İslâm’ın yaşantıya yansıtılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla kötü niyet güdülmeyip dünyevi çıkarlar düşünülmemelidir. Nasihat eden kişi güvenilir olur.

Müminler sürekli olarak birbirlerine nasihat vermek suretiyle yardımcı olurlar. Yüce Rabbimiz (Celle Celâlühü);“Nasihat et, çünkü nasihat müminlere fayda verir”(
Zâriyat suresi; 55) buyurarak vaaz ve nasihatın müminlere fayda vereceğini açıkça ifade etmiştir.

Temim Ed-Dari’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Allah Resulü (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular: “Din nasihattir.”Sahabiler: Biz kime (yahut kim için) nasihattir? diye sorduk. O da: “Allah için, Kitabı için, Resulü için, Müslümanların (meşru) idarecileri ve bütün Müslümanlar için”buyurdular.(
Müslim: 23)

Âlimlerimiz bu hadis-i şerifin yorumunda nasihatin şu manalara geldiğini söylemişlerdir:


Allah için nasihat:Allah’a samimi ve içten iman etmek, kitabı olan Kur’an-ı Kerim’de Resulü (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem) vasıtasıyla haber verdiklerine inkar etmeden, acaba demeden inanmak, ibadeti yalnızca O’na ihlâs ile yapıp başkasına hiçbir şekilde ibadet etmemek, emrettiği hu­suslarda itaat edip, yasaklayıp yaklaşılmasını istemediği şeylerden uzak durmak, sevdiğini sevmek, buğzettiğine buğzetmek, mümin kullarını dost ve veli edinmek, O’nun düşmanlarından uzaklaşmak ile ger­çekleşir.


Kitabı için nasihat:Kur’an-ı Kerim’i lâyık olduğu şekilde okumak, ihtiva ettiği hükümleri öğrenmek ve başkalarına öğretmek, ona hürmette kusur etmemek, tavsiye ettiği şekilde bir Müslüman olmak ve onun ahlâkını yaşamaktır.


Resulü için nasihat:Hazreti Muhammed Mustafa (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’in Peygamberliğini tasdik etmek, emir ve yasakla­rına itaat etmek, ona dost olanları dost bilmek, O’na düş­manlık edenlere düşmanlık beslemek, O’na gereken saygı ve tazimi göster­mek, O’nun Âl-i Beyt’ini sevmek, O’nu da sünnetini de gereği gibi tazim etmektir. Sünnetini vefatından sonra gereken araştırmaları yapmak suretiy­le canlandırmak, sünneti hakkında yeterli bilgiye sahip olmak, onu gereği gibi korumak, yaymak, sünnetine davet etmek, Resûlullah (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem)’in üstün ahlâkı ile ahlaklanmakla olur.


Müslümanların (meşru)idarecileri için nasihat:Allah’ın hükümlerini uygulayan ve İslâm’ı hâkim kılmak için gayret sarfeden idarecilere itaat etmek, onlara karşı gelmemek ve onlara doğruyu göstermek, bilmedikleri konularda onları uyarmak, onlara karşı görev ve yükümlülüklerini samimiyetle yerine getirmektir.


Bütün Müslümanlar için nasihat: Müslümanlara düşman olanlarla mücadele etmek, onlara iyi ve doğruyu göstermek, Müslümanlara dua etmek, hepsi hakkında iyilik düşünmek, salih kimseleri sevip kötü yolda olanlara nasihat etmektir.

Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde “İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek” olarak ifade edilen bu vazife (nasihat), öncelikle iman esaslarını, daha sonra da emir ve yasakları anlatmayı gerekli kılar.

Bu önemli vazife, peygamberlerin mükellef kılındığı bir görev olması hasebiyle yüce bir görevdir. Efendimiz’den rivayet edilen hadis-i şerifte de: “Allah’ı kullarına sevdirin ki, Allah’ta sizi sevsin”(
Kenzu’l Ummal: 44253)buyrulmaktadır.

Nasihat hususunda inanan ve inanmayan tüm insanlar muhatabımız olmakla beraber, önceliği aile ve yakın akraba fertlerimiz almalıdır. Hazreti Allah (Celle Celâlühü) Kur’an-ı Mübin’de: “(Önce)en yakın akrabanı uyar”(
Şuara Suresi: 214)buyurarak nasihat hususunda önceliğin yakın akrabalara ait olduğunu ifade etmiştir.

Muhataplarımız kabul etsin veya etmesin, nasihat etmemiz mutlaka gereklidir. Çünkü;
Allâhü Teâlâ’dan (Celle Celâlühü) ümit kesmek haramdır.
Usulüne uygun olarak yapılan davetin kabul edilme ihtimali vardır.
Kabul edilmese bile vazifemizi yapmış olup Rabbimize sunacağımız mazeretimizi hazırlamış, azaba duçar olacakların arasından sıyrılmış, görevini yerine getirmeyenlerin uğrayacağı azaptan da korunmuş oluruz. Zira Allah (Celle Celâlühü) A’raf Suresi’nde nasihat edip de nasihati dinlenmeyenlerden şöyle bahsediyor:

“İçlerinden bir topluluk: ‘Allah’ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?’ dedi. (Öğüt verenler)dediler ki: ‘Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz).’ Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca, biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık.”(
A’raf Suresi: 164,165)

Bu mukaddes vazifeyi ifa eden kimse önce muhatabı tanımalı, içinde bulunduğumuz şartları göz önünde bulundurarak hareket etmelidir. Ürkütücü, zorlayıcı, kaba bir uyarı tavrını değil, sevdirici ve kolaylaştırıcı, ince bir telkin usulünü tercih etmeliyiz.

Hz. Ebu Hureyre (Radiyellâhü Anh) anlatıyor:

Bir bedevi, Peygamber Mescidi’nde ayağa kalktı ve bir kenara bevletti. Sahabiler adamcağızın başına üşüştüler. Durumu müşahede eden Allah Resulü (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem), hemen müdahale etti ve şöyle buyurdu:

“Onu bırakın! İdrarın üzerine bir kova su dökün. Hiç şüphesiz sizler kolaylaştırıcılar olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcılar olarak gönderilmediniz.”(
Buhari: 220)

Nasihat eden kimse bildiği hususları anlatmalıdır. Zira Allâhü Teâlâ (Celle Celâlühü);

“(Görmediğin şeye ‘Gördüm’, duymadığın şeye ‘Duydum’, bilmediğin bir şey hakkında da ‘Biliyorum’ diyerek,) kendisi hakkında sana ait hiçbir bilgi olmayan şeylerin ardınca gitme! (Herhangi bir konuda zanlarla, sezgilerle ve tahminlerle hüküm verme!) Kulak da, göz de, gönül de; işte sana! Bunların hepsi de, şüphesiz ki o (insan) on(lar)dan sorumlu olmuştur”(
İsra Suresi: 36)buyurarak bilmedikleri halde konuşan kişileri uyarmaktadır.

Nasihat eden kimse anlattıklarıyla amel etmeye gayret etmelidir. Saff Suresinde:

“Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”(
Saff Suresi: 2) buyrulmaktadır.

Nasihat ve vaaz etmekte en önemli olan husus Allâhü Teâlâ’nın (Celle Celâlühü) rızasını kazanmak olmalıdır. Çünkü tüm peygamberler, bu görevleri karşısında hiçbir talepte bulunmamışlardır.

Kişi ıslaha önce kendi nefsinden başlamalıdır. Büyükler;

“İlme riayet edenlerden olunuz. Onu yalnız rivayet edenlerden olmayınız” buyurarak bu sözleri ile “Malumatınızı daima genişletiniz, ilminizden halkı yararlandırınız, ibadeti sadece iki dudak arasında bırakmayıp fiile dökünüz” buyurmak istemişlerdir.

NASİHATTEN ETKİLENMEK

Nasihatten etkilenmenin ilk şartı benlikten sıyrılmaktır. Kişi kibir ve benlikten uzak durup edilen vaaz ve nasihate kulak vermelidir. Zira Hazreti Ali (Radiyellâhü Anh) Efendimiz buyurur ki:

“Kişinin helaki kendisini beğenmesidir.”

Bir gün Ebu Cehil, Efendimiz’e (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem) gelerek;

“Kölemle gelirsem bana ayrı yer gösterecek misin?” dedi. Efendimiz (Sallellâhü Aleyhi ve Sellem):

“Benim öyle bir yerim yok”buyurunca, Ebu Cehil:

“Öyleyse bizim için de yanmak var, dönmek yok” dedi.

Demek ki kâinatta mahvolup gidenler, Ebu Cehil, Nemrut, Firavun gibi benlik hastalığına tutulanlardır. Rabbim Ebu Cehil gibi kibirli olmaktan muhafaza eylesin.

Allâhü Teâlâ’yı (Celle Celâlühü) hakkıyla bilen insanda benlik olmaz. Çünkü bu kimseler kendilerinde bulunan bütün nimetlerin Allah’tan geldiğini bilir ve kendisinin muhtaç olduğunu hisseder. Cehaletten peygamberler bile Allahü Teâlâ’ya (Celle Celâlühü) sığınmışlardır. Nitekim Nuh Tufanı’nda Allahü Teâlâ (Celle Celâlühü) Hz. Nuh’un (Aleyhisselam) ehl-i beytine necat vaat buyurmuşken oğlu Kenan sulara gark olmuştu. Bu sebeple Hz. Nuh (Aleyhisselam) Rabbine münacaat ettiği sırada tarafı ilahiden;

“Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim”(
Hud Suresi; 46) buyrulmuştur.

İnsanların iyi veya kötü olmalarına en büyük etkenlerden biri de seçtikleri arkadaşlarıdır. Kim neyi görür veya neyi dinlerse, kısacası en çok meşgul olduğu şey ne ise, tabiatı da ona göre şekil alır.

Kur’an-ı Kerim ile öğüt, hadis-i şerif ile nasihat, dostları ile sohbet insanı değiştirir.

Meşhur bir vaiz kasabanın birinde sohbet etmeye başlar. Halk onun vaazlarına büyük ilgi gösterir. Eşkıyanın biri de kılık değiştirerek camiye gelir. Vaazı dinler. Bakar ki millet vaazda coşuyor, ağlıyor, eşkıyada hiçbir duygu yok. Vaazdan sonra hocaya yaklaşır ve şöyle der:

“Hocam ben senin anlattıklarından hiçbir şey anlamadım, kafama girmedi.”

Hoca eşkıyanın durumunu anlar ve sorar:

“Sen hiç ayı vurdun mu?”

“Tabii” der.

“Ayı yağlı olup kurşun bedenine kolay girmez, bir kurşunla da devrilmezmiş, doğru mu?”

“Evet! İyi nişan alıp üst üste kurşun atmak lazım” demiş

Hoca aradığı cevabı bulunca şu nasihati yapar:

“Sorunun cevabını kendin verdin. Zahmet edip birkaç kere daha derslerimize devam et” demiş.

Eşkıya epey zaman vaazlara devam ettikten sonra hocaya yaklaşır ve şöyle der:

“Hocam! Hani o yağlı ayı vardı ya, üst üste yediği kurşunlarla devrildi.”

İşte nasihatin önemi…

Gönülleri yumuşatan, kalplere incelik ve merhamet veren Kur’an-ı Kerim, nice insanların düzelmelerine vesile olmuştur.

Nasihat eden kimse sadece nasihat ettiği kimseye faydalı olmaz. Aslında en büyük fayda kendisinedir. Nitekim Hakk’a çağıran kişi görünüşte onu kurtuluşa çağırıyorsa da, yaptığı vazife sebebi ile hakikatte kendisini kurtarmış olur.

Düzelmenin, nasihatleşmenin önündeki en büyük engel şeytandır. Zira Allâhü Teâlâ (Celle Celâlühü);

“Ey insanlar! Yer(yüzün)de bulunan (rızık)lardan helal, (bütün şüphelerden) tertemiz ve lezzetli olan(lar)ı yiyin. Şeytanın izlerine uymayın. Çünkü gerçekten o (şeytan) sizin için (zahiren dost görünen)apaçık bir düşmandır.”(
Bakara Suresi: 168)

Ayet-i kerimesi ile şeytana tabi olunmaması gerektiğini beyan etmiştir.

Şeytan dünyada insanın peşini bırakmadığı gibi son anlarında dahi sürekli imanını çalmaya uğraşır. Ne kadar imanlı olursak olalım, lütuf Allâhü Teâlâ’dandır (Celle Celâlühü) ve daima O’na sığınmalıyız.


A.Şener

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

139. EYLÜL 19,20,21 GÜNLERİ ORUÇLUYUZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Eyyam-ı Biyz adı verilen ve kameri ayların 13, 14, ve 15. günleri yarın başlıyor.Bu sünneti yerine getirmek isteyenler 
Yarın(19 Eylül Perşembe), 20 Eylül Cuma ve 21 Eylül Cumartesi günlerini oruçlu geçirmeliler.

Her hicri ayın 13, 14 ve 15. günlerinde oruç utmak sünnettir. Nitekim Hz. Hafsa (ra) diyor ki:

«Dört şeyi Resûlüllah (asm) Efendimiz hemen hemen hiç terketmedi diyebilirim: Âşûrâ orucu, Zilhicce'nin ilk on gününün oru­cu, her ayın 13, 14, 15. günlerinde oruç ve bir de sabah farzından ön­ce iki rek'at namaz...» (Ahmed bin Hanbel, Nesâi)

Hadiste geçen günler, Hicri Takvime göre Kameri ayların 13, 14 ve 15. günleridir. Sabah kılınan sünnet ise, sabah namazının sünnetidir.


