30 Mayıs 2025 Cuma
****HACCA GITMEDEN EVVEL BU YAZIYI OKUYUN!
Bu üçüncü haccımda yeni bir şey keşfettim: Yapım gereği hırçın, çabuk kızan, çabuk etkilenen birisiyim. Önceki gelişlerimde beni itip kakanlar, ya da omuz vurup önüme geçmek isteyenlerle cedelleşmekten ibadete vakit bulamazdım. Bu defa kendime söz verdim, dedim ki, bu insanlar benim kardeşlerim. Bazılarının bilgileri eksik, kültürleri farklı olabilir. Buraya ilk defa gelenleri var. Arkadaşını kaybetme endişesiyle acele edip bana çarpanların olması normal. Muhal ama kasten kabalık yapanlar bile olabilir. Hiç birisine kızmayacak ve hiç birisine karşılık vermeyeceğim, önüme geçmek isteyene yol vereceğim.
Hamdolsun bunu şu ana kadar büyük ölçüde başardım.
Ne oldu biliyor musunuz? Allah bunu peşinen mükâfatlandırdı ve kardeşlerimi kendime tercih etme bende müthiş bir rahatlama ve haz oluşturdu. Meğer rahatlık veren bir şeyi rahatsızlığa dönüştüren bizmişiz.
Haccın bu yönüyle de bir eğitim vesilesi olduğunu anladım. Sadece bu değil, aynı zamanda bir temizlik eğitimi, bir nezaket eğitimi, bir kardeşlik eğitimi. Bir îsar uygulaması, yani kardeşini kendine tercih etme ahlakının kazanılması.
Diyanet"in çok verimli ve anlamlı irşat programı gereği yurt içinden ve yurt dışından gelen Türkiye hacılarına her gün iki konuşma yapıyoruz. Onlara bu minval üzere bir şeyler söylemeye, "îsar"ın bir Kur"an kavramı bir İslam ahlakı olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Ebu Talha örneğini veriyorum:
Allah Rasulü"nün hicret sonrası Medine"de hayata ilk geçirdiği uygulamalardan birisi muahât / kardeşleştirme olayıdır. Mekke"den gelen her ferdi, Medineli birisiyle kardeş yapıp onun yanına vermiş. Bu olay başlı başına anlatılması gereken bir mucizedir, ona döneceğim.
Medine"nin Kürtleri ve Türkleri diyebileceğimiz ve sürekli kavga eden Evs ve Hazreç kabilelerini de Allah"ın ipi Kur"an-ı Kerim ve iman etrafında birleştirip kardeş yapmış.
Yeni gelenlerden birisi bir akşam Allah Rasulü"ne müracaat ederek karnının aç olduğunu bildirmiş. Allah Rasulü, kardeşinizi misafir edip karnını doyuracak olanınız var mı, diye sormuş. Herkes birbirine bakarken Ebu Talha, ben alıp götüreyim demiş. Önceden de gidip karısına, bak hanım, bu Allah Rasulü"nün misafiridir, karnını doyurmalı ve misafir etmeliyiz diye tembihlemiş. Ama yemek bekleyen çocuklarına bile yetmeyecek bir çorbadan başka bir şeyleri de yokmuş.
Olsun demiş Ebu Talha. Sen çocukları uyut ve çorbayı misafirimize getir. Gelince de kazara olmuş gibi lambaya çarp ve söndür. Böylece misafirimiz benim yemediğimi farketmez, yemeğin hepsini o yer ve karnını doyurur…
Böyle yapmışlar ve ertesi sabah Allah Rasulü"nün yanına gelince işte o îsar ayeti gelivermiş. Fedakâr müminlerin vasıflarını sayarken Allah şöyle buyurmuş: "Onlar ki, açlıktan kıvranırken bile kardeşlerini kendilerine tercih ederler".
Kendine tercih etme, yani îsar. Hacı adaylarına bunu anlattım ve burada îsar ile tanışmadan ayrılmamalıyız dedim.
Bu gün Müslümanların en büyük problemlerinden biri ırkçılık olduğu için de Bilal ve Ebu Zer olayını hatırlattım. Ebu Zer, Ğifar kabilesinden asil bir Arap. İlk Müslümanlardan ve ilk hicret edenlerden, yani Kur"an-ı Kerim"in övdüğü müminlerden. Bilal ise Afrika kökenli siyah bir köle. Mekke"de Ebu Zer"den de önce Müslüman olmuş birisi. Hz. Ebubekir onu satın alıp azat etmiş.
İşte bu iki sahabi Medine"de bilmediğimiz bir sebeple bir tartışma yaşarlar. Ebu Zer ona, "hadi oradan, siyah kadının oğlu!" anlamında bir hakaret cümlesi kullanır. Elbette bu söz Bilal"i incitir, hemen Allah Rasulü"ne gidip şikâyette bulunur. Allah Rasulü o kadar kızar ki, boyun damarları kabarır. Ebu Zerr"i çağırır ve der ki: "Ebu Zer! Sen hâlâ cahiliyet kalıntısı mı taşıyorsun!".
Ebu Zer bu hatasını affettirmek için gidip Bilal"in kapısında yatar ve, Bilal! Der. Sen ayağınla başıma basıp geçmedikçe vallahi ben bu kapıdan kalkmayacağım. Araya girip meseleyi tatlıya bağlarlar.
Bunu da anlattım ve aman ha, burada olsun kimseyi kökeniyle hakir görmeyelim. İslam adına en büyük ahlaksızlıklardan birisi budur, dedim. Kökeniyle ilk övünen şeytandır. Beni ateşten yarattın Âdem"i topraktan, o gelip bana secde etsin demiş ve şeytan olarak kalmış. Âdem ise günahından tövbe edip peygamber olmuş.
Yazının tamamı için:
http://www.yenisafak.com/yazarlar/faruk_beser/mekke-futuhati-ve-%C3%AEsar-34557
***Haccın ruhu-Faruk Beşer
...Hac İslam'ın beş temel direğinden biridir ve müslüman bir mükellefe haccın farz olması oraya gidebilmenin yolunu ve imkânını bulmasına bağlıdır. Yani zengin olması şart değildir...
...Hac, kastetme, yönelme demektir. Ama dünyada kastedilecek en önemli şey Kâbe'yi ziyaret etmek olduğu içindir ki, hac orayı kastetmenin özel adı olmuştur...
...çoğu insan işin şekil şartlarına olması gerekenden fazla sarılıp, haccın asıl manevi boyutunu ihmal ediyor...
...Öncelikle her işin başı, sağlam bir niyettir.Bu sebeple hacca niçin gidiyorum sorusunun cevabı önemlidir. Allah bunu benden istiyor, onun emrini yerine getirmek, O'nun şiarı olan Kâbe'yi ziyaret etmek, böylece Allah ile olan ahdimi yenilemek, günahlarımdan arınmak ve artık o günahları işlememek üzere karar vermek için gidiyorum. Allah'ın elçisini de ziyaret edip selam vermek, onu görmüş gibi hissetmek, sünnetine artık bağlı kalacağıma söz vermek, bütün dünya müslümanları ile farklı ırklardan kardeşlerimle kucaklaşmak için gidiyorum… Eğer içimizde bu ve buna benzer duygular galipse haccın niyeti sağlam demektir. 'Ameller niyetlere göre değer kazanır'. Aynı işi yapan bir mümin sadece hac farzını üzerinden düşürmekle kalırken, bir başkası sırf bu sağlam niyeti sebebiyle bunun yanında dünyalar kadar sevap kazanabilir. Kul hakkı hariç, bütün günahlarını sildirmeyi başarır...
İkinci önemli husus, hacca helal imkânlarla gitmektir. Allah'a isyan anlamına gelen haramla, Allah'a ibadet ve itaat olmaz. Bunun için en iyi hac parası borç alınan paradır derler. Çünkü haram olmadığında şüphe olmayan tek para, vermek niyetiyle alınan borçtur. Onu öderken belki haramla ödemiş olabilirsiniz, ama borç olarak aldığınız paranın helal olduğu kesindir...
Yazının tamamı için:
Hacca Bedel Gönderilecek Kimseler hk.
Karar Yılı: 1979 - Karar No: 57
Konusu: Hacca Bedel Gönderilecek Kimseler hk.
Hac Dairesi Başkanlığının 04.06.1979 gün ve 79/218 sayı ile kurulumuza intikal eden “Hacca Bedel Gönderilecek Kimseler” hakkındaki yazısı incelendi.
Yapılan müzakere sonunda:
Hanefî Mezhebi’nde, hacc menasikini bilerek ve daha kolay eda edebileceği için, hacca bedel (vekil) gönderilecek kişinin önceden haccetmiş olması daha uygun (efdal) görülmüşsse de, zorunlu değildir. Ancak gönderilecek vekilin, hacc menasikini iyi bilen, güvenilir ve salih bir kişi olması da önemlidir.
Şafiî mezhebinde ise, bedel (vekil) gönderilecek kişinin, önceden kendi adına haccetmiş olması gerekir. Ancak, zorunlu hallerde bir kimsenin, diğer mezheplerin hükümleriyle amel etmeleri, bütün mezheplerce caiz görülmüştür. Bu itibarla, Şafii Mezhebine mensup kimselerin de Hanefî mezhebi hükümlerine göre amel etmelerinde dinî bir sakınca yoktur.
Vasiyyetinde, adına bedel gönderilecek kişiyi ismen veya vasfen belirleyen, yani “benim adıma fulan kimse veya şu nitelikte bir kimse haccettirilsin”, diyen kimsenin, ismen veya vasfen belirlediği kişilerden birinin, her hangi bir sebeple bedel gönderilmesi mümkün olmazsa, bir başka kimsenin bedel (vekil) olarak haccettirilmesi caizdir.
Fakat vasiyetinde, “adıma filan kişi veya şu nitelikte kişi haccettirilsin, başkası değil,” diye, ismen veya vasfen belirlediği kimselerden başkasının adına haccettirilmesini yasaklamış olan kimse adına, bir başka kimsenin bedel (vekil) gönderilmesi caiz görülmemiştir.
Keyfiyetin Başkanlık Makamına mütalaaten arzına karar verildi.
***HAC:Yeniden doğuş
Bismillahirrahmanirrahim
Hac...
Özel bir maksatla, özel bir mekâna, özel bir zamanda yapılan yolculuktur Hac... Ziyaret edilen yer, gerek iklim gerekse tabiat güzelliği bakımından başka bölgelere kıyasla çok da cazip değildir aslında. Mahşerî bir kalabalığın zorunlu olarak aynı zaman dilimleri içinde aynı yerlerde bulunmasının getirdiği izdiham da hesaba katıldığında, Hac seyahatinin başka herhangi bir yolculuğa kıyasla hayli meşakkatli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Ne var ki, ne o haşr u neşri andıran kalabalığın izdihamı, ne dışarıdan gidenler için mevsimin alışılmadık sıcaklığı, ne yolculuğun sıkıntısı.. hiçbir şey bir gidenin bir daha, bir daha gitme arzusuyla yanıp tutuşmasına engel olamıyor! Daha doğrusu dışarıdan bakanlar için birer “sıkıntı” gibi görünen bütün durumlar, Haccı bütün anlam boyutlarıyla “yaşayanlar” için söze dökülmesi imkansız bir idrak ve duyuş olarak ruhlara yerleşiyor.
Lebbeyk’in hikmeti
Özellikle ibadetler söz konusu olduğunda, neyi niçin yaptığımızı belirlemek anlamında “illet” tesbiti yapmak mümkün değildir, ancak bu gerçek, ibadetlerin bize bakan yönünden yansıyan hikmet parıltılarını görmemize engel oluşturmuyor.
Mukaddes mekânlara yaklaşma heyecanı içimize düştüğü andan itibaren kulluğu, teslimiyeti ve itaati en üst seviyede kelimelere döken “Lebbeyk Allâhümme lebbeyk,lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk,innel hamde venni’mete leke vel mülk,lâ şerîke lek.” cümlesinin her tekrarlanışında dilden kalbe akan ve oradan bütün benliği saran rikkat (Kalb inceliği ve yumuşaklığı), başka herhangi ibadette böylesine sarsıcı ve kalıcı olmuyor.
“Bütün emirlerine gönülden bir boyun eğişle huzurundayım; Sen bütün varlığın yegâne yaratıcısı, sahibi, hakimi, ve Rabbi olarak ne buyurduysan şeksiz-şüphesiz, itirazsız, sızlanmasız kabul edip, teslim oldum. İşte bütün adanmışlığımla huzurundayım; emret Allahım... Hamd ancak Sanadır, başta ‘var edilmişlik’ nimeti olmak üzere, hayatımızın devamı için, Seni layıkı veçhile tesbih ve tenzih, Sana gereği gibi kulluk edebilmemiz için gerekli bütün maddi ve manevi nimetlerin kaynağı ancak Sensin. İçinde benim de bulunduğum bütün varlık Senindir. Hamdde, şükürde, taat ve kullukta, mülk ve varlıkta Senin hiçbir ortağın yok. Emret Allahım!” anlamına gelen bu "boyun eğiş"cümlesi, haccın aklî bir izahı bulunmayan birçok menasiki ile tam bir uyum göstermektedir.
Sadece hacı adaylarının değil, bütün bir tabiatın müştereken terennüm ettiği bu kulluk bildirisi, haccı diğer ibadetler yanında “özel” kılan bir diğer husustur. Efendimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuştur: “Hiçbir mü’min yoktur ki, telbiye getirsin de, yeryüzünün bir ucundan ötekine sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, toprak da onunla birlikte telbiyede bulunmasın.” (Tirmizî, İbn Mâce)
Hac menasiki ve teslimiyet
Kâbe’nin etrafında niçin 7 kere dönüyoruz? Arafat Vakfesi dediğimiz “duruş”un anlamı nedir? Niçin bütün hacılar belli bir vakitte bir dağın üzerinde veya eteklerinde bulunmak ve orada belli bir süre geçirmek zorundadır? “Şeytan taşlama”nın rasyonel bir anlamı, aklî bir izahı var mıdır? Harem-i Şerif sınırları içinde avlanmanın, ağaç kesmenin, ot yolmanın… yasaklığının sebebi nedir?!
Hac ibadetini benzersiz yapan belki de tam burasıdır. İnsanı bu alemden alıp adeta Melekût Alemi’ne götüren bu iklimin her şeyi farklıdır. Hacının dünyayı soyunarak ihramı giyinmesi, dünya hayatını çağrıştıran her türlü renk, dil, cinsiyet… farklılığının, rütbe ve makamların, şöhret ve etiketlerin sıfırlanması ancak hac atmosferinin bütünlüğü içinde gerçeklik ifade ediyor. Yukarıda anlattığımız “Lebbeyk” manifestosu (Telbiye) ancak ihramlı bir kimsenin dilinde bu kadar sahici ve gerçek olabilir!
Haccın hem mukaddes mekânlarda, hem belli bir vakitte, hem de adeta bir ahiret provası tarzında eda edilmesi hep bu teslimiyeti vurgular gibidir. Bize bu dünyaya bağlanmamamız, geçici dünyayı kalıcı ahiretle birlikte yaşamamız gerektiğini ve dünyadayken yüzümüz ahirete dönük olarak yaşamamızı her vesileyle öğütleyen yüce dinimiz, bunu soyut bir kabul seviyesinde bırakmamış, hayatın içine sokmak suretiyle “gerçeklik” haline getirmiştir. İ’tikâf uygulaması bunun örneklerinden biridir. Dünyadayken dünyadan soyutlanmak, ruhu ve benliği bir süreliğine de olsa dünya taalluklarından arındırmak, bir “sünnet” olarak yaptığımız i’tikâf uygulamasının hikmet boyutunda yakalayabildiğimiz hususlardandır.
Ama dünyadayken dünyadan arınma halinin en üst seviyede gerçekliğe dönüştüğü süreç, hiç şüphe yok ki Hac ibadetinin yapıldığı zaman dilimidir. İnsanların “bir tarağın dişleri gibi” eşitlendiği, insanlar arasındaki her türlü arızî farkın ortadan kalktığı ve layıkı veçhile yerine getirildiği zaman insanı annesinden yeni doğmuşçasına tertemiz/günahsız yapan Hac ibadeti, bu yönüyle diğer ibadetlerin çok üstünde bir anlam ve öneme sahiptir.
Nitekim Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e “Hacı kimdir?” diye sorulduğunda, “Saçı başı toz toprak içinde olan, koku sürünmeyen kimsedir.” (Tirmizî, Ebu Davud) buyurması, Hac ibadetinin hakkını vermiş olmak için dünyayı ve onunla ilgili kaygıları Hac esnasında tamamen içimizden söküp atmak gerektiğini ifade etmektedir.
Kadim zamanlara uzanmak
Hac ibadetinin bizim için bir diğer önemi de, kutlu ve kadim zamanlara şahitlik etmiş mekânların bizi bürüyüp içine alan atmosferidir. Kâbe’nin ilk inşa edildiği zamanlardan, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (ikisine de selam olsun) döneminden, zamanın Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve O’nun kutlu sahabesiyle şereflendiği Saadet Asrı’na, yeryüzünde adaletin şahitleri ve bekçileri olarak yaşadığımız uzun asırlardan günümüze gelene kadar neler yaşandı bu mekânlarda, neler!.. Hac bize, o zamanlarda olmasa bile o mekânlarda bulunma fırsatı verdiği için de ayrı bir önemi haizdir. Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu noktaya dikkatlerimizi çekerek şöyle buyuruyor: “Hac menasikini ifa ettiğiniz yerlerde durunuz. Çünkü siz atanız İbrahim’in mirası üzeresiniz.” (Ebu Davud)
Hacca gitme fırsatını yakalayanların bu noktada bir ön hazırlık yapması oldukça önemlidir. Milletine mensup olma şerefine nail kılındığımız Hz. İbrahim (Aleyhisselam)’ın “tek başına bir ümmet olarak” yürüttüğü tebliğ faaliyeti, bu uğurda maruz kaldığı eziyetler… Oğlu Hz. İsmail (Aleyhisselam)’ın muhteşem teslimiyeti… Peygamberli zamanların son kıvrımında Alemlerin Efendisi (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve O’nun güzide arkadaşlarının Mekke’de ayrı, Medine’de ayrı yaşadıkları… Bütün bunlar bize, insanlığın uzun yürüyüşünde aslında herhangi bir kesinti olmadığını, Tevhid ve adalet sancağının kadim zamanlardan bu yana elden ele taşınarak geldiğini anlatıyor. Yeryüzünde insanlar için inşa edilen ilk mabet olan (Âl-i İmran, 96) kutlu Kâbe bunun en canlı şahididir; Makam-ı İbrahim de öyle...
Kâbe: Bereket ve hidayet kaynağı
Rasyonel aklın bütün mekanizmalarını işlemez hale getiren bir noktadayız şimdi. Kâbe, tarihin bir döneminde Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (ikisine de selam olsun) tarafından taş ve çamurdan inşa edilen dört köşe bir yapı mıdır sadece? O yapı ki tarih içinde birçok defa çeşitli sebeplerle tahrip olmuş, kimi zaman tamir görmüş, kimi zaman temellerine kadar sökülüp yeniden yapılmıştır.
O halde bu “yapı”nın özelliği nereden gelmektedir?
Şüphesiz ki zaman da mekân da Allah Tealâ’nın mahlukatındandır. Dolayısıyla (Ramazan ayı, Cuma günü, Kadir gecesi… gibi) bir kısım zamanlar ve (Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî, Mescid-i Aksa, Ravza-i Mutahhara… gibi) bir kısım mekânlar, özellik ve değerini bizzat kendilerinden değil, taallukatlarından alırlar. “Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” (Mekânın üstünlüğü, orada bulunanın üstünlüğünden gelir) sözü buna yakın bir durumu ifade eder. Yani zaman da, mekân da, kendilerini değerli kılan Rabb-i Müteal’in veya O’nun değer verdiklerinin değer vermesi ile değerli olur. Bu sayede madde ile mananın, fizik ile fizik ötesinin, beşer alemi ile Melekût Alemi’nin kesişme noktaları olmak, bu zaman ve mekânların ortak özelliğidir. Kutlu bir zaman olarak Hac mevsimi ve kutlu bir mekân olarak Kâbe de böyledir.
Yüce Rabbimiz (Celle celaluhu) şöyle buyurur: “Şüphesiz alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabet), Mekke’deki (Kâbe)dir.” (Âl-i İmran, 96)
Acaba Kâbe’nin insanlar için bir “bereket ve hidayet kaynağı” olması ne demektir?
Yukarıda Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail (ikisine de selam olsun) tarafından inşa edildiğini söylediğimiz Kâbe, ilgili ayetlerin (Bakara, 125-127; Hac, 26) ifadesinden de anlaşıldığı gibi, onlardan daha önce mevcut idi. İşaret ettiğimiz ayetlerde geçtiğine göre, Yüce Rabbimiz (Celle celaluhu) Kâbe’nin yerini Hz. İbrahim (Aleyhisselam)’a göstermiş, o da temelleri üzerine Kâbe’yi inşa etmişti. Keza Âl-i İmran 96. ayette de Kâbe’nin, “yeryüzünde kurulmuş ilk mabet” olduğunun zikredildiğini biliyoruz.
Bu da gösteriyor ki Kâbe, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir ve ilk yapıldığı günden bu yana hep hakkın, hakikatin, tevhidin ve hidayetin merkezi olmuştur. Rivayetlerden öğrendiğimize göre Kâbe yeryüzünün merkezi olarak, Melekût Alemi’ndeki Beyt-i Ma’mûr’un tam hizasında bulunmaktadır. (Musannef-i Abdürrezzâk, 5/28; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 11/417). Yine Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in haber verdiğine göre orayı her gün yetmiş bin melek ziyaret etmekte ve bir giden grup bir daha gitmemecesine bu böyle devam etmektedir. (Buharî, Müslim, vd.). Melekût Alemi’nde meleklerin Beyt-i Ma’mûr merkezinde eda ettiği kulluğu, dünyada da müminler Kâbe’nin etrafında ifa etmektedir.
Buna bir de Mescid-i Haram’ın doğrudan Allah Tealâ tarafından “haram bölge” olarak ilan edilmiş olması gerçeğini de ilave ettiğimizde, Kâbe ve çevresinin aynı zamanda bir emniyet ve huzur mekânı olduğunu anlarız. Avının avlanamaması, ekininin koparılamaması da bu yüzdendir.
Oraya korkuyla giren emin olur; kederle giren ferahlık bulur, günahla giren arınmış olarak çıkar. Cahiliye Araplarının şirk bataklığında debelendiği en karanlık zamanlarda bile Kâbe huzur ve güvenin adresi olma özelliğini sürdürmüş, günlerini didişmekle geçiren cahiliye Arap kabileleri, Kâbe’ye sığınanlara dokunmaz, onun hürmetini ihlal etmekten çekinirlerdi. Kâbe’nin insanlar nezdindeki bu itibar ve hürmeti dolayısıyla Yemen hükümdarı Ebrehe, kendi memleketinde bir bina inşa etmiş ve insanları Kâbe’den vaz geçirip oraya sevk etmek için Kâbe’yi yıkmaya azmetmişti. Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in dünyaya teşrif ettiği yıl meydana gelen bu olayda Ebrehe ve ordusu Fil Suresi’nde anlatılan feci akıbete uğramıştı.
E.Sifil
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
***Haccın esrarı- Faruk Beşer
...Hac aynı zamanda bir ahlak eğitimidir. Pintilik yapmamanın, cömert olmanın öneminin kat kat daha arttığı yerlerden birisi hac yolculuğudur. Bu sebeple eğer imkânı varsa hac yolcusunun harçlığını bol alması, muhtaçlara, yol arkadaşlarına hep ikramda bulunması ama israf sayılan harcamalardan kaçınması gerekir...
Yolculuklar ve özellikle de hac yolculuğu ahlaklı olabilmek için insanın nefsiyle ve şeytanı ile kıyasıya mücadele etmesi gereken zamanlardır.Güzel ahlak başkasına eziyet vermemek değil, arkadaşlarından ve komşularından gelecek eziyetlere tahammül edebilmektir...
Hacda keyif ve konfor aramak hoş değildir. Resulüllah'ın ifadeleriyle 'hacı üstü başı dağınık, toz toprak içinde olan adamdır'...
Haccın farklı ibadetlerinin her birine ve bunların yapıldığı yerlere mensek (ç: manasik) denir. Bu kelimenin kök anlamındaki ağırlıklı mana ibadettir ama aslında temizleyip arındırma anlamı da vardır. Bu sebeple hacı adayının haccın her farklı mekânında/manasikinde orayla ilgili manaları düşünüp anlamaya çalışması, böylece onu dünyaya bağlayan duygulardan arınması beklenir.
Mesela Arafat, marifetten, bilgiden gelir, Allah'ı hakkıyla tanımayı temsil eder. Meş'ar-ı haram, Allah'a isyan anlamına gelebilecek şeylerin bilincinde olmayı ifade eder, şuur kelimesinden gelir. Şeytan taşlama, orada hazırolda bulunan bir varlığı taşlama demek değildir, insanın kendisini azdırıp saptıran her duygusunu, yani herkesin kendi şeytanını taşlamayı ve ondan kurtulmayı anlatır. Kurban, kişiyi Allah'tan uzaklaştıran her sevgiliyi O'nun uğrunda feda edip O'na yaklaşmanın adıdır. Tıpkı İbrahim'in İsmail'ini kurban etmek istemesi gibi, herkesin kendi İsmail'ini feda edebilmesi demektir. Mina, ümniyye ve arzu anlamındadır. Hac menasikini hakkıyla yapan birisinin artık umduklarına nail olabilmeyi umabileceğine işaret eder. Orada artık ihrama girmekle birlikte başlayan telbiyenin kesilmesi de bundan olmalıdır. Hacı o ana kadar Allah'ın emrine amade olup geldiğini ilan edilirken, sanki o andan itibaren artık bunun karşılığını beklediğini anlatır.
Kâbe Allah'ın birliğini ve sonsuzluğunu temsil eder. Tavaf eden ona bakarken cennette Allah'ı görmeyi umut ederek bakar. Günahları sebebiyle O'nun cemalini görememekten korkar ve kendini toparlar. Yedinci kat gökte, Kâbe'nin tam hizasındaki Beytülmamur etrafında tavaf eden melekler topluluğunu düşünür, onların derecesine yükselmenin umudunu yaşar.
Hacerulesved'i selamlama ya da öpme kulun Allah'la musafaha ediyormuş gibi O'na olan ahdini yenilemesidir...
Ve nihayet Medine-i Münevvere'yi, Nurlu şehri ve Resulüllah'ın mübarek kabirlerini ziyaret ederek Allah'ın bütün bu güzellikleri bize öğrettirdiği elçisine vefa borcunu ödemiş olmayı düşünür. Onun yolunda olduğu, bu yoldan ayrılmamayı, arkadaşlarının onu canları ve malları pahasına korudukları gibi, onun sünnetini koruyacağı bilincini tazeler, bunun sözünü vermiş olur. Allah'ın şu vaadini hatırlar: “Eğer onlar kendilerine zulmettiklerinde sana gelselerdi de Allah'tan mağfiret isteselerdi, Peygamber de onlar için mağfiret isteseydi, kesin Allah'ıTevvâb/tövbeleri çokça kabul eden, Rahîm/çok merhametli bulurlardı”. (Nisa 4/64). Kabri şerifi bu ümitle ziyaret eder ve artık kalan hayatında istikametten ayrılmamaya çalışır.
***Riyâzü's Sâlihîn'in " HAC BÖLÜMÜ " Bâbı-9-
Buhârî, Hac 150, Büyû 1, Tefsîru sûre (2), 24
Açıklamalar
Abdullah İbni Abbâs hazretleri bu beyanı ile hac ibadetini yerine getirirken ticaret de yapılabileceğini ortaya koymaktadır. Araplar’ın İslâm öncesi dönemde ve özellikle hac mevsiminde Mekke civarında umumi pazarlar kurdukları, oralarda alış-veriş yaptıkları hatta şiir ve edebiyât yarışmaları düzenledikleri bilinmektedir. İbn Abbâs hazretleri bu dört büyük pazar veya panayırdan üç tanesinin adını vermiştir. Bir de Hubâşe panayırı vardır. Bu panayırların en büyüğü ve en uzun süreli olanı zilkade ayının başında kurulup yirmi gün süren Ukâz panayırı idi. Hz. Peygamber peygamberlik öncesi dönemde Kus İbni Sâide'nin ünlü hitâbesini bu panayırda dinlemişti.
İslâm geldikten sonra müslümanların bir kısmı, bu eski Câhiliye dönemi panayırlarında hac mevsiminde ticaret yapmayı hoş karşılamamışlar, aksi halde günah işleyecekleri kaygısına kapılmışlardı. Bunun üzerine nâzil olan Bakara sûresi'nin 198. âyeti, hac mevsiminde müslümanların alış - veriş yaparak Rablerinin fazl ve kereminden istifade etmelerinde herhangi bir günah bulunmadığını bildirdi. Böylece hac ibadetinin îfâsı için mukaddes topraklara giden kimselerin ticaret yapmalarında herhangi bir sakınca bulunmadığı kesinleşmiş oldu.
Günümüzde hacca gidenlere oralara ticaret için değil, ibadet için gittikleri hatırlatılarak âdeta ticaret yapmamaları önerilmektedir. Bu, ticaretin haram veya yasak olduğunu değil, ticarete dalarak hac ibadetinden elde edecekleri mânevî feyz ve bereketi kaçırmamaları anlamında bir uyarıdır. Yoksa bir insan sırf ticaret veya geçimini sağlamak maksadıyla işçi olarak oralara gitse ve hac mevsiminde de haccetse, haccı sahihtir.
Hac, bir anlamda en büyük dinî turizm olayıdır. Hele günümüzde milyonlarca insanın aynı anda aynı mekânlarda bulunması dikkate alınırsa, elbette o kadar insan arasında sadece mânevî değil maddî ve ticarî birtakım muamelelerin olması hem kaçınılmaz hem de oldukça tabiidir. Bu sebeple hacıların oralarda alış-veriş yapmalarını ve ticaretle iştigal etmelerini garipsememek gerekmektedir. Ancak bütün vaktini ticarete tahsis etmek, elbette hac niyetiyle gitmiş bir kimse için uygun olmaz. İbadeti de ticareti de kararınca yapmak gerekir.
Memleket ve yörelerin örf ve âdetine göre aşırıya kaçmadan dönüşte eş-dost ve akrabaya hediye edilmek üzere bazı şeyler almak anlayışla karşılanmalıdır. Ancak bu konuda da oldukça mûtedil davranılması gerekir. Fuzûli harcama ve israfa yol açılmamalıdır. Mukaddes topraklara olan hasret, özlem ve saygıyı arttırıcı olumlu tavırlar sergilemek herhalde hac ibadetini yerine getirme bahtiyârlığına kavuşmuş insanlara daha çok yakışır.
Hac-ticaret ilişkisi söz konusu olunca, halkımız arasında hacı olan kimsenin bir daha ticarî hayata dönmemesi, tartı - terazi başına geçmemesi gerektiği şeklindeki yanlış bir kanaate de işaret etmek yerinde olacaktır. Oysa tam aksine hac ibadetini yerine getirmiş bir müslümanın, eskisinden daha dürüst bir şekilde işinin ve ticaretinin başında olması gerekir. Namaz kılan bir müslüman ne kadar dürüst olmak zorunda ise, haccetmiş olan müslüman da aynı şekilde dürüst olmak zorundadır. Öteki ibadetleri yerine getiren müslümanlar nasıl geçimlerini sağlamak, üretmek için çalışmak zorunda iseler, haccetmiş kişiler de aynı şekilde çalışmak zorundadırlar. Ama onlara yakışan tam anlamıyla dürüst olmaya çalışmak, "hacı" sıfatını asla birtakım sahtecilikleri ört-bas etmek için kullanmamaktır.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Hac mevsiminde ticaret yapmak serbesttir.
2. Hacceden kimselerin iş ve ticaret hayatından el etek çekmesi diye bir şey söz konusu değildir.
3. “Haccı koruyamam” veya “tutamam” gibi sudan bahanelerle şartlarını elde etmiş olanların haccı ertelemeleri doğru değildir.
4. Önemli olan ibadetlerin bize kazandırdığı dürüstlüğü günlük hayatımıza aktarabilmek ve böylece müslümanca yaşamanın mutluluğunu hem tatmak hem de çevremizde bulunanlara telkin etmektir.
5. İslâm'da alış-veriş, sadece cuma günü iç ezanından cumanın farzı kılınıncaya kadar yasaktır. Bunun dışında her zaman ve her yerde serbesttir.