25 Ekim 2017 Çarşamba

Hz. Peygamber’in (sas) Cenaze Namazı Kılınmadı mı?

Soru: Muhterem Hocam, çalışmalarınızı yakından takip ediyor ve her daim size dua ediyorum… Size iki tane sualim var, cevaplarsanız çok memnun olurum.

Hocam, ismini vermeyeceğim ama sevdiğim bir hoca, hadislerin şimdiye kadar Kur’ân’a arz edilmediğini, eğer hadisleri Kur’ân’a arz edersek birçoklarının Peygamberimize ait olmadığını anlarız diyor. Bu doğru mu? Gerçekten şimdiye kadar Kur’ân hakemliğinde, hadisler hiç mi değerlendirilmemiştir?

İkinci sorum ise şu: Aynı hoca, Peygamberimizin cenaze namazının kılınmadığını, Sahâbe’nin halife seçimi ile uğraştığı için üç gün defnin yapılmadığını söylüyor. Sahâbe iktidar hevesine kapılmış ve böyle davranmış gibi insanı sarsan bir cümle ediyor. Hocam, Allah aşkına bu doğru mu? Nasıl Sahâbe böyle bir şey yapar?

Bu sorularıma cevap verirseniz çok memnun olurum. Şimdiden Allah razı olsun.

Cevap: Canım kardeşim, Sahâbe’ye değil, bu sözleri söyleyen hocalara şaşırmanız lazım. Müsteşriklerin delilsiz, mesnetsiz ileri sürdükleri bu iftiraları, acaba hocalarımız hiç mi Kur’ân’a arz etmeyi düşünmezler? Her seferinde Kur’ân’a arzı dillendirenler, neden işlerine gelen rivayetleri bulduklarında araştırma gereği duymadan kullanırlar? Eğer bu hocalarımız dile getirdiğiniz iddiaları Kur’ân’a arz etselerdi, Aziz Kitabımızın Sahâbe nesli için şöyle dediğini duyacaklardı.

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihad edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler (ensâr) var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.”
(Enfal 8/74)

“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensâr ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”
(Tevbe 9/100)

“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine göç edip gelenleri (muhacirler) severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”
(Haşr 59/9)

Bunlar ve daha onlarca ayet ortada dururken, Sahâbe için ileri-geri konuşmak; en başta Kur’ân’a aykırı davranmaktır. Dolayısı ile önceki âlimlerimizi, hadisleri Kur’ân’a arz etmediler diye tenkit edenlerin önce kendilerinin böyle davranmaları gerekmektedir. Kaldı ki az bir şey Hadis âlimlerimizin bu konudaki gayretlerini araştıran bir insan, onların ne kadar hassas olduklarını, kılı kırk yararcasına nasıl bir çaba sergilediklerini görür. Böyle söyleyen insanların yarın ahirette 14 asırdır ümmete dinin intikal ve muhafazasında gecelerini gündüzlere katan o âlimlerin yüzlerine nasıl bakacaklarını inanın ben bilmiyorum.

Diğer sorunuza gelince, tamamen çarpıtma ve yanlış yorumların kurbanı olarak söyledikleri o iddialar, biraz kaynaklara müracaat edildiğinde öyle olmadığı anlaşılacaktır.

Meselenin aslı şudur: Hz. Peygamber (sas) Pazartesi günü sabah saatlerinde, 13 gündür hasta olarak yattığı Hz. Aişe annemizin odasında vefat etti. Nereye defnedileceğine dair sorular sorulunca Hz. Ebû Bekir (ra): “Kendisinden işitip de unutmadığım bir sözünde Resûlullah (sas) şöyle buyurmuştu:
‘Allah, bir peygamberin ruhunu kendisinin gömülmesini istediği yerden başkasında almaz!’ Bundan dolayı Resûlullah, Aişe’nin odasında defnedilecek.” dedi. (İbn Kesir, el-Bidâye,5/266)

Defin yeri Hz. Aişe annemizin odası olarak belirlenince, Efendimiz’in (sas) yıkanması mevzu bahis oldu. Hz. Ebû Bekir bu işin Ehl-i Beyt’e ait olduğunu söyleyerek, odanın içerisinde Hz. Ali, Hz. Abbas, Hz. Fadl, Hz. Kusem, Hz. Üsame ve Hz. Şükran/Salih (Efendimiz’in hizmetlisi) dışındakileri çıkarttı ve bu işi onlara bıraktı. Ensâr’dan bazıları odaya girmek istediler, ama Hz. Ebû Bekir, odanın küçük olduğunu, insanların kalabalık yaparlarsa işin rahat yürümeyeceğini söyleyerek, bırakmadı. Ancak Ensâr’dan bazıları çok ısrarcı davranınca Hz. Ali’ye hadise intikal etti, o da birkaç Ensârî Sahâbîye izin verdi. Böylece Efendimiz’in (sas) yıkanması yapıldı.

Sıra cenaze namazına gelince Hz. Ebû Bekir (ra) naaşın dışarıya çıkarılmasına müsaade etmedi. Hz. Ali de (ra) bu görüşü destekleyerek, odaya grup grup insanların alınmasına karar verildi. Önce Haşimoğulları içeriye girdi, sayılarının 17 olduğu söylenir. Hz. Ali,
‘vefat etmiş olsa bile imam Resûlullah’tır’ diyerek cemaatle değil, herkesin ferdi olarak namaz kılmasını söyledi. Böylece Çarşamba gününe kadar Medine ahalisinin ve dışarıdan gelen insanların namazları devam etti. Bütün erkekler grup grup içeriye girip namaz kıldıktan sonra kadınlar aynı şekilde içeriye alındı. Kadınlar bitince de çocuklar, çocuklar bitince de köleler içeriye alındı.

Bu konu onlarca kaynağımızda, benim size özetlediğim şekilde geçmektedir. Daha fazla bilgi için şu eserlere bakılabilir: İbn Sa’d, Tabakât, c. 2, s. 290-293; Belâzürî, Ensabü’l-Eşrâf, c. 1, s. 275-278; Beyhaki, Delâil, c. 7, s. 251-253)

Hakikat böyle iken belirttiğimiz gibi müsteşriklerin iddialarını doğruymuş gibi insanlara anlatmanın ne amacı olabilir?

Aziz Kardeşim; Sahâbe algısı çok önemli bir alandır. İslam tarihindeki tüm sapmaların altında, bu algının yanlış zemin üzerine oturtulması vardır. Bundan dolayı bizlere Kur’ân’ı ve Sünnet’i emanet eden bu altın nesle karşı çok dikkatli olmalı, öyle bu konuda her söylenene kulak asmamalısınız.

Sözü söyleyen söylemiş:
“Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar (Sahâbe), mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe 9/88)

Selam ve dua ile…


Muhammed Emin Yıldırım


15 Ekim 2017 Pazar

Hayızlı Bayan Camiye Girebilir mi?

Sual: Selamun aleykum. Hayızlı bayan camiye girer mi? Bu konuda siyer çalışmanız var mı? Eğer giriyorsa buna hem sahabeden hem de hadisten delil var mı? Eğer girilmiyorsa da aynı şekilde hem sahabeden hem de hadisten delil var mı? Yardımcı olursanız sevinirim selametle…

Cevap: Aziz Kardeşim;
Hayızlı kadının camiye ya da cami, mescid hükmünde olan yere girmesi haramdır. Bu hüküm, Hz. Peygamber’in (sas) açık beyan ve uygulamalarına dayanmaktadır. Ümmü Seleme annemizden rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Resulullah (sas) bir gün mescidinin avlusuna girerek en yüksek sesiyle: “Şüphesiz mescid, cünüb adama ve hayızlı kadına helâl değildir.” buyurdu. (İbn Mâce, Tahâre, 92; Dârimî, Vudû’,116).

İşte bu açık beyandan dolayı hayızlı kadınların cami ve mescitlere girmesi haramdır. Bu haram kılma sadece âdet gören ve loğusa olan kadına has değil, cünübü de kapsamaktadır.

Bu hüküm geneldir, bundan dolayı ister oturmak için, ister bir kapısından girip diğer kapısından çıkmak için olsun fark etmez. (Fetâvâ-yi Hindiyye) Ancak, yol mescidin içinden geçiyorsa, o takdirde cünübün geçmesine cevaz verilmiştir.

Camiden başka yerde bulunmazsa, o takdirde su almak için âdet görme halindeki kadının veya loğusanın ya da cünübün camiye girmesine de cevaz verilmiştir.

Bunun gibi cünüb, âdet gören kadın ya da loğusa, hırsızdan ve soyguncudan ya da şiddetli soğuktan korkar, başka da sığınacak yer bulamazlarsa, o takdirde camiye girip oturmaları caiz olur. Ancak mabede hürmeten teyemmüm etmeleri uygun bir davranış olarak nitelendirilmiştir.(Tatarhaniyye – Fetâvâ-yi Hindiyye)

ŞAFİİLERE GÖRE HÜKÜM NEDİR?

Yukarıdaki hüküm Hanefiler içindir. Şafilere göre ise; cünüb, hayızlı ve nifaslı kadının, beklemeksizin, dolaşmaksızın, mescidi kirletmeksizin içinden geçmeleri caizdir. Meselâ bunlardan birinin, mescidin bir kapısından girip öbüründen çıkması caizdir. Ama girdiği kapıdan tekrar çıkması, mescidin içinde dolaşmak sayıldığından haram olur. Yalnız bir kapıdan girip öbüründen çıkmak niyetiyle içeri girer de farkında olmaksızın aynı kapıdan tekrar çıkacak olursa bu, haram olmaz.

Onlar da bu konuda iki hadise dayanırlar.

Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resulullah (sas) bana Mescidden hasırı / seccadeyi getir.” buyurduğunda, ben hayız halinde olduğumu söyledim. Bunun üzerine: “Hayız halin senin elinde olmayan bir şeydir.” buyurdu. [Müslim, Hayız, (299) 11- 13]

İkinci rivayeti ise Hz. Meymune (ra) anlatıyor: “Bizden birisi hayız halinde olduğu halde hasırı / seccadeyi götürüp Mescide sererdi.” (Nesaî, Taharet, 174)

MUSALLA DENİLEN YERLER İÇİN HÜKÜM NEDİR?

Musalla, Hz. Peygamber’in (sas) cenaze, bayram namazlarını kıldırdığı ve bazen yağmur duasına çıktığı geniş alandır. Medine’nin musallası bugün Ğamame Mescidi’nin bulunduğu yerdir. Bu tarz yerler için aynı hüküm geçerli değildir. Sahih rivayetlere göre bu tarz yerler hayızlı, loğusalı, hatta cünüp olanlar katılır, namaz kılamaz ama tekbir ve tehlikelere iştirak edebilir.

Selam ve dua ile…

Muhammed Emin YILDIRIM


http://www.siyertv.com/hayizli-bayan-camiye-girebilir-mi/

14 Ekim 2017 Cumartesi

Kadının İmamlığı

Sual: Hocam, kadının kadınlara imameti hakkında Hz. Aişe ve Ümmü Seleme annelerimizin farz namaz kıldırdıklarının hadis kaynaklarındaki delili nedir? Bilgilendirmeniz hususunu arz eder, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun derim.

Cevap:Muhtereme kardeşim, hadis kitaplarımızda kadınların imamlığı meselesi ile alakalı dört hanım sahabî üzerinden bize bazı rivayetler ulaşmıştır. Bu rivayetleri önce aktaralım, sonrasında müçtehit alimlerimizin değerlendirmelerini verelim.

Bu rivayetlerin ilki, Efendimiz (sas) tarafından şehid olacağının müjdesi verilen Ümmü Varaka validemiz ile ilgilidir. Ümmü Varaka, evinde cemaatle namaz kılmak için izin istediğinde, Hz. Peygamber (sas) ona izin vermiş, hatta evin yaşlı erkek kölesini onlar için müezzin olarak tayin etmiştir. (Ebû Dâvûd, Salât, 61; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c.6, s.405) Yaşlı erkek kölenin, Ümmü Varaka validemizin arkasında namaz kılıp kılmadığı net olarak belli değildir. Birde bu rivayet senetinde bulunan Abdurrahman b. Hallâd isimli raviden dolayı tenkit edilmiş, adı zikredilen ravinin gevşekliğine dikkat çekilmiştir. (İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, c.6, s. 153)

Kadınlara imamlık yaptığı yönünde kaynaklarımızda adı geçen ikinci isim Sa’de bint Kamame’dir. Hakkında çok fazla malumat sahibi olmadığımız bu hanım sahabînin kadınlara imamlık yaptığı aktarılmıştır. (İbn Abdilberr, el-İstiâb, c.4, s. 328; İbn Esir, Usdü’l-Ğabe, c. 7, s. 141)

Sorunuzda geçen isimlerden biri olan Hz. Aişe annemize gelince, onun kadınlara imamlık yaptığı, ezan ve kamet okuduğu, bazı farz namazlarını kadın cemaatinin ilk safının ortasında durarak, öne çıkmadan onlara kıldırdığı söylenir. (Abdürrezzak, el-Musannaf, c.3, s. 126)

Diğer bir annemiz olan Ümmü Seleme validemize gelince, onunda bir ikindi namazında kadın cemaate imamlık yaptığı aktarılmıştır. (İbn Sa’d, Tabakât, c. 8, s. 484)

Konu ile alakalı rivayetler bu şekildedir. Bu meselenin hükmüne gelince, elbette bizler bazı rivayetlere bakarak hüküm çıkaramayacağımız için mezhep alimlerimizin konu ile alakalı görüşlerine müracaat etmek durumundayız.

Buna göre başta İmam-ı Azam Ebû Hanife ve İmam Şafiî olmak üzere fukahanın çoğu, kadının erkeklere imamlığını caiz görmemişlerdir. Olurda böyle bir namaz kılınmışsa, erkeklerin namazları geçersiz olacaktır; bundan dolayı yeniden kılmaları gerekir. Çünkü bu konuda çok açık bir hüküm vardır. Hz. Cabir ve Hz. Ali’den rivayet edildiğine göre, Efendimiz (sas):
“Kadın erkeğe imamlık yapamaz!” buyurmuştur. (Beyhaki, Sünen, c. 3, s. 90; İbn Ebi Şeybe, Musannaf, c. 1, s. 430)

Kadının kadın cemaate imamlığına gelince, Şafiîler yukarıda aktarılan hadisleri delil olarak getirerek, kadınların cemaatle namaz kılmalarının müstehab olduğunu söylemişlerdir. (İbn Kudâme, el-Muğni, c.2, s.36; el-Buhutî, Keşşafü’l- Kına’, c.1, s. 564)

Hanbeliler ise İmam Ahmed b. Hanbel’e dayanan iki görüşü de nakletmişlerdir. Buna göre kadınların bir kadın imamın arkasında namaz kılmaları hem müstehabtır, hem değildir. (ez-Zeylâi, Tebyinu’l-Hakaik, c. 1, s. 13; Haskefî, ed-Dürrü’l-Muhtar, c.1, s. 528)

Malikiler, kadının kadına imamlığı meselesinde farz ve nafile ayırımı yapmadan her türlü durumda imamlık yapamayacağını söylemişlerdir. (Aynî, el-Bidaye Şerhü’l-Hidaye, c. 2, s. 336)

Hanefilere gelince, teravih namazı dahil tüm namazlarda kadının kadınlara imamlığı mekruh olarak görülmüştür. Zikredilen hadislerin değerlendirilmesi meselesinde Hanefi fakihler farklı yorumlarda bulunmuş, kimi nesh edildiğini söylerken, kimi başka hadisleri delil olarak getirerek kadının, bir kadın cemaati içerisinde olsa bile tek başına namaz kılmalarının daha doğru olacağını belirtmişlerdir. (Aynî, el-Bidaye Şerhü’l-Hidaye, c. 2, s. 336-339)

Bu hükümler çerçevesinde hangi mezhebe bağlı iseniz ona göre amel etmeniz en doğru yoldur. Selam ve dua ile…

Muhammed Emin Yıldırım

(1) El – Mecmu’, IV, 96
(2) El – Muğni, I, 202; Keşşafu’l – Kına’, I,564
(3) Tebyinu’l – Hakaik, I, 13; ed – Dürrü’l – Muhtar, I,528 vd.; el – Lüab, I, 82.
(4) Bu hadisi Ebu Davud İbni Mes’ud’dan tahric etmiştir. Ahmed ve Taberani Ümmü Hümeyd es – Saıdiyye’den benzer bir hadisi tahric etmişlerdir. Neylü’l – Evtar, III, 32.

13 Ekim 2017 Cuma

Özür dileyeni affetmek farz mıdır yani affetmezsem günaha girer miyim?

Cevap:Mü’min kendisine yapılan bir zulme veya haksızlığa, hakarete karşı şu üç seçenekten birini tercih edebilir:

a-Affeder. Bu en iyi durumdur.
b-Affetmez, Allah’a havale eder.
c-Yapılan zulme karşı hukuki süreci işletir ve intikamını alır.

Affın doğru olmayacağı durumlar da olabilir. Şerrini git gide yayacak birini affetmek zulme destek olabilir mesela.

Bu üç pozisyonun her birinde serbesttir mü’min.
İnce bir çizgi olarak şunu bilmekte yarar vardır: Temel ölçümüz mü’mine merhametli kâfire çetin olmaktır.

Affetmeyi sevaba da dönüştürebilir mü’min:
1-Allah’tan ecir umarak affeder,
2-Affetmeyebileceği güçte olduğu hâlde affeder,
3-Affetmesi beraberinde bir ıslah veya huzur ortamı getirir, aksine şerri azdırmış olmaz. Böyle bir af şüphesiz sevap kaynağıdır. Şeytanın kışkırtmalarına alet olmamak düzeyidir.

Önemli bir ayrıntı olarak şu da bilinmelidir:
Mü’minin affetme ile alakalı bu bilgileri, BİLEREK HAKSIZLIK EDENE karşı olan af boyutudur. Bilmeyerek bir eziyet edeni affetmek mü’min için bunun ötesinde bir fazilettir. Hatayı affetmek, özrü kabul etmek kasıtsız yapılmış durumda iken bu kuralların üstünde bilinmelidir. Önemli olan kısıtlı hatayı affedebilmektir.

Kardeşlik hukukuna riayet eden mü’minler olmalıyız. Hatalı tavırlarımız olmamalıdır. Olursa özür dilemesini bilmeliyiz. Özrü kabul etmeyi de kaçmaması gereken bir fırsat olarak görmeliyiz.

Nureddin Yıldız


12 Ekim 2017 Perşembe

Nafile ibadetlerimde zorlanmam, günahlarımdan dolayı mıdır?

Soru:Hocam teheccüd gibi nafile ibadetlere kalkmakta zorlanıyorum ve bu kalkamamanın sebebi günahlardanmı oluyor?

Cevap:Nafile ibadetler bir kazanç yarışı demektir. Her ibadetin bir nafilesi vardır. Birine takatı yetmeyen diğeri ile yarışa katılır. Uykusu ağır olan veya işi ağır olduğu için çok uyuyan teheccüdü kaçırırsa onun yerine öbür nafileye geçer. Kur’an okur mesela. Sadaka verir. Hasta ziyaret eder. Nafileler çoktur. Evet, günahların da etkisi vardır ama sadece günahlardan kaynaklanmıyor bu durum.