Allah kabul etsin.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Eylül 2013 Pazartesi

138.İMANINIZ GEÇERLİ Mİ ACABA?


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim


İman ettim diyoruz ama...

Allah’ın varlığını ,kudret ve azametini kabul edip O’nun hükümlerini kabullenmemek , o hükümlerin sahibini de kabul etmemek demektir.İşte Mekke müşriklerinin imanı böyle bir iman olduğundan,bu iman onları küfür ve şirkten kurtaramadı. Zira onlar Cenab-ı Hakk’ın yaratıcılığını,rızık veren olduğunu,yerleri,gökleri ve tüm kainatı yaratanın O olduğunu kabul ediyorlardı. Ancak O’nun gönderdiği risalet ve şeriatı red etmekle tevhidi ihlal etmiş oldular.
Yani “Biz Allah tarafından yaratılıp yaşatıldığımızı kabul ediyoruz ama Allah tarafından yönetilmeyi asla kabul etmeyiz,biz örflerimize, adetlerimize ve beşeri olan sistemimize göre yaşayacağız, helali,haramı, yasağı biz koyacağız,yine kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye,yine birbirimizi öldürmeye, faizle birbirimizi sömürmeye devam edeceğiz” dediler.

İşte bundan dolayıdır ki kendisine peygamberlik verilene kadar Hz.Muhammed’i sas severlerken,risaletin verilmesiyle O’na düşman oldular.Demek oluyor ki müşrikler kendi soylarından olan Muhammed’e karşı değillerdi; onlar Allah’ın elçisi ve risaletin sahibi olan Muhammed’e sas karşı idiler. Hatta Rasulullah sas Efendimize şöyle bir teklifte bulundular: “Ya Muhammed başımıza geç, bizim idarecimiz ol ancak bizi o gökten indiğini iddia ettiğin ilkelerle değil,kendi fikirlerinizle ve beşeri görüşlerinizle yönet,biz buna razıyız yeter ki risalet davasından vazgeç.” Hz Muhammed sas ise onlara “Vallahi bir elime ayı diğer elime güneşi verseniz ben bu ilahi davadan asla vazgeçmem.” buyurdular.

Buradan anlıyoruz ki; Allah’ın vahyini, o vahyin getirdiği fermanı ve hükümleri kabul etmek ehli tevhid olmak için şarttır.

Allah cc en güzelini, en doğrusunu, hatasız ve noksansız bilir.O halde kendisine halife olarak yarattığı insanların saadet ve mutluluk yollarını en güzel şekilde yüce sıfatlarıyla tesbit ederek peygamberine doğru yolu beyan etmiştir.

İşte bunun içindir ki İslam'ı, Kur’an’ı ve onun getirdiği hükümleri tartışmak Yüce Allah’ın sıfatlarında noksanlık ihtimalini düşünmekle eş değerde olduğundan tevhidi ihlal etmektir.Bu hususta Cenab-ı Hak “Allah’tan daha doğruyu kim söyleyebilir ki?” buyurarak sözünde yanılmayanın yanlız Kendisi olduğunu beyan ediyor.

Allah cc meleklere ve İblis'e Adem’e as secde edin(tazim ve hürmet gösterisini yaparak Adem’in üstünlüğünü kabul edin )emrini verince melekler topluca secde ettiler. Ama iblis secde etmedi.Yani Adem’in üstünlüğünü kabullenemedi.İtiraz etmekle kalmayıp adeta Adem’den daha üstün olma gerekçesini Cenab-ı Hakk’a izah etmeye kalkıştı.Böylece Cenab-ı Hakk’ın ilim sıfatıyla bilip kelam sıfatıyla ferman ettiği emri ilahi ile tartışır hale düştü.Ve Cenab-ı Hakk’ın Adem’in üstünlüğü hususundaki tesbitinde hata iddia ederek Cenab-ı Hakk’ı tenzih ve tevhidi ihlal etti.Böylece Cenab-ı Hakk onu huzurundan kovdu.

Burada görülüyor ki Allah’ı cc yaratıcı olarak kabul etmek tevhid için yeterli değil.Zira İblis’i şirke ve küfre düşüren cümlenin içerisinde Adem’in de as kendisinin de yaratıcısının Allah olduğunu itiraf ve tasdik vardır.Ama bu tasdik İblis’i küfürden kurtaramadı.Dahası İblis Allah’ın kudretini, herşeye kadir olduğunu,öldürenin,yaşatanın O olduğunu kabul ettiği için Allah’a dua da ediyor. “Ya Rabbi bana insanların dirileceği zamana kadar mühlet ver.” diyor

Anlaşılıyor ki Allah’ın kudretini kabullenerek O’na dua etmek de tevhid için yeterli değil.

İblis,Adem’in üstünlüğünü Yüce Allah’ın beyanı olmasına rağmen kabul etmemesi yüzünden küfre düşüyorsa Rabbimizin bunca fermanını kabul etmeyen,O’nun hükümlerine karşı duranların hali ne olacak bunu çok iyi düşünmek lazım.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Eylül 2013 Cuma

137.PEYGAMBERİMİZİN sav HÜKÜM KOYMA YETKİSİ


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Kur'an'ın tefsiri, beyanı, hayata açılımı noktasında tek bağlayıcı merci Sünnet'tir ve bu, bizzat Kur'an tarafından ortaya konmuş bir realitedir. Efendimiz (s.a.v)'e itaati ve ittibayı emreden, O'na muhalefetten sakındıran Kur'an ayetleri bu hususu tartışma götürmez bir kesinlikte ortaya koymaktadır.

Bu noktayı biraz açacak olursak;

Kur'an-Sünnet İlişkisi:


Bu ilişkiyi şu şekilde başlıklar altında tasnif edebiliriz:

1. Sünnet'in Kur'an'ı teyit edici özelliği.
Kur'an bir konuda hüküm getirir, Sünnet de o hükmü halin icaplarına göre farklı şekillerde ifadeye koyar. Ancak burada Sünnet, Kur'an'ın getirdiği hükmü teyit etmekten başka bir fonksiyon icra etmez.

Bunun örneği, "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. (Ancak) karşılıklı rızaya binaen yapılan ticaret olursa başka"(4/en-Nisâ, 29)ayeti ile Efendimiz (s.a.v)'in şu hadisidir: "Bir müslümanın malı, kendi gönül rızası olmadan (başkasına) helal değildir." Bu hadisin, mezkûr ayetin getirdiği hükmü farklı bir şekilde ifade ve bu şekilde teyit ettiği açıktır.

2. Sünnet'in Kur'an'ı beyan edici özelliği.
Kur'an'da açıklanmaya ihtiyaç gösteren ayetler bulunduğu açıktır. Kur'an bu noktayı şöyle ifade etmektedir: "Ey Resulüm! Cebrail sana vahiy getirdiği zaman onu hemen ezberleyivermek için dilini kımıldatma. Doğrusu o vahyolunanı sana ezberletmek ve okutturmak bize aittir. Öyleyse biz onu Cebrail'e okuttuğumuzda sen onun okunuşunu takip et (dikkatle dinle). Sonra onu beyan etmek de bize aittir."(75/Kıyâme, 16-9.)

Burada Allah Teala, Kur'an ayetlerinde ayrıca beyana ihtiyaç gösterenler bulunduğunu ve o beyanın da yine vahiyle Efendimiz (s.a.v)'e gösterileceğini ifade buyurmaktadır.

Kur'an'ın beyan edilmesi gereken ayetler ihtiva ettiği gerçeği bir diğer ayette de şöyle zikredilmektedir: "Sana da Zikr'i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar."(16/en-Nahl, 46)

Bir önceki ayette Kur'an ayetlerini beyan etme işini bizzat Allah Teala tekeffül buyurmuşken, bu ayette beyan işinin Efendimiz (s.a.v)'e ait bir görev olduğu belirtilmektedir. Acaba burada bir tezat yok mudur?

Bu soruya cevabımız "hayır"dır. Zira Efendimiz (s.a.v) aşağıda ayrıntılarıyla zikredeceğimiz gibi Kur'an'ı beyan ederken –haşa– kendiliğinden bir şey söylememekte, tam aksine, Kur'an'ı beyan sadedindeki Sünnet, vahiyle Efendimiz'e öğretilmektedir. Ancak bu vahiy Kur'an dışı bir vahiydir.

Bunun böyle olduğunu, yukarıda mealini zikrettiğimiz el-Kıyâme ayeti ortaya koymaktadır. Zira o ayete yakından baktığımızda şunu görüyoruz: Allah Teala, Kur'an ayetlerinin beyanının kendisine ait olduğunu ifade buyurmaktadır. Öyleyse Kur'an'ın beyana ihtiyaç gösteren her ayetinin ya başka bir ayet veya Kur'an dışı vahiy tarafından yerine getirilmiş olması gerekir. Birinci ihtimal tamamiyle geçersizdir. Zira Kur'an'ın beyana muhtaç her ayetinin yine bizzat Kur'an'ın başka bir ayeti tarafından beyan edildiğini göremiyoruz. 


Öyleyse Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan sünnetlerin, Efendimiz (s.a.v)'e Kur'an dışı (gayri metluvv) bir vahiyle iletildiğini söylemek zorundayız. Aşağıda zikredeceğimiz örnekler de zaten bu noktayı ayan beyan ortaya koymaktadır.

Sünnet'in Kur'an'ı beyan edici özelliği teknik olarak birkaç şekilde gerçekleşmektedir.

A. Kur'an'ın "mücmel" nasslarını tefsir veya "müşkil" nasslarını beyan eden sünnet.

Kur'an'da "Namazı kılın, zekâtı verin" buyurulduğu halde namazın nasıl, ne zaman, ne miktarda kılınacağı, zekâtın kim tarafından, hangi mallardan, ne miktarda ve kimlere verileceği hususları açıklanmamıştır. İşte bütün bu ve benzeri hususların beyanı Sünnet tarafından yapılmıştır.

B. Kur'an'ın umum ifade eden ayetlerini tahsis eden sünnet.

4/en-Nisâ; 23-4 ayetlerinde kendileriyle evlenilmesi haram olan kadınlar zikredilmiş ve sonunda da, "Bunların dışındakiler size helal kılındı" buyurulmuştur. Ancak Efendimiz, "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz"(el-Buhârî, "Nikâh", 27; Müslim, "Nikâh", 37) buyurmak suretiyle ayette geçen "bunlar dışındakiler" ifadesini tahsis etmiştir.

C. Kur'an'ın mutlak ayetlerini takyit eden sünnet.

Kur'an'da, "Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin"(5/el-Mâide, 38)buyurulmuştur. Bu ayet "el kesme" işini mutlak bırakmış, hangi elin, neresinden kesileceğini veya iki elin mi, yoksa bir elin mi kesileceğini ayrıca belirtmemiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in uygulaması, sağ elin bilekten kesileceğini hükme bağlayarak bu ayettekı ıtlakı takyid etmiştir.

3. Kur'an ayetini nesh eden sünnet.
Bu husus ulema arasında ihtilaflıdır. Sünnet'in Kur'an'ı nesh edici özelliğinin bulunmadığını söyleyenler yanında, özellikle mütevatir sünnetin Kur'an ayetini nesh edebileceği görüşü Hanefîler tarafından benimsenmiş ve şöyle örneklendirilmiştir:

Kur'an'da, "Birinize ölüm geldiği zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara münasip bir şekilde vasiyette bulunmak Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur"(2/el-Bakara, 180. buyurulmak suretiyle vasiyetin, mal bırakacak kimse için bir yükümlülük olduğu belirtilmiştir. Ancak Efendimiz (s.a.v), "Bilin ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur."( el-Buhârî, "Vesâyâ", 6; Ebû Dâvud, , "Vesâyâ", 6; İbn Mâce, , "Vesâyâ", 32)buyurmuştur.

Keza Kur'an'da, "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman…"(5/el-Mâide, 6)buyurularak namaza kalkıldığı zaman abdest alınması emredilmiş ve abdestin nasıl alınacağı ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Bir kısım ulema, bu ayetin zahirinin her namaza kalkıldığında abdest alınmasını gerektirdiği kanaatindedir. Ancak Sünnet bu hükmü nesh etmiş ve bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği hükme bağlanmıştır.

4. Kur'an'da yer almayan birtakım konularda hüküm koyan sünnet.
Kur'an-Sünnet ilişkisi bağlamında en fazla tartışılan nokta burasıdır. Bir yaklaşıma göre Sünnet'in Kur'an'da yer almayan hükümler getirdiğini söylemek, Hz. Peygamber (s.a.v)'i –haşa– Allah Teala'ya ortak koşmak demektir. Hz. Peygamber (s.a.v) Allah Teala'nın ortağı değil, elçisidir. Dolayısıyla Sünnet'e böyle bir yetki tanımak Hz. Peygamber (s.a.v)'e iftira olduğu gibi, aynı zamanda şirktir.

Bu yaklaşımın ciddiye alınır yanı bulunmadığını birçok yönden ortaya koymak mümkündür. Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Sünnet'in Kur'an'da bulunmayan müstakil hükümler getirebileceğini/getirdiğini söyleyenler, bunu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in –haşa– kendi arzusuna göre yaptığını söylememektedir. Bu türlü sünnetler de tıpkı Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan sünnetler maddesinde belirttiğimiz gibi gayri metluvv (Kur'an dışı) vahiyle sadır olmaktadır. Yani Kur'an ayetiyle bu türlü sünnetlerin kaynağı birdir.

Kur'an'da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışında da vahiy aldığını gösteren ayetlerin bulunduğu vakıası, bu söylediğimizi ispat eden en önemli delildir. Ezcümle Kur'an'da geçen "hikmet" kelimesinin Sünnet olduğunu birçok delil ortaya koymaktadır. İkinci olarak 66/et-Tahrim, 3 ayeti Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'an dışı vahiy aldığını hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak açıklık ve kesinlikte haber vermektedir:

"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber'e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, "Bunu sana kim bildirdi?" dedi. Peygamber, "Alîm ve Habîr olan Allah haber verdi" dedi."

Burada eşinin, Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendisine verdiği sırrı başkasına açıkladığı belirtilmekte ve bunu da Allah Teala'nın Efendimiz (s.a.v)'e bildirdiği açıkça belirtilmektedir. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v)'in o eşinin o sırrı başkasına söylediği hiçbir Kur'an ayetinde yer almamaktadır. Dolayısıyla bu haber Efendimiz (s.a.v)'e gayri metluvv bir vahiyle iletilmiştir demekten başka yol yoktur.

Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğunu ortaya koyan bir diğer ayet de 8/el-Enfâl, 7 ayetidir: "Hatırlayın ki Allah size, iki taifeden birinin sizin olduğunu vahyediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz…"

Burada geçen "iki taife"den biri, Ebû Süfyân idaresinde Şam'dan gelmekte olan ticaret kervanı, diğeri ise Ebû Cehil komutasındaki Kureyş ordusudur. Ayetin konumuz açısından önem arz eden yeri, iki taifeden birinin Mü'minler'e daha önce vaat buyurulduğunu belirtmesidir. Oysa Kur'an'ın hiçbir ayetinde böyle bir vaat yer almamaktadır. Dolayısıyla söz konusu vaat, Kur'an dışı bir vahiyle Efendimiz (s.a.v)'e iletilmiş o da ashabına bildirmiştir.

Öte yandan Kur'an'da, "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin. Sizden olan emir sahiplerine de (itaat edin). Eğer bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onun çözümünü Allah'a ve Resulü'ne havale edin"(4/en-Nisâ, 59) buyurulmuştur.

Burada "itaat edin" emri Allah Teala için ayrı, Hz. Peygamber (s.a.v) için ayrı zikredilmiş, bir diğer ifadeyle ikinci husus ile ilk husus atıf harfi ile birbirinden ayrılmıştır. Lugat kaidesi, atıf harfi ile birbirinden ayrılan hususların birbirinden farklı olmasını gerektirir. Dolayısıyla Allah'a itaat ile Resul'e itaat, birbirine karıştırılmaması gereken hususlardır. Allah Teala'ya itaat Kur'an'a itaat iken, Hz. Peygamber (s.a.v)'e itaat Sünnet'e itaattir.


Netice

Sünnet Kur'an'ın –haşa– rakibi değil, beyan ve tefsir edicisidir. Özellikle dinin tebliği ve Kur'an'ın beyan ve tefsiri sadedinde varit olmuş sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu vakıası göz önünde bulundurulduğunda bu tür sünnetler ile Kur'an ayetlerinin kaynağının aynı olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan ve hüküm bildiren sünnetlerin vahiy kaynaklı olduğu gerçeği kabul edilmeden sağlıklı bir Kur'an ve Sünnet tasavvuruna sahip olmak mümkün değildir. Sünnet'i sadece Kur'an'da yer alan hükümlerin tefsiri sahasıyla sınırlandırmak, her şeyden önce Kur'an'a aykırı bir tutumdur. Zira Sünnet'in fonksiyonunun bu şekilde sınırlandırılabileceğini Kur'an'a dayanarak isbat etmek mümkün olmadığı gibi, vakıa da bunun tersini göstermektedir.

Vahiyden aldığı bu yetkiye istinadendir ki Sünnet, haram-helal konusunda olduğu gibi ibadetler ve muamelat sahasında da hüküm koyma mevkiindedir. Yukarıda zikrettiğimiz (kadının, halası, teyzesi, erkek ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamayacağını belirten) hadis dışında, mesela ehlî eşek etlerinin yenmesini yasaklayan hadis de aynı özelliktedir. Usul kitaplarında daha fazla örnek görülebilir.

Kur'an'ın hangi hususları yer vermesi gerektiğini ve neleri ihtiva etmemesi icap ettiğini belirlemek bizlerin yetkisinde değildir. Kur'an'da yer alan nice hükümler vardır ki, Sünnet tarafından ortaya konanlardan daha az önemli olduğu kesindir.

Mesela yukarıda değindiğimiz abdest ayeti böyledir. Bu el-Mâide ayetinde abdestin nasıl alınacağı neredeyse bütün detayları zikredilerek belirtilmişken, namazın nasıl kılınacağı konusunda hiçbir izah yer almamaktadır. Oysa abdest, namaz için teşri kılınan bir vasıtadır ve kendisi müstakil bir ibadet değildir. Böyle olduğu halde namaz hakkında Kur'an'da niçin izahat verilmediği sorusunun cevabı, Sünnet'in vahiy kaynaklı olduğu kabul edilmeden verilemez. Bu tarz pek çok mesele zikredilebilir.

Meselenin bir de şöyle bir boyutu var: Sünnet'in Kur'an'da yer almayan hükümler getiremeyeceğini söyleyenler, çoğunlukla Kur'an'ın ihtiva etmediği hükümler ve durumlar hakkında içtihad yapılmasını hararetle savunanlardır. Hatta bunlar içinde Kur'an'da yer alan hükümlerin dahi bağlayıcı olmadığını söyleyenler vardır. Bu durumda hayatın idamesi için yeni içtihadlar yapılması zarureti doğmaktadır.

Ancak bu durum şöyle bir netice doğurmaktadır: Sünnet vahiy kaynaklı olduğu halde Kur'an'da bulunmayan hükümler getiremez; ama bizler içtihad ederek Kur'an'da bulunmayan konularda (hatta "tarihselcilere göre: Kur'an'ın yer verdiği teşrii hükümler sahasında bile) içtihad ederek hüküm koyabiliriz, koymalıyız.

Sonuçta Sünnet'ten esirgenen bir teşri yetkisi, kendisini içtihad aynasında gören herkese tanınmış olmaktadır. Bu da ayrı bir tuhaf durumdur.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Eylül 2013 Perşembe

AYETLERİN İNİŞ SEBEBİ VE GEÇERLİLİĞİ


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


En son bid'at mezheplerden birisi olan “ modernizm”in temsilcilerinin, Kur'an'ın “tarihsel” bir kitap olduğunu, yani ihtiva ettiği hükümlerin 7. yüzyıla ait olduğunu, bugün için geçerliliğinin bulunmadığını söylemesi, en başta sakat bir “Allah inancı” taşıdıklarını gösterir.

Günümüzde birçok itikadî bid'at fırkası mevcut. Bu fırkalardan kimisi geçmişten beri varlığını sürdürüyor (Şia gibi); bir kısmı ise daha evvel yoktu, yeni çıktı.

“ Modernizm ” denen düşünce akımı, işte bu nevzuhur bid'at fırkalarının başında geliyor. Bu cereyanın mümessillerinin Kur'an , Sünnet, Fıkıh, Kelam… ve diğer sahalarda Ehl -i Sünnet çizgiye aykırı düşen bir hayli görüşleri mevcut.

Tarihselcilik görüşünü benimseyen modernistler , Kur'an ayetlerinin sadece indikleri dönemin meseleleriyle ilgilendiğini, dolayısıyla bugüne hitap etmediğini söylerler. Mesela Tebbet Suresi hakkında şunları duyarsınız tarihselcilerden: “Bu surede Ebu Leheb ve karısı anlatılıyor. Oysa bugün ne Ebu Leheb ver, ne de onun “odun hamalı” karısı. Öyleyse Ebu Leheb'in ve karısının hayatta olduğu dönem için anlamlı olan bu sure, bugün bize hitap etmiyor demektir…”

Tarihselcilere göre Yüce Kitabımız'ın sadece indirildiği döneme ait kişi ve olaylarla ilgili ayetleri değil, hüküm bildiren, emir ve yasak getiren ayetleri de böyledir; yani bugüne hitap etmez; miadını doldurmuş ve geçerliliğini yitirmiştir!

Böyle bir düşüncenin Kur'an ayetlerinden onay almayacağı ve sadece Ehl -i Sünnet itikadına değil, diğer birçok itikadî fırkanın inancına göre de, insanı son derece tehlikeli noktalara sürükleyeceği açıktır.


İniş sebebi-vahiy ilişkisi
“Sana Allah yolunda neleri infak edeceklerini soruyorlar…” (Bakara, 219)

“Sana yetimler (hakkında nasıl hareket edeceklerin)i soruyorlar…” (Bakara, 220)

“Sana ‘Azap hak mıdır?' diye soruyorlar…” (Yunus, 50)

Rasul -i Ekrem s.a.v. Efendimiz'e sorulan bir soru veya meydana gelen bir olay ( sebeb -i nüzul) üzerine inen bu ve benzeri ayetleri okuduğumuzda, aklımıza bir an için dahi olsa şöyle bir düşünce geliyor mu: “Eğer nüzul sebebini teşkil eden o soru sorulmamış veya o olay meydana gelmemiş olsaydı bu ayet inmeyecekti.”

Eğer bu soruya cevabımız “evet” ise, o takdirde Allah Tealâ'nın ilmi, kelamı, takdiri ve bütün bunlarla ilişkili olan Levh -i Mahfuz konusunda daha fazla bilgiye muhtacız demektir.

“Allah Tealâ'nın ilmi ezelî ve mutlaktır” dediğimizde kasdettiğimiz şudur: Yüce Rabbimiz olmuş-bitmiş şeyleri, şu anda olmakta olanları ve yakın ve uzak gelecekte olacak olanları aynı şekilde bilir. O'nun bilmesi, bilmenin tam ve nihaî halidir, yani mutlaktır. Yani O'na gizli kalan hiçbir şey yoktur ve O'nun ilminde “ana hat” veya “detay/ayrıntı” diye bir ayrım yoktur; O her şeyi aynı seviyede ve aynı şekilde bilir.

Dolayısıyla Cenab -ı Hak, nüzul sebebini teşkil eden olaylar meydana gelmeden veya sorular sorulmadan önce, onların olacağını ve sorulacağını ezelden beri biliyordu. Bu ezelî ve mutlak bilgi, olayın meydana geliş veya sorunun soruluş tarzını ve zamanını ihtiva ettiği gibi, ona indirilecek cevabı da ihtiva eder.

Öte yandan yine biliyoruz ki, Yüce Allah'ın cc bütün sıfatları gibi “Kelam” sıfatı da ezelîdir. Bu sebeple bizler Kur'an -ı Kerim'e “Kelam-ı Kadîm ” (yani ezelî kelam, kadim söz) deriz. Kur'an -ı Kerim de Allah Tealâ'nın kelamı olduğuna göre, belli bir nüzul sebebi üzerine indirilen ayetlerin de ezelden beri mevcut olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Şu halde herhangi bir olay ( sebeb -i nüzul) üzerine vahyin inmesi hadisesini şu şekilde izah etmek gerekiyor:

Allah Tealâ'nın , meydana geleceğini ezelden beri bildiği bir olay, günü-saati geldiğinde vuku buluyor, olayı yaşayan kişi Efendimiz s.a.v.'e gelerek başından geçen hadisenin hükmünü soruyor ve bunun üzerine, ezelî kelamın o olaya taalluk eden kısmı bir ayet olarak indiriliyor.

Levh-i Mahfuz'un mahiyeti

Peki vahyi indiren Cebrail a.s. onu nereden alarak Efendimiz s.a.v.'e getiriyordu? Kur'an'da şöyle buyurulur :

“Hayır, (sana vahyedilen ) o (kitap), kadri pek büyük bir Kur'an'dır . Ki Levh-i Mahfuz'dadır .” ( Bürûc , 21-22 )

“… ki bu, hakikaten çok değerli bir Kur'an'dır ; korunmuş bir Kitap'ta Levh-i Mahfuz'da) dır .” (Vâkıa, 77-78 )

“Doğrusu biz onu Arapça olarak okunacak bir Kur'an kıldık ki, akıl erdiresiniz. Şüphesiz o, katımızda bulunan Ana Kitap'tadır. Şanı yücedir, hikmetle doludur.” ( Zuhruf , 4)


Bu ayetler, Kur'an ayetlerinin Levh -i Mahfuz'da bulunduğunu ifade etmektedir. Öyleyse şunu anlıyoruz ki, Cebrail a.s ., Rasul -i Ekrem s.a.v Efendimiz'e getirdiği Kur'an ayetlerini, Levh -i Mahfuz'dan almaktadır. Ve yine şunu anlıyoruz ki, Kur'an ayetleri, peyderpey nazil olurken, hatta nüzul sürecinden çok daha önceleri Levh -i Mahfuz'da bir bütün olarak mevcuttu.
Öyleyse belli bir nüzul sebebi üzerine inen ayetlerin, o nüzul sebebi meydana gelmeden önce de aynen var olduğunu söylemek durumundayız.
Şu halde ayetin “varlığı” değil, sadece “nüzulü” sebebe bağlı olarak düşünülmelidir. Tarihselcilerin yanıldığı nokta işte burasıdır…

Evrenin kader defteri
Kur'an'da bulunan başka birçok ayetten, Levh -i Mahfuz'da Kur'an dışında başka nelerin bulunduğunu öğreniyoruz.

“Hem yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. Biz Kitap'ta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi toplanıp Rabblerinin huzuruna getirilecekler.” ( En'am , 38)

“Fakat yeryüzünün onlardan neyi eksilttiği bizim malumumuzdur. Bizim katımızda hıfzedici bir Kitap vardır.” (Kaf, 4)

“Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık Kitap'ta bulunmasın.” (Yunus, 61)

“İnkârcılar, “Kıyamet bize gelmeyecek” dediler. De ki: Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile O'ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitap'tadır .” ( Sebe ', 3)

“Ne kadar ülke varsa hepsini Kıyamet gününden önce ya helâk edecek veya en çetin biçimde azaplandıracağız . Bu, Kitap'ta yazılı bulunuyor.” ( İsra , 58)

“Allah dilediğini siler, dilediğini de sabit bırakır. Ana Kitap O'nun katındadır.” ( Ra'd , 39)

“ Gaybın anahtarları O'nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir Kitap'tadır .” ( En'am , 59)

Bu ayetler, kâinatta bulunan her şeyin, zerrelerden kürelere, yerin derinliklerinden, bize sonsuz gibi gelen uzayın dipsiz karanlığına kadar, nerede ne olmuş, oluyor ve olacak ise hepsinin bilgisinin en ince detayına kadar, sebepleri ve sonuçlarıyla Levh -i Mahfuz'da kayıtlı bulunduğunu haber vermektedir.

Allah Tealâ'nın ilminin sınırı yoktur.

“De ki: “ Rabbim'in sözlerini yazmak için derya mürekkep olsa ve bir o kadarını da ilave etsek, Rabbim'in sözleri tükenmeden deniz tükenirdi.” ( Kehf , 109)

Bu ve daha birçok ayetin açıkça ifade ettiği gibi, Yüce Rabbimiz'in ilmi için bir sınır tayin etmek hiçbir varlığın haddi değildir.

Zamanın başından sonuna kadar ve mekânın her boyutunda olmuş ve olacak her şeyin bilgisine sahip olan Yüce Allah'ın, insanlığa gönderdiği son vahyin 21. yüzyıl insanı hakkında “geçerliliğini yitirmiş” olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. Böyle bir şey söyleyebilmek için, Allah Tealâ'nın ilminin -hâşâ- sınırlı olduğuna inanmak gerekir ki, böyle bir düşünce sahibinin dinden çıkmasına sebep olur.

Bir de, dünyadaki, hatta sadece dünyadaki değil, evrenin herhangi bir yerindeki herhangi bir olayın, henüz meydana gelmeden önce Levh -i Mahfuz'da kayıtlı bulunduğu gerçeğini hesaba kattığımızda, yukarıdaki düşüncenin en başta Kur'an'a aykırı olduğu daha iyi anlaşılmış olacaktır.

Bir diğer ifadeyle, belli bir nüzul sebebi üzerine indirilen ayet de, onun inişine sebep kılınan olayın meydana geleceğine dair bilgi de ezelden beri Levh -i Mahfuz'da kayıtlı olduğundan, doğru olan şöyle düşünmektir :

Zaman bizi bağlar, Cenab-ı Hakk'ı değil.

Herhangi bir olayı, meydana geldiği tarihle bağlantılı düşünmek insana mahsus bir tavırdır. Çünkü bizler, zamandan ve mekândan bağımsız düşünemiyoruz. Oysa Allah Tealâ için dün de, bugün de yarın da birdir. Zaman O'nun yarattığı bir şeydir; O'nun ilmini ihata edemez, kuşatamaz, etkileyemez. Bizler sadece geçmişe ve bugüne ait şeylerin malumatına (hatta onların da cüz'i bir kısmına) sahip iken, Allah Tealâ bütün zamanların ve bütün mekânların, hatta zaman ve mekân ötesinin ( gaybın ) bilgisine sahiptir.

Dolayısıyla bizim, “tarihin belli bir dönemine ait” olarak gördüğümüz şeyler ile bugüne ait gördüğümüz şeyler, aslında bizim sınırlı değerlendirmemize göre böyledir. Allah Tealâ nezdinde ise bunlar arasında hiçbir fark yoktur.

Mukaddes Kitabımız'ın tamamının veya bir kısım hükümlerinin artık geçerliliğini yitirdiği iddiasını bir de bu en temel akaid bilgisine göre değerlendirmek gerekir. Açıkça görülüyor ki, bu tarz iddia sahiplerinin asıl sorunu Allah tasavvuruyla alakalıdır.


E. Sifil


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.



EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

5 Eylül 2013 Perşembe

133.DİN KOLAYLAŞTIRILABİLİR Mİ?


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

Sanki Din bizi, ne halde bulunuyorsak o halde rahatlatmak ve her şekilde tercihlerimizi onaylamak için gönderilmiş gibi, hayatımızı Din’e göre değil, Din’i hayatımıza göre ayarlamanın peşindeyiz sürekli.

Hayatımızı kolaylaştıran ruhsatlar, “hafifletilmiş” hükümler, “seyreltilmiş” mükellefiyetler...

Fıkhî hükümleri yenilemek, yani “ıslah” ve “tecdid” adı altında “reform” yapmak isteyenlerin önündeki en büyük engel mezheplerdir. Yaşadığımız hayatı İslâmlaştırmaya çalışmak yerine, yaşadığımız hayata İslâm’dan onay aramak peşinde olanlar gayet iyi biliyorlar ki, insanımız mezheplere sıkı sıkıya bağlanmayı sürdürdükçe bunu yapmaları mümkün olmayacak.

Mezhepler Kur’an-ı Kerim’i ve Sünnet-i Seniyye’yi en doğru biçimde anlamanın yegane yolu olduğu için, tarih boyunca ortaya çıkmış büyük alimlerden hiçbirisi kendisini mezheplerden azade görmemiş, böyle bir tavrı aklından bile geçirmemiştir. İmam Gazzâlî, Takiyyüddîn Sübkî, İbn Dakîk el-Iyd, Kemalüddîn İbnu’l-Hümâm ve daha yüzlerce alim, içtihat yapabilecek seviyede oldukları halde “ben mezhepleri tanımıyorum” gibi bir tavır içinde asla olmamıştır. Tam aksine, bu büyük alimler uhrevî sorumluluk duygusu içinde hareket ederek mevcut yapıyı zedeleme anlamına gelecek her türlü davranıştan şiddetle uzak durmuşlardır.

Modern dönem müslümanlarının belki de en temel problemi şu: İçinde bulunduğumuz duruma nasıl geldiğimiz, niçin bu şartlarda yaşamak zorunda olduğumuz, dünyanın gidişatını tayin etme, ya da en azından etkileme konumuna gelebilmek için global ölçekte neler yapmamız gerektiği… gibi meselelere kafa yormak yerine,  yaşamakta olduğumuz durumu Din’e onaylatarak rahatlamanın yollarını arıyoruz.

İslâm kolaylık dinidir. Kur’an’da, “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara, 185) buyurulmuştur. Efendimiz s.a.v. de kabilelere gönderdiği görevlilere, “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” (Buharî, Müslim) buyurmuştur. Kendisi de iki şıktan birisini seçmek durumunda kaldığı zaman kolay olanı seçmeyi bir tavır olarak benimsemiştir.

Yukarıdaki satırlar Din tasavvurunu “kolaylık” ilkesi üzerine bina edenlerin ağzından sıklıkla duyduğumuz tespitleri yansıtmaktadır. Din tasavvurunun merkezine “kolaylık” ilkesini bir kere yerleştirdikten sonra, bizi dara düşüreceğini, sıkıntıya uğratacağını, hayat tarzımızı ve alışkanlıklarımızı etkileyeceğini düşündüğümüz hemen her olayı bu zeminde çözüme kavuşturmak hayli kolay oluyor.

Denebilir ki: “İyi ama ‘kolaylaştırmak’ Usul ve Fıkıh zemininde de ulemanın bir ilke olarak benimsediği bir husus değil midir?” Mecelle’de yer alan “Meşakkat teysiri celb eder” (Zorluk ve sıkıntı durumunda kolaylık gösterilir) (Madde 17) ve “Bir iş dıyk oldukta müttesi’ olur” (Bir işte zorluk ve sıkıntı mevcut olduğunda ruhsat ve kolaylık gösterilir) (Madde 18) kaideleri de bu durumu ifade etmiyor mu?


Evet, öyledir. Ama burada şu gerçeği gözden uzak tutmamalıyız: Ulemamızın benimseyip işlettiği, Kur’an ve Sünnet’te emredilmiş olan “kolaylaştırma” ilkesi, mevcut ahkâmı kolayımıza gelen yeni hükümlerle değiştirmek anlamına gelmiyor. Efendimiz s.a.v.’in benimseyip uyguladığı ve bize de uygulamamızı tavsiye ettiği şey bu değil.

Yukarıda meali zikredilen ayeti örnek olarak ele alabiliriz: Mezkûr ayetin baş tarafında Ramazan orucu ile ilgili hükümler yer alıyor ve Yüce Allah, hasta veya yolcu olanların Ramazan orucunu başka zaman tutabileceklerini beyan buyuruyor.

Bu ayetin getirdiği “kolaylık” budur. Aynı örnek üzerinden gidersek günümüzde istismar edilen “kolaylık” ilkesinin burada şöyle bir fonksiyon üstlendiğini görüyoruz: Ramazan ayı özellikle yaz mevsiminde çok uzun günlere denk geliyor. Bu uzun günlerde oruç tutmak kendisine meşakkatli gelenler, orucu başka zamanlara –mesela günlerin kısaldığı kış aylarına– erteleyebilirler!!

Kurban ibadetini yerine getirmek için kan dökmektense, kurban bedelini yoksula tasadduk etmenin daha uygun olacağı ya da izdiham dolayısıyla haccın sınırlı günlerde eda edilen bir ibadet olmaktan çıkartılıp bütün seneye yayılması, ya da günümüzde faizsiz ekonomi düşünülemeyeceği gerekçesiyle ve faizsiz ekonomi seçeneği üzerinde ısrar etmenin müslümanları zora soktuğu gerekçesiyle faizi meşru kabul etme talebi !! hep bu bakış açısının ürünü olarak dolaşımdadır.

Aradaki fark oldukça net. Ulemanın ortaya koyduğu örnekler de göstermektedir ki, “kolaylık” ilkesi, mevcut ahkâm içinden, telfike gitmemek (aynı konudaki birbirine zıt hükümlerle aynı anda amel etmemek) ve daimi surette ruhsatların peşine düşmemek kaydıyla bize çıkış yolu sağlayan hükmün alınması şeklinde iş görmelidir. Yoksa mevcut hükümü kaldırmak, sırf bize kolay geldiği için yeni hükümler meydana getirmek, Kur’an ve Sünnet’in çizdiği serbestlik sınırları içinde değildir.
Ulemanın devamlı surette ruhsatların peşine düşmeyi kişinin dindarlığındaki bir zaafın göstergesi olarak kabul etmesi anlamsız değildir. Dünyayı ahiret merkezli yaşadığının ve nefs mücahedesinde doğru yolda olduğunun bir göstergesi olarak sürekli azimetle amel eden insan tipi neredeyse kayboldu. Yerini sürekli olarak –adeta pazarlık edercesine– ruhsatları araştıran bir insan tipi türedi.
Dinin ulema sınıfı tarafından zorlaştırıldığı iddiasıyla kolay olanı arayan, bu zihniyet, bir süre sonra ne üzücüdür ki “Her şey insan içindir, din de..” noktasına gelecektir.


E.Sifil

Devam edeceğim inşallah.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Eylül 2013 Salı

132. MEZHEPSİZLİK


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim

"25.Bir mezhebe uymak şart mı? "yazımdan sonra farkettim ki çoğu müslüman mezheplere uymanın önemini bilmiyor. Ya "ben bir mezhebe uymuyorum" diyor ya da "ben her mezhepten faydalanıyorum ,durumuma uyan hangisiyse onu alıyorum" diyor.Bu yüzden araştırmalarıma devam ettim ve bu konuyla ilgili bugünden başlayarak birkaç yazı yayınlayacağım inşallah.Bu konuyu çok önemsiyorum ;çünkü ben de önemini 2 yıl öncesine kadar bilmiyordum.Bizi yanlış itikadden dinsizliğe kadar götürebilecek tehlikede.Bu konunun iyi anlaşılabilmesi için aşağıda linkini verdiğim 25.,133. ve 135. yazıları da okumanızı tavsiye ediyorum.


İşte o bilgiler:

"Mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü her iki davranış şekli de, belli bir metodu gerekli bulmama noktasında buluşmaktadır.
"Dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.

Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde farklı yönlere kaydı.

Reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?

Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:

1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir. Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.

Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.

Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.

Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.

2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları yapılmıştır.

Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.

Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.

Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.

3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi.

Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.

Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.

Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün yönleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.


Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.

4- Kur'an:
Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.

Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.


Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.

Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. 


Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.

Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.

Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?

Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.

Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.

İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ne üzücüdür ki ortadan kaldırıldığına şahit oluyoruz.

Selam, hidayete tabi olanlara...

E.Sifil



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR