8 Temmuz 2018 Pazar

Kur'an'da hitaplar genellikle niçin erkekleredir?


Kur’an bir hitap olarak Hz. Muhammed (a.s.) gönderilen bir kitaptır. Kur’an’ın konuşma üslubuyla gönderildiğini ve bu kitabın konuşma dilinden yazıya aktarıldığını bilmekte yarar vardır. Kur’an'daki üslup bundan dolayı “de ki”, “ey insanlar”, ey iman edenler”, “ey kafirler”, “ey ehl-i kitap”, “ey nebi”, “sana soruyorlar, de ki” gibi hitaplarla doludur. Ayetlerdeki hitabın çoğunlukla müzekker oluşu peygambere hitaben gönderilmiş olduğundandır: Arapça’nın özelliğine göre, kadına ve erkeğe ayrı ayrı ifade biçimleriyle hitabedilir. Peygambere (a.s.) yapılan hitapların müzekker kalıbıyla olması da bu dilin gereğidir.

Kur'ân ve hadîslerde geçen İslâmî emir ve yasaklar, dünya ve âhirete ait vaadler, herhangi bir istisna yapılmadığı sürece hem erkekleri, hem de kadınları kapsar. Bunların erkeklere ait yüklem ve zamirlerle ifade edilmiş olmaları önemli değildir. Bu, hem Arapça, hem de İslâm hukuk metodolojisi bakımından böyledir.

Erkeklere hitap eden bir emir veya yasağın, ayrıca kadınlar için de tekrar edilmesi gerekmez. Çünkü bu, ifade ettiğimiz gibi Arap dilinin ve hukuk mantığının bir gereği olduğu gibi, Kur'ân'ın kendisine has üslûbu ve ifade mantığının da bir gereğidir. Zira Kur'ân, herşeyden önce mü'min erkeklerle mü'min kadınları, birbirlerinin dostları ve velileri olarak ilan eder:

"İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velisidirler. Onlar, iyiyi emreder, kötüyü önlerler. Namaz kılar, zekât verirler ve Allah Resulüne itâat ederler. İşte onlara Allah merhametle muamele edecektir. Doğrusu Allah, gücünün önüne geçilemeyen ve herşeyi yerli yerince yapandır."
(Tevbe Sûresi, âyet: 71)

Nitekim bu âyet-i celilede, "Onlar iyiyi emrederler, kötüyü önlerler" sözü ve âyetin sonuna kadar diğer failler ve zamirler, hep erkekler için kullanılan ifadelerdir. Buna bakarak, bu âyetin kadınları dışta bıraktığını söylemek mümkün mü? Hayır.

Kur'an, açıkça hem inanan erkeklere, hem de inanan kadınlara cennetin güzelliklerini ve nimetlerini va'detmiştir. Nitekim Tevbe Sûresi 72. âyette şöyle buyurulmuştur:

"Allah, inanan erkeklere ve inanan kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, altlarında ırmaklar akan Cennetler (bahçeler) ve Adn Cennetleri'nde hoş meskenler va'detmiştir. Ve ayrıca onlara, en büyük nimet olarak Allah'ın hoşnutluğu var. İşte bu büyük başarıdır."

İslâm sadece erkeklerin dini değil. Kur'ân sadece erkeklere hitap etmiyor. Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlara has uzunca bir sûre vardır: (Nisâ sûresi). Kur'ân'da bazı kadınlara da Allah'ın vahiy (ilham) gönderdiği zikredilir. (Kasas, 28). "Kadınlar erkeklerin şakîkidirler." "Şakik" tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün bu eşit parçalarından her biridir. "Kadın olsun erkek olsun, kim iyi işler yaparsa cennete girecektir." (Nisâ, 124). "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler..." (Tevbe, 71). "Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da kazandıklarından bir payı vardır." (Nisâ, 32)

Kur'ân'da kadın ya da dişi anlamına gelen "nisâ, nisve, imrae, ünsa" kelimeleri türevleriyle beraber 85 defa, erkek anlamına gelen "racul, zeker, mer'" kelimeleri de yine türevleriyle beraber 86 defa geçmektedir.

"İnsan" kelimesinin kadını kapsamadığını söyleyen hiç bir İslâm âlimi, hatta hiç bir insan yoktur.

Genele hitap ederken Arap dilinin gereği, ya eril (müzekker), ya da dişil (müennes) bir kalıpla hitap edilecektir. Sosyal hayatın bütün yüküyle erkeklerin omuzunda olduğu bir toplumda eril kalıbın seçilmesinden normal ne olabilir? Üstelik bu dil Araplar'ın İslâm'dan önce de konuştukları dildir. Onlar o zaman da böyle konuşuyorlardı. Kendi dilleriyle gelen Kur'ân'ın, bu dili bozması düşünebilir mi? Aynı özellik tamamen Fransızca'da ve kısmen İngilizce'de de vardır. Aynı iddiayı onlar için de söyleyebilir misiniz?

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Yazar:
Faruk Beşer (Prof. Dr.)

https://sorularlaislamiyet.com/kuranda-hitaplar-genellikle-nicin-erkekleredir

7 Temmuz 2018 Cumartesi

Allah'ın Afüvv ve Gafur isimleri arasındaki farkı biliyor musunuz?

Kolonya, krem, deodorant, parfüm gibi alkol içeren ürünlerin kullanılması abdesti bozar mı, namaza zararı var mıdır?


Kur'an-ı Kerim'de şarabın pis olduğu bildirilmektedir. (Maide, 5/90-91)

Hanefi mezhebine göre, şaraptan başka sarhoşluk verici alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte bunların tıpkı şarap gibi necis olup olmadıkları konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İmam Ebu Hanife, şarap ve üzümden yapılanların dışındaki alkollü içkilerin bir dirhemden (ıslattığı yer avuç içinden) fazlasının elibiseye bulaşması halinde bile namaza engel olmayacağını söylemiştir. (Serahsi, Mebsut, 24/14-15) Buna göre, kolonya ve ispirto gibi şeylerin içilmesi haram ise de alınıp satılmaları ve kullanılmaları caiz görülmüştür.

Şafi mezhebine göre ise, üzümden imal edilen şarap ile diğer maddelerden elde edilen ve sarhoş edici nitelikte olan alkollü içkilerle kolonya arasında fark yoktur. Bunlar da şarap gibi necistir ve haram kılınmıştır. Bulaştıkları yerin yıkanması gerekir. Esas hüküm bu olmakla beraber, esans, parfüm ve benzeri şeyleri kullanıma elverişli hale getirebilmek amacıyla bunlara katılan az miktardaki katkı maddeleri, necis olsalar bile görmezden gelinebilecek ve affedilecek necasetlerden sayılmıştır. (Ceziri, 1/19; Mehmed Keskin, Büyük Şafi İlmihali, s. 504)

Şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:

Kolonyanın ve bu gibi maddelerin pis olup olmaması, içkinin (hamr) pis olup olmamasıyla ilgili bir mes'eledir. Bilindiği gibi dinimizde içki (hamr), aklı koruma gayesiyle haram kılınmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. İçkiden bahseden ayetlerin sonuncusunda şöyle buyurulur:

"Ey iman edenler! içki, kumar, putlar, kısmet çekilen zarlar hep şeytan işi pis şeylerdir, içki ile kumarda, şeytan sırf aranıza düşmanlık ve kin sokmayı ve sizi Allah (cc)'ı. anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vazgeçiyorsunuz değil mi?" (Mâide 5/90-91)

Görüldüğü gibi burada içki (hamr) "pis" diye nitelendirilmiştir. Konumuzla ilgili birinci önemli nokta budur. İçkinin "pis" olduğunu kabul edersek, neyin içki (hamr) olduğu mes'elesi karşımıza çıkar, ikinci önemli nokta da budur. Bunların izahına geçmeden şu hususu da hatırlatmakta yarar vardır: islâm'ın yasakladığı içki, en geniş anlamıyla "hamr", yani sarhoş eden alkoldür, yoksa her çeşidiyle"alkol" değildir. Binaenaleyh, sarhoş etmeyen alkol türleri varsa ki, bildiğimiz doğru ise metil-alkol böyledir, onlar haram içki sınıfına girmezler, yani "hamr"değillerdir.

Ayrıca bir şeyin pis olması ile içilememesi ayrı ayrı şeylerdir. Onun için içilemeyen her şey pis demek değildir. Bu yüzden eski ve yeni bazı alimler; içkinin (hamr) içilmesi haram olmakla beraber kendisi pis değildir, üste-başa bulaşması namaza mani olmaz, kanaatindedirler. Meselâ, eskilerden Rabî'a, Leys b. Sa'd, İmam Şafiî'nin arkadaşı el-Müzenî, sonrakilerden de bazı Bağdat ve Kayravan alimler(1), daha sonra da San'ânî, Şevkânî(2) ve Sıddık Hasan Han(3) bunlardandır. Çok azınlıkta kalan bu alimler delil olarak şunu söylerler: Ayette içkiye "pis" (rics) denmesi onun maddî pislik olduğunu (değil, manevî pislik olduğunu anlatır. Keza haram kılındığı zamanı Medine sokaklarına dökülmesi de temiz olduğunu gösterir(4). Çünkü pis olsaydı sokakların onunla pisletilmesine müsaade edilmezdi.

Bu alimlerin çok azınlıkta olmaları bir yana, görüldüğü gibi, tutundukları deliller de güçlü değildir. Bu yüzden, "Müctehid imamlar, içkinin (hamr) haram ve pis olduğunda icma (görüş birliği) halindedirler."(5) denmiştir.

Çünkü:

1. İçkinin (hamr) pis oluşu "rics" kelimesiyle ifade edilmiştir. Arapçada "rics", pis koku, dışkı ve kazurat yanında hem maddî hem manevî pislik için, "rics"ceza için, "riks"de maddî pislik için kullanılır. Kastedilen sadece manevî pislik olsaydı "rics" kelimesi seçilmezdi(6).

2. Rasûlüllah (sav)'a müşriklerin kaplarından yemek yeme sorulduğunda, yıkayın sonra yiyin, buyurmuşlardır. Onlar bizden ayrı olarak içki ve domuz eti kullandıklarına göre, kaplarının yıkanması bunlardan dolayı istenmektedir, demek ki, bunlar pistir.(7)

3. Ayette içkiden (hamr) mutlak olarak "kaçınılması" istenmiş, sadece "içmeyin", denmemiştir. Kaçınmak hem içmemek, hem de ona bulaşmamakla olur.(8)

"Hamrın" pis olduğunu cumhura (fıkıhçıların kahir ekseriyetine) göre böylece tespit ettikten sonra neye "hamr" dendiğini de öğrenirsek, baştaki mes'elemizin cevabı ortaya çıkmış olur.

İmam Ebu Hanîfe ile bazı Küfe alimlerine göre "hamr" sadece üzümden yapılan ve pişirilmeden, bekletilip keskinleşerek köpük atan sarhoş edicinin adıdır. Diğerlerine "nabîz" denir. Hemen hemen diğer bütün fıkıhçılar ise her sarhoş edicinin "hamr" olduğu görüşündedirler. Çünkü:

1. Her sarhoş edicinin "hamr" ve haram olduğunu söyleyen değişik hadisler ve rivayetler vardır.(9)

2. Enes Hadisinde:

"İçki haram kılındığında üzümden çok az içki (hamr) yapılıyordu. İçkilerimiz (hamrlarımız) genellikle yaş ve kuru hurmadandı." (10)

denir ki, burada hurmadan yapılana da "hamr" adı verilmektedir.

3. İbn Ömer Hadisinde: "İçki (hamr) yasağı indiğinde o, beş şeyden yapılıyordu: Üzüm, hurma, buğday, arpa ve mısır.

Hamr aklı örten (mahmurlatan) şeydir." (11) denir ki, bu konuda bu çok daha açıktır.

4. Bir önceki hadiste de geçtiği gibi, kelime manası itibariyle "hamr", örtmek, kapatmak demek olduğundan, sözlük anlamı itibariyle aklı örten, yani sarhoş eden her şeye "hamr" denmelidir. Fahruddin Râzî bunu bu anlamda en güçlü delil sayar ve, "bunu bir çok hadisin desteklediğini de düşünün" der.(12)

5. İçki ile beraber kumarı da yasaklayan ayette, bu yasağa illet olarak (yada hikmet olarak), şeytanın bunlarla insanlar arasına düşmanlık ve kin sokması gösterilmiştir. Bu da her sarhoş edicide bulunduğuna göre, hiç bir konuda birbirlerinden farkları olmamalıdır.

6. Yine aynı ayetle kumar yasaklanmış ve alimler buradan hareketle her türlü kumarın haram olduğunda icma etmişlerdir.(13) Binaenaleyh, içki hakkında da aynı şey düşünülmelidir. Zaten

"Çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır."(14)

hadisi vardır. Üç mezhebin görüşü bu olmakla beraber, Hanefî mezhebinde de fetva verilen görüş budur.(15)

Bunlar ve benzeri birçok hadisle sarhoş eden her şeye "hamr" dendiğini, hamrın ise cumhura göre pis olduğunu öğrenmiş olunca, sarhoş etme özelliği olan kolonya, ispirto vb. alkollerin cumhura göre pis ve haram olduğu ortaya çıkar. Ancak Hanefîler ve özellikle de imâm Azam ve Ebu Yusuf (bu konularda İmam Muhammed genellikle diğer mezheplerde olduğu gibi düşünür) mes'eleyi adeta bir kimyager edası ile tahlil ve tasnîfe tabi tutmuşlar ve meşrubat cinsini özelliklerine göre yedi ayrı gruba ayırmışlardır. Onların da bu konudaki delil ve izahları hafife alınacak ve yabana atılacak gibi değildir. İmam Serahsî'nin El-Mebsût'una (XXIV/2 vd.) ve İmam Kâsânî'nin Bedâyi'ine (V/l 12 vd.) bakanlar bunu açıkça görebilirler. Onların tasnifine göre:

1. Şarap (hamr) çiğ yaş üzüm suyunun, kabarıp keskinleşerek köpük atmış halidir. (Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre hamr olabilmesi için köpük atması şart değildir.) Bu, bütün imamlara göre kaba (muğallaza) pisliktir. Bir dirhem mikdarından fazla miktarı namaza manidir.(16)

2. Yaş ve kuru hurmadan ve kuru üzümden yapılan içkiler (seker, fadîh, nakî). Bunlar da aynen şarap gibi kaba pisliktirler. Pis olmadıklarına dair bir rivayet de vardır. Ebu Yusuf a göre ise (hafif pislik olup) sadece fazla miktarı namaza manidir.(17)

3. Yedi grup içkinin geriye kalanları ise-sarhoş edenlerini içmek haram olsa dahi-pis olmayıp, namaza mani değildirler.

Bütün bu söylediklerimizden çıkaracağımız sonuç şu olabilir; Üzüm ve hurmadan yapılan alkollü (sarhoş edici) içkiler ittifakla haramdır ve pistir.

Hanefî Mezhebinin dışında kalan mezheplere göre çoğu sarhoş eden her içkinin azı da haramdır ve pistir.

Hanefî Mezhebinde, özellikle Ebu Hanîfe ve Ebu Yusuf a göre üzüm ve hurma dışındaki şeylerden yapılan içkiler, sarhoş edenlerini içmek haram olsa bile, pis değildirler.

Şimdi tekrar sizin sorunuzu ele alırsak: Kolonya, ispirto, şampuan, esans, mürekkep, parfüm, krem vb. sıvılar üzüm ve hurma dışında bir şeyden yapılıyorlarsa ki, şu anda hepsinin öyle olduğunu sanıyorum-veya bu iki şeyden yapılsa dahi sarhoş edici alkol ihtiva etmiyorlarsa bu iki imama göre pis değildirler, namaza mani olmazlar. Alkol ihtiva etmeleri halinde diğer bütün imamlara göre pistirler. Bu durumda müslümanların önünde iki yol vardır:

1. Ya bunlardan dahi kaçınmayı başarabilen birisi ise takvaya ve ihtiyatlı olana sarılıp cumhurun (müctehitler çoğunluğunun) yoluna girmek,

"Şüpheli olanı bırak, olmayana git."(18)

"Helâl da haram da bellidir... Arada şüpheli şeyler vardır. Onlardan sakınan dinini ve ırzını korur."(l9)

hadislerini ölçü edinmek.

2. Veya; bana İmam Azam ve Ebu Yusuf un bu görüşte olması yeter. "Dinde kolaylık vardır."(20) buyurulmuştur. "Umumî belvâ" (kaçınılmaz derecede yaygın) hal almış şeylerde, cevaz kapısı varsa caiz demek daha evlâdır."Zamanımız şüpheli şeylerden kaçabilme zamanı değildir."(21) diyerek, bu tür sıvılardan kaçınmamak. Her ikisine de bir şey denilemez.(22)

Görüldüğü gibi mes'ele biraz daha fertlerin İslâmî titizlikteki dereceleriyle alakalıdır. Ancak şunu da belirtmek gerekir: Bu tür sıvıların kolonya ve ispirto (etil-alkol) dışındakilerinde alkolün diğer maddelerle yeni terkipler oluşturup (istihale, kimyasal tepkime) sarhoş edicilik özelliğini kaybetmesi kuvvetle muhtemeldir. Başta da söylediğimiz gibi, bileşiminde alkol olduğu yazılan ya da söylenen her şey haram ve pis demek değildir. Bu tür maddelerin tahlili konusunda müslüman kimyacılara ihtiyacımız vardır.

Sadece Hanefi Mezhebindeki bazı imamlara göre kolonya kullanılabilir. Fakat cumhura ( fıkıhçı çoğunluğa) uyarak kolonya kullanmayanlar her halde daha ihtiyatlı davranmış olurlar.

Dipnotlar:

(01) Kurtubi, VI/288.
(02) es-Seylü'l-Cerrâr, 1/35-36.
(03) Karaman, Meseleler, 1/312.
(04) Kurtubî, agk
(05) Ebu Abdillah, Rahmetü'l-ümme, 373.
(06) Kurtubî, VI/287-288.
(07) agk.
(08) Kurtubi, VI/289.
(09) Örnek olarak bk., Müslim, eşribe, 73; Ebu Dâvud, eşribe, 5; Tirmizî, eşribe, I.
(10) Müslim, eşribe, 7,8.
(11) Buhâri, Tefsir, (5) 10, eşribe, 2; Müslim, Tefsir, 33, 34; Ebu Dâvud, eşribe, l; Nesai, eşribe, 20, 24, 46.
(12) Fahruddin Râzî, VI/43. '' (85) Kurtubi, III/52.
(13) Ebu Davûd, eşribe, 5; Tirmizi, eşribe, 3; Nesai, eşribe, 25; Ibni Mace, eşribe, 10.
(14) Elmalılı, H/763.
(15) Kasânî,VI/ll3.
(16) Kasani, VI. l 15.
(17) Buharî, Buyu', 3; Tirmizî, kıyâme, 60; Müsned, III/153.
(18) Buharî, iman 39, Buyu', 2; Müslim, Müsâkât 107, 108; Ebu Dâvûd, Buyu', 3; Tirmizî, Buyu', 1; Nesâî, Buyu', 2; Müslim, Müsâkât, 107, 108; Ebu Dâvûd, Buyu', 3; Tirmizî, Buyu', I; Nesâî, Buyu', Kudât, II; Ibn Mâce, Fiten, 14.
(19) Buharî, iman, 29; Nesâî, iman, 28; Müsned, V/69.
(20) İbn Nüceym, el-Eşbâh, II/108 (Hamevî ile birlikte).

(21) Nitekim Merhum Elmalı'nın şu sözleri bunu doğrulan "Üzüm şarabı ve bundan mamul olan müskirat aynen necistir. Öbürlerinin ise necis olması şüphelidir. Meselâ üzerine şarap ve şampanya ve arak (rakı), konyak dökülmüş olanlar her halde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Lakin üzüm şarabından mamul olmayan, ispirto, bira vesair müskirat içilemezse de elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza mani olur diye iddia edilemez." (Tefsir, 11/762-763); Allâme M. Zahidü'l-Kevserî de, Hayrettin Karaman Bey'in kendi arşivindeki bir mektup suretinden aktardığına göre: "Uzun sözün kısası, ispirto Ebu Hanife'ye göre necis (pis) değildir, imam Azam'ın kavli, çoğunca böyle cankurtaranlık yapar. Kokuya konması ve elbiseye dokunması zarar vermez" der. (İ.l. Günün Meseleleri, 1/31.4) Abdulfettâh Ebu Gudde Hoca da bunu destekler mahiyette şunları aktarın "Dürrü'l-Muhtâr'da Allâme Hısninin şu sözü nakledilir Hamrın (şarabın) dışındaki sarhoş edicilerde üç rivayet vardın l. Kaba pisliktirler. 2. Hafif pisliktirler. 3. Temizdirler. Hafif pislik olduğunu söyleyen rivayete göre, sürüldükleri elbisenin veya bedenin dörtte birinden az olmaları halinde bu bağışlanır. Değeri! Alim Ahmed ez-Zerkâ temiz olduklarını esas alır ve öyle fetva verirdi. Üstadımız Allâme Kevserî de şarap dışındaki sarhoş edicilerin (ispirto gibi) kullanılmalarının caiz, içilmelerinin haram olduğunu söyler ve imam Ebu Hanife'nin mezhebinin bu olduğunu zikrederdi. Bu iki değerli alimin fetvalarında insanlar için kolaylık ve müsamaha olduğu açıktır. Çünkü bu tür maddeler bu gün hayatın bir çok sahasına girmişlerdir. Ama, şüphesiz kaçınabilenlerin bunlardan uzak durması da güzel bir şeydir. Çünkü temiz olup olmadıkları konusunda alimlerin ihtilafı vardır." (Fethu-bâbi'l-inâye, 1/258 dipnotu).

Sorularla İslamiyet

Faruk Beşer (Prof. Dr.)


6 Temmuz 2018 Cuma

Sünnetler Yerine Kaza Namazı Kılmak


Soru: Bazı çevreler ya da hocalar, üzerinde namaz bor­cu (kaza) bulunanın sünnet kılamayacağını, sünnetler yerine kaza namazı kılması gerektiğini söylerken bazıları da kazası olanın da sünnet kılabileceğini söylüyorlar. Bu iddi­aların hangisine inanacağız?

Cevap: Okuyucularımız bu soruyu, çeşitli eski ve yeni kitap­lardan ve gazetelerden aldığı bir dosya dolduracak kadar fotoko­pi ile birlikte sormuşlardı. Böylece bir bakıma kaynak tespitinde bize yardımcı olmuşlardı. Biz de uzun süre daha değişik kaynak­ları taradık ve gördük ki:

Mesele hakkında -ulaşabildiğimiz kadarıyla-naslarda bir açıklık yok. Yani ictihadî bîr mesele ve müctehitleri ilgilendiriyor, ilgilendirmiş. Onlar da iki farklı görüşü temsil edenler olarak şunları söylemişlerdir:

“Bir kişi özürsüz yere bir namazı kaçırırsa, o şahsın kazaya kalan namazını kılmadan nafile kılması caiz değildir. Çünkü kaza fevrî bir vaciptir. (Derhal kılınmalıdır.) Nafileye zaman ayırırsa bu fevriyeti kaçırmış olur. Üzerinde kaza bulunan kişi bütün zamanı­nı kazaya harcamalıdır. Bundan sadece yaşayabilmesi için gerekli olan işler İstisna edilir. Kaza namazı olan, eğer kaza sebebi özür ise, revâtib olsun, başka nafile olsun, o kaza ile beraber na­fileleri de kaza edebilir. Çünkü bize göre gece ve gündüz kılınan vakitli nafilelerin kaza edileceği sabitleşmiş bir husustur.” [247]

“Bir namazı özürsüz olarak fevt olan kimse, bu namazı kaza ederken önce onun ilk sünnetini kaza etmesi, önceliği sünne­te verdiği (yani farzın kazasına mübaderet etmediği) için haram edilmiş olur mu?

Cevap: Olmaz. Hatta bu, caiz olmaktan öte menduptur.” [248]

Bunlar konunun Şafii mezhebindeki izahıdır ve görüldüğü gibi birer ictihatdırlar. Yani Şafii’yi taklit edenlerin bunlara uyması ve saygı duyması gerekir. Ancak daha iyi anlaşılması için bu görüşle ilgili bir iki noktaya işaret etmek istiyorum:

1- Bu ibarelerden anlaşıldığına göre kazada namazın özürsüz yere kazaya kalmasıyla özürlü olarak kazaya kalması farklı hü­kümler doğuruyor. Namaz özürsüz olarak kazaya kalmışsa onlar kılınmadan hiçbir sünnet kılınmıyor. Özrü varken kazaya kalmış­sa, kazaya kalan namazın sünnetleri dahi ön sünnet iseler, farz­dan önce kaza edilebiliyorlar. Buna göre, kazaya kalmış sünnet, ferzin kazasından önce kilınabiliyorsa revatip sünnet nasıl kılına­maz? Öyleyse bu konuda en azından özürlü olarak terk edlenle özürsüz olarak terkedileni birbirinden ayırmak gerekir.

2- Kazası olan hiçbir sünnet kılamaz denecek olursa, farzlarla beraber yapılan sünnetlerin de terkedilmeleri gerekir. Meselâ tekbirde elleri kaldırmayı, “Sübhaneke” okumayı, kıraati yetecek miktardan fazla uzatmayı, rükû ve secde teşbihlerini yapmamalı­dır. Oysa bunu söyleyen kimse yoktur.

Bu konuda Hanbeli ve Maliki mezheplerinin görüşleri de Şafii’ninkine yakındık [249] ve onlar için de aynı sorular akla takılır. Keza onlar da bir ictihatdır ve içtihadın gerektirdiği ölçüde saygı­ya layıktır.

Hanefi mezhebine gelince; bu konuda ilk kaynaklarda pek açıklık olmamakla beraber, Fetevâyı Hindiye’de “el-Hucce”ye dayandırılan aşağıdaki görüş eğer İmam Muhammed’in “el-Hücce ala ehlî’l-Medine”sinde ise mezhebin ilk dönemine ait ol­muş olur. Ancak biz karıştırabildiğimiz kadarıyla orada bu görüşü bulamadık. Deniyor ki: “Fevt olmuş (kazaya kalmış) namazlarla meşgul olmak nafilelerle meşgul olmaktan daha önemli ise evlâ­dır. Ancak bilenin (revatip) sünnetler, Duhâ, Teşbih vb., nafileler bu hükümden müstesnadır.” [250] Bu içtihat Hanefi mezhebinin daha sonraki kaynaklarında değişik ifadelerle de olsa yer alır ve Merhum Ö. Nasuhi Bilmen tarafından en güzel açıklaması ile özetlenir.

Kaza namazları ile iştigal, nafile namazlar ile iştigalden evladır, ehemdir “daha mühimdir.” Fakat farz namazların, müekkede ol­sun, olmasın, sünnetleri bundan müstesnadır. Yani bu sünnetleri terk ederek bunların yerine kazaya niyet edilmesi evlâ değildir. Bilakis bu sünnetlere niyet edilmesi evlâdır. Hatta Kuşluk, Teşbih namazları gibi haklarında asar varid olan (hadis bulunan) nafile namazlar da böyledir. Bunlara da böyle nafile olarak niyet etmek evlâdır. Çünkü bu sünnetler farz namazlarını ikmal eder, bunların telâfisi mümkün değildir, kaza namazlarının ise muayyen vakitleri olmadığı için telâfileri mümkündür.

Böyle olmakla beraber namazları kazaya bırakmak bir günah­tır. Bu günahtan mümkün mertebe kurtulmak için sünnetleri fe­da etmek münasip olmaz. Böyle bir günahı işleyen kimsenin fazla ibadette bulunarak Allah’ın afvına sığınması gerekirken, hakkında Resûlullah’ın şefaatinin tecellisine vesile olacak bir kısım müba­rek sünnetleri terketmesi nasıl uygun olabilir? Hem bir kısım va­kit namazlarını kazaya bırakmak, hem de diğer bir kısım vakit na­mazlarını kendilerini ikmâl eden sünnetlerden tecrid etmek iki kez kusur olmaz mı? Bunun aksine olan bazı nakiller muteber değildir, fetva verilen görüşe zıttır.

Hem sünnetleri, hem de kaza namazlarını kılmaya müsait va­kit bulamadıklarını iddia eden bulunursa, bunlar insaflıca bir iddi­ada bulunmuş sayılmazlar. Beyhude yere en kıymetli vakitlerini zayi eden insanlar bilmem böyle bir iddiaya ne yüzle cüret edebilirler. [251]

Görüldüğü gibi, kaçırılan namazların kaza edilmelerinin fevrîli­ğini (derhal yapılması gereğini) herkes kabul ediyor. Ancak bu fevrîliğe engel olup olmayacak şeylerde ihtilâfa düşüyorlar. Di­ğerlerinin aksine Hanefiler, sünnetleri kılmanın fevrîliği engelle­meyeceğini söylüyorlar.

İşte meselenin özeti bundan ibarettir. Hal böyle iken bu ko­nuda herkesi kendi mezhebinin görüşüne uymaya zorlamak, Hanefilerin dahi kendi mezheplerinin görüşüne göre amel edemeyeceklerini söylemek İslâmı ve mezhepleri bilen ve akıllı olan adamların işi değildir. Üstelik böyle bir içtihadı, günümüzde ictihat yapılmasına karşı çıkanlar yaparlarsa daha ayıp olur. Kısaca mesele naslarla değil, içtihatlarla belirlenmiştir ve herkes benimsediği ve tabi olduğu mezhebi tatbik eder. Hanefiler için fetva ise yukarıda verdiğimiz görüştür. Ancak, Allah bilir ya, şöyle diyen birisinin de haklılık payı olabilir:

Mesele hakkında Hanefi mezhebinden İbn Nüceym gibilerin Şafii görüşüne meyletmeleri de hesaba katılarak, kırkbeş-elli yaş­larından sonra namaza başlamış birisi gibi çok fazla kaza namazı olanların, sünnet yerine terkettiği farzların kazalarını kılmaları daha uygundur. Ancak bu görüşü ta’mim etmek ve bununla fetva vermek doğru olmaz. [252]

[247] İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ
[248] er-Ramlî, Fetâva, 1/217
[249] bkz., Merdavî el-İnsaf, 1/443;” Cezîn”, Kitabu’l-fıkh, 1/491-92
[250] Hindiyye, 1/125
[251] Bilmen, İlmihal, 166 (md299).
[252] Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 103-107.

5 Temmuz 2018 Perşembe

Namaz Kılmayanın Cenaze Namazı


Soru: Ömründe bir kez olsun camiye gelmeyen kişinin cenaze namazı kılınır mı? Eğer kılınmazsa, kıldırmış olanın kıldırmaktan dolayı sorumluluğu İslâm’a göre nedir? Kılanların da bîr sorumluluğu var mıdır?

Cevap: Fıkıh kitaplarımızda bir ölüye cenaze namazı kılınabilmesinin şartları sayılırken birinci olarak müslüman olması zikredilir. [241] Bize göre “amel imandan bir cüz olmadığından” yani ibadet ve hayır adına hiç birşey yapmayan birisi dahi Allah’a ve Rasulüne eksiksiz inanmakla müslüman olacağından, ölünce na­mazı kılınır ve müslümanca defnedilir. Yeter ki, müslüman oldu­ğu bilinsin. Bu da üç yolla olur:

Müslüman olduğu ya kendisinden duyulmuş olur, ya ebeveyninden biri müslüman olmuş olur, ya da bir müslüman ülkesinde (halkının kahir ekseriyeti müslüman bir ülkede) bulunmuş olur. Bunların hiçbirisi bilinmese ve mükel­lef yaşa gelmiş bir gence İslâm’ın ne olduğu sorulduğunda birşey söyleyemese ve bu durumda oluverse, namazı kılınmaz. [242] Çünkü ölünün üzerine namaz kılmak, onun için Allah’tan mağfi­ret ve şefaat dilemek demektir. Halbuki, Allah “yetmiş defa mağ­firet dilense dahi onları bağışlamayacağını” [243] söyle­mektedir. Ayrıca “Onlardan ölen kimsenin üzerine sakın namaz kılma” [244] demektedir. Bu yüzden İbn Abidîn, Karafî’den naklen, kâfir olarak öldüğü bilinen birisi için “mağfiret” du­asında bulunmanın küfür olduğunu söyler. Çünkü Allah “bağışla­mayacağını” derken, onun hâlâ bağışlama dilemesi, sanki Allah’a “sen iyi yapmıyorsun, gel bu fikrinden vazgeç” demek, dolayısı ile ona eksiklik isnad etmek [245]demektir. 


Ayrıca ırk üstünlüğüne dayalı kavgalarda ölenin namazı da- yıkansa dahi-kılınmaz. Ebu Yusufa göre, birisinin malını çalar­ken ya da aşırırken ölenin ve kendini öldürenin (intihar edenin) namazı da kılınmaz. Diğer imamlar, intihar, dayanılmaz bir ağrı­dan (ya da müslümanlar aleyhine sır vermemek için) ise namazı kılınır derler. Çünkü bu mü’mindir, olsa olsa günahkâr olmuş olur. (Sır vermemek için intihar eden belki ecir de alır.) Ebevey­ninden birini kasten öldürenin, meşru idareye isyan halinde öldü­rülen bâğînin (teröristin), bu suçu işlemekte olduğu halde yol ke­sicinin, müslümanları pusu kurup öldürenin de namazları kılınmaz. [246]

[241] Tahtavî, 479; M. Zihnî, Nimet-i İslâm, 532
[242] agk; Namazı kılınmayanlar konusunda geniş bilgi için bk. İbrahim el-HaIebî, Haleb-i Kebîr, 590 vd; Kâsânî, Bedâyi, l/313
[243] Tevbe: 9/80
[244] Tevbe: 9/80
[245] İbn Abidin, Dürrü’l-Muhtar, 1/522-23; Kafire dua ve kafirin duası ko­nularında ayrıca bk. Fetâvây-ı Hindiye, V/319, 348; Fetâvây-ı Bezzâzîye, VI/355, 360
[246] Tahtâvi, 497-98; M. Zihnî, 54 I -42; Fetâvây-ı Hindiye, 1/163. Doç. Dr. Faruk Beşer, Fetvalarla Çağdaş Hayat, Nün Yayıncılık, İstanbul 1997: 101-103.

http://ulumulislam.com/tag/faruk-beser-fetvalar/

1 Temmuz 2018 Pazar

Üç kere boşanmış kadının başkasıyla evlenmeden eski kocasına dönememesi ve hülle


Soru:

Aklıma takılan bir konu var ve bunu size kısaca sormaya çalışacağım.
Dinimizce bir evli çift üç kez boşandıktan sonra kadın ancak başka bir erkekle evlenirse ve daha sonra boşanırsa eski eşiyle tekrar evlenebiliyor. Bu durum benim biraz aklımı karıştırıyor ve sebebini anlamakta güçlük çekiyorum
Eğer mümkünse ve vaktiniz müsade ettiği ölçüde cevap yazarsanız çok sevinirim.

Cevap:

Aile kurumu insan ferdi ve cemiyeti bakımından çok önemli bir kurumdur. Bu önemli fonksiyonunu yerine getirebilmesi için de istikrarlı, huzurlu, mutlu olmaya elverişli olması gerekir. Geçimsizliğin, kavganın, gerginliğin, ayrılıp ayrılıp yeniden birleşmenin süregeldiği bir aile düşünelim, bu ailenin iki tarafı da mutlu ve huzurlu olamaz, olamayınca dünya ve ahirete yönelik faaliyetlerinde de verimli ve başarılı olamazlar. Kafalarında daima "ben ne olacağım, biz ne olacağız..." sorusu bulunur. Çocuklara gelelim; onlar da mutlu, huzurlu ve başarılı olamazlar, aile kurumunun saygınlığı, aile yuvasının en sıcak, en güvenli yuva olduğu konularında yanlış bilgi, olumsuz duygu ve şuur edinirler. Bu sebeple İslam, evlilik birliğini, başka dinlerde ve hukuk sistemlerinde olduğu gibi, şartlar ne olursa olsun devam edecek veya eşya alımı gibi kutsallığı ve saygınlığı bulunmayacak bir akit olarak telakki etmemiş, orta bir yol tutmuştur. Boşanma Allah'ın sevmediği bir tasarruftur, bu sebeple boşamadan önce sabırla ve ısrarla devam etmeyi denemek gerekir. Ancak iki tarafın veya tek tarafın olanca gayretine rağmen evlilik birliğinin, yukarda işaret edilen fonksiyonu yerine getirerek devam etmesi mümkün görülmediği, bu kanaat hasıl olduğu zaman da ayrılma meşru olacaktır. Denemenin bir boyutu da, geri dönüş mümkün olacak şekilde boşanmadır. Böyle bir boşanma sonunda da iddet dolunca (kadının bir başkasıyla evlenmesi yasak olan süre geçince) kadın, önceki kocasıyla evlenmek mecburiyetinde değildir, onunla olduğu gibi başka biriyle de evlenebilir. Diyelim ki bir başkasıyla evlendi, bununla da sürdüremedi veya bu kocası öldü, şimdi isterse eski kocasıyla yeniden, istemezse başkasıyla evlenebilir. Geri dönüşü mümkün olmayan boşama, üç ayrı zamanda (kadın âdet görüp temizlendikçe cinsel temas yapmadan üç ayrı ay içinde) yapılan üç boşamadır. Bir ay (temiz hal) içinde birden fazla boşama bir boşama olarak değerlendirilir. Ailenin istikrarını koruyabilmek için "boşanıp boşanıp yeniden evlenmeyi zorlaştırarak sınırlayan bir tedbir zorunlu olmaktadır. İşte bu tedbir, üçüncü kez boşamadan sonra, aynı çiftin yeniden evlenmesini yasaklamaktır. Bu yasak da ebedi değildir; bir başkası ile aile kurup yaşamak üzere evlenip sonra geçimsizlik yüzünden veya başka sebeplerle ayrılan kadın -kendisini vaktiyle üç kere boşamış olan- eski kocasıyla isterlerse evlenebilecektir; çünkü muhtemelen çocukları vardır, ayrılığın doğurduğu problemler olmuştur. Yalnızca beklemek değil, bir başka ciddi ve samimi evlilik yaparak deneyimi geliştirmek, insanlar tanımak, evlilik birliğini koruma ve aksaklıklara tahammül etme gücünü arttırmış olabilir. İşte bu vb. gerekçelerle, öyle bir deneyimden sonra yine geçimsizlik, yine boşanma veya ölüm olur da eski eşle yeniden bir deneme yapma ihtiyaç ve isteği bulunursa buna izin ve imkan verilmiştir.
Tarihte ve günümüzde hülle diye meşhur olan, fakat meşru olmayan, İslam'a aykırı olduğu halde ona yamanan bir uygulama vardır. Buna göre, çoğu kez geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde boşama gerçekleşmediği halde önce karının -bir başka kocaya varmadıkça- eski kocası ile yeniden evlenemeyeceğine fetva verilmekte, sonra bunu sağlamak için bir geçici koca (hülleci) bulunmakta, bununla bir evlenme akdi yapılarak kadınla cinsel temas yapması sağlanmakta, sonra -bazan zor kullanarak- hüllecinin kadın boşaması temin edilmekte, zorunlu süre beklendikten sonra -hatta cehalet yüzünden bazan süre de beklenmeden- eski kocaya nikahlanmaktadır. Bu uygulamanın İslam'a aykırı, iğrenç ve çirkin tarafların sıralayalım:
a) Bir kadın boşanınca âdet görüyorsa üç âdet görüp temizleninceye kadar beklemesi (iddet) gerekir, beklemeden başka bir kocaya varamaz. Kocası ölen kadının iddeti ise dört ay on gündür.
b) Geçici evlilik yapmak haramdır. Hülle evliliğinde taraflar, akit yaparken söylemeseler bile daha önce bu evliliğin geçici olduğu, birleştikten sonra boşama yapılacağı üzerinde anlaşmaktadırlar.
c) Peygamberimiz, aile kurmak için değil de, boşanmış kadının eski kocası ile evlenmesini sağlamak için nikah yapan erkeğe "kiralık teke" adını vermiş ve bunu yapanlara lanet okumuştur.
d) Hülleci, ortada geçerli bir sebep bulunmadığı halde karısın boşamakta, Allah'ın sevmediği bir şey yapmaktadır.
Hüllecilik İslam'a aykırıdır, üç ayrı zamanda, geçerli bir şekilde boşanmış bir kadının, aynı koca ile dördüncü kez evlenmesi caiz değildir.
Yukarda açıklanan gerekçelere dayalı olarak, üç kere boşanmış, iddetini doldurmuş, samimi ve ciddi olarak (aile kurup yaşamak amacıyla) başka birisiyle evlenmiş, ama bu evliliği de sürdüremediği için boşanmış veya bu ikinci kocası ölmüş bir kadın, yine iddetini doldurduktan sonra eski kocası ve muhtemelen çocuklarının da babası olan adamla isterlerse yeniden evlenebilirler. Geçirilen bunca tecrübe bu ikinci evliliğin sürekli olmasına yardımcı olabilir.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00088.htm

30 Haziran 2018 Cumartesi

Meal müçtehitliğinin sefaleti- Faruk Beşer


Bir süre önce, din Kur’an’dan ibarettir kanaatinde olan bir okuyucum bana; ‘hoca neden Kur’an’dan başka şeylerden delil getiriyorsunuz, Allah’tan korkmuyor musunuz ve şu ayetleri hiç hesaba katmıyor musunuz?’ anlamında okkalı bir uyarıda bulundu ve kendince ders vermeye çalıştı. Sözünü ettiği ayeti kerimeler Zuhruf Suresi 43. ve 44. ayetleri idi. Tabii ki bize bunların metnini değil, şöyle bir mealini gönderdi:

‘Ey Muhammed, sana vahyedilen Kur’ana sımsıkı sarıl. Sen doğru bir yol üzerindesin. Kuran senin için de kavmin için de bir şereftir, gelecekte
sadece ondan sorulacaksınız’.

Böyle çıkışların, çoğu zaman haddini aşmış olsalar bile, önce takdir edilecek tarafını da söyleyelim; artık herkesin Kuranıkerim’den kendi kapasitesi ölçüsünde bir şeyler anlayabileceğini kabul etmeliyiz ve siz asla ondan hiçbir şey anlayamazsınız, abilere, büyüklere sormalısınız tutumunun artık geçerliliğinin kalmadığını bilmeliyiz. O halde ‘Kuranıkerim’i herkes anlar’ demek çok iddialı olsa da, ‘Kuranıkerim’den herkes anlar’ demek doğrudur. Çünkü her akıl sahibi insan Kuranıkerim’in muhatabıdır ve herkes ondan kendi seviyesine göre doğru şeyler anlayabilir. İşte bunu bilmeliyiz, ama bununla birlikte tabii ki, haddimizi de bilmeliyiz. Anlamanın da şartlarının bulunduğunu, herkesin ancak kendi seviyesinden fark edilebilecek olanı görebileceğini, önyargıların ve ideolojik şartlanmaların, yani Gazalî’nin dediği gibi mezhep ve meşrep kabullerinin anlamaya engel olacağını da bilmeliyiz.

Bu uyarıyı yapan kardeşimize sordum, siz Kuranıkerim’in dilini biliyor musunuz? Bilmem şart değil ki, meallerden okuyorum, dedi.

Mealini gönderdiğiniz ayeti kerimenin tercümesi tam olarak sizin gönderdiğiniz gibi değil. Öyle bir meal, ya da yorum ancak bir takım ön kabullerden, şartlanmalardan sonra yapılabilecek bir yorum, ya da tevilden ibarettir, Kuranıkerim’in söylediği değildir. Bakın ben size o ayetlerin aslına en yakın tercümesini yapmaya çalışayım dedim:

‘O halde sana ne vahyedilmişse ona sımsıkı sarıl. Sen dosdoğru bir yol üzerindesin. Sana vahyedilen senin için de senin kavmin için de bir yâdı cemildir. Sonunda da hesaba çekileceksiniz’.

Görüldüğü gibi ayeti kerimede, ‘sana vahyedilen Kur’ana sarıl’ değil, ‘sana vahyedilene sarıl’ denmektedir. Öyle bir meal, ancak Resulüllah’a vahyedilenin sadece Kuranıkerim olduğu ön kabulüne göre yapılabilir. Elbette asıl vahiy Kuranıkerim’dir, ancak onun dışında Resulüllah’a ilham şeklinde, kalbe doğma şeklinde, sadık rüyalar şeklinde gelen vahiyler de vardır. Vahyin bu derecelerini daha önce yazmıştık.

Ayeti kerimenin son cümlesinin; ‘ileride sadece Kuranıkerim’den sorulacaksınız’, diye çevrilmesi de yine böyle bir ön kabule dayanıyor. Oysa ayette söylenen şey, ‘sonunda hesaba çekileceksiniz’ den ibarettir.

Sürekli söylüyoruz, her alanda temel düşünceleri oluşturan metinlerin tam olarak ne söyledikleri ancak kendi dillerini iyi bilmekle anlaşılabilir. Oysa bırakın meallerden ahkâm çıkarmayı, ülkemizde Arapçayı, yani Kuranıkerim’in dilini bilmeden yapılan mealler dahi vardır dersek meselenin fecaati anlaşılmış olur.

Bir zamanlar da birisi filozofça şöyle bir şey söylemişti: Anlamanın merkezi kalp değil beyindir. Çünkü Kuranıkerim, anlamayanlardan ‘beyinsizler’ diye söz eder demişti. Kuranıkerim’de böyle bir ayet yok dediğimizde de; A’râf 155. ayetini delil göstermişti. Çünkü onun baktığı meal ayette geçen ‘süfeha’ kelimesini ‘beyinsizler’ diye çevirmişti. Bu kelimenin Türkçede böyle ifade edilmesinde bir sakınca olmayabilir, çünkü ‘beyinsizler’ Türkçede bir deyimdir ve ‘sığ akıllı, ayak takımı’ anlamındaki ‘sefih, (ç: süfeha) kelimesinde de bu anlam vardır. Ama bunu ‘beyinsizler’ diye alıp onun üzerinden anlamanın derin felsefi izahını yapmaya çalışmak, tek kelime ile gülünç olur. Oysa bu meal müçtehidi kardeşlerimiz bunun benzerlerini çokça yapıyorlar.

Bir erkek karısına bir anda, `seni üç kere boşadım` dese durumları ne olur?


Bir erkek, nikahlı eşini, iki âdet kanaması arasındaki süre içinde ancak bir talak ile boşayabilir; yani kaç derse desin bir talakla boşamış olur. Kadını daha sonraki iki âdet arasında iken bir daha boşarsa ikinci boşama da gerçekleşmiş olur. Daha sonrakinde bir daha boşarsa üçüncü boşama gerçekleşir; işte bu takdirde bu çiftin evliliğe dönmeleri -kadın ciddi olarak (birinci eşe dönmek için bir çare olarak değil) ikinci bir evlilik geçirmedikçe- imkansız hale gelir. Sizin durumunuzda, yeniden nikah akdi yaparak evliliğe dönebilirsiniz, ama kocanızın iki boşama hakkı kalmış olur, bundan sonra bu hakkı kullanmayın, israf etmeyin.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00086.htm

29 Haziran 2018 Cuma

***SINAVA GİRECEKLER İÇİN DUALAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Sınava girecek olan öğrencilerimiz öncelikle üzerlerine düşen görevi yaptıktan sonra dualarını edecek ,kendileri için en hayırlısını isteyecek ve ondan sonra da Allah-u Teala'ya teslim olacaklar. Ellerinden gelenin en iyisini yaptıktan, dualarını ettikten sonra artık hüküm Allah'ındır cc. O herşeyin en güzelini bilir ve O'na sığınan herkese de en hayırlısını verir. Sınava girecek olan tüm öğrencilerimizi Allah'a emanet ediyor ve başarılar diliyorum.

*Anneler, Kur’an’ı Kerim’den İnşirah suresini çocuğunuzun sınava girmesinden önce okuyunuz.


Bismillahirrahmanirrahim
1. Elem neşrah leke sadrek
2. Ve vada'na 'anke vizreke
3. Elleziy enkada zahreke
4. Ve refa'na leke zikreke
5. Feinne me'al'usri yüsren
6. İnne me'al'usri yüsren
7. Feiza ferağte fensab
8. Ve ila rabbike ferğab


*Buna ek olarak Duhan suresini okuyarak çocuğunuzun başarılı olması için temennide bulunabilirsiniz.


Bismillahirrahmanirrahim
1. ha mım
2. vel kitabil mübiyn
3. inna enzelnahü fı leyletim mübaraketin inna künna münzirın
4. fıha yüfraku küllü emrin hakiym
5. emram min ındina inna künna mürsiliyn
6. rahmeten mir rabbik innehu hüves semiy’ul aliym
7. rabbis semavati vel erdı ve ma beynehüma in küntüm mukıniyn
8. la ilahe illa hüve yuhyı ve yümiyt rabbüküm ve rabbü abaikümül evveliyn
9. bel hüm fı şekkiy yel’abun
10. fertekıb yevme te’tis semaü bi dühanim mübiyn
11. yağşen nas haza azabün eliym
12. rabbenekşif annel azabe inna mü’minun
13. enna lehümüz zikra ve kad caehüm rasulüm mübiyn
14. sümme tevellev anhü ve kalu muallemüm mecnun
15. inna kaşifül azib kaliylen inneküm aidun
16. yevme nebtışül batşetel kübra inna müntekımun
17. ve le kad fetenna kablehüm kavme fir’avne ve caehüm rasulün keriym
18. en eddu ileyye ıbadellah inni leküm rasulün emiyn
19. ve el la ta’lu alellah innı atıküm bi sültanim mübiyn
20. ve innı uztü bi rabbı ve rabbiküm en tercumun
21. ve il lem tü’minu lı fa’tezilun
22. fe dea rabbehu enne haülai kavmüm mücrimun
23. fe esri bi ıbadı leylen inneküm müttebeun
24. vetrukil bahra rahva innehüm cündüm muğrakun
25. kem teraku min cennativ ve uyun
26. ve züruıv ve mekamin keriym
27. ve na’metin kanu fiyha fakihiyn
28. kezalike ve evrasnaha kavmen ahariyn
29. fema beket aleyhimüs semaü vel erdu vema kanu münzariyn
30. ve le kad necceyna benı israiyle minel azabil mühiyn
31. min fir’avn innehu kane aliyem minel müsrifiyn
32. ve lekadıhternahüm ala ılmin alel alemiyn
33. ve ateynahüm minel ayati ma fıhi belaüm mübiyn
34. inne haülai le yekülün
35. in hiye illa mevtetünel ula ve ma nahnü bi münşeriyn
36. fe’tu bi abaina in küntüm sadikıyn
37. e hüm hayrun em kamü tübbeıv vellezıne min kablihim ehleknahüm innehüm kanu mücrimiyn
38. ve ma halaknes semavati vel erda ve ma beynehüma laıbiyn
39. ma halaknahüma illa bil hakkı ve lakinne ekserahüm la ya’lemun
40. inne yevmel fasli mıkatühüm ecmeıyn
41. yevme la yuğni mevlen ammevlen şey’ev ve la hüm yünsarun
42. illa mer rahımellah innehu hüvel aziyzür rahıym
43. inne şeceratez zekkum
44. taamül esiym
45. kel mühl yağlı fil bütun
46. ke ğalyil hamiym
47. huzuhü fa’tiluhü ila sevail cehıym
48. sümme subbu fevka ra’sihı min azabil hamiym
49. zuk inneke entel aziyzül keriym
50. inne haza ma küntüm bihı temterun
51. innel müttekıyne fı mekamin emiyn
52. fi cennativ ve uyun
53. yelbesune min sündüsiv ve istebrakım mütekabiliyn
54. kezali ve zevvecnahüm bi hurin ıyn
55. yed’une fiha bi külli fakihetin aminiyn
56. la yezukune fiyhel mevte illel mevtetel ula ve vekahüm azabel cehıym
57. fadlem mir rabbik zalike hüvel fevzül azıym
58. fe innema yessernahü bi lisanike leallehüm yetezekkerun
59. fertekıb innehüm mirtek

*Sınav için okunacak diğer dualar ise şöyledir;

"Allâhümme lâ sehle illâ mâ cealtehû sehlen ve ente tecalü'l-hazne izi şi'te sehlen"
(Allah'ım! Senin kolay kıldığından başka bir kolay yoktur. Sen dilediğin zaman, zor (sert ve katı) olanı, kolay ve yumuşak yaparsın." 

“Allahümme rabbizitni ilmen ve fehmen ve imanen.”
Anlamı: “Allah’ım! Zihnimi aç, ilmimi artır, fehmimi aç, imanımı genişlet.”

*Sınava girerken şu ayet okunabilir:

“Rabbi edhılnî müdhalen sıdkin ve ahricni muhrace sıdkin ve’c’al li min ledünke sultânen nasîrâ.” (İsra, 80)
Anlamı: “Ya Rabbi! Beni doğru bir giriş ile girdir ve yine doğru bir çıkış ile çıkar. Katından bana yardım edici bir kuvvet ihsan eyle.”

*Sınav için sıraya oturunca şu âyet okunabilir:

“Rabb’şrah li Sadri ve yessir li emri,va’hlül ukdeten min lisani, yefkahü kavlî.”
Anlamı: “Ya Rabbi! Göğsümü ve gönlümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin bağını çöz, sözümü anlaşılır eyle.”

*Sınav başlayınca da şu dua okunabilir:

“Ya Hayyu Yâ Kayyûm, Bi Rahmetike esteğisû.”
Anlamı: “Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım, Senin Rahmetine Sığınıyorum.”

“Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr”
Anlamı: “Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma. Rabbim! İşimi hayırla tamama erdir.”

*Fatiha suresi ne için okunursa ona fayda verir. Onda her çeşit deva vardır.”(Aclûni, Keşfü’l-Hafâ, II, 106-108; Dârimî, Fedailü’l-Kur’ân 12.).

Bismillahirrahmanirrahim.
"Elhamdü lillâhi rabbil’alemin. Errahmânir’rahim. Mâliki yevmiddin. İyyâke na’budü ve iyyâke neste’în, İhdinessırâtel müstâkim. Sırâtellezîne en’amte aleyhim ğayrilmağdûbi aleyhim ve leddâllîn."


Bu duaları da okuyabilirsiniz:

رَبِّ اَدْخِلْن۪ي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَاَخْرِجْن۪ي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ ل۪ي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَص۪يرًا

1- “Yâ Rabbi! (Hicretle gireceğim yere) beni doğruluk (ve hoşnutluk) üzere dâhil et. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk (ve hoşnutluk) çıkışıyla çıkar. Bana tarafından yardım edici bir kuvvet (iktidar) ver.” (İsrâ Sûresi/80.Ayet)

"Rabbi edhılnî müdhale sıdkin ve ahricni muhrace sıdkin ve'c'al li min ledünke sultânen nasîrâ."

قَالَ رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ . وَيَسِّرْ ل۪ٓي اَمْر۪يۙ . وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَان۪يۙ . يَفْقَهُوا قَوْل۪يۖ .

2- “Rabbim! Benim gönlüme genişlik ver. Benim işimi kolaylaştır, dilimden de (şu) düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar.” (Taha Suresi/25-28)
“Rabbişrah li sadri. Ve yessir li emri. Vahlul ukdeten min lisani. Yefgahü kavli ”

"رَبِّ يَسِّرْ وَلاَ تُعَسِّرْ، رَبِّ تَمِّمْ بِالْخَيْر"

3- "Rabbim! kolaylaştır zorlaştırma, Rabbim hayırla sonuçlandır"
"Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi'l-hayr" 

رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا و فهمت والحقني باالصالحين

4- “Rabbim benim ilmimi ve anlayışımı artır, ve beni salihlerin arasına al.” (Taha Suresi/114)
Rabbi zidni ilmen ve fehmen ve el-hıkni bi's salihin.

يا حفيظ، يارقيب، ياناصر، ياالله

5- “Ey koruyan, Ey gözeten, Ey yardım eden, Allah'ım”
Ya hafiz, Ya Ragib, Ya Nasır, Ya Allah,

ياَحَىُّ ياَقَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ اَسْتَغِيسُ

6- “Ey daima hayatta olan Hayy, bütün varlıkları ayakta tutan Kayyum! Rahmetinin hakkı için senden yardım istiyorum.”
Ya Hayyu,Ya Kayyumu, Birahmetike Esteğisu

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Yurtdışında yapılan formalite nikah


Soru 1: Çok yaygın bir uygulama olarak, müslüman erkekler kendi ülkelerinde, sonradan tekrar resmi nikah yapmak niyetiyle, formalite icabı eşlerinden hakim kararıyla ayrılarak batı Avrupa'ya geliyorlar. Ve burada yine anlaşmalı olarak yabancı bir hanımla evlenip oturum alıyorlar. Bu durumdaki şahısların iddet dönemi gelip geçiyor, fakat onlar kendilerini 'dini' açıdan nikahlı saydıklar için herhangi bir işlem yapmıyorlar. Ve ilk eşleriyle görüştüklerinde ilişkilerini devam ettiriyorlar. Bu konuyla ilgili sizin kanaatiniz nedir? 


Cevap:
Bir erkek karısını ric'î talak (yeniden nikah akdi yapmadan iddet içinde evliliğe dönme imkanı veren boşama şekli) ile boşarsa, "tekrar evliliğe döndüğünü ifade eden bir söz veya fiil" ile nikah geçerli hale gelir. Erkek mahkemeye başvurup hakime "eşimi boşa" dediği zaman hakime boşama vekaleti vermiş sayılır ve karısını ric'î talak ile boşamış olur. Mahkeme boşadıktan sonra iddet içinde "bizim evliliğimiz baki, sen benim karımsın, bu boşama formalite icabı" gibi bir söz söyleyince veya cinsel temas gibi bir fiil işleyince, geriye kalan iki talak hakkı ile evlilik devam eder.
Bu kişi, yurt dışında formalite icabı nikahlandığı eşini de sonradan şer'an boşaması gerekir ki o kadın başkası ile evlenebilsin.

Soru 2:
Yaygın olmamakla birlikte (evli veya bekar) aynı yola başvurarak oturum alan hanımlarla karşılaşıyoruz. Hatta ebedi mahremleri ile formalite nikah kıydıranlar var, sizin bu husustaki kanaatiniz nedir? 

Cevap:

Bir müslüman ebedî mahremi ile nikah kıyamaz; bu caiz ve geçerli değildir. Ancak yabancı ülke kanunları belli derecelerdeki yakınlarla evlenmeyi caiz görüyor da -aslında evlenmeyi istemedikleri ve buna niyet de etmedikleri halde- başka çare bulamayan bazı müslümanlar, ekmek parası ve iş bulmak için böyle formaliteden bir nikah yapıyorlarsa bu nikah, şer'an zaten geçerli değildir; oradaki işlerini görüyor olduğu için -dince geçerliği olmayan- böyle bir formaliteden istifade etmiş olmaktadırlar.

http://www.hayrettinkaraman.net/sc/00077.htm

28 Haziran 2018 Perşembe

Müslüman 4 hukuku tesis etmekle sorumludur


Hukukullah/Allah-İnsan arasındaki hukuk 

Huku’n-Nefs/İnsanın kendi nefsi ile arasındaki hukuk

Hukuku’l-İbâd/İnsanın başka insanlar ile kurması gereken hukuk 

Hukuku’l-Eşya/İnsanın eşya ile, varlık ile, kainat ile kurması gereken hukuk

Bu hukuklar ne ile tesis edilebilir? 

Hukukullah’ı, İhsan şuuru ile 

Huku’n-Nefs’i, İradenin hakkını verme ile 

Hukuku’l-İbâd’ı, İsâr’ı en temel hedef olarak belirleme ile 

Hukuku’l-Eşya’yı, İkram’ı bütün bir varlığa yansıtma ile…

Muhammed Emin Yıldırım

Çevreden gizlenen nikah; evlenecek gençlere karşı ebeveyn ve toplumun görevleri


Soru:
Gizli nikah dini yönden geçerli olur mu?

Cevap:
Şahitsiz ve ilansız, yalnızca iki tarafın (erkekle kadının) karşılıklı rızaları ve irade beyanları (seninle evlendim, evleniyorum demeleri) ile yapılan evlenme akdinin sahih ve geçerli olmadığı, böyle bir evlenme ile birleşenlerin zina etmiş olacakları konusunda ictihad birliği vardır.
İki büyük fıkıh mezhebinden Şafiîlere göre, ergenlik çağına gelmiş olsa bile kız kendi irade beyanı ile evlenemez, onu evlendirecek olan kimse velîsidir. Hanefîlere göre ergenlik çağına gelmiş olan kız nikahta taraf olabilir, onun rıza ve irade beyanı ile evlenme akdi yapılabilir.
Bütün mezheplere göre nikahın (evlenme akdinin) ilan edilmesi; yani gizlenmemesi, çevreye duyurulması sünnettir. İmam Mâlik'e göre yalnızca şahitlerin bildiği ve tarafların isteği üzerine onların da gizledikleri nikah fâsiddir, selahiyetli makamca bozulur ve taraflar ayırılır.
Evlenmenin din, ahlak, hukuk, aile ve cemiyetle ilgili yönleri, etkileri, sonuçları vardır. Evlenme akdi yalnızca cinsel ilişkiyi caiz kılmaz, bunun yanında taraflara birçok haklar ve ödevler de yükler. Müminlerin eşleri dışında kalan ana baba, büyükler, kardeşler ve diğer hısımlara karşı da hukuk ve ahlak alanına giren ödevleri vardır. Ana babaya haber vermeden, onların rızasını almadan evlenen gençler ana babayı derinden üzmüş ve kırmış olmaktadırlar. Bu kırgınlıklar bazen hayat boyu sürmekte, aile ilişkileri temelden sarsılmaktadır. Bu konu kendisine sorulan hocalar, dar açıdan (yalnızca evlenme akdinin unsurları yönünden) bakarak caiz derken, işe bir de evlilik hukuku, aile ilişkileri ve ahlak açısından bakmalı, kendi kızları ve oğulları haber vermeden biriyle evlense bunun kendilerini nasıl etkileyeceğini düşünmelidirler. Anaya babaya haber vermeden, onlardan izin almadan, şahitlere gizlemelerini tembih ederek, nüfusa da kaydettirmeden evlenme akdi yapanların evlilikleri, yalnızca cinsel ilişkiyi zina olmaktan çıkarsa bile -ki, yukarıda açıklandığı üzere bunu da kabul etmeyen ictihadlar vardır- evlenme hukuku, ana baba hakları ve ahlak bakımından birçok sakınca taşımakta ve günaha sebep olmaktadır. Önemlice sakıncalarından biri de, kızın ayrılmak istemesine, hatta fiilen eşini terk etmesine rağmen erkeğin onu boşamaya yaklaşmaması, bu durumda -araya hakemler girerek boşamayı sağlayıncaya kadar- kızın bir başkasıyla evlenmesinin imkansız hale gelmesidir.
Bizim tavsiyemiz, evlenmeyi zorlaştıran gelenekleri aşarak kolay ve ucuz evlenme yollarının açılması, erkeklerin ve kızların evlenme yaşlarının öne alınması (yirmi beş, otuz yaşlarına kadar bekletilmemesi), mesela öğrenci iken evlenen çifte geçim yardımı yapan hayır kurumlarının oluşturulması ve bu kolaylıklar hasıl olunca da ana babaya haber vererek, onların rızalarını alarak evlenmenin gerçekleştirilmesidir. Ana babalara düşen vazife de gelin ve damat seçiminde önceliği çocuklarına vermeleri, ortada önemli bir engel bulunmadıkça talepleri geri çevirmemeleridir. Gizli evlenmelerin başlıca sebepleri arasında evlenmeyi zorlaştıran ve -yukarıda açıklanan- Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetine de aykırı olan zorluklar, ekonomik sıkıntılar, ana babaların anlayış göstermemeleri gibi hususların bulunduğu unutulmamalıdır.


27 Haziran 2018 Çarşamba

Kur’an’a sarılmak ne demektir?


“Siz Allah’ın ipine sarılın. Şüphesiz Allah’ın ipi Kur’an’dır.”(Dârimi,Fedâili’l-Kur’an,1) 

Kur’an’a sarılmak ne demektir? 

1. Anlamı ile buluşmak 

2. Azığı ile düşünmek 

3. Ahlakı ile ahlaklanmak 

4. Ahkâmı ile amel etmek 

5. Aşkı ile tutuşmak

Muhammed Emin Yıldırım

Bugün sadece dinî nikah yeter mi?


İslam'da nikah (evlenme akdi), fıkıh konularının tasnifi içinde ibadetlere değil, dünya hayatını düzenleyen hükümler (muâmelât) bölümüne girer. Bir satım, bir kira akdi, dinle ilişkisi bakımından ne ise bir nikah akdi de odur. Bu sebeple nikah akdini bir başkası değil, iki taraf yapar; akit, aralarında evlenme engeli bulunmayan bir kadınla bir erkeğin, şahitler huzurunda, karşılıklı rızaları ve irade beyanları ile kurulur/oluşur. İmamın veya belediye memurunun nikah kıyması akdin kurulması ve sahih olmasının şartı değildir; bunların yaptığı, akit işlemini yönetmekten ibarettir. Resmî nikah ayrıca kayıt altına alındığı için evlilik hukukunu koruması, güvence altına alması bakımından dinin amacına daha da uygundur. İçinde yaşadığımız şartlarda yalnızca dinî nikah ile yetinmek, dinin önem verdiği evlilik hukukunu korumak için yeterli olmadığından bununla kalmamak, mutlaka akdi resmîleştirmek gerekir.


26 Haziran 2018 Salı

İtaat, İttiba, İ’tisâm, İhsan ve İtidal


Hz. Peygamber (sas) ile aramızda kurmamız gereken hukukun beş temel kavramı: 


İtaat, İttiba, İ’tisâm, İhsan ve İtidal 

1.İtaat, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, kayıtsız ve şartsız kalben boyun eğmek, teslim olmaktır.

2.İttiba, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, tabi olmak ve gereğini yerine getirmek için fiilen harekete geçmektir. 

3.İ’tisam, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, istenilen düzeyde sarılmak, o değerleri korumak ve onlara bağlanmaktır.

4.İhsan
, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, en güzel karşılığı ortaya koyarak inanmak ve onlarla amel etmektir. 

5.İtidal, Allah Resulü’nün (sas) tebliğ ettiği her hakikate, geldiği gibi rıza göstermek ve hiçbir şekilde aşırılıklara kapı açmadan kabul etmektir.

Muhammed Emin Yıldırım

Kader, Sonradan Verilen Kararlar Değildir

25 Haziran 2018 Pazartesi

Vakar nasıl olur?



Vakar:
Ağırbaşlılık demektir. Vakar, kişinin bulunduğu makamına uygun bir ciddiyet göstermesi, hafif meşrep olmaması, ağırbaşlı olma, temkinli davranma, mevki ve kişiliğin gereğini hakkı ile koruma gibi manalara gelir.

Halk arasında ağırbaşlılık olarak bilinen vakar, sahibine hürmet duyguları kazandıran bir fazilettir. Vakarın kibre kaçmaması, hatta vakarlı birinin aynı zamanda mütevazi (alçak gönüllü) de olması gerekir. Bu iki huy birlikte bulunduğu zaman tam bir fazilet olur. "Rahmân'ın öyle kulları vardır ki, onlar, yeryüzünde sükunetle (vakarla) yürürler" (Furkan, 25/63) âyeti ve Rasûlüllah (s.a.s)'in, cemaatle namaza başlanmış bile olsa, camiye gelenlerin koşarak acele etmemesini, vakar ve sükuneti elden bırakmamasını tavsiye eden hadisi (Buharî, Ezan, 21) her Müslümanda bulunması gereken vakarı ifade etmektedir. Peygamberimiz (asv) daima, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve aynı zamanda sevgiyi celbeden bir tevazu halinde bulunurdu.

Vasıflar, hasletler, tutum ve davranışlar, yerlerine göre iyi veya kötü ahlakı temsil ederler. İş yerinde bir memurun ağırbaşlılığı, akıllıca bir vakar sayılır, fakat aynı tavrı ailesi içinde gösterirse ahmakçasına bir kibir-gurur sayılır. Masası başında bir yetkilinin gösterdiği vakar ve o vakardan kaynaklanan güven duygusu övgüye değer iken, aynı tavrı evinde sergilediğinde şımarık bir pozisyona girer. Keza, bir yetkilinin çoluk çocuğu arasında gösterdiği tevazu takdire şayan bir erdemlik olduğu halde, aynı tavrını makamında göstermesi, tevazudan çok bir zillet ve pintilik ifadesi olur.

Bunun gibi tevazu ile zillet / alçaklık da zahiren birbirine benzer, fakat gerçekte çok farklıdırlar. Bunlar da yerine göre farklı olarak değerlendirilir. Örneğin, masası başında olan bir amirin, bir memurun gelen herkesin önünde kalkması, tevazu değil zillettir. Aynı tavrı evinde göstermesi tevazudur. Bunları fark etmek, farklı görmek önemli bir husustur.

Diğer önemli bir sorun, tahdis-i nimet ile kibir unsuru arasında söz konusudur. Tahdis-i nimet / Allah’ın nimetini seslendirmek, Allah’ın bir emridir. (Duha, 93/11). Kibirlenmemek de Allah’ın emridir; kibirlenenler kötülenmiştir.(Mümin, 40/56).

Öyleyse, hem Allah’ın nimetini üzerinde göstermek, onu seslendirmek, hem de kibirlenmemek için şu yolu takip etmelidir. Kendisinde bulunan güzellikleri -bir şükran vesilesi olarak- itiraf etmek, fakat onun Allah’ın vergisi olduğuna iman etmektir.

Yapılan bir işe, söylenen bir söze, gösterilen bir davranışa eksi veya artı bir değer katan, kişinin içindeki niyetidir. “Müminin niyeti amelinden / yaptığı işten daha hayırlıdır.” (Mecmau’z-Zevaid, 1/61) manasına gelen hadiste vurgulanan husus, gerçekten dikkate değerdir.

Hz. Peygamber (a.s.m)’in vakar ve tevazuunu gösteren bir iki misali aşağıda sunmuş bulunuyoruz:

“Efendimizin heybetinden titremeye başlayan bir adama: “Kendine gel! Ben bir hükümdar değilim, bilakis, Kureyş kabilesinden kurutulmuş et / kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum.” diye buyurdu. (İhya, 2/382).

Bu olayda hem vakar hem de tevazu vardır. Adamın titremesi Hz. Peygamber (a.s.m)’in mehabetinden, vakar, ağırbaşlılık ve ciddiyetinden kaynaklanıyordu. “Kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum” demesi ise onun eşsiz tevazuunun belgesidir.

Hz. Ömer (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurdu:

“Sakın beni -Hristiyanların İsa’yı aşırı övdükleri gibi- aşırı övmeyin. Ben ancak Allah’ın kuluyum. Onun için bana ‘Allah’ın kulu ve Resulü’ deyin.”( Tirmizi, Şemail, 293)

Hz. Enes anlatıyor: Bir kadın “Ey Allah’ın Resulü! Bir ihtiyacım var, seninle görüşmem gerekir” dedi. Efendimiz: “Medine’nin hangi yolunda / hangi semtinde, neresinde görüşmek istiyorsan oraya geleyim.” buyurdu.(Tirmizi, Şemail, 294)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

HADİS KARŞITLARINA CEVAP:2- Rasulullah’ın “Allah Katındaki Değeri” Unutulmamalı



Hadis ve Sünnetin Görevi Kur’an’ı Açıklamaktır


Taşgetiren: Peki hocam, Kur’an varken Hadis – sünnet nasıl bir fonksiyon icra etti, diye sorulsa neler söylersiniz?

Prof. Dr. Kandemir:
Bu da önemli bir sual. Hemen belirtelim. Kur’ân-ı Kerîm dinin genel ilkelerini ortaya koyar, inanç ve ahlâk esaslarını bildirir, fakat ayrıntıya girmez. Hadis ve sünnet ise Kur’ân-ı Kerîm’i “beyân” eder, yani açıklar ve bu açıklamayı çeşitli şekillerde yapar:

Hadis ve sünnet kimi zaman Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen ilke ve esasları destekler;

sınır getirilmeyen bazı buyruklara sınır getirir;

genel hükümleri belirgin hale getirir;

Kur’ân-ı Kerîm’de kapalı bırakılan noktaları açıklığa kavuşturur, kısa ve özlü buyrukları açıklar.


..Şöyle ki:

1-Kur’ân-ı Kerîm’de özet halinde verildiği için nispeten kapalı olan bilgiler vardır. Hadis ve sünnet bunları ayrıntılı olarak açıklar. Buna “mücmel”in “beyânı” denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Namaz kılın!”27

“Namazı dosdoğru kılın”28

“Namaz, mü’minlere belli vakitlerde farz kılınmıştır”29 buyrulur. Ama namazın kaç vakit kılınacağını, her bir namazın kaç rekât olduğunu, nasıl kılınacağını, farzlarının, vâciblerinin neler olduğunu, hangi davranışların namazı bozacağını bildirmez. Namaz kılınmasını emreden bu özlü emri hadis ve sünnet açıklayıp beyân eder. Nitekim Allah’ın Resûlü “Benim namazı nasıl kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın”30 buyurmuştur.

Ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn’ın açıklaması konuyu daha iyi anlamamızı sağlar. Hz. Ömer, halife olunca, halka İslâmiyet’i öğretmesi için bu aziz sahâbîyi Basra’ya göndermişti. Birgün İmrân radıyallahu anh Müslümanlarla sohbet ederken, cemâatten biri ona:

“Siz bize bazı hadisler okuyorsunuz. Ama biz onları Kur’an’da bulamıyoruz” dedi. İmrân İbni Husayn radıyallahu anh onun bu sözüne kızdı ve ona:

“Sen Kur’an okudun mu?” diye sordu. Adam:

“Evet, okudum” diye cevap verdi. Bu aziz sahâbî sözüne şöyle devam etti:

“Peki, sen Kur’an’da akşam namazının üç rekât, yatsı namazının dört rekât, sabah namazının iki rekât, öğle ve ikindi namazlarının dörder rekât olduğunu gördün mü? Görmedin. Peki siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? Biz de bunları Allah’ın Resûlünden öğrendik.”

İmrân İbni Husayn radıyallahu anh adama bir soru daha sordu:

“Siz paranın ve koyunun kırkta birinin zekât olarak verileceğini Kur’ân-ı Kerîm’den mi öğrendiniz?” Adam:

“Hayır” dedi.

Bu âlim sahâbî konuşmasına şöyle devam etti:

“Peki siz, bunu kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? Biz de bunları Allah’ın nebîsinden öğrendik.”

İmrân radıyallahu anh konuşmasını şöyle sürdürdü:

‘Kullarım Kâbe’yi tavaf etsinler!’
31 âyet-i kerîmesini Kur’ân-ı Kerîm’de görüyorsunuz. Peki tavafın yedi defa yapılacağını, tavaftan sonra Hz. İbrâhim’in makamının arkasında iki rekât namaz kılınacağını Kur’ân-ı Kerîm’de bulabiliyor musunuz? Bulamıyorsunuz? Peki siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? Biz de bunları Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden öğrendik.”

Orada bulunan insanlar İmrân İbni Husayn’a:

“Doğru söylüyorsun” diye hak verdiler.32

Bu misâl de bize gösteriyor ki, sünnet olmazsa Kur’ân-ı Kerîm anlaşılamaz, Müslümanlar da dinlerini doğru dürüst yaşayamaz. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’deki hac emri de, zekât emri de gerektiği gibi uygulanamaz.


2-Kur’ân-ı Kerîm’de sınır getirilmeyen bazı buyruklar vardır. Hadis ve sünnet bu buyruklara sınır getirir. Buna “mutlak”ın “takyîd”i denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına bir karşılık ve Allah tarafından caydırıcı bir ceza olmak üzere ellerini kesin”33buyurulur. Fakat âyet-i kerîmede sağ elin mi, sol elin mi kesileceği, dirsekten mi, el ayasından mı, bilekten mi kesileceği belirtilmemiştir. Hadîs-i şerîf bu konuya açıklık getirmiş ve sağ elin bilekten itibaren kesileceğini haber vermiştir.34

Şayet hadis ve sünnet Kur’ân-ı Kerîm’deki bu mutlak emri sınırlandırmasaydı hırsızın hangi elinin nereden itibaren kesileceği bilinmeyecekti.


3-Kur’ân-ı Kerîm’de bazı genel hükümler vardır. Hadîs-i şerîf bu hükümleri belirgin hâle getirir. Buna “âmm”ın “tahsîs”i denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Kesilmeden ölen murdar hayvan size haram kılındı”35 buyrulur. Acaba kesilmeden ölen bütün hayvanların eti haram mıdır, yoksa bunun istisnâsı var mıdır? Hadîs-i şerîf balığı bu hükmün dışında tutar ve “onun ölüsünün helâl olduğunu” belirtir.36

Yine Kur’ân-ı Kerîm “Zina eden kadın ve erkekten her birine yüzer sopa vurulmasını” emreder.37 Acaba bu hüküm evli, bekâr bütün Müslümanları kapsar mı? Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Kur’ân-ı Kerîm’in bu genel hükmünü tahsîs etmiş ve bu hükmü sadece zinâ eden bekârlara uygulamıştır.38


4-Kur’ân-ı Kerîm kapalı bıraktığı için mânası anlaşılmayan bazı âyet-i kerîmeler vardır. Hadis ve sünnet, âyetteki bu kapalı yönleri izah eder. Buna “müphem”in veya “müşkil”in “tavzîh”i denir. Meselâ Kur’ân-ı Kerîm:

“İman eden ve imanlarına zulüm bulaştırmayanları” över.39 İmanlarına zulüm bulaştırmayanlar ne demektir? Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olunca ashâb-ı kirâm bu ifâdeyi anlamakta zorlandılar ve Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Hangimiz zulmetmeyiz ki?” diye üzüntülerini dile getirdiler. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü Kur’ân-ı Kerîm’deki bu kapalı ifâdeye açıklık getirdi ve imanlarına zulüm bulaştırmayanların “Allah’a ortak koşmayanlar” olduğunu söyledi. Bu açıklama sahâbe-i güzîn efendilerimizi son derece rahatlattı.40 Bu misâllerde gördüğümüz üzere Kur’ân-ı Kerîm bazı konulara kısaca temas etmekle birlikte geniş bilgi vermemiş, bu hususları açıklama görevini Resûl-i Ekrem’ine bırakmıştır.

Hadis Karşıtlarının Yanlış Yorumladığı Âyetler


Taşgetiren: Peki hocam, “Hadis karşıtlığı”na soyunanların işaret ettikleri ayetleri nasıl anlamamız gerekiyor?

Prof. Dr. Kandemir: İsterseniz buna madde madde bakalım. Şöyle ki:


1-“Bugün dininizi kemâle erdirdim”46 âyet-i kerîmesinin en son inen âyet olduğunu, bu âyette geçen “din” kelimesiyle Kur’ân-ı Kerîm’in kastedildiğini ileri sürüyorlar.

Bu âyet-i kerîmenin en son nâzil olduğunu söylemek yanlıştır. Evet bu âyet Vedâ Haccı’nda nâzil olmuştur. Ama bu âyetten sonra başka âyetler de nâzil olmuştur. Mâide sûresinin son kısmı, Nisâ sûresinin sonundaki “kelâle” âyeti, Nasr sûresi ve daha başka âyetler böyledir. “Bugün dininizi kemâle erdirdim” âyetinden sonra Peygamber Efendimiz doksan gün kadar daha yaşamıştır.47

Bu âyet-i kerîmede “din” diye ifâde edilen, hadis ve sünnet karşıtlarının ileri sürdüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm değil, dinin beş temel esasıdır. Yani Kelime-i Şehâdet, namaz, zekât, hac ve oruçtur. Nitekim Allah’ın Resûlü “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur”48 hadisiyle buna işâret buyurmuştur. Evet, Kur’ân-ı Kerîm bu beş temel esası bildirmiş, ama açıklamasını Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bırakmış, onun bu konulardaki açıklamasıyla îmân, amel ve ahlâk esasları belirlenmiştir. Çünkü din, sadece Kur’ân-ı Kerîm’in değil, Kur’an ile sünnetin birlikte oluşturduğu esaslardır. Allah Teâlâ “Biz sana her şeyi açıklamak üzere bu kitabı indirdik”,49“Sana, kendilerine gönderileni insanlara açıklaman için bu Kur’an’ı indirdik”50 âyet-i kerîmeleri bu gerçeği göstermekte, hadis ve sünnetin ortaya koyduğu uygulamalarla dinin doğru bir şekilde anlaşıldığı ve yaşandığı görülmektedir.

İslâm denince, Kur’ân-ı Kerîm ile hadis ve sünneti birlikte hatırlamak zorunludur.


2-“Allah’ın Resûlü size ne verdiyse onu alın. Neyi yasakladıysa ondan da kaçının”51 âyet-i kerîmesini de hadis ve sünnet karşıtları doğru anlamıyorlar. Bu âyeti nasıl anlamak gerektiğini Abdullah ibni Mes‘ûd ile bir kadın arasında geçen tartışma açıkça göstermektedir:

İbni Mes‘ûd radıyallahu anh döğme yapan, yaptıran, kaşlarını incelten ve benzeri uygulamaları yapan ve böylece Allah’ın yarattığı şekli değiştiren kadınlara lânet etmişti. Bunu duyan bir hanım ona geldi ve Kur’ân-ı Kerîm’in tamamını okuduğu halde orada böyle yasakları görmediğini söyleyerek ona itiraz etti. Abdullah ibni Mes‘ûd da sözünü ettiği işleri yapanlara Peygamber aleyhisselâmın lânet ettiğini söyledi ve ardından: “Allah’ın Resûlü size ne verdiyse onu alın. Neyi yasakladıysa ondan da kaçının” âyet-i kerîmesini okudu, bu âyet-i kerîmeye göre Peygamber’in emrettiği her şeyin benimsenmesi, yasakladığı her şeyden de uzak durulması gerektiğini hatırlattı.52


3-“Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık”
53 âyet-i kerîmesini de hadis karşıtları yanlış anlıyor ve bu âyet-i kerîmeyi Kur’ân-ı Kerîm’de her şey bulunduğunu, hadislere ihtiyaç olmadığını ileri sürerken zikrediyorlar. Halbuki bu âyet-i kerîmede geçen “kitap” Kur’ân-ı Kerîm değil, her şeyi ihtivâ eden “Levh-i mahfûz”dur. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem “Allah Teâlâ gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene önce mahlûkātın kaderini yazmıştır”54 hadîs-i şerîfiyle bunu dile getirmiştir.

“Yaş, kuru ne varsa hepsi gerçeği gösteren apaçık bir kitaptadır”55 âyet-i kerîmesindeki “kitap” ifâdesiyle de Kur’ân-ı Kerîm değil Levh-i mahfûz kastedilmiştir. Allah Teâlâ Levh-i mahfûz’dan “ana kitap” diye de söz etmektedir: “O Kur’an, katımızdaki Ana Kitap’ta bulunan pek yüce ve hikmet dolu bir Kur’an’dır.”56


4-“Kendilerine okunan bu kitabı sana indirmemiz mûcize olarak onlara yetmedi mi?”57 Bu âyet-i kerîmede Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz’den mûcize isteyen kâfirleri muhâtap almakta, hem bu, hem de bir önceki âyet-i kerîme ile onlara şunu sormaktadır:

Size gönderdiğim Kur’ân-ı Kerîm, Peygamberim Muhammed’in benim elçim olduğunu apaçık bir şekilde göstermiyor mu? Bir de mûcize istiyorsunuz! Arap edebiyatını mükemmel sûrette bilen sizlere Kur’an âyetleri mûcize olarak yetmiyor mu? Sizin gibi edebiyatı iyi bilen kimselere Kur’an’dan daha yeterli bir mûcize olur mu?

İşin gülünç tarafı hadis ve sünnet karşıtları bu âyet-i kerîmeyi doğru anlamadıkları gibi, onu sünneti savunanlara karşı kullanmaya kalkıyorlar ve bu âyetin dini anlamak için Kur’ân-ı Kerîm’in yeterli olduğunu, hadis ve sünnete ihtiyaç bulunmadığını gösterdiğini iddia ediyorlar.

“Biz sana her şeyi açıklamak, doğru yolu göstermek, rahmet kaynağı olmak, Müslümanlara da müjde vermek üzere bu kitabı indirdik”
58 âyet-i kerîmesi, yukarıda da söylediğimiz gibi Peygamber Efendimiz’in hadisleriyle dini açıkladığını, esasen görevinin de dini açıklamak olduğunu gösteriyor.

Resûlullah’ın Allah Katındaki Değeri


Taşgetiren: Hocam, sanırım bir de Rasulullah’ın Allah Teala katındaki değerinden bahsetmek gerekiyor.

Prof. Dr. Kandemir: Evet, Allah’ın kitabı ile Allah’ın Rasulünü gönlüne sığdırmakta zorlananlara bunu da hatırlatmakta yarar var. 


Soru şu:

-Biz nasıl bir peygamberden söz ediyoruz? Lütfen buna dikkat buyurulsun!

Kâinâtın Rabbi’nin Kur’ân-ı Kerîm’inde: “Biz seni âlemlere yalnız rahmet olarak gönderdik”59 diye şânını yücelttiği bir Peygamber’den söz ediyoruz.

Bu âyet-i kerîmede geçen “âlem­ler” ifâdesi, Cenâb-ı Hak dışındaki bütün kâinâtı kapsar. Bu da Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem’ini kâfirler de dâhil, yarattığı her varlığa rahmet olarak gönderdiğini gösterir. Abdullah ibni Abbâs radıyallahu anhümânın dediği gibi durum ortadadır. Daha önceki ümmetler peygamberlerine inanmayınca “maymuna dönüştürülmüş, yerin dibine batırılmışlardır. Fakat Resûl-i Ekrem’e inanmayan kâfirler, onun hürmetine bu belâlardan kurtulmuşlardır.”60

İşte bizim Peygamberimiz Allah katında böylesine hatırlı bir insandır. Cenâb-ı Hak ona İsrâ ve Mi’râc’ı nasip etmiş, bu sırada ona Kendisinin varlığını ve kudretini gösteren en büyük delillerden bir kısmını göstermiştir.61

Bu dinin büyükleri olan ashâb-ı kirâm, tâbiîn ve diğer İslâm âlimleri Peygamber Efendimiz’in hadislerine din diye sarılmışlar, buyruklarını baştâcı etmişlerdir. Biz de onun yolunu kendimize yol bilmeli, sünnetine dört elle sarılmalıyız. O bize ne verdiyse almalı, neyi yasakladıysa ondan da sakınmalıyız.62

Hadis Karşıtlarına Birkaç Soru:

Burada son olarak Hadis karşıtlarına bazı sorular sormak isterim:

* Birçok hadîs-i şerîfte gördüğümüz üzere ashâb-ı kirâm içinden çıkamadıkları konuları Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selleme soruyorlardı veya konu ailevî bir mesele ise Resûl-i Ekrem’in evine hanımlarını gönderip Mü’minlerin annelerine sorduruyorlardı. Meselâ birgün Hz. Ömer Resûl-i Ekrem’in huzûruna gelerek:

“Bugün çok büyük bir günah işledim, oruçluyken karımı öptüm” diye derdini anlatmış ve ondan çözüm beklemişti.63 Ashâb-ı güzîn efendilerimiz Kur’ân-ı Kerîm’i bizden daha iyi bildikleri halde, zorda kaldıkları zaman çözümü Kur’ân-ı Kerîm’de aramayıp neden Allah’ın Resûlü’ne veya onun hanımlarına başvuruyorlardı? Kur’ân-ı Kerîm ashâb-ı kirâma da yeteceğine göre, onlar neden namaza, oruca, hacca, zekâta ve dinin diğer konularına dair sorularını Resûl-i Ekrem Efendimiz’e yöneltiyorlardı?

* Hadis ve sünnet olmasaydı namazların rekâtları, nasıl kılınacağı, namaz vakitleri, öğle ve ikindi namazlarında imâmın kırâati cehrî değil hafî okuyacağı, malın kırkta birinin zekât olarak verileceği ve benzeri meseleler nereden öğrenilecekti?

* Kur’ân-ı Kerîm bize yeter, hadis ve sünnete ihtiyaç yok diyorsunuz. Eğer bu görüşünde samimi iseniz, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetine sarılmayı emreden şu âyet-i kerîmeleri nasıl gözardı ediyorsunuz?

* “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”64

“Peygamber’e itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur. İtaat etmeyenlere ise aldırma.”65

* “Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok anan kimseler için, Allah’ın elçisinde size güzel bir örnek vardır.”
66

* Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme sünnetin de vahyedildiğini belirten şu âyet-i kerîmeye ve benzeri âyetlere nasıl mânâ veriyorsunuz?

“Eğer Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, o insanlardan bir kısmı vereceğin hükümde seni şaşırtmaya yeltenecekti. Onlar ancak kendilerini şaşırtırlar; sana da bir zarar veremezler. Çünkü Allah sana kitabı indirdi, hikmeti verdi ve bilmediklerini öğretti. Allah’ın sana olan lütfu çok büyüktür.”67


* Şayet Kur’ân-ı Kerîm varken hadise ihtiyaç yoksa, Allah’ın Resûlü’ne muhâlefet etmekten sakındıran şu kabil âyet-i kerîmelerin mânası nedir?

“Peygamber’in emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya elem verici bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”68

Kur’an bize yeter, hadis ve sünnete ihtiyacımız yok, derken Kur’ân-ı Kerîm’e ters düşüyorsunuz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyet-i kerîmesi Peygamber sünnetine uymayı farz kılıyor. Ama siz, Peygamber aleyhisselâma uymayı ve ona itâat etmeyi emreden bu âyetleri yok sayıyorsunuz.

Kur’ân-ı Kerîm’in asıl bağlıları, Resûl-i Ekrem’in Allah’tan alıp getirdiği Kur’an’a ve sünnete tâbi olan Müslümanlardır. Çünkü onlar şu Peygamber buyruğunu baştâcı edenlerdir:

“Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkıca yapışırsanız yolunuzu kaybetmezsiniz: Biri Allah’ın kitabı Kur’an’, diğeri Peygamberi’nin sünneti.”69

Siz Kur’an bize yeter demekte ısrar ediyorsunuz. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm bir Müslümanın hayatında ihtiyaç duyduğu her meseleyi ihtiva etmiyor. Hatta bazen hadis ve sünnet bile Müslümanın bütün sorularını karşılamaya yetmiyor da, İslâm âlimlerı “icmâ”, “kıyâs”, “istihsân” “istishâb”, “sedd-i zerâi‘” gibi çeşitli yöntemler, çözüm yolları arıyorlar.

Şayet insaf sahibi iseniz, bu bilgiler ve bu sorular karşısında durumunuzu yeniden gözden geçirirsiniz...

Sünnet Tek Başına Hüküm Koyar


... Hadis ve sünnet Kur’ân-ı Kerîm’i açıklamakla kalmaz, ayrıca Allah’ın kitabında hiç temas edilmeyen konulara dair hükümler ortaya koyar. Çünkü Kâinâtın Rabbi kitabında temas etmediği hususlarda, hüküm koyma yetkisini (teşrî yetkisini) Resûlüne bırakmıştır. Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem bu durumu:

“Resûlullah’ın haram kıldığı bir şey Allah tarafından haram kılınmış gibidir”41 diye açıklamıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de temas edilmediği için Peygamber Efendimiz’in, Allah’ın izniyle emrettiği veya yasakladığı konulara örnek olarak şunları sayabiliriz:

* Fıtır sadakası.

* Bir erkeğin, karısıyla birlikte onun teyzesi ve halasını aynı zamanda nikâhına alamayacağı.42

* Doğan, şahin, kartal, akbaba gibi tırnaklı ve pençeli yırtıcı kuşların; bir de kurt, aslan, kaplan, pars, maymun, sırtlan gibi köpek dişli yırtıcı hayvanların etinin yenmeyeceği.43

* Mest üzerine mesh edileceği.44

* Şüf‘a hakkı. Bu, satılan bir gayr-i menkūlü, satılan fiatla ortağının veya komşusunun satın alma hakkıdır. Bu durumu Peygamber Efendimiz: “Komşu komşusunun şüf‘asına başkalarından daha çok hak sahibidir”45 hadisi ve benzeri açıklamalarıyla belirtmiştir.

Dipnotlar: 27) İsrâ 17/78. 28) Bakara 2/110; Nûr 24/56. 29) Nisâ 4/103. 30) Buhârî, Ezân 18, nr. 631, Edeb 27, nr. 6008. 31) Hacc 22/29. 32) Ebû Dâvûd, Zekât 2, nr. 1561; İbni Ebî Âsım, es-Sünne (Elbânî), II, 372, nr. 815; İbn Batta, el-İbânetü’l-kübrâ, I, 234, nr. 66. 33) Mâide 5/38. 34) İbni Hacer el-Askalânî, Fethu’l-bârî (Hatîb), XII, 98-99 [I-XIII, Beyrut 1379]; Aliyyü’l-Kārî, Mirkātü’l-mefâtîh şerhu Mişkâti’l-Mesâbîh, VI, 2355. [I-IX, Beyrut 1422/2002] 35) Mâide 5/3. 36) Ebû Dâvûd, Tahâret 41, nr. 82; Tirmizî, Tahâret 52, nr. 69; Nesâî, Tahâret 48; İbni Mâce, Tahâret 38, Sayd 18, Et`ıme 31. 37) Nûr 24/2. 38) Müslim, Hudûd 13, nr. 1690. 39) En‘âm 6/82. 40) Buhârî, Îmân 23, nr. 32; Müslim, Îmân 197, nr. 124. 41) Tirmizî, İlim 10, nr. 2664; İbni Mâce, Mukaddime 2, nr. 12. 42) Buhârî, Nikâh 27, nr. 5108-5110; Müslim, Nikâh 33, nr. 1408. 43) Müslim, Sayd, 15, 16, nr. 1933, 1934; Ebû Dâvûd, Etime, 32, nr. 3802-3805. 44) Buhârî, Vudû’ 50, nr. 202-205; Müslim, Tahâret 72-80, nr. 272-274. 45) Ebû Dâvûd, Şüf‘a 73, nr. 3513-3518; İbni Mâce, Şüf‘a 2, nr. 2494. 46) Mâide 5/3. 47) İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, VI, 106 [Tunus 1984]. 48) Buhârî, Îmân 2, nr. 8; Müslim, Îmân 19-22, nr. 16. 49) Nahl 16/89. 50) Nahl 16/44. 51) Haşr 59/7. 52) Buhârî, Tefsîr 59/4, nr. 4886, Libâs 82-87, nr. 5931-5948; Müslim, Libâs 120, nr. 2125. 53) En‘âm 6/38. 54) Müslim, Kader 16, nr. 2653. 55) En‘âm 6/59. 56) Zuhruf 43/4. 57) Ankebût 29/51. 58) Nahl 16/89. 59) Enbiyâ 21/107. 60) Mehmet Yaşar Kandemir, Şemâl-i Şerîf Şerhi, I, 75. 61) Necm 53/18. 62) Haşr 59/7. 63) İbni Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), VIII, 313-314, nr. 3544. 64) Âl-i İmrân 3/31. 65) Nisâ 4/80. 66) Ahzâb 33/21. 67) Nisâ 4/113. 68) Nûr 24/63. 69) Mâlik, Muvatta’, Kader 3.


Yazının tamamı için:
https://www.altinoluk.com/yeni/prof-dr-mehmet-yasar-kandemir-hoca-ile-hadis-karsiti-kampanya-uzerine-2/