26 Kasım 2018 Pazartesi

KUR'AN-I KERİM'DE HZ. LOKMAN


Lokman Hekîm, bir Peygamber veya velîdir. Fakat İslâm âlimlerinin çoğu, onun peygamber değil, hikmet ve takvâ sahibi, tefekkür ehli, sâlih bir zât olduğu kanaatindedir.


 Hz. Lokman'ın hayatı hakkında pek fazla ve kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ama elimizde sağlam bir kaynak olarak bulunan Kur'an vasıtası ile, onun nasıl bir şahsiyete sahip bulunduğunu ve hayatına yön veren değerlerin neler olduğunu tesbit etmek mümkündür. Çünkü Yüce Allah, onun bizzat kendi oğluna vermiş olduğu öğütleri bize nakletmiştir. Böylece çok emin bir kaynaktan Hz. Lokman'ın değer verdiği önemli prensipler sağlam bir şekilde bize kadar ulaşmış olmaktadır. Hiç şüphesiz onun oğluna bir emanet olarak tevdi ettiği bu önemli prensipler, kendi hayatına da ömrü boyunca ışık tutmuş ve yol göstermiş olan değerli prensiplerdir. 

Kur'an'a dayanarak Hz. Lokman'la ilgili yapılmış tesbitleri şöyle sıralayabiliriz: 

1. Hz. Lokman'ın adı bir Kur'an suresine isim olarak verilmek suretiyle kendisine verilen değer açıkça ortaya konulmuştur. 

2. Hz. Lokman, Yüce Allah tarafından, kendisine şükretmesi için hikmet, yani geniş bilgi, yaptığı her işi yerli yerince yapma, verdiği her kararda isabetli olma kabiliyeti verilmiş olan bilge bir zattır. 

3. Hz. Lokman, Kur'an ayetleri ile hayırla yadedildiğine göre, bu şükür görevini en güzel bir şekilde yerine getirerek, kendisine verilen bu hikmet, yani, din, ahlak, hukuk, sosyal hayat, sağlık gibi hayatın her alanına giren geniş bilgi ve tecrübeleri ile daima toplumun hizmetine koşmuş, onların her türlü dertlerine ve problemlerine çareler bulmaya çalışmış, her yaptığını insanlardan bir karşılık beklemeden yapmış olan örnek bir kimse olmalıdır. 

4. O, her türlü şirkten titizlikle uzak duran, çünkü şirki en büyük bir zulüm olarak değerlendiren; bunun için de, herkesten ve her şeyden daha çok Rabbını seven, yaptığı her işi sadece Onun sevgi ve nzasını kazanmak için yapan, sadece Ondan korkup Ona kulluk ve itaat eden, Onun emirlerini ve yasaklarını en güzel prensipler olarak kabul eden, en güçlü olarak sadece Onu kabul edip, her zaman yalnız Ondan yardım dileyen, 

5. Ahiret hayatına görüyormuşcasına kesinlikle inanan, bu bakımdan en küçük bir iyilik ve kötülüğün kaydedildiğine ve yarın ahiret gününde insanın karşısına geleceğine candan iman eden, 

6. Namazını tam hakkıyla yerine getiren, 

7. Toplum içinde, daima insanları en iyiye, en güzele, ve en doğruya teşvik edip, gördüğü kötülükler karşısında susmayıp elinden geldiğince onları düzeltmeye çalışan, 

8. Gerek bu görevini yaparken ve gerekse başka durumlarda karşılaştığı her türlü zorluk, sıkıntı, bela ve musibetleri sabır ve tahammülle karşılayan, 

9. Gösteriş, kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi, kötü sıfatlardan uzak olan, bunun için de insanlarla konuşurken karşısındakinin yüzüne ilgi ile bakıp konuşan ve cevap veren; yürüyüşüne de dikkat edip her türlü yapmacıktan ve kibirden uzak bir şekilde yü- rüyen, 

10. Yine, insanlarla konuşurken lüzumsuz yere sesini yükseltmekten sakınan ve bunu çirkin bir davranış olarak kabul eden bir kimsedir. Yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış olan bu örnek insanın bu üstün nitelikleri ve değerli öğütleri insanlara yol göstermeye daima devam edecektir.

Doç. Dr. Mevlüt GÜNGÖR

Yazının tamamı için:

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/780/9998.pdf


Kur’ân-ı Kerîm’in Mekke’de nâzil olan 31. sûresi Lokmân adını taşımaktadır. Fakat bu sûrede Lokman’ın kimliğine dair bilgi bulunmadığı gibi Âd kavminden ve onlara gönderilen Hûd peygamberden bahseden diğer sûrelerde de onun adından söz edilmemektedir. Lokmân sûresinde (31/12-19) Lokman’a hikmet verildiği bildirilmekte ve oğluna hitaben iman, ibadet, ahlâk ve görgü kurallarına dair öğütleri aktarılmaktadır. Lokman’a verilen hikmetin ilim, üstün kavrama yeteneği, isabetli söz ve davranış, ilim-amel uygunluğu, din konusunda derin bilgi olduğu belirtilmektedir (a.g.e., XXI, 67; Fahreddin er-Râzî, XXV, 145). (islamansiklopedisi)

LOKMAN HEKİM (A.S.) HAKKINDA HADİSLER

Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Lokmân, peygamber olmayıp, ibâdet eden bir kuldu. Allâh Teâlâ, onu günahlardan korudu. Çok tefekkür ederdi. Îmânı kuvvetli idi. Allâh Teâlâ’yı sever, Allâh Teâlâ da onu severdi. Allâh Teâlâ, ona hikmet ihsân eyledi.” (Kurtubî, Tefsîr,XIV, 59-60)

İmâm Mâlik anlatıyor:

“Bana ulaştığına göre, Lokmân Hekîm’e:

«–Sende gördüğümüz bu (meziyetin mâhiyeti) nedir?» diye sormuşlardı. (Bununla onun fazîletlerini kastetmişlerdi.)

Şu cevâbı verdi:

«−Doğru sözlülük, emâneti yerine getirmek, beni ilgilendirmeyen şeyi terk etmek ve ahde vefâ göstermek.»” (Muvattâ, Kelâm, 17)

Ebû Ümâme -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Lokmân oğluna dedi ki:

«Âlimlerin meclislerinde bulun! Hekîmlerin sözlerini dinle! Çünkü Allâh, yağdırdığı bol yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi ölü kalbi de hikmet nûruyla diriltir.»” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 125)

KUR’ÂN’DA LOKMAN HEKÎM’İN (A.S.) HİKMETLİ SÖZLERİ VE OĞLUNA NASİHATLERİ

Âyet-i Kerimeler’de buyrulur:

“Lokmân, oğluna nasihat ederek: «Yavrucuğum! Allâh’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür (karanlıktır).» dedi.” (Lokmân, 13)

“–Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allâh onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allâh, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdârdır.” (Lokmân, 16)

“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse, onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8)

“–Yavrucuğum! Namazını dosdoğru kıl! İyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış! Başına gelenlere sabret! Doğrusu bunlar, azmedilmesi îcâb eden, (büyük bir azim ve kararlılık gerektiren) işlerdir.”(Lokmân, 17)

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)

“Yürüyüşünde mûtedil ol! (Ne çok hızlı, ne de yavaş yürü! Sükûnet ve vakarını muhâfaza et!) Sesini alçalt! (Bağırıp çağırarak konuşma!) Unutma ki, seslerin en çirkini merkep sesidir.” (Lokmân, 19)

LOKMAN HEKÎM’İN (A.S.) NASİHATLERİ

Lokmân Hekîm’in mûteber kitaplarda nakledilen nasihatlerinden bazıları da şöyledir:

“Ey oğlum! Takvâyı kendin için âhiret sermâyesi edin! Çünkü takvâ, mal ve mülk ile olmayan bir ticârettir!”

“Ey oğlum! Cenâzede hazır bulun! Çünkü cenâze, sana âhireti hatırlatır. Haram ve günahlar ise, senin dünyâya karşı meylini artırır.”

“Ey oğlum! Yalan söyleyen kimsenin nûru gider. Kötü huylu olan kimsenin gam ve kederi çoğalır.”

“Ey oğlum! Anlayışsız kimseye bir meseleyi anlatmak, ağır bir kayayı yerinden oynatmaktan daha zordur.”

“Ey oğlum! Câhili bir yere elçi olarak gönderme! Eğer akıllı ve hikmet sâhibi birini bulamazsan, kendin git!”

“Ey oğlum! Dünyâ derin bir deniz gibidir. Çoğu insan orada boğulmuştur. Takvâ gemin, îman yükün, tevekkül hâlin, sâlih amel azığın olsun! Kurtulursan Allâh Teâlâ’nın rahmetiyle, boğulursan günâhın sebebiyledir.”

“Ey oğlum! Horoz senden daha akıllı olmasın! O her sabah, zikir ve tesbîh ediyor, sen ise uyuyorsun!”

“Mide dolarsa, tefekkür uykuya dalar. Âzâlar da ibâdetten geri kalır!”

“Ey oğlum! Öyle arkadaş seç ki, ayrıldığınız zaman, ne sen onları, ne de onlar seni dillerine dolasınlar!”

“Dostlarını koru! Yakınlarını ziyâret et!”

“Ey oğlum! Üç şey, üç şeyle bilinir: Hilim gazap ânında, şecâat harb meydanında, kardeşlik ise ihtiyaç ânında.”

“Günahlar dışında, arkadaşlarına muvâfakat eyle!”

“Ey oğlum! İnsanlar her gün ibâdet ve tâati ihmâl ettikleri hâlde nasıl olur da va’dolundukları azaptan korkmazlar!”

“Ey oğlum! Dünyâdan yetecek kadar al, ona kapılma, aksi hâlde bu, âhiretine zarar verir. Dünyâdan tamâmen de el-etek çekme, yoksa insanlara yük olursun. Oruç tut, bu, şehvetini kırar. Ancak seni namazdan alıkoyacak kadar da çok oruç tutma! Çünkü Allâh katında namaz, oruçtan daha büyüktür…”

“Ey oğlum! İyiliği, ondan anlayana yap. Nitekim koç ile kurt arasında dostluk olmadığı gibi, iyi ile kötü arasında da dostluk olmaz. Çekişmeyi seven, hakârete uğrar; kötülük olan yerlere giden, töhmet altında kalır; kötülüğe yaklaşan, kendini kurtaramaz ve dilini tutmayan pişmân olur.”

“İyilerin hizmetinde bulun; fakat kötülerle dostluk kurma!”

“Ey oğlum! Emîn bir kimse ol ki, zengin olasın. Kalbin günah lekeleriyle dolu olduğu hâlde insanlara, Allâh’tan korkuyormuş gibi görünme.”

“Kendini unutup da insanlara iyiliği emretme! Yoksa senin durumun, insanlara ışık verdiği hâlde kendisi yanarak tükenen muma benzer!”

“Ey oğlum! Küçükken edepli olursan, büyüdüğünde faydasını görürsün!”

“Küçük işleri umursamazlık etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür.”

“Ey oğlum! Gönlünü kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme. Aç gözlülükten sakın. Takdîre rızâ göster. Allâh tarafından sana verilene kanâat et ki, hayâtın güzelleşsin, gönlün sürûrla dolsun ve hayattan zevk alasın.”

“Ey oğlum! Dünyâ hayâtı kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de az bir kısmı kalmıştır.”

Resûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Lokmân Hekîm’den haber vererek şöyle buyurdu:

“Lokmân, oğluna: «Allâh Teâlâ, kendisine emânet edilen şeyi korur! Ben de seni, malını, dînini ve amelinin sonunu, Allâh Teâlâ’ya emânet ediyorum!» dedi.” (İbn-i Hanbel, II, 87)

“Pek çok Enbiyâ’ya -aleyhimüsselâm- hizmet ettim. Kelâmlarından sekiz sözü hulâsa olarak seçtim. Eğer dikkatli olur da, bu sekiz hasletle amel edersen, kurtuluşa erersin:

1- Namazda iken kalbini,
2- İnsanların arasında iken dilini,
3- Sofrada elini,
4- Başkasının evinde iken de gözünü muhâfaza et.

Diğer dört hasletin de ikisi dâimâ hatırlanması, ikisini ise unutulması îcâb eden şeylerdendir:

Her ahvâlde hatırlayacağın iki husustan birincisi, Allâh Teâlâ’dır ki, O’nu çokça zikret! İkincisi ise, ölümdür ki, onu da hiç unutma!

Unutacağın iki şeyden biri, başkasına yapmış olduğun iyiliklerdir ki, hemen unut! Bir de, başkalarının sana yapmış olduğu kötülükleri unut!..”

Rivâyete göre Lokmân Hekîm’in yüzük taşında:

“Gördüğünü gizlemen, şüphe ettiğini açıklamandan daha güzeldir!” yazılı idi.

Yazının tamamı için:

25 Kasım 2018 Pazar

AL-İ İMRAN SÛRESİ 190-195. ayetlerin tefsiri


Göklerin Ve Yerin Yaratılışını Düşünme, Hayırlı İş Yapanların Mükâfatı

190- Muhakkak göklerin ve yerin yara­tılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında, elbette olgun akıl sahipleri için deliller vardır.

191- Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken daima Allah'ı anar, göklerin ve yerin yaratılışını dü­şünürler (ve derler ki): "Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pak ve münezzehsin. Artık bizi ateş azabın­dan koru.

192- "Rabbimiz, şüphe yok ki sen kimi ateşe sokarsan onu hakir kıldın de­mektir. Zulmedenlerin hiç bir yardım­cıları yoktur.

193- "Rabbimiz, biz, "Rabbinize iman edin" diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Rabbimiz, günah­larımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, ruhumuzu da iyilerle birlikte al.

194- "Rabbimiz, bize peygamberlerinle vaad ettiğini de ver. Kıyamet gününde bizi rüsvay etme. Şüphe yok ki sen vaadinden dönmezsin.

195-Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi: "İçinizden gerek erkek, gerek kadın olsun amel eden hiç bir kimsenin amelini elbette boşa çıkarmayacağım. Sizler birbirinizdensiniz. Şimdi hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyet görenlerin, savaşıp da öldürülenlerin elbette günahlarını örteceğim. Andolsun ki -Allah'tan güzel mükâfat olmak üzere- onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Mükâfatın en güzeli Allah nezdindedir."


Nüzul Sebebi
"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında.... "diye başlayan 190. ayetin nüzulü ile ilgili olarak Taberanî ve İbni Ebî Hatim, İbni Abbas'tan şöyle dediği­ni rivayet etmektedirler: Kureyşliler Yahudilere varıp şöyle dediler: "Musa siz­lere ne gibi ayetler (mucizeler) getirdi? Yahudiler şu cevabı verdiler: "Asası ve bakanlara bembeyaz görülen eli" dediler. Hristiyanlara gidip, "İsa nasıldı" diye sordular. Onlar da, "İsa anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirir, ölüyü diriltirdi" dediler. Bu sefer Peygamber (s.a.)'e varıp şöyle dediler: "Haydi bizim için Rabbine dua et, şu Safa tepesini altın kılsın." O da Rabbine dua etti, bunun üzerine, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayeti nazil oldu. İşte bu­nun üzerinde düşünmelidirler. İbni Kesir der ki: Ancak bu rivayet müşkildir (açıklanması zordur). Çünkü bu ayet-i kerime Medine'de inmiştir. Onların Safâ'nın altına dönüşmesini istemeleri ise Mekke'de olmuştur.[58]

Yüce Allah'ın, "Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi..." diye baş­layan 195. ayetin nüzulü ile ilgili olarak da Saîd b. Mansûr, Tirmizî, Hâkim ve İbni Ebî Hatim, Ününü Seleme'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ey Al­lah'ın Rasulü, ben hicret hususunda kadınlardan söz edildiğini duymadım. Bunun üzerine Yüce Allah, "Nihayet Rableri dualarına şöyle karşılık verdi..." buy­ruğunu indirdi. [59]

Açıklaması


Şüphesiz göklerin ve yerin yoktan var edilmesinde, göklerin yükseklik ve genişliğinde, yerin ise alçaltılıp kesafet kazanmasında, hayat için elverişli olu­şunda, göklerde bulunan harikulade düzen, belli yörüngelerde seyreden yıldız­lar, gezegenler, galaksiler, denizler, dağlar, nehirler, ekinler, bitkiler, meyveli ve meyvesiz ağaçlar ve madenlerde zenginlik kaynaklarında, mevsimlere ve böl­gelere göre sene boyunca uzayıp kısalarak bazen de eşitlenerek gece ile gündü­zün ardı arkasınca gelmesinde şüphesiz Allah'ın varlığına, kudretinin mükem­melliğine, azametine delâlet eden bir çok belgeler, ayetler vardır. Ancak bunla­rın farkına varabilmek, eşyayı gerçek şekilleri üzere idrak eden ve akılsız, sa­ğır ve dilsizler gibi olmayan olgun akıl sahiplerinden beklenen bir harekettir. Öbür türlü sağır ve dilsiz, akıl etmeyen kimseler hakkında ise Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, bunlardan yüz çevi­renler olarak üzerlerinden geçer, giderler. Onların çoğu şirk koşmaksızın (bir türlü) Allah'a iman etmezler." (Yusuf, 12/105-106).

Daha sonra Yüce Allah olgun akıl sahiplerini şöylece nitelendirmektedir: Bunlar hem zikrederler, hem de düşünür ve ibret alırlar. Ayakta durarak, otu­rarak, yanları üzerinde yatarak velhasıl her durumda Allah'ı anarlar. İçlerin­de, kalplerinde, dillerinde bütün halleriyle Allah'ı sürekli anarlar.

Göklerde ve yerde bulunan yaratıcının azametine, kudretine ve rahmetine delâlet eden sırlar, menfaat ve hikmetler üzerinde düşünür ve onları kavrama­ya çalışırlar.

Tefekkür yaratıcının yaptıkları ve yarattıkları üzerinde olur, yaratıcının kendisinde değil. Çünkü onun zat ve sıfatlarının hakikatine ulaşmak imkânsızdır. el-Asbahânî, Abdullah b. Selâm'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) tefekkür etmekte bulunan Ashabının yanına geldi, dedi ki: "Siz Allah'ın yarattıkları üzerinde düşünün. Yaratan hakkında düşünmeyin. Çünkü sizler Allah'ı hakkıyla takdir edemezsiniz." Hasan-ı Basrî de der ki: "Bir anlık tefekkür bir gece ibadetten hayırlıdır."

Tefekkür eden zikir ehli derler ki: Rabbimiz, sen bu mahlûkatı boşuna ya­ratmadın. Boş ve gereksiz yere bunları var etmedin. Sen batıl iş yapmaktan, boş iş yapmaktan münezzehsin. Senin bütün yaratman haktır, her türlü fayda­yı, hikmet ve kudreti ihtiva etmektedir. Yani tefekkür eden mümin dikkatle düşündükten, aklını kullanarak, tetkik edip inceledikten sonra Yüce Allah'a niyaz ile yönelir. Varlıkların yaratılışında Yüce Allah'ın sonsuz hikmetine ka­naatini açıkça ilân ederek der ki: Ey Allahım! Cehennem azabını bizden uzak­laştıracak bir engel kıl ve bizi cehennem azabından uzak tut. Salih amelde bulunmaya, kesin, sabit ve doğru itikada sahip olmaya bizleri muvaffak eyle! "Subhanallah" buyruğunun anlamı ise O'nun kötülüklerden tenzih edilmesidir. Nitekim Musa b. Talha yoluyla gelen hadis-i şerifte Resulullah (s.a.)'ın böyle açıkladığı sabit olmuştur.

Sen adaletin gereği, onun sapması, sapıklığı ve hatası dolayısıyla cehenne­me koyduğun kimseyi elbette ki küçük düşürmüş, hakir ve zelil kılmış olursun. Çünkü sana karşı gelip isyan edeni sen kahreder ve zelil edersin. Haksızlık ve zulümleri dolayısıyla kendilerine zulmeden kâfirlere yardımcı olacak, onları destekleyecek ve Allah'ın azabından kurtaracak kimse olamaz. Bu şekilde on­ları cezalandırmak zulüm ve hadleri aşmaları dolayısıyla adaletli bir cezadır. Ayrıca Yüce Allah'ın cehenneme koyacağı kimseye şefaat ve başka herhangi bir yolla yardımcı olacak kimsenin olmadığını bildirmektedir.

Rabbimiz, şüphesiz biz imana çağıran bir davetçinin nidasını duyduk. Bu kişi Allah'ın rasulüdür. O bizlere, "Rabbinize iman edin" diyordu. Onun çağrısı­nı kabul ettik, ona uyduk. Bunun anlamı şudur: Onlar Allah'a ve onun kudreti­ne iman etmekle birlikte, Resulullah (s.a.)'ın getirmiş olduğu bütün sert hü­kümlere, ahkâma, adab ve ahlâka da iman etmişlerdir.

Rabbimiz, artık sen büyük günahlarımızı ört, küçük günahlarımızı bağış­la. Hayırlı, salih kimselerin arkadaşlıklarını, onlardan birisi olmayı, onların amelleri gibi işler yapmayı bizlere lütfet. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle birliktedirler..." (Nisa, 4/69).

"Rabbimiz bize... ver." Dünyada zafer, ahirette cennet gibi peygamberleri­nin vasıtasıyla yahut iman ve peygamberlerini tasdik etmek karşılığında vaad ettiğin güzel mükâfatı bize ver. İşte bu ifade, onların kusurlu olduklarını kabul ettiklerini ve buna rağmen Allah'ın muvaffakiyet ve inayetine güven duydukla­rını açıklamaktadır. Kıyamet gününde -Rabbimiz!- insanların huzurunda bizi rezil etme! Şüphesiz ki sen iman ve salih amele karşılık sözünü yerine getiren, gerçekleştirensin. Bu, gerek Yüce Allah'ın, "Allah sizden iman edip salih amel işleyenlere onları mutlaka yeryüzünde halifeler yapacağını vaad etti." (Nûr, 24/55) buyruğunda olduğu gibi dünyada ilerlemek, üstünlük sağlamak, ege­menlik kurmak şeklinde olsun, gerekse de ahirette şu buyruğunda ifade ettiği gibi cennete nail olmak suretiyle olsun, "Allah mümin erkek ve mümin kadınla­ra altından ırmaklar akan cennetleri vaad etmiştir." (Tevbe, 9/72).

Yüce Allah imanlarının samimiyeti dolayısıyla onların dualarını kabul bu­yurdu ve erkek veya dişi olsun her bir amel edene amelinin karşılığını verdi. Çünkü hak ve görevler bakımından erkekler ve dişiler birbirine eşittir. Salih amellere verilecek mükâfat bakımından da böyledirler. Bunda garip bir taraf yoktur. Çünkü onlar aynı köktendirler. Bütün erkekler ve dişilerin biri ötekin­dendir. Erkek dişiden, dişi de erkekten doğmaktadır.

Yüce Allah mükâfatın amele bağlı olduğunu söyledikten sonra, açığa çıkan bir takım amelleri açıklamaktadır. Bunlardan birisi İslâm'ın ilk dönemlerinde İslâm davasını desteklemek, Resulullah (s.a.)'a yardımcı olmak, gücüne güç katmak için Mekke'den Medine'ye hicret etmektir. Bir diğeri ise dini uğrunda yurdundan çıkartılmak, kovulmak; bir diğeri Allah yolunda işkence ve eziyet­ler görmek, savaşmak ve öldürülmektir.

İşte bu şekilde güzel amelde bulunanların Allah günahlarını örter, onları altında ırmaklar akan cennetlere ebedî kalmak üzere yerleştirir. Salih amelleri karşılığında onları Allah kendi katından bu şekilde mükâfatlandıracaktır. Esa­sen (böyleleri için) Allah nezdinde güzel sevap ve mükâfattan başkası da yok­tur. Bu da cennettir. [60]

[58] İbni Kesir, 1/438.


[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/455-456.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/457-459.

24 Kasım 2018 Cumartesi

Peygamberlerin soy ağacı ve geliş sırası


1. Adem (as).

2. Şit (as): Babası: Âdem Aleyhisselâm, Annesi de, Hz. Havvâ'dır.

3. İdris (as): İdris (as)'ın soyu, Yerd (yahud Yarid)b.Mehlâil b.Kay­narı (yahud Kaynen) b.Enuş, b.Şit, b.Âdem Aleyhisselâm.

4. Nuh (as): Nuh b.Lemek (veya Lemk), b.Mettu Şelah, b.Ahnuh (veya Uhnuh) (Yani İdris Aleyhisselâm), b.Yerd (veya Yarid), b.Mehlâil, b.Kayn (veya Kaynarı), b.Enuş, b.Şis, b.Âdem Aleyhisselâm.

5. Hud (as): Hûd (Âbir) b.Abdullâh, b.Rebah, b.Halud b.Âd, b.Avs, b.İrem, b.Sâm, b.Nuh Aleyhisselâmdır.

6. Salih (as): Salih b.Ubeyd, b.Esif veya Asit, b.Kemaşic b.Ubeyd, b.Hadir b.Semud, b.Âbir b.İrem, b.Sâm, b.Nuh Aleyhisse!amdır.

7. İbrahim (as): İbrahim b.Târah (Âzer), b.Nahor, b.Sarug (Şarug) b.Rau (Ergu), b.Falığ, b.Âbir, b.Şalıh, b.Erfahşed, b.Sâm, b.Nuh Aleyhisselâmdır.

8. İsmail (as): İsmail Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın, Hz.Hâcer'den doğan ilk ve bü­yük oğludur.

9. İshak (as): İshak Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın ikinci oğlu olup Hz.Sâre'den doğ­muştur.

10. Lut (as): Lût b.Hâran, b.Târah, b.Nahor, b.Saruğ'dur. Lût Aleyhisselâm; İbrahim Aleyhisselâmın Yeğeni, yani kardeşi Haran'ın oğlu idi.

11. Yakub (as): Yâkub b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Yâkub Aleyhisselâmın Annesi: Refaka'dır.

12. Yusuf (as): Yûsuf b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Yûsuf Aleyhisselâmın annesi: Râhıl bint-i Leban'dır.

13. Eyyub (as): Eyyûb b. Mûs, b. Ra'vil, veya Razıh b. Ays b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâmlardır. Eyyûb Aleyhisselâmın annesi Lut Aleyhisselâmın kızı idi.

14. Zülkifl (as): Bişr (Zülkifl) b.Eyyûb Aleyhisselâm'dır.

15. Şuayb (as): Şuayb b. Mîkâil, b. Yeşcür, b. Medyen, b. İbrahim Aleyhisselâmdır. Şuayb Aleyhisselâmın annesi: Lut Aleyhisselâmın kızı Mîkâil'dir. Şuayb Aleyşhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın Kayınpederi idi.

16. Musa (as): Mûsâ b.İmran, b.Yashür, b.Kahis, b.Lâvi, b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâm'dır. Mûsâ b.İmran Aleyhisselâmla Hârûn b.İmran Aleyhisselâm, Ana-Baba bir kardeş idiler. Harun Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmdan bir yaş büyüktü.

17. Harun (as): Musa (as)'ın kardeşidir.

18. Hızır (as): Rivayete göre: Hızır Aleyhisselamın soyu: Belya (veya İlya) b. Milkân, b.Falığ, b.Âbir, b.Salih, b.Erfahşed, b.Sâm b.Nuh Aleyhisselam olup babası, büyük bir kraldı. Kendisinin; Âdem Aleyhisselamın oğlu veya Ays b.İshak Aleyhisselamın oğullarından olduğu veya İbrahim Aleyhisselama iman ve Babil'den, Onunla birlikte hicret edenlerden birisinin, ya da Farslı bir babanın oğlu ol­duğu, kral Efridun ve İbrahim Aleyhisselam devrinde yaşadığı, büyük Zülkarneyn'e Kılavuzluk ettiği, İsrail oğulları krallarından İbn. Emus'un zamanında İsrail oğullarına peygamber olarak gönderildiği, halen, sağ olup her yıl, Hacc Mevsiminde İlyas Aleyhisselamla buluştukları da, rivayet edilir.

19. Yuşa (as): Yûşa' b. Nûn, b. Efrâim, b. Yûsuf, b. Yâkub, b. İshak, b. İbrahim Aleyhisselâm'dir.

20. Kâlib b. Yüfena (as): Kâlib b. Yüfena, b. Bariz (Fariz), b. Yehuza, b. Yâkub[3] b. İshak, b. İbra­him Aleyhisselâmdır. Kâlib b. Yüfenna Aleyhisselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın kız kardeşi Meryem'in kocası veya Mûsâ Aleyhisselâmın damadı idi.

21. Hızkıl (as): Hızkıl b. Nûridir. Hızkıl Aleyhisselâmın annesi yaşlanıp çocuk doğurmaz hale geldikten sonra, Yüce Allâh'dan bir oğul dilemiş ve Hızkıl Aleyhisselâm, ihsan olunmuştur. Bunun için, Hızkıl Aleyhisselâm (İbnül'acûz = Koca Karının Oğlu) diye anılmıştır.

22. İlyas (as): İlyas b. Yasin, b. Finhas, b. Ayzar, b. Hârûn, b. İmran (A.S)'dır.

23. Elyesa (as): Elyesa' b.Ahtub, b.Adiy, b.Şütlem, b.Efrâîm, b.Yûsuf, b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâm'dır. Elyesa Aleyhisselâm'ın, İlyas Aleyhisselâm'ın amcasının oğlu olduğu da söylenir.

24. Yunus (as): Yûnus b. Matta; Bünyamin b. Yâkub b. İshâk, b. İbrahim Aleyhisselâm oğulla­rı soyundandı. Matta, Yûnus Aleyhiselâmın annesi idi. Peygamberlerden, Yûnus b. Matta ile İsâ b. Meryem Aleyhisselâmlardan baş­ka hiç biri, annesine nisbetle anılmamıştır.

25. Şemûyel (as): Şemûyel b.Bali, b.Alkama, b.Yerham, b.Yehu, b.Tehu, b.Savf'dır. Şemuyel Aleyhisselâm, İsrail oğullarından ve Hârûn Aleyhisselâmın zürriyetindendi. Şemuyel Aleyhisselâmın annesi Hanne olup[6] Lâvi b.Yâkub Aleyhisselâmın Hanedanına mensuptu.

26. Davud (as): Dâvûd b.İşâ Aleyhisselâm; Yehûza b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâmın soyundandır.

27. Süleyman (as): Dâvûd b.İşa Aleyhisselâmın oğlu olan Süleyman Aleyhiselâmın da, soyu, Yehûza b.Yâkub, b.İshak, b.İbrahim Aleyhisselâmlara dayanır.

28. Lukman (as): Lukman b.Sâran, b.Mürîd, b.Savun. Lukman Aleyhisselâm; Dâvûd Aleyhisselâmın devrinde yaşamıştır. Kendisi; Mısır Nub kabilesine mensubtu. Medyen ve Eyke halkındandı. İsrail oğullarından bir adamın kölesi iken, onun tarafından âzâd edilmiş ve kendisine ayrıca mal da, verilmişti.

29. Şâ'yâ (as): Şâ'yâ b.Emus veya Emsıya'dır.

30. İrmiya (as): İrmiya b.Hılkıya; Lavi b.Yâkub Aleyhisselâm'ın soyundan gelen Hârûn b.İmran Aleyhisselâmın soyundandı.

31. Danyal (as): Danyal b.Hızkıl'ül 'asgar, Peygamber oğullarından, Süleyman b.Dâvud Aleyhisselamların soyundandı.

32. Uzeyr (as): Uzeyr b.Cerve Hârûn Aleyhisselâmın zürriyetindendir.

33. Zulkarneyn (as): Zülkarneyn Aleyhisselâmın ismi, soyu ve Peygamber olup olmadığı... Hakkın­da bir çok ve çelişkili rivayetler bulunmaktadır. Kendisinin, Sa'b b.Abdullah'ülkahtânî olduğu söylendiği gibi, babasının Hımyerîlerden olduğu da, ileri sürülmektedir.

İbn. Habîb de; Hımyer krallarının isimlerini -Hişam b.Kelbî'den sırasıyla kitabı­na geçirirken, Sa'b b.Karîn b.Hemal'ı, -Yüce Allah'ın, Kitabında- Zülkarneyn diye anmış olduğunu kayd ettikten sonra, kral Zeyd b.Hemal'ı kayd edip ona da, Yü­ce Allan'ın Tübba' adını vermiş olduğunu açıklar.

Zülkarneyn Aleyhnisselâm hakkında: "Hem Nebi idi, hem Resul idi." diyenler olduğu gibi, "Hayır! O, Resul olmayan bir Nebi idi. Resul olmayan bir Nebî oluşu, inşâallâh, Sahih'dir!" diyenler de, vardır. Hz. Ali'ye göre, Zülkarneyn Aleyhisselâm: Ne bir Nebi, ne de, bir kraldı. Fakat, Allan'ın Salih bir kulu idi ki, o, Allâhı, sevmiş, Allah da, onu, sevmişti.

34. Zekeriyya (as): Zekeriyyâ b.Berahyâ Aleyhisselâmın soyu, Süleyman b.Dâvûd Aleyhisselâmlara, Süleyman b.Dâvûd Aleyhisselâmların soyu da, Yehûza b.Yâkub Aleyhisselâma dayanır.

35. Yahya (as): Yahya (as), Zekeriyya (as)'ın oğludur.

36. İsa (as): Hz. Meryemin oğludur ve bir mucize olarak babasız dünyaya gelmiştir. Hz. Meryem'in babası İmran b.Mâsân olup Hub'um b.Süleyman Aleyhisselâmın soyundandı.

37. Hz. Muhammed (asm): Muhammed b. Abdullah, b. Abdulmuttalib, b. Hâşim, b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilab, b. Mürre, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galib, b. Fihr, b. Mâlik, b. Nadr, b. Kinane, b. Huzeyme, b. Müdrike, b. İlyas, b. Mudar, b. Nizar, b. Maadd, b. Adnan. Bütün kaynaklar Muhammed (a.s.)ın, Adnan'a kadar olan atalarının gerek isimlerinde, gerek sıralarında, ittifak halinde bulundukları gibi, Adnan'ın da İsmail (a.s.) b. İbrahim (a.s.)ın öz be öz soyundan geldiğinde de müttefiktirler.

Kaynak: Peygamberler Tarihi, M. Asım Köksal


23 Kasım 2018 Cuma

AL-İ İMRAN SÛRESİ 104-109. ayetlerin tefsiri


Ma'rufu Emretmek, Münkerden Alıkoymak Ve Ayrılığa Düşme Yasağının Pekiştirilmesi

104- Sizden hayra çağıran, iyiliği emre­den, kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenle­rin ta kendileridir.

105- Siz kendilerine apaçık deliller gel­dikten sonra parçalanıp ihtilâfa dü­şenler gibi olmayın. İşte onlar için bü­yük bir azap vardır.

106- O günde kimi yüzler ağaracak, ki­mi yüzler kapkara olacaktır. Yüzleri kapkara olanlara (denir ki): "Siz imanı­nızdan sonra kâfir oldunuz ha?! O hal­de kâfir olmanızdan ötürü azabı tadın!"

107- Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rah-metindedirler. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.

108- Bunlar sana hak ile okuduğumuz Allah'ın ayetleridir. Allah âlemlere zul­metmek istemez.

109- Göklerde ne var yerde ne varsa hepsi Allah'ındır; bütün işler yalnız Al­lah'a döndürülür.


Açıklaması

Yüce Allah, İslâm ümmetine, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoymakla görevli bir cemaatin oluşturulmasını emretmektedir. İşte bu mü­kemmel insanlar dünya ve ahirette kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Bu ce­maatin sözü geçen anlamda uzmanlaşması iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın her bir kimseye kendi durumuna göre farz olmasına mani değildir. Nite­kim Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre'den sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük (münker) görürse onu eliyle değiştirsin. Buna gücü yetmezse diliyle, buna da gücü yetmezse kalbiyle. İşte bu imanın en zayıf halidir." Bir diğer rivayette de, "Bunun gerisinde imandan bir hardal tanesi kadar dahi eser yoktur." diye buyurulmaktadır. Ahmed, Tirmizî ve İbni Mace Huzeyfe b. el-Yemân (r.a.)'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedirler: "Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emre­der münkerden alıkoyarsınız yahut da fazla zaman geçmeden Allah kendi ka­tından üzerinize bir azap gönderecektir. Sonra ona dua edeceksiniz de O da si­zin duanızı kabul etmeyecektir."

Selef-i Salih'ten herhangi bir kimse bu görevi yapmayı ağırdan almaz, Al­lah yolunda kınayanın kınamasından çekinmezdi. Hz. Ömer minberde bir hutbe irad ettiği sırada şunları da söylemiştir: "Bende bir eğrilik gördüğünüz takdir­de onu doğrultunuz." Deve çobanlarından biri kalkıp şöyle dedi: "Eğer biz sen­de bir eğrilik görecek olursak kılıçlarımızla onu doğrulturuz."

Ey müminler! Sizler din hususunda tefrikaya düşen, bölük pörçük olan ve pek çok ayrılıklara düşen Kitap Ehli gibi olmayınız. Halbuki onlara daha önce­den kendilerine uydukları takdirde onları dosdoğru yola iletecek apaçık deliller de gelmiş bulunuyordu. Onların bu hale düşmelerinin sebebi ise iyiliği emri, kötülükten alıkoymayı da terk etmeleriydi. O bakımdan dünya ve ahirette en büyük azabı hak ettiler. Dünyadaki azapları birbirlerine karşı son derece sert ve katı olmalarıdır. Onlara horluğu, rüsvaylığı ve cezayı tattırmasıdır. Ahiretteki azap ise cehennemde olacaktır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğundur: "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanet olunmuşlardır. Bu onla­rın isyan etmeleri ve haddi aşmalarından ötürüydü. Onlar işledikleri kötülük­ten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Gerçekten onların yaptıkları bu çok kötü bir şey idi." (Mâide, 5/78-79).

Kitap Ehli'ne yapılan bu tehdit karşılığında iman ehline kurtuluş, felah ve umduklarına nail olma vaadi yer almaktadır. Yasaklanan anlaşmazlık, genel meselelerde hevayı ve kişisel menfaatleri hakem kabul edip hükmüne başvur­mak ve dinin asıl prensiplerinde anlaşmazlığa düşmektir. Mezheplerin fer'î hükümlerdeki ve cüz'î içtihatlardaki anlaşmazlıkları ise -mezhepler arası ibadet ve muamelâtın tafsili bir çok hükümdeki anlaşmazlıkları gibi- yerilmiş değil­dir. Çünkü Kur'anî nastan anlaşılanlar pek çok olduğundan, peygamberin fiil­leri çeşitli, haber ve rivayetlerin sübut keyfiyeti türlü türlü olduğundan dolayı bu yerilmiş bir ayrılık değildir.

Kâfirlere azabın zamanı kıyamet günüdür. Bir başka ayet-i kerimede yer aldığı gibi o günde müminlerin yüzleri ağaracak, aydınlanacak ve sevinçle parlayacaktır: "O gün bir takım yüzler apaydınlıktır. Rabbine bakacaktır." (Kıya­met, 75/22-23).

Kitap Ehli'nden olup birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeyen, ihtilâfa düşen kimselerin yüzleri ise kendileri için hazırlanmış bulunan devamlı azabı görecekleri vakit kararacaktır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmak­tadır: "O günde asık ve karanlık nice suratlar vardır. Onlar bel kemiklerini kıracak çok belâlı işlerin kendilerine yapılacağını bilirler." (Kıyamet, 75/24-25); "O günde üzerlerini toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır." (Abese, 80/40-41); "Ve onları bir horluk kaplayacaktır. Onları Allah'tan kurtaracak da yoktur. Sanki yüzleri karanlık gecenin bir par­çasıyla durulmuştur." (Yunus, 10/27).

Daha sonra Yüce Allah her iki kesimin de akıbetini açıklamaktadır. Önce ikinci kesimin kötü durumunu beyan etmekte, daha sonra da birinci kesimin durumunu açıklamaktadır ki bu da müşevveş (yani düzensiz) leff ü neşr üslû­budur. Ayrılığa düşüp anlaşmazlık çıkarmaları dolayısıyla yüzleri kararanla­rı Yüce Allah şu buyruklarıyla azarlayacaktır: Kendisine iman ettikten sonra peygamber Muhammed'i inkâr mı ettiniz. Halbuki sizler onun peygamber olarak gönderileceğini çok iyi biliyordunuz ve sizin elinizde onun nitelikleri ve geleceğine dair müjdeler vardı. Fakat kin ve kıskançlığınızdan dolayı onu inkâr ettiniz. O bakımdan küfrünüzden ötürü sizin cezanız azabı tatmak ol­muştur.

Sözbirliği edip dinde ayrılığa düşmemek suretiyle yüzleri ağaranlara ge­lince, onlar da Allah'ın rahmetinde ebediyyen kalacaklardır. Asla yerlerinin de­ğiştirilmesini istemeyeceklerdir.

Bu ayet-i kerimeler, sana açık açık okuduğumuz Allah'ın belgelerinin apa­çık ayetleridir ya Muhammed! Kendilerinde şüphe bulunmayan değişmez haktır bunlar. Bunlar dünya ve ahiretteki işin gerçek mahiyetini açıkça ortaya ko­yarak sana okunuyor.

Yüce Allah kulları hakkında zulüm istemez; yani O zalim değildir. Aksine asla haksızlık yapmayan mutlak âdil, hâkimdir. Çünkü O her şeye kadir olan­dır, her şeyi bilendir. Ve çünkü zulüm, düzende, şeriat ve hukuk düzeni ihdas etme hususunda hikmet ve mükemmellik ile çatışan bir uygulamadır. O ba­kımdan Allah'ın, yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye ihtiyacı yoktur. O'nun emredip yasakladıklarına gelince, O bununla insanları yolların en doğrusuna hidayet etmek istemektedir. İtaat sınırları dışına çıkıp fasıklık ettikleri takdirde kendilerine zulmedenler bizzat onlar olur. Zulmeden kimse ise bizzat kendisinin ceza görmesine sebep teşkil eder. Nitekim Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "İşte Rabbin zulmeder halde bulunan memleketleri yakala­dığı zaman böyle yakalar. Şüphesiz O'nun yakalayışı pek acıklı, pek çetindir." (Hûd, 11/102).

"Rabbin o memleket halkını, ıslah edip durdukları halde, zulmederek he­lak edecek değildi." (Hûd, 11/117).

Yarattıklarından herhangi bir kimseye zulmetmeye Allah'ın muhtaç olma­dığının delillerinden bir tanesi de şudur: Göklerde ve yerde bulunan bütün ya­ratıklar O'nun mülküdür, O'nun kullarıdır ve bunların hepsi O'na dönecekler­dir. Dünyada da mutlak tasarruf ve hüküm sahibi olan O'dur. [88]


[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/300-302.

20 Kasım 2018 Salı

Doğru İşi, Doğru Zamanda Yapmak


Düşünce ve eylem dünyamızda yaptığımız en mühim hatalardan biri de, doğru işi doğru zamanlarda yapamamaktır. Ne yazık ki zamanlamada yaptığımız hatalar, çoğu zaman doğru eylemlerimizi gölgede bırakmakta ve bir türlü beklenilen kazanımların ortaya çıkmasını sağlayamamaktadır. Gelin öyleyse bu tarz eksiklerimizi gidermek için, yine sahabenin iklimine doğru bir yelken açalım ve köklerimiz olan o güzide nesilden doğru işi, doğru zamanda yapmanın ne demek olduğunu anlamaya çalışalım.

Size; “Efendimiz (sav) Cuma namazına iştirak etti diye, hepinizin çok yakından tanıdığı büyük sahabî, Peygamber’in şairi ve aşığı olan Abdullah ibn Revaha’ya kızdı?” desem, hemen “Efendimiz (sav) bir farzı, hem de Cuma namazı gibi bir farzı yerine getirdiği için neden Abdullah ibn Revaha’ya kızsın ki?” diye itiraz edebilirsiniz. Ama gerçekten Efendimiz Abdullah’a kızmış; onu, kıldığı Cuma namazından dolayı ciddi bir şekilde eleştirmiştir. Neden Efendimiz (sav) böyle doğru bir eylemden dolayı Abdullah ibn Revaha’ya kızmış olabilir? Bu eylemin zamanlamasında nasıl bir eksik vardı ki, o büyük insan, kutlu Nebi’nin çatan kaşlarının muhatabı olmuştur? Sözü daha fazla uzatmadan, tüm dertlerimizin dermanı olan o altın çağın, sayfalarını çeviriyoruz.

Efendimiz (sav) Hicretin 8. yılında Busrâ hükümdarına ulaştırılmak üzere, sahabeden Hâris b. Umeyr’in eliyle o bölgeye bir davet mektubu gönderir. Hâris, bugün Ürdün sınırları içerisinde kalan Mute denen topraklara varınca, o toprakların valisi olan Şurahbil b. Amr’ın askerleri tarafından tutuklanır; saraya valinin huzuruna götürülür ve orada sorgulandıktan sonrada kılıçla boynu vurdurulur. Hâris’in şehadet haberi Medine’ye ulaşınca, Efendimiz (sav) çok gadaplanır, haksızca öldürülen elçisinin kanını yerde bırakmama adına hemen bir ordu tertiplenmesini emreder. Efendimiz’in bu emri gereği 3000 kişilik bir ordu Medine dışındaki ordugâh olan Cürüf’de toplanmak için seferber olur. O gün günlerden Cuma’dır. Efendimiz (sav) ordu içerisinde yer alacak askerlere sabahın erken saatlerinden itibaren Medine’den Cürüf’e doğru hareket etmeleri emrini vermiş, kendisinin de Cuma namazından sonra gelip orduyu yolcu edeceğini onlara bildirmişti.

Bu ordunun Cafer b. Ebi Talib ve Zeyd ibn Hârise’den sonra üçüncü komutanı olan Abdullah ibn Revaha: “Madem Efendimiz (sav) Cuma namazını kıldırdıktan sonra Cürüf’e gelecek, o halde ben, neden Cuma namazından mahrum olayım ki? Namazı Allah Resulü ile birlikte kılar, sonra gider ordugâha yetişirim. Hem de namazdan mahrum olmam” diye düşünmüştü.

Abdullah ibn Revaha böyle masumane bir düşünce ile namaz vakti Mescid-i Nebevi’ye girmiş, Efendimiz’in (sav) karşısında bir yerde durmuştu. Efendimiz (sav) tam minbere çıkıp hutbesini irat etmeye başlayacağı sırada ordunun komutanlarından biri olan Abdullah’ı görmüş, hemen mübarek veçhesi bir anda değişmiş ve sert bir üslup ile Abdullah’a şöyle bir soru yöneltmişti: “Ey Abdullah! Sabah arkadaşlarınla beraber Cürüf’e gitmen gerekmiyor muydu?” Bu soru karşısında Abdullah bir anda sarsılmış, Efendimiz’den hiç beklemediği bir tepkiyi almanın şaşkınlığı ile demişti ki: “Ya Resulullah! Cumayı seninle kılmak, sonrada arkadaşlarımın yanına gitmek istedim. Nasıl olsa sizde Cumadan sonra yanımıza gelecektiniz.” Efendimiz (sav) bu cevap karşısında biraz daha hiddetlenmiş ve demişti ki: “Ey Abdullah! Unutma ki, yeryüzündeki varlığın tamamını Allah yolunda harcasan, yinede arkadaşlarının sabah evlerinden çıkarken elde ettikleri sevabı asla kazanamazsın.”

Abdullah ibn Revaha bu söz karşısında donakalmıştı. O aslında Cuma namazının sevap ve rahmetinden mahrum kalmamak için sabah ordugâha gitmemişti. Ama şimdi yolunun rehberi olan Efendimiz (sav) ona kaybettiği mükâfatın ne kadar büyük olduğunu söylüyordu. Abdullah namaz sonrası büyük bir pişmanlık içerisinde doğruca Cürüf’e doğru koşuyordu. Efendimiz’de namaz sonrası oraya geliyor ve o bahtiyar orduyu Mute’ye doğru yolcu ediyordu. O gün Abdullah ordunun diğer iki komutanı olan Cafer ve Zeyd ile birlikte yola çıkıyor, ama üçü de bir daha Medine’ye geri dönemiyorlardı. Çünkü onlar Mute’nin kahramanları olarak, o topraklarda şehadet şerbetini içeceklerdi. İşte bu tarihi rivayet, bize çok önemli bir hakikat olan; doğru işi, doğru zamanda yapmanın gerekliliğini anlatır.

Ne dersiniz, acaba yeniden ve bir kez daha sahabenin rehberliğinde, düşünce ve eylem dünyamızı zamanlama itibari ile gözden geçirip, bu işin birde bu yönüyle muhasebesini yapmak bizlere çok önemli açılımlar kazandırmaz mı?

Muhammed Emin YILDIRIM

19 Kasım 2018 Pazartesi

Hz. Peygamber’in (sas) Kur’ân-ı Kerîm’deki Yeri


Kur’ân-ı Kerîm, üç ayrı düzlemdeki âyet ve sûrelerle Müslümanın imanla başlayan Hz. Peygamber’e olan ilgisinin gelişip kökleşmesini sağlamıştır:

Birincisi; Müslümanın Allah ile birlikte Resûlullah’a itaat etmesi (Âl-i İmrân 3/32; en-Nisâ 4/136), onu herkesten fazla sevmesi (el-Ahzâb 33/6) ve örnek alması (el-Ahzâb 33/21) gerektiği, âlemlere rahmet (el-Enbiyâ 21/107), ilâhî bir lutuf (Âl-i İmrân 3/164) olarak ve güzel ahlâk üzere (el-Kalem 68/4) gönderildiği, onun vahiy alan bir insan ve son peygamber olduğu (el-Ahzâb 33/40), ilâhî emir ve yasakları tebliğ edip fertleri ve toplumları arındırma ve onlara kitap ve hikmeti öğreterek son hak dini yaşayacak bir olgunluğa ulaştırmakla görevlendirildiği (Âl-i İmrân 3/164; el-Cum‘a 62/2-3), Allah’ın bildirmesi ve istemesi dışında gaybı bilemeyeceği ve mûcize gösteremeyeceği (el-En‘âm 6/109-110; Yûnus 10/20), “Öncekilerin ve sonrakilerin Efendisi” olduğunu ilan etmek üzere Yüce Allah’ın ona inanıp kendisine yardım etmeleri için diğer peygamberlerden mîsak almış olduğu (Âl-i İmrân 3/ 81), Allah’ın ve meleklerin kendisine salât eyledikleri ve müminlerin de ona salâtü selâm getirmeleri (el-Ahzâb 33/56) gibi görevinin mahiyetini açıklayan ve şahsiyetini öven âyetler ilk düzlemi oluşturur. Bu bağlamdaki âyetlerden bir başkasında Yüce Allah, dünyada olmadık bir iltifat-ı ilâhîsine Habibini mazhar kılmış bulunmaktadır: “Hani onlar bir keresinde: ‘Ey Allah! Eğer bu Kur’ân gerçekten Senin tarafından indirilmiş bir kelamsa, o zaman başımıza gökten taş yağdır, yahut bizi çok şiddetli bir azaba çarptır!’ diyerek meydan okumuşlardı. Ey Peygamber! Sen aralarında bulunduğun sürece Allah onlara bu şekilde bir ceza verecek değildir…” (el-Enfâl 8/32-33).

İkincisi; doğup büyüdüğü Mekke şehri, Kâbe, Kureyş kabilesi ve Câhiliye çağı Arap toplumunun dinî ve içtimaî durumu ve hayat telakkileri, çocukluğu, peygamber oluşu ve vahiy alışı, Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri, Habeşistan’a ve Medine’ye hicret, muhacirler ve ensâr, hicret etmeyenler ve Mekke dönemi münafıkları, hicret sonrası faaliyetleri, Medine’deki Müslümanların genel durumu ve Resûl-i Ekrem’e bağlılıkları, Medine devri münafıkları, bedevîler ve Ehl-i Kitab ile münasebetleri, Mekkeli müşriklerle münasebetleri, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri, Hudeybiye Antlaşması, Mekke’nin fethi, Huneyn ve Tebük savaşları gibi konulara yer veren ve onun hayat ve şahsiyetinin esaslarını anlatıp âdeta siyerin planını çizen yüzlerce âyet (bunlar için bk. Derveze, ‘Asrü’n-nebî; Sîretü’r-Resûl, II, 373-471; Özsoy – Güler, Konularına Göre Kur’ân, s. 565-689) ikinci düzlemi meydana getirir.

Üçüncüsü; Kur’ân’da onun Muhammed adı dört yerde (Âl-i İmrân 3/144; el-Ahzâb 33/40; Muhammed 47/2; el-Feth 48/29), Ahmed adı da bir yerde (es-Saf 61/6) zikredilirken birçok âyette “Ey peygamber!”, “Ey resûl!”, “Allah ve resûlü”, “bizim resulümüz”, “O’nun resûlü” ve “de ki” diye hitaba mazhar olmuş, “hayatın hakkı için…” (el-Hicr 15/72) denilerek bir başka iltifata lâyık görülmüş, ona “makam-ı mahmûd” (el-İsrâ 17/79) ihsan edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 114 sûresinden kırkı (En‘âm, Enfâl, Tevbe [veya Berâe], İsrâ, Nûr, Rûm, Ahzâb, Muhammed, Feth, Necm, Mücâdile, Haşr, Mümtehine, Saf, Cum‘a, Münâfikun, Talâk, Tahrîm, Kalem, Müzzemmil, Abese, Târık, Fecr, Beled, Duhâ, İnşirâh, Alak, Kadr, Beyyine, Tekâsür, Hümeze, Fîl, Kureyş, Mâûn, Kevser, Kâfirûn, Nasr, Leheb, Felak ve Nâs) adını, ya doğrudan doğruya Hz. Peygamber’i ya da onun çağdaşlarının tavırlarını ilgilendiren hususlara işaret eden veya telmihte bulunan bir kelimeden almıştır.

Sahâbenin siyer anlayışı


Resûl-i Ekrem’in Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevasında çok geniş bir yer tuttuğunu gören sahâbe nesli onun hayat ve şahsiyetini tanıyıp bilmenin Kur’ân’ı ve İslâm’ı daha iyi anlamak ve öğrenmek için şart olduğunu idrak etmiştir. Bunun sonucunda onların siyer ve megazîye dair haber ve rivayetleri tefsir kitaplarına yansımış, siyer ve megazî müellifleri de ele aldıkları konuları ilgilendiren birçok âyete eserlerinde yer vermiştir. Siyer ve megazî ile Kur’ân’ın bu iç içeliğini en iyi anlayanlardan, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Abdullah b. Abbas çocukluğunda sahâbîlerin yanına giderek kendilerinden Resûlullah’ınmegazîsini ve bunlarla ilgili âyetleri öğrenmeye çalıştığını söylerken (İbnKesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, VIII, 298) bu ilim dalının doğup gelişmesinde ilk ve en önemli etkenin Kur’ân-ı Kerîm olduğunu vurgulamıştır.

Bazı araştırmacıların megazî haberlerinin eyyâmü’l-Arab’ın bir devamı ve gelişmiş bir şekli olduğunu ileri sürmeleri (meselâ bk. İA, X, 700) doğru bir yaklaşım değildir. Sahâbe nesli Hz. Peygamber’le ilgili yüzlerce âyeti onun ağzından yalnızca dinlemekle kalmamış, birçok büyük başarıyı onun önderliğinde ve müstesna şahsiyetinin dirayeti altında kendisiyle birlikte yaşamak şerefine nâil olmuştur. Resûlullah’ın şahsiyetine derin bağlılığın ve ilginin temel sâiki ilâhî ve Kur’ânî’dir. Esasen Kur’ân-ı Kerîm Müslümanlara ilimle uğraşma ve tedvin hareketini başlatma hususunda örnek olduğu gibi ilmin önemini bildiren âyetleriyle de müslümanları teşvik etmiş, onlar da Kur’ân’ın iyi anlaşılabilmesi için kıraat, tefsir, Arap dili ve edebiyatı, Resûlullah’ın daha iyi tanınması ve bilinmesi için de hadis ve siyer-megazî konularında tedvin faaliyetlerine başlamışlardır.

Sünnet-siret ilişkisi

Sahâbe neslinden itibaren Müslümanlar Resûl-i Ekrem’in hayatını ve şahsiyetini tanımak ve tanıtmak için gayret göstermişler, sünnetin tesbiti için yaptıkları hadis toplama çalışmalarının bir benzerini siyer ve megazî sahasında yaparak bu ilim dalının temellerini atmışlardır. Kaynaklarda sahâbîlerin Resûlullah ile beraber oldukları dönemde siyer ve megazî sahasına duydukları ilgiyi gösteren çeşitli haberlere rastlanmaktadır. Meselâ sahâbîlerin Hz. Peygamber’den kendisinden bahsetmesini istedikleri, bunun üzerine onun, “Ben babam İbrâhim’in duasıyım …” diye başlayan meşhur cevabını vermiştir. (İbn İshak, Kitâbü’l-Mübtedeive’l-Meb’asive’l-Meğâzî, s. 28)

Bedir Gazvesi’nden hemen sonra sohbet ederlerken bu savaşta Allah’ın kendilerine yönelik lutuf ve ihsanından söz ettikleri kaydedilmektedir (İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 661). Siyer ve megazîyi yakından ilgilendiren, Medine’de yazıya geçirilen ilk sözleşmenin (Medine Sözleşmesi) İslâmiyet’e davet mektuplarının, Hudeybiye Antlaşması gibi antlaşma metinlerinin, bazı şahıs ve kabilelere verilen iktâ ve ahidnâme gibi belgelerin birer örneğinin saklandığı; Medine Sözleşmesi ve Medine Haremi sınırlarını gösteren belge ile develerin zekât miktarına dair belgenin Resûl-i Ekrem’in kılıcında asılı durduğu, bunların vefatından sonra Hz. Ali’ye intikal ettiği bilinmektedir.

Hadis-siyer ilişkisi

Hadisler, Kur’ân ve tefsir kitaplarından sonra siyer ve megazî ile ilgili kaynakların ikincisini teşkil eder. Sahâbe neslinin hadislerin rivayet ve tesbitinde çok aktif rol oynadıkları, elli civarında sahâbînin bazı hadisleri sahîfelere yazmış olduğu da belirtilmektedir (bu sahâbîlerin isimleri için bk. M. Mustafa el-A‘zamî, s. 34-58). Sahâbîlerden Abdullah b. Amr b. Âs’ın yazdığı es-Sahîfetü’s-Sâdıka’da siyer ve megazîye dair hadislerin de yer aldığı, hatta kendisinin siyer ve megazîye dair bir risâlesinin bulunduğu, onun soyundan gelen Amr b. Şuayb’ın bunları naklettiği (a.g.e., s. 44; Urve b. Zübeyr b. Avvâm, s. 23-25), çocuk sahâbîlerdenSehl b. EbûHasme el-Ensârî’nin Hz. Peygamber’in hayatına dair bir sahîfesi olduğu, torunu Muhammed b. Yahyâ b. Sehl’in yanında bulunan bu metinden Vâkıdî’nin faydalandığı, hatta bu sahîfenin tamamını kendi kitabına aldığı zikredilmektedir (İbnSa‘d, et-Tabakât, I, 331, 332; Taberî, Târîhu’r-Rusül, I, 1757; Sezgin, GAS [Ar.], I/2, s. 21).

Ashâbdan Berâ b. Âzib, Sa‘d b. Ubâde, Humeyd ve Alâ b. Hadramî’nin de megazîye dair sahîfeleri olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., I/2, s. 20-25; Fayda, Uluslararası Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, s. 360-361). Abdullah b. Abbas sahâbîlerden duyduğu hadisleri bizzat kendi yazmış, bazan kölelerini de bu maksatla çalıştırmış, bunları oluşturduğu ders halkalarıyla yeni nesle intikal ettirmiş, belli konular için günler tayin etmiş, bir günü tefsire, bir günü fıkha, bir günü megazîye ayırmıştır. Onun yazdıkları vefatından sonra kölesi ve talebesi Kureyb’e, ondan da siyer ve megazî sahasında ilk kitaplardan birini yazan Mûsâ b. Ukbe’ye intikal etmiştir (M. Mustafa el-A‘zamî, s. 41; M. Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtib, II, 316).

Sahâbî Berâ b. Âzib de siyer ve megazîye dair birçok hadis rivayet etmiştir. Kendisinin bunları yazmış olduğuna dair kaynaklarda bir haber yer almamakla birlikte Buhârî bu hadislerin birçoğunu el-Câmi’u’s-Sahîh’ine almıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatapları olan Araplar, kabile tarihlerine dair rivayetleri gece sohbetlerinde konuşma geleneğini Müslüman olduktan sonra da sürdürmüştür. Hz. Peygamber’in şahsiyeti ve Müslümanların başarıları, savaşlarla ilgili haberler, bunlara kimlerin iştirak ettiği bu sohbetlerin konuları arasında yer almıştır. Daha sonraları rivayet kabiliyeti olanlar bu konulardaki bilgilerini âyet ve hadislere ve ashâbın sözlerine istinaden birbirlerine anlatmıştır. Siyer ve megazî konularının şiirlerle süslenerek anlatılmasında bu geleneğin izleri bulunmaktadır. Siyer ve megazî bilgilerinin kıssacıların (kussâs) tâbiîn döneminde başladığı kesin olan cami ve özel toplantı yerlerindeki faaliyetleriyle hem yaygınlaştırıldığı hem de destanlaştırıldığı bilinmektedir (bk. “Kussâs”, DİA.).

Ortaya çıkan hukukî meselelerin çözümü, hicretin tarih ve takvim başlangıcı olması, divan teşkilâtının kuruluş aşamasında sahâbîlerin İslâmiyet’e girişlerinin, başta Bedir Gazvesi olmak üzere kimlerin hangi savaşlara katıldıklarının ve yaptıkları hizmetlerin bilinmesine ihtiyaç duyulması gibi hususlar siyere olan ilgiyi arttırmıştır. Diğer taraftan Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayan siyasî ve dinî ihtilâflar, Müslümanların fethedilen yerlerdeki gayri müslimlerle beraber yaşamaya başlamaları ve onlarla çeşitli dinî konularda yaptıkları tartışmalar bu sahadaki çalışmaların devam etmesinde etkili olmuştur.

Prof. Dr. Mustafa FAYDA
Kaynakça

el-Avvâm, Urve b. Zübeyr, MeğâzîResûlillâh(nşr. M. Mustafa el-A‘zamî), Riyad 1401/1981,

Cirit, Hasan, “Kussâs”, DİA, XVI, İstanbul 2002.

Derveze, İzzet, Asrü’n-nebî ve bi’etühûkable’l-bi’se, Beyrut 1384/1964.

Derveze, İzzet, Siretü’r-RasulMüktebisunmine’l-Kur’ân, I-II, Kahire 1948.

Fayda, Mustafa, “Siyer Sahasındaki İlk Telif Çalışmaları”, Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, İzmir 1985.

Hinds, M., “MaghaziandSira in EarlyIslamicScholarship”, The Life of Muhammad (ed. U. Rubin), Aldershot 1998.

İbnHişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik, es-Siyeru’n-Nebeviyye, thk. Mustafa Saka, Beyrut ty.

İbnKesîr, Ebü’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-nihâye, Beyrut 1974.

Kettânî, M. Abdülhay, Hz. Peygamber’in Yönetimi: et-Terâtîbu’l-idâriyye (trc. Ahmet Özel), İstanbul 2003.

Özsoy, Ömer – İlhami Güler, Konularına Göre Kur’ân, Ankara 1999.

Sezgin, Fuat, GAS [Ar.], I/2.



Taberî, EbûCa’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-ümemve’l-mülûk (thk. Muhammed Ebü’l-Fazl İbrahim), Beyrut (1387/1967). Ayrıca ed. M. J. de Goeje, I-III, 1879-1881

18 Kasım 2018 Pazar

Hadis Kâtiplerinin Rehberi; Abdullah b. Amr


Muhammed Emin Yıldırım Hoca “Hadis Kahramanları” üst başlığında, Sahabenin hadis anlayışını müksirûn denilen çokca Hadis rivayet etmiş Sahabe efendilerimizin üzerinden anlattığı Hadis Medresesinin son dersinde “Hadis Kâtiplerinin Rehberi; Abdullah b. Amr” konusunu işledi.

Ders Notları

Bir sahâbî efendimizi kâmil manada tanıyabilmenin yolları şunlardır:
Hayatına müracaat
Sözlerine müracaat
Çağdaşlarının sözlerine müracaat
Rivayetlerine müracaat
Semanın Diline Müracaat

Abdullah b. Amr’ın (ra) üç önemli sözü:

1- Abdullah b. Amr, sabah namazlarından sonra asla yatmaz, evladu iyalini yatırmaz, komşularından yatanları da uyandırır ve sabahın o saatlerinde şöyle haykırırdı: “Kalkın ne olur kalkın! Bu vakit yatma vakti değil, ilahi tecellilere ve ilahi bereketlere muhatap olma vaktidir. Vallahi! Bu vakitlerin bereketi insana cennet kazandırtır.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 288)

2- “Bir kadının varlıklı ve iyi halinde kocasının yüzüne gülmesi; fakirliği ve yokluğu zamanında ise kocasına yüz asıp, ondan yüzünü çevirmesi cehennemi kazanması için yeterlidir.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 288)

3- “İlim ile elde ettiğim bilgilerin sadece bir miktarına siz vakıf olsaydınız vallahi beliniz bükülünceye kadar secdeden kalkmazdınız.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 289)

Hz. Peygamber’in hayatta iken çeşitli vesilelerle yazdırmış olduğu -Kur’an-ı Kerim dışında- hadisleri bulunmaktadır. Bunlar mahiyet itibarıyla üçe ayrılırlar:

Peygamber’in emriyle yazılan resmî vesikalar

Peygamber’in emriyle yazılan gayr-ı resmî vesikalar

Peygamber’in hayatında ashâbın yazdıkları hadisler

Hz. Peygamber’in emriyle yazılan resmî vesîkalar

Hz. Peygamber devrinde onun emriyle yazılan resmî/siyâsî vesîkalar ile ilgili merhum Muhammed Hamidullah; “Mecmû’atu’l-Vesâiki’s-Siyâsiyye li’l-Ahdi’n-Nebevî ve’l-Hilâfeti’r-Râşide” adında değerli bir eser kaleme almıştır.

Bu vesikaları 8 başlık altında toparlayabiliriz:
Anayasa
Nüfus Sayımı
İmtiyaznâmeler ve Anlaşma Metinleri
Hükümdar ve Meliklere Yazılan Davet Mektupları
Yahudilerle Muhabere/Mektuplaşma
İdarecilere Talimatlar
Vergi Tarifeleri ve Hükümleri
Kur’an Tercümesi
Hz. Peygamber’in emriyle yazılan gayr-ı resmî vesîkalar

Hz. Peygamber’in (sas) emriyle yazılan ve gayr-ı resmî olan vesîkalara örnek olarak şu hadisi verebiliriz:

 Ebû Hureyre anlatıyor: Allah, Mekke’nin fethini Resûlullah’a (sas) ihsan edince, Hz. Peygamber ayağa kalktı ve insanlara bir konuşma yaptı… Ebu Şâh adında Yemenli bir adam ayağa kalkarak: “Ey Allah’ın Resûlü! Bunu bana yazınız” dedi. Resûlullah da; “Ebu Şah için (duyduğu hutbeyi) yazınız” diye emretti. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, II, 238; Tirmîzî, İlim, 12)

Hz. Peygamber’in hayatında ashâbın yazdıkları hadisler

Hz. Peygamber’in sağlığında iken ondan işittiklerini yazmışlardır. el-A’zamî, Hz. Peygamber’in ashabından hadis yazan 50 kişinin ismini zikretmektedir. Hadisleri yazan bu elli kişinin içinden ise, bazılarının hadis derlemeleri/sahîfeleri oluşturdukları da bir gerçektir.

Hz. Peygamber’in sağlığında iken hadis derlemeleri/sahîfeleri olan sahabilerden bazıları şunlardır:

Abdullah b. Amr b. el-Âs
Enes b. Malik
Amr b. Hazm
Câbir b. Abdillah
Ebû Bekir
Ali b. Ebi Tâlib
Semûre b. Cündüb
Sa’d b. Ubâde
Abdullah b. Abbâs
Abdullah b. Mes’ûd
Ebû Hureyre
Ebû Eyyûb el-Ensârî
Ebû Râfi’
Ebû Sâh
Abdullah b. Ömer b. Hattâb
Amr b. Hazm
Esmâ bt. ‘Umeys
Mu’âz b. Cebel
Muhammed b. Mesleme

Abdullah b. Amr, duyduğu her hadisi yazmaya başlayınca, sahâbeden bazılarının uyarısı ile karşılaşır. Sahâbeden bazıları derler ki: “Ey Abdullah! Sen Efendimiz’den ne duyuyorsan onu yazıyorsun. Ama unutma ki, o da bir beşerdir; bazen sevinçte, bazen üzüntü de sözler söyleyebilir. Eğer bunları kayıt altına alırsan bizden sonrakiler sözün maksadını bilmedikleri için sıkıntıya düşebilirler. Bundan dolayı bu yazma işini terk et”

Abdullah b. Amr, bu sözleri duyunca: “Ben Efendimiz’in huzuruna gider ona sorarım, yaz derse yazarım, terk et derse bir daha yazmam.” Bunun üzerine Efendimiz’e (sas) gelir ve başından geçenleri anlatır. Ne der Efendimiz (sas)? Mübarek elini, mübarek ağzına doğru götürerek der ki: “Yaz, hayatım elinde olan (Allah’a) yemin ederim ki, buradan hak sözden başka bir şey çıkmaz"

Bu sözün üzerine Abdullah yazmaya devam eder; bir rivayete göre 1000 hadis, başka bir rivayete göre 600 hadis yazar. Zaten Abdullah b. Amr’ın bize rivayet ettiği hadislerin toplamı 700 tanedir.

Ebû Hureyre, hadis bilgisi konusunda Abdullah’ın kendinden iyi olduğunu beyan eder ve der ki: “Abdullah b. Amr’ın dışında Rasulullah (sas)’in ashabından hiçbiri benden daha fazla hadis bilmez. Çünkü o hadisleri yazar ben ise yazmazdım.”

Bu sözü ile onun yazmasının önemini vurgular. Abdullah b. Amr, yazdığı bu hadislere: “es-Sahifetü’s-Sadıka/Doğru sahifeler” adını verir, bir hazine gibi yanında saklar, vefatına yakında bu sahifeleri en gözde talebesi olan, tabiîn neslinin dev isimlerinden olan Mücahid’e verir.

Mücahid, bunu şöyle anlatır: “Abdullah b. Amr’ın yanında bir sahîfe gördüm ve onun ne olduğunu sorduğumda bana söyle cevap verdi: “O Sâdıka’dır. Onda Hz. Peygamber (sas)’den bizzat (O’nunla benim aramda hiç kimsenin bulunmadığı bir şekilde) işittiğim hadisler yer almaktadır.”

Ebû Râşid el-Hıbrânî anlatıyor: “Abdullah b. Amr b. el-Âs geldiğinde; bize Rasûlullah’dan (sas) işittiğin hadislerden rivâyet et, dedim. Bunun üzerine bana bir sahife uzattı ve şöyle dedi; “İşte bu Resûlullah’ın (sas) bana yazdığı sahifedir.” Ben de aldım ve içine baktım…”

es-Sahîfetü’s-Sâdıka aile içerisinde, Abdullah b. Amr’dan çocukları kanalıyla intikal etmiştir. Onun intikalini sağlayan rivâyet zincirini, oluşturan meşhur isnâd: “Amr b. Şuayb an ebîhi an ceddihi’dir.”

Yani: Abdullah b. Amr b. Âs

Oğlu Muhammed b. Abdullah Amr b. Âs

Torunu Şuayb b. Muhammed b. Abdullah Amr b. Âs

Torunun oğlu Amr b. Şuayb b. Muhammed b. Abdullah Amr b. Âs

es-Sahîfetü’s-Sâdıka’nın içerisinde tekrarsız 132 hadis vardır. Bu rakam, tekrarlar ve lafız farklılıkları da hesaba katıldığı vakit 414’e ulaşmaktadır. İlk bakışta es-Sahîfetü’s-Sâdıka’daki hadislerin genelinin hukuki konularda olması dikkati celbeden bir husustur.

Eğer Abdullah b. Amr’ı biz bir başka serlevha ile anlatsaydık, inanın söyleyeceğimiz serlevha “Bir Ahlak Kahramanı” olurdu.

Babası, Amr b. Âs, dedesi, Âs b. Vâil…

Annesi: Rayta bint Münebbih b. el-Haccac…

Abdullah b. Amr’ın doğum tarihi; Hicretin 7 yıl öncesine rast gelir. Yani Nübüvvetin 6. yılı doğmuştur; Miladî olarak 615’e tekabül etmektedir.

“Ya Resûlullah! Rüyamda bir elimde yağ, bir elimde bal; onlardan iştahla yediğimi gördüm.”Efendimiz (sas) tebessüm etmiş: “Abdullah! Sen rüya değil hakikat görmüşsün; sen hem Kur’an, hem Tevrat okuyorsun ya; ikisinin de hakikatlerini anlıyorsun ya; Allah o kitaplar içerisindeki mesajları sana yağ ve bal yedirir gibi yediriyor”

“Ey Abdullah! Ben de bazen oruç tutar, bazen tutmam. Gecenin bir vaktinde Rabbimle baş başa olurum; ama ailemle de vakit geçirim. Unutma her hak sahibinin sende hakları vardır. Bedenin bir hakkı var; ailenin bir hakkı var, komşuların bir hakkı var; tabi ki Allah’ın bir hakkı var. Sana düşen her hak sahibine hakkını vermendir. Bu benim yolumdur; kim benim yolumdan yüz çevirirse benden değildir.”

“Andolsun ki, sizin için ve Allah’a ve ahiret gününe (Allah’a ulaşma gününe) ulaşmayı dileyen ve Allah’ı çok zikredenler için, Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 21)

İtidali sarsan iki kavram, ifrat ve tefrittir.

İfrat tavrı: Değerinden fazlasını vermek

Tefrit tavrı: Değerinden aşağıya düşürmek

İtidal tavrı: Değerinin hakkını teslim etmek

Halifeler döneminde Abdullah b. Amr’ı üç husus ile öne çıktığını görüyoruz. Bunlar: İlim, ibadet vecihad’dır.

“Ey Ammar! Seni bağiy/yani yoldan çıkmış bir taife öldürecek ve senin bu dünyadan son nasibin bir bardak süt olacak!”

“Ah keşke yirmi yıl önce ölseydim de Sıffın’a katılmasaydım.”

Onun en önde gelen ögrencileri, Yezid b. Habîb (128/746) ve Leys b. Sa’d’dır. (175/791)

Abdullah b. Abbâs (68/687) Mekke’de ne ise, Abdullah b. Amr da Mısır’da odur.

İmamın arkasında kıraat edilip edilmemesi mevzuunda, Abdullah b. Amr’ın kendisine ait bir uygulaması vardır. O öğlen namazında imamın arkasında namaz kılarken okumuş ve bu davranışı ile emsal oluşturmuştur.

Atâ b. Yesâr anlatıyor: Abdullah b. Amr’a; namazı üç rekât mı, dört rekât mı kıldığı hususunda şüphelenen kimsenin ne yapması gerektiğini sordum: “Bir rekât daha kılsın, sonra da oturduğunda iki secde daha yapsın” dedi.

Abdullah b. Amr, kadınlara, gusletmek istedikleri zaman saçlarının örgülerini açmaları hakkında fetva vermiştir. Bu konu Hz. Aişe’ye ulaşınca; “Şu İbn Amr’a da hayret doğrusu! Guslettiklerinde kadınların saç örgülerini açmalarını emrediyor. Oldu olacak kafalarını kazımalarını emretse… Ben Resulullah (sas) ile beraber aynı kaptan yıkanıyordum, basımdan aşağı üç defa su dökmekten başka bir şey yapmıyordum.” diyerek Abdullah b. Amr’ın vermiş olduğu bu fetvasını tenkit etmiştir. (Müslim, Kitabu’l-Hayz, 12/59)

Abdullah b. Amr (ra) böyle bir hayatın sahibi olarak yaşadı ve bize ibadet, ilim, cihad ve tabi ki ahlak alanında çok şeyler söyleyerek gitti. Hicrî 65/ Miladî 685’de Mısır’da o günkü ismi ile Fustad, bugünkü ismi ile Kahire’de vefat etti.

“Müslüman diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimselerdir. Muhacir ise, Allah’ın yasaklarından sevaplarına hicret edendir.” (Buhârî, Îmân 4–5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64–65)

“Ya Resûlüllah! Bana üç tane hayır, üç tane de şer söyler misin?” Soru anlaşıldı değil mi? Üç hayırlı şey, üç şerli şey bunları soruyor… Ne demiş Âlemlerin Rahmeti: “Üç hayır, doğru söyleyen bir dil, Allah’tan korkan bir kalp ve Saliha bir hanımdır. Üç şer ise; yalana alışan bir dil, Allah korkusu ile titremeyen bir kalp ve kötü huylu bir kadındır.” (Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliyâ, I, 284, 285)

“Büyük günahlardan bir tanesi de insanın anne ve babasına küfür etmesi sövmesidir.” Bu söz sahâbeyi bir anda sarstı. Sahâbîlerden biri dedi ki: “Ya Resûlüllah! Bir insan nasıl anne ve babasına sövebilir ki?” Efendimiz (sas) dedi ki: “Bir kimse başkasının anne ve babasına küfür eder, söverse; o da döner onun anne ve babasına söver. O sövgüye sebep olduğu içinde sanki kendi anne ve babasına küfür etmiş gibi muamele görür.” (Buhari, Edeb, 4; Tirmizi, Birr, 4)

    Muhammed Emin Yıldırım

Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:


17 Kasım 2018 Cumartesi

AL-İ İMRAN SÛRESİ 100-103. ayetlerin tefsiri


Müminlerin, Kişiliklerini Korumaya, Kur'an'a Ve İslâm'a Sarılmaya Yöneltilmesi

100- Ey iman edenler! Eğer siz Kitap Ehli'nden bir zümreye itaat edecek olursanız sizi imanınızdan sonra kâfir­ler olarak döndürürler.

101- Size Allah'ın ayetleri okunup dur­makta ve Onun peygamberi de içinizde iken nasıl inkâr edersiniz? Kim Allah (ın dinin)'a sımsıkı tutunursa muhak­kak ki dosdoğru yola iletilmiş olur.

102- Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.

103- Hepiniz toptan Allah'ın ipine sım­sıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Al­lah'ın üzerinizdeki nimetini de hatırla­yın. Hani siz düşmanlar idiniz de o kalplerinizi birleştirmişti ve O'nun ni­meti ile kardeş olmuştunuz. Ve yine siz ateşten bir çukur kenarında iken ora­dan da sizi O kurtardı. İşte Allah hida­yete ulaşasınız diye size ayetlerini böyle­ce apaçık bildiriyor.


Nüzul Sebebi

el-Firyâbî ve İbni Ebî Hatim İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: Cahiliye döneminde Evs ile Hazrec kabileleri arasında çok kötü olay­lar geçmişti. Onlar (İslâm geldikten sonra) bir arada otururlarken aralarında cereyan eden olayları, kızıp hiddetlenecek noktaya gelene kadar anıp durdular. Kimisi kimisine karşı silah dahi çekti. Bunun üzerine, "Nasıl Allah'ı inkâr edersiniz?" ayeti ve ondan sonraki ayet-i kerime nazil oldu. Bu da bundan önce­ki iki ayet-i kerimenin nüzul sebebini açıklarken zikredilen rivayeti destekle­mektedir. [83]

Açıklaması

Allah müminleri kâfirlere itaat etmekten, onların aldatma ve saptırma­larına kanmaktan -Kitap Ehli'ni küfürleri dolayısıyla ve Allah'ın yolundan insanları alıkoymaları sebebiyle azarladıktan sonra- sakındırmaktadır. Buna sebep ise İslâmî kişiliğin tutarlılığı ve bu kişiliğin diğerlerinden ayrı ve bağımsız halini korumaktır. Bundan önce ise Kitap Ehli Allah'ın dosdoğru yo­lundan sapmış bulunuyordu. Bu genel hususu aşağıdaki şekilde açıklayabili­riz:

Ey Müminler! Fitneyi körükleyen, sönmüş cahiliye ateşini alevlendiren hususlarda şu Yahudilere itaat edecek olursanız, imandan sonra sizleri küfre, birlikten sonra tefrikaya, ayrılığa, sevgi, samimiyet ve içten bağlılıktan sonra da tiksintiye, kin ve düşmanlığa döndürürler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan son­ra kâfirler olarak geriye döndürmek ister." (Bakara, 2/109). Küfür ise ahireti kaybetmeye sebep olduğundan, dinî bakımdan bir helak oluştur. Dünyada ise kötü gidişe ve kötü geçime sebeptir. Fitneleri, düşmanlıkları ve kini körükledi­ğinden dolayı dünyada da bir helak oluştur.

Nasıl olur da Allah'ı inkâr edersiniz? Sizin bundan uzak olmanız gereki­yor. Size gösterdikleri şekilde nasıl olur da kâfirlere itaat edersiniz? Halbuki siz şu iki özelliğe sahipsiniz: Birincisi gece gündüz Rasulüne indirilen Allah'ın ayetlerinin okunmasıdır. Size bu ayetleri o okumakta ve tebliğ etmektedir. Bu ayetler mucize olduğu apaçık olan Kur'an-ı Kerim'in ayetleridir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Peygamber sizi Rabbinize iman etmeye davet edi­yor ve sizden misakınızı (ahdinizi) almış bulunuyorken ne diye Allah'a iman et­mezsiniz? Eğer gerçekten müminler iseniz..." (Hadîd, 57/8).

İkinci husus, davetini destekleyen harikulade mucizeleri açıkça göstermiş bulunan Rasulün aranızda, varlığıdır. Bu iki halin varlığı küfür ve inkâra aykı­rıdır. Bunun anlamı, onlar gerçekten saptılar da bu bakımdan azarlandılar de­mek değildir. Çünkü onlar mümin kimselerdi. Bundan dolayı iman nitelikleri söz konusu edilerek "ey iman edenler" diye kendilerine seslenilmiştir [84]

Allah'a ve Kitabına sımsıkı sarılan, onun dinine sıkı sıkıya yapışıp Allah'a tevekkül eden bir kimse hidayeti elde etmiş, sapıklıktan uzaklaşmış, doğrulu­ğun ve gerçeğin yolunda yürümüş ve arzu edileni gerçekleştirmiş demektir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere gerçekten takvaya yapışmalarını em­retmektedir. Bu ise görevlerini, farklarını ifa etmek, yasaklardan da kaçınmak suretiyle olur. Bu da güç yettiğince bütün masiyetlerden uzak durmak, emirle­re de uymakla olur. Nitekim Yüce Allah, "Gücünüz yettiğince Allah'tan kor­kun." (Teğâbün, 64/16) diye buyurmaktadır. Resulullah (s.a.) da şöyle buyur­muştur: Size yasakladığım şeyden uzak durunuz. Size emrettiğim şeyi de gücü­nüz yettiğince yerine getiriniz." [85] İbni Mes'ud da şöyle demiştir: "Allah'tan ge­reği gibi korkmak, ona itaat etmek, unutmaksızın onu anmak, inkâr ve nan­körlük etmeksizin ona şükretmekle olur." [86] İbni Abbas da der ki: "Bu, bir göz açıp kapayacak kadar bir süre dahi Allah'a asi olmamak demektir."

Müfessirlerin naklettiklerine göre bu ayet-i kerime nazil olunca Ashab-ı kiram, "Ey Allah'ın rasulü buna (Allah'tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkmaya) kimin gücü yetebilir ki?" dediler ve bu onlara ağır geldi. Bunun üze­rine Yüce Allah da, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunu indir­di ve bu ayet-i kerimeyi neshetti. Mukatil der ki: Âl-i İmran suresinde bu ayet dışında mensuh ayet yoktur. Ancak daha uygunu ise Yüce Allah'ın, "Gücünüz yettiğince Allah'tan korkunuz." buyruğunun bu ayet-i kerimeyi beyan sadedin­de olduğudur. Yani, sizler gücünüz yettiğince Allah'tan nasıl korkmak gereki­yorsa öylece korkunuz, demektir. Çünkü nesih ancak nasların bir arada anla­şılması mümkün olmadığı durumlarda söz konusu olur. Burada ise iki nassı bir arada anlamamız mümkündür. O bakımdan bunu kabul etmek daha uygundur.

Daha sonra Yüce Allah onlara şöyle bir yasak getirmektedir: Bütün benliğinizle Allah'a ihlâsla bağlanmadıkça ölmeyiniz. Yani sizler ölüm vaktiniz geldiğinde ancak İslâm hali üzere olunuz. Bu ise baştan itibaren ve devamlı su­rette İslâm üzere kalmaya, bu konuda eli çabuk tutmaya bir teşviktir. Sağlığı­nız ve esenliğiniz halinde bunu korumanız için bir teşviktir. Böylelikle bu hal üzere ölmeniz mümkün olabilsin. Yoksa "İslâm'a girmedikçe ölmeniz yasaktır" gibi bir anlamda değildir. Burada istenen, ansızın ölüm gelmeden önce İslâm dinine uymaktan ibarettir.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın Kitabına ve Allah'ın insanlara olan ahdi­ne sımsıkı sarılmayı emretmekte ve bu konuda ayrılığa düşmeyi ebediyen yasaklamaktadır. Her zaman için Allah'a ve Rasulüne itaat etrafında toplanma­ya, buna bağlı kalmaya çağırmaktatır. Allah'ın ipi, iman, itaat ve Kur'an-ı Kerim gereğince amel etmektir. Çünkü Tirmizî'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kur'an Allah'ın sapasağlam ipidir, O'nun apaçık nurudur. O'nun hayret verici özellikleri bitip tükenmez; insanların ondan bilmele­ri gereken şeylerin sonu gelmez. Defalarca okunup durmasına rağmen eskimez, her kim ona uygun söz söylerse doğru söyler, her kim onunla hükmederse adalet uygular, her kim gereğince amel ederse doğruyu bulur. Her kim ona sımsıkı ya­pışırsa o da dosdoğru yola iletilmiş olur."

Daha sonra Allah'ın Araplara ihsan etmiş olduğu en büyük nimeti onlara hatırlatılmaktadır. Bu ise tefrikadan sonra birlik ve bir araya gelmek, düşmanlık ve adaletten sonra, biribirlerini öldürmekten, güçlünün zayıfa musallat ol­masından sonra birleşip kaynaşmak, küfür ve şirkten sonra iman kardeşliği­dir: "Müminler ancak kardeştir." (Hucurat, 49/10). Şirk ve putperestlik sebebiy­le ateşin ve helak olmanın kenarına yaklaşmış iken insanların efendileri, dün­yanın liderleri olmalarıdır. Allah İslâm sayesinde onları yok olmaktan, helak olmaktan kurtarmıştır: "Şayet siz Allah'ın nimetlerini sayıp dökmeye kalkışır­sanız onları sayıp dökemezsiniz." (İbrahim, 14/34).

Evs ve Hazreclilerin bir bölümünü teşkil ettikleri Araplar arasında cahiliye döneminde pek çok savaşlar olmuştu. Aralarında ileri derecede düşmanlık, kin ve kötü duygular vardı. Bunlar sebebiyle uzun süre birbirleriyle çarpışıp durdular. Allah İslâm'ı gönderince bu dine giren girdi ve bunlar Allah'ın aza­meti sayesinde birbirini seven kardeşler, Allah uğrunda birbirlerini gözeten kimseler, iyilik ve takva üzere biribirleriyle yardımlaşan kişiler oldular. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurdu: "O seni yardımıyla ve müminlerle destekleyen­dir. Onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen yeryüzünde olan her şeyi toptan harcamış olsaydın yine de onların kalbini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup birleştirdi." (Enfal, 8/63).

Bu ayetlerde Yahudilerin size karşı içlerinde gizlediklerini, size verdiği emirleri ve yasakları, cahiliye döneminde iken üzerinde bulunduğunuz hali, İs­lâm'dan sonra da vardığınız noktayı, Rabbinizin size bu ayetlerde gayet açık bir şekilde beyan ettiği gibi, diğer ayetlerini de Rasulüne indirdiği ayet ve belgeleriyle böylece açıklamaktadır. Ta ki bununla daimî bir hidayete nail olası­nız, hidayetiniz artıp dursun. Ve ta ki ayrılık ve düşmanlıktan sonra tekrar cahilî ortama, putperestliğe ve şirke, sapıklığa geri dönmeyesiniz. [87]



[83] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293.


[84] el-Bahru'l-Muhît, 111/14.


[85] Buharî ve Müslim Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.


[86] İsnadı sahih ve mevkuftur. Buharî rivayet etmiştir.


[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/293-295.

16 Kasım 2018 Cuma

AL-İ İMRAN SÛRESİ 130-136. ayetlerin tefsiri


Hayırlı İşleri Yapmak Ve Münkerleri Terk Etmek İçin Müminlere Bir Takım Emirler, İtaatkârların Mükâfatı Ve İsyankârların Görecekleri Ceza

130- Ey iman edenler! Ribayi kat kat yemeyin. Allah'tan korkun ki felah bu­lasınız.

131- Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının.

132- Bir de Allah'a ve Peygamber'e ita­at edin ki rahmete nail olasınız.

133- Rabbinizin mağfiretine ve takva sahipleri için hazırlanmış eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun.

134- Onlar bolluk ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanla­rı affedenlerdir. Allah iyilik yapanları sever.

135- Ve çirkin bir günah işledikleri ya­hut nefislerine zulmettikleri vakit Al­lah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesi için bağışlanma dileyenlerdir. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlar? Bir de işledikleri üzerinde bi­lip dururlarken ısrar etmeyenlerdir.

136- İşte bunların mükâfatı rablerinden bir mağfiret ve altlarından ırmak­lar akan cennetlerdir ki orada ebediyyen kalıcıdırlar. (Böyle) amel edenle­rin mükâfatı ne güzeldir!


Nüzul Sebebi

130. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Firyâbî, Mücahit'ten şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Belli bir va'de ile (Cahiliye Arapları) alışveriş yapar­lardı. Va'de geldiğinde borçluların borcunu artırırlar, buna karşılık va'deyi de uzatırlardı. Bunun üzerine, "Ey iman edenler! Ribayı kat kat fazlasıyla yeme­yin" ayeti nazil oldu.

Yine (Firyâbî) Atâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Sakîfliler Muğire oğullarına [1] borç verirlerdi. Va'de geldiğinde, "Biz size faiz verelim, buna kar­şılık borcumuzun ödemesini erteleyin" derlerdi. Bunun üzerine, "Ribayı kat kat fazlasıyla yemeyin" ayeti nazil oldu.

135. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas Atâ'dan gelen rivayete göre şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime Nebhân et-Temmâr (hurma satıcısı) hakkında nazil olmuştur. Künyesi Ebu Mukbil idi. Yanına güzel bir kadın gelir, ondan hurma satın almak ister. O da kadını alıp kucaklar ve öper. Buna pişman olur, Peygamber (s.a.)'in yanına varıp olayı anlatır. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olur. [2]

Açıklaması

Ey iman edenler! Cahiliye döneminde insanların yaptıkları gibi faiz yemeyiniz. Bu, kat kat fazlasıyla faiz alıp vermenin müminlere yasak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Cahiliye döneminde borcun va'desi geldiğinde ala­caklılar borçluya, "Ya borcunu ödersin, yahut faiz ödersin" derlerdi. Vaktinde borcunu öderse mesele yok, aksi takdirde va'desini uzatır öbürü de ödeyeceği faiz miktarını artırırdı. Bu her sene böyle devam ederdi. Kimi zaman azıcık bir borç kat kat artarak büyük meblağlara ulaşırdı.

Faizin haram kılınışını tekit için Yüce Allah bu yasak ile birlikte dünyada da ahirette de felaha kavuşabilmeleri için müminlere takvayı da emretmekte­dir. Arkasından bu yasağı daha bir pekiştirmek için onları cehennem ile tehdit etmekte, cehennemden onları sakındırmakta, sonra da Allah'a ve Rasulüne ita­at emrini daha bir sıkı tutmaktadır. Arkasından da hayırlı işleri yapmak ve Al­lah'a yakınlaştırıcı amellere kavuşmak için eli çabuk tutmaya onları teşvik et­mektedir.

Faiz ayetlerini (Bakara, 275, 276, 278 ve 279. ayetler) üçüncü cüzde tefsir ettiğimizde sözünü ettiğimiz bu ayet-i kerimenin faizin haram kılınmasındaki tedricilikte üçüncü aşamada nazil olduğunu belirtmiştik. Yine orada faizin yüz­de bir gibi az bir oran olması ile çok olmasının değişmediğini ve hepsinin ha­ram olduğunu, son inen hükümlerden Bakara süresindeki ilgili ayetlerin her iki tür faizi de haram kıldığını açıklamıştık. Bu faiz türlerinden birisi va'de fa­izi (nesîe), diğeri ise peşin fazlalık faizi (ribâ ül-fadl)dir. Her iki türüyle faizin haram kılınmasının ümmetin menfaatine olduğu da açıklanmıştır. Çünkü faiz­de fert ve toplum aleyhine büyük tehlikeler vardır. Fazlalık faizinin haram kı­lınması ise şeddi zerâi' kabilindendir; yani bu faizin va'de faizine gitmesini en­gellemek içindir. Arkasından bir menfaat çeken her bir karz bir faizdir. Sözü geçen bu menfaat ister nakdî olsun ister aynî ve maddî olsun, ister az ister çok olsun fark etmez.

Cahiliye dönemi faizi yahut nesîe faizi, günümüzdeki bankalarda aşırı fa­iz yahut zaman geçmesi ile birlikte ortaya çıkan mürekkep kâr yahut mürek­kep diye bilinen faizdir. Bu da Kur'an-ı Kerim'in nassıyla kat'î olarak haram­dır. Ayet-i kerimede bunun "kat kat fazlası" diye kayıtlandırılması vakıanın beyanı ve cahiliye döneminde insanların durumunu tasvir etmek için gelmiş bir kayıttır. Ayrıca bu işlemlerde gayet açık bir zulüm, borç alanın ihtiyacının açıkça sömürüldüğünün ortaya konulması ve bunun çirkinliğinin sergilenmesi maksadı vardır. Bu kaydın bulunması, hiç bir zaman düşük orandaki faizin helâl olduğu, haram olanın sadece aşırı faiz olduğu anlamına gelmez. Bu, ayet-i kerimenin anlatmak istediği bir şey değildir. Faiz ister az ister çok ol­sun haramdır, büyük günahlardan birisidir. Bu kaydın aksine bir manası yok­tur. Aşırı zaruret içerisinde bulunan kimseler dışında hiç bir zaman faiz mu­bah olamaz. Tıpkı meyte (leş) yemeye kalkışmak gibidir. Eğer bir kimse kendi kanaatine göre açlıktan öleceğini biliyor ise yahut da barınacağı bir evi olmadığından sokakta kalmaya maruz kalacak ve helak olacaksa bu yola baş vurabilir. Ticaretini, sanayi ya da ziraatini geliştirmek için faizli borç almak kesin­likle haramdır.

Şimdilerde görülen İslâmî uyanış gerçeği içerisinde müjdeler veren hayırlı gelişmeler arasında İslâmî finans kurumları ve sigorta şirketleri de vardır. Bunlar ise mudarebe, murabaha, teminat ve buna benzer fukahanın mubah gördüğü esaslar çevresinde çalışmayı hedeflemektedirler. Bunlarda haram olan faiz yahut şer'an haram görülen garar ve kumar da -İslâmî kayıdlara uyulduğu takdirde- söz konusu değildir.

Yüce Allah bize yasaklanan işler arasında Allah'tan korkmamızı emre­derek faiz yasağını bir daha pekiştirmektedir. Bu yasağı pekiştirmesinin amacı ise, sevgiye götüren, karşılıklı dayanışma ve merhamet ile kendimiz için felah ve kurtuluşu gerçekleştirelim diyedir. Sevgi ise mutluluğun esası­dır. Ahirette bu yolla Allah'ın rızası ve cennete nail olunur. Faiz yasağını, ce­henneme götüren şeylerden sakındırmak suretiyle daha da pekiştirmektedir. Cehenneme götüren şeylerden birisi de faizdir. Yüce Allah cehennemi kâfir­ler için hazırlamıştır. Bunlardan bir kısmı ise faizcilerdir. Eğer bunlar takva­ya sarılmaz ve masiyetlerden uzak durmazlarsa cehennem halkı arasında sayılırlar. Ebu Hanife'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Şüphesiz bu, Kur"an-ı Kerim'de en korkutucu ayet-i kerimelerdendir. Çünkü Allah, haramlarından sakınmak hususunda kendisinden korkmayacak olurlarsa mü­minleri de kâfirler için hazırlanmış cehennemle tehdit etmektedir. Bakara suresinde de Yüce Allah'ın faiz yiyenlere karşı Allah ve Rasulü tarafından savaş açılmış olduğunu, Allah'ın ve Rasulünün faizcilere düşman olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.

Daha sonra Yüce Allah bu yasağı oldukça beliğ bir şekilde daha da pekiş­tirmekte, faiz almaktan uzak durmak hususunda Allah ve Rasulüne itaati emretmektedir. Ta ki Allah durumlarını düzelttikleri için dünyada insanlara mer­hamet etsin, ahirette de amellerine güzel bir mükâfat vermek suretiyle onlara rahmet buyursun.

Daha sonra Yüce Allah günahların bağışlanmasını, Allah'ın takva sahiple­ri için hazırlamış olduğu oldukça geniş cennetlere girmeyi gerektiren işlere koşuşmayı emretmektedir. Bu ise cennetin halihazırda yaratılmış olduğunun de­lilidir. İmam Ahmed Müsned'inde şunu rivayet etmektedir: Heraklius Peygam­ber (s.a.)'e şunu yazar: "Sen beni eni gökler ve yer kadar olan cennete çağırı­yorsun. Peki cehennem nerede?" Bunun üzerine Resulullah (s.a.) şöyle buyur­du: "Allah, Allah! Peki gündüz gelince gece nereye gidiyor!" Yani yörüngede dö­nüş olunca gündüz dünyanın bir tarafında gece öbür tarafındadır. İşte cennet de bu şekilde üst tarafta, cehennem de alt taraftadır. Dolayısıyla cennetin gök­lerle yerin eni kadar olması ile cehennemin varlığı arasında bir aykırılık yok­tur.

Mananın şöyle olma ihtimali de vardır: Gündüz geldiği zaman bizim gece­yi göremeyişimiz onun hiç bir yerde olmamasını -biz bu yeri bilmesek dahi- gerektirmez. Aynı şekilde cehennem de Yüce Allah'ın dilediği yerdedir. İbni Kesir der ki: Bu daha açıktır. Çünkü el-Bezzar tarafından rivayet edilen Ebu Hureyre hadisinde o şöyle demiştir: Adamın birisi Resulullah (s.a.)'ın yanına gelerek şöyle dedi: Yüce Allah, "Eni göklerle yer kadar olan bir cennet" diye buyurmak­tadır. Peki cehennem nerede? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ne dersin, gecele­yin gelip her şeyi örtü gibi kuşattığı vakit gündüz nereye gidiyor?" Adam, "Nere­ye dilerse" deyince Resulullah (s.a.) şu cevabı verdi: "îşte cehennem de böyledir. Aziz ve Celîl olan Allah nerede dilerse oradadır."

İşte bunlar faizden uzaklaştırmak için arka arkaya gelmiş dört tane tekit edici ifadelerdir: Allah'tan korkunuz, cehennemden korkunuz, Allah'a itaat ediniz, Rasulüne itaat ediniz. Daha sonra Yüce Allah korkutmanın akabinde hayır fiil işlemeyi teşvik ederek, sadaka, akrabalık bağlarını gözetmek, sıla-i rahim, karşılıklı merhamet, dayanışma, faiz ve benzeri günahlardan uzak durmak gibi itaat işlerine gecikmeden koşuşmayı da emretmektedir. İşte bu hayırlı işler, İslâm toplumunu merhameti, mutlu ve huzurlu bir toplum haline getirir. Kinlerin olmadığı, mücadelelerin olmadığı, kıskançlığın, buğzun, fakirlerle zenginler arasında nefretleşmenin olmadığı bir toplum haline getirir. Da­ha sonra Yüce Allah cennetliklerin niteliklerini şöylece söz konusu etmekte­dir:

1- Darlıkta ve genişlikte, yani sıkıntılı ve rahat zamanlarında, hoşuna gi­den ve gitmeyen zamanlarda, sağlık ve hastalık hallerinde, Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi "Onlar ki mallarını gece ve gündüz gizli ve açık infak ederler..." (Bakara, 2/274). Yani bütün durumlarda infak ederler. Yüce Allah'a itaat, O'nun razı olduğu yollarda infak etmekten, yakın akrabalarına olsun, başkalarına olsun çeşitli iyiliklerde bulunmaktan hiç bir şey onları alıkoymaz. Ahmed, Buharî ve Müslim, Adiyy b. Hâtim'den gelen rivayete göre, Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunu nakletmektedirler: "Bir hurmanın yarısı ile dahi olsa ce­hennemden korununuz." [3]

İnfak Emrinin İki Hedefi Vardır:


a) Sadaka ihtiyaç sahibi olan kimseye bir yardım, sıkıntılarını giderme yo­lunda elinden tutmaktır. Buna karşılık faiz ise zenginin, fakirin ihtiyacını is­tismar etmesidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artış göster­sin diye faiz gününden insanlara verdiğiniz Allah katında artmaz. Fakat Allah'ın rızasını elde etmek kasdıyla verdiğiniz zekât ise işte onlar kat kat artan­lardır." (Rûm, 30/39); "Allah faizin bereketini giderir, fakat sadakaları da artı­rır." (Bakara, 2/276).

b) Zenginlik yahut sıkıntı zamanlarında ve bunların dışında kalan hal­lerde infak etmek, takvanın en açık delili, tekerrür edip duran ihtiyaçları karşılamanın en iyi yoludur. Ve bu tedrici olarak ağır ağır gerçekleşir. Böyle bir yolla infak eden bir kimse sıkıntıya düşürülmez. Ayrıca muhtaç olan da ihtiyacı en alt seviyeye ininceye kadar ihmal edilmiş olmaz. İbretli bir sözde şöyle denilmektedir: "Sen az bir şeyler ver. Çünkü mahrumiyet ondan daha da azdır." Hayra duyulan sevgi ve ahireti hatırlamak insanda merhamet duy­gularını harekete getirir, az da olsa sürekli infaka teşvik eder. Devamlılığı olan az bir infak, aralıklarla verilen pek çok infaktan hayırlıdır. Az olan bir infak, fert ve toplumlardan bir araya getirilip toplandığı vakit arzuyu gerçek­leştiren fazla bir miktar olur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Genişlik sahibi olan genişliğince infak etsin. Rızkı kendisine daraltılan kimse ise Allah'ın kendisine verdiğinden infak etsin. Allah hiç bir nefse ona verdi­ğinden başkasını yüklemez. Allah güçlükten sonra kolaylık ihsan edecektir." (Talâk, 65/7).

2- Öfkelerini bastıranlar, yani öfkeleri kabarıp arttığı takdirde onu bastı­rıp gizleyenler. Gereğini yerine getirme ve uygulama imkânları bulunmakla birlikte -zaaf ve acizlikten dolayı değil- gereğini yerine getirmezler. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Güçlü kimse başkasının sırtını yere getirmekten dolayı güçlü değildir. Fakat güçlü kimse kızdığı zaman nefsine hâkim olabilen­dir." [4] Yine İmam Ahmed'in rivayetine göre Harise b. Kudâme es-Sa'dî, Ey Al­lah'ın Rasulü, bana vasiyette bulun, demiş, Resulullah (s.a.) ona, "Kızma" diye vasiyette bulunmuştur.

Kızgınlığın tedavi yolu Ahmed ve Ebu Davud'un Atıyye b. Sa'd es-Sa'dfden rivayetine göre şöyledir: Atıyye dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurdu: "Kızgınlık şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ise an­cak su ile söndürülür. O bakımdan sizden herhangi bir kimse kızdı mı abdest alsın." Abdürrezzâk'm Ebu Hureyre'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gereğini yerine getirebilme gücüne sahip olduğu halde her kim bir öfkesini tutarsa Yüce Allah onun içini güvenlik ve iman ile doldurur."

Aişe (r. anhâ)'den nakledildiğine göre bir hizmetçisi onu öfkelendirmiş o da, "Allah takvayı ne güzel yaratmıştır, öfke sahibine intikam alma fırsatını vermez" demiştir.

3- İnsanları affedenler. Yapılan düşmanlığın karşılığını verebilme güçleri bulunmakla birlikte kendilerine kötülük yapanları hoşgörülü davranıp bağışla­yanlar demektir. Bu ise aklın genişliğine, fikrin üstünlüğüne, irade gücüne, ki­şiliğin metanetine açıkça delâlet eden, nefsin dizginlenmesi basamağıdır. Öfke­yi yenmekten daha üstün bir basamaktır. Çünkü kişi kimi zaman kin ve kötü duygularını muhafaza ederek öfkesini bastırabilir. Bu buyruk Yüce Allah'ın, "Ve onlar kızdıkları zaman bağışlarlar." (Şûra, 42/32) buyruğunu andırmakta­dır. Hâkim ve Taberânî, Übeyy b. Ka’b'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedirler: "Her kim cennette köşklerinin yükseltilmesini, derecelerinin yüceltilmesini arzu ediyor ise kendisine zulmedenleri affetsin, mah­rum edenlere versin, bağını koparanların bağlarını düzeltsin." [5] İbni Abbas (r. anhumâ)dan ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Kıyamet günü olduğunda bir münadi şöyle seslenir: İnsanları affedenler nerede? Haydi Rabbinizin huzuruna geliniz, ecirlerinizi alınız. Affettiği takdirde cennete sokulması her Müslümanın bir hakkıdır."

İşte bunda Peygamber (s.a.)'in Uhud gazvesinde emrine aykırı davranan okçuları affettiğine ve Hz. Hamza'ya yaptıkları dolayısıyla müşrikleri cezalandırmadığına bir işaret vardır. Çünkü siret-i nebeviyede de belirtildiği gibi O, Hz. Hamza'ya müsle yapıldığını (ölünün azalarının parçalandığını) görünce, "Ve nefsim elinde olana yemin olsun ki, onlardan yetmiş kişiye müsle uygulaya­cağım" diye buyurmuştu.

4- Allah ihsan edenleri, iyilik yapanları, kötülüğe iyilikle karşılık verenle­ri sever. Bu ya kötülük yapana faydalı işler yapmakla olur yahut o kötülüğüne misliyle karşılık vermemek suretiyle dünyada ona gelebilecek zararı önlemek suretiyle; veya ahirette alacağı hakları affetmesiyle olur. Bu ise önceki mertebelerin en yükseği olan bir mertebedir. Beyhakî'nin rivayetine göre Hz. Hüse­yin'in oğlu Ali'nin (r.a.) bir cariyesi vardı. Namaza hazırlanmak üzere ona su döküyordu. Elindeki ibrik başını yaraladı. Başını kaldırınca cariye şöyle dedi: "Yüce Allah, "Öfkelerini yutanlar" diye buyurmaktadır. Ali ona, "Öfkemi yut­tum," dedi. Cariye, "Ve insanları affedenler" diye buyurmaktadır" deyince, "Al­lah seni affetmiştir" dedi. Yine cariye, "Allah ihsan edenleri sever" deyince Ali, "Git, Yüce Allah'ın rızası için hürsün" cevabını verdi.

5- Çirkin bir günah işledikleri vakit yani zina, faiz, hırsızlık, gıybet ve bu­na benzer zararı başkasına ulaşan bir günah işlediklerinde veya kendilerine zulmettiklerinde yani içki içmek ve buna benzer zararı yalnız kendilerine do­kunan bir günah işlediklerinde Allah'ın vaadini, tehdidini, azamet ve celâlini hatırlar, tevbe ederek, Rabbinin rahmetini umarak ona dönerler.

Şunu bilelim ki günahları Allah'tan başka bağışlayacak kimse yoktur. Kö­tülük yapanı bağışlaması -şirkin dışında olmak şartıyla- günahkârı, günahları ne kadar büyük olursa olsun affetmesi onun lütfunun, ihsan ve kereminin bir belirtisidir. Şirk ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kendi­sine şirk koşulmasını bağışlamaz. Fakat bundan başka bunu (yani günahı) di­lediğine bağışlar." (Nisa, 4/48) Yine rahmetinin genişliği ile ilgili olarak şöyle buyurur: "Ve benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır." (A'râf, 7/156).

Tevbenin kabul edilmesinin şartı ise günah üzerinde ısrar etmemektir. İş­te Yüce Allah'ın, "Bir de işledikleri (günah) üzerinde bilip dururlarken ısrar etmeyenlerdir" buyruğu bunu ifade etmektedir. Yani günahlarından tevbe edip yakın bir süre sonra Allah'a dönen, masiyet üzere ısrar etmeyen, onu sürdür­meyen kimselerdir. Eğer günahı bir defada işleyecek olurlarsa ondan tevbe ederler. Nitekim Hafız Ebu Yala, Müsned'inde böyle demektedir. Aynı zamanda bu Ebu Davud, Tirmizî ve el-Bezzâr'ın Müsned'inde de yer almaktadır ki, bun­lar Ebu Bekir (r.a.)den şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "İstiğfar eden (günahında) ısrar etmiş olmaz. İsterse bir günde (aynı güna­ha) yetmiş defa dönsün." [6]

Bunlar yaptıklarının bir masiyet olduğunu bilirler ve günahlarını hatırla­yarak onlardan dolayı Allah'a tevbe ederler. Esasen Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder. Bu buyruk Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir: "Onlar şüphesiz Allah'ın kullarının tevbesini kabul ettiğini bilmezler mi?" (Tevbe, 9/104); "Her kim bir kötülük işler yahut kendisine zulmeder sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse Allah'ı çok mağfiret sahibi ve çok merhametli bulur." (Nisa, 4/110).

Sözü geçen niteliklerle Yüce Allah takva sahiplerini nitelendirdikten sonra şunu açıklamaktadır: Bu niteliklere sahip olan takva sahibi kimselerin mükâfatları günahlarının Rableri tarafından bağışlanması, cezadan yana gü­venlik içerisinde olmalarıdır. Bunlara Rableri nezdinde altından ırmaklar akan cennetlerde yani çeşitli içeceklerden nehirlerin aktığı cennetlerde bü­yük bir sevap vardır. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. İşte o salih amellere verilen bu karşılık -ki o da cennettir- ne güzeldir! Şanı yüce Allah cenneti öv­mektedir. Esasen cenneti övmek de O'nun hakkıdır. Cennet övülmeye lâyık­tır. Çünkü orada mutlak ve ebedî nimetler vardır. Orada hiç bir gözün görme­diği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın hatırından geçirmediği şey­ler vardır. [7]



[1] Metinde en-Nadir olan kelimenin doğru şekli el-Muğîre'dir. bkz. Süyutâ, er-Durru'l-Men-sûr, 11/314 (Çeviren).


[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/346.


[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/347-349


[4] Hadisi İmam Ahmed, Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet etmiştir.


[5] Hâkim dedi ki: Buharî ile Müslim'in şartına göre sahih olmakla birlikte, bunu rivayet et­memişlerdir.


[6] Hasen bir hadistir.


[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/349-352.