24 Mart 2018 Cumartesi

Ey Resulullah’ın (sas) Vasiyetleri; Yusuflar, Meryemler, Mus’ablar, Esmalar…

Dersten Cümleler

0-14 Çocuklar, 15-40 Gençler, 41 ve yukarısı İhtiyarlar
Efendimiz’in (sas) adının yanına hangi kelimeyi yazsak, Efendimiz (sas) hoşnut ve memnun olur?
Efendimiz (sas) ve Gençler…
Erkam b. Ebî’l-Erkam’ın Efendimiz’e (sas) doğru yürüyüşü…

“Evim, evindir Ya Resulullah!”
Özel davetten, genel davete geçiş…
Hz. Ali, Ebû Kubeys dağında…
Allah giden yolda bana kim ensar/yardımcılar olacak?

“Ben varım Ya Resulullah!”
Bu dava aşk, sevgi, sevda, heyecan, dinamizm ister…
Akabe’nin zorlu yollarında Efendimiz (sas)…
Akabe’deki gençler…
Hicretin 2. yılı, Bedir’e yolculuk var…
Bedir’e gidecek askerler içinden yaşı 15 olanları Efendimiz (sas) ayırıyor…
Ümeyr b. Ebî Vakkas’ın hatırası..
Ümeyr b. Ebî Vakkas, Bedrin 14 şehidinden biri olacaktır.
Mekke’nin ilk Müslüman valisi Attab b. Esid…
Gençlere iş verin!
Gençler! İş alın!
Üsame b. Zeyd, 17 yaşında Sahabe’nin büyüklerininde bulunduğu bir ordunun komutanıdır.
Gençler! Saha sizin, meydan sizi bekliyor!
Dininin iki temel kaynağı: Kur’an ve Sünnet… Kur’an asıl, Sünnet usüldür.
Kur’an’ın mushaf haline getirilmesi, 27 yaşındaki Zeyd b. Sabit’in başkanlığında yapıldı.
Zeyd b. Sabit’in çok kısa bir zamanda İbranice öğrenmesi…
Hadis rivayet edenlerin sayısı 1300’dür.
Özellikle 232 isim, bu konunun adeta seçilmiş isimleridir.
Bu 232 isimden, 9 isim vardır ki, bunlara Müksirin denir.
Ebû Hureyre rivayet ettiği hadis sayısı, 5374
Abdullah b. Ömer rivayet ettiği hadis sayısı, 2630
Enes b. Malik rivayet ettiği hadis sayısı, 2286
Annemiz Hz. Aişe rivayet ettiği hadis sayısı, 2210
Abdullah b. Abbas rivayet ettiği hadis sayısı, 1660
Cabir b. Abdullah rivayet ettiği hadis sayısı, 1540
Ebû Said el-Hudrî rivayet ettiği hadis sayısı, 1170
Abdullah b. Mes’ud rivayet ettiği hadis sayısı, 800
Abdullah b. Amr rivayet ettiği hadis sayısı, 740
Ebû Said el-Hudrî’nin annesi Üneyse bint Ebî Harise’dir, o meşhur Sahabî Katade b. Numan’ın kız kardeşidir.

“Merhaba, ey Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bize vasiyet ettiği gençler! Resûlullah bizlere, meclislerimizde size yer açmamızı ve hadisleri size öğretmemizi emrederdi. Çünkü siz bizim halefimizsiniz ve bizden sonraki Ehl-i Hadis siz olacaksınız.” (Beyhakî, Şu‘abü’l-İmân, II, 275)
Neden dersimizin serlevhası: “Ey Resulullah’ın Vasiyetleri” anladınız mı?
Serlevhamızın devamı da var: “Ey Resululah’ın Vasiyetleri: Yusuflar, Meryemler, Mus’ablar, Esmalar…”

İkisi geçmiş ümmetlerden, ikisi Ümmet-i Muhammed’den…
İkisi Kur’an’dan, ikisi Kur’an cemaati olan Sahabe’den…
İkisi erkeklerden, ikisi hanımlardan…
İkisi duyguların nasıl terbiye edildiğini gösteren muallimlerden, ikisi davranışların nasıl terbiye edildiğini gösteren muallimlerden…
Yusuf demek, iffet demek…
Meryem demek, metanet demek…
Mus’ab demek, temsiliyet dmek…
Esma demek, hizmet demek…
Genç demek ne demekmiş o zaman: İffeti, metaneti, temsiliyeti ve hizmeti hayatında doğrultan adam demektir.
İffetsiz çağa Hz. Yusuf çok önemli mesajlar verir…
Hz. Meryem ve metanet….
Hz. Mus’ab ve temsiliyet
Hz. Esma ve hizmet
Ağaç yaşken eğilir, ama eğri ağacın doğru gölgesi olmaz.
Gençler! Gelin 21. Asrın Ashab-ı Kehf’i olun!

Nasıl bu çağın Ashab-ı Kehf’i olabiliriz?

1- İmanı iyice öğrenin, içselleştirin, kavrayın. Unutmayın, hakiki imanı elde eden kainata meydan okur.
Allah’a inandığımız için mi Müslümanız; Müslüman olduğumuz için mi Allah’a inanıyoruz?
“Biz Peygamber’den önce imanı, sonra Kur’an’ı öğrendik!”
2- İradenizi iyice güçlendirin, sağlamlaştırın, aşılayın. Unutmayın, iradenin hakkını veren, gerçek bir mücahid olur.
İffet, Hududullah’a/Allah’ın sınırlarına riayet ederek yaşamaktır.
3- Salih ve sadık dostlar arayın, bulun, edinin. Unutmayın, sadıklarla beraber olan, sıddıklardan yazılır.
4- Hedeflerinizi, büyültün, kaliteleştirin, arttırın. Unutmayın, hedefleri büyük olanın, adımları da büyür, adımları büyüyenin amelleri güzelleşir.
5- Sabrı, kuşanın, azık edinin, donanın. Unutmayın, sabreden kazanır, sabreden zafere erir, sabreden başarır, sabreden hedefine kavuşur.
Arşın gölgesi…


Muhammed Emin Yıldırım 

Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim:

22 Mart 2018 Perşembe

***EHL-İ BİDAT ve DALALETİN ÖZELLİKLERİ-1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

İnsanlığın iftihar tablosunun dünyayı şereflendireceği güne kadar akın-karadan, gecenin-gündüzden, gülün de dikenden farkı yoktu; dünya âdetâ umumî bir mâtemhâne, varlık da tıpkı bir kaostu..

İslâm dünyasında dinî görünümlü inanç ve davranışların arttığı, İslâmiyet'in ruhuna uymayan inanç ve tutumların din gibi gösterilmeye çalışıldığı, hak ile bâtılın iç içe girdiği sıkıntılı bir süreç yaşanmaktadır. Ümmetin aklî, dinî ve sosyal fesatlara maruz kaldığı böylesi netameli bir dönemde yapılması gereken; bir yandan İslâmî hakikatlerin temel kaynaklarından hareketle ısrarla açıklanması, öte yandan bâtıl veya sapkın grup ve tutumların özelliklerinin anlatılarak toplumun aydınlatılması, İslâm'ın Allah Teâlâ'nın (celle celâluhu) razı olduğu en güzel uygulaması olan Sünnet-i Seniyye'ye Müslümanların sarılmalarının sağlanmasıdır. Zîrâ olumsuz atmosferlerde Sünnet-i Nebeviyye'ye sımsıkı sarılmak, hattâ küçük adaplarına bile dikkat etmek oldukça önemli bir kuvvet-i imaniye ve takva oluşturmaktadır. Bu doğrultuda bu çalışmada, İslâm'ın ana bünyesini oluşturan Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat çizgisinden inhiraf eden ve geleneğimizde "bid'at" ve "bid'at ehli" kavramlarıyla ifade edilen zihniyetin özellikleri ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Arapça kökenli bir kelime olarak bid'at, "bir şeyi misâli olmaksızın ilk kez meydana getirmek, eskiden olmadığı hâlde sonradan icat etmek, icat edilen" demektir.
1


 Istılahta ise Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahirete irtihalinden sonra ortaya çıkmış, dinî bir delile dayanmayan dinî görünümlü inanç ve davranışları ifade eden tabirdir. Bazı İslâm âlimleri bid'atı "Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ve din büyüklerinin uygulamalarına muhalif, dinin kesin emirlerine aykırı görüşler ileri sürmek ve bunlarla amel etmek" olarak;2 

Seyyid Şerif Cürcânî gibi kelâm âlimleri ise "Sünnet'e muhalif her söz ve fiil yahut sahabe ve tabiûnun yapmadığı, dinî bir delile dayanmayan sonradan dinde ortaya çıkarılmış her şey" şeklinde tanımlamıştır.3 

Ehl-i bid'at ise, "aklı esas alıp âyet ve hadîsleri yorumlamak suretiyle Hazreti Peygamber'den (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra Sünnet'e aykırı bazı inanç ve davranışları benimseyenler" şeklinde tarif edilmiştir.4

 Ehl-i bid'at terimi yerine "Fırak-ı dâlle, Ehl-i dalâlet, Ashâbü'l-bida', Ehl-i ehvâ," gibi tabirler de kullanılmaktadır. Ehl-i bid'at ve onu ifade eden diğer tabirlerin karşıtı ise "Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaat, Ehl-i hak, Sevâdu'l-a'zam/büyük çoğunluk" gibi kavramlardır ve bu ifadelerle Müslüman ülkelerde yaşayan Kur'ân'a, Sünnet'e ve sahabe örfüne tâbi olan Müslüman çoğunluk kastedilmektedir.

İslâm âlimlerin genel kanaatine göre başta Eşarilik, Mâtürîdilik olmak üzere Yüce Allah'ı (celle celâluhu) herhangi bir varlığa benzetme (teşbih) ve Allah'ı cisim olarak algılama (tecsim) anlayışı gibi aşırı görüşlere sapmayan bütün İslâm âlimleri ve tasavvuf çevreleri Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaat kabul edilmiş; bunların dışında kalan Şia, Kaderiyye, Mûtezile, Haricilik, Cehmiyye, Mürcie gibi itikadî mezhep ve fırkalar bid'at ve dalâlet ehli sayılmıştır.5

Ehl-i bid'at ve dalâlet konusunda önemle belirtilmesi gereken husus, onların İslâm dışı olmaması yani tekfir edilmemesi; Ehl-i kıble ve Müslüman oldukları hâlde belli konularda Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaat'ten ayrılmış olmalarıdır. Ehl-i bid'atin bu konumu bazı âlimler tarafından şöyle değerlendirilmiştir: Her bâtıl mezhep veya meslek her yönüyle batıl olması gerekmediği gibi her hak meslek veya mezhebin her yönüyle hak olması da gerekmez. İslâm dünyasındaki ehl-i bid'at fırkalarının bazı hakikatlere dayandığı, fakat garaz, inat gibi menfi yönleriyle onların dalâlet hesabına işlediği görülecektir. Meselâ Şia; Kur'ân'ın emrine tâbi olarak Ehl-i Beyt'e muhabbeti esas almakla birlikte sonradan milliyetçilik düşüncesiyle oluşan intikam hissi ve kiniyle meşru olan Ehl-i Beyt sevgisini gerekçe göstererek Hz. Ebu Bekir'e, ülkelerinin/İran Halid b. Velid tarafından fethedilip eski bâtıl dinlerinin ortadan kaldırılması sebebiyle de Hz. Ömer ve Halid b. Velid gibi sahabîlere buğzetmiştir.6

Öte yandan tarihte Hariciler, Şia, Mûtezile gibi bid'at mezhepleri kendi görüşlerinin Kur'ân, Sünnet ve ashabın anlayışına uygun, kendilerinin dışında kalanların ise bid'at grupları olduğunu iddia etmekten geri kalmamışlardır. Meselâ Mûtezile mensupları asıl kendi kanaatlerinin Kur'ân ve Sünnet'e uygun olduğunu, kendilerine zıt düşünce ve inançların ise sonradan ortaya çıktığını ve dolayısıyla bid'at olduklarını ileri sürmüşlerdir.7 Keza Şiîler de, kendi iddialarına göre Resul-i Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hz. Ali'yi (r.a) halifeliğe nas ile tayin ettiği hâlde, buna aykırı davranan bütün ashabın ve onların yolunda gidenlerin kafir olduklarını iddia edebilmişlerdir.

Bid'atin Kısımları

İslâm dini bizzat Allah Teâla tarafından Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sağlığında kemâle erdirilip tamamlanmış; bu evrensel hakikat Kur'ân-ı Kerîm'de ;"...Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan hoşnut oldum..."8 meâlindeki âyetle açıklanmıştır. İslâm'ın Allah Teâla tarafından kemale erdirilip tamamlandığı noktasından hareket edildiğinde Allah Resûl'ünden (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra ortaya çıkan her dinî hususun bir yenilik, yani kelime mânâsıyla bid'at olarak algılanması tabiî kabul edilebilecektir. Böyle olmakla birlikte sonradan ortaya çıkan her yeni dinî hususun ne değer ve hüküm ifade ettiğinin açıklanması gerekmiştir. Bu çerçevede bazı İslâm âlimleri, sonradan ortaya çıkmış olmayı ölçü alarak iyi-kötü ayırımı yapmaksızın her dinî yeniliği kötü, dalâlet ve sapkınlık olarak algılamış ve hepsine bid'at ismini vermişlerdir.

Bunlar İslâm'ın Allah tarafından mükemmel şekilde tamamlandığını bildiren söz konusu âyet ile Hz. Peygamber'den (sallallahu aleyhi ve sellem) rivayet edilen "Şüphesiz ki sözlerin en güzeli Allah'ın Kitab'ıdır. Yolların en hayırlısı ise Muhammed'in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan ortaya çıkarılanlardır. Her bid'at bir sapma, dalâlettir."9 hadîsini delil olarak ileri sürerek, İslâm mükemmel hâlde tamamlandığına göre dinde herhangi bir ilâve ve eksiltme yapmak şeklindeki bir yeniliğin/bid'atin kesinlikle kötü olduğunu, böyle bir yeniliğin/bid'atin iyisi-kötüsünün olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Hâlbuki hadîsteki "Sonradan ortaya çıkan her şey bid'attir ve her bid'at dalâlettir." ifadesinin mânâsının genel değil, hususiyet ifade ettiği bildirilmiştir. Meselâ İbnü'l-Esîr hadîsin mânâsını tahsis ederek Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) kötülediği bid'atin "İslâm'ın asıllarına muhalif olan ve Sünnet'e uymayan her şey" mânâsındaki bid'at olduğunu vurgulamıştır.10

İçlerinde Bediüzzaman'ın da yer aldığı İslâm âlimlerin çoğunluğu ise İslâm'ın temel ilkelerine uygunluğu ve dinî bakımdan faydalılığını ölçü alarak dinî yenilikleri/bid'ati, bid'at-i hasene (hayırlı yenilik) ve bid'at-i kabiha (kötü yenilik) şeklinde ikiye ayırmışlardır.11

a) Bid'at-ı hasene: Bunlara "bid'at-ı hüdâ, bid'at-ı marziyye" de denmektedir. İslâm'ın temellerine ve ruhuna uygun olan, Yüce Allah'ın ve Resulullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) izin verdiği, güzel görüp teşvik ettiği hususlar kapsamına giren dinî yeniliklerdir. Bu tür övgüye layık bütün hayırlı, yeni dinî işler/bid'atler, daha önce örneği görülmese bile övülmüştür, güzeldir, hayırlıdır, bid'at-ı hüdâ kapsamdadır. Bu nitelikte olanların İslâm'a aykırı olması caiz değildir.12

b) Bid'at-ı kabîha: Bunlara "bid'at-ı seyyie, bid'at-ı dalâl" da denmektedir. İslâmiyet'in temel prensiplerine uygun olmayan, Kur'an ve Sünnet'in muhkem/mânâsı açık naslarına aykırı olarak sonradan ortaya çıkan dinî yeniliklerdir. Bid'at-i kabihanın ölçüleri, asıllarının Kur'ân ve Sünnet'te bulunmaması veya onlara aykırı olması; Sünnet'i değiştirmesi ve yozlaştırması; İslâmiyet'in küllî ilkeleri ve Sünnet'in düsturlarını beğenmeme ve yetersiz görme kanaatini uyandırmasıdır. Bu çerçevede Bediüzzaman "bugün sizin için dininizi kemale erdirdim…" âyeti ile "her bid'at dalâlettir ve her dalâlet cehennemdedir." hadîsi gereği İslâmiyet'in külli ilkeleri ve Sünnet'in düsturları tamamlanıp kemalini bulduktan sonra yeni icatlarla bu düsturları beğenmeme ve eksik görme hissini veren yenilikleri icat etmenin dalâlet olduğunu belirtmiş; asıllarının Kur'ân ve Sünnet'ten alınması, Sünnet'e muhalefet ve onu tağyir etmemek şartıyla farklı tarikatların evrat, ezkar ve meşreplerinin bid'at olmadığını vurgulamıştır. 13

Bid'atı, iyi-kötü olarak ayıran İslâm âlimleri "Kim hayırlı bir yol (sünnet-i hasene) açarsa, açtığı hayırlı yolun sevabı ve onunla amel edenlerin sevabının bir misli bu kişinindir. Kim de kötü bir yol (sünnet-i seyyie) açarsa, açtığı kötü yolun günahı ve onunla amel edenlerin günahının bir misli o kişinindir."14 hadîsi ile Hz. Ömer'in teravih namazını cemaatle yirmi rekat olarak kıldırmasını kendi kanaatlerine delil olarak göstermişlerdir. Bu hâdiseye göre, Hz. Ömer, mescitte teravih namazının münferiden kılındığını gördüğünde Ubey b. Ka'b'a imamete geçip teravihi cemaatle kıldırmasını emretmiş; ertesi gün insanların teravihi cemaatle kıldıklarını gördüğünde Hz. Ömer "Bu ne güzel bid'attir." demekten kendini alamamıştır.15 Hz. Ömer burada yaptığı bu işin Hazreti Resul (sallallahu aleyhi ve sellem) ve Ebû Bekir zamanında olmadığına dikkat çekmek üzere bunun "yeni bir şey/bir bid'at" olduğunu belirtmiş, yapılan işin hayırlı bir iş olduğuna da vurgu yaparak "ne güzel" olduğunu söylemiştir. Böylelikle Hz. Ömer, yeni olan dinî bir uygulamanın mahiyetine dikkat çekerek bid'at kavramını mutlak mânâda kötülememiş; bir şeyin hem bid'at yani yeni bir şey hem de hayırlı bir iş olabileceğini açıkça belirtmiştir. Üstelik Hz. Ömer'in bu uygulaması sahabe tarafından kabul görmüş, fiilî olarak uygulanmış ve böylece sahabenin fiilî sünneti olarak tahakkuk etmiştir. Bu durumda sahabe teravih namazını cemaatle kılma konusunda icma etmiş olmaktadır ve sahabenin icması dinin temel delillerindendir.

Bid'at Çeşitleri


Dinî alandaki yenilikler olan bid'atler, genellikle itikat, ibadet, adetlerde olmak üzere üç grupta sınıflandırılmıştır. Söz konusu yeniliklerin her birinin ayrı bir dinî değeri ve hükmü bulunmaktadır. Bunlar şöyle ifade edilmiştir:

a) İtikadda Bid'at: Kur'an-ı Kerîm, sahih Sünnet, sübutu ve delâleti kesin muhkem dinî asıllara aykırı ve Ehl-i Sünnet'in mütehassıs âlimlerince zarûrî görülmeyen itikad sahasındaki her yenilik, maksatlı bir şekilde 'dinden olanı terk veya olmayanı icat etmek" olacağı için gayrimeşrudur ve böylesi girişimler dalâlet Bid'ati olarak kabul edilmiştir.

b) İbadetlerde Bid'at: İbadet sahasında bir şeyi ilâve ederek uygulamaya koymak veya terk etmek şeklinde sonradan ortaya çıkarılabilecek her amelin gayrimeşru sayılacağı anlayışı, İslâm alimlerinin genel kabulünü kazanmıştır. Bununla birlikte Hz. Ömer'in teravih namazı misâlinde olduğu gibi sahabe ve ümmet çoğunluğu tarafından hayırlı kabul edilmiş amelî hususlar bu hükmün dışındadır. Buna ilâveten ibadetle alâkalı olmadığı, Kur'ân-ı Kerîm veya Sünnet tarafından ibadet ve taat türüne dâhil edilmediği hâlde sonradan ortaya çıkarılarak ibadet ve taat rengi verilen her dinî yenilik gayrimeşru ve dalâlet bid'ati olarak kabul edilmiştir.

c) Âdetlerde Bid'at: İslâmiyet'in özü ve genel prensipleri içinde kalmak, ibadet hüviyetine bürünmemek şartıyla sonradan ortaya çıkarak gelenek hâline gelmiş her dinî görünümlü şey meşru görülmüş, hattâ teşvik edilip övülmüştür. İnsanın ihtiyaçlarının değişim ve gelişim hâlinde olmasından ve değişikliklerin devir ve bölgelere göre farklılaşmasından dolayı, örf ve adet kapsamına giren değişimleri, kötü -yani dalâlet bid'ati- olarak kabul etmek, hayatı dondurmak ve yaşanmaz hâle getirmek mânâsına geleceği için, İslâm'ın genel ilkelerine uygun olan ve kutsallaştırılarak ibadete dönüştürülmeyen örf ve adetler meşru kabul edilmiştir. 16

Bid'at çeşitlerini Sünnet üzerinden sınıflandırarak değerlendiren Bediüzzaman göre, Sünnet'in farz ve vacip ile nafile kısımları bulunmaktadır. Bunların farz ve vacip olan kısmı, tafsilatlı olarak beyan edildiği, muhkemattan olduğu ve değişmediği için bunlara ittiba zorunludur, terk edilmez. Sünnet'in nafile kısmı da ibadetler ile örf ve âdâb olarak ikiye ayrılmaktadır. Ubudiyetle ilgili hükümlerde yeni icatlar, "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim." Mealindeki âyete aykırı olduğundan reddedilmiş bid'at olduğu gibi, ibadetle alakalı Sünnet'in değiştirilmesi de bid'attir; terkinde günah olmasa dahi büyük sevabın kaybedilmesi söz konusudur; değiştirilmesinde ise büyük hata bulunmaktadır. Sünnet'in örf ve âdâb kısmına aykırı davranmaya bid'at denmezse de Hazreti Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) âdâbına bir mânâda muhalefet etmek olduğu için, onların feyiz ve bereketinden mahrumiyete yol açar. Meselâ konuşma, yeme-içme, yatma gibi âdab-ı muaşerete ait ve kendilerine "âdâb" denilen Sünnet-i Senniyye'ye ittiba eden adetlerini ibadete çevirir ve bundan büyük feyiz alır.17

Ehl-i Bid'atin Özellikleri

İslâm âlimleri ehl-i bid'at ve dalâlet hakkında bazı ayırıcı vasıf ve ölçüler koymuşlardır. Buna göre, genel mânâda İslâm'ın temel esaslarından birine veya Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaat'in küllî bir ilkesine aykırı görüşlere sahip olan herhangi bir zümre, bu görüşü sebebiyle ehl-i bid'at sınıfına girmiş olur. Ancak temel esas ve küllî ilkelerden sayılmayan hususlarda farklı görüşlere sahip olmak, Ehl-i Sünnet'ten ayrılmayı ve bid'at bir mezhep olmayı gerektirmez.18 Dinî bir yapının ehl-i hak veya ehl-i bid'at olup olmadığı noktasında Bediüzzaman; biri, mezhebin ortaya koyduğu görüşlerde ölçünün hak ve hakikat olması; diğeri de müspet yönlerinin olumsuz yönlerinden çok ve etkin olması şeklinde iki ölçü ortaya koymuştur. 19 Ehl-i dalâletin bir başka özelliği, dinin emir ve yasaklarına karşı takındığı olumsuz veya gevşek tavırlarında ortaya çıkmaktadır ki, onlar sefahat tiryakiliği ve bağımlılığına kapıldıkları için dinin emirlerini yerine getirmemektedirler. Bir diğer özellikleri de değiştirilmesi mümkün olmayan zaruriyat-ı diniyyede akılları karıştırmak, zaruriyatı diniyyeyi veya İslâm'ın temel alametleri olan şeairi diniyeyi değiştirmek, terk etmek arzusu ve bu yöndeki uygulamalarıdır.20 Meselâ İslâmiyet'in şeairinden olan namazın Arapça dışında bir dille kılınması, ezanın Türkçe okutulması, Kur'ân alfabesi yerine başka alfabenin konulup onunla ibadet edilmesi, bir kısım Vehhabilerde görüldüğü gibi kabir ziyaretlerinin şirk olarak algılanması, velilik ve kerameti inkâr gibi hususlar bu kapsamdadır. 21 Bu ifade edilenlerin yanısıra ehl-i bid'atin diğer belirgin vasıfları şunlardır.

1) Cemaattan ayrılma: Buradaki cemaatten maksat, "sahabe cemaati, müçtehit İslâm âlimleri cemaati ve Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaattir; yoksa Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaat çerçevesinde yer alan dinî hizmet gruplarını oluşturan tarikatlar, cemaatler değildir. Çünkü bunlar Ehl-i Sünnet'i oluşturan alt birimlerdir.

2) Müteşabihata tâbi olma: Ehl-i bid'atin en belirgin özelliklerinden biri, Kur'ân-ı Kerîm ve hadîslerdeki mânâsı açık, anlaşılması kolay muhkem âyet ve hadîsleri bırakıp bunlarla amel etme yerine anlaşılması güç, müteşabih olanlarını esas alarak bunları kendi maksatları doğrultusunda yorumlamalarıdır. Hâlbuki Allah Teâlâ "Bu Kitab'ın bazı âyetlerinin mânâsı açık ve muhkemdir; bunlar Kitab'ın esasıdır; diğerleri ise anlaşılması zor çeşitli mânâlar ihtiva eden müteşabihlerdir. Kalblerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve kendilerine göre yorumlamak için Kitab'ın müteşabih olanlarına tutunurlar…" 22 mealindeki âyetle müteşabih ayetleri kendi maksatlarına vesile edenleri açıkça kınamış, böylelerini kalblerinde hastalık bulunan kimseler olarak ilân etmiştir. Resul-i Ekrem de (sallallahu aleyhi ve sellem): "Kitab'ın müteşabihatına tâbi olanları (veya tartışanları) gördünüz mü anlayın ki Allah Teâlâ'nın müteşabihât âyetinde kastettiği onlardır, onlardan kaçının." buyurmuştur.23

3) Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet'e uymaları gerektiren itikadî konularda kendi nefsanî anlayış ve arzularına uymak.

4) Sahabeye, Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaate ve ehl-i hadîse dil uzatmak ve onları çeşitli küçültücü isimlerle anmalarıdır.24

Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid'at/Dalâlet Arasındaki Farklar

Öncelikle vurgulamak gerekir ki, Ehli Sünnet Ve'l-cemaat akâid ve fıkıh sahasında Hazreti Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe sünnetine tabi olan, İslâm ümmetin omurgasını ve ana gövdesini oluşturan büyük çoğunluktur. Bu yüzden kendilerine sünnete uyanlar anlamında "Ehli Sünnet" denilmiştir.


Ehl-i bid'at ise Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe sünnetine değil, kendilerinin ortaya koydukları prensipler doğrultusundaki fikir ve inançlara tâbi olan, İslâm ümmetinin ana gövdesinden ayrılan Müslüman topluluklardır.

Ehli Sünnet, Yüce Allah'ın cisim olmadığına (tecsim) ve herhangi bir varlığa benzetmediğine (teşbih) inanır. Teşbih ve tecsim anlayışına düşmemek için âyet ve hadîsleri dinin asıllarına bağlı kalarak, Arap dili kurallarına uygun bir şekilde açıklar.

Ehl-i bid'at ise, âyet ve hadîsleri sadece zahir mânâlarına göre değerlendirmiş ve neticede teşbih ve tecsim anlayışlarına saparak yoldan çıkmıştır.

Ehli Sünnet anlayışında esas olan, dinde yeni bir şey icat etmek değil, Kur'ân ve Sünnet'i en doğru şekilde anlamak ve tabi olmaktır.


Ehli Bid'at ise -özellikle Batınîler de olduğu gibi- âyet ve hadîsleri dinin ruhuna ve temel esaslarına uyup uymadığına bakmaksızın kendilerine göre yorumlar.

Ehl-i Sünnet, İslâm ümmetinin birlik ve beraberliğine büyük önem verir, ümmet arasında tefrikaya sebebiyet verecek anlayışlara karşı çıkar; Ehl-i kıbleden olan ve Müslüman'ım diyenleri Müslüman kabul ederek tekfir etmekten şiddetle kaçınır. Çünkü Ehl-i Sünnet'e göre, kişi ve grupların kafir olduğunu söylememede (tekfir) herhangi bir şerî emir bulunmamakta; fakat tekfir etmekte şerî hüküm vardır. Ayrıca şahsı veya bir grubu haksız yere lânetleme ve tekfir etmede büyük bir zarar ve vebal bulunmakta; lânet ve tekfir etmede haklı olunduğunda ise, hiçbir hayır ve sevap bulunmamaktadır.25


Ehli bid'at ise, kendilerinden olmayanları, çoğu kez Müslüman kabul etmez ve küfürle itham etmekten çekinmez.

Ehli Sünnet mensupları genellikle müsamahalı ve hoşgörülü olduklarından itikatlarını zorla kimseye kabullendirmeye çalışmadıkları gibi başkalarının öldürülmelerini veya esir edilmelerini kabul etmez.


Ehli Bid'at ise mutaassıp, tahammülsüz, şiddet taraftarıdırlar ve inançlarını kabul ettirmek için baskı yapar, kendilerinden olmayanları tekfir ettikleri için öldürülmelerini veya esir edilmelerini caiz görür.

Ehli Sünnet, İslâm'ın iman, ibadet, ahlâk ve muamelat gibi alanlarındaki temel esaslara ters düşmeyen hususlarda yabancı inanç ve düşünce sistemlerinden -mantık ilkeleri ve bazı felsefî prensipler, bilimsel gerçekler gibi- belli ölçüde istifade etmişlerse de, temel hususlarda bâtıl inanç ve düşüncelerden özellikle uzak durmuştur. 


Ehl-i bid'at ise, İslâm öncesi eski inanç ve kültürlerinden, yabancı din ve felsefelerden oldukça etkilenmiştir. Meselâ Hariciler cahiliyye Arap telâkkilerinden, Şiîler genel olarak eski Pers-İran kültüründen, Mûtezile Yunan felsefesinden etkilenmiş ve bu tesirler yüzünden İslâmî inanca ters düşen fikirler ileri sürmüşlerdir.

Son olarak Ehli Sünnet mensupları ashaba hakaret etmez, onların hepsini hayırla anıp hürmet gösterdikleri hâlde Hariciler, Şiîler ve Mutezile gibi ehl-i bid'at gruplar, ashaba hakaret eder ve hattâ daha da aşırı giderek bazı sahabeyi tekfir eder.26 Meselâ Haricî gruplar; Hz. Ali, Hz. Aişe, Talha, Zübeyr, Muaviye gibi bir kısmı cennetle müjdelenen önde gelen sahabeyî kâfir olmakla suçlamış; Şiiler Ehl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Aişe düşmanlığı yapmışlardır.27

Netice

Bid'at kavramı, en genel mânâsıyla İslâmiyet'in bütün alanlardaki temel esaslarına aykırı olan dinî yenilikleri ifade etmektedir ki, bu genel mânâda Hazret-i Resul Efendimiz'den (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra dinî alanda sonradan ortaya çıkarılan her şey bid'at kapsamına dâhil edilmiştir. Böyle olmakla birlikte bid'at, özellikle İslâm'ın inanç ve ibadet ilkeleri olan akaid ve ibadet alanında Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ashab-ı kiramın takip ettiği yoldan ayrılma ve bu alanda yeni bir dinî inanç, tutum, davranış ve ibadet şekilleri oluşturma demektir. İslâm âlimlerinin çoğunluğu mahiyet ve dinî faydasını esas alarak bid'ati, kötü ve iyi şeklinde ikiye ayırmışlardır. Buna göre kötü bid'at, Kur'ân-ı Kerîm, Sünnet ve ashabın örfüne, İslâm'ın asıllarına veya bu asıllara dayanan ana ilkelere aykırı olarak sonradan ortaya çıkmış dinî yeniliktir. Böyle olmayanlar ise kötü bid'at değil, iyi ve hidayet bid'atidir.

Ehl-i bid'at, başta sahabe, tabiin ve tebei tabiinin müçtehit imamlar topluluğu olmak üzere, her zamanda İslâm ümmetinin büyük çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet ve Cemaat'e aykırı inanç, ibadet, tutum ve davranış içinde olan dinî-felsefî toplulukların ortak adıdır. Ehl-i bid'at ve dalâlet, Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaat'ten ayrılarak azınlıkla kalma; dinin temelini oluşturan âyet ve hadîslerin müteşabih olanlarına tâbi olma; dinin asıl iman ve ibadet esaslarında kendi nefsanî anlayış ve arzularına uyma; Sahabeye ve Ehl-i Sünnet Ve'l-cemaat mensuplarına dil uzatma, onları çeşitli küçültücü isimlerle anma ve tekfir etme özellikleriyle ön plâna çıkmaktadırlar. İslâm dini inanç esaslarında Tevhid'i ortaya koyduğu gibi ibadet ve ahlâk uygulamalarında tezahür ettiği üzere, sosyal hayatta da Tevhid'i esas aldığı için 'ehl-i kıblenin tekfir edilmemesi' Ehl-i Sünnet tarafından Müslüman topluluklarının vahdetini sağlayıcı ve koruyucu bir prensip olarak kabul edilegelmiştir.

Mustafa Kasımoğlu

Dipnotlar
1. İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, "bede'a", II, 38, Beyrut, 2000.
2. Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, "bede'a", md.
3. Seyyid şerif Cürcânî, Ta'rifât, "bid'at" md.
4. Yusuf Şevki Yavuz, "Ehl-i Bid'at", DİA, X, 501.
5. Topaloğlu, a.g.e., s. 109-110; Yusuf Şevki Yavuz, "Ehl-i bid'at", DİA, X, 501.
6. Said Nursî, Risale-i nur Külliyatı, 27. Mektup, II, 2313-1314, Nesil Yay, İst.1996.
7. Kâdî Abdülcebbâr, Fazlü'l-i'tizâl ve tabakâtü'l-Mu'tezile, (nşr. Fuad Seyyid), Tunus 1974, s. 138-164.
8. el-Mâide 5/3.
9. Müslim, "Cum'a", 43; Ebû Dâvûd, "Sünne", 5; Nesâî, " 'ideyn", 22; İbn Mâce, "Mukaddime", 7; Dârimî, "Mukaddime", 16, 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 310, 371; IV, 126-127.
10. İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, I, 107.
11. İbnü'l-Esîr, en-Nihâye, I, 106; Nursî, a.g.e., Lemalar, I, 610; Topaloğlu, a.g.e., s. 154.
12. İbnü'l-Esîr, a.g.e, I, 106.
13. Nursî, a.g.e., Lemalar, I, 609-610.
14. Müslim, "İlim", 15; "Zekat", 69; Nesâî, "Zekat", 64; Dârimî, "Mukaddime", 44; İbn Mâce, "Mukaddime", 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 357, 359, 362.
15. Buhârî, "Salâtü't-teravih", 1; Mâlik, Muvatta, "Ramazan", 3.
16. bk. Topaloğlu, Kelâm ilmi, Giriş, s. 152-153.
17. Nursî, a.g.e., Lemalar, I, 609-610.
18. Topaloğlu, a.g.e., s. 156.
19. Nursî, a.g.e., II, 2313.
20. Nursî, a.g.e., Sözler, I, 220; 556.
21. bk. Nursî, a.g.e., Mektubat, I, 537,556; Emirdağ Lahikası, II, 1746, 1766; Hanımlar Rehberi, II, 2277; 2312-2313.
22. Âli İmran, 3/7.
23. İbn Kesir, Tefsîr, I, 345-346, Beyrut, 1402/1982.
24. Topaloğlu, a.g.e., s. 156-157.
25. Nursî, a.g.e., II, 1766.
26. Süleyman Uludağ, Kelâm ilmi ve İslâm Akâdi, s. 95-96.
27. Nursi, a.g.e., II, 2313.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

21 Mart 2018 Çarşamba

***NAFİLE ORUÇ İBADETİ-3-Hayrettin Karaman

"Allah ve Resûlü bildirmedikçe hiçbir kimse belli bir günü oruç ibadetine tahsis edemez, “şu günde oruç tutmak sünnettir, müstehabdır, hayırlıdır” diyemez."........

Hakkında ayet veya hadis bulunan, Peygamberimiz'in tuttuğu ve ümmetine tavsiye ettiği oruçlar şunlardır:


Her hicrî-kamerî ayın onüç, ondört ve onbeşinci günlerindeki oruç. Bu günlerin geceleri ayın ışığı ile aydınlık olduğu için “beyaz günler” diye anılmıştır.

Haftanın Pazartesi ve Perşembe günlerinde oruç.
Şa'bân ayının tamamı olmamak üzere bu ayda oruç. Yalnızca ayın ortasındaki gün (Berat gecesinin gündüzü) oruç tutmak sünnet değildir.
Ramazan Bayramı'ndan sonra Şevval ayında altı gün oruç. Kaza borcu olmayanların, bayramın birinci gününden sonra başlayıp ara vermeden tutmaları daha uygun görülmüştür.

Muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu günü oruç. Yalnız onuncu günü tutmak da mekruh değildir.
Hac ibadetini yapmakta olanlar dışındaki müminler için arefe günü oruç. Zilhiccenin başından itibaren arafe gününe kadar yapılan nafile ibadetlerin fazileti hakkında sahih hadisler vardır..........


Yılın, oruç tutulması caiz olmayan günlerinde bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak şeklindeki oruç ibadeti de Peygamberimiz tarafından tavsiye edilmiştir.

Önceki veya sonraki aylar ile birlikte değil de yalnızca Recep ayını oruçlu geçirmek mekruhtur.
Tek başına Cuma veya Cumartesi günü oruç tutmak mekruhtur.
Ramazan'ın birinci günü şüphesiyle oruç tutmak da mekruhtur.

İki bayram günleri ile Kurban Bayramı'nı takip eden teşrıyk günlerinde oruç tutmak kesin olarak menedilmiştir...

...Kur'an-ı Kerim de hem vahyedilen dilde hem de tercüme ve tefsirlerinden her fırsatta okunmalıdır. Kur'an okumaktan maksat müminin, bir manada Rabbi ile konuşması; iman, ibadet ve ahlakını Rabbinin talimat ve irşadı ile bilip yaşaması olmalıdır.
Yine bir profesyonele para karşılığında Kur'an okutmak hem caiz değildir, hem de bundan sevap filan hasıl olmaz...


...Ölülerin yakınları, özellikle yaptıkları ibadetlerin sevabını onlara hediye ederlerse bundan fayda göreceklerine dair sahih rivayetler vardır...

Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/nafile-oruc-ibadeti-2010391

Nikâh Sağlam Bir Teminat, Ağır Bir Söz

Dersten Cümleler

Nikâh meselesini konuştuğumuz zaman, evlilerimiz için bir ihya, bekarlarımız için bir inşa hareketini konuşmuş oluruz.

Denklik üç alanda olmalı; dinde, dindarlıkta ve durumlarda…

Cabir b. Abdullah: “Efendimiz (sas) evlenme niyeti ile bakabilirsin dedi, ben artık durur muyum, bir cariye ile evlenmek istiyordum. Gizlice onu gözetledim ve evlenmemi teşvik eden bazı özelliklerini gördüm. Sonra da onunla evlendim.” (Ebû Davud, Nikâh, 18; Tirmizi, Nikâh, 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/334, 360)

Mugire b. Şu’be (ra) bir kadınla evlenmek istiyordu. Hz. Peygamber’e geldi ve düşüncesini açtı. Efendimiz (sas): “O kadını gördün mü?” dedi. Muğire: “Hayır, Ya Resulullah görmedim” dedi.

Efendimiz: “Git ve onu gör, çünkü görmek; birbirinize ısınmanız için daha iyidir” buyurdu. (Müslim, Nikâh, 74,75; Tirmizi, Nikâh, 5; İbn Mace, Nikâh, 99)

“Kıyamet gününde bütün bağlar, her sebep ve nesep bağları kopacak, sadece benimle sebep ve nesep bağları kuranların bağları kalacak.”

“Ey Ömer! Tamam Ümmü Gülsüm’ü (birileri ile) sana göndereyim, (önce gör) eğer razı olursan eşin olsun.” (Ebû Davud, Nikâh, 18)

Hz. Ömer, insanlar Ehli Beyt’in ne demek olduğunu anlasınlar diye Ümmü Gülsüm’e tam 40.000 dirhem mehir verir.

Kız tarafının ilk sorduğu soru nedir: “Oğlumuz ne iş yapıyor?”

Ebû Saîd el-Hudrî rivâyet ediyor, Efendimiz (sas) buyuruyor ki: “Fakirlik korkusundan evlendirmeyi terk eden kişi bizden değildir.” (Süyûtî, Câmi’u’l-Ehâdîs, 20/141)

Ebû Hureyre’den (ra) rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (sas) şöyle buyurmuştur: “Dindarlığını ve ahlâkını beğendiğiniz biri gelip sizden kız isterse (o kişinin maddî durumuna bakmaksızın) onu kızınızla evlendirin. Eğer bunu yapmazsanız (sadece mala rağbet ederseniz) yeryüzünde büyük bir fitne ve enine boyuna yaygın bir fesat meydana gelecektir.” (Tirmizî, Nikâh,
3,
Abdürrezzâk, el-Musannef, 10325; İbn Kesîr, et-Tefsîr, 7/131)
Tirmizî’de geçen rivayette şöyle bir ayrıntı vardır. Üç kere “Dinini ve ahlakını beğendiğiniz biri size gelirse kızınızı onunla mutlaka nikahlayın.”
Söze dikkat buyurun sadece din demedi, ahlaka vurgu yaptı, (dinehu ve hulugehu) bunun ne demek olduğunu birazdan söyleyeceğim.
Tabiî neslinden bir örnek…Ebû Vedâ’a ve Said b. Müseyyeb…

“Bu ikinci adam, (fakir adam) o birinci adam (zengin adam) gibi bir dünya dolusu adamdan daha hayırlıdır.” (Buhari, Nikâh, 16)
Efendimiz (sas) hadiste özellikle “dindar ve ahlaklı” vurgusu yaptı. Neden bunu yaptı dersiniz?

“Acaba hakkımda hayırlı olan bu mudur? acaba isabetli bir karar aldım mı?”

Atılması gereken iki önemli adım:

1- Kullarla istişare
2- Rabbi ile istihare

Asrı Saadet’ten bir örnek Fatıma bint Kays…
Kûfe emirlerinden Dahhak İbn Kays’ın ablası… O, Mekkeli olup Fihroğulları kabîlesine mensuptur. Hicretten önce İslâm’la şereflenmiştir.
O ilk evliliğini Ebû Amr Hafs İbn Muğîre ile yapmıştı.

İddet müddeti bitince kendisiyle evlenme teklifleri gelmeye başladı. Muâviye İbn Ebû Süfyan ve Ebû Cehm Âmir İbn Huzeyfe onunla evlenmek istediler.

“Muâviye malı az olan biridir, yada malını senden esirgeyecek biridir. Ebû Cehm ise, sopası elinden düşmez. İyisi mi sen Üsame ile evlen!” buyurdu. (Müslim,Talak,36; Tirmizi, Nikâh,38)
Nişanlılık meselesi bizim hem örfümüzün, hemde şeriatimizin bir meselesidir.
Nişanlılığın Arapça’daki karşılığı Hıtbe’dir. Bir erkeğin kadına evlenme niyetini açıklamasına hıtbe, açıklayan erkeğe hatib, açıklanan kadına ise mahtube denir.

Türkçe’de nişanın anlamı, alamet ve işarettir.

Nişan demek, asla nikâh demek değildir.
Nişan ile nikâh arası uzun olmamalı; nikâh ile düğün arası uzun olmamalıdır.
Aişe annemiz ile uzun bir nişanlılık dönemi vardır, yaklaşık 4 yıl…
Müslümanın değerler sıralaması diye bir gündemi olmalıdır.
Değerler sıralaması diye bir gündemi olmalı Müslümanın…
Kur’an asıl, Sünnet usuldür.

Nikâh bir hocanın huzurunda yapılan dini bir merasime, bir törene indirgenmiştir.
Nikâh akdinin rükünleri, icap ve kabul; şartları ise şahitlerdir.

1- İmam nikâhı, dini nikâh, hoca nikâhı, müezzin nikâhı, resmi nikâh yada başka bir isim ile anılan bir nikâh yoktur. Nikâh bir tanedir, o da şer’î nikâhtır.
Allah’ın kitabında nikâh nedir? Misaken Ğalizen مِّيثَاقًا غَلِيظًا : “Sağlam Bir Teminat, Ağır Bir Söz” (Nisa Sûresi, 21)
2- Şer’î nikâh işin hakikati ve aslı, belediye nikâhı ise işin resmi boyutu ve sicilidir. Dolayısı ile şer’î nikâh zaruri, resmi nikâh elzemdir.
3- Şer’î nikâh, karşılıklı hakları teminat altına alan önemli bir sözleşmedir. Bundan dolayı taraflar şartlarını, taleplerini çok açık bir şekilde ortaya koymalıdır.
4- Mehir kadının hakkı ve teminatıdır. Erkek üzerine vacip olan bir yükümlülüktür. Mehrin şakaya gelecek, alaya alınacak, basite indirgenecek bir durumu asla olmamalıdır.
5- Nikâhta aslolan en mühim husus ilandır, insanlara duyurmaktır. Gizli-saklı, yalan-dolan, alavere- dalavere nikâh olmaz; bütün bunlardan uzak durulmalıdır.

Dört mezhebe görede Mut’a nikahı haramdır, haramdır, haramdır.

“Ey İnsanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah’ın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır… “



Muhammed Emin Yıldırım

Tamamını videodan izlemenizi tavsiye ederim:

20 Mart 2018 Salı

***NAFİLE NAMAZLAR-2-Hayrettin Karaman

Belli bir vakitte, belli şekil ve sayıda ibadet koyma, böyle bir ibadet farzdır, vaciptir, sünnettir deme hakkı yalnızca Allah Teâlâ'ya mahsustur. Peygamberimiz (s.a.) dahi ancak O'ndan bilgi alarak böyle bir ibadeti tebliğ edebilir. Sahih kaynaklarda yeri olmayan bir takım rivayetlere dayanarak, hatta bunlara bile dayanmadan “şu günde, şu vakitte şu kadar namaz, oruç, dua, zikir” sünnettir demek dine katkıdır, bid'attır ve diyenlerin ağır sorumlulukları vardır. Mesela “şu gecede yüz rek'at namaz kılınmalıdır ve şunlar okunmalıdır” diyen ve bunu bir sünnetmiş gibi takdim eden kimseler büyük vebal altındadırlar.

Namazın, orucun, duanın, zikrin şekilleri bellidir, bunların farz, vacib, sünnet, mekruh, haram olanları da açıklanmıştır.
Farz ve vacib ibadetlere birinci derecede ve sırada yer vermek gerekir. Bağlayıcılığı bakımından aşağı derecede olan bir ibadet (mesela yüzlerce rek'at nafile namaz), kasten kaçırılmış bir rek'at farzın yerini tutmaz...

...Mümin öncelikle beş vakit namazın farzlarını kılacak, imkanı varsa müekked sünnetleri kılacak, daha fazla imkanı varsa müekked olmayan sünnetleri kılacak, vakti müsait ve gönlünde arzu varsa (zorlanmadan) adı konmamış, miktarı ve vakti belirlenmemiş namazları (mutlak nafile namazları) kılacak.

Farz ve vacib dışında kalan namazlar mutlak nafile ve belirlenmiş nafile diye ikiye ayrılıyor.
Allah ve Resulü tarafından miktarı, vakti, diğer detayları belirlenmiş nafile namazlar da ikiye ayrılıyor: Müekked olan ve müekked olmayan.

Peygamberimiz'in çok az terk ederek devam ettiği naife namazlar müekked sünnetlerdir. Bunlar da şu on iki rek'at namazdır: Sabah'ın farzından önce iki, öğlenin farzından önce dört, sonra iki, akşamın farzından sonra iki, yatsının farzından sonra iki rek'at.

Bu sünnet namazların en değerli olan, Peygamberimizin (s.a.) yolculukta dahi terk etmediği nafile namaz, sabahın farzından önce kılınan iki rek'at namazdır. Bu namazı vaktinde kılamayanların kaza etmeleri de meşrudur.
Hadislerde teşvik edilmiş olup müekked derecesinde olmayan (gayr-i müekked) nafile namazlar: Öğlenin son sünnetini dörde tamamlamak, ikindi ve yatsının farzından önce de dört rek'at namaz. Sahih rivayetlere dayalı olarak akşamdan önce iki rek'atı da bunlara ekleyenler vardır.

Vitir namazı Hanefîlere göre vacib, diğer mezheplerin çoğuna göre müekked sünnettir.


Teravîh namaz: Ramazan gecelerinde yatsıdan sonra kılınan bu namaz müekked sünnettir. Hanefîlere göre yirmi rek'attır. Rivayetlere dayanarak daha az, daha çok tespitler ve uygulamalar da vardır.

Gece namazı (teheccüd, kıyâmu'l-leyl) bütün yıl boyunca müekked sünnettir. Peygamberimiz (s.a.) gece yarısından sonra uyanır, Allah'ı zikrederek yüzünü sıvazlayıp uykusunu açar, semâya bakarak tefekkür eder, Al-i İmran sûresinin son on âyetini okur ve namaz kılardı. Bu namazın rek'at sayısı hakkında ikiden sekize kadar rivayetler vardır. Gecenin son üçte birinde istiğfar ve duânın önemi hakkında da sahih rivayetler vardır.

Kuşluk namazı: Vakti, güneşin doğmasından yirmi dakika kadar sonra başlar ve tepe noktasına gelmesine yirmi dakika kalana kadar devam eder. İki, dört, altı, sekiz rek'ata kadar kılınabilir.

Tahiyyetü'l-mescid: Müekked sünnettir. Mescide giren Müslüman, eğer oturmadan sünnet veya farz namaz kılacaksa tahiyye gerekmez. Namaz kılmadan beklemek veya başka maksatla oturacaksa iki rek'at “mescidi selamlama” namazı kılar.

İstihare namazı: Kulun irade ve ihtiyarına bırakılmış bir konuda karara varamayan mümin, iki rek'at istihâre namazı kılar, sonra Allah'tan hayırlısını diler, malum istihare duasını okur. Uykuya yatmak ve bazı işaretler görmek şart değildir. Bu ibadeti yaptıktan sonra meşru olmak şartıyla işe devam eder.

Abdest namazı: Abdest aldıktan sonra Allah rızası için iki rek'at namaz kılmanın fazileti hakkında sahih rivayetler vardır.

Buraya kadar sayılan müekked ve gayr-i müekked namazlar dışında vakti ve rek'atı sınırlanmamış olarak istendiği kadar nafile namaz kılmak da -mekruh vakitler dışında- meşrudur. Yeter ki, birileri bunlara vakit ve sayı tayin etmesinler!
Yazının tamamı için:

http://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettinkaraman/nafile-namazlar-2010343

Hanefi fıkhına göre "Hayız" ve "istihâza" (özet)

Hayız, nifas, istihâza denilen üç çeşit hal vardır ki, bunlar kadınlara mahsus olup erkeklerde olmaz. Kadınların temizliğe bağlı bir takım ibadetleri yapabilmeleri ve karı-koca ilişkilerinde harama düşmemeleri için kendileriyle ilgili İslâm’ın bu özel hükümlerini öğrenmeleri gerekir. Bu duruma göre, belli yaştaki bir kadının cinsel organından üç türlü kan gelebilir:

A) Hayız kanı: Sağlıklı kadından belli yaşlar arasında gelir.

B) Özür kanı: Kadının cinsel organından değil de çatlak bir damardan gelip, cinsel organ yolu ile akan kokusuz bir kandır.


C) Lohusalık kanı: Doğumdan sonra belirli bir süre gelen kandır. Aşağıda bu üç hali açıklayacağız.

A) Aybaşı Hâli: 
Kadınların aybaşı hallerine çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü temizliği gerektiren bazı ibadetlerin geçerli olması, boşanmada iddet ve nafaka gibi konuların tespiti bu bilgilere dayanır.


 Aybaşı Hâli Nasıl Belli Olur?

Hayız akıntısı kırmızı, siyah, sarı, bulanık yeşil ve kiremit renklerinde olabilir. Pamukta bu renklerden biri görülse, muayyen hâlin başlamış olduğuna hükmedilir. Muayyen hâl kesildiğinde ise, gelen akıntı beyaz renktedir ve rahimin tabiî akıntısıdır.

Rahimden gelen akıntının ay hâli sayılabilmesi için kadının hâmile olmaması da şarttır. Hâmilelik süresi içinde gelen kan, muayyen halden sayılmaz.

 Âdet gören kadın artık ergin kabul edilerek, namaz, oruç, hac gibi bütün şer’î emir ve yasaklara muhatap olur. Erkek çocuğun ihtilâm olması da aynı sonuçları doğurur. Âdet veya ihtilâm gecikirse, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre 15 yaşın bitmesiyle her iki cins erginlik çağına girmiş sayılır.

*En uzun ve en kısa âdet süresi:


Hanefîlere göre, hayız en az 3 gün, en çok da 10 gün sürer. 3 günden (72 saat) az görülen akıntı ile, 10 günden (240 saat) fazla gelen akıntı muayyen halden sayılmaz. Bir hastalıktan geldiği kabûl edilir. Bu kanamalar özür kabul edilir

Ortası beş gün, en uzun süresi ise on gün on gecedir. On günü geçen kanamalar özür kabul edilir. En kısa ve en uzun süre arasında görülecek kanlar ise “hayız kanı” sayılır.

Kanın hayız süresince aralıksız olarak gelmesi şart değildir, ara sıra kesilebilir. Meselâ; bir kadın dört gün kan görse de sonra iki gün kan kesilip, bundan sonra iki gün daha devam etse, bu sekiz günün tamamı âdet gününü teşkil etmiş olur.

İki âdet arasındaki temizlik hâline “tuhr” denir. Bunun süresi on beş günden az olamaz. Fakat bundan fazla olabilir. Aylarca, yıllarca da devam edebilir.

Bazı kadınların âdet günleri düzenlidir. Meselâ; her ay beş veya altı yahut dokuz gün âdet görürler. Bir âdet hali, bir defa ile belirli hale gelebilir. Meselâ; henüz adet görmeye başlayan bir kız, ilk defa olarak sekiz gün kan, bundan sonra yirmi iki gün temizlik görse, bu şekilde âdeti belirli hale gelmiş olur. Böyle bir kadın, rahatsızlığı sebebiyle ayrıca özür kanı görmeye başlasa, âdeti ve temizlik günleri her ay bu şekilde hesap edilir.

Bazı kadınlarda da hayız günleri düzensiz olabilir. Bunlar, meselâ; bir ay, beş; diğer ay da altı gün âdet görebilirler. Bu durumda, ihtiyatlı olanla amel etmek gerekir. Meselâ; böyle bir kadın, altıncı gün olunca yıkanır, namazlarını kılar ve Ramazan-ı şerife rastlamışsa orucunu tutar. Çünkü bu altıncı gündeki kanın özür kanı olması akla gelir. Fakat bu altıncı gün çıkmadıkça cinsel ilişkide bulunmaz. Boşanmışsa iddeti bitmiş sayılmaz. Çünkü bu altıncı gündeki kanın hayız kanı olması da muhtemeldir.

Bir aybaşı süresinin değişmiş sayılması için, en az iki defa başka bir sürede cereyan etmesi yeterlidir. Meselâ; bir kadın düzenli olarak her ay beş gün süreyle aybaşı hali görürken, bu süre daha sonra altı güne çıksa, artık bu yeni süreye tabi olur.

Düzenli süreyi aşan, fakat on günü geçmeyen kanlar aybaşı kanı sayılır. Meselâ; her ay yedi gün kan gören kadın, daha sonra on gün kan görse, toplam on gün hayız hali sayılır. Bu takdirde âdeti yedi günden on güne çıkmış bulunur. 

Ancak, düzenli olarak görülen kandan sonra, on günden fazla süreyle kan görülmeye başlansa, düzenli süreye itibar edilir, fazlası özür kanı sayılır. Meselâ; daha önce ayhali düzenli olarak yedi gün süren bir kadın, daha sonra her ay on bir veya on iki gün kan görmeye başlasa, bunun düzenli olan yedi günü hayız, geri kalan, dört veya beş günü ise özür kanı kabul edilir.

Düzenli süreden önce görülmeye başlayan ve toplam on günü aşmayan kan da hayız kanı sayılır. On günü aşarsa düzenli süre kısmı hayız, önceki fazlalık özür kanıdır. Meselâ; her aybaşından itibaren beş gün âdet gören kadın, daha sonra düzenli süreden önce iki veya üç gün daha kan görmeye başlasa, bunların toplamı olan yedi veya sekiz gün hayız sayılır. Eğer toplam on günü aşarsa, düzenli süre olan yedi gün hayız, fazlalık günler ise özür kanı kabul edilir.

*Aybaşı günleri içinde kanın kesilmesi:

Hayız hâli devam ederken kimi zaman kan kesilir, sonra yine görülmeye başlayabilir. Kanın kesildiği süre içinde kadın temiz mi, yoksa hayızlı mı sayılacaktır?

Hanefî ve Şâfiîlere göre, hayız süresi içinde kanın görülmediği sürelerde de kadın, hayızlı kabul edilir. Meselâ; bir kadın 3 gün kan görse(3 günden az olursa hayız sayılmaz), 4. günde bir pamuk koyduğu halde kirlenmeyecek şekilde kan kesilmiş olsa ve 7. veya 8. gün yeniden kan görse, kadın bütün bu süre içinde hayızlı sayılır. Bu duruma göre, iki kan arası görülen temizlik, ay-başını bölen bir süre kabul edilmemiştir. Aksine, başında ve sonunda kanın görülmesi şartıyla, on günü aşmayan bu süre içinde kadın hayızlı sayılır.

* Sürekli olarak özür kanı gören kadının hayız süresi:

İlk defa hayız görmeye başlayan bir kızın âdeti sabit olmaksızın kanı kesilmeyip devam edecek olursa, her aydan on günü “hayız”, yirmi günü de “temizlik” günleri sayılır.

Not:İmam-ı A'zam'a göre, âdet tam üç gün devam edip hayız hâli olduğu kesinleşmeden namazı ve orucu terketmek câiz olmaz.

Düzenli âdet görmekte olan bir kadından, hastalık sebebiyle sürekli olarak kan gelmeye başlasa, düzenli âdet süresine karşılık olan günlerde hayızlı, bunun dışında temiz sayılır. Yine her ay on gün hayız; yirmi gün veya altı aydan daha az bir süre temizlik hali düzenli olan bir kadından daha sonra sürekli olarak kan gelecek olsa, her ayın ilk on günü hayız, diğer yirmi günü veya altı aydan az olan süre de temizlik sayılır. 

 B) Özür Kanı (İstihâza):


Rahmin iç taraflarında bulunan bir damardan hastalık veya bozukluk sebebiyle aybaşı veya lohusalık süresi dışındaki zamanlarda kanın akmasına “istihâza” denir. Bir kadından üç günden az, on günden fazla gelen bir kan, lohusadan kırk günün üstünde gelen kan, Hanefî ve Hanbelîlere göre gebe olan kadından gelen kan hep istihâza (özür) kanıdır.

İstihaza kanı, dinmeyen burun kanaması veya yaradan akan kan gibidir. Bununla yalnız abdest bozulur. Devam ederse sahibi “özürlü” sayılır. Bu yüzden kendisi hakkında özürlülere ait hükümler uygulanır. Yani aybaşı veya lohusalık sebebiyle yasaklanan oruç ve namaz gibi ibadetlere, tavafa, Kur’an okumaya, mushafa el sürmeye, mescide girmeye, itikâfa ve cinsî münasebette bulunmaya engel teşkil etmez. Bunlarda bir kerahat de bulunmaz. Çünkü İslâm dini özürlülere bu kolaylıkları göstermiştir.

Kaynaklar:
Feyzül Furkan Kur’an-ı Kerim Meali
Doç. Dr. Hamdi DÖNDÜREN/İslam İlmihali/Erkam Yayınevi



Detaylı bilgi için:

VE:

19 Mart 2018 Pazartesi

HAYATIN 2 KUTBU

Dipsiz Korku ve Sonsuz Ümit

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Onlar dua ederler ve Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar, O’nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar.”

-İsra Suresi, 57.ayet-

Reca ümit; havf da korku kelimesinin karşılığıdır. Reca; bir şeyde son derece istekli ve ümitli olmaktır. Bunun karşısında olan havf ise bir şeyden son derece çekinmektir.

Ümit ve korku hâli, mümin için vazgeçilmez iki güzel denge ahlâkıdır. Bu sayede hak yolunda yol alınır, amel yapılır, ameller korunur. Hak Teâlâ mü’minlerin bu iki ahlâkından bahsederken şöyle buyurmuştur:

“Onlar, korku ve ümit içinde Rablerine dua ederler.”


–Secde Suresi, 16.ayet-

“Onlar ahiretten çekinir ve Rabbinin rahmetini umarlar.”

–Zümer Suresi, 9.ayet-

Her Daim Ümitli Olmak

Ümitli olmak, durum ve şartlar ne olursa olsun, olaylar nasıl ve ne yönde gelişirse gelişsin Allah'a teslim olmak, hiçbir üzüntüye ve kaygıya kapılmadan olayları sevinçle karşılamak, olayların müminler için en hayırlı sonuca bağlanacağından en ufak şüphe duymamaktır.

Ümit, bir inanç meselesidir, inanan insan ümitlidir ve ümidi de inancı nisbetindedir. Dolayısıyla ümitli olmak müminlerin en önemli ve en belirgin bir sıfatı olarak belirtilmiştir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden rivayet edilen bir hadiste şu anlatılmıştır:

“Ahirette bir adam cehennemden çıkar, Allah Teâlâ’nın huzuruna getirilir.

Allah Teala adama: “Yerin nasıldı? diye sorar.

Adam: “Çok kötü bir yerdi.” der.

Allah: “Onu tekrar eski yerine götürün.” buyurur.

Adam yürür ve ikide bir arkasına bakar.

Bunun üzerine Allah: “Neden arkana bakıyorsun?” diye sorar.

Adam: “Beni çıkardığın o kötü yere geri göndermeyeceğini ümit ettiğim için arkama bakıyorum.” der.

O zaman Allah Teâlâ: ”Onu cennete götürün.”
buyurur.

-Ahmed, Müsned, III, 230-


"İnsan, imanı ölçüsünde, Allah'a olan güveni, yakınlığı, teslimiyeti ve samimiyeti derecesinde Allah'tan umut eder."


Mü’min, her şeyin Allah'ın dilemesi ile olduğunu bildiği için hiçbir konuda üzüntüye, karamsarlığa ve ümitsizliğe düşmez, en kötü görünen bir olayın bile imtihan ortamının bir parçası olduğundan ve eninde sonunda müminler için hayra dönüşeceğinden kuşku duymaz.


"Ümitli olan kul ameline devam eder, sâlih amel ve nafilelerle Allah'a çokça yaklaşmaya çalışır."


Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Allah’tan bir şey isteyeceğiniz zaman büyük şeylere gözünüzü dikin, O’ndan Firdevs cennetini isteyin. Çünkü Allah için hiç bir şey büyük değildir.”
-Buhari, Cihad, 4; Müslim, Zikir, 8-

Havf ve reca imandandır. Her ikisi de mü’minin sıfatlarıdır. Bunun içindir ki, hangisi kalpten çekilse, küfür tehlikesi belirir. Havf etmeyen insan, isyan yolunu tutar, bu yolun sonunun ise küfre çıkma tehlikesi vardır. Recanın azalması da ümitsizliğe yol açar. Bu da sonu küfre çıkabilecek bir başka yoldur...

"Allah'tan korkan fakat O'nun rahmetine güvenmeyen kimse iman etmiş olamaz."

İnsan, hem kendi kusurlarının çokluğunu hem de Allah'ın celâl ve azametini bilir ve korkusu da bu bilgiden doğar. Bu sebeple kullar içinde Rabbi’nden en fazla korkup sakınan, kendini ve Rabbi’ni en fazla bilendir.

Cenab-ı Hak da buna işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.”

–Fâtır Suresi, 28.ayet-


Bu sebeple Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:“Allah’a yemin ederim ki Allah’tan en çok korkanınız, O’ndan en fazla sakınanınız benim.”
–Buharî, İ’tisâm 5- buyuruyor.

Görülüyor ki ilahî bilgi arttıkça kalbe düşen korku da çoğalıyor. Fakat ümitle dengelenen Allah korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk ve teşvik eder. Bunun için büyükler demişlerdir ki: “Herkes korktuğundan kaçar. Yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır.”

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ölüm hâlinde bulunan bir gencin yanına gitti. Gence:

– Kendini nasıl buluyorsun, diye sordu. Genç:

– Allah Teâlâ’nın rahmetini umuyorum. Günahlarımdan da korkuyorum, dedi. Bunun üzerine Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem:

– Bir kulun kalbinde bu ikisi bir araya gelirse Allah Teâlâ o kula umduğunu verir, korktuğundan emin kılar, buyurdu.


-Tirmizi, Cenâiz, 11 (983); İbn Mâce, Zühd, 31 (4261)-

Ali radıyallahu anh oğullarından birine şöyle nasihat etmiştir:

“Oğlum! Bütün hayır ve taatler senin olsa, bunların seni kurtaramayacağı korkusuyla Allah Tealâ’dan kork! Dünyadaki bütün günahlar senin olsa bile, Allah Tealâ’nın onları af ve mağfiret edeceği ümidiyle de Allah Tealâ’dan ümitli ol!”

Ebû Hüreyre radıyallahu anhtan rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Eğer mü’min, Allah’ın azabının nitelik ve niceliğini bilseydi, cennet ümidine kapılmazdı. Kâfir de Allah’ın rahmetinin nitelik ve niceliğini tam olarak kavrayabilseydi, O’nun cennetinden asla ümidini kesmezdi”.

-Müslim, Tevbe 23-

Mü’min cennet ümidi taşıyorsa bu, onun Allah’ın azabının mahiyetini bilmediğinden; kâfir, rahmet ve cennet beklemiyorsa, o da Allah’ın rahmetinin mahiyetini idrak edemediğindendir. Gerçekten çok ilginç olan bu durum, Ömer radıyallahu anhtan nakledilen bir sözde şöyle dile getirilmiş bulunmaktadır: “Kıyamet günü sadece bir kişi cennete girecek diye ilân edilse o kişinin ben olacağımı umarım. Yine bir tek kişinin cehenneme gireceği bildirilse, bu kez de o kişinin ben olduğum endişesini yaşarım.”

Abdullah İbni Mesûd radıyallahu anhtan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Cennet size ayakkabılarınızın bağından daha yakındır. Cehennem de öyledir.” -
Buhârî, Rikak, 29-

Birbirine zıt iki ayrı gerçeğe aynı anda ve aynı mesafede bulunmak yani korku ile ümit arasında yaşamak, her ikisinin birden kaygı ve ümidini taşımak gerekir. Sadece birine ağırlık vermek, aynı mesafedeki öteki gerçeği unutmak akıllılık değildir.

Mü’min, cennet ümidi ve cehennem korkusuyla birlikte yaşar. Bu da ona daima dengeli bir hayat sürme imkânı sağlar.

UMUDUMUZA SEBEP ÇOK

Cehenneme girmenin sebebi çok olduğu gibi, mağfiretin ve umudun sebebi de çoktur.

- Tövbe kapısı son dakikaya kadar açıktır.

Tövbeye herkes davetlidir. Hiçbir günah tövbeden ağır değildir. Samimi bir tövbe ettiği hâlde Allah’ın, tövbesini kabul etmediği tek bir insan yoktur.

-  Samimi bir iman tek başına kalsa bile umuttur.

Son nefese kadar imanın sabit kalması bu açıdan çok önemlidir. Zaten tevbe de bir anlamda onun varlığıyla mümkün olmaktadır.

-Dua sebeplerin tacıdır.

O Allah ki kendisinden istenilmesinden razı olur. O Allah ki kulu istedikçe istediğinden fazlasını verir. O’na dua büyük bir sebeptir.

- Ramazan ve kadir gecesi bir umuttur.

- Resûlullah sallalahu aleyhi ve sellemin Sünneti’ne uygun olarak, ihlasla yapılan bütün salih ameller mağfirete ve rahmete sebeptir.

-Yük ve endişe günahlardan kaynaklanırsa, umudumuz o kapıda da büyüktür:

Tevbe günahları siliyor, Allah korkusundan akıtılan iki damla gözyaşı bile cehennem söndürür, Allah korkusuyla yaşamak cennet kazandırır. (-Rahman suresi, 46.ayet-)

GÜNAHLARI NE SİLİYOR?

Ø Yapılan bir iyilik önceki kötülükleri siliyor,

Ø Mü’minlerin birbirine duaları siliyor,

Ø Cenaze namazları siliyor,

Ø Öldükten sonra bile, mü’minin ardından yapılan iyilikler onu temizlemeye devam ediyor,

Ø Başa gelen dertler, sıkıntılar, hastalıklar eritiyor; ama dertlerden rahmet doğuyor.

Ø Ümmetinin büyük günah işleyenlerine şefaat sözü veren Resûlullah sallalahu aleyhi ve sellem var.

Ø Rahmeti gazabını geçen Allah var.


"Günahlarının çokluğundan korkup ümitsizliğe düşme.

Allah Teâlâ’nın rahmeti senin günahlarından daha büyüktür."

PEKİ YA ALLAH KORKUSU!


O öyle bir korkudur ki ‘korku’nun ta kendisidir.

O öyle bir korkudur ki o korkuyla yaşayanlar kazanmaktadırlar.

O korkuyu taşımak güvende olmaktır.

O korku, en muazzam ibadetleri beraberinde getirir.

O korku iman olur, cennet olur, kurtuluş olur.

O korkudan yoksun olanlar ise;

hiç güveni olamayan bir sona koşmaktadırlar.

Allah korkusu cahilin işi değildir. Asıl bilen korkar. Allah’ı daha çok bilen, daha çok korkar O’ndan.

Gözyaşlarına boğulup, sabahlara kadar hıçkıra hıçkıra dua edenler!

Cehennemi sadece kendisi için yaratılmış zannedip titreyenler!

Gözle görülür bir günahları olmadığı hâlde kıvranıp duranlar!

Onlar daha çok bildikleri için korkuyu en ince damarlarında hissettiler.

"Bir de korkuyla umut birleşirse denge tutturulmuş demektir.

Korkup kendine gelmek, umutlanıp yürümek en güzel plândır."



Ne mutlu Allah’tan korkanlara.

Ne mutlu o korkuyu yaşanılır hâle getiren ve korku ile umut arasında Rabbi’ne kulluk ederek hayat sürenlere.

Onların korkuları da kazanç, umutları da kazanç!

Allah’tan korkup harama el uzatmadığı için cennet nimetleri ile müjdelenenlere, Korkularının bedeli olarak, Arş’ın gölgesinde gölgelenenlere ne mutlu!

Biz beyhude korkmuyoruz.

Korkumuzun sonu cennettir...

Kimden korkuyorsan, ondan kaçarsın.

Allah'tan korkan ise gider O'na sığınır.

Nurettin Yıldız Hocaefendi'nin “Mü’min Kimliğimiz” kitabından “Korku ile Umut arasında Yerimiz” konusu kaynak olarak kullanılmıştır.

18 Mart 2018 Pazar

***BİDAT BİDATTİR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Nureddin Yıldız Hoca'nın "Bidat Bidattir" adlı videosundan önemli notlar:

Hahamlar, papazlar dinde güzel gördükleri şeyleri ilave ettiler. Tevrat ve İncil insan eliyle ilave gördü. İnsan aklı Hıristiyanlığa ve Yahudiliğe karıştı. İbadetlere insan eli, insan aklı değmiş oldu ve bu iyi niyetle yapılmıştır. Temiz niyetlerle, daha güzel ibadet yapmak için ,Allah'a daha yakın olmak için. Din daha iyi yaşansın, insanlar dinlerini, Hz. Musa'yı
(Aleyhisselam),Hz. İsa'yı (Aleyhisselam)unutmasın diye yaptıkları şeyler kaldırılası bir din oluşmasına sebep oldu.Her haham, her papaz kendine göre birşeyi güzel gördü ve güzel gördüğünü yamalamaya kalktı. Her yapılan ilave aslından bir parçanın kopmasına sebep oldu. İmam Malik, "dine ilave yapmak bidat uydurmak, dinde Resulun (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , ashab-ı kiramın yapmadığı birşeyi yapmak Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in ölmeden önce bazı şeyleri eksik bırakıp gittiğini iddia etmektir" demiştir. Hahamlar da Musa (Aleyhisselam) bizi eksik bırakıp gitti demediler; "halk bunu kaldıramıyor şöyle yapalım" dediler. İsrailoğulları daha dindar olsun diye böyle bir bataklık içine girdiler.

Dine sonradan ibadet olarak ilave yapmak bidattir. Her bidat sapıklıktır. 


Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz sözlerin en doğrusu, Allah'ın kitabıdır. Yolların en güzeli, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'in yoludur. İşlerin en şerlisi, (dînde aslı olmayıp) sonradan çıkarılan yeniliklerdir (dîndeki bid'atlardır). (Dînde) sonradan çıkarılan her yenilik, bid'attir. Her bid'at, dalâlettir (sapıklıktır). Her dalâlet (in sahibi) de, ateştedir."(Nesâî; hadis no:1560. Elbânî, "Sahîh-i Sünen-i Nesâî; hadis no:1578. )

Peygamberimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sağlığında böyle kişilere "benden değilsiniz" diye kovmuştur. Kendisi 8 rekat teheccüd namazı kılıyordu; bir sahabi "sabaha kadar kılıyorum"dedi ona "benden değilsin" dedi.

"Pazartesi,Perşembe bedeniniz, işiniz uygunsa oruç tutun" dedi.Bir sahabi ben hergün tutarım deyince ona da aynı şeyi söyledi.

Bunlar dinin yaşayış şekline ilavedir. Din sadece Resulun (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yaşadığı gibi yaşanır. Bir de "benim ashabıma bakabilirsin onun dışında bakılacak kimse yoktur" demiştir.

Çünkü din, asra göre değişen, şartlara göre ilave edilen, sık sık değiştirilip kanunla yeni hale getirilen bir kanunname değildir. 

Din Allah'tan (Celle celaluhu)indiği gibi korunduğu zaman dindir.

Eğer ibadet mantığı ile herkes hoşuna giden birşeyi dine ilave edecek olsa bu dinin ucu bucağı alınmaz.Dine ilave yapmak dini inkar etmekten daha küçük bir suç değildir. İbadetini Allah'tan cenneti bulmak için yaptığı şeye "bidat" diyoruz.

 İslam tamamlanmıştır. Bu sebeple iyi niyetle olsa bile dine yeni bir şeyler eklemek Allah ve Resûlü’nden daha iyi bildiğini iddia etmektir. Müslüman bundan hayatı boyunca kaçınmalıdır.

Kıyamete kadar değişmeyecek olan İslam dinine yeni bir şey eklemek tamamlanmış olan dini parçalara ayırıp İslam’ı bu parçalardan biri olarak görmektir. Müslüman ise parçacı değil Allah’ın istediği gibi İslam’a bütün olarak bakabilendir.

Bid’atler halka mâl olup toplumda yaygın hale geldiği için farkında olmadan Allah’a yakınlaşmak(!) amacıyla yapılabilmektedir ancak böyle bir şey geçerli değildir. Allah’a yaklaşmak ancak O’nun istediği yoldan O’nun istediği şekilde yürümek ile gerçekleşir. Bu sebeple bid’atlerden korunmalıdır. Bu korunma da ancak Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılarak mümkündür. İşte bu da günümüzde cihadın bir çeşididir.

Her bid’at’in cazip ve mantıklı bir yönü vardır. Ancak İslam mantık dini değil teslimiyet dinidir.


İslam; Allah Resûlü’nün, ashabı kiramın ve selefi salihinin peşinden gidebilmektir.

Söz konusu din olunca tavizsiz yaşanılması gerekir. Zira Hıristiyanlar ve Yahudiler daha dindar olmak(!) amacıyla dine ekledikleri, onları daha çok dinden uzaklaştırmıştır. Her bid’at kişiyi dalalete sürüklediği için hiçbir bid’at küçük görülmeden tavizsiz bir şekilde İslam’ın çizgisinde yürünmelidir.

Allah’ın gönderdiği bütün dinler tabii olup fıtrata aykırı değildir. İnsan aklını kullanarak dine yeni bir şeyler katmaya çalışınca din tabilikten ve aslından uzaklaşır. Bu sebeple dinden uzaklaştıracak bu tür her türlü tehlikeden uzak durulmalıdır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR