16 Nisan 2019 Salı
ENFAL SÛRESİ 27.- 28. ayetlerin tefsiri
Allah'a, Peygambere Ve Emanete Hıyanet
27- Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin. Siz kendiniz bile bile kendi emanetlerinize hainlik eder misiniz?
28- Bilin ki' mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır ve büyük mükâfat şüphesiz Allah katındadır.
Açıklaması
Allahü Teâlâ, bu ayette, şer'i mükellefiyetlerin eksiksiz olarak yapılmasının gerekli olduğunu belirtiyor.
Ey Allah'ın peygamberlerine ve Kur'ân'a inanan müminler! Farzlarını yapmamakla, ya da koyduğu sınır ve haramlarını tecavüz etmekle Allah'a hıyanet etmeyiniz. Sünnetine sarılmamakla, emrettiklerini yapmamak ve nehyettiklerinden kaçınmamak, arzularına ve babalarınızdan miras aldığınız şeylere uymakla peygambere hıyanet etmeyin. Aranızda birbirinizden aldığınız emanetlere, onlara riayet etmemekle hıyanet etmeyin. Bu, maddî emanetleri içine aldığı gibi, ümmete ait sırları düşmanlara aktarmak ve fertlere ait sırları insanlar arasında yaymak gibi şeyleri de içine alır. Emanet, Allahü Teâlâ'nın kullarına emanet ettiği farz ve had cinsinden amellerdir. Hıyanet ise farzları yapmamak, hükümlerini uygulamamak, sünnetlerine sarılmamak ve başkalarının haklarına riayet etmemektir.
Ve siz hıyanet ettiğinizi biliyorsanız. Bunun sonucunu da biliyorsunuz. İyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebiliyorsunuz. Hıyanetin kötülüklerini biliyorsunuz. Hıyanet, unutarak değil, bile bile yaptığınız ihmaller, hatalardır.
Hıyanet: İnsanın küçük büyük günahlarını ve başkalarına zararı dokunan hareketlerini içine alır.
Güvenilirlik müminlerin, hıyanet ise münafıkların sıfatlarındandır. İmam Ahmed, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ahdine riayet etmeyen kimsenin imanı yoktur." Buharı ve Müslim'in Ebû Hüreyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Münafıklığın alameti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder. Oruç tutup namaz kılsa ve kendisinin müslüman olduğunu zannetse de..."
Sonra Allahü Teâlâ, insanı hıyanete sevkeden şeyin mal ve evlât sevgisi olduğu için, akıllı kimsenin o sevginin zararlarından çekinmesi uyarısında bulunarak: "Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer fitnedir" buyurmuştur. Yani, şüphesiz ki, mallar ve çoluk çocuklar, Allah'tan birer imtihandır. Onlar hususunda Allah'ın hadlerini nasıl muhafaza ettiğinizi açığa çıkarmak için imtihan eder. Fitneye düşmenin tek sebebi ise günah yahut azaptır. Çünkü o, kalbi dünya ile meşgul eder, ahiretle ilgili amel işlemekten alıkoyar. İnsan, mal sevgisi, onu kazanıp biriktirme arzusuyla yaratılmıştır... Eğer insanda Allah korkusu olmazsa, cimrilik yapar, malının içinden Allah'ın haklarını vermez, fakirlere ihsanda bulunmaz, iyi, hayır ve güzel işlere harcamaz. Evlat sevgisi de insanın fıtratında vardır, bazan bu sevgi, insanı haram mal kazanmaya sevkeder. Onun için insan mal ve çoluk çocuk hususunda dikkatli olmalı, helal mal kazanmalı ve onu hayır ve iyi yolda harcamalı. Çocuklarına helâl olanı yedirmelidir ki, vücudlarına haram girmesin, dînî hükümlere bağlı, sorumluluk duygusu içinde ve haramlardan uzak bir şekilde yetişsin.
Sonra Allahü Teâlâ ayeti, kusur işleyeni uyandırıcı etkili bir sonuçla bitirerek: "Büyük mükâfat şüphesiz Allah katındadır" buyurmuştur. Yani O'nun sevabı ve cennetleri, sizin için mallardan ve çoluk çocuktan daha hayırlıdır. Şurası bir gerçek ki, bazan onlardan düşman olanı olabilir, pek çoğu ise, sana gelebilecek bir azaptan seni kurtaramaz. Allah, dünya ve ahiretin tek sahibidir. O halde siz, mal, çoluk çocuk konularında şer'i ve dinî hükümlerine riayet ederek, Rabbinizin sevabını tercih edin, dünyadan yüz çevirin, mal toplamaya ve çoluk çocuk sevgisine aşırı düşkün olmayın ki, onlar yüzünden tehlikeye girmeyesiniz. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "O mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Geri kalacak olan salih amelleridir ki, Rabbinin nezdinde sevapça da hayırlıdır, amelce de hayırlıdır." (Kehf, 18/46). [13]
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/223-224.
15 Nisan 2019 Pazartesi
Cünüplükten Dolayı Guslederken Abdest Alan, Sonra Vücudunun Diğer Bölgelerini Yıkayıp Abdest Yerlerini Tekrar Yıkamayan Kimse
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
5. BÖLÜM GUSÜL
16. Cünüplükten Dolayı Guslederken Abdest Alan, Sonra Vücudunun Diğer Bölgelerini Yıkayıp Abdest Yerlerini Tekrar Yıkamayan Kimse
274- Meymûne validemizden şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cenabetten dolayı abdest almak için abdest suyunu hazırladı. Sonra sağ eli ile sol eline iki ya da üç kez su döktü. Sonra avret mahallini yıkadı, daha sonra iki ya da üç kez elini yere veya duvara sildi. Sonra ağzını çalkaladı, burnuna su verdi, yüzünü ve kollarını yıkadı. Sonra başından aşağı su döküp bütün vücudunu yıkadı. Daha sonra bulunduğu yerden biraz kenara çekilerek ayaklarını yıkadı. Ona (kurulanması için) bir bez getirdim. Fakat, almadı. Eliyle suyu silkelemeye başladı."
Açıklama
(Vücudunu yıkadı) İbn Battal Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti esnasında namaz abdesti alırken yıkadığı organlarını tekrar yıkamamasından hareketle, Cuma günü için gusül abdesti almanın aynı zamanda cünüplükten dolayı gusül abdesti almak anlamına geldiği ve abdesti olduğunu zannederek tekrardan nafile abdest alan kimsenin her ne kadar sonradan İlk abdestini bozduğunu hatırlasa bile kıldığı namazın sahih olduğu sonucuna varmıştır. İbn Battâl'ın vardığı bu sonuç, boy abdestinden Önce alınan ve sünnet olan namaz abdesti esnasında yıkanan organların gusül sırasında tekrar yıkanmadan da gusül abdestinin tamamlanacağı esasına dayanır. Ancak bu iddia kabul edilemez. Çünkü niyetin farklı olması durumunda hüküm değişir. Kim gusül abdestine niyet eder, faziletinden dolayı da önce abdest organlarını yıkarsa bu durumda, yeniden abdest organlarını yıkamasına gerek kalmaz. Aksi takdirde İbn Battâl'm dayandığı esas hükmünü yitirir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
5. BÖLÜM GUSÜL
16. Cünüplükten Dolayı Guslederken Abdest Alan, Sonra Vücudunun Diğer Bölgelerini Yıkayıp Abdest Yerlerini Tekrar Yıkamayan Kimse
274- Meymûne validemizden şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cenabetten dolayı abdest almak için abdest suyunu hazırladı. Sonra sağ eli ile sol eline iki ya da üç kez su döktü. Sonra avret mahallini yıkadı, daha sonra iki ya da üç kez elini yere veya duvara sildi. Sonra ağzını çalkaladı, burnuna su verdi, yüzünü ve kollarını yıkadı. Sonra başından aşağı su döküp bütün vücudunu yıkadı. Daha sonra bulunduğu yerden biraz kenara çekilerek ayaklarını yıkadı. Ona (kurulanması için) bir bez getirdim. Fakat, almadı. Eliyle suyu silkelemeye başladı."
Açıklama
(Vücudunu yıkadı) İbn Battal Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti esnasında namaz abdesti alırken yıkadığı organlarını tekrar yıkamamasından hareketle, Cuma günü için gusül abdesti almanın aynı zamanda cünüplükten dolayı gusül abdesti almak anlamına geldiği ve abdesti olduğunu zannederek tekrardan nafile abdest alan kimsenin her ne kadar sonradan İlk abdestini bozduğunu hatırlasa bile kıldığı namazın sahih olduğu sonucuna varmıştır. İbn Battâl'ın vardığı bu sonuç, boy abdestinden Önce alınan ve sünnet olan namaz abdesti esnasında yıkanan organların gusül sırasında tekrar yıkanmadan da gusül abdestinin tamamlanacağı esasına dayanır. Ancak bu iddia kabul edilemez. Çünkü niyetin farklı olması durumunda hüküm değişir. Kim gusül abdestine niyet eder, faziletinden dolayı da önce abdest organlarını yıkarsa bu durumda, yeniden abdest organlarını yıkamasına gerek kalmaz. Aksi takdirde İbn Battâl'm dayandığı esas hükmünü yitirir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
14 Nisan 2019 Pazar
Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla Ovulması; Gusleden Kişi Başını Ovmak Suretiyle Deriyi Islattığına Kanaat Getirirse Başından Aşağı Su Döker
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
5. BÖLÜM GUSÜL
15. Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla Ovulması; Gusleden Kişi Başını Ovmak Suretiyle Deriyi Islattığına Kanaat Getirirse Başından Aşağı Su Döker
272- Hz. Âişe'den radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti aldığı zaman, namaz için abdest alır gibi abdest alırdı. Sonra gusle başlardı, sonra elleriyle saçlarını ovardı. Derisine kadar suyu ulaştırdığına kanaat getirince üç kez üzerine su döküp vücudunun geri kalan kısmını yıkadı."
Açıklama
(Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla ovulması) ifadesi, cünüplükten dolayı gusül abdesti alırken saçların parmaklarla ovulması anlamına gelir.
273- Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'le Sallallahü Aleyhi ve Sellem beraber aynı kaptan su alarak guslederdik.
"Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
5. BÖLÜM GUSÜL
15. Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla Ovulması; Gusleden Kişi Başını Ovmak Suretiyle Deriyi Islattığına Kanaat Getirirse Başından Aşağı Su Döker
272- Hz. Âişe'den radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti aldığı zaman, namaz için abdest alır gibi abdest alırdı. Sonra gusle başlardı, sonra elleriyle saçlarını ovardı. Derisine kadar suyu ulaştırdığına kanaat getirince üç kez üzerine su döküp vücudunun geri kalan kısmını yıkadı."
Açıklama
(Saçların Hilallenmesi/Parmaklarla ovulması) ifadesi, cünüplükten dolayı gusül abdesti alırken saçların parmaklarla ovulması anlamına gelir.
273- Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'le Sallallahü Aleyhi ve Sellem beraber aynı kaptan su alarak guslederdik.
"Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
13 Nisan 2019 Cumartesi
ENFAL SÛRESİ 24.- 26. ayetlerin tefsiri
Ebedi Hayat Bulunan Şeye İcabet Etmek
24- Ey iman edenler! Sizi diriltecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Resulünün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız ona dönüp toplanacaksınız.
25- Bir de öyle bir fitneden sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere gelip çatmaz. Ve bilin ki Allah, şüphesiz azabı çetin olandır.
26- O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde azlık ve zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz. İnsanların sizi tutup kapmasından korkuyordunuz da, yardımıyla kuvvetlendirdi. Size en temiz ve en hoş şeylerden rızık verdi. Tâ ki şükredesiniz.
Açıklaması
Allahü Teâlâ, bu ayetlerde ve bundan önceki ayetlerde, iman sıfatının emir ve nehiylere uymayı gerektirdiğine işaret için nidayı, "iman edenler" lafzıyla tekrarladı.
Mana şöyledir: Ey müminler! Dünya ve ahiret saadetini, hayır ve salahınızı, her türlü hak ve doğruyu içine alan Allah'ın ve Rasulünün davetine -ki o, Kur'ân, iman, cihad ve her türlü hayır ve taattır- icabet edin. "Sizi diriltecek" sözünden amaç güzel ve sürekli olan hayattır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Biz onu çok güzel bir hayat ile yaşatırız" (Nahl, 16/97). Buharî: "Sizi davet ettiği zaman" çağırdığında, sizi "diriltecek" ıslah edecek olan şeylere icabet edin demektir, der.
Fakihlerin çoğuna göre, emrin zahiri, vücubu ifade eder. Çünkü ondan sonraki: "Bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten yalnız O'na dönüp toplanacaksınız" sözü, tehdit ve korkutma ifade eder.
Bu yüzden Resulullah (s.a.)'in ibadet, inanç ve muamele ile ilgili emirlerine, ciddiyet, azim ve gayretle sarılmak gerekir. Giyinmek, yemek, içmek ve uyumak gibi âdetle ilgili emirler, uyulması gerekli dinî emirler değildir.
Hz. Peygamber (s.a)'in emrettiği iman, Kur'ân, hidayet ve cihaddan kim yüz çevirirse o ölü gibidir. Güzel bir hayat, yahut ruhî bir hayat yaşamıyor demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?" (En'am, 66/122).
"Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer" sözünün manası, aklınızı kaybetmeden, çabuk icabet edin, demektir. Kalb, düşünce yeridir. Mücahid, bu ayetin manası hakkında şöyle der: Kişi ile aklı arasına girer de, ne yaptığını bilmez. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Muhakkak ki bunda kalbi olan kimse için, elbette öğüt vardır" (Kâf, 50/37).
Şöyle de denilmiştir: Onlarla kalbleri arasına ölüm girer, geçen zamanı yakalayamaz. Keşşâfda şöyle der: O, onu öldürür de, fırsatı kaçırmış olur. Şöyle de denilmiştir. İşleri bir halden bir hale değiştirir. Kurtubî şöyle der: Bu, Allah'ın "Cami" isminin tecellisidir. İmam Ahmed İbni Hanbel, Enes ibni Malik'in şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (s.a.): "Ey kalbleri bir halden bir hale çeviren Allah! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl" sözünü çokça söylüyordu. Ya Resulullah! Sana ve getirdiklerine inandık, bizden korkuyor musun, dedik. "Evet, kalbler, Allah'ın parmaklarından iki parmak arasındadır, onları ters yüz eder, çevirir" buyurdu.
Taberî'nin tercihi şöyledir: Bu Allah'ın, kullarının kalblerine kendilerinden daha çok sahip olduğunu, dilediği zaman kalbleriyle kendileri arasına girdiğini, hatta insanın ancak Allah'ın dilemesiyle bir şeyi anlayabildiğini haber vermektedir.
Bence ayetin tefsiri konusunda Taberî ve Kurtubî'nin tercihi en doğru görüştür. Mana şöyle olur: Allah, insanın kalbini, fikrini ve iradesini kontrol altında tutar, işleri nasıl dilerse, eliyle bir halden bir hale çevirir. Bütün şeylerde tek tasarruf yetkisine o sahiptir. Sahiplerinin güçlerinin yetmeyeceği şekilde kalblere yön verir, dilediği gibi, onların yönelişlerini, maksat ve niyetlerini değiştirir. Ayetten maksat, hastalık, ölüm gibi birtakım engeller çıkmadan itaata teşviktir.
Cebre inananlara göre mana şöyledir: Allah, kâfir kişiyle itaati, itaatkar kişiyle masiyeti arasına girer. O halde, mesut ve bahtiyar kişi, Allah'ın mesut ve bahtiyar kıldığı kişi; bedbaht ve sapık kişi ise, Allah'ın saptırdığı kişidir. Allah'ın saptırdığı ve rüsvay ettiği kimse hakkındaki işi, adalettir. Üzerine vacip olanı gerçekten yapmazsa, o zaman adalet sıfatı ortadan kalkar.
Mu'tezile'den Cübbaî şöyle der: Allah'ın, kendisiyle imanı arasına girdiği kimse âcizdir. Acizin işi taşkınlık ve cahilliktir. Bu, caiz olsaydı, Allah'ın bize göğe çıkmayı emretmesi caiz olurdu. Nitekim müzmin hastanın ayakta namaz kılması emredilmeyeceği hususunda ittifak varken, bu, Allah hakkında nasıl caiz olur? Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara, 2/286).
Sonra Allahü Teâla mümin kullarını, azken çok yapması, zayıf korkak kimselerken kuvvetlendirmesi ve yardım etmesi, fakirken güzel rızıklarla rızıklandırması gibi ihsanı ve iyiliği ile uyandırdı. Bu, Mekke'den Medine'ye hicretten önceki müminlerin haliydi. Cenâb-ı Hak müminlere, Allah'a ve Rasûlüne itaati emrettikten sonra, masiyetten sakınmalarını da emretti. Bu teklifi, bu ayetle pekiştirdi. Şöyle buyurdu: Ey mücahidler! -Hitabın o çağdaki bütün müminlere olduğu da söylenmiştir- Siz, Mekke'de azlık ve zayıf, müşrikler çokluk ve size kötü işkence tattırdığı, ve insanların sizi öldürmek ve soymak için süratle yakalamasından korktuğunuz vakti hatırlayın. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Görmediler mi ki, biz onlara emin bir harem (belde) kıldık. Bununla birlikte onların etrafından insanlar kapılırlar" (Ankebut, 29/67).
"Biz onları emin bir hareme yerleştirmedik mi? Ki ona her çeşit meyvelerden tarafımızdan bir rızık olmak üzere gelir" (Kasas, 28/57).
"O sizi barındırdı": Medine'de, sizin sığınacağınız bir yer hazırladı. Size, Bedir ve diğer savaşlarda yardım etti. Bereketli, güzel, hoş yiyeceklerle rızıklandırdı, ganimetleri size helâl kıldı. Bu büyük nimetlere şükredip, nimeti hatırlatmaktan maksat, onları Allah'a itaat ve ilâhî nimete teşekküre teşvik etmektir.
İbni Cerir et-Taberî, Katade b. Deâme es-Sedûsî'nin: "O zamanı hatırlayın ki, yeryüzünde az zayıf ve hakir görülen kimseler idiniz" ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder: Bu arap kabilesi, çok zelil ve yaşayış bakımından çok düşkün, aç, çıplak, sapık bir kavimdi. İran'la, Rum arasında bulunan bir taşın çevresinde toplanır ibadet ederlerdi. Vallahi, beldelerinde, hased edilecek bir şey yoktu. Herkes yoksulluk içindeydi. Ölenler ateşe atılıyordu. Yemiyor yeniliyorlardı. Vallahi, o gün yeryüzünde onlardan daha kötü durumda bir kabile yoktu. Nihayet, Allah İslâm'ı gönderdi, o beldelere hakim kıldı, onunla rızıklarını genişletti, onları insanlara melikler kıldı. Allah onlara, müslümanlıkları sebebiyle gördüğünüz şeyleri verdi. O halde nimetlerinden ötürü Allah'a şükredin. Şüphesiz Rabbiniz verdiği nimetlere karşı şükrü sever. Şükredenlere olan nimetlerini artırır. [12]
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/218-220.
12 Nisan 2019 Cuma
Savaş dine zorlamak için değildir-Hayrettin Karaman
“İnsanlar ‘lâ ilahe illallah Muhammed resûlullah’ deyinceye kadar onlarla savaşmam bana emredildi…” mealinde bir hadis vardır.
Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerin ardından, aşağıda açıklayacağımız Ğâşiye âyetinin zikredilmesi de ilgi çekicidir.
Hep söylüyoruz, evet, Kur’an ve Sünnet, bizim sapmamızı önlemek için Efendimiz’in (s.a.) bıraktığını söylediği en değerli ve vazgeçilmez kaynaklarımızdır, ama bunları doğru anlamanın usulü vardır, usulden sapılınca doğrudan da sapılmak kaçınılmaz olur.
İlk bakışta aralarında çelişki var gibi görünen naslar, ehli tarafından usulüne uygun olarak uzlaştırılmış, gerekli yorumlar yapılmıştır.
Bu hadis ile ilgili yorumların tutarlı olanı “O günlerde Peygamberimiz ile mücadele eden yakın çevre müşriklerinin kastedilmiş olmasıdır”. Bütün insanları zorla Müslüman etmek, tek seçenek olarak İslam’a zorlamak İslam’da yoktur.
İşaret ettiğim âyette şöyle buyuruluyor:
Artık sen öğüt ver, çünkü sen ancak bir uyarıcısın./ Onlara egemen bir zorba değilsin. / Ancak kim yüz çevirir ve inkâr ederse, /Allah onu en büyük azapla cezalandırır (Ğâşiye: 21-24).
Kur’an Yolu’nda şu açıklamayı yapmıştık:
“Allah Teâlâ resulüne, hiçbir baskı ve zorlamaya meydan vermeden insanları uyarmasını ve gerçekleri onlara tebliğ etmesini emretmektedir. Çünkü iman ve ibadet ancak kişinin ikna olmasına, gönülden isteyip benimsemesine bağlıdır. Zor karşısında kalan kimsenin “inandım” demesi ve ibadet etmesi sadece bir aldatma ve durumu kurtarmadır. Bu yüzdendir ki muhtelif âyetlerde peygamberin görevinin insanları mutlaka hidayete erdirmek değil, sadece Allah’ın gönderdiği vahyi tebliğ etmek olduğu bildirilmiştir (meselâ bk. Âl-i İmrân 20; Nahl 82; Kasas 56; Şûrâ 48). Bazı müfessirler bu âyetin neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını söylemişlerse de bize göre bu görüş isabetli değildir. Meşrû savunma ve hakların korunması için savaş emri geldikten sonra da Hz. Peygamber inanmayanları imana zorlamamış, yalnızca topluma zarar verenleri sürgüne göndermiş, diğer gayr-i müslimlerle hukuk çerçevesinde aynı ülkede yaşamış ve yaşanmasını istemiştir.”
Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin de isabetle kaydettiği gibi (Ahkâm, II, 854) bazı âyetlerde geçen “fitne ortadan kalkıncaya ve dînin tamamı Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın...” meâlindeki cümleyi (meselâ Enfal: 39) iki şekilde anlamak mümkündür. 1. “Dünyada veya bölgede hiçbir müşrik kalmayıncaya ve herkes Müslüman oluncaya kadar”. 2. “Din ve vicdan hürriyeti yerleşinceye, herkesin serbestçe dînini yaşaması imkânı doğuncaya ve böylece hak olsun bâtıl olsun din seçimi ve dinî hayat baskıya değil, samimi inanca dayanıncaya kadar. İkinci anlayışın doğru olduğu, Hz. Peygamber’den (s.a.) beri örnek devirlerde görülen uygulama ile ortaya çıkmıştır; çünkü hiçbir devirde savaş, Müslüman olmayanları zorla İslâm’a sokmak veya öldürmek için yapılmamıştır.
İslâm’ın savaştan amacının ne olduğu açıklanmıştır (Enfal: 61). Zulmü ve saldırı ihtimâlini ortadan kaldırmak, meşrû savunmada bulunmak amaçtır. Bu zarûretler yüzünden başvurulan savaş, karşı tarafın zulümden ve saldırıdan vazgeçerek barışa yönelmesi ile gereksiz hale geleceği için buna müspet cevap verilmesi, barışmak isteyenle barışılması emrolunmuştur.
Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamadıklarını kaydetmemiz gerekiyor.. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir: Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe: 5) veya Ehl-i Kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe: 29), kezâ “Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin” (Muhammed: 35) meâlindeki âyet.
Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir; (“Müslüman oluncaya kadar insanlarla savaş bana emredildi” mealindeki hadisin de bu müşriklere yönelik olması gerektiğini yukarıda ifade etmiştim). Âyetlerin ve hadislerin devamlı ve genel olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre gerektiğinde savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak-Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i Kitab’a ya İslâm, ya cizye, yarımada müşriklerine ise “ ya İslâm, ya bölgeyi terk veya savaş” teklifi gelmiştir. “Savaş ve barışın güç, fayda ve amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i Kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir.
11 Nisan 2019 Perşembe
Hızır kimdir?-Faruk Beşer
...Bu kıssaların her biriyle ilgili olarak sonunda vardığımız ortak nokta şu oldu; bunların sadece Kuranıkerim’de anlatılan kadarını ve verdiği mesajı bilelim yeter, kıssalar etrafında oluşturulan edebiyatın teferruatına fazla takılmayalım. Ama bu kıssaların bir gerçekliğinin ve bir arka planının olduğu da açık..
Bir gün Hz. Musa’ya (sa), senden daha bilgili birisi var mıdır, diye sorulmuş, o da belki biraz nefsini ululayarak, ‘yoktur’ diye cevap vermişti. Bir peygamber için bu kadarı dahi muhtemelen bir hata sayılmış ve Allah ona iki denizin kavuştuğu yerde kendisinden daha âlim bir ‘kulunun’ bulunduğunu söyledi.
Hz. Musa Allah’tan kendisini o kuluna ulaştırmasını istedi. Allah da (cc) ona, bohçasına bir balık koyup yola çıkmasını, balığın kaybolacağı yerde o adamı bulacağını bildirdi. Yanına genç bir yardımcı alıp yola çıktı.
Kuranıkerim’de bu gencin/fetânın kim olduğu söylenmez, ama Buhari gibi kaynaklarda onun Yusuf’un zürriyetinden, Musa’nın kız kardeşinin oğlu genç Yuşa bin Nûn olduğu, gittikleri kulun da Hızır olduğu açıklanır. Kıssanın Kuranıkerim’de zikredilmeyen, ama sahih rivayetlere dayanan böyle çok az detaylarına da güvenmeliyiz.
Fetâ genç demektir, hizmet için tutulan yardımcılar genellikle genç olanlardan seçildiği için hizmetçiye yani uşağa da fetâ denir. Buna Musa’nın (sa) fetâsı, hizmetçisi, uşağı ya da sadece yoldaşı diyen müfessirler var. Ama Hz. Musa ona sürekli emrettiğine göre o sadece bir yoldaş değil, aynı zamanda yardım için tutulan bir hizmetçi olmalıdır.
Sahil boyunca olduğu anlaşılan bu yolculukları esnasında uyudukları bir yerde balık canlanır, denize dalıp gider. Yollarına devam ederler, genç bunu ancak bir süre sonra hatırlayıp Musa’ya söyler. Musa da, işte hedefimiz tam da orasıydı deyip izleri üzere o noktaya geri dönerler ve o kulu orada bulurlar. Musa (sa), Allah’ın ona öğrettiği bilgilerden kendisine de öğretmesini rica eder.
Olayı anlatan müteakip ayetler bu ilim yolculuğunun ana başlıklarını verir ve Musa’nın (sa) Hızır’dan gördüklerine tahammül edemeyip ondan ayrıldığını anlatır. Onları Kuranıkerim’den takip edebiliriz.
Kuranıkerim’de ismi verilmeyen o kulun, yani Hızır’ın bir peygamber mi, bir veli mi, bir melek mi olduğu tartışılır durur. Anlaşılan bir melek olma ihtimali çok zayıftır, bir peygamber ya da Allah’ın veli bir kulu olabileceğinin işaretleri vardır. Ulema genellikle peygamber olduğunu, tasavvuf ehli de veli olduğunu söylerler. Çünkü eğer o bir veli ise sair evliyanın da böyle harikulade işler yapabilmesinin kapısı açılmış olur.
Bu kıssa barındırdığı birçok hikmetler yanında müşriklere de sanki Musa (sa) aradığı hakikati bulmak için yıllarca yürümeyi göze alıyor da siz ayağınıza gelmiş hidayeti reddediyorsunuz der gibidir. Kıssa aynı zamanda kulun en özel malı zannettiği ilminin bile ona Allah’ın bir vergisi olduğuna, O’nun dilediğine dilediği bilgiyi verebileceğine, bu sebeple insanın kendinin sandığı ilmiyle gururlanmaması gerektiğine de işaret eder. Ayrıca ilim için cefaya katlanmanın önemini anlatır.
Hızır’la ilgili anlatılan hikâyelerin kahir ekseriyeti İsrailiyat kaynaklıdır. Ancak bunu bahane ederek Hızır olayını ‘mitos’ diye tanıtmak da isabetli değildir.
Bazı âlimlerin Hızır’ın halen yaşamakta olduğunu, insanların imdadına yetiştiğini, senenin bir gününde İlyas (sa) ile buluştuğunu söylemelerinin dini bir delili yoktur ve muhakkik İslam âlimlerinin çoğu Hızır’ın vefat edip gitmiş bir beşer olduğu kanaatindedirler. Elmalılı Hamdi Yazır da bu görüşü benimser ve delillerini zikreder.
Bizim kesin bildiğimiz şey, onun Allah’ın kendi katından ilim verdiği bir kulu olduğu, Musa’ya dahi öğretilmeyen bir ilme Allah katından sahip bulunduğu ve Hz. Musa gibi bir peygamberin ondan bilgi almak için yola çıktığıdır. Fakir onun ‘bilge kul’ diye isimlenmesinin de uygun olmayacağı kanaatindeyim.
Hızır’ın yaşadığı olaylar, kerametin itiraz edilemeyecek delilidir. Ancak onun, mahiyetini bilmediğimiz bu kerametlerle verdiği gaybi hükümlere dayanarak gayb ile hükmetmenin bizim dinimizde yeri olmadığını da bilmeliyiz.
Yazının tamamı için:
10 Nisan 2019 Çarşamba
ENFAL SÛRESİ 1.- 4. ayetlerin tefsiri
Allah yolunda cihadın hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazırlanmaktan, düşman da eğer o yöne eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih etmekten, savaşın şahıslar ve mallar üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.
Az oldukları halde, çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanların zaferini gerçekleştiren şerefli gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olmuştur. [1]
Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin Vasıflarının Açıklanması
1- Sana "Enfal"den sorarlar. De ki: "Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin. Eğer müminlerden iseniz Allah'a ve Rasulüne itaat edin.
2- Müminler ancak, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Karşılarında ayetleri okununca, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanır, güvenirler.
3- Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden infak ederler.
4- İşte onlar gerçek müminlerin ta kendileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez rızık vardır.
Ganimetlerin helal kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine verilmiş bir özelliktir. Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Bana ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."
Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel" denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler vermesidir. Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsünde verir.
Askerleri savaşa teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:
1- Seleb olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte bir yoktur.
2- Nefel: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarılmasından sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir. Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b. Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."
3- Bizzat beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şeydir. Bu şöyle olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.
4- Ganimet, beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel. [2]
Bu dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;
Şafiî'ye göre Enfâl, beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte birinden olan nefelin ikinci şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli, imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadettiği şekilde verir.
İmam Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte birden imamın, içtihadına göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."
Malikîler ise şöyle der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, savaştan sonra olandır. Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır. [3]
Açıklaması
Ey Peygamber! Sana, ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın emrettiği gibi taksim eder. O halde onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünündür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir. Aynı sûrede başka bir ayet, onun mücmelliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur" (Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Ganimetlerin beşte biri bu ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de savaşanlara verilir. Düzenli ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan dilediklerine bağışta bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde bulunan silah, mal vb.) onundur."
Ganimetler Allah'ın ve Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakının. Zira bu, Allah'ın gazabını çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa düşürür.
Aranızdaki halleri düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk artsın.
Ganimetler konusunda, bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazalarında Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzeltme, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarılma hissini artırır, birlik ve beraberliği sağlar..
Eğer Allah'ın kelamına inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimseler iseniz, bu üç emre tabi olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir.
İmanın kemali de şu üç hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne itaat. Allah'a gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine itaata ve kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.
İman, itaati gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..".
Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:
1- Allah'tan tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc, 22/34-35).
2- Kur'an okumakla imanın artması: Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine Kur"an ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin artmasına ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle görme, kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbinden, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demişti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu, imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de buna örnek olarak gösterebiliriz: "imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).
3- Allah'a tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale etmek: Onlar öyle kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar, O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve âdeten istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin Allah'ın elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebepleri terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.
4- Namaz kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani namazlarını, kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.
5- Allah yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmını hayır yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verirler. Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabalara ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düşmanla cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesabesindedir.
Bu ameller, bütün hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, onları açıkladıktan sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.
Taberî'nin Haris b. Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Resulullah (s.a.)'a uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?" buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah: "Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum. Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehennemlikleri, cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyurdu.
İşte müminlerin sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zikrinden hiçbir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevekkül etmezler, insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.
Allahu Teâlâ onların mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da müminlerin vasıflarını zikretmiştir: "Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır" buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücüdür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret vardır. Yani, Allah onların kötülüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.
Dahhâk: "Onlar için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açıklar: "Cennet ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür, alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde olanları, aşağı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı- görürler" buyurmuştur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler peygamberler midir? O derecelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?" diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurdu: “Canım, kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."
Ahmed'in ve Sünen sahiplerinin Ebu Said el-Hudriden rivayet ettiği başka bir hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."
Ahirette, müminler de farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delildir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253). Allah Tealâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe, 9/20).
Dünya derecelerinde de farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve size verdiği şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet edicidir" (En'âm, 6/165). [4]
7 Nisan 2019 Pazar
A'RAF SÛRESİ 204.-206. ayetlerin tefsiri
Kur'an'ı Dinlemek Ve Zikir Yolu
204-Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, rahmet olunasınız.
205-Rabbini içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam (her zaman) an ve gafillerden olma.
206- Şüphesiz Rabbinin katındakiler O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler. O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde ederler.
Açıklaması
Kur'an-ı Kerim okunduğu zaman, ayetlerini anlayıp öğütlerinden ibret almak için ona kulak verip susun. Düşünüp öğütlerinden ibret alarak Allah'ın rahmetine ulaşmak için konuşmadan huşu ile ona kulak verin. Bunu ancak, kalbleri iman nuruyla aydınlanan samimi ve ihlaslı kimseler yapar.
Ayet, namaz içinde veya dışında, her durumda Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması gerektiğine işaret eder. Özellikle de farz namazda, imam açıktan okurken.. Nitekim Müslim'in Sahih'inde, Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet ettiği hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İmama uyulduğu zaman, o tekbir aldığında tekbir alın, okuduğunda susun" (Bunu Sünen sahipleri de, Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir). Bu görüş Hasen el-Basrî'den rivayet olunur. Fakat cumhur ulema, peygamberin okuyuşunu dinlemenin ve o esnada susmanın, namazda ve hutbede okunurken dinlemenin vacip olduğunu söyler. Çünkü namaz ve hutbe dışında, Kur'an okunurken dinleme ve susmanın vacip oluşu -amelleri terki gerektirdiği için- büyük bir zorluk taşır.
Meclislerde okunan Kur'an'ı dinlememek ve susmamak ise, büyük bir kerahetle mekruhtur. Mümine düşen görev, Kur'an okunurken, tıpkı onu okumaya hırslı olduğu gibi, dinlemeye de hırslı olmak, okunan yerde edepli olmaktır.
Tertil üzere, teessür ve huşua işaret eden nağme ile, herhangi bir tekellüf ve tasannu söz konusu olmaksızın ve medleri uzatmadan okumak müstehaptır. Buhari ve Müslim'in Ebu Hüreyre'den merfu olarak şu hadisi rivayet ederler: "Allah hiç bir peygambere Kur'an'ı teğanni ile okuması için izin vermedi."
Dinlemenin sevabı, okuma sevabı gibidir. İmam Ahmed, Ebu Hüreyre'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim Allah'ın kitabından bir ayet dinlerse, ona kat kat hasene yazılır. Kim de onu okursa, onun için o, kıyamet gününde bir nur olur."
Sonra Allahu Teâlâ, günün başında ve sonunda -tıpkı bu iki vakitte ibadeti emrettiği gibi- çokça zikri emreder. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Güneşin doğmasından önce ve batışından önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Kaf, 50/39).
Ayetin manası şöyledir: Rabbini isimlerini, sıfatlarını zikrederek, şükür ve istiğfarla kendi kendine gizlice zikret: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur" (Ra'd, 13/28). Dilinle de, orta bir halde, zillet içinde ve yalvararak, korkarak ve sevabını Allah'tan umarak zikret: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. İkisinin ortası bir yol tut" (İsra, 17/110). Hitabın peygambere olduğu söylendiği gibi, Kur'an'ı dinleyene olduğu da söylenmiştir. Evla olan ise genel olmasıdır.
Dille yapılan zikre, kalbin de katılması ve manalarını düşünmesi gerekir. Sadece dille yapılan zikrin hiçbir faydası yoktur. Ona sevap da verilmez. Zikri kalble ve dille yapmalı, zikir istekle ve korku ile olmalıdır.
Zikir için en uygun vakitler; sabah ve akşam vakitleridir: Çünkü günün bu iki vakit dışında kalan kısmı, çalışmak ve geçim sağlamak içindir. Bu iki vakit ise, sükûn ve huzur vaktidir.
Buharî ve Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari'nin şöyle dediği naklolunur: İnsanlar, bazı zamanlarda dua ederken seslerini yükselttiler. Bunun üzerine, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Canınıza acıyın, sesinizi yükseltmeyin! Şüphesiz siz, ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Dua ettiğiniz, muhakkak ki sizinle beraberdir. Hem O, sesinizi çok iyi işitir; O, size çok yakındır."
"Gafillerden olma" ayeti zikir emrini pekiştirmekte ve Allah'ı zikirde gafleti nehyetmektedir. Kalbi Allahla sürekli ilgili tutmak, kalbin Allah'a itaati ve insan ondan gaflet ettiği zaman, kudret ve azametinden korku içinde olması gerekir.
Sonra Allahu Teâlâ, daha önce geçen emir ve nehyini zikre teşviği pekiştirerek: "Şüphesiz Rabbinin katında olanlar ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve onu teşbih ederler" buyurdu. Yani, Allah'a yakın olan melekler, Allah'a ibadet etmekten kibirlenmezler, onun azamet ve kibriyasına lâyık olmayan her şeyden onu tenzih ederler, sadece ona dua ve secde ederler, ona hiçbir şeyi ortak koşmazlar.
Bu, çoğu itaat ve ibadetlerinde kendilerine uyulması için, meleklerin durumlarını hatırlatmadır. Bunun için bize, burada ve diğer tilavet secdelerinde secde etmek meşru kılındı. Bu, Kur'an'daki ilk secdedir. Onu okuyana, dinleyene secde etmek icma ile sabittir. İbni Mace, Ebu'd-Derda vasıtasıyla Hz. Peygamber'in sas, bunu Kur'an'ın secdeleri içinde saydığını rivayet eder.
Ayet, gizli zikrin daha faziletli olduğunu ifade eder. Ahmet ve İbni Hıbbân, Sa'd vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Zikrin hayırlısı, gizli olanıdır." [111]
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/176-177.
6 Nisan 2019 Cumartesi
A'RAF SÛRESİ 199.-202. ayetlerin tefsiri
Toplumsal Ahlakın Esasları, Şeytana Karşı Koyma
199- Sen kolaylığı tut. İyiliği emret. Cahillerden de yüz çevir.
200- Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah'a sığın (O'nu hatırla). Şüphesiz O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir.
201- Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler. Hemen (gerçeği) görürler.
202- Kardeşlerine gelince, onları sapıklığa sürükler, sonra da (müttakilerin düşündüğü gibi düşünerek) vazgeçmezler.
Açıklaması
Birinci ayet üç fazilet esasını içine alır:
1- Af yolunu tutma: İnsanların davranışlarında ve işlerinde, onlara zor geleni teklif etmeden kolayı benimseme, hoşgörülü davranma, zorluk değil, kolaylık gösterme. Nitekim Ahmed, Şeyhayn, Nesai'nin Enes b. Malik vasıtasıyla, Hz. Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." Affın içine, akrabadan ilgisini kesenlerle ilgilenmek, günah işleyenleri affetmek, müminlere iyi davranmak gibi, Allah'a itaatkâr kimselerin davranışları da girer.
Böylece insanlardan hoşgörü ve kolaylık isteniyor. Malî konularda şiddetin bırakılması, insanlara davranışta iyi ve güzel davranılması, kabalık ve sertliğin terkedilmesi arzu olunuyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı" (Âl-i İmran, 3/159). Hak dine, yumuşaklıkla ve nezaketle davet etmek de, bu kısma dahildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl, 18/125).
Kısacası aftan amaç, sözde ve işte insanlara kolaylık, hoşgörü yolunu tutmak, zorluk ve meşakkati gidermektir. Tirmizî ve Malik'in tahricine göre, Hz. Peygamber (s.a.) iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman -günah olmadıkça- onlardan en kolayını tercih ederdi.
2- İyilikle emir: "Örf," şeriatın emrettiği, insanların hayırlı gördüğü, akıllı kimselerin beğendiği şeydir. Maruf, itaat, iyilik ve insanlara ihsanı içine alan bir isimdir. Bunda hoşgörü ve kolaylık caiz değildir. İnsanlar arasında muamelat ve adetlerde bilinen şey geçerlidir. Kur"an'da maruf, ancak önemli konularda geçer. Nitekim Cenab-ı Hak, İslâm ümmetinden bahsederken şöyle buyurur: "Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun" (Âl-i İmran, 3/104).
Eşler arasındaki hakları açıklarken, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Erkeklerin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekleri üzerinde hakları vardır" (Bakara, 2/228). Evlilik bağının korunmasını isterken marufu emreder: "Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır" (Bakara, 2/229). Başka bir ayette de şöyle buyurur: "Hem kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın" (Bakara, 2/231).
3- Cahillerden yüz çevirmek: Cahillere ve düşük kimselere, fiillerinin aynısıyla karşılıkta bulunmamak, onlarla birlikte olmayı terketmek, kendini onlardan korumak, onlarla tartışmamak, onlara karşı yumuşak davranmak, kötü huylarına sabretmek, seni üzen şeylerine göz yummak. Ahmak bir cahilin insanı üzebilecek bir şey konuştuğunda yüz çevirmek. Afla karşılık vermek. Cenab-ı Hak müminlerin vasıflarını anlatırken şöyle buyurur: "Onlar, bolluk ve darlıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Âl-i İmran, 3/134). Affın fazileti hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Bağışlamanız ise, takvaya daha yakındır" (Bakara, 2/237).
Bu üç prensip, insanın başkalarıyla olan ilişkileriyle ilgili şeylerde fazilet ve güzel ahlâkın temelleridir. İkrime şöyle demiştir: Bu ayet nazil olunca, Peygamber Efendimiz sas: "Ey Cibril, bu nedir?" dedi. Cibril as: "Rabbin, seninle ilişkisini kesene ilgi göstermeni, sana vermeyene vermeni, sana zulmedeni affetmeni söylüyor" dedi. Taberî ve başkaları, Cabir'den bunun benzerini rivayet derler.
Cafer es-Sadık (r.a) şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.)'e güzel ahlâkı emretti. Kur'an'da, güzel ahlâkı özetleyen en güzel ayet budur. Abdullah b. Zübeyr şöyle demiştir: "Vallahi, Allah bu ayeti insanların ahlâkı hakkında indirdi." Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Resulullah'ın sas şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Mizanda en ağır gelecek şey, güzel ahlâktır."
Kötülüklerinden korunmak için cahillerden, bozgunculuk ve şerlerinden kurtulmak için şeytanlardan yüz çevrilmesi emrolundu. Cenab-ı Hak: "Şeytandan bir vesvese gelirse" buyurmuştur. Yani şeytan sana vesvese vermek için yaklaşır, kalbine emrolunduğun şeyin aksini sokarsa, seni cahilden yüz çevirmekten engelleyen ve seni onu cezalandırmaya iten bir durum gelirse, hemen Allah'a sığın. Bu halden kurtulmak için Allah'a iltica et, kalbinde ve dilinde Allah'ı an. Şeytanın vesvesesini senden gidersin. Allah, cahillerin cahilliklerinden dolayı söylediklerini, şeytanın dürtüsünden Allah'a sığınmalarını ve diğer mahlukatının sözlerini işitir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O, her şeyi bilendir.
Şu ayette, Kur'an okurken istiaze istenmektedir: "Kur'an'ı okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl, 16/98-99).
"Eğer şeytandan bir vesvese gelirse" gibi ayetlerde hitap, başta Resulullah (s.a.) olmak üzere bütün mükellefleredir. Çünkü şeytan, bütün insanların kalbine vesvese atar. Nitekim Müslim, Aişe ve İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hepinizin cinnilerden bir arkadaşı vardır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o müslüman oldu."
Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın vesveselerinden kurtulma yolunu açıklayarak şöyle buyurdu: "Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler." Doğruyu görürler, hak ve iyilik yolunu bilirler. Şeytanın onlara verdiği vesveseyi giderirler, şeytana tabi olmazlar. Basiretli, bilgili ve akıllı davranırlar. Bulundukları halden uyanıp doğru yolu bulurlar. Şeytandan Allah'a sığınma, bir korunma işidir. Şüphesiz korunma ilaçtan daha hayırlıdır. İnsan, bir masiyete düştüğü zaman, tevbe ederek günahını affetmesi için Allah'a döner.
İnsanda, hayra ve şerre karşı bir özlem vardır. Mücahedesi, nefsinin hevasına, şeytanın vesvesesine üstünlük sağlaması oranında Allah tarafından ödüllendirilir. Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibban'ın İbni Mesud'dan rivayet ettiği hadiste Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan da, melek de, insanda konaklar. Şeytanın konaklaması insanı şerre ve hakkı yalanlamaya itmek, meleğin konaklaması ise, hayra ve hakkı tasdike yöneltmektir. Kim bu ikinci hali hissederse, bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Birinci durumu hisseden kimse ise, hemen şeytandan Allah'a sığınsın. Sonra Resulullah şu ayeti okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size kötü şeyi emreder."
Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın bozguncu cahiller üzerindeki etkisinin sınırını zikrederek: "Onların kardeşleri" buyuruyor. Yani şeytanın kardeşleri, muttaki değillerdir. Şeytan, onları saptırır, onlara yardımcı olur, destekte bulunur. Onları saptırmaktan, fesada maruz bırakmaktan geri durmazlar. Onların şer ve fesatta ısrar etmelerini sağlarlar. Çünkü onlar, şeytan kendilerine vesvese verdiği zaman Allah'ı anmazlar. Onun vesveselerinden -ya imansızlıklarından ya da kalblerinde takva olmadığı için- Allah'a sığınmazlar. [109]
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/167-170.
5 Nisan 2019 Cuma
Bedeni Bir Defa Yıkıyarak Gusül Abdesti Almak
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
5. BÖLÜM GUSÜL
5. Bedeni Bir Defa Yıkıyarak Gusül Abdesti Almak
257- İbn Abbas'tan Meymûne validemizin şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasulullahın Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti alması için su hazırladım. İki veya üç kere ellerini yıkadı. Sonra sol eline su döküp avret mahallini yıkadı. Sonra elini yere sürdü. Daha sonra ağzını çalkalayıp burnuna su verdi. Yüzünü ve ellerini yıkadı. Sonra vücuduna su döktü. Nihayet bulunduğu yerden uzaklaştı ve ayaklarını yıkadı."
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
5. BÖLÜM GUSÜL
5. Bedeni Bir Defa Yıkıyarak Gusül Abdesti Almak
257- İbn Abbas'tan Meymûne validemizin şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasulullahın Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti alması için su hazırladım. İki veya üç kere ellerini yıkadı. Sonra sol eline su döküp avret mahallini yıkadı. Sonra elini yere sürdü. Daha sonra ağzını çalkalayıp burnuna su verdi. Yüzünü ve ellerini yıkadı. Sonra vücuduna su döktü. Nihayet bulunduğu yerden uzaklaştı ve ayaklarını yıkadı."
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
4 Nisan 2019 Perşembe
Gusülden Önce Abdest Almak
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
5. BÖLÜM GUSÜL
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin, yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister, umulur ki, şükredersiniz."[el-Maide 5/6] "Ey iman edenler! Sarhoş iken - ne söylediğinizi bilinceye kadar - ve cünüp iken de - yolcu olmanız müstesna gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır."[en-Nisa 4/43]
Gusül, yıkanmanın adıdır. Hatta tam olarak suyun abdest organları üzerine dökülmesi anlamına gelir.
Gusül abdesti alırken, vücudun ovulmasının farz olup olmadığı hakkında âlimler arasında görüş farkları vardır. Ancak İlim adamlarının çoğunluğuna göre ovmak farz değildir. İmam Malik ve el-Müzenî'nin ovmanın farz olduğu kanaatinde oldukları anlatılmaktadır.
Kirmanı şöyle demiştir: "İmam Buhârî 'Eğer cünüp iseniz, boy abdesti alın' ayetini burada zikretmekle, cünüp olan kimsenin gusül abdesti alması gerektiğinin Kur'an'ı Kerim'e dayandığını açıklamak istemiştir. Bâbda zikredilen Nisa süresindeki ayet İse, cünüp birinin namaz kılabilmesinin ve camiye girebilmesinin gusül abdesti almasına bağlı olduğunu gösterir. Gusül abdesti, bütün bedeni yıkamakla alınır. Ancak ibadet olan yıkanma İle sıradan yıkanmayı birbirinden ayıran bir niyetin bulunması şarttır."
1. Gusülden Önce Abdest Almak
248- Rasûiullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi Hz. Âişe'den radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüplükten dolayı gusül abdesti aldığı zaman önce ellerini yıkardı. Sonra namaz için abdest alır gibi, abdest alırdı. Sonra parmaklarını suya batırıp, onlarla saç diplerine suyun gitmesini sağlardı. Daha sonra başına üç avuç su dökerdi. En sonunda ise, bütün bedenine su tutardı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:262,272]
Açıklama
(Gusülden Önce Abdest Almak) ifadesiyle İmam Buhari, gusülden önce abdest almanın müstehab olduğunu ifade etmiştir. İmam Şafiî el-Ümm'de şöyle demiştir: "Allah Teâlâ gusül abdestini tek başına farz kılmıştır. Bu konuda, gusle başlamadan önce yapılması gereken herhangi bir şeyden bahsetmemiştir. O halde, bir kimse bütün bedenini yıkamak suretiyle gusül abdesti alırsa, bu yeterlidir. Guslün nasıl alınacağı konusunda, Hz. Âişe'nin radıyallahu anha anlattıkları tercih edilir.
Gusül abdesti aldığı zaman ifadesi, gusül abdesti almaya başladığı zaman anlamına gelir. Hadiste geçen (cenabetten dolayı) ifadesindeki, harf-i cerri ise, yıkanmanın sebebini anlatır.
Önce ellerini yıkardı. Gusül abdestine başlamadan önce ellerin yıkanması birkaç nedenden dolayı olabilir: Belki ele bulaşan ve pis kabul edilen şeyleri temizlemek gayesiyle yıkanmış olabilir. Ya da uykudan uyanınca, tabii olarak ellerin yıkanması gerektiğinden dolayı yıkamıştır. Bu durumda gusülden önce abdestin olmadığı görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ayrıca gusülden önce abdest almanın başlı başına müstakil bir sünnet olma ihtimali vardır. Buna göre gusül abdesti alınca, abdestten sonra bedenin tamamının yıkanması gerekir. Ancak abdest alırken yıkanan organların, gusül sırasında tekrar yıkanmama ihtimali de söz konusudur. Buna göre yıkanan ilk organla birlikte cünüplükten temizlenmek için alınan gusül abdestine niyet etmek gerekir. Abdest organlarının ilk önce yıkanması, onlara verilen Önemden kaynaklanmaktadır. Ayrıca küçük ve büyük tahareti birlikte gerçekleştirme amacı da söz konusudur. Nitekim Şafiiler'den el-Muhtasar adlı eserin şârihi Dâvûdî bu görüştedir. O bu konuda şunları söylemiştir: "Gusleden ilk önce sırasına göre, abdest organlarını yıkar. Ancak bunu yaparken, cünüplükten temizlenmek İçin alınan gusül abdestine niyet eder." İbn Battal ise, gusül abdesti alan birinin ayrıca abdest alması gerekmediği konusunda İcma olduğunu nakletmiştir. Ancak bu kabul görmemiştir. Çünkü aralarında Ebu Sevr, Davud ve daha başkalarının da bulunduğu bir grup âlime göre gusül abdesti, hadesten kurtulmak için alınan abdest yerine geçmez.
(Onlarla) Yani suya batırdığı parmaklarıyla. (Saç diplerini hilallerdi.) Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti alırken parmaklarıyla başının sağ tarafını ovar ve saç diplerine ininceye kadar buna devam ederdi. Daha sonra aynı şekilde başının sol tarafını parmaklarıyla ovardı.
Kadı İyâz şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu uygulamasına dayanarak, bazıları gusül abdesti alırken vücuttaki diğer kılların da diplerine su gitsin diye ovulması gerekir kanaatindedir."
Parmaklarla saçı ovma suyun, bütün saçları ıslatmasını ve deriye ulaşmasını sağlar. Suyun başın derisine kadar ulaşmasının ovmakla sağlanması, saçların tamamının ıslanmasına ve derinin yavaş yavaş suya alışmasına vesile olur. Böylece birden su dökünce, meydana gelecek yanma ve üşümelerin önüne geçilmiş olur. Suyun, saç diplerine ulaşmasına mani olacak şekilde keçeleşmiş saçlar hariç, âlimlerin ittifakıyla hilalleme/parmaklarla saçı ovma farz değildir.
(Üç avuç) Hadiste geçen kelimesinin çoğuludur. Bu ifadeden, gusül abdesti alırken, yapılması gereken fiilleri, üç defa yapmanın müstehap olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Nevevî şöyle der: "Bu konuda, Mâverdî hariç diğer âlimler arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira sadece Mâverdî, gusülde organları birkaç kez yıkamanın müstehap olmadığı kanaatindedir."
(Sonra suyu bütün vücuduna dökerdi.) Gusül abdesti alırken vücudun ovulmasını şart görmeyenler hadisin bu kısmını delil olarak kullanmışlardır. Nitekim bu durum gayet açıktır.
Kadı İyâd, gusülden önce alınan abdest, yıkanması gereken azaların birden fazla yıkanmasının gerekliliğiyle ilgili olarak her hangi bir rivayetin olmadığını söylemiştir. Halbuki bu konuda, Nesâi ve Beyhakî'nin Ebu Seleme kanalıyla Hz. Âişe'den naklettikleri ve sahih bir senetle bize ulaşan bir hadis vardır. Hz. Âişe Peygamber Efendimiz'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl gusül abdesti aldığını tarif ederken şöyle demiştir: Sonra üç defa ağzını çalkaladı, yine üç defa burnuna su verdi, yüzünü ve ellerini de üç kez yıkadı. Daha sonra başından aşağı üç kere su döktü."
{Bütün bedenine) İfadedeki lafzı ile yapılan pekiştirme Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem hadiste geçen hususları yaptıktan sonra bütün bedenini yıkadığını gösterir. Bu da, yukarıda ilk ihtimal olarak belirttiğimiz, gusül abdestinden önce abdest almanın başlı başına bir sünnet olduğu görüşünü destekler. Buna göre, gusül abdesti alan, eğer abdesti yok ise abdeste niyet eder. Yoksa alacağı abdest, guslün bir sünneti olur. Bu hadis, gusül abdesti alırken vücudun geri kalan kısmını yıkamadan önce tam olarak abdest almanın müstehap olduğu görüşüne delil kabul edilmiştir. Buna göre ayakların yıkanması, guslün sonuna bırakılmaz. Bu husus, hadisin namaz için abdest alır gibi kısmında gayet açık olarak görülmektedir.
249- Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi Meymûne validemizden şöyle nakledilmiştir: "Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem namaz için abdest alır gibi abdest aldı. Ama ayaklarını yıkamadı. Avret mahallini ve bu bölgede kalmış olabilen meni kalıntılarını yıkadı. Sonra üzerine su döktü. Daha sonra gusül abdesti aldığı yerden biraz kenara çekilerek ayaklarını yıkadı. İşte Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüplükten dolayı bu şekilde gusül abdesti alırdı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:257,259,260,265,266,274,276,271]
Açıklama
(Namaz için abdest alır gibi abdest aldı Ama ayaklarını yıkamadı) Bu ifade açık bir şekilde gusül abdesti alırken ayakların sona bırakılacağını göstermektedir. Bu da yukarıda Hz. Âişe'den nakledilen hadisten ilk etapta anlaşılan manaya aykırı düşer. Ancak bu iki rivayet arasını şu şekilde bulabiliriz: Hz. Âişe'den nakledilen rivayet mecaz olarak değerlendirilebilir. Nitekim yukarıda bundan söz edildi.
Rivayetlerde beliren iki farklı durumdan dolayı ilim adamları arasında görüş farklılıkları olmuştur, şöyle ki: Çoğunluğa göre gusül abdesti alırken ayakların sonra yıkanması müstehaptır. İmam Malik İse meseleye ayrıntılı biçimde yaklaşmıştır. Ona göre abdest alınan yer temiz değilse, ayakların sonra, eğer temiz ise önce yıkanması müstehaptır. Şafiî ekolünde önce mi, yoksa sonra mı yıkamanın daha uygun ve makbul olduğu konusunda İki görüş vardır. Bu hususta İmam Nevevî şöyle demiştir: "En güvenilir, yaygın ve tercih edilen görüşe göre, abdestin tamamlanması gerekir. Zira Hz. Âişe ve Meymûne'den nakledilen rivayetlerin çoğu bu doğrultudadır." Ayrıca onun şu görüşü nakledilir: "Hz. Âişe ve Meymûne'den nakledilen rivayetlerde bu konuya açıklık getiren her hangi bir bilgi yoktur. Bu husustaki rivayetler 'Namaz için abdest alır gibi abdest aldı' ifadesinde olduğu gibi ya meseleye muhtemelen delalet etmekte veya biraz Önce geçen Ebu Muâviye hadisinde olduğu gibi ayakların sona bırakıldığına zahiren delalet etmektedir." Bu konuda Kurtubî ise şunları kaydeder: "Ayakların yıkanmasının sona bırakılmasındaki hikmet, gusül abdestine abdest organlarıyla başlayıp abdest organlarıyla bitirme düşüncesidir."
(Avret mahallini yıkadı.) Hadiste takdim ve tehir vardır. Çünkü avret mahalli, abdesten önce yıkanır.
(İşte bu şekilde gusül abdesti alırdı) Hadiste geçen bu şekilde ifadesi ile, söz konusu fiillere işaret edilmiştir. Ya da, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdestinin tasviri kasdedilmiş olabilir.
İmam Buhârî, Hz. Meymûne validemizden nakledilen bu hadisi, abdeste ara verilebileceğine ve avucuyla (veya maşrabayla) su alan birinin sağ eli İle sol eline su dökmesinin müstehap olduğuna delil getirmiştir. Ayrıca önceki hadiste geçen "ağzını çalkaladı ve burnuna su verdi" ifadesinden hareketle, gusül abdesti alan kimsenin ağzını çalkalayıp burnuna su vermesinin dinî bir temeli olduğu sonucuna varmıştır. Hanefîler söz konusu İfadeye dayanarak, ağza-burna su vermenin farz olduğu görüşüne varmışlardır. "Mücerred amel, ancak bir şeyin farz olması kendisine bağlı olan mücmel bir ifadeyi açıklarsa farza delalet eder. Burada ise böyle bir durum söz konusu değildir.[Ancak bu itiraz yerinde değildir.Doğrusu ağza burna su vermenin farz olduğudur. Ayrıca bu da yukarıda zikredilen kurala uygundur. Çünkü Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem guslü, ayeti kerimede yer alan 'cünüp olduysanız, boy abdesti alın' mücmel ifadeyi açıklamaktadır.] gerekçesi ile onlara İtiraz edilmiştir. Bu itiraz İbn Dakîk el-îd'den gelmiştir. İmam Buhârî, yukarıda işaret edilen hadisin, "elini yere veya duvara sürdü" ifadesine dayanarak gusül abdesti alınırken eli, duvardaki veya yerdeki toprağa sürmenin müstehap olduğu sonucuna ulaşmıştır. İbn Dakîk el-Id şöyle demiştir: "Bu hadise göre, necaseti gidermek ve gusül abdesti almak için bir kez yıkama ile yetinilebileceği anlaşılır. Zaten asıl olan bir şeyin tekrarlanmamasıdır. Birden fazla yıkama hususunda ise, farklı yorum ve yaklaşımlar vardır." İmam Nevevî ve daha başkalarına göre bir kez yıkamak yeterlidir. Ancak bu hadiste, söz konusu yıkamanın necaseti gidermek için olduğu belirtilmemiştir. Aksine temizlik endişesinden de kaynaklanabilir. Bu durumda bir defa ile yetinilemez.
Elin yere sürülmesi ise, hassasiyetten ileri gelir. Bununla, Buhârî'nin de ifade ettiği gibi, ellerin daha da temiz olması hedeflenmiştir.
Bu; hadisi, meninin veya avret mahallindeki ıslaklığın necis olduğuna delil getirenlerin iddia ve görüşlerinde haklı olduklarını göstermez. Çünkü gusül abdesti, sadece necaseti gidermek için alınmaz. Ayrıca bu bâbda zikredilen hadiste yer alan "rahatsızlık veren kalıntıları" ifadesi, meninin necis olduğunu gösterme hususunda yeterli değildir.
Bu Hadisten Çıkarılan Sonuçlar
1- Gusül abdesti alırken farz olan, yıkanması gereken yerlerin bir kez yıkaması
2- Gusül abdesti alırken normal abdest alıp daha sonra vücudunun geri kalan kısmını yıkayanların, abdesti bozan bir durumun gerçekleşmesi hariç dinen abdest alması gerekmez.
3- Güsül abdesti aldıktan sonra ellerdeki sular silkelenir.
4- Aynı şekilde, abdest aldıktan sonra da ellerde kalan su silkelenir.
5- Bîr insanın evinde bile olsa, gusül abdesti alırken avret mahallini kapatması müstehaptır.
Bu hadiste bazı faydalı bilgiler tespit edilmiştir. Bunları da, şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Gusül ve abdest suyunu hazırlamada başkasından yardım istenebilir. Çünkü Hafs ve diğerlerinin rivayetine göre Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi "Rasûlullah için gusül abdesti suyu koydum" demiştir.
2- Yine bu ifadeden eşlerin kocalarına hizmet etmesi sonucuna varılır.
3- Sol el ile avret mahallini yıkamak için sağ el ile sol ele su dökülür.
4- Suyu avucuyla almak İsteyenler, avret mahallerinden önce, ellerini yıkamalıdır. Bu şekilde, kirli olma ihtimali bulunan ellerini suya batırmaktan korunurlar. Eğer su ibrik gibi bir kapta ise, bu durumda daha uygun olan önce avret mahallinin yıkanmasıdır. Bu sayede, abdest alırken araya fasıla girmesine engel olunur.
Bu hadisin hiçbir rivayetinde, gusülden önce alınacak abdestte, açıkça başın meshedilmesini gösteren herhangi bir ifade yoktur. Malikiler, "gusül sırasında alınan abdestte baş meshedilmez, bunun yerine yıkamakla yetinilir" derken buna dayanmışlardır.
Bazıları Ebu Hamza ve başkalarının rivayetine göre, hadiste yer alan Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşinin "Ona havlu uzattım, fakat almadı" ifadesine dayanarak, gusülden sonra kurulanmanın mekruh olduğu sonucuna varmıştır. Ancak hadis, bu görüş ve iddiaya delil olmaz. Çünkü bu hususta birkaç ihtimal söz konusu olabilir. Mesela mekruh olduğu için değil de, başka bir nedenden dolayı havluyu almamış olabilir. Belki de uzatılan havluyla ilgili bir engel olmuş olabilir. Ya da, Hz. Peygamber acelesi olduğu için kurulanmak istememiştir. Yahut başka bir neden de söz konusu olabilir.
Mühelleb şöyle demiştir: "Muhtemelen Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem suyun bereketi kalsın diye, kendisine uzatılan havluyu reddetmiş olabilir. Tevazudan dolayı veya havlunun kirli olduğunu, belki de ipekten yapıldığını fark ettiği için kurulanmamış olması da muhtemeldir.."
Bu hadisin Ahmed b. Hanbel ve İsmâilî rivayetinde Ebu Avâne kanalıyla A'meş'ten şöyle nakledilmiştir: "Kurulanma meselesini İbrahim en-Nehâî'ye sordum. O da, 'Bunda bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem , bunun adet olmasından endişe ettiği için kendisine uzatılan havluyu reddetmiştir.' şeklinde cevap verdi."
Bu rivayetin açıklanması konusunda et-Teymî şöyle demiştir: "Bu hadis, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem , kurulandığını gösterir. Eğer kurulanmasaydı eşi, ona havlu getirmezdi." İbn Dakîk el-Id de şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eliyle suyu silkmesi, kurulanmanın mekruh olmadığını gösterir. Çünkü her ikisi de, suyu gidermeye yönelik bir faaliyettir." Nevevî ise şöyle demiştir: "Bu konuda bizim mezhebimizde beş görüş vardır. Bunların en meşhuruna göre, kurulanmayı terk etmek müstehaptır. Ancak kurulanmanın mekruh, mubah, müstehap ve yazın mekruh, kışın müstehap olduğuna dair görüşler de vardır." Ayrıca Nevevî bu hadisi, hükmî necasetten temizlenen kimsenin organlarından dökülen suyun temiz olduğuna delil kabul etmiştir. Bu görüşüyle, bu konuda aşırı gidip söz konusu suyun necasetine hükmeden Hanefilere muhalefet etmektedir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
5. BÖLÜM GUSÜL
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın. Hasta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin, yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister, umulur ki, şükredersiniz."[el-Maide 5/6] "Ey iman edenler! Sarhoş iken - ne söylediğinizi bilinceye kadar - ve cünüp iken de - yolcu olmanız müstesna gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır."[en-Nisa 4/43]
Gusül, yıkanmanın adıdır. Hatta tam olarak suyun abdest organları üzerine dökülmesi anlamına gelir.
Gusül abdesti alırken, vücudun ovulmasının farz olup olmadığı hakkında âlimler arasında görüş farkları vardır. Ancak İlim adamlarının çoğunluğuna göre ovmak farz değildir. İmam Malik ve el-Müzenî'nin ovmanın farz olduğu kanaatinde oldukları anlatılmaktadır.
Kirmanı şöyle demiştir: "İmam Buhârî 'Eğer cünüp iseniz, boy abdesti alın' ayetini burada zikretmekle, cünüp olan kimsenin gusül abdesti alması gerektiğinin Kur'an'ı Kerim'e dayandığını açıklamak istemiştir. Bâbda zikredilen Nisa süresindeki ayet İse, cünüp birinin namaz kılabilmesinin ve camiye girebilmesinin gusül abdesti almasına bağlı olduğunu gösterir. Gusül abdesti, bütün bedeni yıkamakla alınır. Ancak ibadet olan yıkanma İle sıradan yıkanmayı birbirinden ayıran bir niyetin bulunması şarttır."
1. Gusülden Önce Abdest Almak
248- Rasûiullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi Hz. Âişe'den radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüplükten dolayı gusül abdesti aldığı zaman önce ellerini yıkardı. Sonra namaz için abdest alır gibi, abdest alırdı. Sonra parmaklarını suya batırıp, onlarla saç diplerine suyun gitmesini sağlardı. Daha sonra başına üç avuç su dökerdi. En sonunda ise, bütün bedenine su tutardı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:262,272]
Açıklama
(Gusülden Önce Abdest Almak) ifadesiyle İmam Buhari, gusülden önce abdest almanın müstehab olduğunu ifade etmiştir. İmam Şafiî el-Ümm'de şöyle demiştir: "Allah Teâlâ gusül abdestini tek başına farz kılmıştır. Bu konuda, gusle başlamadan önce yapılması gereken herhangi bir şeyden bahsetmemiştir. O halde, bir kimse bütün bedenini yıkamak suretiyle gusül abdesti alırsa, bu yeterlidir. Guslün nasıl alınacağı konusunda, Hz. Âişe'nin radıyallahu anha anlattıkları tercih edilir.
Gusül abdesti aldığı zaman ifadesi, gusül abdesti almaya başladığı zaman anlamına gelir. Hadiste geçen (cenabetten dolayı) ifadesindeki, harf-i cerri ise, yıkanmanın sebebini anlatır.
Önce ellerini yıkardı. Gusül abdestine başlamadan önce ellerin yıkanması birkaç nedenden dolayı olabilir: Belki ele bulaşan ve pis kabul edilen şeyleri temizlemek gayesiyle yıkanmış olabilir. Ya da uykudan uyanınca, tabii olarak ellerin yıkanması gerektiğinden dolayı yıkamıştır. Bu durumda gusülden önce abdestin olmadığı görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ayrıca gusülden önce abdest almanın başlı başına müstakil bir sünnet olma ihtimali vardır. Buna göre gusül abdesti alınca, abdestten sonra bedenin tamamının yıkanması gerekir. Ancak abdest alırken yıkanan organların, gusül sırasında tekrar yıkanmama ihtimali de söz konusudur. Buna göre yıkanan ilk organla birlikte cünüplükten temizlenmek için alınan gusül abdestine niyet etmek gerekir. Abdest organlarının ilk önce yıkanması, onlara verilen Önemden kaynaklanmaktadır. Ayrıca küçük ve büyük tahareti birlikte gerçekleştirme amacı da söz konusudur. Nitekim Şafiiler'den el-Muhtasar adlı eserin şârihi Dâvûdî bu görüştedir. O bu konuda şunları söylemiştir: "Gusleden ilk önce sırasına göre, abdest organlarını yıkar. Ancak bunu yaparken, cünüplükten temizlenmek İçin alınan gusül abdestine niyet eder." İbn Battal ise, gusül abdesti alan birinin ayrıca abdest alması gerekmediği konusunda İcma olduğunu nakletmiştir. Ancak bu kabul görmemiştir. Çünkü aralarında Ebu Sevr, Davud ve daha başkalarının da bulunduğu bir grup âlime göre gusül abdesti, hadesten kurtulmak için alınan abdest yerine geçmez.
(Onlarla) Yani suya batırdığı parmaklarıyla. (Saç diplerini hilallerdi.) Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti alırken parmaklarıyla başının sağ tarafını ovar ve saç diplerine ininceye kadar buna devam ederdi. Daha sonra aynı şekilde başının sol tarafını parmaklarıyla ovardı.
Kadı İyâz şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu uygulamasına dayanarak, bazıları gusül abdesti alırken vücuttaki diğer kılların da diplerine su gitsin diye ovulması gerekir kanaatindedir."
Parmaklarla saçı ovma suyun, bütün saçları ıslatmasını ve deriye ulaşmasını sağlar. Suyun başın derisine kadar ulaşmasının ovmakla sağlanması, saçların tamamının ıslanmasına ve derinin yavaş yavaş suya alışmasına vesile olur. Böylece birden su dökünce, meydana gelecek yanma ve üşümelerin önüne geçilmiş olur. Suyun, saç diplerine ulaşmasına mani olacak şekilde keçeleşmiş saçlar hariç, âlimlerin ittifakıyla hilalleme/parmaklarla saçı ovma farz değildir.
(Üç avuç) Hadiste geçen kelimesinin çoğuludur. Bu ifadeden, gusül abdesti alırken, yapılması gereken fiilleri, üç defa yapmanın müstehap olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Nevevî şöyle der: "Bu konuda, Mâverdî hariç diğer âlimler arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira sadece Mâverdî, gusülde organları birkaç kez yıkamanın müstehap olmadığı kanaatindedir."
(Sonra suyu bütün vücuduna dökerdi.) Gusül abdesti alırken vücudun ovulmasını şart görmeyenler hadisin bu kısmını delil olarak kullanmışlardır. Nitekim bu durum gayet açıktır.
Kadı İyâd, gusülden önce alınan abdest, yıkanması gereken azaların birden fazla yıkanmasının gerekliliğiyle ilgili olarak her hangi bir rivayetin olmadığını söylemiştir. Halbuki bu konuda, Nesâi ve Beyhakî'nin Ebu Seleme kanalıyla Hz. Âişe'den naklettikleri ve sahih bir senetle bize ulaşan bir hadis vardır. Hz. Âişe Peygamber Efendimiz'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl gusül abdesti aldığını tarif ederken şöyle demiştir: Sonra üç defa ağzını çalkaladı, yine üç defa burnuna su verdi, yüzünü ve ellerini de üç kez yıkadı. Daha sonra başından aşağı üç kere su döktü."
{Bütün bedenine) İfadedeki lafzı ile yapılan pekiştirme Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem hadiste geçen hususları yaptıktan sonra bütün bedenini yıkadığını gösterir. Bu da, yukarıda ilk ihtimal olarak belirttiğimiz, gusül abdestinden önce abdest almanın başlı başına bir sünnet olduğu görüşünü destekler. Buna göre, gusül abdesti alan, eğer abdesti yok ise abdeste niyet eder. Yoksa alacağı abdest, guslün bir sünneti olur. Bu hadis, gusül abdesti alırken vücudun geri kalan kısmını yıkamadan önce tam olarak abdest almanın müstehap olduğu görüşüne delil kabul edilmiştir. Buna göre ayakların yıkanması, guslün sonuna bırakılmaz. Bu husus, hadisin namaz için abdest alır gibi kısmında gayet açık olarak görülmektedir.
249- Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi Meymûne validemizden şöyle nakledilmiştir: "Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem namaz için abdest alır gibi abdest aldı. Ama ayaklarını yıkamadı. Avret mahallini ve bu bölgede kalmış olabilen meni kalıntılarını yıkadı. Sonra üzerine su döktü. Daha sonra gusül abdesti aldığı yerden biraz kenara çekilerek ayaklarını yıkadı. İşte Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüplükten dolayı bu şekilde gusül abdesti alırdı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:257,259,260,265,266,274,276,271]
Açıklama
(Namaz için abdest alır gibi abdest aldı Ama ayaklarını yıkamadı) Bu ifade açık bir şekilde gusül abdesti alırken ayakların sona bırakılacağını göstermektedir. Bu da yukarıda Hz. Âişe'den nakledilen hadisten ilk etapta anlaşılan manaya aykırı düşer. Ancak bu iki rivayet arasını şu şekilde bulabiliriz: Hz. Âişe'den nakledilen rivayet mecaz olarak değerlendirilebilir. Nitekim yukarıda bundan söz edildi.
Rivayetlerde beliren iki farklı durumdan dolayı ilim adamları arasında görüş farklılıkları olmuştur, şöyle ki: Çoğunluğa göre gusül abdesti alırken ayakların sonra yıkanması müstehaptır. İmam Malik İse meseleye ayrıntılı biçimde yaklaşmıştır. Ona göre abdest alınan yer temiz değilse, ayakların sonra, eğer temiz ise önce yıkanması müstehaptır. Şafiî ekolünde önce mi, yoksa sonra mı yıkamanın daha uygun ve makbul olduğu konusunda İki görüş vardır. Bu hususta İmam Nevevî şöyle demiştir: "En güvenilir, yaygın ve tercih edilen görüşe göre, abdestin tamamlanması gerekir. Zira Hz. Âişe ve Meymûne'den nakledilen rivayetlerin çoğu bu doğrultudadır." Ayrıca onun şu görüşü nakledilir: "Hz. Âişe ve Meymûne'den nakledilen rivayetlerde bu konuya açıklık getiren her hangi bir bilgi yoktur. Bu husustaki rivayetler 'Namaz için abdest alır gibi abdest aldı' ifadesinde olduğu gibi ya meseleye muhtemelen delalet etmekte veya biraz Önce geçen Ebu Muâviye hadisinde olduğu gibi ayakların sona bırakıldığına zahiren delalet etmektedir." Bu konuda Kurtubî ise şunları kaydeder: "Ayakların yıkanmasının sona bırakılmasındaki hikmet, gusül abdestine abdest organlarıyla başlayıp abdest organlarıyla bitirme düşüncesidir."
(Avret mahallini yıkadı.) Hadiste takdim ve tehir vardır. Çünkü avret mahalli, abdesten önce yıkanır.
(İşte bu şekilde gusül abdesti alırdı) Hadiste geçen bu şekilde ifadesi ile, söz konusu fiillere işaret edilmiştir. Ya da, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdestinin tasviri kasdedilmiş olabilir.
İmam Buhârî, Hz. Meymûne validemizden nakledilen bu hadisi, abdeste ara verilebileceğine ve avucuyla (veya maşrabayla) su alan birinin sağ eli İle sol eline su dökmesinin müstehap olduğuna delil getirmiştir. Ayrıca önceki hadiste geçen "ağzını çalkaladı ve burnuna su verdi" ifadesinden hareketle, gusül abdesti alan kimsenin ağzını çalkalayıp burnuna su vermesinin dinî bir temeli olduğu sonucuna varmıştır. Hanefîler söz konusu İfadeye dayanarak, ağza-burna su vermenin farz olduğu görüşüne varmışlardır. "Mücerred amel, ancak bir şeyin farz olması kendisine bağlı olan mücmel bir ifadeyi açıklarsa farza delalet eder. Burada ise böyle bir durum söz konusu değildir.[Ancak bu itiraz yerinde değildir.Doğrusu ağza burna su vermenin farz olduğudur. Ayrıca bu da yukarıda zikredilen kurala uygundur. Çünkü Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem guslü, ayeti kerimede yer alan 'cünüp olduysanız, boy abdesti alın' mücmel ifadeyi açıklamaktadır.] gerekçesi ile onlara İtiraz edilmiştir. Bu itiraz İbn Dakîk el-îd'den gelmiştir. İmam Buhârî, yukarıda işaret edilen hadisin, "elini yere veya duvara sürdü" ifadesine dayanarak gusül abdesti alınırken eli, duvardaki veya yerdeki toprağa sürmenin müstehap olduğu sonucuna ulaşmıştır. İbn Dakîk el-Id şöyle demiştir: "Bu hadise göre, necaseti gidermek ve gusül abdesti almak için bir kez yıkama ile yetinilebileceği anlaşılır. Zaten asıl olan bir şeyin tekrarlanmamasıdır. Birden fazla yıkama hususunda ise, farklı yorum ve yaklaşımlar vardır." İmam Nevevî ve daha başkalarına göre bir kez yıkamak yeterlidir. Ancak bu hadiste, söz konusu yıkamanın necaseti gidermek için olduğu belirtilmemiştir. Aksine temizlik endişesinden de kaynaklanabilir. Bu durumda bir defa ile yetinilemez.
Elin yere sürülmesi ise, hassasiyetten ileri gelir. Bununla, Buhârî'nin de ifade ettiği gibi, ellerin daha da temiz olması hedeflenmiştir.
Bu; hadisi, meninin veya avret mahallindeki ıslaklığın necis olduğuna delil getirenlerin iddia ve görüşlerinde haklı olduklarını göstermez. Çünkü gusül abdesti, sadece necaseti gidermek için alınmaz. Ayrıca bu bâbda zikredilen hadiste yer alan "rahatsızlık veren kalıntıları" ifadesi, meninin necis olduğunu gösterme hususunda yeterli değildir.
Bu Hadisten Çıkarılan Sonuçlar
1- Gusül abdesti alırken farz olan, yıkanması gereken yerlerin bir kez yıkaması
2- Gusül abdesti alırken normal abdest alıp daha sonra vücudunun geri kalan kısmını yıkayanların, abdesti bozan bir durumun gerçekleşmesi hariç dinen abdest alması gerekmez.
3- Güsül abdesti aldıktan sonra ellerdeki sular silkelenir.
4- Aynı şekilde, abdest aldıktan sonra da ellerde kalan su silkelenir.
5- Bîr insanın evinde bile olsa, gusül abdesti alırken avret mahallini kapatması müstehaptır.
Bu hadiste bazı faydalı bilgiler tespit edilmiştir. Bunları da, şu şekilde sıralamak mümkündür:
1- Gusül ve abdest suyunu hazırlamada başkasından yardım istenebilir. Çünkü Hafs ve diğerlerinin rivayetine göre Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi "Rasûlullah için gusül abdesti suyu koydum" demiştir.
2- Yine bu ifadeden eşlerin kocalarına hizmet etmesi sonucuna varılır.
3- Sol el ile avret mahallini yıkamak için sağ el ile sol ele su dökülür.
4- Suyu avucuyla almak İsteyenler, avret mahallerinden önce, ellerini yıkamalıdır. Bu şekilde, kirli olma ihtimali bulunan ellerini suya batırmaktan korunurlar. Eğer su ibrik gibi bir kapta ise, bu durumda daha uygun olan önce avret mahallinin yıkanmasıdır. Bu sayede, abdest alırken araya fasıla girmesine engel olunur.
Bu hadisin hiçbir rivayetinde, gusülden önce alınacak abdestte, açıkça başın meshedilmesini gösteren herhangi bir ifade yoktur. Malikiler, "gusül sırasında alınan abdestte baş meshedilmez, bunun yerine yıkamakla yetinilir" derken buna dayanmışlardır.
Bazıları Ebu Hamza ve başkalarının rivayetine göre, hadiste yer alan Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşinin "Ona havlu uzattım, fakat almadı" ifadesine dayanarak, gusülden sonra kurulanmanın mekruh olduğu sonucuna varmıştır. Ancak hadis, bu görüş ve iddiaya delil olmaz. Çünkü bu hususta birkaç ihtimal söz konusu olabilir. Mesela mekruh olduğu için değil de, başka bir nedenden dolayı havluyu almamış olabilir. Belki de uzatılan havluyla ilgili bir engel olmuş olabilir. Ya da, Hz. Peygamber acelesi olduğu için kurulanmak istememiştir. Yahut başka bir neden de söz konusu olabilir.
Mühelleb şöyle demiştir: "Muhtemelen Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem suyun bereketi kalsın diye, kendisine uzatılan havluyu reddetmiş olabilir. Tevazudan dolayı veya havlunun kirli olduğunu, belki de ipekten yapıldığını fark ettiği için kurulanmamış olması da muhtemeldir.."
Bu hadisin Ahmed b. Hanbel ve İsmâilî rivayetinde Ebu Avâne kanalıyla A'meş'ten şöyle nakledilmiştir: "Kurulanma meselesini İbrahim en-Nehâî'ye sordum. O da, 'Bunda bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem , bunun adet olmasından endişe ettiği için kendisine uzatılan havluyu reddetmiştir.' şeklinde cevap verdi."
Bu rivayetin açıklanması konusunda et-Teymî şöyle demiştir: "Bu hadis, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem , kurulandığını gösterir. Eğer kurulanmasaydı eşi, ona havlu getirmezdi." İbn Dakîk el-Id de şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eliyle suyu silkmesi, kurulanmanın mekruh olmadığını gösterir. Çünkü her ikisi de, suyu gidermeye yönelik bir faaliyettir." Nevevî ise şöyle demiştir: "Bu konuda bizim mezhebimizde beş görüş vardır. Bunların en meşhuruna göre, kurulanmayı terk etmek müstehaptır. Ancak kurulanmanın mekruh, mubah, müstehap ve yazın mekruh, kışın müstehap olduğuna dair görüşler de vardır." Ayrıca Nevevî bu hadisi, hükmî necasetten temizlenen kimsenin organlarından dökülen suyun temiz olduğuna delil kabul etmiştir. Bu görüşüyle, bu konuda aşırı gidip söz konusu suyun necasetine hükmeden Hanefilere muhalefet etmektedir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
3 Nisan 2019 Çarşamba
A'RAF SÛRESİ 194.-198. ayetlerin tefsiri
194- Allah'ı bırakıp taptıklarınız da sizin gibi kullardır. Eğer doğrucu iseniz, haydi onları çağırın da size icabet etsinler.
195- Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları elleri mi, yahut görecekleri gözleri mi, yoksa işitecekleri kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın, sonra bana tuzağı kurun da bana mühlet bile vermeyin.
196- Benim velim o kitabı indiren Allah'tır. Ve o salihleri veli edinir.
197- Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise, ne size, ne de kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez.
198- Eğer sen onları hidayete davet edersen duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar görmezler.
Açıklaması
Şüphesiz o kendilerine taptığınız, ilâh edindiğiniz, zararı uzaklaştırması veya fayda sağlaması için ibadet ettiğiniz o putlar, kendilerine tapanlar gibi kuldurlar. Onlar gibi, Allah'ın mahlukudurlar. O'nun irade ve kudretine boyun eğerler. Hatta insanlar, onlardan daha mükemmeldirler. Çünkü insanlar duyar, görür ve tutar, yakalarlar. Onlar ise, bunlardan hiçbirini yapamazlar. Durum böyle olunca, kendisi gibi bir mahluk olan, hatta kendisi daha mükemmel olan insan, putları nasıl mukaddes bilir, onlara tapar? İbadete lâyık olan, bütün kâinatın kendisine boyun eğdiği, bütün sebeplerin kendisine itaat ettiği yaratıcı Rab'dir. O halde sen, Allah'ın ilim ve marifetle mümtaz kıldığı, inancını hak ve nurla süslediği insanlığa peygamberliği bırakır da, Allah diye zarar ve fayda vermeyen bir taşa nasıl taparsın?
Eğer onları ilâh yapmakta, ibadete lâyık olduklarında, onlardan fayda veya zarar ummakta samimi iseniz onlara dua edin ve onlardan herhangi bir talepte bulunun da, onlar sizin duanıza -kendiliklerinden veya Allah katında aracı olarak- icabet etsinler. Burada duanın manası: Onlara menfaat sağlamak, onlardan zararları gidermektir."İcabet etsinler" ifadesinin Arapça karşılığında "lâm" harfi, emir manasındadır. Mana şöyle olur: Her akıllı, onların duaya icabet edemeyeceklerini anlayınca, onların ibadete lâyık olmadıkları da ortaya çıkar.
"Sizin gibi kullardır" sözü, onlarla alaydır. Onlar canlı, akıllı olsalar bile, sizin gibi kuldurlar, aranızda hiçbir fark yoktur.
Putların kul oldukları söylendi ve cansız, akılsız varlıklar oldukları halde, müşriklerin zarar ve fayda veren varlıklar oldukları konusundaki inançlarına uygun olarak, akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle işaret olundular.
Sonra Kur'an, onlara cevapta acele etmiş, onlar gibi kullar oldukları görüşünü iptal etmiş, onlar gibi olmadıkları, belki onlardan daha aşağı derecede olduklarını söylemiş, el, ayak, göz, kulak gibi dört uzuv zikrederek, bunların putlarda olmadıklarını zikretmiştir.
Putların, kendileriyle fayda sağlamaya yahut zararı giderecekleri ayakları, istediğiniz iyiliği yahut şerrinden korktuğunuz şeyi tutacak elleri, hallerinizi görecek gözleri, dualarınızı, sözlerinizi duyacak, isteklerinizi anlayacak kulakları yoktur: O halde onlar, sizin gibi değildir; bir şey yapmada, bir takım sıfat ve kuvvetlerde sizden daha aşağı durumdadırlar. Bu gibi organlara sahip olmayanlar ibadete lâyık olamazlar. Çünkü insan, bu putlardan çoğu konuda daha üstündürler. Hatta insanla bu putların meziyetleri arasında karşılaştırma yapmak doğru değildir. Çünkü onlar, ya sağır bir taş, ya işaret etmez bir çamur, ya bir hurma veya Hanife oğullarının putu gibi bir tatlıdır.
Şiir: "Hanife Rabbini yedi, sıkıntı ve açlık yılında.."
Bütün bunlara rağmen Peygamber (s.a.) onlara meydan okumakla ve onları fiili uygulamaya çağırmakla emrolunarak şöyle dendi: Ey Muhammed! Bu putperestlere şöyle de: Allah'tan başka, ortak koştuğunuz varlıkları ve ilâhlarınızı çağırın! Bana karşı onlardan yardım isteyin. Bana tuzak hazırlamak için birbirinizle yardımlasın. Beni bir an bile geri bırakmayın, bütün gayretinizi sarfedin. Yapabiliyorsanız bana zarar verin. Siz ve ortaklarınız bir an bile bana vakit tanımayın. Size aldırış etmem. Bunu ancak Allah'ın koruyacağına inanan söyleyebilirdi. Onlar, onu ilâhlarından korkutmuşlardı.
Bu, onların tehditlerini ve: "Biz, ilâhlarımızın sana kötülük etmesinden korkuyoruz" sözlerini reddir.
Sonra Hz. Peygamber, Mekke'de çok az sayıda yardımcıları olmasına rağmen, Allah'a son derecede güvendi ve bu mabudları tahkir etti. Allah'ın vahyi ile: "Benim velim Allah'tır" dedi. Yani, Allah bana yeter, size karşı benim yardımcım O'dur. Dünyada ve ahirette işimi üstlenen O'dur. O'na dayanır, O'na sığınırım. Tevhide çağıran, şirki reddeden Kur"an'ı bana indiren, peygamberlikle beni aziz kılan O'dur. Benden sonra her iyi kimseyi -Hurafe ve bidatlarından uzak bir inanca sahip olan ve iyi amel işleyen kimseyi- de, üstlenecek O'dur. İyi kullarına ve peygamberlerine yardım etmek, onları rezil rüsvay etmemek Allahu Te-âlâ'nın adetidir. Müşriğin dostu ise şeytandır: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tağuttur. O da onları nurdan karanlıklara çıkarır" (Bakara, 2/257). Bu ayetin daha önceki ayetlerle bağlantısı şudur: Cenab-ı Hak, bundan önceki ayetlerde, putların fayda ve zarar vermeye güçlerinin olmadığını açıkladı. Bu ayette de, her akıllı kimse için Allah'a ibadet etmek gerektiği, çünkü din ve dünya menfaatlarını -birincisi Kur'an indirmekle, ikincisi iyi şeyleri vermekle- O'nun üstlendiği açıklanıyor.
Sonra Allahu Teâlâ, putların, yardımı gerçekleştirmekte hüsrana uğradıklarını açıklıyor: "Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise ne size, ne de kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez." Yani, Allah'tan başka, size yardım etmeleri ve sizden zararı uzaklaştırmaları için ibadet ve dua ettiğiniz varlıklar size yardım edemezler. Kendilerine hakaret edenlere, ya da üzerlerine konulan koku, tatlı gibi şeyleri alanlara, yahut onlara kötülük yapmak isteyenlere karşı kendilerine bile yardım edemezler.
Nitekim İbrahim (a.s.), putları paramparça ederek kırdı ve buna engel olamadılar. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlara gizlice sağ eliyle vurdu" (Saffat, 37/93). "Onların hepsini parça parça edip, yalnız büyüklerini bıraktı ki, belki ona başvururlar." (Enbiya, 21/58).
Muaz b. Cebel ve Muaz b. Amr b. el-Cemûh (r.a.)'dan rivayet olunur: Resulullah (s.a.), Medine'ye gelince müslüman olan bu iki genç sahabi, kavimleri ibret alıp, görüşlerini değiştirsinler diye, gece müşriklerin putlarına saldırır, onları kırarlar ve ihtiyaç sahiplerine odun yaparlardı.
Kavminin efendisi olan Amr b. el-Cemûh'un bir putu vardı. Ona tapar, koku sürerdi. İşte, yukarıda adı geçen iki genç, gece gelirler, o putu başı üstüne ters çevirirler, ona pislik sürerlerdi. Amr b. Cemûh da gelir, yapılanları görür, onu yıkar, koku sürer, yanına bir kılıç koyarak şöyle derdi: "Öcünü al." O iki genç, hep aynı şeyi yapar, o da aynı şeyi tekrarlardı. Nihayet bir keresinde onu aldılar. Ölü bir köpeğe bir iple bağlayarak oradaki bir kuyuya attılar. Amr gelip manzarayı görünce düşündü ve inandığı dinin bâtıl olduğunu anlayarak şöyle dedi:
"Tallahi eğer sen tapılacak bir ilâh olsaydın
Bir köpekle birlikte olmazdın."
Sonra, iyi bir müslüman oldu ve Uhud savaşında şehid düştü. [107]
Onlar yardımdan aciz oldukları gibi, irşad ve hidayetten de acizdirler. Nitekim Cenab-ı Hak: "Eğer onları doğru yola davet ederseniz size tabi olmazlar" buyurmuştur. Eğer siz, bu putlardan, sizi doğru yola iletmeleri ve yardım etmelerini isteseniz, bırakın yardımı, sizin dualarınızı bile işitmezler. Ey düşünen kişi! Sen onları, yapma gözlerle bakar görürsün. Çünkü onlar, hiçbir şey görmeyen, görüneni anlamayan cansız varlıklardır. Çünkü onların, yapma gözleri vardır, onunla bir şey göremezler. Nitekim başka bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer onlara dua etseniz, onlar sizin dualarınızı işitmezler. İşitseler bile, icabet edemezler." (Fâtır, 35/14). Onların kulakları ve gözleri yoktur. O halde onlardan nasıl yardım umulur? Kendilerine hakaret edenlere zarar vereceklerinden nasıl korkulur? Size de, onları ilâhlar edinmeniz yakışır mı? [108]
[107] İbni Kesir, 11/276.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/163-165
http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)