4 Kasım 2018 Pazar

BAKARA SÛRESİ 148.-152. ayetlerin tefsiri


Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin Sebepleri

148- Herkesin yüzünü kendisine doğru döndürdüğü bir yönü vardır. Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Allah tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye Kadir'dir.

149- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette-ki bu Rabbinden mutlak bir haktır. Al­lah yaptıklarınızdan gafil değildir.

150- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Harama doğru döndür. Her nerede olursanız yüzlerinizi onun ta­rafına döndürün. Ta ki aralarından zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın. O halde onlardan korkmayın, Benden korkun. Ta ki size olan nimetimi tamamlaya­yım. Olur ki hidayete kavuşursunuz.

151- Nitekim içinizden sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediğiniz şeyleri size öğretiyor.

152- Öyle ise siz Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin nan­körlük etmeyin.


Açıklaması

Bu ayet-i kerimeler, Kabe'ye yönelmek, inkarcıların iddialarını çürütmek hususunda Resulullah (s.a.)'ın takındığı tavrı desteklemeye devam etmektedir. Şanı Yüce Allah her bir ümmete has özel bir kıblenin bulunduğunu zikretmek­tedir. Yahudiler için bir kıble, Hristiyanlar için bir kıble, müslümanlar için bir kıble vardır. Bütün ümmetler için tek bir kıblenin varlığı söz konusu değildir. Farz olan, vahyin emrine teslimiyettir. Kıble dinin esası değildir. Önemli olan hayırlı işlerde yarışmaktır. Herkesin ameline uygun karşılığı verecek olan ise Allah'tır. Yüce Allah'ın nazarında bütün mekânlar birdir. O bakımdan kıblenin değiştirilmesi hususunda birbirinizle tartışmayınız. Bu konuda itiraz etmeyi­niz. Yeryüzünün dört bir yerinde karada, denizde ve havada bütün müslümanların kıblesi aynıdır. Kıble hususunda müşriklere karşı delil ortaya koymanın bir faydası yoktur. Bunun yerine siz Allah'tan korkunuz, O'nun herhangi bir emrine karşı gelmeyiniz. Her nerede olursanız olunuz Kıyamet gününde Allah, hepinizi bir araya getirip toplayacak, amellerinizden dolayı sizi hesaba çeke­cektir. Allah her şeye kadir olandır.

Özetlediğimiz bu hususu şöylece açabiliriz:

Her bir ümmetin namaz kılarken yüzünü döndürdüğü bir yön vardır. İbra­him ve İsmail as Kabe'ye doğru yöneliyorlardı. İsrailoğulları da Beytülmakdis'teki kayaya yöneliyorlardı. Hristiyanlar doğu tarafına dönüyorlardı. Allah müslü­manları ise Kabe'ye yönelme hususunda hidayete erdirmiştir. O halde ümmet­ler değişik olduğu kadar kıbleleri de değişiktir. Dönülen cihet, Allah'ın vahda­niyetinin kabulü, ahiret gününe iman gibi dinde bir esas değildir. Allah'ın istediği, vahyin emrine teslim olmak, Allah'a itaat olan emir ve buyrukları yerine getirmektir.

O halde çeşitli hayırları işlemek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Herkes bu konuda daha önce hareket etmeye kötülük ve sapıklıktan uzak durmaya gayret göstersin. Bütün mesele iyilik işlemek olmalıdır. Ülkeler, cihetler, Yüce Allah'a yakın olmaya esas teşkil etmez. Allah nezdinde bunlar arasında bir fark yoktur. Nerede ikamet ederseniz ediniz, Allahü Teâlâ sizi hesabınızı gör­mek üzere bir araya getirip toplayacaktır. Bunun delili ise aradaki mesafeler ne kadar uzak olursa olsun hesap günü için insanları toplamanın Allah'ı aciz bırakacak bir durum olmadığıdır. Bu gerçeği dile getiren ayet-i kerime Yüce Al­lah'ın şu buyruğunu da hatırlatmaktadır: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin etmişizdir. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O size verdiği ile sizi imtihan etmek için böyle yaptı. Öyle ise hayırlı işlere koşu­şun. Hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48)..

Kabe'ye ya da Mescid-i Haram'a yönelmek, bütün zaman ve mekânlarda geçerli bir şerî hükümdür. Her nerede olursanız olunuz, Mescid-i Haram tarafı­na yöneliniz. Yüce Allah bu ayet-i kerimede Kabe'ye yönelme emrini üç defa tekrarlamaktadır. Bundan önce ise 144. ayet-i kerimede bu emri iki defa tekrarlamış idi. Bundan maksat bu hükmün bütün zaman ve mekânları kuşatan genel bir hüküm olduğunu ifadedir. Kur"an-ı Kerim her bir emir ile birlikte uy­gun olan bir ifadeyi de söz konusu etmektedir:

144. ayet-i kerimedeki ilk emir ile birlikte aynı ayette Yüce Allah kendile­rine kitap verilenlerin hakkı bildiğini tespit etmektedir.

149. ayet-i kerimede yer alan ikinci emir ile birlikte Yüce Allah bunun Al­lah tarafından sabit olan bir hak olduğunu açıklamaktadır. Bu hususta her­hangi bir nesh veya değişiklik söz konusu olamaz. Peygamberin bu hak olan kıbleye yönelmesi hikmet ve maslahata uygun olandır. Allah insanların yaptık­larından ve din ile ilgili getirmiş olduğu bütün emirlerde Peygamber (s.a.)'e ihlâs ve samimiyetle tabi oluşlarından gafil değildir. Amellerinin karşılığını en güzel şekilde onlara verecektir. Bu itaat eden müminlere fiillerinin mükafatına nail olacaklarına dair bir vaaddir. Aynı zamanda amellerinin cezasını görecek­lerine dair isyankârlara da bir tehdittir.

150. ayet-i kerimede yer alan üçüncü emir ile birlikte Yüce Allah kıblenin değiştirilmesindeki hikmeti söz konusu etmektedir ki, şu üç faydalı husus bu hikmetin kapsamı içerisindedir:

1- "Ta ki... insanların size karşı bir delilleri kalmasın." Kitap Ehli ve müş­riklerin müslümanlara karşı ileri sürecek bir dellileri olmasın. Kitap Ehli Hz. ismail'in soyundan gönderilecek olan peygamberin Hz. İsmail'in kıblesi olan Kabe'ye yöneleceğini biliyorlardı. Buna göre namazında Beytülmakdis'e doğru yönelmeye devam etmesi peygamberliğinde tenkit edilecek bir nokta olurdu. Yine onlar bu ümmetin niteliklerinden birisinin Kabe'ye yönelmek olduğunu da biliyorlardı. Müslümanlar bu niteliği kaybedecek olsaydı belki de bu kendi aleyhlerine delil olabilirdi. Müşrikler ise atasının dinini ihya etme üzere İbra­him (a.s.) soyundan gelmiş bir peygamberin, atası İbrahim'in oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiği Rabbinin Beyti'nden başka bir tarafa yönelmemesi gerektiği görüşünde idiler. Nitekim kıblenin değişikliği bu konuda onların görüşlerine uygun bir şekilde gerçekleşti. Böylelikle her iki kesimin de ileri sürebilecekleri bir delil ortadan kalktı. Buna bağlı olarak da münafıkların söyleyebilecek bir şeyleri de kalmadı.

Fakat aralarından inat ile nefislerine zulmedenler -ki bunlar kıt akıllı kimseler olduklarından dolayı herhangi bir kitap ile hidayet bulmayan ve hiç bir belgeye iman etmeyen Kureyş müşrikleridir- Kabe'ye yönelmek hususunda işte bunlardan korkmayınız. Çünkü bunların sözleri aklen kabul edilebilir bir delile dayalı değildir. Sizler yalnızca hak sahibinden korkunuz. Yahudilerin şu sözleri bu sapık ve zalimlerin şu sözlerindendir: O Kabe'ye ancak kavminin di­nine meylettiği ve kendi doğup büyüdüğü şehrini sevdiği için dönmüştür. Hak üzere olsaydı kendisinden önceki peygamberlerin kıblesinden ayrılmazdı. Müş­rikler ise şöyle demişlerdi: Şimdi kıblemize döndü, pek yakında dinimize de dönecektir. Münafıklar ise şöyle demişti: O herhangi bir kıble üzerinde karar kılamıyor. Tereddüt ve kararsızlık içerisindedir. Bütün bunlar sıhhatli bir deli­le dayanmayan, akıl tarafından kabul edilebilecek bir dayanağı olmayan görüş­leridir. Bunlar sadece Allah'ın dini hakkında tartışma doğurması maksadıyla ileri sürülmüş Muhammed (s.a.)'in risaletine iman etmemek için kullanılan yollardır. O bakımdan ey müminler, siz kıbleniz üzere sebat gösteriniz. Kabe'ye yönelmek hususunda zalimlerden korkmayınız. Çünkü onların sözlerinin aklî ya da semavî bir hidayetten gelen bir dayanağı yoktur.

Allah'tan korkunuz. Allah'ın rasulünün size getirdiklerine muhalefet et­meyiniz. Size vadettiğini yerine getirecek olan O'dur. Bununla korkulması ge­reken zatın hak sahibi olan olduğuna, batıl üzere olana ise aldırış edilmeyece­ğine bir işaret vardır.

2- "Ta ki size olan nimetimi tamamlayayım." Atanız İbrahim'in inşa ettiği, put ve heykellere tapınmaktan arındırdığı, insanların kalplerinin kendisine sevgiyle yöneldiği Rabbinizin evini yalnızca sizin için bir kıble kılmakla, bu kıbleyi size tahsis etmekle üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım diye. Bu, aynı zamanda sayısız maddî ve manevî faidelerin gerçekleştirilmesine de sebeptir. Abdullah'ın oğlu Muhammed'in Hz. İbrahim'in soyundan gelen aslen Arap bir peygamber olması, Kur'an-ı Kerim'in apaçık Arapça bir lisanla ona indirilmesi, Kabe'ye doğru yönelmeyi arzulayan akrabaları ve aşireti arasında ortaya çık­ması da bu nimetler cümlesindendir. O bakımdan kıblenin Kabe'ye doğru de­ğiştirilmesi Yüce Allah tarafından müslümanlar ve Araplar üzerindeki eksiksiz bir nimetidir.

3- "Olur ki hidayete kavuşursunuz." Hak üzere sebat göstermek ve ona karşı çıkmamak suretiyle hidayet bulaşınız diye. Çünkü kıblenin değiştirilmesiyle ilgili olarak kıt akıllıların körükledikleri fitne, hak ve imanın ne kadar güçlü olduğunu, batıl ve küfrün de ne kadar zayıf olduğunu ortaya çıkartmış, müminlerin imanlarını daha bir pekiştirip arındırmış, münafıkları açık-seçik bir şekilde ortaya çıkarmış, kâfirleri de yardımsız ve desteksiz bırakmıştır.

Özetle, Yüce Allah sizin için Beytullah'ı kıble tayin etmek suretiyle üzeri­nizdeki nimetini tamamlamıştır. Nitekim sizden bir peygamber göndermek su­retiyle de üzerinizdeki nimetini tamamlamıştı. Söz konusu bu peygamber Muhammed (s.a.)'dir. O size hakka götüren ve doğruluğa ileten Allah'ın ayetlerini okur, Allah'ın vahdaniyetine, kudretinin büyüklüğüne dair kesin delilleri orta­ya koyar. Sizi putperestliğin pisliklerinden arındırır. Nefislerinizi yüceltecek ve arındıracak en şerefli bilgileri ve akla saygı duymayı, kör taklidi bir kenara at­mayı, her türlü sapma ve sapıklıktan koruyucu olarak dini esas kabul etmeyi öğretir. Nitekim O, kız çocukları diri diri gömmek, masraflarından kurtulmak maksadıyla çocukları öldürmek, en basit ve önemsiz sebepler yüzünden kanlar dökmek gibi çirkin cahili adetlerden de sizi arındırmaktadır.

Size Kur'an-ı Kerim'i öğretiyor, şer"î hükümleri beyan ediyor. Kur'an-ı Ke-rim'in bir hidayet ve bir nur olmasına neden olan teşriî sırları açıklıyor.

Aynı zamanda o peygamber size hikmeti de öğretiyor. Hikmet; şer'î hü­kümlerin sırlarını, amaçlarını amele ve itaata iten gerekçelerini bilmektir. Di­ğer taraftan o peygamber size peygamberin sünneti, barış ve savaş gibi azlık, çokluk, yolculuk ve ikamet gibi hayatın çeşitli durumlarında izlenecek övülme­ye değer yolu da öğretmektedir. Nihayet teşriin sırlarına, dinin derinliğine bi­linmesini (fıkhedilmesine) nasip ettiği peygamberin ashabı, hikmetli, bilgin ve oldukça üstün zekâlı kimseler haline geldiler. Onlardan her birisi bir ülke yö­neticisi, bir ümmet lideri oldu. Yönettiği ülkede ve ümmet arasında adaleti uy­guluyor, güzel bir siyaset takib ediyordu. Bununla birlikte o belki Kur'an-ı Kerim'in ancak bir kısmını ezberlemiş idi; fakat Kur'an'ın sırrını bilmiş, amacını kavramıştı.

Bu peygamber sizlere bilmediğiniz gayba dair haberleri, geçmişteki kavimlerin kıssalarını, yok olmuş ya da Araplar tarafın­dan da ve hatta onların dışında Kitap Ehli tarafından da bilinmeyen ümmetlerin durumlarını size öğretmektedir. Bu bakımdan yüce Allah müminleri bu ni­meti itiraf etmeye ve buna Allah'ı zikrederek, şükrederek karşılık vermeye teş­vik ederek: "Öyle ise siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim" diye buyurmuştur.

Yani bana itaatle, emirlerime uymak suretiyle, salih amel ile Beni zikredi­niz. Hamdetmek, teşbih getirmek, şükretmek, Kur'an-ı Kerim'i okumak, ayet­leri üzerinde düşünmek, kainattaki deliller üzerinde Benim varlığıma, kudreti­me ve vahdaniyetime dair tefekkür etmek, size verdiğim emirlere bağlı kal­mak, yasakladıklarımdan kaçınmak, peygamberlere iman edip onlara uymak suretiyle Beni zikrediniz. Ben de sizleri kendi nezdimde sevap ve ihsan ile, bol bol hayırlar vermekle, mutluluk ve izzetinizin devamı ile sizi anayım. Sizinle meleklere karşı övüneyim. Size ihsan ettiğim nimetime karşı kalp ile dil ile ve her organı yaratılış sebebini teşkil eden hayır ve menfaate uygun olarak kul­lanmak suretiyle şükrediniz. Bütün bu nimetlere karşı -onları şeriatın kabul etmediği ve selim aklın da onaylamadığı yollarda kullanmak suretiyle- nankör­lük etmeyiniz. Şüphesiz ki Ben dünyada iken yaptıklarınızın karşılığını verece­ğim. Hayır işlediyseniz hayır, kötülük işlediyseniz kötülük. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Şunu da hatırlayın ki, Rabbiniz şöyle bildirmiştir: Andolsun ki şükrederseniz elbette size fazlasını da veririm. Fakat nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim, 14/7). [9]


[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/322-326.

3 Kasım 2018 Cumartesi

BAKARA SÛRESİ 267. ayetin tefsiri


Malın Kötüsünden Değil İyisinden İnfak Etmek


  
267-  Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yer­den çıkardığımız şeylerden infak edin» Arasından göz yummaksızın alıcısı olmayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin. Bilin ki Allah Ganî'dir, Ha-mîd'dir.

Nüzul Sebebi

Hâkim, Tirmizî, İbni Mace ve başkalarının rivayetine göre el-Berâ b. Azîb şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. Bi­zim hurmalarımız vardı. Müminler hurma ağaçlarından çokluk veya azlık mik­tarına göre bir şeyler getirirdi. Hayır yapmayı arzulamayan insanlar ise henüz olgunlaşmamış hurma salkımlarını yahut kırılmış salkımları getirir ve bunları (mescidin bir yerine) asardı.[28] Bunun üzerine Yüce Allah, Ey iman edenler, kazandıklarınızın en güzellerinden... infak edin. "buyruğunu indirdi.

Ebu Davud, Nesaî ve Hakim'de Sehl b. Huneyften şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bazı insanlar mahsullerinden en kötülerini seçiyor ve bunları sadaka diye veriyorlardı. Bunun üzerine, "Arasından... alıcısı olmayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayeti nazil oldu.

Yine Hakim, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) fıtır sadakası olarak bir sâ' hurma verilmesini emretti. Adamın birisi adi bir hurma getirdi. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'den, "Ey iman edenler, kazandık­larınızın en güzellerinden... infak edin" ayeti nazil oldu.

İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın ashabı ucuz yiyecekleri satın alıyor, bunları sadaka olarak veriyorlardı. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [29]

Açıklaması

Ey iman vasfına sahip olanlar! Ben sizlere malların temiz ve kaliteli olanı­nı infak etmenizi emrediyorum. İster nakit, ister davar, ister tahıl, ister ekin, ister ticarî mal ve madenler, hazineler ve (cahiliye devrinde gömülmüş olan) ri-kazlar gibi başkaları olsun. Bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe (birre) kavuşamazsınız." (Âl-i İmran, 3/92). Mallarınızın adi ve kalitesiz olanını seçip infak etmenizi de ya­saklıyorum. Çünkü muhakkak Allah hoş ve temizdir. Ancak hoş ve temiz olanı kabul eder. Sizin hoşlanmayacağınız şeyleri kabul etmez. Ayet-i kerimede ge­çen "adî (el-habîs)" kelimesi iki anlamda kullanılır: Birincisi Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte geçtiği gibi, faydasız demektir: "Tıpkı körüğün demirin faydasız kirlerini (hubs) giderdiği gibi." İkincisi ise insan nef­sinin kabul etmediği şey. İşte, "Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin" ayetinde kaste­dilen de budur.

Adi ve bayağı olan şeyleri sadaka olarak vermek nasıl hoşunuza gider? Halbuki sizler herhangi bir şeyi görmezlikten gelmek kasdıyla gözünü yumup da ondaki kusuru görmeyen kişinin göstereceği kabilden bir kolaylık ve bir hoşgörü ile olmadıkça kendiniz için öyle bir şeye razı olmazsınız. Alacağınız olan bir kimse hakkınızdan daha aşağısını getirecek olsa, bunu hakkınızdan daha aşağısına razı olmadıkça, tam hakkınız verilmiş hesabıyla almazsınız. Peki, kendiniz için razı olmadığınız bir şeye benim için nasıl razı olursunuz? Benim üzerinizdeki hakkım, mallarınızın en temiz ve en nefis olanlarındandır.

Bilin ki muhakkak Allah -her ne kadar size hoş ve temiz olanı ve sadaka ver­meyi emretti ise de- buna ihtiyacı yoktur. İnfakınıza muhtaç değildir. O, bütün ya­ratıklarına ihtiyacı olmayandır. O'nun size bu emri vermesi sizin menfaatinizedir; zengin ile fakir arasında eşitliği gerçekleştirmek, infak ettiğiniz şeylerde sizi sına­mak içindir. O bakımdan adi olanları vermekle O'na yaklaşmaya kalkışmayın. Ay­nı şekilde O, bütün fiilleri, buyrukları, şeriatı, kaderi ve nimetleri dolayısıyla hamde ve şükre lâyık olandır. Allah'ın nimet olarak ihsan ettiği şeylerin hoş ve te­miz olanlarını infak etmek ise, O'nun celâline yakışan hamdin bir parçasıdır. [30]



[28] Bunlar Resulullah (s.a.)'in mescidindeki iki direk arasında bulunan bir ipin üzerine asılırdı.

Muhacirlerin fakirleri de gelip ohdan yerlerdi. Kişi bu şekilde olgunlaşmadan kurumuş sal­kımları getirir ve bunları infak etmenin caiz olduğunu sanırdı.


[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/57-58.


[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/58-59.

2 Kasım 2018 Cuma

BAKARA SÛRESİ 261-264. ayetlerin tefsiri


Allah Yolunda İnfakın Sevabı Ve Adabı

261- Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

262- Allah yolunda mallarını infak edip de sonra harcadıklarının arkasından başa kakmayan ve bir eziyet katma­yanların Rabları yanında mükâfatları vardır. Onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmezler de.

263- Maruf bir söz ve bağışlama, arka­sından eziyet gelen bir sadakadan ha­yırlıdır. Allah Gani'dir, Halîm'dir.

264- Ey iman edenler! Sadakalarınızı başa kakmak ve eziyet etmekle boşa çı­karmayın. Malını insanlara gösteriş ol­sun diye infak eden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi (ol­mayın). Onun hali, üzerindeki azıcık toprağı sağnak halinde yağan bir yağ­murla sıyrılıp da dümdüz bir taş kesi­len kaypak bir kayaya benzer. Onlar kazandıkları hiç bir şeyi de ele geçire­mezler. Allah kâfirler topluluğuna hi­dayet vermez.


Nüzul Sebebi

el-Kelbî şöyle der: 261. ayet Osman b. Affan ve Abdurrahman b. Avf hakkında nazil olmuştur. Abdurrahman b. Avf Resulullah (s.a.)'a sadaka olarak dört bin dir­hem getirip verdi ve dedi ki: Sekiz bin dirhemim vardı. Kendim ve ailem için dört bin dirhem alıkoydum ve dört bin dirhemi de Rabbime borç veriyorum. Resulullah (s.a.) ona, "Alıkoyduğuna da verdiğine de Allah bereket ihsan etsin" dedi.

Hz. Osman ise şöyle demişti: Tebûk gazvesinde teçhizatı bulunmayanı teçhizatlandırmayı üzerime alıyorum. Daha sonra çullan ve semerleri ile bin deve vererek Müslümanları teçhizatlandırdı. Kendisinin olan Rûme kuyusunu Müs­lümanlara tasadduk etti. [19] İşte bu ayet-i kerime ikisi hakkında nazil oldu.

Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı ellerini kaldırıp Osman'a, "Rabbim gerçekten ben Osman b. Affan'dan razı oldum, sen de ondan razı ol" diye dua ettiğini gördüm. Tan yeri ağarıncaya kadar ellerini bu şekilde açıp durdu. Yüce Allah da, "Allah yolunda mallarını infak edenlerin hali..." ayetini indirdi. [20]

Açıklaması


Bu Yüce Allah'ın, yolunda ve kendi rızasını arayarak infakta bulunanların sevabının kat kat olacağına ve iyiliğin (hasenenin) on katından yedi yüz katına kadar mükâfat göreceğine dair verdiği bir misaldir. Yüce Allah bu buyruklarda Allah'a itaat uğrunda, O'nun rızasını aramak ve güzel sevabını ummak kasdıyla ilmi yaymak, cihad, silah tedariki, İslâm vatanını ve ailesini korumak gibi yollarda mallarını infak edenlerin bu infaklarının niteliğini açıklamaktadır. Bu tür infaklar verimli bir araziye ekilip de her birisinde yüz tane bulunan yedi başak bitiren bir tohuma benzer. Ziraat uzmanlarınca tespit edildiğine göre meselâ bir buğday, pirinç veya darı tanesi tek bir başak değil, bir kaç başak bi­tirir. Bazen bu kırk, elli altı veya yetmişe kadar çıkabilir. Bazen tek bir başak yüzden fazla tane taşıyabilir. Fiilen yüz yedi tane taşıyan başaklar dahi tespit edilmiştir. Bu infak edenin sevabının kat kat artırılacağına dair bir ifadedir.

"Allah dilediğine kat kat verir." Yani amelindeki ihlâsına göre bundan da­ha fazlasını da verebilir. Allah'ın lütfunun sınırı yoktur. O'nun bağışının sınırı olmaz. Lütfü mahlûkatından çoktur, geniştir, boldur. Bu şekilde kat kat ecir al­maya kimin lâyık olduğunu, kimin olmadığını çok iyi bilir.

Bu misal, doğrudan yedi yüz katı söz konusu etmekten daha bir et­kileyicidir. Çünkü sınırlandırma ve sayı verme yine de bir eksikliği ifade eder. Herhangi bir sınır koymamak ise çoğalma, bereketlenme ve artma ihtimaline işaret eder. Ayrıca Yüce Allah'ın salih amelleri sahipleri lehine artırıp çoğalta­cağına işaret vardır. Tıpkı verimli bir araziye tohum atan kimsenin ekinini ar­tırıp çoğaltması gibi. Sünnet-i seniyyede bir hasenenin yedi yüz katına kadar artırılacağına dair hadisler varit olmuştur.

İbni Mace, Ali ve Ebu'd-Derdâ'dan İbni Ebî Hatim de İmrân b. Hu-sayn'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Kim Allah yolunda (cihad için) bir nafaka gönderir ve kendisi evinde kalırsa onun için kıyamet gününde her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır. Her kim Allah yolunda bizzat gaza ederek bu uğurda da infakta bulunursa, onun için her bir dirhem karşılığında yedi yüz dirhem vardır." Daha sonra şu, "Allah dilediğine kat kat verir" ayetini okudu.

İmam Ahmed de Ebu Ubeyde'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Allah yolunda bir infakta bulu­nanın infakı yedi yüz katı ile, kendisi ve ailesine infakta bulunur yahut bir has­tayı ziyaret eder veya rahatsız edici bir şeyi ortadan kaldırırsa iyilik on misli ile karşılık görür. Oruç ise onu bozmadıkça bir kalkandır. Yüce Allah her kime ce­sedinde bir belâ vererek sınarsa, bu da onun günahlarının affına bir sebeptir." Bu hadisin bir bölümünü Nesaî "Oruç" bölümünde rivayet etmektedir.

Ahirette bu sevabı hak etmek için infakın şart ve adabının bir kısmı şun­lardır: Fakire infak ettikleri yahut verdikleri şeyler ardından, onu verdiğine karşılık hesaba çekmemesi, ona lütufta bulunduğunu izhar etmek suretiyle ba­şa kakmaması, ardından ona haksızlık etmek yahut yaptığı işin karşılığını is­temek gibi herhangi bir eziyet ve bir zarar vermemesi gerekir. Yaptıkları iyilik­lerini başa kakmayan ve onlara eziyet vermeyen kimseler için miktarı değerlendirilemeyecek kadar çok değerli ecir vardır. İnsanların korkacakları vakitte onlar için korku yoktur. Allah yolunda hiç bir şey infak etmeyen cimri insanlar üzülüp bundan dolayı da pişman olacakları vakitte bunlar üzülmezler. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" diyeceği gün gelmeden önce bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin." (Münâfikûn, 63/10).

Dilenciye güzel söz söylemek, güzel bir şekilde onu geri çevirmek ve sada­ka vermemek, dilencinin ısrar ederek alacağından ve ardından eziyet ve zara­rın geleceği bir sadakadan dilenci için de, kendisinden dilenilen kimse için de daha hayırlıdır. Çünkü sadaka zayıfın elinden tutmak, zenginlere karşı duyu­lan kıskançlık ve kini hafifletmek, zenginin malını, hırsızlık, talan ve yok ol­maya karşı korumak için meşru kılınmıştır. Başa kakmak ve eziyet ise sadaka­yı, kendisi sebebiyle meşru kılınan bu üstün gayenin dışına çıkartır. Esasen Al­lah kullarının sadakasına muhtaç olmayan Ganî'dir. Herkesi rızıklandırabilir. Kötülük işleyene -sadakasını başa kakan yahut eziyet veren kimse gibilerine-çabucak ceza vermeyen Halîm'dir. Fakat cimri nefsine karşı mücahade edip onu Allah yolunda cömertçe infâka, gönül hoşluğu ile ilâhî mükellefiyetleri ye­rine getirmeye zorlayan kimseleri tanımakla ilgili sonsuz ilâhî hikmet dolayısıyla sadaka meşru kılınmıştır. Yüce Allah sadakayı dostluğun kazanılması, sevginin elde edilmesi, karşılıklı herkesin birbirine bağlanıp birbiriyle dayanış­ması, birbirine sevgi beslemesi için meşru kılmıştır.

İnsanların ruhlarındaki başa kakma ve eziyet etme tabiatını kökten sök­mek için şanı yüce Allah, büyük sevaba hak kazananların niteliklerine dair verdiği haberleri daha bir pekiştirmektedir. Bu ise verdikleri sadakaların ar­dından onları başa kakmayan ve eziyette bulunmayan kimselerin davranışıdır. Eziyet ecri ve sevabı yok eden, sadakanın şaibelerindendir. Allah ilâhî emre bağlanmayı gerektiren iman niteliğini zikrederek, müminlere hitabı pekiştire­rek başa kakmayı ve eziyet vermeyi onlara yasakladı ve haram kıldı. Çünkü sadakanın diğer şaibelerden arındırılarak yalnızca Allah için halisane verilme­si, Allah tarafından daha bir kabul edilmesini ve sevabına hak kazanılmasını sağlar.

Çünkü sadakasının ardından başa kakan veya eziyet veren kimsenin du­rumu, Allah'ın rızası ve İslâm ümmetinin yücelmesi için değil, insanlar kendi­sini övsün, ondan cömert ve eli açık diye söz edilsin ve buna benzer fani dünya maksatlarından herhangi birisi için, riyakârlık ve desinler diye malını infak edenin haline benzer. Böyle bir riyakâr ise gerçekte sahih bir şekilde Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse değildir ki, herhangi bir sevap umsun veya herhangi bir cezadan korksun. İşte dilenciye eziyet verip yaptığını başa kakan kimsenin hali de bunun gibidir.

Riyakârlık yapan ve başa kakıp eziyet veren kimsenin durumu, dümdüz bir taş üzerindeki toprağa benzer. Buna şiddetli bir yağmur isabet edince top­rak çekilir ve taş çıplak kalıverir. Yani böyle birisinin amelinin herhangi bir meyvesi, bir kalıcılığı yoktur. Aksine karşılaşılan olaylar sebebiyle eriyip gider, darmadağın olur ve geriye amelinin herhangi bir etkisi olmaksızın bomboş ka­lıverir. Dünyada olsun, ahirette olsun yaptıklarından hiç bir fayda sağlayamaz. Dünyada fayda sağlayamaz, çünkü başa kakan, insanlar tarafından sevilmez. Riyakâr bir kimse herkes tarafından dışlanır, yerilir. Ahirette ise şüphesiz Al­lah ancak kendisi için ihlâsla ve kendi rızası aranarak yapılan amelleri kabul eder. Riya ve onunla aynı durumda olan başa kakma ve eziyet ise ihlâsa aykırı­dır ve bu bir çeşit Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü riyakârlık gizli şirktir. Böyle yapan kimse bu ameli Allah'tan başkasını gözeterek yapar.

Allah kâfirler topluluğuna küfürleri üzere kaldıkları sürece, kendileri için hayırlı olana ve doğruya iletmez. Yahut da onlar küfür üzere kaldıkları sürece onlara hidayet vermez.[21] Sahibini ihlâsa, hayra ve Allah'ın rızasına, Yüce Al­lah'ın iman ehlini edeplendirdiği infak edebiyle edeplenmeye ileten imandır. İş­te bu, riyakârlığın, başa kakmanın müminlerin değil, kâfirlerin niteliklerinden olduğuna işarettir. [22]


[19] Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.)'ın önüne bin dinar bıraktı. Resulullah (s.a.) bunları eline alıp, "Bundan sonra yapacaklarının Osman'a bir zararı ol­maz." demeye koyuldu.

[20] Nisaburî, Esbâbu'n-Nüzûl, 47-48; Kurtubî, III/303.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/43-44.

[21] el-Bahru'l-Muhît, 11/310.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 2/44-47.

1 Kasım 2018 Perşembe

Dünyanın En Kıymetli Hazinesi; Salih ve Saliha Eş

Dersten Cümleler

“Rahman’nın has kulları yeryüzünde vakarla yürürler, kendilerine bir cahil sataştığı zaman selam der işlerine bakarlar”

“Kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe kamil manada iman etmiş olamaz!”

“Salih olanları, saliha olanlarla evlendirin.” (Darimi, Nikâh, 10)

“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara yaraşır.” (Nur Sûresi, 26)
Salih ve saliha olursanız, Allah karşınıza çıkaracaktır.

“Allah kime saliha bir eş nasip etmişse, dininin yarısına yardım etmiş demektir. O halde o da dininin değer yarısını korumada Allah’tan korksun.” (Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, 972; Beyhaki, Şu’abu’l-İman, 5072)

“Dünya başlı başına bir metâ/faydalanma yeridir. Dünyanın en hayırlı nimeti de sâliha kadındır” (Müslim, Rada’, 64; Nesâi, Nikâh, 15; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.2, s. l68)

“Saliha kadından daha kıymetli bir dünya nimeti yoktur.” (İbn Mace, Nikâh, 5)
İyiler hep az olacaktır.

“İnsanlar, develere benzerler. Bazen yüz devenin içerisinden, bir tane binilebilecek bir deve bulamazsın.” (Buhari, Rikak, 189)

“Allahümme’calni mine’l-kalîl/Rabbim, beni azlardan kıl!”

“Benim kullarımdan şükreden gerçekten azdır!”

“Saliha kadın, el-gurabu’l-a’sam gibidir”

“Bir ayağında beyazlık bulunan karga gibidir.” (İbnü’l Esir, en-Nihaye, I, 249)

“Muhakkak, Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, Mümin erkekler ve mümin kadınlar, itaatkar erkekler ve itaatkar kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, haşyet duyan erkekler ve haşyet duyan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle, oruç tutan kadınlar, iffetli erkekler ve iffetli kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, işte bunlar için bağış ve büyük bir mükâfat hazırlanmıştır.”(Ahzab Sûresi, 35)

Ayette geçen 10 kavram:

1- Teslimiyet
2- Emniyet
3- İtaat
4- Sadakat
5- Sebat
6- Haşyet
7- İnfak
8- Saimiyet
9- İffet
10- Zikr

“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Onun için saliha kadınlar itaatkardırlar. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık kimse görmese de namuslarını her durumda koruyucudurlar.” (Nisa Sûresi, 34)

“Erkek, âilede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.” (Buhârî, Cum’a, 11; Müslim, İmâret, 20)

“Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanlara can yakıcı bir azabı müjdele!” (Tevbe Sûresi, 34)

Kur’an asıl, Sünnet usuldür.
Kur’an masdardır, Sünnet tariktir.
Kur’an manadır, Sünnet maksattır.
Kur’an ve Sünnet maksattır, Sünnet ameldir.
Kur’an mübin/apaçık bir kitapsa neden tefsire ihtiyaç duymaktadır.
Sünnet, adamı arındırır.

“Ey Ömer! Orada Rabbimizin dikkat çektiği mal, zekatı verilmemiş maldır. Şüphesiz Allah zekatı, malınızdaki kirliliği gidermek için farz kıldı. Onu yerine getirdikten sonra, mülkiyet hakkınızı iptal etmedi. Nitekim, sizden sonrakilere kalması için de miras hükümlerini indirdi.”

“Ömer! Sana dünyanın en kıymetli hazinesinin, en kıymetli birikiminin ne olduğunu haber vereyim mi?”

“Saliha kadındır.”

“Saliha kadın odur ki, kocası kendisine baktığı zaman onu hoşnut edecek, emrettiği zaman itaat edecek, evinden uzaklaştığı zaman malını ve namusunu koruyacak!” (Ebû Davud, Zekat, 32)

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”

“Bunların en hayırlısı, zikreden dil, şükreden kalb ve kocasının imanına/dinine yardımcı olan mümine bir eş.” (Tirmizi, Tefsir, 9)

“En hayırlı kadın odur ki, kocası kendisine baktığı zaman, yüreğine serinlik gelip, hoşnut olan; emrettiği zaman kocasına itaat eden, kendisini arzuladığı zaman kocasını rencide etmeyip, ona karşı direnmeyen, kocasının kendisine emanet ettiği malları, onun onaylamadığı şekilde harcamayan kadındır.”

“Böyle yapmaya devam et; çünkü o senin ya cennetin ya cehennemindir.”

“Muhabbet, İtaat, Emniyet, İffet ve Akıbet”

“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil olanı; ahlâkı güzel olan ve hanımlarına karşı hayırlı davrananınızdır.” (Tirmizi, Radâ, 10)

“Sizin en hayırlınız, ehline/ailesine karşı en iyi davrananızdır. Ben ailesine karşı en iyi olanınızım.” (Tirmizi, Menakıb, 46)

“Kadınlarınıza karşı hayırlı olmayı birbirinize tavsiye edin.” (Müslim, Radâ, 62; Tirmizî, Radâ, 11)

“Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emanet olarak aldınız.” (Ebû Dâvud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84)

“Kadınlara ancak kerîm olanlar ikrâm ederler; onlara kötülük edenler ise leîm (kötü) kişilerdir.” (İbn Mâce, Edeb, 3; Ebû Dâvud, Edeb, 6, Müslim, Akdiye, 11)
“Dört şey kime verilmişse, dünya ve ahiret hayırları ona verilmiştir: Zikreden bir dil, şükreden bir kalp, belaya sabreden bir beden, nefsine hıyanetlik etmeyen, kocasının malını canı gibi muhafaza edip dininde ona yardımcı olan saliha kadın!“ (Taberani, Mu’cemü’l-Evsat, 7212)

“Kadını kocası aleyhine, köleyi efendisi aleyhine kışkırtan bizden değildir.” (Ebû Davud, Talak, 1)



Muhammed Emin Yıldırım

Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim:

31 Ekim 2018 Çarşamba

Kadının hakları nelerdir?

Soru:
Kadının hakları nelerdir? İslamın kadınlara bir baskı ve kısıtlama getirdiği iddalarına ne dersiniz?

Cevap:

Değerli kardeşimiz,

İslam öncesi devirlerde kadın bir insan bile sayılmıyordu. İslam dini, kadını olması gereken konuma yükseltmiştir. Özgürlük kişinin, nefsinin ve şeytanın istediği gibi yaşaması değildir. Aksine onu yaratanın istediği gibi yaşamasıdır. Çünkü, Allah'ın isteğine uymayan kişi, nefsinin veya şeytanın isteğine uymuştur.

Kadının genel haklarını kısaca açıklamaya çalışalım:


"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Nahl, 16/58 )

Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki,

"Allah diledigine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Şûrâ, 42/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimizin (asm) vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz (asm) kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve

"Üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, Cennette kendisiyle beraber olacağını." (Ibn Mâce, edep 3)

duyurur. Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "Şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz (asm) özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş, haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah'ın (asm) zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)

Kadın hiçbir konuda erkekten ayrı tutulmadan büyütülmüş ve yetiştirilmiş, sıra evlenmesine gelmiştir. Damat adayını görmesi bir hakkı ve aynı zamanda bir sünnettir. Beğenmezse reddeder, velîlerin ve damat adayının ısrarı hiçbir şeyi değiştirmez.

Evlenirken ağırlığını koyar, damat adayından istediği kadar "mihir" alır. Mihir onun Allah tarafından belirlenmiş en tabii hakkı ve hayat garantisidir. Harcama sahası, meşru çerçevede tamamen kendi iradesine bağlıdır. Mihrini, ya da varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi ticarî işletmelerde kullanabilir, şirketler kurar, şirketlere hisse senetleriyle ortak olur, kazanır ve kazandığını da istediği yerde harcar. Çünkü kendi sosyal güvenliği, kocaya varmakla garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûri harcamalar erkeğin sırtınadır. Erkek, elbiseni ya da süs malzemeni kendi kazancınla al, diyemez. Kendi varlığı ölçüsünde kadının nafakasını sağlamak zorundadır. Sağlayamayacaksa evlenemez. Evlendikten sonra sağlamazsa kadının boşanma talebi olumlu sonuçlanır.

Kocası onu tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, darılıp evinde yalnız bırakamaz.

"Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır." (bk. Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68)

Evde hanımıyla şakalaşmak, eğlenmek ve onu eğlendirmek kocanın görevlerindendir.

Kadının hak-hukuk tanımayıp isyan etmesi dışında, sudan bahanelerle erkek karısını dövemez, [Kadının dövülmesi konusunda (Nisâ, 4//34) âyeti ve tefsirlerine bakılabilir. (Örnek olarak bk. Ibn Kesîr IV/257; Kurtubî VI/170,172,173; Elmalı IV/1351; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Ibn Mâce, menâsik 84; Müslim hac 147; Tirmizi, Rada'11; Ebû Dâvûd, menâsik 56; Halebî Sağîr s. 395; Halebî Kebîrs. 621; Canan, Terbiyesi, s. 391] Kıskançlığından hastalığından kaynaklanan şüphesinden ötürü karısını anî baskınlarla rahatsız edemez.

Peygamberimiz (asm) bir hadîslerinde ailesinden uzun zaman ayrı kalan birisinin, haber vermeden gece ansızın eve gelmesini yasaklamıştır. Bunda ayrıca koltuk altı, etek tıraşı ve süslenip taranmayla kocasına hazırlık yapabilme imkânı bulması da, sebep olarak zikredilmiştir. Bu konuda bir hadîs-i şerîfin meâli şöyledir:

"(Uzaklardan) geceleyin geldiğinde hanımmn yanına girme ki, bıçak kullanıp tıraş olsun, dağınıksa tarasın. (gelişine hazırlansın)." (Buhârî, nikâli 121,122; Müslim, radâ' 58, imâret 181,182; Dârimî, nikâh 32, cihâd 163)

Hadîs şerhleri buna sebep olarak bir de, eve geceleyin aniden girmesinin, hanımının ihanetinden şüphelendiği anlamına gelebileceği ihtimalini gösterirler.

- Kocanın karısını cinsel yönden tatmin görevi de vardır. Peygamberimiz (asm), karısını düşünmeden, işini bitirerek hemen inen insanları horoza, yani hayvana benzetmiş ve sevişip okşama olmadan cinsel ilişkiye geçilmemesini tavsiye etmiştir. [Deylemî'den, Gazâlî, Ihyâ IV/52. Ayrıca bk. Suyutî, el Camiu's-Sağîr (Fethu'I-Kadîr ile) VI/323)] Çünkü erkek bakmakla hemen tahrik olabilir, ama kadın cinsel ilişkiye ancak uzun bir okşama döneminden sonra hazır hale gelir. Iyi bir erkek, karısını bu işe hazırlamayı başarabilen ve kendi doyduğu gibi onu da doyurabilen erkektir. Cinsel ilişkide sadece kendisini düşünen erkekler, karşısındakine zulmettiklerini ve işkence ederek zevk aldıklarını unutmamalıdırlar.

- Evlendikten sonra bir yıl içerisinde hiç cinsel ilişki yapamayan erkekten kadının ayrılma hakkı vardır.

Kadın "peşin mihrini" almadan kendisini erkeğe teslim etmeyebilir.

- Kadının nafakası gibi, tedavisi ve ilâç harcamaları da kocaya aittir. Kadın ekmek yapamayan birisi ise, erkek hazır ekmek almak zorundadır. Süslenmesini istiyorsa, süs malzemeleri ve koku masrafi erkeğe aittir. Yılda yazlık ve kışlık olmak üzere iki takım elbise erkeğe aittir. Anlaşmazlık söz konusu olursa elbisenin nitelikleri mahalli idarelerce tesbit edilir. Kadın, kocası sefere çıkarken, gelmediği günler için nafakasına, ondan kefil alabilir. Âdetli günlerinde kocasından ayrı yatmak isterse, ayrı bir yatak istemek hakkıdır.

- Durumuna göre kadın kocasından hizmetçi isteyebilir. Hizmetçinin ücreti kocasına aittir. Örfe göre kadınların yapmaması ayıplanan ev işleri dışında kadın, hiçbir iş yapmak zorunda değildir.

Ihtiyaç duyarsa kocasıyla aylık nafaka miktarında anlaşırlar. Yetmediğini anlarsa artırmasını ister, koca kabul etmezse mahkemeye başvurabilir.

- Kadın kocanın yakınlarını istemediği takdirde, kocası onu müstakil bir evde oturtmak zorundadır. Buna sebep olarak, kocasıyla oynaşmak ve yararlanmak arzusuna, onların bulunmasının engel olacağı gösterilmiştir. Hattâ cinsel ilişkiyi bilmeyecek kadar küçük olan çocuğu dışındakiler için de aynı sebeble ayrı odalar istemek, kadının hakkıdır.

- Kadının, haftada bir kez anne-babasını ziyaret hakkı vardır, erkek buna engel olamaz.

Erkeğin haklarına bir zarar vemeyen meşru işlerde; kadının meşru çerçevede çalışmak hakkıdır.

Âdet ve lohusalıktan ötürü hamama gitmek istediği takdirde, hamam parasını erkek verir, ancak hamamda avret yerlerinin açılmamasına riayet edilmediği biliniyorsa, kadın hamama gönderilmez.

"Ric'î" (dönülebilir) ya da "bâin" talakla boşanan karısının her türlü nafakasını, iddeti içerisinde erkek verir.

Bu söylediklerimiz bütün fıkıh kitaplannda, kadının erkek üzerindeki hakları sayılırken açıklanan konulardan sadece birkaç örnektir. Sonra bunlar birer tavsiye niteliğinde değil, yaptırımı olan kanûni haklardır. Karadeniz'de, Anadolu'da. şurada-buradâ kadınlar çalıştırılıyor ve ancak erkeğin yapabileceği zor işler altında eziliyorlarsa, bunun suçu İslam'ın değil, Islâmı onların hayatından uzaklaştıranların olsa gerektir.,

- Bir seçim söz konusu olduğunda, kadının seçme hakkının bulunduğunu çoğu Islâm bilginleri söylemişlerdir. Çünkü onların böyle bir hakkının olmadığına dair hiçbir delil yoktur. Kaldı ki seçme, "bey"at"tan ibarettir. Halbuki, Peygamberimiz (asm) kadınlardan da bey'at almıştır. (bk. Mümtahine, 60/12 âyeti ve tefsirleri.) Hz. Ömer (ra)'den sonra seçilecek halife için, evlenmemiş genç kızlar dahil, herkesten fikir alınmıştır.[bk. Muhammed Hamîdullah, Islâm Müesseselerine Giriş Ist.1981, s. 112 (Ibn Kesîr'den nakil)]

- Nihayet kadın öldüğünde kefeni de kocasına aittir.

(Özet olarak sunduğumuz bu maddelerin daha geniş bir açıklaması için bk. Ibn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, Mısır 1380 / 1960. Ayrıca bütün fıkıh kitaplarının nafaka bölümleri ve özellikle Serahsî, Mebsût V/180 vd.)

Görüldüğü gibi kadın geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insandır. Ve bütün bunlar bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda mahkeme kararı ile belirlenecek olan kanunî haklardır. Yoksa Islâm'da karı-koca birbirinden devamlı hak koparmak için çekişip duran iki düşman kutup değildirler. Birbirlerini tamamlayan, birbirlerine yardım eden, destek olan, huzur ve moral kaynağı oluşturan, bir bütünün iki yarım parçasıdırlar. Tıpkı Peygamberimizin (asm) ev işlerine yardım etmesi, Hz. Ali (ra) ile eşi Fatıma (ra) arasında iş bölümü yapması gibi.

AİLEDE KADIN:

İslâm, yaratılış itibarıyla kadın ve erkeğin eşit olarak yaratıldığını bildirir:

"Ey insanlar; doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık..." (Hucurat, 49/13).

Yine İslâm dini kadın ve erkek arasında bir ayrımın söz konusu olmadığını, doğum, ölüm ve daha sonraki hayatlarında bu iki cinsin birbirinden üstün bir tarafı olmadığını beyan eder. Çünkü insan Allah huzuruna yardımcısız, tek başına çıkarak, hesabını kendisi verecektir (Meryem, 19/93). İman sahibi, salih amel işleyerek Allah yolundan ayrılmayan kadınların durumu Kur'an'da "ahirette ebedî bir hayat sürüp Cennete gidecek kişiler" arasında zikredilir (Nahl, 16/97).

Kadınla erkek arasındaki farklılık uzviyetten ileri gelmekte ve kadınların zayıf, hassas varlıklar olduğu belirtilmektedir. Bunun için fert ve toplum hayatında bu iki cinsin fonksiyonlarında farklılıklar görülmekte ve bunda da kadının korunduğu ortaya çıkmaktadır. İslâm dini cahiliyyet hayatı inançlarında olduğu gibi kadını ne aşağılara itmiş ne de maderşahi (ailede kadının hâkimiyetinin geçerliliği) bir modelle aile yaşantısının sürdürmüştür. O, öyle bir aile modeli çizmiştir ki, bu ailede bütün aile fertlerinin ayrı ayrı görevleri bulunmakta ve bu görevlerinde kesinlikle biribirlerine karşı haksızlık görülmemektedir. İslâm düzeni aile hayatına getirdiği yenilikle adalette çığır açacak nitelikte bir modeli benimseyerek erkeğe ve kadına aile içerisinde baskı unsuru olabilecek ailenin zararına tüm davranışları ortadan kaldırmıştır.

İslâm aile reisi olarak bu görevi erkeğe vermiştir.

"Erkekler kadınlar üzerinde hâkimdirler (ailenin reisidirler). Bu sebepledir ki Allah bazılarını (erkekleri) bazılarınızdan (kadınlardan) üstün kılmıştır. Bir de (erkekler onlara) mallarından infak etmektedirler..." (Nisâ, 4/34).

Yine Allah Teâla başka bir âyette

"...(Erkeklerin kadınlar) üzerindeki (hakları) gibi kadınların da erkeklerin) ma'ruf şekilde lehlerine de (hakları) vardır. Erkeklerin ise kadınların üzerinde bir dereceleri vardır. Allah, aziz (mutlak galib)dir, hakîm (gerçek hüküm ve hikmet sahibi)dir." (Bakara, 2/28)

buyurarak, aile reisliği görevini erkeğe vermiştir. Erkeğin aile reisliğinde, ailenin ihtiyaçlarını karşılamak ve aileyi her türlü dış tesirlerden koruma görevi de söz konusu olduğu için ona büyük sorumluluk düşer. Buna karşılık erkek aile içerisinde kadının şahsi malına karışamadığı gibi ona bazı yükümlülükler yükleyemez. Hatta kadın çocuğa bakmak istemezse kocasından bir bakıcı bile isteyebilir ve ev işlerini yapmayabilir. Ama buna rağmen bu tür ev ile ilgili iş ve sorumluluklar kadının takvasının göstergesi olduğundan Peygamberimiz (asm) tarafından teşvik edilmiştir. Kadın erkeğin meşru dairedeki emirlerine itaat etmekle mükellef tutulmuştur (Ebu Davud, Nikâh, 40).İslâm aile hayatının devamı karşılıklı hakların korunmasıyla mümkündür.

"Sizin kadınlar üzerinde haklarınız, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır." (Tirmizi, Radâ', 11).

Karşılıklı haklarda kadının teslimiyeti ve itaatinden maksat ise kocasına karşı vazifelerini meşru dairelerde yerine getirmesidir.

KADININ KOCASI ÜZERİNDEKİ HAKLARI:


Erkek ailenin geçimini sağlamakla görevli olduğu için kadının maddi ihtiyaçlarını karşılamak ve bunu da İslâm dairesi içerisinde gerçekleştirmek zorundadır (Nisa, 4/34). Erkek kadınla iyi geçinmek ve onun haklarını korumakla yükümlüdür:

"...Onlarla (zevcelerinizle) iyi geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa (sabredin). Olur ki bir şey hoşunuza gitmez de Allah (ü Teâlâ) onda birçok hayır takdir etmiş bulunur. (Olur ki Allah size onlardan hayırlı evlâd ihsan eder, yahud, aranızda muhabbet oluverir)." (Nisâ, 4/19).

İslâm, her şeyden önce erkeğe verilmiş olan "aileyi yönetmek ve reislik yetkisini" kötüye kullanmayı yasaklar. Bundaki amaç aile düzeninin korunmasıdır. Bu bakımdan erkeğin bu şekilde bir imtiyazı kadın üzerinde zulümkâr bir şekilde kullanması caiz değildir. Ancak böyle bir ilişki sonucu kadın ve erkek arasındaki ilişkiler normal seyrinde gidebilir.

İslâm, kadının sosyal ilişkiler yönünden yeteneklerini ve yeterliliğini, mümkün olan azami düzeyde meşru daireler içerisinde kullanmasına izin verir. Yine bu sosyal çerçevede en güzel şekilde Müslümanlara yardımcı olması için çalışma ve faaliyetleri yerine getirme, ilim öğrenme özgürlüğünü verir (Buhârî, İlim, 36;İbrahim Cemal, Müslüman Kadının Fıkıh Kitabı, terc. Beşir Eryarsoy, İstanbul 1987, s. 483 vd.).

"Kadın eğe kemiği gibidir. Eğer onu doğrultmaya kalkarsan kırılır. Mutlu olmak istersen o eğrilikle birlikte kabul et."(Buhârî, Nikâh, 79).

"Sizin en hayırlınız hanımına karşı en iyi olandır." (Tirmizi, Radâ, 11; İbn Mace, Nikâh, 50).

Bu hadislerden Peygamberimizin (asm) kadınlar konusunda Müslümanları sürekli uyardığı ve onlarla iyi geçinmeyi tavsiye ettiğini öğreniyoruz. Kadın dövülmez, nasihat edilir. Yalnız kadın âsî olur erkeğini İslâmî ölçülerde dinlemezse ve mahrem olmayan kimselerle oturup kalkar ve erkeğin malını savurganlıkla harcar, aile sırlarını dışarı çıkarırsa önce uyarıda bulunulur, bunun şiddeti biraz arttırılır ancak yine fayda sağlamıyorsa duruma göre korkutmak için biraz dövülebilir (Nisa, 4/34). Ancak bu da fayda vermiyorsa dövülmemelidir.

KOCANIN KADIN ÜZERİNDEKİ HAKLARI:


"Erkekler kadınlar üzerinde yönetici (kavvâm) dırlar. Çünkü Allah kimini kiminden üstün kılmıştır ve çünkü erkekler(kadınlara) mallarından harcamaktadırlar.İyi kadınlar; gönülden boyun eğenler ve Allah'ın korunmasını emrettiğini kocasının bulunmadığı zamanlarda koruyanlardır... " (Nisa, 4/34).

Kadınlar kocalarına karşı itaatli ve saygılı olmalıdırlar ki, koca da aile içerisinde gereği gibi vazifelerini yapabilsin. Kadın meşru şartlarda kocasına itaat etmekle mükelleftir. Ayrıca yaptığı ev işleri ve çocuk yetiştirme ise kadının takvasını artıran hususlardır. Çünkü İslâm böyle bir sorumluluğu kadına şart koşmamış, teşvik ederek Allah'ın rızasını kazanacaklarını bildirmiştir.

Erkekler kadınlardan, kadınlarda bulunmayan bazı doğal nitelik ve güçlere sahip oldukları için üstündürler. Yoksa bu onların şeref ve fazîlet bakımından üstün oldukları anlamına gelmez (Mevdûdî, Tefhimu'l Kur'an, I, İstanbul 1986, s. 317, 318).

"Kadın beş vakit namazını kılar, yılda bir ay orucunu tutar, ırzını korur ve kocasına itaat ederse, cennet kapıları ona açıktır." (Buhârî, Miskat, II/202).

Yalnız buradaki itaat Allah'ın emirleri çerçevesinde olacağından, kocanın bunu hiçe sayması durumunda kadının kocasına karşı itaatı gerekmez. Çünkü Allah'a itaat, kocaya itaatten önce gelir.

Ailede karı-koca arasında karşılıklı tatmin gerekli olan bir ihtiyaç olduğundan her iki tarafın bunu gözardı etmesi doğru değildir. Normal hallerde kadın kocasının bu durumunu bilmeli ve ona karşı saygılı olmalıdır. İslâm yaradılış bakımından kadın ve erkeğin eşit olduğunu savunur. Erkek-kadın eşitliğinde dünyaya ait cezalarda da fark bulunmaz. Kadına karşı işlenen suçlarla, erkeğe karşı işlenen suçların cezası aynıdır. Mirasta kadının erkeğin yarısı kadar hisse alması kadını küçültücü bir hareket olmadığı gibi eşitsizlik de değildir. İslâm'ın kadına bakışı ve erkeğin onun işlerini çekip çevirmekle yükümlü oluşu, evliliğinden önce gerekli harcamaları yapma görevini kadının velisine vermiş olması, evliliğinden sonra ise bu harcamaları kocasına yüklemiş olduğu hususu bilindiğinde, Allah'ın bu konuda ne gibi bir hikmet murad ettiği açıkça anlaşılır.

Kadın, almış olduğu mirastan erkeğe sadece gönül rızası ile olanın dışında hiç bir şey harcamamakta serbesttir. Buna karşılık erkek, her durumda harcamak görevi ile yükümlüdür. Böylelikle kadın miras almakla birlikte ona el de sürmeyebilmektedir (İbrahim Cemal, a.g.e. s. 485).

Allah Teâlâ kadını evin sahibesi olarak yaratmıştır. Erkek ailenin geçimini sağlamak, mal kazanmakla görevli olduğu gibi, kadın da bu malları evin işlerini gereken şekilde yürütmek üzere harcamakla yükümlüdür. Çünkü kadın, kocasının evinin çobanıdır. Bunun dışında İslâm, evin dışında kalan görevlerin hiçbirinde kadını yükümlü tutmaz. Kur'an,

"Ve evlerinizde oturunuz..." (Ahzâb, 33/33)

âyetiyle kadını evinde oturmaya teşvik etmiştir. Ancak bazı hallerde kadının evin dışına çıkması gerekebilir. Meselâ; kadının işlerini görüp gözetecek erkeğin bulunmaması, yahut ailenin içinde bulunduğu sıkıntılar dolayısıyla evin dışında çalışmak zorunda kalması, erkeğin geçim sıkıntısı içerisinde bulunması, hasta olması, geçimi sağlamaktan âciz olması bu türden şart ve durumlarla karşı karşıya kalınması halinde İslâm hukukunda bir genişlik ve bir çıkar yol söz konusudur.

"Allah, siz kadınlara ihtiyaçlarınız için dışarı çıkmanıza izin vermiştir." (Buhârî-Müslim).

Ancak bütün bunlara karşın içinde bulunduğumuz koşullarda ne kadar İslâmî ölçülere uyarsa uysun Müslüman bir kadın çarşıda, sokakta, iş hayatında kötülerin gözünden kendini koruyamamaktadır. O bakımdan geçimi zor şartlar içerisinde olsa da kadınlar sokaklardan uzak olmalıdır.

İslâm kadına evinde görev vererek, çalışma problemini ortadan kaldırmaktadır. İslâm, harem ve selâmda ihanete uğrayan insan ruhunu aynı anda kurtaracaktır.

Kaynaklar:

- Seyyid Kutub, İslâm Kapitalizm Çatışması, İstanbul 1988, s. 129;
- Said Havva, İslâm, terc. Said Şimşek, Ankara ts., s. 197 vd;
- Mustafa Sibai, Kadının Yeri, İstanbul 1988, s. 57 vd.;
- Abdullah Nasuh Ulvan, İslâmda Aile Eğitimi, I, s. 221 vd.;
- Ömer Ferruh, İslâm Aile Hukuku terc. Yusuf Ziya Kavakcı, İstanbul 1976, s. 228 vd;
- Hz. Peygamber ve Aile Hayatı, Komisyon, İstanbul 1989, s. 171 vd.;
- M. Ali Haşimi, Kur'an ve Sünnette Müslüman Şahsiyeti, terc. Resul Tosun, İstanbul 1988, s. 63 vd.
(Şamil İslam Ans., Kadın Md.)

İlave bilgi için tıklayınız:

- Kadınların örtünmesi neden şart, erkek için örtünme ile bayan için örtünme neden farklı?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet


30 Ekim 2018 Salı

Şakası Olmayan Amel; Talak


Dersten Cümleler

Dua, kul ile Allah (cc) arasındaki en önemli bağdır.

Rabbimizden ne isteyeceğimizi, nereye kadar isteyeceğimizi ve nasıl isteyeceğimizi bilemiyoruz.

“Ey Rabbimiz! Bizi zalim kavmin elinde fitne kılma!” (Yunus, 85)

“Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin elinde fitne kılma! Bizi bağışla! Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Mümtehine, 5)

Allah’ın sınırları anlamına gelen Hududullah kavramı, Kur’anî bir kavramdır.

Kur’an içerisinde 13 kez Hududullah, bir kez de Hududehu/Allah’ın hududu şeklinde 14 kez geçer.

Bu 14 kullanımın 2’si hariç 12 tanesi, Aile hukukunun anlatıldığı ayetlerdedir.

Vasiyet meselesi, miras meselesi ve boşanma meselesi, Allah’ın sınırlarının korunmayacağı, dolayısı ile çoğunlukla ihlal edileceği meselelerdir.

Yaşadığımız şu memlekette, 2013 yılı itibari ile evlenmeler % 0,6 azalırken, boşanmalar %1,6 artmış ve 125.000 aile dağılmış…

Kur’an, nikâhı ne kadar ayetle anlatıyorsa, talakı en az nikâhın iki katı ayetle anlatır.

İslam’dan başka çare yoktur…

“Üç şey vardır ki onların ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir. Bunlar: Nikâh, talak/boşama ve ric’at (boşadıktan sonra tekrar eşine dönmek).”(Ebû Dâvud, Talâk, 9; Tirmizî, Talâk, 9)

Abdullah b. Ömer naklediyor. Efendimiz (sas) buyurmuşlardır ki: “Yüce Allah’ın sevmediği helallerden biri boşanmadır.” (Ebu Davud, Talak, 3; İbn Mace, Talak, 1)

Müminsin, Müslümansın, dilini terbiye edeceksin ve sınırlara riayet edeceksin.

“Yediklerine dikkat et! Haram kanına bulaşırsa eğer, azaların sana karşı isyankar olur.”

Boşanmayı düşünen kardeşlerimize 5 önemli tavsiye:

1. Acele etme, istişare et!

2. Sorunların üstünü örtme! tedavi et!

3. Haddini aşma, hakkını ikame et!

4. Mağdur etme, vazifelerini idame et!

5. Sırları ifşa etme, muhafaza et!

Acele etme, istişare et!

2013 yılı itibari ile 125.000 aile boşanmış… Bu 125.000 ailenin 4385 tanesi bir yılın altında evli olanlar, 46.094 tanesi ile 1 ila 5 yıl arası evli olanlar…

“Kadını kocası aleyhinde kışkırtan bizden değildir.”(Ebû Dâvûd, Talâk, 1; Ebû Dâvûd, Edeb, 125-126)

Sorunların üstünü örtme! tedavi et!

Haddini aşma, hakkını ikame et!

Kadının boşama hakkı yok, boşanmayı talep etme hakkı var. Mahkemeye bu amaçla başvurma hakkı var.

Talak yapılış şekli ile ikiye ayrılır: Bid’i Talak, Sünni Talak.

Yapılan talakın sünni yani sünnete uygun olabilmesi için nelere dikkat etmek gerekir:

1. Erkek hanımını boşarken, hanımı adet halinde olmayacaktır.

2. Hanım adetten temizlendiğinde onunla münasebete girmeden boşayacaktır. Temizlendikten sonra onunla münasebet kurarsa, hemen boşamayacak; temiz günlerinin sonuna kadar bekleyecek, halen kararlı ise öyle boşayacaktır.

3. Erkek boşama sözünü söylerken asla gergin ve sinirli bir halde olmayacak, aklı selim ve sükunet halinde bu adımı atacaktır.

4. Boşadım sözünü sadece bir kez söyleyecek, Allah’ın kendisine verdiği üç hakkı bir mecliste tüketmiş olmayacaktır.

Mahmud b. Lebid isimli sahabî efendimizin aktardığı tablo…

“Ben aranızdayken Allah’ın kitabı ile mi oynuyorsunuz?”

“Ey Allah’ın Resulü! Bu adamı öldürmeyip de ne yapayım!” (Nesaî, Talak, 6)

“Kadın senden üç talakla boşanmış oldu. Sen Allah’ın sana verdiği üç haktan fazlasını kullanarak Allah’ın ayetlerini eğlenceye/alaya almış oldun.”
(Muvatta, Talak, 2)

Abdullah b. Mes’ud ne diyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ribayı yiyeni, yedireni, riba akdini yazanı, sadakaya (zekata) mani olanı, dövme yapanı, dövme yaptıranı -hastalık sebebiyle olan hariç- hulle yapanı, hulle yaptıranı lanetledi.” (Nesâî, Zinet, 25)

“Size iğreti tekeden/yani mide bulandıran kiralık tekeden haber vereyim mi?” (Orada bulunanlar) dediler ki: “Evet, ey Allah’ın Rasûlü!” Buyurdu ki: “O, hülle yapan erkektir. Allah, hülle yapana da, kendisi için hülle yapılana da lanet etsin.” (Ebû Davud, 2076, İbn Mace,1935)

Yezid b. Rükane başından geçen bir hadiseyi nasıl anlatıyor…

Efendimiz (sas) Yezid’e diyor ki: “Bu söz ile ne kastettin?”

“Öyleyse o kastettiğin gibidir ve bir kezdir, hanımına dönebilirsin!” (Ebû Davud, 2206; Tirmizi, 1177)

Mağdur etme, vazifelerini idame et!

Sırları ifşa etme, muhafaza et!

“Kıyamet gününde Allah Teâlâ’ya göre en fena insan, karısıyla mahremiyetini paylaştıktan sonra, onun sırrını ifşâ eden kimsedir.” (Müslim, Nikâh, 123, 124; Ebû Dâvûd, Edeb, 32)

Zübeyr b. Avvam’ın, Esma bint Ebî Bekir’den boşanması…

Esma bint Yezid’in boşanması…

Berire bint Safvân”ın Mugis’ten boşanması…
Muhammed Emin Yıldırım


Tamamı için videoyu izlemenizi tavsiye ederim:
http://www.siyertv.com/sakasi-olmayan-amel-talak/

28 Ekim 2018 Pazar

Tevekkül Nedir? Tevekkül Etmek ile Çalışmak Birbirine Zıt Mıdır?

Tevekkül; bir sonuca ulaşmak için gerekli olan sebeplere başvurduktan sonra başarıyı Allahu Teala’dan beklemek ve Onun takdirine razı olmaktır. İnsanın, Allah’a güvenmesinin bir diğer adıdır tevekkül. Said Nursi Hazretleri tevekkülü şu şekilde tanımlamıştır :

Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.

| Sözler, 23.Söz, 3. Nokta

Tevekkül Nasıl Yapılmalıdır?

Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim‘de ayetleriyle ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de hadis-i şerifleriyle bize tevekkül nasıl yapılmalıdır bildiriyorlar;

Ey Resulüm! Sen müminlerin içinde olup da onlara namaz kıldıracak olursan, onlardan bir kısmı sana tâbi olarak namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında, diğer kısım arkanızda beklesinler. Sonra o namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, sana tâbi olarak namaz kılsınlar, hem ihtiyatlı bulunsun ve silahlarını da yanlarına alsınlar. Kâfirler sizi silahsız ve teçhizatsız vaziyette iken kıstırıp, birden baskın yaparak işinizi bitirmek isterler. Eğer yağmur sebebiyle zahmet çekerseniz yahut hasta düşmüş iseniz, silahlarınızı bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber yine de tedbiri elden bırakmayın. Muhakkak ki Allah kâfirler için, zelil ve perişan eden bir azap hazırlamıştır.

| Nisa Suresi / 102. Ayet Meali

Açıkça anlaşıldığı gibi Allahu Teala, her zaman tedbiri alıp öyle tevekkül etmemizi istiyor. Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz, Yakub aleyhisselam’ın evlatlarına olan nasihatini bizlere şöyle bildiriyor;

Ve “Evlatlarım!” diye ilave etti : “Şehre aynı kapıdan değil de, ayrı ayrı kapılardan girin.Gerçi ben ne yapsam, Allah’tan gelecek takdiri önleyemem.Zira hüküm yetkisi, yalnız Allah’ındır. Onun içindir ki ben ancak O’na dayanır, O’na güvenirim.Tevekkül edenler de yalnız O’na dayanıp güvenmelidirler.”

| Yusuf Suresi / 67. Ayet Meali

Başka bir ayette ise Allahu Teala buyuruyor ki;

Zulme mâruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Bunu bir bilselerdi! O muhacirler hak yolda sabreder ve yalnız Rab’lerine dayanıp güvenirler.

| Nahl Suresi / 41-42. Ayet Meali

Tedbir almak Allah’a güvenmeye engel değildir. Allah sebepleri yaratmıştır ve bizlerden o sebeplere başvurup sonra O’na dayanıp güvenmemizi, sonuç ne olursa olsun her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğunu bilmemizi ister. Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam şöyle buyurmuştur;

Kuvvetli mü’min Allah katında zayıf mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir. Ama her ikisinde de hayır vardır. Sana fayda verecek şeye çaba göster. Allah’tan yardım dile ve acizlik gösterme. Sakın ola, “Keşke şöyle yapsaydım şöyle olurdu!” deme. Çünkü ‘keşke’ sözü şeytanın ameline kapı aralar.

| Müslim, Kader, 64

Bir başka hadis-i şerifte sahabe efendilerimizden Avf b. Malik radıyallahu anh şöyle rivayet etmiştir;

Rasulullah aleyhissalatu vesselam, davalı iki kişi arasında hüküm verdi. Aleyhinde hüküm verilen kişi dönüp giderken,

“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dedi.

Bunun üzerine Rasulullah aleyhissalatu vesselam buyurdu ki :

“Allah Teala ihmalkar davrananları kınar. Üzerinize düşen, akıllıca hareket etmektir. Ancak buna rağmen bir işte başarılı olamadığın zaman, ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ demelisin.”

| Ebu Davud, Akzıye, 29; Süyuti, el-Camiu’s-Sagir, nr. 1940

Başka bir hadis-i şerifte ise;

Bir sahabe,

“Ey Allah’ın Resulü! Devemi bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa salıverip de mi tevekkül edeyim?”

diye sordu. Rasulullah aleyhissalatu vesselam da ;

“Deveni bağla öyle tevekkül et!” buyurdu.

| Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyamet, 60; Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr. 1210

Tevekkülün Önemi

Tevekkül etmenin bizler için en büyük önemi Allah’ın rızasını, sevgisini ve yardımını kazanmamızdır.

Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa, ondan sonra size kim yardım edebilir? Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etsinler.

| Al-i İmran Suresi / 159-160. Ayet Meali

Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler. Bundan dolayı Allah’tan bir nimet ve lütufla kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan geri döndüler ve Allah’ın rızasına uydular. Allah, büyük lütuf sahibidir.

| Al-i İmran Suresi / 173-174. Ayet Meali

Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.

| Enfal Suresi / 2. Ayet Meali

Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah, her şeye bir ölçü koymuştur.

| Talak Suresi / 3. Ayet Meali

Allahu Teala, ayetlerinde mü’minlere, kendisine dayanıp güvenene yardım edeceğini bildiriyor. Her şeye gücü yeten ve “Ol” dediğinde “Olduran” Rabbimize dayanıp güvenmenin huzuru ve verdiği manevi güven bize tevekkülün çok önemli olduğunu gösteriyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu konuyu şöyle açıklamıştır :

İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. “ Tevekkeltü alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker. Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (dünya ve ahiret mutluluğunu) iktiza eder.

| Sözler, 23.Söz, 3. Nokta

Tevekkül Etmek ile Çalışmak Birbirine Zıt Mıdır?


Çalışıp çabalamadan yan gelip yatan, sonra da “Biz mütevekkil kimseleriz” diye caka satan kimseleri Hz.Ömer radıyallahu anh,

Siz Allah’a değil, başkalarının malına güvenen kimselersiniz. Mütevekkil; toprağa tohumu attıktan sonra Allah’a güvenen insandır.

diye azarlamıştı. (İbn Recep el-Hanbeli, Camiu’l-ulum ve’l-hikem)

Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerifler ve Hz.Ömer radıyallahu anh’ın bu sözlerinden anlaşılıyor ki, mütevekkil insanlar işiyle uğraşan, ailesinin rızkını kazanmaya gayret edenlerdir. Allah’a güvendiğini göstermenin en iyi yolu; çiftiyle, çubuğuyla, sanatıyla, ticaretiyle meşgul olmak, kimseye el açmamak ve kimseden bir şey beklememektir. Sebeplere başvurup fiili duamızı yaparak sonuçlarını Allah’tan beklemek ve sonuç ne olursa olsun Allah’ın takdir ettiğine güvenmek, gerçek anlamda tevekkül etmektir. Rabbimiz, rızkımız için çalışmamız gerektiğini bir ayetinde şöyle bildiriyor;

Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.

| Cum’a Suresi / 10. Ayet Meali

Öyle ise mü’min kişi, tembellik ile tevekkülü karıştırmamalıdır. Ders çalışmadan yüksek not almayı istemek, helal yoldan para kazanmaya çalışmadan rızkın gelmesini beklemek, tedavi olmadan şifa bulmayı düşünmek tevekküle zıttır.

Kaynaklar :
| Fazıl İlahi, Rızkı Artıran Etkenler, Polen Yayınları, 2006
| M. Yaşar Kandemir, Peygamberimin Sevdiği Müslüman, Zafer Yayınları, 2010


22 Ekim 2018 Pazartesi

Kur'an'da matematiksel mucize var mı?


Soru:
Kur'an-ı Kerim'in Matematiksel Mucizelerinden bahseder misiniz. (Gün kelimesinin 365 kere ay kelimesinin 12 kere günler kelimesinin de 30 defa geçmesi gibi). Ve daha bir çok Matematiksel ve istatistiki mucizeler.

Cevap:
Kur'an-ı Kerim'in Allah kelamı olduğunu anlamamızı sağlayan birçok mucize nitelikleri vardır; bunların başında onun muhtevası (anlattığı şeyler) ve lafzındaki taklit edilemez güzellik ve özelliklerdir. Bunların dışında bazı edebiyatçılar yine lafza yönelik ilgi çekici san'atlar, tevâfuklar bulmuşlardır. Soruda bahsedilen gün (yevm), ay (şehr) kelimelerine "el-Mu'cem..." isimli kitaptan baktım, orada verilen rakkam (365) ve (12) değil. Ancak birisi bizzat saymış da bu rakkamları tesbit etmiş ise ona da hayret etmem; Eşsiz muhteva ve lafzıyla mucize olduğuna inandığım ilâhî kitaba bir de sayı ile ilgili mucizenin bulunduğunu anlamış olurum ve bu anlayış benim imanımı arttırmaz; çünkü o artmayacak kadar tamdır.


21 Ekim 2018 Pazar

MÜSTAKÎM

Düz, doğru ve hatasız olan; namuslu, ahlâklı ve doğruluk üzere bulunan kimse.

Müstakim kelimesi Kur'ân'da otuz yedi ayrı yerde geçmektedir. Bunların ilki Fatiha suresindeki "Bizi doğru yola ilet" (el-Fatiha 1/6) ayetidir.

Bu ayetteki "sırat-r müstakîm" doğru yol şeklinde tercüme edilir. Hiç bir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru yol veya cadde demektir. Fakat bu cadde, bu yol, manevî bir yoldur. Yüce Allah'ın ortaya koyduğu, batıl olmayan, izleyenleri hayra götüren hak yoldur. Kur'an'da bir kaç yerde geçen "sırat-ı müstakîm", müfessirler tarafından Allah yolu, hak yol, Allah'ın kitâbı (Kur'an-ı Kerim), Îmân, imâna tabi olanların yolu, İslâm, İslâm şeriatı, Peygamberimiz (s.a.s)'in sünnetleri, O'nun ve ashâbının yolu, Ehl-i Sünnet vel Cemâat'ın yolu, Cennet yolu, kısacası İslâm ümmetinin yolu diye tarif edilmiştir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, 1, 123 vd).

Bu ayetteki istikamet; marifet gibi Allah'ın verdiği bir hidayet ve rahmettir. Allah'a ihlâs ve samimiyetle inanmanın ürünüdür. Mü'minlerin Allah'tan en çok istedikleri nimetlerden biri bu yoldur. Ondan sonra gelen ayette, sırât-ı müstakîm'in ilâhî bir nimet, mutluluk ve saadet olduğu, Allah'ın gazabına uğrayan ve sapık olanların yolu olmadığı anlatılmaktadır (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Revâi'l-Beyân Tefsir'u Ayâti'l-Ahkâm Mine'l-Kur'ân, Dımaşk I977, I, 35, 36).

"Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk edin, doğru yol (sırat-ı müstakim) budur" (Alu İmrân, 3/51).

Bu ayetteki ifade, hem Hz. Muhammed (s.a.s)'in ve hem diğer peygamberlerin ortak ifadesidir. Bütün peygamberler insanları Allah'a kullukta bulunmaya davet etmişlerdir. Bu durumun sırât-ı müstakîm olduğu, burada vurgulanmaktadır (ez-ZemahŞerî, el-Keşşaf, Kahire 1977,1, 176). Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadiste, bu ayetin açıklaması mahiyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah'a inandım (imân ettim) de ve müstakîm (istikamet sahibi, doğru) ol!.. " (Müslim, İmân, 67; Ahmed b. Hanbel, III 413, IV, 385).

"Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o doğru yola iletilmiştir" (Alu İmrân, 3/101).

Görüldüğü gibi bu ayette de, müstakîm olan (doğru) yol, Allah'a O'nun dinine sarılmak veya bütün işlerimizde O'na sığınmak olarak tarif edilmiştir (Kâdî el-Beydâvî, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vîl, Mısır 1955, I, 73).

"Allah dilediği kimseyi saptırır (şaşırtır), dilediği kimseyi de doğru yola koyar" (el-E'n'âm, 6/39).

Bu ayete göre ise, Yüce Allah müstakîm (doğru) yolu, sapıklığın zıddı ve ilâhî bir lütuf olarak haber vermiştir (ez-Zemâhşerî el-Keşşâf, II, 66).

"Sen onları doğru bir yola çağırıyorsun" mealindeki ayette de sırat-ı müstakîm, Allah ve Peygamber yolu olan İslâm dini olarak tanıtılmaktadır (Tefsiru'l-İmâmeyn el-Celîleyn, Dımaşk, s. 458). Bununla berâber sırât-ı müstakîm, Peygamber yolu olarak tarif edilmiştir (Yasin, 36/4; el-Har 22/54; eş-Şurâ 42/52; ez-Zuhruf 43/43). Ayrıca (el-En'âm, 6/126, 135; Hud, 11/56); sırat-ı müstakîm, Allah yolu bazan hidayet (el-En'âm, 6/87; Yunus 10/25; es-Saffât 37/118; en-Nisâ, 4/68, 175; el-Feth 48/2, 20), bazan ibadet (Meryem, 19/36; Yasin 36/61; ez-Zuhruf, 43/64; en-Nahl 16/76) ve bazan da adâlet anlamında kullanılmıştır.

Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in de, "müstakîm" kelimesinin ifâde ettiği doğruluk, dürüstlük ve İslâm'a tabi olma hususunda söylediği hayli hadisi vardır. Hz. Peygamber; "Doğru, dürüst olun, felâha kavuşursunuz"buyurmak suretiyle, felâha kavuşup çeşitli sıkıntı, huzursuzluk ve perişanlıklardan kurtulmanın, müstakîm (doğru, dürüst) olmaya bağlı olduğunu anlatmıştır. Bununla beraber o, "Doğru, dürüst ve birlikte olun!.. " (Ahmed b. Hanbel, IV, 231) diyerek, müslümanların bu yolda birleşmelerini emretmiştir.

"Allah'tan korkmanız, takva sahibi olmanız ve doğru dürüst olmanız ne güzeldir!.. " (ed-Dârimî, Mukaddime, 19) demek suretiyle, müstakîm olmayı övmüştür.

Müstakîm kelimesinin, bu kadar ayet ve hadiste anılması ve tavsiye edilmesi, ifâde ettiği geniş manayı ve bunun İslâm dinindeki önemini ortaya koymaktadır.

Nureddin TURGAY

“Sırat-ı mustakim” nedir?

İstikamet için, “orta yol”, “dosdoğru yol”, “pürüzsüz yol”, “adalet” gibi değişik ama birbirine yakın tarifler getirilmiş. Bu yolu Kur’an-ı Kerim, “göklerde ve yerde olan her şeyin kendisine ait olduğu Allah’ın yolu” (Şura, 53) ve “Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yolu”( Nisa, 69) olarak izah eder. Ve bu yol cennete çıkar.

Müminler her namazın bütün rekâtlarında fatiha-yı şerifeyi okur ve Allah’tan sırat-ı müstakime hidayet isterler. Bu yolu istikametle tamamlayanlar eşsiz saadet yurdu olan cennete varırlar. Sıratın altı cehennem. Hangi tarafa sapılsa o dehşet saçan azap beldesine düşülür.

Biz Rabbimizden sırat-ı müstakime hidayetimizi dilemekle, bu dünyada ömrümüzü istikamet çizgisinde geçirmeyi, yâni kıldan ince, kılıçtan keskin olan sıratı bu dünyada geçmeyi istemiş oluyoruz. Gerçekten de bu dünyada bütün işlerimizi, sözlerimizi, hallerimizi istikamet çizgisinde tutabilmemiz oldukça zor. Ama bu ince ve keskin yolu aşırılıklara sapmadan tamamlamadıkça da âhirette sıratı geçmemiz mümkün değil...

Sırat, cehennem üzerinde kurulmuş. Bizim bütün işlerimizin de önü cennet, altı cehennem gibi, hangi işimizi Allah’ın rıza çizgisinden saparak işlesek, günaha girmiş, isyana düşmüş oluruz. Bunlar ise dünyada cehennem habercileridir.

İstikamet, rıza beldesine götürür. Gerçek lezzet ve saadetin o ebedî yurduna ulaştırır.
İstikamet, her türlü aşırılıktan uzak olan orta yol. Dünyada mesut olmanın yolu da bundan geçmiyor mu? Bedenimiz bütün organlarıyla, kalbimiz bütün his dünyasıyla, hep istikamet üzere bulunmadıkça saadete ermemiz mümkün mü?

Gözümüz ne miyop olacak, ne hipermetrop. Tansiyonumuz ne yüksek olacak ne düşük... Beynimizi çalıştıran mekanizmanın elektrik akımı ne düşük olacak ne yüksek. Kalp atışlarımız belli sınırlar arasında gerçekleşecek. Vücut ısımız da öyle...

Yetmiş trilyon hücremizde gerçekleşen bunca faaliyetin hepsi istikamet üzere olacak ki biz, bedenimizle uğraşmayalım da başka işlerin peşinde koşabilelim. Aksi halde ömrümüz hep kliniklerde geçer.
...
Bir oyun, bir aldatmaca ile karşı karşıyayız. İçimizde bir düşman saklı. Bedenimize zarar veren her şeyi ânında hissettiğimiz ve çaresini bulmaya koştuğumuz halde, kalbimizi yaralayan, his dünyamızı çizgiden çıkaran, aklımızı tehlikeli sahalarda dolaştıran manevî hastalıklara karşı aynı hassasiyeti gösteremiyoruz. Daha kötüsü bunlar hoşumuza gidiyor. İşte karayı ak gösteren, zehiri zevkle yudumlayan bu gizli düşmanımız, nefis... İçimizdeki bu düşman, insî ve cinnî şeytanlarla işbirliğine girince ruhumuz sarsıntıya uğruyor, istikamet çizgisinden uzaklaşıyor. Halbuki bizim için asıl tehlike, dünyevî istirahatımızın bozulması değil, ebedî saadetimizin kaybolması. Ama, o nefis bunu ikinci plâna atıp berikini öne almayı becerebiliyor.

Biz bu durmak dinlenmek bilmez düşmanlarımıza karşı Rabbimize, bizi sırat-ı müstakime hidayet etmesi için niyazda bulunuyoruz. Bunun yolunun da ‘Ancak O’na ibadet etmek ve O’ndan yardım dilemekten” geçtiğini biliyoruz.
Düşünüyoruz da, bize karşı hata yapan bir dostumuzu affetmeyi bir türlü başaramıyoruz. Ona mutlaka karşılık vermek ve ondan acı bir intikam almak geliyor içimizden. Bu düşünce bizi şu hakikate ulaştırıyor: “Bez bir tek hissimizi susturamazken, bütün ruh dünyamızı nasıl düzene sokabiliriz. Bu ancak Rabbimizin ihsanı, keremi ve hidayetiyle olabilir. Her hissi ve duygusuyla ruhumuzun istikamet üzere bulunması, onun lütfu olmaksızın mümkün değil.”

İnanmak kalp için en büyük hidayet... İnanan kalp istikamet üzeredir. Mü’minin kalbi, mekândan münezzeh olan Rabbine yönelmiştir. Neye baksa onda İlâhî isimlerden bir tecelli görür. Kendisini o eserin yanına hayalen getirir ve “ikimizi de güzelce terbiye eden Allah’a hamd olsun” der. Sonra bu ikiye üçler dörtler, binler yüz binler eklenir. Ve kalp, âlemlerin Rabbine hamd ile teveccüh eder. Bu noktaya varan bir kalp neyi severse sevsin yine istikamet çizgisindedir. Allah’tan gâfil olan bir kalp ise mahlûkattan her neyi sevse, önüne bir gaflet perdesi daha eklemiş, Rabbinden biraz daha uzaklaşmış olur.

İşte bu sayısız mahlûkat ve hâdisat içinde istikameti kaybetmemek büyük bir meseledir. Ve bu ağır imtihan ancak Allah’ın hidayetiyle başarılabilir. Yoksa insan maddede boğulur, sebeplerde kaybolur ve mahvolur.

Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehl-i sünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.

Nur külliyatından İşârât-ül İ’caz’da, sırat-ı müstakimin, “şecaat, iffet ve hikmetin mezcinden ve hülâsasından hâsıl olan Adl ve adalete işaret olduğu” ifade edilerek şu açıklamalara yer verilir:

“Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

Ve keza kuvve-i gadabiyyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ne manevî hiçbir şeyden korkmaz. Vasat mertebesi şecaattır ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi, cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak sûretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir içtinap eder.”

İşte insan ruhundaki bütün kuvvelerin, duyuların ve hislerin böylece ifrat ve tefritten kurtulmasıyla insan istikametli bir mü’min olur.

Kalp iman ile hidayete erdi mi, sıra salih amele gelmiştir. İnsan amel âlemini, fiil dünyasını da hak çizgisinde tutacaktır ki gerçek istikamete erebilsin. Bakışı istikametli olacak, harama kaymayacaktır. Konuşması doğru olacak, her şeyi olduğu gibi anlatacaktır. Ne aşırı methe, ne de insafsızca kötülemelere lisanında yer olmayacaktır. Ticareti dürüst olacak, aldatmaktan, faizden, ihtikardan uzak kalacaktır. Bütün bunlar nefsin hoşuna gitmeyen şeyler. Zaten istikamet de nefsin gösterdiği yönün aksi değil mi?

İstikametin bir tarifi de, ahlâkın bütün şubelerinde aşırılıklarından uzak olan orta yolu tutmak.
Sahavet, yâni cömertlik güzel ahlâkın bir şubesi. Ne savurgan, ne de cimri olmayan insan bu ahlâka sahip demektir. Adalet bir başka güzel ahlâk. İnsan ne başkasına zulmedecek, ne de hakkını korumaktan âciz kalarak, muhatabının zâlim olmasına sebep olacaktır. Bir de insanın kendi nefsine zulmetmesi var. Kendisine verilen İlâhî emanetleri yerinde kullanmayan insan cehenneme girmekle nefsine zulmetmiş olur.

Güzel ahlâkın başta gelen bir şubesi de tevekkül. Sebeplere teşebbüs eden ve neticeye razı olan insan tevekkülün sırrına ermiştir ve istikamet üzeredir.
Bir mü’min, “bizi istikamet yoluna hidayet buyur” diye dua etmekle, Rabbinden istikameti bütün şubeleriyle yaşama talebinde bulunmuş olur. Ve bu duasına bütün mü’minleri de dahil eder.

Namazda bütün yüzler Kâbe’ye döndüğü gibi, bütün ruhlar da Kur’an’a uyacaktır ki cemiyet hayatı istikametini bulabilsin. “Bizi sırat-ı müstakime hidayet buyur” duasını Kur’an-ı Kerim’inde bize ders veren Rabbimiz, âhiret saadeti gibi dünya huzurunun da istikametten geçtiğine dikkatimizi çekiyor. Bu yoldan sapanların “Mağdup” ve “dallin” olacaklarını haber veriyor bize. Mağdup, Allah’ın gazabına uğramış, kahrına hedef olmuş insanlar. Dallin ise yanlış inançların esiri olmuş zavallılar. İkisinin de sonu azap, ikisinin de âkıbeti hüsran. Tefsir âlimlerimiz, mağdub grubu için Yahudiler, dallin için ise Hıristiyanlardır demişler? Bu beyanların ışığında karşımıza şu gerçek bütün berraklığıyla çıkıyor:

“Ne Yahudi, ne de Hıristiyan menşeli kültürler istikamet üzeredirler ve ne de bizi huzur ve saadete eriştirebilirler.” Geliniz batılılardan yüz çevirip hakka dönelim. Aksi halde, yanlış tercihimizin cezasını dünyada ahlâk buhranlarıyla, ruhî sıkıntılarla ve anarşiyle çekeriz; âhiretteki azabımız ise pek çetin olur.

20 Ekim 2018 Cumartesi

Ömrünü imanlı olarak geçirip, son anda kafir olarak ölenin durumu

Ömrünü imanlı olarak geçirip, son anda kafir olarak ölenin cehenneme, bir kafirin yetmiş sene imansız yaşayıp son günlerinde iman edip cennete girmesi nasıl açıklanabilir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Soruda geçen konuyla ilgili Abdullah İbni Mes’ûd'un şöyle bir açıklaması var:

"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim ki, sizden biri, cennetliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesâfe kalır da, sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer, cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve cehenneme girer. Yine sizden biri cehennemliklerin yaptığı işleri yapar ve kendisi ile cehennem arasında bir arşın mesâfe kalır; sonra anne karnında yazılan yazının hükmü öne geçer ve o kişi cennetliklerin yaptığı işleri yapmaya devâm eder de, neticede cennete girer."
(Buhârî, Bed’ü’l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Müslim, Kader 1)

Abdullah İbni Mes’ûd, yaygın olarak meydana gelmese bile, bazı kere herkesin dikkatini çeken bir hususa açıklık getirmektedir. Bu husus, hayatı boyunca cehenneme girmeye sebep olacak işleri yapıp sonunda cennetlik olmak veya cennete girmeye vesile olacak işleri yapıp sonunda cehennemlik olmaktır.

Allah’ın bir lutfu olmak üzere, birinciler çok görülürse de ikinci sınıfa girenler son derece azdır. Ömrünü küfür ve isyân bataklığında geçirmiş veya günahlara dalmış nice insanın, hayatının sonunda hakikatı seçtiği ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanacak iyi işler yaptığı bilinen ve görülen bir gerçektir.

Bu rivayet, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi arşın gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş, iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir.

Bazı rivayetlerde, İbni Mes’ûd’a ait olan bu ifadelerin, peygamberimiz’in (asm) sözü olarak nakledildiğini görmekteyiz. (bk. Bagavî, Şerhu’s-sünne, I, 128 vd.; Tecrid-i Sarih Tercümesi, IX, 18 vd.)

Bu konu hakkında birkaç maddeyi beraber analiz etmek lazımdır.

1. Allah’ın hiç kimse ile bir anlaşması yoktur. Yani, “Ey insan belirli bir süre iman ve İslam dairesinde ömrünü geçirsen sana imanla gitmeyi kendime farz kılarım” diye bir sözü yoktur. Onun için ömrümüzün sonuna kadar korku ve ümit arasında yaşamak gerekir.

2. Münkir yahut müşrik olma tehlikelerinden kurtulup da Allah’a iman eden bir kalp, istikamete ermiştir. Bir de kalpteki imanın istikameti var. Bu da ehlisünnet itikadıyla mümkün. Buna sadece bir misal: Kader imanın bir rüknü. Kulun cüz’î iradesini inkâr eden Cebriye mezhebi de, kulu kendi fiilinin hâlikı kabul eden Mutezile de istikametten uzaklaşmıştır. Orta yol, ihtiyarî fiillerde kesbin, yâni istemenin kuldan, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanmak. İşte istikamet budur.

3. Gerçi “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz.” hadis-i şerifi mevcuttur. Fakat bu gibi rivayetler genellik ve çokluk ifade etmektedirler, yüzde yüz anlamında değildir.

4. Bir memur otuz sene devlet dairesinde çalışır ve devletten istifa edebilir. Böyle bir memura artık devlet memuru denmez. Veya bir şoför 1000 km.’lik bir yolculuğa çıkar. 995 km’lik mesafeye kadar arabayı iyi kullanır. Sonra gideceği yere 5 km kala arabayı şarampole sürer ve feci sona sebep olabilir. Bunlar gibi bir insan yetmiş sene mü’min olarak yaşar; daha sonra manen İslam dairesinden istifa edebilir.

5. Diğer taraftan yetmiş yıl Allah'ı inkar eden bir adamın, bundan sonra iman edip cennete gitmesi de bunun tam aksidir. Sorunuza göre olayı tersinden alırsak böyle bir soru daha çıkar. Binlerce yıl karanlıkta kalmış bir odaya ışık yakmakla hemen aydınlanır. Yine binlerce yıl aydınlık olmuş bir odanın ışığını söndürmekle de hemen kararır. Ne önceki karanlık sonraki aydınlığa, ne de önceki aydınlık sonraki karanlığa tesir eder. İman ışıktır; söner sönmez insanın kalp odası kararır.

6. Bununla beraber önce inanıp sonra inkar eden birisinin, hiç inanmayan birine göre cehennemde azaplarının bir olmayacağını Allah’ın rahmetinden ümit ederiz.

7. İnsan her zaman ümit ve korku arasında olmalıdır. İman eden birisi "ben artık Cennetliğim ne yapsam bana zarar vermez" diyerek geleceğinden emin olabilir. Diğer taraftan Kafir olan birisi de "ben artık ne yapsam kurtulamam çünkü Cehennemliğim" diyebilir. Bunun ikisi de yanlıştır.

8. İman bir süreçtir. Sebat ve istikamet imanın gereklerindendir. Allah’ın bizden istediği yalnız iman etmek değildir; imanla ölmektir. Yani süreci tamamlamaktır. Mesela, bir otomobil yarışmasında yarışmaya birincilikle başlamaktan çok birincilikle tamamlamak temel gayedir. Son on saniyesine kadar birincilikle devam edip son anda kaybedebilir. Nice futbol maçlarında beş sıfır öne geçtikten sonra, bu başarıyı sonuna kadar koruyamadıkları için mağlup düşen takımlar olmuştur. Çünkü başarı bir süreçtir. Doksan dakikaya dağıtılmıştır. İnsandaki, iman başarısı ise bir ömrün tümüne dağıtılmıştır.

9. İman, tıpkı toprağa atılan bir tohum gibi, zamanla tekamül eder, olgunlaşır. Bu süre içinde bakıma, korumaya ve beslenmeye muhtaçtır. Efendimiz (sas), imanın zamanla eskidiğini, yıprandığını ifade eden beyanları vardır. Devletler zamanın şartlarına göre kendilerini yenileyemediklerinde sonlarını hazırladıkları gibi, zamanın itikadı ve fikri şüphe ve tereddütlerine karşı beslenemeyen bir iman da zamanla istikametini kaybedebilir.

10. Bu rivayet, insanın yaptığı iyi ve güzel amellerle gururlanmamasını, kendini beğenme, kibirlenme ve kötü huy gibi sevilmeyen hallerden uzak durmasını tavsiye etmekte, öte yandan işlediği bir takım günahlar sebebiyle Allah’tan ümit kesmeyip korku ile ümit arasında bir hayat sürmesi icâb ettiğini bize öğretmektedir.

11. Ayrıca, bu rivayet, dünyada insanlar hakkında cennetlik cehennemlik gibi kesin hükümler vermenin doğru olmadığını da göstermektedir.

Bu gibi nedenlerden dolayı bir insanın yapması gereken şey; daima imanlı bir şekilde kabre girmesi için Allah’a dua etmesi ve imanına uygun bir hayat sürmesidir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet