7 Temmuz 2024 Pazar

***MUHARREM AYI,OLANLAR ve OLMAYANLAR-Faruk Beşer




yazısındaki konuyu, Faruk Beşer Hoca kaleme almış. Mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Bu mübarek ayda bizde bu bi'datlerin yayılmasını engelleyerek ibadet yapalım inşallah.


... Muharrem boyunca güzel bir iş yaptıklarını sanan bazılarının sayıp dökecekleri bidatleri de duyacağız. Bilindiği gibi bidat günahların en çirkini ve affı en zor olanıdır. Zordur, çünkü bidat işleyenler başkalarını yanlış yola sokarlar. Onlar o yolda yürüdükçe onu ihdas edenin günahları da sürüp gider.


Önce şu kurallarımızı hatırlayalım.

Zamanların ve mekânların birbirinden farkı yoktur. Onları Allah seçer ve değerli kılar, biz de öyle inanır ve gereğini yaparız.
Kul ibadet koyamaz. İbadetlere zaman mekân keyfiyet ve sayı belirleme sadece Şeriatın sahibinin hakkıdır.
İbadetlerdeki meratip, yani derece sıralaması da yine Mabudun seçimidir. Farz sünnetten, sünnet müstehaptan değerli ve önceliklidir. Daha değerli ve öncelikli olan bırakılarak diğerinin yapılması yanlış olur.

Sünnetin birimleri olan hadislerin sıhhati için söylenecekler söylenmiştir. Biz bir hadisin sahih, zayıf ya da uydurma olduğunu ancak asıl kaynaklarına bakarak bilebiliriz. Bu konuda kahramanlık sökmez, kuru iddianın bir anlamı olmaz.
Söylemediği bir sözü Hz. Peygamber'e isnat etmek cehennemlik olmayı gerektirebilecek çirkin bir günahtır.
İmdi, Muharrem için bizim dinimizde olanlar ve olmayanlar şunlardır.

Önce olanlar

Muharrem Ayı Haram aylardan biridir. Haram olması, muhterem/değerli ve saygın olması, bu sebeple de onda savaşın yasak olması demektir.

“Ramazan orucundan sonra en faziletli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur”. Bazılarına göre bu ifade ayın tamamına da delalet edebilir, bazılar da bundan sadece dokuz, on ve on birinci günleri anlamışlardır. Çünkü Hz. Peygamber bu ayın tamamını hiç oruçlu geçirmemiştir.

Demek ki, 'Allah'ın Ayı' ifadesi de Recep için değil Muharrem için söylenmiştir. Sadece onuncu günü değil, dokuzu ve onu, ya da dokuzu onu ve on biri yahut onu ve on biri günleri oruç tutmak sünnettir.

Hz. Peygamber (sa) “Allah'tan ümit ederim ki, Aşure Günü oruç tutmak önceki bir yılın günahlarına kefaret olur” buyurmuş ve Yahudilere benzememek için de, söylediğimiz gibi ona dokuzunun ya da on birinin de ilave edilmesini istemiştir.

“Kim Aşure Günü çoluk çocuğuna bol davranırsa, Allah da ona senenin kalan günlerinde bolluk verir”, sözünün Ahmet bin Hanbel aslının bulunmadığını söyler. Bazılar zayıf bir hadistir derler. Yani hiç hesaba katılmayabilir. Ancak sevap için itibar edene de bir şey denmez demek isterler.

Aşure Günü çocukların da oruca teşvik edilmesi sünnette olan güzel bir davranıştır.
Aşure günü gerçekleştiği sayılıp dökülen olaylardan sadece Hz. Musa'nın ve kavminin Firavunun zulmünden kurtulmaları doğrudur.

Olmayanlar
Bu konuda kitap dolduracak bir edebiyat gelişmiştir.

Muharrem'de kim dokuz, on… gün oruç tutarsa Allah ona semada bir kubbe inşa eder.

 Kim Zilhicce'nin son günü, Muharrem'in ilk günü oruç tutarsa elli senelik, yetmiş senelik günahlarına kefaret olur. 

Kim Muharrem'de şöyle şöyle bir namaz kılarsa onun için şu kadar melek yaratılır, onlar onun için sürekli istiğfar ederler. 

Allah Arşı, Kürsüyü, cenneti ve cehennemi Aşure Günü yaratmıştır.

 Âdem'in tövbesi o gün kabul edilmiş, İsmail kurban edilmekten o gün kurtulmuş, Yusuf kuyudan o gün çıkarılmış, Yunus balığın karnından o gün çıkmış gibi sayılan onlarca olayın Aşure ile ilgili bir aslı ve ilgisi de yoktur. 

Kim o gün bir fakiri doyurur, bir yetimin başını okşarsa ümmetin bin fakirini doyurmuş sevabı alır, bin hac ve umre sevabı alır, yabani hayvanlar bile o gün oruç tutarlar. 

Kim o gün sürme çekerse, musafaha ederse şu kadar sevap alır gibi haberler birer çirkin yalandan ibarettir.

Aşure Günü'nü eğlence ve ışıklandırmalarla bir kutlama günü yapmak da dinimize uygun değildir.

Bütün müminlerin göz nuru Hz. Hüseyin'in Aşure Günü şehit edildiği gerçektir. Bu olay azıcık imanı olan her mümini dilhûn eder. Hatırlayınca üzülür ve zulme lanet okuruz, ancak o gün yas tutup ağlayıp dövünmek, kan akıtmak cahiliye adetlerinden çirkin birer bidattirler.

“Hz. Nûh'un Cûdi Dağı'na inmesi Aşure Günü'dür hadisi” zayıftır. Gemideki insanların azıklarından arta kalanlarla karıştırıp bir çorba yapılması söyleminin aslı yoktur. Dolayısıyla Aşure Günü aşure tatlısı yapıp dağıtmanın da dini bir dayanağı bulunmamaktadır. O güne denk getirilerek bundan bir sevap umulursa bidat işlenmiş olur. Yoksa aşure tatlısı çok güzel bir tatlıdır ve yemek kültürümüz olarak devam ettirilmelidir.

Hz. Peygamber'in hicreti sanıldığı gibi Muharrem'de değil Rabiulevvel ayındadır.
Diyebiliriz ki, Hz. Peygamber'in dediklerini ve demediklerini öğrenmek suretiyle böyle zamanlar için uydurulan sözleri ayıklamaya çalışmak böyle günlerde yapılacak en güzel ibadetlerden biridir. Mübarek olsun.

***İSLAMİ YILBAŞI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


ÖNEMLİ BİLGİ:
 Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, muharrem ayında değil rebiülevvel ayında hicret etti. Ancak o dönemde yaygın olarak kameri takvim kullanılıyordu ve ilk ay da muharrem ayı olduğu için ayların sırasına riayet ederek ve yıl olarak da hicret yılını alarak tarihi iki ay sekiz gün geri alınıp Hicri takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tesbit edildi. 

İslâm tarihinde ve Müslümanların hayâtında maddî-mânevî büyük te’sirleri bulunan Muharrem ayı ve Hicret, Hazreti Ömer(radıyallahu anh)’ın hilâfeti (Hazreti Peygamber’in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vekîli olarak Müslümanların Dînî ve dünyevî işlerini idare edip, hukûkunu koruma vazifesi) zamanında kurulan bir şûrâ (Müslümanların işlerini idare eden yetkili tarafından hazırlanan kânun tasarıları üzerine düşüncesini bildirmek gibi vazifeleri olan seçilmiş kişiler) tarafından Islâmî takvim başlangıcı olarak kabul ve ilan edilmiştir.

Hazreti Ömer
(radıyallahu anh)devrine kadar Arap yarımadasında, doğru dürüst bir takvim mevcut değildi. Geçen seneler ise, o yıl içinde meydana gelen önemli hadisenin adı ile anılıyordu.

Hicretin 21. senesinde, (miladî 643) Halife-i Müslimîn Hazreti Ömer’e
(radıyallahu anh) getirilen bir borç senedi üzerindeki ihtilaf, (anlaşmazlık) İslâmî idâre (devlet yönetimi) için esaslı bir tarih başlangıcı ve takvim kabûlünün şart olduğunu ortaya çıkardı.

Halife’ye getirilen bu ihtilaflı senette, borcun Şaban ayında ödeneceği yazılıydı. Ancak bu ay, alacaklının iddiasına göre, bu yılın; borçluya göre ise, gelecek yılın Şaban ayı olarak gösteriliyordu.

Ayrıca hudutları çok genişlemiş bulunan İslâm memleketlerindeki vâlilerden Hilâfet makâmına gelen yazılarda da, bu gibi tereddüde sevkedici
(şüphe ve kararsızlığa sebep olucu) zaman mefhumları ortaya çıkıyordu.

İleri görüşlü büyük halife Hazreti Ömer
(radıyallahu anh), ileride bu işin daha çok karışıklıklara sebebiyet vereceğini, daha çok mahzurlar çıkaracağını düşünerek, istişâre (eshâbın büyükleri ve âlimlerinden oluşan danışma) meclisini topladı. Meseleyi izah ederek bir tarih ve takvim başlangıcı tesbit edilmesini istedi.

O tarihte dünyada kullanılmakta olan muhtelif millet ve inançlara mahsus takvimlerden birisinin kullanılmasına dair tekliflerde bulunanlar oldu, ancak bu tekliflerin hiç biri “İslâmî
(Kur’ân’da ve Rasûlüllah’ın uygulamalarında örneği) olmadığı için” kabul görmedi.

Daha sonra, Rasûlüllah’ın
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ifadeleri ile “İlim şehrinin kapısı ” makâmının sâhibi ve eshâbın en âlimi bulunan Hazreti Ali kerremAllahü vecheh: “Rasûlüllah’ın(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Mekke’den Medine’ye yaptığı tarihî hicretinin, takvim yılı başlangıcı olmasını” teklif etti.

Bu teklif, heyette bulunanlar tarafından ittifakla kabul edildi. Ancak küçük bir değişiklik yapılarak mer’iyete
(yürürlüğe) konuldu.

Şöyle ki; Rasûlüllah’ın
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hicreti, 12 Rebîülevvel, miladî 622 senesinde vukû bulmuştu. Araplar arasında ise, sene başı, Muharrem ayının biri olarak kabul edilegelirdi. Bu hususta kolayca intibâkı (uyumu) sağlamak için, yeni kabul edilen hicret takvimi yılının başı, o senenin Muharrem ayının biri olarak kabul edildi. Böylece, 1 Muharrem miladî 622 senesi, Hicrî birinci senenin başlangıcı oldu. İslâm âlemi de kendi takvimine kavuşmuş oldu.

Özetle;  Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, rebiülevvel ayında hicret etmişti. Ancak yaygın olarak kameri takvim kullanılıyordu ve ilk ay da muharrem ayı olduğu için Hz Ömer (radıyallahu anh) ayların sırasına riayet ederek yıl olarak hicret yılını ay olarak da kameri yıl muharrem ayı ile başladığından tarih iki ay sekiz gün geri alınıp Hicri takvimin başlangıcı 23 Temmuz 622 olarak tesbit edildi. 

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 122

Sorumluluk toplumun kendisindedir

Allah celle ve alâ’ya isyan eden hiç bir mahluka (adı halife, şeyh ne olursa olsun) itaat asla yoktur. 

Bireyin aklını pasifize eden, onu zayıflatan, emre buyruk hale getiren anlayışlar kesinlikle İslamî değildir. 

Allah bireyin sorumluluğunu kaldırmamıştır. 

“Yöneticine itaat et, anlamasan da itaat et, ne derse yap” şeklinde bir zorlama yoktur. Tam tersi, yöneticinin senden istediğine akletmelisin. Yaratıcı’ya karşı gelecek bir şeyi senden istiyorsa itiraz etmelisin, tepki vermelisin. Kur’anın yaklaşımı bu, Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in tesis ettiği toplum da bu. 

O yüzden peygamberimizin meclisinde de, hutbesinde de kalkıp soru soran insanlar görebilmektesiniz. Ondan sonraki topluluklarda da hutbe verirken Hz Ebubekir’e, Hz Ömer’e itiraz eden, muhalefet eden, “sana itaat etmiyorum” diyen kimseler görmektesiniz. 

Bunlar Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in oluşturduğu, bireylere sorumluluklarını iyice bellettiği, canlı toplumların tezahürüdür. 

Ne var ki sonralarda, bireyin sorumluluğunu törpüleyip yontan, hatta dini-İslamî argümanlar ile bunu ortadan kaldıran, Halife’ye itaati Yaratıcı’ya itaatin bir parçası olarak vurgulayıp, kişilerin sorgulayıcı yanını kaldıran, susan, her türlü zulme sessiz kalan, emre buyruk, ihtilal yapamayan, başkaldıramayan, yıllarca diktatöryel yönetimlere karşı sessiz, pısırık o toplulukları böyle oluşturdular. 

Bu, İslam’dan kaynaklanan değil, insanların kendi elleriyle bozduğu bir yapının neticesidir. 

Kuranı Kerîm “Onlar başlarındakilere itaat ederler, onun dediğinden çıkmazlar” demedi. Sorumluluk toplumun kendisindedir. Sorumluluğu toplumdan çekip kendi uhdesine aldığını söyleyenler toplumu pasifize etmiştir. Topluma “Siz işinize bakın, artık yönetim benim elimde. Ben ölene kadar böyle devam edecek. Hatta ben öldükten sonra da benim soyum üzerinden devam edecek.” algısını oluşturan ve bunu toplumun selameti açısından en uygun yolmuş gibi, fitne tazyikiyle (bak bu sisteme yanaşmazsanız fitne çıkar) toplumu sindiren anlayışlar, toplumun çökmesine, her türlü haktan ve gelişmeden mahrum kalmasına ve çürümesine yol açmışlardır. Halbuki canlı bir tartışma-muhalefet ortamı, yanlış bir filizin önünü keser ve böylece toplumda esenliğin, selametin, dürüstlüğün, nizamın sağlıklı ve kalıcı olmasına imkan verir. 

Adı halife de olsa kişilerin uhdesine bırakılacak bir şey değildir İslam toplumunun yönetimi ve akibeti. Allah “Onlar her türlü işlerini istişare ile çözerler.”derken hariçten gazel okumuyor. Katılımcılık ilkesi Kuranın emridir. 

Allah celle ve alâ halkın bile ses çıkarmasını beklerken alimler, ilim sahipleri ses çıkarmadılar. 

Vaktiyle ilim sahiplerine zoraki kadılık görevi vermek isteyenler, onu yönetimin bir parçası haline getirip böylece susturmak isteyenler kendi düzenlerini kurmaya çalışıyorlardı. Adına hilafet de deseniz bu İslamî bir şey değildi. Onlar “ben ne dersem o olsun” diyen kendi düzenlerini kurmaya çalışıyorlardı !!! 

Nitekim kimi alimler buna isyan ettiler, sistemin bir parçası olmamak için hapishanelerde işkence gördüler. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

5 Temmuz 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 121

Namaz onların muhafızlarıdır

Şûrâ 38: “Rablerinin çağrısına icabet ederler, namazı ikame ederler.”

Cenab-ı Allah’ı hatırlatan her türlü çağrıdan, çağrışımdan uzak duran kimseler vardır. 

Rablerine icabet etmediği suçluluğu yaşamamak için, buna dair hatırlatıcı unsurlardan uzak duran kimseler. 

“Eyvah, camiye yakın yerde ev tutmuşuz. Ben burada nasıl yaşayacağım. Her gün ezan sesi beni rahatsız ediyor.” 

Bu çağrı, bu mesaj onu rahatsız ettiği için camiye uzak muhitleri tercih ediyor. Biri etrafta ölümü hatırlatacak olsa “içimizi kararttın bunalttın” diye onu susturanlar, suçluluklarını derinden hissederler ki, bundan kaçmak için bir ömür farenin kediden kaçtığı gibi Allah’ın ayetlerinden ve Allah’ı işaret eden her türlü şeyden uzak kalarak güya kendilerince rahatlamaya çalışırlar. 

Böyle kimselere Cenab-ı Hakk’ı hatırlattığımızda yaydan çıkmış ok gibi ani tepkiler vermelerine şaşırmamak lazım. 

O tepkileri bize değil. O tepkileri, içlerinde var olan sıkışmış, hazır tepkilerdir. 

Kendi içlerinde çözememişlerdir, bizden duyduklarında bize patlarlar. Mesaiyi dünyaya harcayıp, Cenab-ı Hakk’ın çağrısına icabet etmeyenler ağır bir sorumluluğu yaşarlar. 

Rablerine icabet edenlerin hayatlarındaki en belirgin unsur namazdır. Resulullah (sav) Mü’min olanla olmayan arasındaki en temel fark namazdır, buyurmuştur. Onlar ki namazların muhafızlarıdır, namaz da onların muhafızlarıdır, bekçileridir. Karşılıklı birbirini koruyan, bekleyen mıknatısın iki kutbu gibi. 

“Onlar işlerini kendi aralarında şûrâ ile hallederler.”

İstişare ile birbirlerine danışarak hallederler. Mü’minler öyle kimselerdir. Mü’minler istişare ederken hangi referansları kullanacaklar? Elbetteki ayeti kerimelere ve peygamber efendimizin (sav) uygulamalarına dayanarak görüşme yapacaklar: 

“Bu konuda Rabbimizin bir sözü yönlendirmesi var mı? Peygamberimizin uygulamaları nasıldı?”

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

4 Temmuz 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 120

Sabır tek başına baş edilmesi ağır olabilir

Sabrı, Cenab-ı Allah yaşamın her alanında başvuracağımız bir kavram olarak önümüze koyuyor. 

Ve eşliğinde de çoğu zaman namazı zikrediyor. 

Sabır tek başına baş edilmesi ağır, zor olabilir. Bedende sabrı etkili ve sürdürebilir kılabilmek için eşliğinde namaz kılmak, hamd etmek gerektir. 

Böylece sen razı olursun, mutmain hissedersin. 

Rabbi’ni anmakla Allah kalbine sükunet indirir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

3 Temmuz 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 119

Mü’minler sabra tutunmalı

Şûrâ 43: “Ama kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu güçlü irade gerektiren işlerdendir.”

Marufu anlat, marufu yay, doğruyu söyle, kötülükten sakındır. Ve başına gelene sabret. 

Bunları yapan kimsenin başına neler geleceğini biliriz, sen doğruyu söyleyince dokuz köyden kovulacaksın. Aile içinde bile doğruyu söylediğin takdirde yerilecek, küçümsenecek, hakir görüleceksin. 

Dolayısıyla sabra ihtiyacın var. Hele kötülükten sakındırmak istediğinde, sanki iyi olan onlar kötü olan senmişsin gibi dalga geçecekler. Mü’minlerin sabra tutunmaları, Cenab-ı Hakk’ın özellikle test ettiği bir sahadan ibaret. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

2 Temmuz 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 118

Allah bir kerecik yanlış yaptın diye hemen azab vermez

Delalet içinde ölen kimseleri Cenab-ı Hak neden mahşerde yüzleri üzre, kör, sağır, dilsiz ve sahipsiz olarak sürükleyerek haşredecek? 

Kanaatimce şundan ötürü; Allah’ın ayetlerine karşı israf ile karşılık verdiler, umursamadılar. Ayetlerden kaçtılar, gözlerini kapatıp kulaklarını tıkadılar. 

Şûrâ 44: “Allah kimi delalete, sapkınlığa uğratırsa artık onun velisi olmaz.”

Bir insan, Cenab-ı Hakk’ı memnun edememiş, O’nun o müşfik, o esirgeyen, o rahmet dolu yaklaşımına karşı ısrarla, inatla, istikbarla delaleti hak edecek bir hoyratlıkla davranmış ise artık Allah celle ve alâ onun velisi olmaz. Artık onun dostu yok. 

Bir kimse delalete saptırılmayı hak edecek davranışlarından ötürü, Allah celle ve alâ onu delalete sürüklediyse bu gelinen noktanın kurtuluşu yok. 

Sadece Allah’ı memnun etmeye odaklanmak gerekmektedir. Allah bir kerecik yanlış yaptın diye hemen azab vermez, o Halîm olandır. Toleranslıdır. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 117

Yaptığı sınav da O'nun gücüne ve ilmine uygun düşecek mükemmelliktedir

Bu mükemmel sistemleri var eden Cenab-ı Hakk’ın sınavını da ona uygun olarak düşünmemiz lazım. Nasıl yaratmada, yaşatmada kusur işlememişse, atomlardan yıldızlara kadar bunca karmaşık ve iç içe sistemi gücü ve ilmiyle yaratmışsa ve bu bizde hayranlık oluşturuyorsa, O’nun yaptığı sınav da bu güce ve ilme uygun düşecek mükemmelliktedir. 

Bu sistemdeki denge ne kadar ayarlı, ahenkli ise sınavımız da aynı şekilde ayarlı, dengeli, intizamlı, ahenkli, anlaşılır, mantıklı ve hayranlık uyandıracak güzellikle olmalıdır. O’nun sınavlarını adaletsiz tasavvur etmek; bunca kanıtı ve sanatı ortadayken, bizim kendi kendimizle çelişmemiz olur. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

29 Haziran 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 116

Bir uyduruk ehliyet sınavındaki kadar heyecanlanamayışımız!

Haşr gününün ürpertisi, heyecanı konusunda kendimi ve insanlığı derin bir aymazlığın içerisinde görüyorum. 

Nedense heyecanlanamıyoruz. Bir uyduruk ehliyet sınavındaki kadar heyecanlanamayışımıza şaşırıyorum. 

Kuran-ı Kerim’de bitiş çizgisini Allah CELLE CELÂLUH bize defaatle vurguluyor. 

Her an böyle dehşetli bir günle karşılaşacak olan bizlerin heyecan yapamayışımızı anlamakta zorlanıyorum. “Ey insanlar, bu yaşam bitmeden yapmanız gerekenleri, Rabbinize icabetimizi muhakkak yerine getirin. Gerçekten O’nun vâdettikleri haktır, sakın yanılmayın.” 

Bu ifadelere neden kendimizi kaptıramıyoruz, değişik bir aymazlıkla yaşıyoruz. Başına ölüm gelmeyenler için dünya güllük gülistanlık, başına gelenler içinde her şey harap bir halde. Bir gün ben de aynı duruma düşeceğim tümevarımını yapamıyor, serinkanlı yaşıyoruz. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

28 Haziran 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 115

Esas olan Rabbimize olan güvenimiz

Cenab-ı Allah, kul neye tutunmaya çalışırsa Kendisi’nden gayrı elinin altından çekip alıyor. Çünkü orada “Bana tutun” diyor. 


Kişinin Rabbi’yle kaim olması muazzam bir şeydir. Esas olan Rabbimize olan güvenimiz, O’nun esirgemesine olan güvenimiz. 

Bu aradaki bağlantı bizi mutlu ediyor, yarınlar için bu bağlantı ile kendimizi huzurlu hissediyorsak, bu yaklaşım Mü’min olmayan ile Mü’min arasındaki temel farktır. 

Biz hayatımızda neyin üzerine titrersek, Cenab-ı Hakk’a adeta bunun değersiz olduğunu göster diye yalvarmış oluyoruz. 

Cenabı Hak da çekip alıyor, o şeyi bir hiçe dönüştürüyor. O anda anlıyoruz, muazzam bir düşünceye çekiliyoruz. Bu işleri kim çekip çeviriyor???

“Benim Rabbim var” diyenler mutluluğu yakalayabiliyorlar. Diğer değişkenler onun mutluluğuna zarar veremiyor. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

27 Haziran 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 114


Biz başkasının sorusuyuz!

Birimiz diğerimize sınav aracıyız. 

Hayatımızdaki herkes sınavımızın parçası, ama aynı zamanda biz de onlara sınav malzemesi olup duruyoruz. 

Böyle karmaşık bir yapıyı yürüten Cenab-ı Hak sınırsız ilim ve kudret sahibi. 

Biz başkasının sorusuyuz adeta. Aynı anda da başkaları bizim sorumuz noktasında. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

21 Haziran 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 113

İnsan 150 sene daha yaşasaydı yine öğüt almayacaktı

Cenab-ı Hak, hakikati kabul edecek, kulluğunu ikrar edecek, öğüt alacak kimsenin, Yüce Yaradan’ına saygı gösterecek bir niyette olan kimsenin bunda muvaffak olacak kadar imkan ve ömrü insanlara nasip ettiğini söylüyor. 


İnsanların yaşama ömürlerinde de çeşitlilik vardır, bazıları bu duruma itiraz ediyor. “20 sene yaşadı, belki 40 sene yaşasaydı öğrenecekleriyle belki hidayet bulacaktı. 

Mesela bak kardeşi 40’ında hidayet buldu. Ama o bu yaşta kaza geçirerek son derece menfi bir hayat üzre vefat etti. Neresinde bunun fırsat eşitliği” gibi sorgulamalar da yanlış. 

Çünkü görünürde bizim 20 senelik gibi gördüğümüz ömürde o dediğimiz şey bu kişi için gerçekleşmiş. 

Yani Cenab-ı Hak kimisine 20 senelik ömürde yaşatır, diğerine daha seyreltilmiş halde 40 senede yaşatır. Biz dışarıdan farklı farklı uzunlukta yaşamlar görürüz ama bunu Cenab-ı Hak nisbî olarak dengeler, adil bir imkan ve fırsatı verir. 

O kişi 20 sene daha değil 150 sene daha yaşasaydı yine öğüt almayacaktı. Yani o öyle bir sınandı ki kalan müddet ne kadar uzun olursa olsun Allah’ın o kişi için hükmü değişmiyor. Tüm insanlar hakkında bu böyle. 

Allah ölçme ve test etmede fire vermez. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

20 Haziran 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 112

İbrahim aleyhisselam evlat sevgisinden vazgeçebileceğini gösterdi

İbrahim aleyhisselam ve İsmail aleyhisselam... 


Bu ikili, baba sevgisinin, oğul sevgisinin ve de can sevgisinin Cenab-ı Allah’ın emri karşısında bir hiç olduğunun en kalıcı, en gözle görülen, en tereddütsüz kanıtını icra ettiler. 

Onlar icra edince Cenabı Hak bize şunu gösterdi; “Ben ne çocuğu istedim ne babaya kıymak istedim. Ben sadece önceliğimi görmek istedim.” 

İbrahim aleyhisselam evlat sevgisinden vazgeçebileceğini gösterdi. 

Cenabı Allah da onu bütün insanlığa baba olarak takdim etti. Çünkü o babalığın en kralını yaptı, çocuğunu bile Yüce Yaratıcı karşısında bir hiç saydı. 

Çocuğunuza bakarken sınavda testin en önemli sorusuna bakar gibi bakın!!!

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 


19 Haziran 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 111

Çocuklarına bir iyilik yapacaksan onları ateşten koru!

Allah-u Teala’nın Kuran-ı Kerîm’de öğrettiği salih bir şekilde yaşayıp, Allah’a sığınıp, orada güvenlik aramak varken, çocuklarımız için hayali bir kurgu oluşturuyoruz, sığ bir dünya kuruyoruz, “Bizler çocuklarımız için, çocuklarımız bizler için olacaklar ve onlara iyi bir gelecek bırakarak hayatı devredeceğiz.” 

Bu şeytanın neredeyse her insana yutturduğu basit bir bilmeceden ibaret. Bu kurgunun içinde Yüce Yaratıcı’nın her şeye kudretinin yettiği inancı yok. Bu kurgunun içinde, hayatın zorluklarla dolu olduğu, tedbirin kendi başımıza alınması gerektiği, Allah’a güvenerek olursa “İşin Allah’a kalmış, sokaklarda kalırsın, perişan olursun.” biçiminde, arka planda tamamen seküler bir yaklaşım var. 

Tâhâ 132: “… ailene namaz kılmayı emret. Ve bunun üzerinde sabırlı bir şekilde dur.” 

Yani pes etme. “Bugün emrettim, yarınlarda emrettim ama kılmıyor, ben de yakasını bıraktım” diyorsun ama Cenabı Hak yakasını bırak diye emretmiyor. 

Sen çocuklarına bir iyilik yapacaksan onları ateşten koru. 

Onu gerçekten korumak istiyorsan ona namazı emret. “20 yıldır her sabah kaldırmaya çalışıyorum ama kalkmıyor hocam ne yapacağım?” Öyleyse 21. Yılı da aynı şekilde geçireceksin. Ayette sana “Artık bırakabilirsin” demiyor. Artık senin hanende değil, başka evde yaşıyor. Bundan sonra sorumluluk kalktı mı? Kalkmadı. 

Eğer Allah’ın elçisine bakarsan, namazda eğer Hz. Ali’yi görmediyse doğrudan Fâtıma’nın evine gider ve neden namaza kalkmadıklarını sorardı. Onların namazı konusunda bu denli sabırlı ve titiz bir bekçiydi; çünkü Yüce Yaratıcı’nın emri ortada. 

O namazı terk ettiği halde sen onla iyi olamazsın. O namazı terk ettiğinde, sen onunla iyi isen, artık o senin hayatında Cenab-ı Hak ile yarışa başlamış demektir. 

Artık Cenab-ı Hakk’ın bir emri çocuk dolayısıyla yere düşmüş ve çocuğun hatrı Cenab-ı Hakk’ı dengelemektedir. “N’apalım, şimdilik idare ediyoruz.” demek bir ödündür, bu ödünün ileride neyi getireceği bilinmez. 

Senin ailen hususunda birinci yükümlülüğün onlara namazı emretmek. “Ben sanıyordum ki birinci yükümlülüğüm akşam eve yiyecek götürmek” Hayır değil. “Biz senden rızk istemiyoruz; üstelik seni de biz rızıklandırıyoruz.” diyor ayeti kerime. Seni de biz yedirip giydiriyoruz. 

Eğer bir baba ailede Allah’ın halifesi olmak istiyorsa, ailede Allah’ın sözünün temsilcisi olmak istiyorsa, o babanın sorumluluğu ailede namaz kılınmasını gözetmektir. 

Şunu unutma sonuç müttakîlerin olacaktır. Bu düzeyde sakınma sahibi olan, hayatında Allah’ın buyruklarını öncelemiş olan, çocuğu namazı terk ettiğinde artık onunla problemli hale gelmiş “Sen Allah’la mesafelisin yavrum, ben de seninle mesafeliyim. Sen O’nunla arayı açtıkça benimle de böyle olacaksın” diyebilen. 

O çocuk bilecek ki “Babam bana karşı şuan soğuk çünkü ben Allah’a karşı soğuk duruyorum. Ben Allah’ın emrini yapmadıkça babam bana ısınamıyor. Çünkü ben babamın hayatında, eğer konu Allah’sa, bir hiçim.” 

Çocuk bundan emin olduğu gün, biz o sınavdan geçmişiz demektir. 

Ama çocuk “Yok, babam bana canını verir. Ben namaz kılmasam da katlanır buna. Ben düğünümü içkili de yapsam katlanır. Babam dindar bir insandır ama çocuklarına çok düşkündür.” 

Çocuğun izlenim ve deneyimleri buysa; o zaman Yüce Yaratıcı’yı geride bırakan öne çıkmış bir tanrıdan söz ediyoruz demektir. Kendisi tanrı değil ama, buyrukları Yüce Yaratıcı’yı geride bıraktığı için Allah ona şerik diyor, ortağım diyor, haberimiz yok !!!

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

18 Haziran 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 110


Ruh, Allah-u Teala’nın bir parçası değil, emriyle ortaya çıkmış bir varlıktır

Şûrâ Sûresi Mart 2023 


Ruh, Allah-u Teala’nın bir parçası değil, emriyle ortaya çıkmış bir varlıktır. 
Rabb’e saygı ve tazimde bulunur. 

Ruh Allah-u Teala’nın bir parçası değildir, Allah hâşâ ruhtan ibaret değildir. Hz Adem’in yaratılışında “Ona ruhumdan üfledim” demesi, “Ona emrimden olan ruhtan üfledim.” anlamındadır. 

Her birimizin içinde bulunan bu ruh, kişiye kişilik kazandıran Cenab-ı Hakk’ın muazzam bir eseri. Ama Allah’ın bir parçası olarak, O’ndan kopmuş bir unsur olarak görmek söz konusu değil. Asla Yüce Yaratıcı’nın gölgesi veya parçacıkları değillerdir. 

Zaten aklen düşünecek olsak Zâtı İlahi için bu muhaldir. Hz Mesih’in yaratılışında da Cenabı Hak Hz Meryem’e “Ona ruhumuzdan üfleyiverdik” haberini bize veriyor. (Gönderdiği elçi üzerinden) Bu ifadeyi hem Hz Adem’in hem Hz Mesih’in yaratılışında görüyoruz. Yaratılışları benzerdir. OL emriyle yaratıldılar. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

17 Haziran 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 109

Din sadece Cenab-ı Hakk’a tahsis edilmiş olmalı

İnsan hiç bir şeye ümit bağlamayacak, ümidi sadece Cenab-ı Hak olacak, gayesi amacı bütün beklentileri O’na dayalı olacak. 

Böyle olursa din sadece Cenab-ı Hakk’a tahsis edilmiş olur. Buna erişmek kolay değil. 

Kul bu anlamda gayrette bulunursa Cenab-ı Hak onu muvaffak kılar.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

10 Haziran 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 108

Kuran-ı Kerim’e göre içimizde Nuh aleyhisselam’ın soyundan gelmeyen kimse bulunmamaktadır

Sâffât 75-82: “Vaktiyle Nuh bize yakarmıştı, biz de ne güzel karşılık vermiştik. Nitekim kendisini ve ailesini o büyük felaketten kurtardık. Ve yalnız onun zürriyetini kalıcı kıldık. Onun hakkında iyi bir ün yaptık.”

Nuh 950 sene sabretti, dişini sıktı. Allah’a olan itimatını korudu. Biz de onu zayi etmedik. Biz de ona ödül verdik onu ikinci Adem yaptık, zürriyetini kalıcı kıldık. 

Diğer herkesin soyu tufanda ölüp bittiler, gemiye binenlerden de zürriyet kalmadı. Nuh aleyhisselam böylece insanlığın ikinci atası oldu. 

Dolayısıyla Kuran-ı Kerim’e göre içimizde Nuh aleyhisselam’ın soyundan gelmeyen kimse bulunmamaktadır. 

Zaman zaman söylediğimiz “hepimiz Ademin çocuklarıyız” cümlesini “hepimiz Nuh’un çocuklarıyız” şeklinde de söyleyebiliriz. 

Nuh aleyhisselam herkesin atası oluverdi, namı da hiç silinmedi. Allah-u Teala böyle insana selam eder.

“Bütün alemlerde ona selam olsun. İşte biz muhsinlere böyle karşılık veririz.”  

Nuh aleyhisselam muhsin biriydi ve sizlerden de muhsin, güzel davranan kimseler bekliyorum. -ki karşılık vereyim. 

Cenab-ı Hak kısacası bize sahne sizin diyor. Buradan manayı, dersi kaptınsa yol senin. Artık böyle bir şeyi elde etmek için çabalayabilirsin. Bunun en güzel örneğini Resulullah efendimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle tarif etmiş: Allahı görüyormuş gibi yaşamak, Allahı görüyorcasına ibadet etmek. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

9 Haziran 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 107

Siz ve atalarınız da dalalet içindesiniz

Sâffât 85, 86: “Babasına ve kavmine Siz neye tapıyorsunuz? demişti; Allahtan başka düzmece tanrılar mı edinmek istiyorsunuz?”


Sizin tanrılarınız işe yaramaz ve hepsi benim düşmanım. 

Bunu kim söylüyor? Gencecik bir çocuk söylüyor, Hz İbrahim. 

Şu ibadet ettiğiniz putlar var ya, sadece bunlar değil en eski atalarınızın ibadet ettiği putlara kadar, hepsini düşman ilan ediyorum. 

Onlar için atalarına söz söylemek son derece vahim bir şey. İbrahim aleyhisselam da en ağır bir biçimde tüm atalarını kast etti. Siz ve atalarınız da dalalet içindesiniz, dedi. 

İbrahim aleyhisselam böyle söyleyince şok oldular. Gencecik bir çocuk birdenbire kralın çıplak olduğunu haykırıyor. Bunlar sizin tanrılarınız değil. Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir. Ben de buna tanığım. O beni yaratandır, gece gündüz yedirendir, bana yol gösterendir. Her yapılan işi zaten o yapıyor. Bakın sizin tanrılarınız hiç bir şey yapmıyor. Hastalandığımda bana şifa veren odur. 

İbrahim aleyhisselam diyor ki: “Yazıklar olsun size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Akletmiyor musunuz?” 

İnanın Hz İbrahim’in bu sözü bütün Kuran gibi bir şeydir. Yergi var. İnsanın sahip olduğu donanımlara sadık olmaması, Allah’ın kendisine verdiği imkanları kullanmaması dolayısıyla yergi var. 

İnsanın yaratılışındaki büyüklük var. Yegane olan Allah’tan gayrısına tapınmaya insanın yönelmesi var. 

Bunlar Kur'an'ın anlattığı temel konulardır. Ve en sondaki Kur'an'ın en temel sorusu: Akletmiyor musunuz? 

Bütün Kuran’da hangi sûreyi okursanız okuyun konu buraya gelecektir. Konu İbrahim aleyhisselam’a gelecektir, konu yegane ilaha güvenmeye dayanmaya, sadece O’na dua etmeye, O’ndan gayrı herkesi ve her şeyi kendisi gibi kul ve aciz bilmeye gelecek. Ve bu noktaya gelmeyen, uzaklaşan insanların akletmeyişlerini yeren bir yerde düğümlenecektir. 

Bu mesaj sadece Kuran’da değil, İbrahim aleyhisselam’ın sahifelerinde de bu vardı, Nuh aleyhisselamın getirdiklerinde de bu vardı, Musa aleyhisselam’ın kitabında da bu vardı. Cenab-ı Hak bütün öncekilerin mesajının bu olduğunu söylüyor. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

30 Mayıs 2024 Perşembe

Pişmanlık tevbenin ilk şartıdır


Tevbenin özünde pişmanlık vardır. Hakiki bir tevbe için nefsin kendisi ile hesaplaşması, mücadele etmesi gerekir. Zaten Allah Resûlü"nün ifadesi ile günah, insanın içini tırmalayan ve başkalarının haberdar olmasını istemediği şeydir. Yani her an pişmanlık duyabileceği bir iştir. Pişmanlık ise tevbenin ilk şartıdır.

Tevbe, işlenen günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemektir. 

Ardından istiğfar etmek, yani, Allah"tan, affetmesini istemek gelmelidir ki, tevbe tamamlanmış olsun. O hâlde, tevbe-istiğfar, kulun, işlediği günahtan pişmanlık duyarak bir daha o günaha dönmemesi ve Allah"tan kendisini affetmesini istemesidir. 

23 Mayıs 2024 Perşembe

Iskât-ı savm, ölünün üzerindeki oruç borçlarını düşürmek demektir. Iskât, kişinin sağlığında çeşitli sebeplerle eda edemediği oruç, adak, keffâret gibi dinî mükellefiyetlerinin, ölümünden sonra fidye ödenerek düşürülmesi, böylece o kişinin bu tür borçlarından kurtulması anlamını taşır.
Ölünün üzerinden, sağlığında mazereti sebebiyle tutamadığı oruç borçlarının düşürülmesi için fidye verilmesi hususu, âyet ile sabittir. Kur’ân-ı Kerîm’de, “Oruç tutmaya güç yetiremeyenler, bir yoksul doyumuna yetecek kadar fidye öder.” (el-Bakara, 2/184) buyrulmaktadır.
Bu âyetin hükmüne göre, oruca güç yetiremeyen veya sağlık mazeretleri sebebiyle Ramazan’da ve diğer zamanlarda oruç tutmaktan aciz olan kimselerin, tutamadıkları her bir gün için fidye ödemeleri gerekir. Âyette, hayatta olup oruç tutmaya sağlığı imkân vermeyenlerin fidye vermeleri söz konusu edilmektedir. Hayatta iken imkân buldukları hâlde oruç tutmadan ölenler için oruç keffâreti ödenip ödenemeyeceği konusu âlimler arasında tartışmalıdır.
Fakihlerin çoğunluğu, yukarıdaki âyet-i kerîmeden hareketle, mazeretli veya mazeretsiz oruç tutmamış ve kaza etmeden vefat etmiş olan kimselerin oruç borçları için de fidye ödeneceğini, hatta bu kimselerin bu konuda vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmişlerdir (Merğinânî, el-Hidâye, 1/124). Çünkü fidyenin gerekçesi, oruç tutmaktan aciz olmaktır. Ölen kimse de oruç tutmaktan mutlak surette acizdir. O hâlde bunların durumu, tutamadıkları oruca karşı fidye vermeleri nass ile sabit olan kişilerin durumuna kıyas edilebilir (Serahsî, el-Mebsût, 3/100; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3/151). Başta Şâfiî mezhebi olmak üzere bazı görüşlere göre ise bir kimse imkânı olduğu hâlde fidyeyi vermeden ölürse vasiyete de gerek olmaksızın bıraktığı mirastan ödenir. Zira onun fidye ödemesi, hasta ve yolcunun orucu kaza etmesi gibidir (Nevevî, el-Mecmû’, 6/259).

22 Mayıs 2024 Çarşamba

Müctehidin bilmesi gereken ilimler

Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört mezhep meşhûrdur.

 Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, mânâları açıkça anlaşılamayanları, açıkça bildirilen diğer dînî hükümlere kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkaran derin âlimlere “Müctehid” denir.

Müctehid dîn imâmlarına (âlimlerine) uymak, onların ictihâdları ile amel etmek Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymanın aynısı sayılır. Nitekim büyük tefsîr âlimi Kâdî Beydâvî buyuruyor ki: “Dînî hükümlerde, Peygamberlere ve müctehidlerin doğru, sağlam delîlleriyle bilinenlere uymak, hakîkatte onları taklîd değil, Allahü teâlânın indirdiğine, yâni Kur’ân-ı kerîme uymaktır. Çünkü (Bilmiyorsanız, ilim ehline [müctehid âlimlere] sorunuz) meâlindeki âyet-i kerîme buna işâret etmektedir.”

Bir Müslümânın müctehid olabilmesi için lüzûmlu olan onlarca şartı birleştirerek, 5 ana kategori hâlinde arz edelim:

1- Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâat şekillerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, âyet-i kerîmelerin hüküm bildirenlerini, geçmişten haber verenlerini, nüzûl sebeplerini yâni hangi hâdise üzerine ve ne için indiğini, mensûh olup olmadığını yanî hükmünün kaldırılıp, kaldırılmadığını bilmesi lâzımdır.

2- Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini, sahîhlerini, uydurmalarını, râvîlerini, yâni kimler nakletmişlerse onları bilmesi ve tanıması, hadîs-i şerîfin niçin, nerede ve ne zaman söylendiğini bilmesi, Kütüb-i Sitte ve diğer hadîs kitaplarında geçen yüz binlerce hadîs-i şerîfi, rivâyet edenlerle birlikte ezberlemesi lâzımdır.

3- Arab dilini iyi bilmesi ve kelime mânâlarını ezberlemiş olması, lehçe farklarını, kelimelerin hakîkî ve mecâz mânâlarını bilmesi, fıkıh âlimi olması, hükümlerin delîllerini bilmesi gerekli.

4- Ayrıca verâ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır.

5- Bunun yanında, zamânın fen bilgilerini de yeteri kadar bilmesi şarttır.

Bunlar kendisinde bulunan bir zât taklit olunabilir; fetvâ verebilir. Bütün bu üstünlüklerden biri bulunmazsa, müctehid olamaz; dînde söz sâhibi olamaz; onu taklit etmek câiz olmaz. Bunun bir müctehidi taklit etmesi lâzım olur.

Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört mezhep meşhûrdur. Mezhep imâmlarının, abdestte, namazda, nikâhta, mîrâsta, vasiyetlerde, talâkta (boşama), cürüm ve cinâyetlerde, alışverişte ve bunlar gibi birçok şeylerde, birbirlerine uymayan sözleri, hep ictihâdlarından olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir.

Dört büyük İmâm, Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı mânâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplamışlar, kitaplara geçirmişlerdir. Müctehid olmayan Müslümânlar da bunların mezheblerine uyarak doğru yolu bulmuşlar ve böylece İslâmiyete tâbi olmuşlardır.

Eshâb-ı kirâmdan sonra, meşhûr dört imâm ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden yüksek âlimler yetişmiştir.

Prof. Dr. Ramazan Ayvallı

https://www.turkiyegazetesi.com.tr/kose-yazilari/prof-dr-ramazan-ayvalli/muctehidin-bilmesi-gereken-ilimler-623025



19 Mayıs 2024 Pazar

İstiğfara devam!


Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e göre kul ne kadar ibâdet etse yine de Allah’ın lutuf ve ihsanlarına karşı şükrünü yerine getiremez. 

Kul ne kadar mükemmel olsa yine de Allah Teâlâ’ya karşı kullukta kusurludur. Bunun için istiğfara devam etmesi gerekir.

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Benim de kalbim bulutlanır



Mü’min erkek ve kadınlar günahlardan salim olmadıkları gibi, peygamberler de, büyük günahlardan korunmuş olsalar da, “zelle” dediğimiz küçük hatalardan uzak değillerdir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e hem kendi günahı hem de erkek-kadın tüm mü’minlerin günahı için istiğfar etmesini istemiştir. 

 Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

“Benim de kalbim bulutlanır; gaflet ile perdelenir. Ben günde yüz kere Allah’tan bağışlanma dilerim.” (Müslim, Zikir 41)

17 Mayıs 2024 Cuma

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ya da kısaca Ehl-i Sünnet tabiri “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına gelir (Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, 10/525). Bilindiği gibi Rabbimizin insanlığa gönderdiği İslâm’ın öğretileri, son vahiy Kur’ân’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve beyan edilmesiyle vücut bulmuştur. Hz. Peygamber’in Sünneti; Kur’ân’ın beyanı, somut bir açıklaması ve uygulamasıdır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e itaati emretmesi, ona Kitab’ı beyan görevi vermesi, onun ve beraberindeki müminlerin yolundan ayrılmayı yasaklaması gibi hükümler, Allah Resûlü’nün Sünnetinin Müslümanlar için sürekli bir rehber ve model olmasını zorunlu kılmıştır.

Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’a iman edip onunla uzun süre beraber bulunmuş, davranışlarına şahit olmuş, söylediklerini dinlemiş, onun yüce ahlâkını benimsemiş kişilik sahibi, samimi ve fedakâr şahsiyetlerdir. Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı olan Sahâbe-i Kiram, İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den görmesi, öğrenmesi ve yaşayarak sonraki nesillere aktarması nedeniyle önemli bir yere ve ayrıcalığa sahiptirler.

Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanlar arasında siyasî ihtilaflar baş göstermiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki hakem olayından sonra Haricilik, diğer Müslümanları tekfir eder bir nitelikte ortaya çıkmış ve ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluktan (Cemaat, Sevâd-ı azam) ayrılmıştır. Aynı şekilde Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm/halife olmalarını dinî bir emir ve esas olarak telakki eden ve bunu imanın bir şartı olarak görenler de Hz. Ali taraftarları anlamında “Şia” ismiyle ayrı bir grup oluşturmuşlardır.

Bütün bu siyasi mücadeleler neticesinde büyük günah işleyenin durumu, kader, imâmet ve yöneticilere itaat gibi meseleler başlıca tartışma konularını oluşturmuştur. Bunun yanında farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılması, naslarda yer alan Allah’ın fiilleri ve sıfatları gibi bazı hususların yeniden yorumlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür meseleler Mutezile, Müşebbihe ve Mücessime gibi yeni ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluk, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini esas almış ve başta Râşit Halifeler olmak üzere Sahâbenin yolunu takip etmiştir. Ümmetin ana gövdesine “Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat” adının verilmesinde esas unsur budur. Çünkü diğer gruplar bir veya daha fazla noktada İslâm’ın temel esaslarından olmayan bazı meseleleri inanç esası haline getirmeleri gibi nedenlerle “Cemaat”ten ayrılmışlardır. Mesela Hariciler, büyük günah meselesindeki dışlayıcı itikatlarıyla diğer Müslümanları tekfir etmişler, âyet-i kerimeleri, Kur'ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde bilinen anlamlarından farklı olarak yanlış yorumlamışlardır. Aynı şekilde Şiiler, Hz. Peygamber’den sonra ümmetin dinî ve siyasî liderinin (imâmın) kim olacağı meselesinde konuyla ilgili Kur'ân ve Sünnetin temel tutumunu ve Sahâbenin anlayışını terk edip, bazı âyet ve rivâyetleri kendi görüşleri doğrultusunda zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır. Onlar, imâmetin vahiyle bildirilen ve bir inanç esası olarak kabul edilmesi gereken dinî bir hüküm olduğunu iddia etmişler, âyet ve hadisleri de bu yanlış anlayışlarına dayanak yapmışlardır.

İşte İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber’in Sünnetini ve ilk üç nesil Müslüman ümmetin çoğunluğunun (Cemaatin) yolunu takip eden ana kitleye, "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat" adı verilmesi böyle bir arka plana dayanmaktadır.

Tarih boyunca selef-i sâlihînin yolunu takip eden geniş Müslüman kitlelerin mensubu bulunduğu Eşarîlik ve Matüridîlik gibi itikadî mezhepler ile Hanefîlik, Malikîlik, Şafîilik ve Hanbelîlik gibi amelî/fıkhî mezhepler, Ehl-i Sünneti temsil edegelmiştir. Aynı şekilde bu itikadî ve fıkhî anlayışları benimseyen ve şer’î esaslara bağlı kalan tasavvufî yorumlar da Ehl-i Sünnet içerisinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet tabiri dışlayıcı değil, Kur'ân ve Sünneti anlama ve yorumlamada Sahâbe ve selef-i sâlihînin anlayışını takip eden, açıkça bidat ve dalâlete düşmeyen bütün Müslümanları kapsayıcı bir kavramdır.

Ehl-i Sünnetin en önemli ilkelerinden biri, aynı kıbleye yönelen (Ehl-i Kıble) hiçbir Müslümanı İslâm dairesi dışında görmemektir. Zira bidata varan görüşleri nedeniyle, Ehl-i Sünnet ana gövdeden ayrılanlara “Ehl-i bidat” adı verilmiş, ancak bu tekfir gibi ağır bir nitelemeye dönüştürülmemiştir. Ehl-i Sünnete göre bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun “Ehl-i Kıble” oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Ehl-i Sünnetin bu konulardaki bazı esasları şöyledir:

- Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe bir kimsenin kâfir olduğuna hükmedilemez.

- Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme veya peygamberliğin O'ndan sonra devam ettiğini iddia etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülmez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili ise küfür değildir” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir.

Bununla beraber günümüzde bazı kişi ve gruplar kendi görüşlerini merkeze alıp bunlara aykırı gördükleri her türlü farklı yorumu Ehl-i Sünnet karşıtı olarak nitelendirmekte ve mahkûm etmektedirler. Bu ve benzeri daraltıcı ve dışlayıcı tutumlar, İslâm tarihi boyunca kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı esas alan Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuşmamaktadır. Özellikle günümüzde Ehl-i Sünnet kavramını dinî ve ideolojik bir yaftalamaya dönüştüren bu anlayışlar, ayrımcı ve ötekileştirici bir tavrı öne çıkardığı gibi güncel meydan okumalar karşısında yeni yorum ve çözümlere yönelen tüm arayışları Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmakla itham etmektedirler.

Müslümanın yapması gereken geçmişten günümüze İslâm’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet tabirini bu türden dışlayıcı bakış açılarına kurban etmemesi ve bu kavramı ideolojik bir yaftalamaya alet etmemesidir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet yaklaşımı, yukarıda belirtilen çerçevede bütün Müslümanları kucaklayan ve ötekileştirmeden İslâm’ın kardeşlik inancını pekiştiren bir anlayıştır.

16 Mayıs 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 106


Sâffât 97, 98: “Ötekiler, “Onun için bir yapı kurun ve (orada hazırlayacağınız) kuvvetli ateşe atın onu!” dediler. Böylece onu engellemek için bir plan kurdular; ama biz onları alta düşürdük.”

Onlar tuzak kurup ismini lekelemek istediler. Onun için binalar kurdular. 

Onu yakmaya giden süreçte uzunca bir zaman var. 

İlkin ikna etmeye caydırmaya çalıştılar. İkna edemeyince korkuttular. Onu büyük bir azabın beklediğini, mancınıkların hazırlandığı, büyük bir ateşin yakılacağını söylediler korkutmayı denediler. İbrahim as BEN KORKMUYORUM dedi. Bir adım geri atmadı. Küçük yaşına rağmen bu işkencelerden korkmadı. Ben sizin eş koştuklarınızdan nasıl korkayım? Siz eş koşmaktan korkmuyorsunuz, ben eş koştuklarınızdan mı korkacağım? Siz de Allah'ı tanıyorsunuz ben de Allah'ı tanıyorum bunda hemfikiriz. Siz diyorsunuz ki Allah putların da sahibi. Putlar ara işi görürler diyorsunuz. 

İbrahim aleyhisselam:"BEN RABBİME GİDİYORUM" 

Sonunda İbrahim’i ateşe attılar. Cenab-ı Allah ateşe dedi ki "OL". "Serinlik ol esenlik ol." İbrahim’e bir şey olmadı. 

Onları dibe düşürdük sefil eyledik, İbrahimi yükselttik. İbrahim oradan çıkınca bütün hazırlık tersine döndü. 

İbrahimin tanrısı ibrahimi korudu, bilgisi dilden dile herkese ulaştı. İbrahimi tutmanın sisteme iyice zarar vereceğini takdir ettiler. İbrahimi salıverdiler. Çünkü o muazzam ateşten kurtulması demek onun son derece güçlü bir el tarafından korunması demek. O muazzam ateşin içinden hiç bir yeri yanmamış olarak bir çocuk çıkıp gelince o zaman dediler ki İBRAHİM GİTSİN. Ve İbrahim dedi ki BEN GİDİYORUM. Sizin işiniz bitti , ben mesajımı verdim. 

İbrahim aleyhisselam bir yerde duran biri değil. İbrahim aleyhisselam bir gezgin. İbrahim aleyhisselam hicret eden yola çıkan birisi. Sorumluluk hisseden birisi. Nereye gidiyorsun dendiğinde BEN RABBİME GİDİYORUM diyen birisi. 

99 : “İbrâhim, “Ben rabbime gidiyorum” dedi, “O bana yol gösterecektir.”

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

15 Mayıs 2024 Çarşamba

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 105

KAPIYI ÇALMAYA DEVAM

Sâffât 100: “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlât ver!”


İbrahim aleyhisselâm babadan/atadan ayrılınca yalnızlığı hissetti. Ve Rabbinden kendisine salih evlat vermesini istedi. 

İbrahim aleyhisselam geniş bir coğrafyayı uzun zaman yalnız olarak gezip dolaşmış. O kadar uzun zaman yalnız yaşamış ki Cenab-ı Hak onun için İBRAHİM TEK BAŞINA ÜMMETTİR demiş. 

Duası uzun yıllar sonra yaşlılığında kabul oldu ve İsmail aleyhisselam doğdu. 

O yüzden peygamberimiz Sallallahu Aleyhi Ve Sellem diyor ki KAPIYI ÇALMAYA DEVAM. 

Duaya devam. 

Cenab-ı Hak kulunun dua etmesinden memnun. “De ki Rabbin seni ne etsin duanız olmasa!” 

İbrahim aleyhisselâm duaya tutkun. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

5 Mayıs 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 104


Teslim olmadan ölmeyin

Teslimiyetinden değil teslimiyetsizliğinden kork. 

Teslim olmadan ölmeyin. Ne yapın ne edin Allah’a teslimiyeti başarmadan ölmeyin. Teslimiyetten sonra ölebilirsiniz. 

Peki ya hayat? Hayat zaten bunun için vardı. Bu İbrahim aleyhisselam'ın hayattan anladığı ve çocuklarına vasiyet ettiği bir şey. 

Hz İbrahim zürriyetine son derece düşkün biri. 

Sâffât 102: “…. Dedi ki: “Babacığım! Sana buyurulanı yap; inşaallah beni sabredenlerden biri olarak bulacaksın.” 

Allah-u Teala İbrahim aleyhisselam’a öyle bir çocuk vermiş ki, o da babası gibi Hakk’a teslimiyeti esas almış. 
Onun ben rûyamda gördüm ifadesinden mesajı almış, mesajın kaynağının nereden geldiğini anlıyor. Sana bunu Rabbimiz emrettikten sonra ben bu emre teslimim. 

Nasıl insanlar ki bunlar, hareketlerinde, cevaplarında hep O’nunla olan irtibatı yakalıyor ve o irtibat üzerinden meseleyi çözmeye çalışıyorlar. Babasına olan teslimiyeti değil onu Yaradan’a olan teslimiyeti beyan ediyor. İbrahim aleyhisselam’a Cenab-ı Hak tam da istediği gibi bir evlat nasip etti. Sağlam ve Hakk’a teslim olmuş bir evlat. 

Dolayısıyla evladın nasıl gelişeceği nasıl hareket edeceği bir bakıma babanın sınavının bir semeresi, bir ürünü gibi olabilir. 

Evlat bir fitnedir, bir imtihan aracıdır. Ama babanın duruşu ve babanın sınavının sonuçlarıyla da bir bakıma içli dışlıdır. Cenab-ı Hak onları öyle bir ayarlar ki bi anda oğlanı sınarken, aynı babayı oğlu üzerinden sınar. Oradaki giriş çıkışlar (evladın iyiliği kötülüğü, akıllılığı akılsızlığı, yaramazlığı işe yararlılığı) hem evlat hem babanın sınavıyla ilişkilidir. 

Orada çok karmaşık bir sistem işlemektedir. Cenab-ı Hak orada öyle bir denge tanzim etmiş ki bizler birer baba olarak çocukta gördüğümüz yanlışları kendi kusurlarımızın tecellisi olarak değerlendirmiş olsak çok yanlış etmiş olmayız. 

Aynı teslimiyeti İsmail’in annesi Hacer’in dilinde de gördük. “Eğer Rabbinin emriyse gidiver , O bizi zayi etmeyecektir.” dedi. Dolayısıyla İsmail aleyhisselam’ın son derece güzel bir annesi babası var. İbrahim aleyhisselam da oğluna son derece sevgi dolu. Böyle bir kimsenin muhatap olduğu emri düşünelim. 

Teslimiyetin bu düzeyde olması gerektiğini bu ayetlerle öğrenmiş olduk. 

Sınav, kulun en zorlu anında gelir. Sınavdan geçince artık Cenab-ı Hak yolları kolay eyler. 

-İbrahim son derece duygulu, yufka yürekli biri. Lut kavmine dahi acıma duygusuyla hareket eden biri. Halim. 

-Allah İbrahim’i halil edindi. 

-Ben seni insanlara imam tayin ettim. 

-Ben Mü’min olmayanları da rızıklandıracağım. 

-Bizim çocuklarımıza ve ailemize karşı sorumluluğumuz onları ateşten korumayla ilgilidir. Allah Kuran’da çocuklarınıza şöyle böyle maişet yapın, şunları onlara bırakın diye bir emir vermiyor. Ateşten nasıl koruyacağız? İbrahim gibi dua ederek. 

“Ya Rabbi namazı kılsınlar.”

“Onları rızıklandır ki şükretsinler.”

İbrahim iyi bir baba. Çünkü evlatlarına dua ediyor! Dolayısıyla baba demek çocuklarını ateşten korumak için tedbir alan, bu tedbirlerin başında da hep duaya başvuran kimsedir! İbrahim aleyhisselâm Kuranı Kerîm’de bir baba örneğidir. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

4 Mayıs 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 103


Kişi imandan feragat edemez 

Belli bir şeyler karşısında feragat edebileceği bir şeyse o iman, Cenab-ı Hak onu getirir ve imandan feragat etmesini sağlar. Çünkü böyle bir imanı Cenab-ı Allah kabul etmiyor, değerli saymıyor. 

Her şey yıkılacak iman yıkılmayacak. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 


3 Mayıs 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 102


Tesbihat, zikir, Cenab-ı Hakk’a dönme, yalvarma kişiyi kurtarır

Sâffât 143-144: “Şayet o tesbih edenlerden olmasaydı, tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı.” 

Demekki tesbihat, zikir, Cenab-ı Hakk’a dönme, yalvarma kişiyi kurtarır. Yunus aleyhisselam’ın zikri onun vahim akibetini değiştirebiliyor, tekrardan onu selamete kavuşturabiliyor ise Cenab-ı Hakk’ı anmanın, yâdetmenin musibetleri tersine çevirmede ne denli değerli ve önemli olduğunu gösteren son derece önemli bir ayeti kerime. 

Tesbih edenlerden olmasaydı balığın karnında mahpus hali sürüp gidecekti. Tıpkı şeytanınki gibi. 

“Ve biz onu hasta olarak kıyıya attık.” 

“Onun üzerine, geniş yapraklı ve kabak türünden bir bitki bitirdik.”
 

Bu bitki ona gölge oldu. Yunus aleyhisselâm ilahi bir bakım ile iyileştirildi. Muhtemelen yapraklardan akan bir takım sıvılarla tedavi edildi ya da yaprakların kendisiyle. 

Sürecin her halkası son derece kontrollü bir el tarafından kontrol ediliyor. Ve Yûnus aleyhisselâm kaçtığı yere geri döndürülüyor.

 “Onu yüz bin kişiyi aşan yere gönderdik.” 

Cenab-ı Hak onu iyileştirdi ve tekrar elçi olarak gönderdi.  

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

2 Mayıs 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 101


İster meleklere dişi adlar taksınlar, ister meleklerin adlarını dişiler için kullansınlar bu aynı şey

Sâffât 150: “Biz melekleri dişi yaratmışız da onlar da bunu görmüşler mi?” 

Ben onlara yerlerin ve göklerin yaratılışını bile göstermedim, kendi yaratılışlarını bile görmediler, hangi meleğin erkekliğinden dişiliğinden bahsediyorlar? Kendi yaratılışını görmemiş olan meleklerin yaratılışını nasıl görecek? Dolayısıyla meleklere iftira atıyorlar, yalancılar. 

“Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adlar takarlar” Necm-27. 

İster meleklere dişi adlar taksınlar, ister meleklerin adlarını dişiler için kullansınlar bu aynı şey. Eğer bu insanlar kızların adına "melek" diyorlar da erkeklere demiyorlarsa, demek ki dişi varlığı meleklere daha yakın, daha uyumlu görüyorlar. 

Eğer zihinde melek tasavvurunda bir kadın figürü var ise bu da yine köklerinde böyle sapkın bir inancın yattığını gösterir. 

Ne yazık ki toplumumuzda meleklerin dişi varlıklar olduğu hususunda doğrudan bir inanç yoksa da bunu besleyen şuur altı bir yaklaşım var. Bu son derece kötü bir durum, itikat noktasında problemli bir durum. Bunun üstüne varmak lazım. 

Meleklerin cinsi yoktur, Allah’ı tesbih eden, ibadet eden, saygın, mübarek kullarıdır. Asi olmazlar ne emrolunursa onu yaparlar. 

Melek ismini kızlarımıza koyabiliyoruz. Veya bir kızı tarif ederken “melek gibi” diyebiliyoruz. Hiç ben bir erkeği melek diye tarif edebildiğimizi görmedim. Hatta bir adama “melek gibisin” dersek belki alınabilir çok mu kadınsı görünüyorum diye, kınayabilir. 

Bu konu aslında öncelikli bir problemimiz, itikadi bir konudur ve kişiyi dinden çıkarma noktasına götürür. 

Hele hele bazı meleklerin iyilik-kötülük sağlıyor gibi fonksiyonları olduğu düşünülüyor ise bu neredeyse müşrik Kureyş inancıyla örtüşür. İslam inancı varsa da yoksa da bunun manası olmaz. Çünkü yanı sıra Allah inancı Kureyş’te zaten vardı. Onlar zaten “elbetteki bunlar Allah’ın mülkü” diyorlardı. Ama böyle demeleri onların inancını masum ve mazur hale getirmedi. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 



26 Nisan 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 100

Basiret her zaman çabayla elde edilir

Sâffât 175: “Hallerini gör onların; ileride kendileri de görecekler.” 


Basiret her zaman çabayla elde edilir. Bir ameliyeyle, bir girişimle elde edilir. 

Eğer insan basirete ulaşmak istemezse, bulunduğu noktada her şeyin basit bir yorumu veya nedeni, gerekçesi var gibi gözükebilir. 

Cenab-ı Hak en değerli olan bilgiyi-hakikati, talipleri için, araştıranlar için, onun peşinde koşanlar için takdir etmiş. Bu ilahi sünnet en başından beri böyle cereyan etmiş. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

23 Nisan 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 99


Falanca doktor olmasaydı çocuğum olmazdı 

Sâffât 182: “Ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.”

Hamde Cenab-ı Hakk’tan gayrısı layık değildir. Yerlerin ve göklerin tüm anahtarları O’nun elinde. Minnetimiz sadece O’nadır. 

Neticede gelecek olanı Cenab-ı Hak'tan bilip müsterih olmak lazım. 

Bütün nimetleri Allah’tan bilmek aynı zamanda bunları başkalarından bilmemekle de eş anlamlıdır. 

Aracılar bu hususta yüzde 1 bile katkı sağlamaz. Onlar da bizler gibi yaratıklardır. 

Biz biliyoruz ki Cenab-ı Hakk’ın sünnetinde Cenab-ı Hak araya göstermelik başka kimseler koyuyor. Mesela çocuğu olmuyordur. O doktor bu doktor dolaşırken bir dönem geliyor bu doktorun tedavisiyle Cenabı Hak çocuk ihsan ediyor. O kimseyi konuşurken duyuyorsunuz ; falanca doktor olmasaydı çocuğum olmazdı filanca doktor bunu böyle yaptı vs. 

Yani Cenab-ı Allah gönderirken bir kimse üzerinden bunu sağlıyor. Kul halbuki Cenab-ı Hakk’tan istemişti. 

Sonra kulun denklemi değişiyor. Ben Allah-u Teala'dan istedim Allah da bana verdi demeyi unutuyor, falanca doktora denk geldik de o bize bu işi sağladı diyor. 

Cenab-ı Hakk’ın araya koyduğu küçük bir ayrıntıyla, küçük bir çelme ile kul hemen yere çakılıyor. 

İbrahim aleyhisselam’ın denklemini düşünün. “Ben Allah’tan istedim O da verdi; dolayısıyla O’na hamd ediyorum” diyor. Hz İbrahim aleyhisselam çok uzun yıllar dua etmiştir. 130’lu yaşlarda oğlu İsmail olmuştur. Neredeyse 100 yıl.

“Ya Rabbi bana bir oğul” diye dua etmiş. “Rabbim duaları işitendir.” 

Rabbimiz her an bizi sınıyor. O’nu hatırlayıp O’na mı teşekkür edeceğim hamd edeceğim; yoksa O’nu unutup aradaki kimselere mi teşekkür edeceğim onlara mı minnet duyacağım? 

Hamd ile dua arasında da yakın bir ilgi var. Hamd edip bütün içtenliğimizle O’ndan isteriz. 

Rabbimiz bizi sınamak ister şükür mü edeceğim küfür mü edeceğiz? Küfür Arapça’da nankörlük demek, üstünü örtmek demek. Asıl nimeti vereni gözardı edip kendini öne çıkarmak veya bir başkasını öne çıkarmak demek. Allahtan olduğunu kaybetmek demek. 

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

22 Nisan 2024 Pazartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 98

Cehennemden kurtaran kelime-i tayyibe nedir?

Fâtır, 10 "Kim izzet isterse bilmeli ki izzet tamamıyla Allah’a aittir. Güzel sözler O’na yükselir; rızâsına uygun iş ve davranışları da O yüceltir. Sinsi sinsi kötülük tasarlayanlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzakları altüst olur."

İzzet sahibi kimselere yakın durmak insanlar için çok önemlidir. Bu bir fayda temin eder.

Kişiyi cehennemden kurtaran kelime-i tayyibe nedir? La ilâhe illallah’tır.

Güzel söz yükselir, doğrudan Allah’a erişir. Kişinin güzel amelleri de kişiyi yükseltir. Önce söylem-sonra eylem. 

Kişi söylediği sözün arkasında durmazsa güzel söylemlerinin anlamı kalmaz. Kişi bu ikisini birlikte gerçekleştirirse Cenab-ı Hakka yakınlaşır ve izzetinin gölgesine sığınmış demektir. Bundan ayrı sigorta aramak anlamsız kalır.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

21 Nisan 2024 Pazar

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 97


Herkes fakir, tek bir zengin var!

Herkes ihtiyaçlı, ihtiyaçsız olan tek olan Allah’tır.

Denklem bu kadar nettir. Allah’ın zenginliğini anlamak, aslında kulluğumuzu anlamak demektir. (El-Ganîyy)

Cimrilik edenler aslında o hayrı kendinden esirgiyor.

Allah yolunda sadaka verenler Allah’ın parasıyla yine Allah’ı hoşnut eder, Allah-u Teala hoşnut olunca daha çok verir. Dolayısıyla vermeyenler kendilerine cimrilik eder.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

20 Nisan 2024 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 96


Dünya hayatınız nasıl geçti?

Hesap gününde nesep bağı ortadan kalkacak. Birbirlerini aramazlar, sormazlar, karşılaşmak da istemezler.

Hesap bitikten sonra cennetlikler cennete girdikten sonra o zaman dünya hayatında bağı olanlarla muhabbet etmeyi isterler. “Dünya hayatınız nasıl geçti?” diye sorarlar. Cevap şu olur: “Korkuluyduk, dünya hayatımız hep korkulu geçti” Tarif böyle. Bu işte takva. Ve “biz dünyadayken sadece O’na dua ederdik”


Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

19 Nisan 2024 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 95


Kârun iyi bir Tevrat okuyucusuydu, gece gündüz tilavet ederdi

Fâtır 32: “Sonra biz kullarımızdan ıstıfa eylediklerimize Kitab’ı miras bıraktık.” (Istıfa: İyisini seçip ayıklamak, ıslah edip safileştirmek)

Bu ayette şunu rahatlıkla anlıyoruz ki Kitap’la alaka kurmuş, Kitap’tan nasibi olan kimseler Allah’ın ıstıfa eyledikleri kullarındandır. Rabbimizin seçip, süzmesi, ayıklaması, arındırması! Kitap onlara miras kaldı. Bu çok güzel bir müjdedir.

Kişi kendisini Kitap’la ne kadar iç içe buluyor, ne kadar miras olduğunu biliyor, ne kadar rehber ediniyor, ne kadar mesai veriyor ? Ne kadar gayret ediyor? Bu gibi hususlarda kişi kendini etrafıyla karşılaştırmalı.

“Kitab’ın mirasçısı” dendiğinde akla gelebilecek biri olup olmadığı hususunda şöyle bir yoklamada bulunmalıdır. Neden bu çok önemli? Çünkü Allah, kendilerine Kitab’ı miras bıraktığı kullarını ıstıfa eylediğini buyuruyor (tıpkı Adem’i, Nuh’u, İbrahim’in ailesini, İmran’ın ailesini, Musa’yı ıstıfa ettiği gibi)

Allah hangi kullarına Kitab’ını miras bırakır, faydalanmalarını sağlar? Bu Allah’ın hikmetine tâbidir, randevuze ve rastlantısal, rastgele değil.

Hâkim ve Alîm olan Cenab-ı Hak tam da buna layık kullarını ıstıfa eder. Kitab’ı hak edecek, öğrenme gayreti, fedakarlığı gösteren, elverişli kimselere miras bırakır. Ve “Allah iman edenleri ve ilim sahiplerini derece derece yükseltir.”

Tabi peygamber efendimizden (sav) sonra Kitab’ı miras alan tüm nesiller bu kapsamdadır. Peki bu nesillerdeki kimselerin hepsi aynı durumda mı? Hepsi aynı tepkiyi mi vermiş? “Zaten affedileceğiz” mi diyorlar? Saptılar azgınlaştılar mı?

Demek ki Kitab’ın varisi olmak her zaman kişiyi kurtarmıyor. Varis olmak elbette bir seçkinlik ancak sürecin düzgün tamamlanması için Kitab’a vefa ve sadakat gerekiyor. Aksi taktirde sadakatsizlik ve nankörlük ters tepmek olur ki bu çok vahim bir akıbete götürür.

Kuranı Kerim’de bunun en tipik örneği Musa aleyhisselam’ın kavminden olan Kârun’un hikayesidir.

Kârun iyi bir Tevrat okuyucusuydu, gece gündüz tilavet ederdi. Ayetlerin ilmi verilmişti. Ama sonra deri değiştirir gibi sıyrıldı. Şeytan da onu takibe aldı ve taşkınlardan oluverdi.

Ve Allah-u Teala, Kârun’u da, hazinelerini de yere yutturdu.

Dolayısıyla Kitab’a vâris olmak son derece büyük şeref, ancak bu yolun sonu değil, bu büyük bir sorumluluğun başlangıcı.

Bu yola hiç girmesek ne olur? Sorumluluğunu yerine hiç getirmemiş, taşın altına elini koymamış, görmezden gelmiş yok saymış, ıraz etmiş, Allah’ın en beter bulduğu vurdumduymaz akletmez tiplerden olur.

“Madem öyle ben bu Kitab’ın altına hiç girmeyeyim. Bu büyük bir sorumluluk. Alakasız durayım.” diyenler, en suçlu kimseler. Verilen nimetlerden (göz, kulak, kalp vs) hepsinden sorumluyuz. Dolayısıyla bu ilim süreci zorunludur.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

18 Nisan 2024 Perşembe

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 94


Cenab-ı Hak karşısında iyi bir kulluk sergilemek isteyenlerin muhakkak ilimle iştigal etmesi gerektir

Fâtır 28: “Allah’tan kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar korkar.”

Ayet bu yönü itibariyle, Cenab-ı Hak karşısında iyi bir kulluk sergilemek isteyenlerin muhakkak ilimle iştigal etmesi gerektiğini ortaya koyar.

Kitap, ilmin kaynağıdır. Kişinin "Allah-u Teala'dan korkuyorum" diyebilmesi için Kitab’ı izlemesi gerek.

Ayet-i kerimede “tilavet” kelimesi geçer, tilavetin okumak anlamı olduğu gibi, burada izlemek, peşi sıra gitmek demektir.

Korkumuzu, takvamızı sergileyeceğimiz bilgiler ancak Kitab’tadır. Kitab’la ilgisi olmadığı halde Allah’tan korktuğunu söyleyenlerin korkusu askıdadır, hayata yansımamıştır.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1 

31 Mart 2024 Pazar

***1 NİSAN ŞAKASI YAPMAK CAİZ Mİ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu günün Müslümanlar için bir katliam günü olduğuna dair bir rivayet olsa da bu konuyla ilgili sağlam bir bilgiye rastlamadığım için burada bu olaydan bahsetmiyeceğim.

Genellikle değişik ülkelerde Nisan 1 şakası hakkında farklı kültür, inanç ve dillerde efsaneler bulunmaktadır:

Fransa (Poisson d'avril - Nisan Balığı): 1564 yılında Fransa kralı IX. Charles yılbaşını 1 Nisan’dan 1 Ocak’a aldırır. Bu arada 1 Nisan’ı sene başı olarak kabul etmeye devam edenlerle alay etmek amacı ile yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelir. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere ise “Nisan Balığı” adı verilir

İngiltere - April Fools' Day - Nisan Kaçıklar Günü

İskoçya - Gowk veya Cuckoo günü

Nisan 1 veya Nisan Balığı, Hollanda, Belçika, Kanada, ABD, İsviçre, Japonya dahil dünyanın pek çok yerinde tanınmaktadır. Nisan 1 ile ilgili başka bir efsane de Pagan kültüründe 1 Nisan'da kutlanan Fous bayramıdır. Antik Roma'da Hilarya adıyla benzer bir bayram da kutlanmaktadır.Hindistan'da ise bu bayram 31 Mart'ta Holi adıyla kutlanmaktadır.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, 1 Nisan günü, bir din adeti değildir.

Bu sebeple, bu günde -makul, aşırı olmayan, haram unsurları barındırmayan- bazı şakaların yapılmasının - prensip olarak haram olduğunu söyleyemeyiz.Yine de takva gereği gayri-müslimlerin kutladığı bu güne değer vermemek efdal olanı görünüyor.


Her zaman şaka yapmak caizdir fakat şakanın bir mahiyetinin olması gerekmektedir. Bu şartları şu şekilde sıralayabiliriz:

Şaka yaptığımız kişiyi korkutmamalıyız, malını almamalıyız.
Şaka yapacağımız kişiyi üzmemeliyiz,
Kesinlikle şaka yapıyoruz diye şakadan da olsa yalan söylememeliyiz!

İki hadisi şerifte şöyle buyurulmaktadır:
Tartışmaya girmeyen, haklı olsa da kimseyi incitmeyen, şaka veya güldürmek için yalan söylemeyen, iyi huylu olan Müslüman Cennete girer.) [Tirmizî]

(İnsanları güldürmek için yalan söyleyenlere, yazıklar olsun!)[Ebu Davud]

Yalanla eş anlamlı şakalar , bizzat yalan olduğu için haramdır. Ancak şaka; yalan, alay, hakaret gibi aşağılayıcı manada olmamak ve aşırı gitmemek kaydıyla yapılırsa buna müsaade edilmiştir.

Hz. Peygamber (asm) ve ashabının yaptığı bu tür şakalar, kırıcı ve yalan cinsinden olmayan şakalardır. Böylesi şakalar ise insanlar arasında muhabbeti arttırır. Ancak her işte olduğu gibi şakada da aşırıya gidilmemelidir.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

30 Mart 2024 Cumartesi

Şevval orucu Ramazanda tutulamayan oruçların yerine tutulabilir mi?


S:Hocam, Şevval orucu kaza orucumuzun yerine geçer mi? Mesela Ramazandayken bir kadın özel durumundan dolayı tutamadığı oruçları şevval orucuyla beraber tutup bir sayabilir mi?

C:Bir taşla iki kuş mantığı gibi bir mantıkla ŞEVVAL ve RAMAZAN kazasını birleştirmek tercih edilen bir görüş değildir. Oruç tutmaya zorlananlar kaza oruçlarını tutmalıdırlar. İmkanı olanlar ise önce ŞEVVAL orucunun ardından da KAZA ORUCUNU tutmalıdırlar.


Nureddin Yıldız

Şevval Orucu Kaza Orucu Yerine Geçer mi?

S:Şevval orucu kaza orucu yerine geçer mi? Eğer geçerse niyet ederken nasıl niyet etmemiz gerekiyor?

C:Şevval orucu sünnettir. Ramazan ayından kalan oruç ise farzdır. Farz mı sünnet mi diye sorulduğunda kesinlikle önce farz demek durumundayız. Eğer farzlarla beraber sünnetleri de tutabileceksek ya da gelecek ayda farzları tutacağından endişesi olmayan biri isek Şevval orucunu öne alabiliriz. Hayır sadece beş altı gün oruç tutabilecek kadar sıkışık isek (mesela yaklaşan ileri hamilelik veya benzeri bir durum varsa) farzlara niyet ederek oruç tutarız. Bazı âlimler farzlarla beraber Şevval orucuna da niyet etmenin mümkün olduğunu söylemişlerdir.


Nureddin Yıldız

5 Mart 2024 Salı

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 93


Korkuyu besleyen belirsizliktir, hüznü besleyen çaresizliktir

Müminler cennete girince ilk neye sevinir, hoşlarına giden şey nedir? Cennette ilk fark edip Cenab-ı Hakk’a hamd ettikleri şey nedir?

Fâtır 34: “Allah’a hamd olsun ki bizden hüznü, tasayı giderdi.”

Demek ki Müminlerin dünyadaki genel durumu, çoğunlukla olan durumu tasaymış.

Hüzün her an insanın peşinden kovalamakta. Cennette hüznün olmaması ne büyük saadettir.

Korkuyu besleyen belirsizliktir. Hüznü besleyen çaresizliktir.

Müminler Kur'an'la, vahiyle irtibatlı olarak ve sürekli dua ederek bu korku ve hüzünden belli oranda uzaklaşırlar. İnsanların hüzünden çıkış mecraları farklıdır.

Rabbimiz çok Gâfur ki büyük büyük günahlarımızı bağışladı, hiç de bunu hak etmezdik.

Sonra Rabbimiz çok Şekûr ki ufacık ufacık şeylerimizi ciddiye alıp bize hüzünden uzak cennet yurdunu bahşetti.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1