Nureddin Yıldız


11 Ekim 2017 Çarşamba

Her günahın tevbesi ayrı mı yoksa bir tevbe yeterli mi?

Soru:Bir insan birden fazla çeşit günah işliyor veya işledi ise bunlardan birinden tevbe ettiğinde diğerlerinden de tevbe etmediği için tevbesi kabul olmaz mı?

Cevap:Alimlerimizin bu husustaki sözü şudur:
Tevbe kapısı açıktır. Kul, bütün günahlarından tevbe etmelidir. Eğer bütün günahlarından tevbe etmiyor da mesela işlemekte olduğu üç çeşit günahtan sadece birinden tevbe ediyorsa o tevbesi kurala uygun bir tevbe ise kabul edilir. Diğer günahlarından tevbe etmemiş olması o tevbenin de reddedilmesini gerektirmez. Örnek olarak alkol kullanan ve faiz yiyen mümin, sadece faizden tevbe etse ve tevbesi kurala uygun ise onun vebalinden kurtulur, alkol devam eder. Genel kanaat böyledir.

Nureddin Yıldız


10 Ekim 2017 Salı

Dünyalık şeyler istemek için dua edebilir miyiz?

Soru:Hocam, dualarımızda hem dünyalık hem ahiretlik isteyebilir miyiz? (Allah’ım beni ve ailemi bu dünyada hayırlısıyla çok zenginlerden ahirette de direk cennetliklerden eyle) gibi. İnsan hem ahireti hem dünyayı isteyebilir mi? Rabbimiz; “neyi isterseniz onu veririm” diyor. Her ikisini de istemek olmaz mı? Ahireti isteyen dünyayı da isteyemez mi?

Cevap:Kur’an’ımızın ve hadislerin bize öğrettiği dua üslubunda DÜNYA/AHİRET DENGESİ vardır. Bir mümin, cenneti ve nimetlerini ister gibi dünya huzurunu da ister, istemelidir de. Dünyada nimet ve huzur istemek, afiyet temenni etmek mümin için tam anlamı ile Allah’ın nimetlerini arzu etmektir. Bunun bir sakıncası yoktur.

Nureddin Yıldız


9 Ekim 2017 Pazartesi

Kimse kimseye her konuda itaat etmez -Faruk Beşer

...Her idari birimin fertleri amirlerine itaat eder, İslam inancına ve hukukuna göre normal şartlarda evin reisi erkektir demiştik. İslam ailede kadının ve kız erkek ailenin bütün fertlerinin belli şartlarla evin reisine itaat etmelerini ister. Yani bu itaat Allah’ın emridir ama mutlak değildir.

Resulüllah Efendimiz (sa) üç kişilik bir seriyye/müfreze birliği gönderdiği zamanda bile onlardan birini emir/âmir tayin ediyor, diğerlerinin o belli şartlarla ona itaat etmelerini istiyordu. Şu olay bunu anlatır: O bir defasında bir seriyye göndermiş ve içlerinden birini emir tayin etmişti. Bir ara emirlerini kızdırdılar. Emir, siz bana itaat etmek zorunda değil misiniz, dedi. Evet dediler. O halde odun toplamanızı emrediyorum dedi, topladılar. Şimdi bunu yakın dedi, yaktılar. Alevler yükselince, girin içine dedi, birbirlerine baktılar. Birisi, emir böyle söylüyor, gireceğiz diyecek oldu. Diğerleri, hadi önce sen gir bakalım deyince emirin emri suya düştü. Döndüklerinde emir neferlerini Resulüllah’a şikâyet etti. Ravinin nakline göre Resulüllah o kadar kızdı ki, boyun damarları kabardı ve şu ölçüyü koydu: ‘Eğer o ateşe girmiş olsaydınız bir daha ebediyen çıkamayacaktınız. İtaat sadece marufta olur’.

Ölçü bu. İslam, âmirin emri maruf olduğu sürece madunundakileri ona itaate mecbur kılmış. Maruf, iyi ve doğru bilinen şey demektir. Bunu şeri naslar ve onların olmadığı yerde toplumun ortak aklı, yani örf belirler. Örf de yine bu kelimedendir, aklıselimin iyi bildiği uygulamalar demektir.

Ev halkı, varsa reis olan evin erkeğine, idari birimlerdeki bireyler amirlerine, şehir halkı valiye, ülke halkı kendileri gibi namaz kılan, hukuka riayet eden, işlerini şuraya bağlayan emirul-müminine ya da halifeye, yani ulül-emre itaat ederler. Onlarla birlikte müminlerin emiri de Resulüllah’a yani onun anlattığı şekilde Allah’a kayıtsız şartsız itaat eder. Allah’a itaatten önceki bu itaat sıralamasında her hangi biri gayrimeşru bir şey emrederse artık ona itaat edilmez. Bu konuda da kuralı şu hadisi şerif belirler:

“Hâlika/yaratana isyan olan bir konuda mahlûka/yaratılana itaat edilmez”.

Bu aynı zamanda müslüman bireylerin kendilerini ilgilendiren hususlarda isyan olanla olmayan şeyleri bilmelerini gerektirir. Benim efendim diyorsa doğrudur, itaat etmeliyim diyemez. Onlara da Hz. Ali’nin şu muhteşem kuralını hatırlatırız: ‘Hakikati insanlarla tanımayın. Önce hakikati tanıyın ki, onunla insanları tanıyabilesiniz’.

Resulüllah’ın emirleri iyi tespit edilip iyi anlaşıldıktan sonra onlara itaat de Allah’ın emridir. Dolayısıyla onların Allah’ın Kuranıkerim’de söylediklerine aykırı olması düşünülemez. Burada bile insanların bir yanlış anlamaya düşmemeleri için Allah (cc), Resulüllah’a itaatten söz ederken “onlar sana maruf olan bir konuda isyan etmemek üzere biat ederler” (Mümtahine 12) buyurur. Resulüllah maruf olmayan bir şeyi emretmez, o halde burada sünneti yanlış anlama gibi bir şeyin olabileceğine ve ölçünün maruf olan olduğuna dikkat çekilmiş olmalıdır.

Demek ki, evin reisi erkektir demek, kadın ya da diğerleri ona her hâlükarda mutlak itaat eder demek değildir. Söz konusu olan ayette (Nisa 34) önce erkeğin adam gibi erkek olması hatırlatılır. Evine bakması, yani onların bütün ihtiyaçlarını meşru yoldan karşılaması. Sonra da onlara meşru olmayan hiçbir emirde bulunmaması. Onları uşak ve ırgat gibi görmemesi. Meşru haklarını kısıtlamaya kalkışmaması.

Yani konu kadın konusu olmaktan önce erkek konusudur.

Erkek böyle ise artık ‘saliha kadınlar meşru çerçevede itaat eden kadınlardır’. Bunun simetriğini de söyleyebilirsiniz; salih erkekler meşru çerçevede itaat eden erkeklerdir. Kadınlar serkeşlik/nüşüz ederlerse artık hukuki yaptırımlar sırasıyla devreye girer. Aynı suçu erkek işlerse ona da yaptırımlar vardır, ama onları ev halkı değil, erkeğin bir üstü uygular. Okulda müdürün cezasını öğretmenler veremez. Ama hiç kimsenin haksızlığı yanına kalmaz.

Eğer bu düzeni bozarsanız bu defa da kadının erkeğe haksızlık yapmasına sebep olursunuz, aileyi dağıtırsınız, sonra da toplumu fesada uğratırsınız. Bu söylediklerimiz kişisel yorumlar değildir, bizzat Kuranıkerim’in emridir. Oysa toplum yapımız şu anda bunları müslümanların bile dillendirmesine elverişli değil, üzerlerinde mahalle baskısı var. Çünkü İslam değil, kapitalizm, feminizm ve demokrasi var. Bunların hepsinin birinci tercihi kendi çıkarlarıdır, fıtri/doğal haklar ve görevler değildir. İnsan ‘acûl’ olarak yaratılmıştır. Kendini Allah’ın kanunlarına bağlı hissetmezse hemen olanı ister, kendi çıkarlarını düşünür.



8 Ekim 2017 Pazar

Erkeğin ailenin reisi olması, kadının erkeğe itaati meselesi midir?- Faruk Beşer

... itaat kadının erkeğe yapması gereken bir şey değil, her sosyal ve idari birimin bütün fertlerinin, o birimin amirine karşı yapması gereken bir görevdir. Erkek de bulunduğu birimde amirine itaat etmek zorundadır. Bunun olmadığı bir sistem düşünülebilir mi? Evdeki kız-erkek çocuklar da belli şartlarla babalarına ve de annelerine itaat etmek zorundadırlar.

İtaat, sadece İslam’ın istediği bir şey midir? Bütünüyle hayatın doğası bunu gerektirir. Kâinattaki her şey ister istemez / tav’an ve kerhen belli kanunlara, bize göre Allah’ın emrine, fiilen uymaktadır. Bu kanunların bazılarına uyup uymama ihtiyarı olan sadece insandır. O da kendi özgür iradesiyle hesaba çekilecektir. Kocasına itaati aşağılanmışlık olarak gösterilen kadın, eğer çalışıyorsa her gün kaç erkeğe ya da kadına itaat etmektedir? Erkek de öyle değil mi? Demek itaat kaçınılmaz fıtri bir görevdir. Tabiatın itaate zorlandığı kanunlara, bize göre Allah’ın zorunlu emirlerine, bir an itaat etmediğini düşünebilir misiniz? Mesela dünya, ben bu defa yörüngemden hafif çıkmak istiyorum demiş olsa sonuç ne olur?

Mesele biraz da itaat deyince kadının, kocanın her dediğini yapması diye anlaşılmasından kaynaklanıyor. Ayrıca kocanın karısına itaat etmesi gereken hususlar yok mudur? Bunu da gelecek yazımızda görelim...


Yazının tamamı için:

6 Ekim 2017 Cuma

Ahzab Suresi 56. Ayetin Anlaşılması

Sual: Muhterem hocam Ahzab suresi 56. Ayetinde (yusallu) kelimesi nasıl anlamalıyız?

Cevap:
“Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de salât edin ve tam bir teslimiyet ile O’nun getirdiklerine teslim olun.” Ahzab 56

Ayette geçen salât kavramı ne yazık ki hep bir manaya indirgenmiş ve işin sadece kâl/söz boyutu ile gündemde tutulmuştur. Sanki bu ayette Rabbimizin bizden istediği, sadece ve sadece Efendimiz’in adı anıldığında, O’na yakışacak ihtiram cümlelerinin kullanılması olarak anlaşılmıştır. Bu doğru değildir; ayette beyan edilen salavât kavramı çok daha geniş bir anlam ihtiva etmektedir.

Dolayısı ile bu ayette geçen mesaj, sadece kâl/söz ile sınırlandırılmamalı; dilin, aklın, kalbin, bedenin, ailenin, toplumun salavâtı olarak anlaşılmalıdır. Nasıl mı?

Dilin salavâtı: Efendimiz’in adı anıldığında her türlü ihtiram ve edeple anılması, O’nun şanına yakışacak ifadeler kullanılmasıdır ve bunun kesinlikle ihmal edilmemesidir. Bu konuda onlarca hadisin olduğu unutulmamalıdır.

Aklın salavâtı: Aklı O’nun hizmetine verip, sahabî hasbiliğinde bir zihin geliştirerek, şüphe ve tereddütlere kapıları kapatarak, mutlak bir teslimiyet gösterilmesidir.

Kalbin salavâtı: Yüreğe O’ndan başkasını konuk etmemek, gönül tahtında tartışılmaz sultan olarak O’nu bilmek, mirasına karşı yürekte en ufak bir tatminsizlik taşınmamasıdır.

Bedenin salavâtı: Hayatı O’nun gösterdiği gibi yaşamak, hayatın her alanında ve her anında O’nun rehberliğine müracaat ederek yürünmesidir.

Ailenin salavâtı: Evde O’nu hakem tayin etmek, aileyi O’nun cihana bıraktığı mesajlar çerçevesinde diri tutmaya çalışmaktır.

Toplumun salavâtı: Efendimiz’in mirasına sahip çıkmak, O’nun risalet davasına destek olmak, topluca O’nun emanetlerini miraslarını korumaya çalışmak ve gereklerini yerine getirmektir.

Selam ve dua ile…

Muhammed Emin YILDIRIM


5 Ekim 2017 Perşembe

Adetli Bayanın Oruç Tutması

Sual: Muhterem Hocam, beraberce ders yaptığımız kardeşlerimizden bazıları bağışlayın, hasta/adetli halde oruç tutulabileceğini söylüyorlar. Bunu birkaç Hoca’dan duymuşlar. Bu konuda Kur’an’da yasaklayıcı ayet olmadığını, âlimlerin sonraları bunu içtihatla belirlediklerini iddia ediyorlar. Bu konu hakkında bize aydınlatıcı bilgiler verir misiniz? Bu haldeki bir hanım orucunu tutarsa günaha girer mi?

Cevap: Muhtereme Kardeşim,

Ne yazık ki böyle bir meseleyi de bu toprakların insanları olarak son 10 yıldır tartışmaya başladık. Kur’an’da yok bu diyerek daha neleri tartışacağız inanın bunu pek kestiremiyorum. Kur’an sözün özüdür. O söyleyeceğini söyledi ve dedi ki: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr, 7)

Cenab-ı Hak, bütün meselelerde, özellikle de ibadet konusunda müracaat edilecek kapıyı çok açık bir ifade ile göstermesine rağmen, bu konuda Hz. Peygamber’in ve O’nun pak ashabının sözlerini ve uygulamalarını dikkate almadan yeni bir Müslümanlık anlayışı geliştirmeye çalışıyorlar. Belki ifadem size biraz ağır gelecek ama yapılan şudur: “Peygamber sussun, biz konuşalım.” Çünkü Hz. Peygamber konuştuğu müddetçe -ki konuşmuştur ve ihtiyacımız olan her şeyi bize beyan edip gitmiştir- başkalarına söz hakkı düşmeyecek, “bana göre” diye başlayan cümlelerle konuşma hakları olmayacak, “Kur’an’da ki eza kelimesinin anlamı budur, geçmiş ulema bunu tam anlamadı, biz daha iyi anladık” deyip ahkam kesemeyeceklerdir.

Hal böyle olunca ben bu konuda Peygamberimiz’in ve Sahabe’nin uygulamalarına dair bir iki rivayeti sizlerle paylaşayım:

– Hz Aişe annemizden: “Biz hayızlı iken namaz kılmaz ve oruç tutmazdık, yalnızca oruçları kaza etmekle emrolunurduk.’ (Buhârî, “Hayz”, 20; Ebû Davud, “Tahâre”, 104)

– Ebu Said el-Hudrî’nin rivayeti ile… Hz. Peygamber’in bir bayram günü hanımlara nasihat ederken, onlara yönelik olarak ‘bir hanım hayız halinde namaz kılmaz, oruç tutmaz, öyle değil mi? dediğinde, onlar da “evet” diye cevap verdiler. (Buhârî, “Hayz”, 6)

– Hz. Peygamber, bir gün hanımların özel günlerini kastederek; “Siz gecelerce namaz kılmaz ve günlerce Ramazanda oruç tutmazsınız!” dedi. (Müslim, “İman”, 132; Ebû Davud, “Sünne”, 15)

– Hamne bint Cahş bir gün Hz. Peygamber’e gelerek; “ kendisinin şiddetli ve uzun süren hayız gördüğünü, bu halinin uzun süre kendisini namaz ve oruç tutmaktan alıkoyduğunu belirterek, bu konuda ne yapması gerektiğini sormuştur. Efendimiz’in (sas) cevabı şu olmuştur: ; “…Her ay içinde yirmi üç veya yirmi dört gün namaz kıl ve orucunu tut, diğer günler senin adet günlerindir…” (Ebû Davud, “Tahâre”, 109)

– Muaze isimli bir hanım Hz. Aişe validemize soruyor; “Hayızlı kadının durumu ne ki, orucu kaza ediyor da namazı kaza etmiyor?” Hz. Aişe önce “sen Harurî misin?” diye tepki veriyor. Muaze “hayır, Harurî değilim, sadece öğrenmek için soruyorum” deyince Hz. Aişe cevaplıyor: “Bu bizim başımıza gelirdi, bize sadece orucu kaza etmemiz emredilirdi, namazı değil.” (Buhârî, Hayz: 20; Müslim, Hayz: 67, (335); Ebu Dâvud, Tahâret: 105, (262, 263); Tirmizî, Taharet: 97, (130); Savm: 68, (787); Nesâî, Hayz: 17, (1, 191, 192), Savm: 64, (4, 191)

Hadiste geçen Harurî lafzı o dönemde Hariciler için kullanılan bir isim. Kûfe’ye yakın bir kasabanın adıdır Harura. İlk Hariciler bu kasabadan çıktıkları için Hariciler o dönemde haruralı anlamında Harurî diye anılırlardı.

Bu hadisler ve uygulamalar ortada dururken, 1400 senedir kimseler bunun aksini söylememişken, şimdilerde Kur’an’ı yeni keşfettiklerini (!) iddia edenlerin sözüne mi itibar edeceğiz? Benim size tavsiyem büyüklerin ayak izlerinden ayrılmamanızdır. Tarihin yıpratamadığı, değer çalanların kıymetlerini düşüremediği büyükler… Allah yollarından ayırmasın.

Sorunuzun son kısmına gelince, “Bu haldeki bir hanım orucunu tutarsa günaha girer mi?” Cevap: “Evet, girer.”

Selam ve dua ile…

Muhammed Emin YILDIRIM



http://www.siyertv.com/hasta-adetli-bayanin-oruc-tutmasi/

1 Ekim 2017 Pazar

Tesbih Namazının Sünnetteki Yeri

Sual: Muhterem Hocam, tesbih namazı ile alakalı bir soru sormak istiyorum. Böyle bir namazın sünnette olmadığı, sonradan uydurulduğu, Peygamberimizin hayatı boyunca bunu kılmadığı falan söyleniyor. Gerçekten Hocam böyle mi? Eğer sünnette yoksa bu namaz nasıl ortaya çıkmıştır? Bilgilendirirseniz memnun olurum. Şimdiden Allah razı olsun.

Cevap: Muhterem Kardeşim,

Bu namaz, Efendimiz’in (sas) amcası Hz. Abbas’a (ra) öğrettiği ve hediye ettiği, Hz. Abbas’ın da oğlu Abdullah aracılığı ile bize hediye ettiği bir namazdır. Bu rivayet başta İbn Mace ve Tirmizi olmak üzere birkaç hadis kitabımızda şöyle geçmektedir: “İbn Abbas (ra) ve Ebû Râfi (ra) anlatıyor: “Resûlullah (sas) Abbâs İbn Abdülmuttalib’e (ra) dediler ki:
“Ey Abbâs, Ey Amcacığım! Sana bir iyilik yapmayayım mı? Sana bağışta bulunmayayım mı? Sana ikram etmeyeyim mi? Sana on haslet(in hatırlatmasını) yapmayayım mı? Eğer sen bunu yaparsan, Allah senin bütün günahlarını önceki -sonraki, eskisi yenisi, hatâen yapılanı kasden yapılanı, küçüğünü büyüğünü, gizlisini alenîsini- yani hepsini affeder. Bu on haslet şunlardır: Dört rekât namaz kılarsın, her bir rekâtta Fâtiha Sûresi ve bir sûre okursun. Birinci rekâtta kıraati tamamladın mı, ayakta olduğun halde on beş kere “Subhanallahi velhamdülillahi ve lâilahe illallahu vallahu ekber” diyeceksin. Sonra rükû yapıp, rükûda iken aynı kelimeleri on kere söyleyeceksin, sonra başını rükûdan kaldıracaksın, aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra secde edip, secdede iken onları onar kere söyleyeceksin. Sonra başını secdeden kaldıracaksın, onları onar kere söyleyeceksin. Sonra tekrar secde edip aynı şeyleri onar kere söyleyeceksin. Sonra başını kaldırır, bunları on kere daha söylersin. Böylece her bir rekâtta bunları yetmiş beş defa söylemiş olursun. Aynı şeyleri dört rekâtta yaparsın. Dilersen bu namazı her gün bir kere kıl. Her gün yapamazsan haftada bir kere yap, haftada yapamazsan her ayda bir kere yap. Ayda olmazsa yılda bir kere yap. Yılda da yapamazsan hiç değilse ömründe bir kere yap.” (Ebu Dâvud, Salât 303; Tirmizî, Salât 350; İbn Mâce, İkame 190)

Bu hadisten yola çıkarak âlimlerimiz, tesbih namazının kılınmasına teşvikte bulunmuşlardır. Her ne kadar bu hadis İbnü’l-Cevzi tarafından mevzu olarak değerlendirilmişse de, bu diğer âlimler tarafından kabul görmemiştir. Hadis alanında ciddi bir otorite olan İbn Hacer, İbnü’l-Cevzi’nin bu değerlendirmesi için: “İbnü’l-Cevzî bu hadisi mevzûlar arasında zikretmekle kötü yaptı.” der ve hadisin, Buhârî tarafından “El-Kırâatu Halfe’l- İmâm” adlı kitabına alındığını, Ebu Dâvud, İbnu Mace, İbnu Huzeyme ve Hâkim’in, kitaplarına “sahih” vasfıyla aldıklarını, Beyhâki gibi başka birçok muhakkik ulemânın, hadise “sahih” dediklerini kaydeder.

Tirmizî: “İbnu’l-Mübarek ve daha pek çok ilim ehli tesbih namazını rivâyet edip faziletini beyan ettiler.” der. Kaynaklarımız, başta İbnu’l-Mübarek olmak üzere, bazılarının ismini kaydederek bu namazı Selef büyüklerinin kıldığını belirtir. Hadis tenkidinde teşeddüdü ağır basan Dârakutnî de şöyle demiştir: “Kur’an sûrelerinin fazileti üzerine gelen rivâyetlerin en sahihi İhlâs Sûresi hakkında gelendir. Namazın faziletiyle ilgili olarak gelen rivâyetlerin en sahihi de tesbih namazıyla, ilgili olan hadistir.” Ebu Musa el-Medînî, hadisin sıhhatini göstermek için bir cüz te’lif etmiştir.

Ortada âlimlerimizin bu sözleri ve uygulamaları varken, yüzlerce sene bu ümmet bu namazı kılıp, Allah’a yakınlaşma vesilesi olarak ihya etmeye çalışmışlarsa, bize düşen de büyüklerin ayak izlerini takip etmektir.

O izlerden ayrılmama duası ile…

Muhammed Emin YILDIRIM


28 Eylül 2017 Perşembe

***HİCRET EDENLER VE ECİRLERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allah (c.c) için yapılan her hareket, tavır ve sözün karşılıksız kalması mümkün değildir. Allah için bulunduğu yeri, zorluk altında terk eden ve bununla İslâm'ı daha iyi yaşamayı, Allah'a daha mükemmel bir şekilde kullukta bulunmayı amaçlayan bir kimsenin eli boş döndürülmesi düşünülemez. Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerîm'de, hicret edenlere müjdeler vermektedir:

"Muhakkak iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler"
(el-Bakara, 2/ 219; et-Tevbe, 9/2I).

"Muhacir ve ensardan daha önce iman etmiş olanlarla (sonradan) onlara ihsan ile uyanlardan Allah razı olmuştur. Ve onlar da Allah (ın kendilerine verdiği nimet ve sevap)dan razı olmuşlardır. Onlar o cennetlerde ebedî kalıcıdırlar" (et-Tevbe, 9/1II).

"(Kendilerine) Zulmettikten sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada iyi bir şekilde yerleştireceğiz elbette, ahiretteki ecir (leri) ise daha büyüktür. Keşke ölmüş olsalardı" (en-Nahl, 16/41).

Amr b. el-Âs (r.a), Rasûlullah'a kendisinin günahlarının affedilmesi şartıyla bey'at edeceğini söyleyince, Rasûlullah'tan şu cevabı aldığını anlatmıştı: "Sen İslâm'ın kendisinden (yani kişi müslüman olmadan) önce işlemiş günahları yok ettiğini bilmiyor muydun? Hicretin ve haccın da aynı şekilde (bunlar yapılmadan önce) işlenmiş günahları silip süpürdüğünü bilmiyor muydun?"

Allah, bütün yeryüzünün ve tüm kâinatın biricik ve mutlak sahibidir. Bütün varlık âlemini insan için yaratan ve onları insanın emrine veren Allah'tır. İnsan ise; kendisine kulluk etmek, İslâm düzenini gerekleriyle birlikte, noksansız olarak yaşamak için yaratılmıştır. Bundan yüz çevirenleri cezalandıracak, sudan bahanelerle ibadetten geri kalanların mazeretlerini kabul etmeyecektir. Ve bu mazeretler onları kendi nefislerine zulüm etmiş olmaktan" kurtaramayacaktır. Bu konuda Allahu Teâlâ kullarına şöyle seslenmektedir:

"Ey inanmış olan kullarım, muhakkak, benim mülküm olan yeryüzü (çok) geniştir. O halde (şuna buna değil de) yalnız bana ibadet edin (el-Ankebût; 29/56).

Bu ayetin, İslâm'ı açıkça yaşayamayan Mekkeli, güçsüz bir kısım müslüman hakkında nazil olduğu bildirilmektedir.

Bu ayet, Allah'ın inanan kullarına, dinlerini açığa vurup yaşayamadıkları bir yerden, onu kolayca yaşayabilecekleri başka bir yere hicret etmeleri için bir emirdir. Rasûlullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Memleketler, Allah'ın memleketleridir. Kullar da Allah'ın kullarıdır. Nerede hayır bulursan orada yerleş" ( Ibn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'âni'l Azim, II,14). Bütün insanlar Allah'ın kuludur ve yeryüzü de Allah'ındır, bütün genişliğiyle yalnız O'nundur. Arz bütün insanları içine alacak kadar geniştir. O halde insan bulunduğu yerde dininî, bütünüyle Allah'ın emirlerini yaşayamıyor, bu konuda zorluklarla karşı karşıya bırakılıyor, Allah'tan başka her şeye ve herkese kul olması için zorlanıyor ve bu telkin yapılıyorsa orası müslümanın yaşayabileceği yer değildir. Yaşayabileceği yeri aramalı ve bulmalıdır. "Bütün yeryüzü Allah'ın olduktan sonra, onun Allah indinde en çok sevileni kullarının yalnız kendisine ibadet ettikleri yerdir."

İslâm'da hiç bir şey putlaştırılamaz, isterse, bu içinde doğup büyüdüğümüz, yakınlarımızın malımızın, ticaretimizin, acı tatlı her türlü hatıralarımızın ve daha nice güzel şeylerimizin bulunduğu yer olsun. Müslüman nerede inancını yaşayabiliyorsa, vatanı orasıdır. "Kişinin bulunduğu memlekette yalnız Allah'a ibadet etmek kolay olmaz; dinini açığa vurmakta zorluklarla karşılaşır, daralırsa, orada bağlanıp kalmamalı, ibadetlerini serbest yapabileceği yere gitmelidir. Hicret edip o darlıktan genişliğe çıkmak için ne gerekiyorsa yapmak ve Allah'a kulluk etmek mü'minin prensibi olmalıdır" (Elmalı.H. Y. Hak Dinî Kur'ân Dili, V, 3790).


İslam Tarihi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

27 Eylül 2017 Çarşamba

***HİCRETİN HÜKMÜ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur'ân'ın bir çok âyeti hicretten, hicretin gereğinden, hicret edenlerden ve etmeyenlerden söz eder.

Hicretin ne denli önemli olduğuna şu âyetler gayet açık bir şekilde işaret etmektedir:

"Öz nefislerinin zâlimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne işte idiniz?" Onlar: "Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan aciz kimseler idik" derler. Melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oradan hicret etseydiniz ya" derler. Onların barınakları Cehennemdir. O ne kötü bir yerdir. Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zayıf ve acz içinde bırakılıp da hiçbir çareye gücü yetmeyen ve (hicret) için bir yol bulamayanlar müstesna" (en-Nisâ, 4/97, 98).

Bu âyetlerin iniş sebebi hakkında Ibn Abbas (r.a) şunu nakletmektedir:

"Peygamber (s.a.s) zamanında bazı müslümanlar müşriklerle birlikte durup onların sayılarının artmalarına neden oluyorlardı. (savaş sırasında) ok, onlardan bazılarına isabet edebiliyor veya boynu vurulup öldürülebiliyordu. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine Ibn Abbas (r.a.)'ın rivayet ettiğine göre; bir kısım Mekkeliler İslâm'a girmiş, fakat müslümanlıklarını açığa vurmamışlardı. Bedir savaşı gününde müşrikler onları da beraberlerinde savaşa götürdüler ve bazıları bu savaşta öldü. Müslümanlar bunun üzerine: "Bizim arkadaslarımız müslüman idiler, savaşa zorla sokuldular" deyip, onlara Allah'tan magfiret dilediler. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu" (Ibn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 542).

Demek ki mü'minler, bu gibi durumlarda "biz İslâm'ı ayakta tutamayacak kadar zayıf kimseler idik" demekle kendilerini kurtaramayacaklardır. Çünkü bunlar İslâm'ı tamamıyle yaşayabilmek için herhangi bir teşebbüste bulunmamışlar ve böylece "kendilerine zulm etmişlerdir" fakat, gerçekten hicret edemeyecek durumda bulunan zayıf kimseler bundan müstesnadır.

Bu âyetler, müşrikler arasında bulunup da dinini ayakta tutamayan herkesi kapsamaktadır. Hicret edebilecek durumda olup da hicret etmeyenlerin, kendi nefislerine zulmetmiş oldukları ve bu ayetin hükmüne göre, haram işledikleri icmâ ile kabul edilmiştir (Ibn Kesîr Tefsîr, I, 542). Bu hüküm kıyamete kadar bakîdir ve genel bir hükümdür. Herhangi bir durum onu, dinini yaşayabileceği, inancının gereklerini yerine getirebileceği Darü'l-Islam'a hicret etmekten alıkoymaz.

Hanbelî hukukçulara göre bir kimsenin, Darü'l- Harp'te dinini açığa vurup yaşayabiliyor bile olsa, müslümanların sayısını çoğaltmak ve cihada katılabilmek için Dârü'l-Islâm'a hicret etmesi sünnet olur. Hanefi mezhebinde ise küfür diyarından İslâm diyarına hicret etmek vaciptir. Şâfiîlerden el-Mâverdî'ye göre de, müslüman herhangi bir küfür beldesinde dinini açığa vurabiliyorsa, orası onunla Daru'l-Islâm olmuş olur. Orada durmak, hicret etmekten daha iyidir. Çünkü böylelikle kendisinden başkalarının da İslâm'a girmeleri umulabilir. Ancak el-Mâverdî'nin bu görüşüyle, konu ile ilgili olarak Darü'l-Harp'ta kalmayı haram kılan ayet ve hadisler arasındaki aykırılık açıktır. Hicret hükmü, Darü'l-Harp'te müslüman olup oradan uzaklaşabilecek güçte olan herkes için geçerlidir (es-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, VIII, 28, 29). Darü'l-Harp'ten hicret etmenin, herhangi bir ma'siyetin işlenmesi veya herhangi bir emrin yerine getirilmemesi veya İslâm devlet başkanının istemesiyle vacip olacağı konusunda icmâ' vardır. (es-Sevkânî, a.g.e., VIII, 29).

Kişi "ben hicret edeceğim ama, gideceğim yer tanımadığım, yabancısı olduğum bir yerdir. Acaba orada geçimimi sağlayabilecek miyim? Sonra ne zaman geleceği bilinmeyen ölüm, beni yolda yakalarsa hicret etmiş sayılabilir miyim..." gibi bir takım düşünceleri içinden geçirebilir. Ancak bunlar yersiz düşüncelerdir. Çünkü: "Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek, barınacak bir çok yerler bulur, genişlik de bulur. Kim evinden Allah ve Rasûlüne muhâcir olarak çıkıp da sonra yolda ölürse, onun mükâfatı Allah'a aittir (en-Nisâ, 4/1II). Bu bakımdan ne rızık endişesi ne de "yolda ölüm" düşüncesiyle farz olan hicretten geri kalamaz.

Yeryüzü iman-küfür mücadelesinin alanıdır. Bu mücadelede kimi zaman iman bazan da küfür egemen olmuştur. Mü'minler İslâmî kimliklerini yitirdikleri, imanî zaaflara düştükleri, İslâmi ilimlerin yeterince tahsil edilmediği ve cehaletin yaygınlaştığı dönemlerde küfür İslâm'a gâlib gelecektir. İslâmî ilimlerin çok iyi bilindiği, İslâm'ın yaşandığı, imanın kalb atışlarında bile hissedildiği dönemlerde ise kuşkusuz İslâm egemen olacaktır.

İslâm'ın ve küfrün egemenliği ya da şeytana zaman zaman fırsat verilmesi insanın ve yeryüzünün kanunu hükmündedir. Dolayısıyla mü'minler İslâm'ın egemen olmadığı toplumlarda yaşama durumunda kalabilirler. Bundan dolayı hicret zaman zaman gündeme gelebilir. Hicret dönemi asla kapanmaz, Mekke'nin de fethinden sonra hicret gündeme getirilemez; hicret tarihin belirli bir dönemine ait bir olay değildir. Hicret süreklilik arzeder ve kıyamete kadar kaimdir.

Mekke'nin fethedildigi gün Abdurrahman b. Safvan (r.a) babasını getirerek, Rasûlullah'a babasının da hicret sevabından payını almasını istediğini bildirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sas:  "Artık hicret yoktur" diye cevap verir. Rasûlullah'ı bu konuda yumuşatmak amacıyla, amcası Hz. Abbâs'ın yanına gider ve bu konuda kendisine yardımcı olmasını ister. Hz. Abbâs .(r.a), Peygamber (s.a.s)'e "Allah aşkına kabul et" derse de, Hz. Rasûlullah şu cevabı verir: " Amcamın yeminini yerine getiririm, ama hicret yoktur" Hadîsin râvilerinden olan Yezid b. Ziyâd: "Halkı İslâm'ın egemenliği altına girmiş bulunan bir yerden hicret edilemez, demek istiyor" diye hadisi açıklamıştır. (Ibn Mace Keffâret).

Burada görüldügü gibi Mekke'den hicret etmek artık söz konusu değildir. Çünkü, hicretten maksat gerçekleşmiş bulunuyor. Artık Mekke'nin kendisi fethedilmek suretiyle Darü'l-İslâm olmuş ve İslâm'ın bütünüyle hayata yansıyacağı bir yer haline gelmiştir. Allah'tan başka hiçbir varlığın hâkimiyetinden söz edilemeyecektir.

Diğer bir kısım hadislerde ise, hicretin sürekliliğinden söz edilmektedir:

"Kâfirlerle savaşıldıkça hicretin sonu gelmeyecektir (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 27). "Hicretten sonra hicret olacaktır. Yeryüzünün en hayırlıları, Hz. İbrahim'in as hicretini kendisine örnek alanlardır" (Ebû Davûd, Cihad).

Bu hadislerden anlaşıldığına göre, İslâm hâkim olduğu bir yerden hicret etmenin farz veya vâcib olması söz konusu degildir. Ancak Darü'l-Harb'den Darü'l-Islâm'a hicret etmemin vucûbu kıyamete kadardır. Ebubekr Ibnü'l-Arabî: "Hicret, Peygamber (s.a.s) zamanında farz idi. Kendi dini veya nefsi için korkusu olan herkese farz olarak devam etmektedir. Kesilen hicret Mekke'nin fethinden sonra, Mekke'den Medine'ye olan hicrettir" (es-Sevkânî a.g.e., VIII, 29) der.

Hicretin hayata yansımasında genel etkenlerden biri de İslâm devlet başkanıdır. Halife, mü'minlerin bir yerden bir yere hicret etmelerini isteyebilir. Mü'minler de buna uymak zorundadırlar. Zira müslümanlar Halifenin İslâm'a muhalif olmayan bütün emirlerine uymak zorundadırlar. Hilafet, İslâm'ın bütün hükümlerinin direkt ya da dolaylı olarak bağlantılı olduğu bir müessesedir.

Peygamber Efendimiz sas, bazen büyük kalabalıkları bile hicret edip etmemekle serbest bırakmıştır. Gönderdiği askerî müfreze (seriyye) kumandanlarına verdiği tâlimât arasında şunları da görmekteyiz: ".. Onları İslâm'a davet et. Kabul ederlerse, sen de bunu kabul et ve onlarla savaşma. Sonra bulundukları yerden muhâcirlerin yurduna hicret etmelerini iste. Bunu yaptıklarında da muhacirlerin leh ve aleyhlerinde olanın, kendilerinin de leh ve aleyhlerine olacağını bildir. Eğer hicret etmeyecek olurlarsa, durumlarının bedevî müslümanların aynısı olacağını onlara bildir. Onlara mü'minlere uygulanan Allah'ın hükümleri uygulanacak, ancak müslümanlarla birlikte cihada katılmadıkça fey' ve ganimetten pay alamayacaklardır" (Ibn Kesîr, Tefsîr, III, 329).

Hicretin devlet politikasında önemli bir yeri olmalıdır. İslâm Devleti, durumuna göre hicretle ilgili bir takım düzenlemelere girişmek zorundadır.

Bu gibi istisnâî durumların maksat ve nedenleri araştırıldığında bazı zümrelerin bundan istisna edilmesi de tamamen toplumun iyilik ve hayrıyla yakından ilgilidir. Mesela: Müzeyne, Medine'nin 35 km. uzağındaydı ve yüzlerce savasçıya sahipti. Bunların bulundukları topraklarda bırakılması, İslâm Devlet topraklarını genişletme maksadını taşıyordu. Bunların İslâm ülkesine hicret etmeleri birçok iktisâdî zorlukların doğmasına neden olacak ve terkedilmiş verimli topraklar ve sular, yabancıları ve belki de İslâm düsmanları tarafından işgal edilecekti (Muhammed Hamidullah, Islam Peygamberi, II, 277, 278). Bu bakımdan Peygamber Efendimiz sas İslâm devleti sınırlarının genişlemesi ve müslümanların savaş gücünün artırılması noktasından hareket etmiş ve duruma göre hicret üzerinde durmuştur. Hicretin diğer bir amacı da; İslâm devletinin gücünü arttırmaktır.


İslam Tarihi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

26 Eylül 2017 Salı

***TARİHTE HİCRET

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 HZ. İBRAHİM (A.S)'İN HİCRETİ:

Hz. İbrahim as, kendi kavmine Allah'ın dinini anlatmada hiç bir engel tanımamış, Nemrut'un zorbalığına boyun eğmemiş, bir çok işkencelere maruz kalmasına rağmen yolundan dönmemiştir. Fakat O'nun bütün gayretleri bir netice doğurmamış ve toplumunu küfür bataklığından çekip alamamıştır. Artık netice belli olmuştur; kavmi kendi doğrultusunda gitmektedir. Hz. İbrahim as de tevhid üzere yoluna devam etmektedir.

Hz. İbrahim as kavminin iman etmesine imkân ve ihtimal kalmadığını anlayınca, sapıklık ve küfür diyarından uzak kalmak amacıyla, her şeyiyle yalnız Allah'a kulluk edebilmek için hicret etmiştir. (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, II, 1437).

Hz. Peygamber (s.a.s) de şöyle buyurmuştur: "Her kim diniyle bir yerden bir yere hicret ederse, gittiği yer bir karış yer de olsa Cennet'te İbrahim as ve Muhammed (s.a.s) onun arkadaşı olur."

ASHAB-I KEHF'IN HICRETİ:


Batıl düzenler, gerçekten Hakk'a inananlara hayat hakkı tanımak istemezler. Onlar gerektiğinde bütün zulüm mekanizmalarını inananların aleyhine çalıştırmaktan geri durmazlar. Çünkü, yarasanın ışıktan ürktüğü gibi, onlar da inananların gerçekleri ve mutlak doğruları gözleri önüne sermeleri böylece kendi menfaatlerinin ortadan kalkmasından, ilahlık davalarının sahteliğinin ortaya çıkmasından, sömürü çarklarının durmasından endişelenirler, korkarlar. Tarih boyunca inananlara zâlim düzenler eliyle yapılan zulüm, baskı ve şiddetin asıl nedeni budur. Bugün yeryüzünün her bölgesinde müslümanlar üzerindeki baskı ve terör bundan kaynaklanmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm Ashab-ı Kehf'ten: "Rablerine inanan gençler" (el-Kehf, 18/13) olarak söz etmektedir. Bunun üzerine; "Allah da onların hidayetlerini artırmıştı". Ashab-ı Kehf'in, kavimleri Allah'tan başka tanrılara taptıkları için onlardan uzaklaşmalarını Kur'ân övgüyle anlatmaktadır. Onlar bu davranışlarıyla doğru yolu bulmayı ve Allah'ın rahmetine kavuşmayı gaye edinmişlerdi.

"... Şunlar, şu bizim kavmimiz, Ondan (Allah'dan) başka tanrılar edindiler. Bunların üzerine bari açık bir delil getirseydiler ya? Artık yalan yere Allah 'a karşı iftira edenlerden daha zâlim kimdir?" dediklerinde, onların kalplerini (sabır ve sebat ile hakka) bağlamıştık."
(Birbirlerine şöyle demişlerdi):

"Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmış olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya (çekilip) sığının ki; Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizden de size fayda hazırlasın " (el Kehf,18/ 14,16) Böylece onlar, zâlim bir toplum içinde yaşayıp, dinlerini açığa vuramamaktansa mağaraya çekilip orada inançlarını yaşamayı tercih etmişler ve son derece az oldukları için, mevcut düzene karşı duramayacaklarını anlamış bulunuyorlardı.

HABEŞİSTAN'A HİCRET:

Islâm'ın ilk yıllarında, sahabîlerin önemli bir kısmına ve özellikle zayıf ve kimsesizlere, "Rabbiniz Allah'tır" demeleri nedeniyle sayısız zulümler uygulanıyor, dinlerinden vazgeçirmeleri için onlara büyük baskılar yapılıyordu. Peygamber Efendimiz sas, sayıları yüzü bulan sahabiye Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye etti. Orada kendilerini himaye edecek iyi niyetli bir hükümdarın varlığından söz etti. Bunun üzerine Habeşistan'a iki defa hicret edildi.

Mekke o sıralarda gerçekten İslâm gibi eşsiz, tevhide dayalı yüce bir inanç ve hayat düzenini kabul edenler için ağır şartları bulunan bir ortamdı. Habeşistan'da da İslâmî bir düzenin varlığından söz edilemezdi ama en azından orada dini hürriyet vardı ve zulüm yoktu. Diğer taraftan İslâm ülkesi diyebileceğimiz bir yerin de varlığı söz konusu değildi. Henüz böyle bir teşebbüse girebilmek için gerekli şart ve imkanlardan da müslümanlar tamamıyla mahrum bulunuyorlardı. Bu nedenle Dârü'l- Küfr olan Mekke'yi bırakıp Darü'l-Emin (güven ülkesi)'e göç için bir izin verilmiş oluyordu...


İslam Tarihi

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Eylül 2017 Pazartesi

***"ACELE ETME,BELKİ ALLAH cc SANA BİR ARKADAŞ BULUR"

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Rasûlullah sas Mekke'de tebliğ görevini sürdürürken Kureyşliler de inkârlarında diretiyorlardı. Peygamberimiz sas tebliğ görevini Mekke'nin dışına taşırmak istiyordu. Bu nedenle Taif'e gitti. Tâifliler de Kureyşliler gibi inkârcılıkta direnmişler ve Peygamberimizi sas taşa tutmuşlardı. Peygamberimiz sas onların bu cahilce hareketleri karşısında yılmamıştır. Özellikle hac mevsiminde Mekke dışından gelen insanlarla görüşüyor onlara İslâm'ı anlatıyordu. Peygamberimiz sas bir gün Akâbe mevkiinde Medineli altı kişi ile karşılaştı. Onlara Kur'ân okudu ve İslâm'a davet etti. Medineliler Peygamberimizle konuştuktan sonra durumu kendi aralarında değerlendirdiler.

"Yahûdilerin geleceğini bildikleri ve kendisiyle bizi korkuttukları peygamber bu olmasın" dediler. Yahûdilerden önce müslüman olmanın gereğine inanıp müslüman oldular.

Medine'de bulunan Yahudiler bir Peygamberin geleceğini biliyorlardı. Medinelilerle araları açılan Yahudiler onlara "Bir Peygamber gönderilmek üzeredir. O Peygamber gelince biz ona tabi olacağız, İrem ve Âd kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız" diyorlardı.

Akabe'de Müslüman olan Medineliler memleketlerine gittiklerinde bu durumu yakınlarına aktardıktan bir yıl sonra, daha önceki Müslümanlarla birlikte on iki kişilik bir topluluk Hac için Mekke'ye geldi. Bunlar Peygamberimizle sas görüştü ve "hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocukları öldürmemek, iftira etmemek, Allah ve Rasûlüne muhalefette bulunmamak hususunda" peygamberimize sas  söz verip bey'at ettiler.

Peygamberliğin onüçüncü yılında Medineli müslümanlardan yetmiş iki kişilik bir grup hac için Mekke'ye geldiler. Peygamberimizle Akabe mevkiinde görüşmek üzere toplandılar.

Hz. Peygamber (s.a.s), amcası Abbas'la birlikte Akabe'ye geldi. Abbas henüz müslüman olmamıştı. Ebu Talib'in vefatından sonra peygamberimizle daha çok ilgilenmeye başlamıştı. Bu ilgi kabile bağından ileriye gitmiyordu. Toplantıda ilk konuşmayı Abbâs yaptı; "Ey Hazrec topluluğu, bu benim kardeşimin oğludur. Benim yanımda insanların en sevgilisidir. Siz onu tasdik ediyor onun getirdiklerine inanıyor ve kendisini alıp götürmek istiyorsanız, sizden bu hususta beni tatmin edici bir söz almak isterim. Siz ona vereceginiz sözü yerine getirebilecek ve kendisini muhaliflerinden koruyabilecek misiniz? Bunu gereği gibi yaparsanız ne iyi; yok eğer Mekke'den çıktıktan sonra kendisini yardımsız bırakacak rüsvay edecekseniz şimdiden bu işten vazgeçiniz, onu bırakınız. Yine kavmi arasında ve yurdunda izzet ve şerefiyle korunmuş olarak yaşasın."

Hz. Abbas'tan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) konuştu. Bundan sonra Medineli müslümanlar düşüncelerini şöylece açıkladılar: "Allah'tan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bey'at ediyoruz. Biz, Rabbimize bey'at ediyoruz Allah'ın kudret eli ellerimizin üzerindedir. Kendimizi, oğullarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de, esirgeyip koruyacagız. Eğer bu ahdimizi bozarsak, Allah'ın ahdini bozan, yaramaz, bedbaht insanlar olalım. Ya Rasûlallah! Biz ahdimizde sadıkız".

Peygamberimiz iki şart ileri sürdü, "Rabbim için şartım: O'na hiç bir şeyi ortak koşmamanız yalnız O'na ibadet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı, kadınlarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden, beni de esirgeyip korumanızdır" buyurdu. Medineliler: "Böyle yaptığımız zaman bizim için ne var" dediler. Allah Rasûlü de: "Cennet var" buyurdular. Medineliler "bu kârlı alışveriştir" deyip Allah Rasûlüne sas bey'at ettiler.

Mekke müşrikleri Akabe bey'atlarıyla ilgili haberi alınca Allah Rasûlünü Mekke dışına çıkarmamak için önlemler almaya başladılar. Bir müddet sonra peygamberimiz sas müslümanların Medine'ye hicret etmelerine izin verdi. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer hicret için önce silahını kuşandı, Kâbe'yi tavaf etti. Çevrede bulunan müşriklere de hicret etmekte olduğunu bildirdi. "Anasını ağlatmak karısını dul bırakmak isteyen varsa beni izlesin" diyerek büyük bir grup sahabe ile birlikte hicret etti."

Hz. Ömer'den ra sonra Hz. Hamza ra ve diğer müslümanlar hicret ettiler.

Hz. Ebûbekir de ra hicret etmek istiyordu ancak, Peygamberimiz sas ona "acele etme, belki Allah cc sana bir arkadaş bulur." diyerek beklemesini söyledi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir iki deve satın alıp, hicret edeceği günü beklemeye başladı.

Kureyşliler müslümanların Medine'de tutunduklarını görünce telaşa düştüler. Peygamberimizin sas hicretine engel olabilmek için Darü'n-Nedve adı verilen meclis binasında toplandılar. Çesitli fikirler ve düşünceler ileri sürerek sonuçta Ebû Cehil'in düşüncesinde karar kıldılar.

Ebu Cehil, her kabileden bir delikanlının seçilmesini, bunların hep birlikte Peygamberimizi sas öldürmelerini teklif etti. Böylece Abdi Menâçoğullarının bütün kabilelerle çarpışamayacağını, kan davasından vazgeçeceklerini bildirdi.

Onlar bu tip hileler düşünürlerken Peygamberimiz sas Hz. Ebûbekir'in ra evine vardı. Allah'ın cc kendilerine hicret iznini verdiğini bildirerek yol hazırlıklarına başlanıldı. Mekkelilere ait bazı emanetlerin sahiplerine teslim edilmesi ve müşrikleri yanıltmak amacıyla Hz. Ali'ye ra Peygamberimizin sas evinde kalması emredildi.

Gecenin geç vaktinde müşrikler Peygamberimizin sas evini kuşattılar. Allah Rasûlü sas Kur'ân okuyarak Allah'a sığınmış böylece müşriklerin arasından görünmeden geçmistir. Bir müddet sonra müşrikler Peygamberimizin sas yatağında yatanın Hz. Ali ra olduğunu görünce hayrete düşmüş ve tuzaklarının boşa gittiğini anlamışlardır.

Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ebubekir'le birlikte Sevr Dağı'na doğru yol alıp Hira mağarasına gizlendiler. Bu dağ Medine tarafında değil, Cidde tarafında Mekke'nin kuzey batısında yer alıyordu. Müşrikleri saşırtmak için de böyle bir yola başvurulmuştu.

Müşrikler hz. Ali'yi ra ve Hz. Ebûbekir'in ra kızı Esma'yı sıkıştırmış fakat bir şey öğrenememişlerdir. İz sürenleri yanlarına aldılar; dağ, tepe demeden her tarafı aradılar. Bir ara mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın önüne bir güvercinin hemen Rasûlullah'ın sas oraya girmesinden sonra yuva yaptığını, örümceğin ağ örttüğünü görünce Allah Rasülünün ra mağarada gizlenmesinin mümkün olabileceğini düşünemediler. Elleri boş olarak geri döndüler.

Hz. Peygamber (s.a.s) ile Hz. Ebubekir ra bu mağarada üç gün kaldılar. Hz. Ebubekir'in ra oğlu Abdullah ve kızı Esma onlara yemek taşıdılar. Hz. Ebubekir'in ra çobanı da koyunlarını Abdullah'ın geçtiği yerlere sürerek izlerini silmeye çalıştı. Yol Kılavuzu Uraykit Peygamberimiz sas ve Hz. Ebubekir'in ra bineceği develeri getirdi. Peygamberimiz sas devenin ücretini Ebubekir'e ra ödeyerek yola koyuldular. Yolculukta geceleri yol alıyor, gündüzleri gizleniyorlardı.

Kureyşliler, Peygamberimizi sas bütün uğraşlarına rağmen bulamayınca saşkına döndüler. Onu bulana yüz deve vereceklerini vadettiler. Bu ödül herkesi heyecanlandırdı. Yüz deveye sahip olabilme ümidiyle her tarafı aramaya basladılar. Her yöne haberciler gönderildi. Bu habercilerden birisi de Süraka'nın yurduna gelmişti. Onlar da Allah Rasûlünü sas bulabilmek ve yüz deveye sahip olabilmek için fırsat kolluyorlardı. Bir gün adamın birisi üç kişilik bir yolcu kabilesinin gitmekte olduğunu gördü. Bunu bir toplulukta anlattı. Süraka uyanık bir kimse idi. Adamı yanıltmak ve sözü kesmek için onlar falancalardır dedi. Adam da kesin bir şey bilmediğinden susmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Süraka evine geldi. Atını ve oklarını hazırladı. Belirtilen yöne doğru hızla yol almaya başladı. Süraka kısa bir müddet sonra Peygamberimiz sas ve Hz. Ebûbekir'e ra yetişti. Onlara "bugün seni benden kim kurtarabilir" diye bağırdı. Peygamberimizin sas duasıyla Süraka'nın atının ön ayakları kuma gömüldü. Böylece Allah cc bu kutsî Medine yolculuğunda Rasûlünü sas yalnız bırakmamış ve onu tehlikelere karşı bir kez daha korumuştu.

Atının kuma gömülmesi sonucunda gerçeği anlayan Süraka affını rica etti. Peygamberimiz sas de ona dua ederek affetti. Süraka minnet altında kalmak istemiyordu. Peygamberimize sas ikramda bulunmak istiyordu. Peygamberimiz sas de onun hiç bir ikramını kabul etmek istemedi. İkramının kabul edilebilmesi için müslüman olmasının gerektiğini öğrendi ve müslüman oldu.

Kureyş'in vadettiği yüz deveye sahip olmak isteyenlerden birisi de Büreyd idi. O da kendi kabilesinden yetmiş atlı ile yola çıkmış, Peygamberimize sas yetişmişti. Ancak bütün gayretlerine rağmen muvaffak olamamış sonuçta Büreyd'e İslâm tebliğ edildi. Büreyd ve yanındakiler müslüman oldular. Büreyd, peygamberimizin sas Medine'ye bayraksız girmesinin uygun olmayacağını düşünerek, başından sarığını çıkardı, mızrağının ucuna bağladı, böylece Medine'ye kadar Peygamberimizin sas bayraktarlığını  yapmış oldu.

Peygamberimizin sas Mekke'den çıktığını duyan Medine'deki müslümanlar yolları gözlüyorlardı. Her gün güneşin doğumundan önce Harra mevkiine çıkıyorlar, sıcak bastırıncaya kadar bekliyorlardı. Bir gün Yahudi'nin birisi bir işiyle ilgili olarak yüksek bir kuleye çıkıp etrafı gözetlemeye baslamıştı. Peygamberimizin sas ve arkadaslarının gelmekte olduğunu gördü. Kendisini tutamayarak heyecanla " ey Arap topluluğu! İste nasibiniz, devletliniz, beklediğiniz ulu kişiniz geliyor" diyerek Rasûlullah'ın sas geldiğini onlara haber verdi.

Medineliler yollara dökülüp Peygamberimizi sas karşıladılar. Peygamberimiz sas burada bir müddet kaldı ve Kuba Mescidi'ni inşa ettirdi. Hz. Ali ra de Kuba'da Rasûlulah'a sas yetişti.

Süheyb b. Sinan da hicret etmek için yola çıkmıştı. Kureyşliler onun yolunu çevirdiler, göndermek istemediler. Süheyb, biriktirdiği bütün serveti Kureyşlilere bırakmak şartıyla yoluna devam etti.

Peygamberimiz sas bir kaç gün sonra Medine'ye hareket etti. Hareketinden önce Neccâroğullarına kendisini Medine'ye götürmeleri için haber gönderdiği de rivayet edilmektedir. Abdulmuttalib'in annesi Neccaroğullarının kızıydı. Dolayısıyla Neccarogulları Abdulmuttalib'in dayıları oluyordu.

Neccaroğullari Peygamberimizi sas Medine'ye götürdüler. Halk Peygamberimizi ağırlamak için can atıyordu. Allah Rasûlü sas hiç kimseyi kırmak istemiyordu. " Devenin yolunu açınız. Nereye çökeceği ona buyrulmuştur" diyordu. Deve boş bir araziye çöktü. Peygamberimiz sas bu araziye akrabalarından kimin evinin yakın olduğunu sordu. Böylece Neccaroğularından Ebu Eyyûb El-Ensâri'nin evine misafir oldu.

Hz. Peygamber (s.a.s)'in Medine'ye gelişi Medineli mü'minleri büyük bir sevince boğdu.

Bütün mü'minler, evlerinin damına çıkmış; gençler ve hizmetçiler yollara dökülmüşler "Yâ Rasûlallah! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallah!" diyerek bağırıyorlardı. (Müslim, Sahih, VIII, 237). Çocuklar ve hizmetçiler, yollarda ve damlarda "Rasûlullah geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahû ekber! Muhammed geldi! Allahu ekber, Muhammed geldi! diyorlar, Habeşliler de, sevinçlerinden kılıç kalkan oynuyorlardı (Ebû Davud Sünen, II, 579)

Kadınlar ve çocuklar, hep bir ağızdan: "Vedâ tepelerinden dolunay doğdu bize! Allah'a yalvaran oldukça, şükür etmek gerekir halimize, Ey bize gönderilen Peygamber! Sen boyun eğmemiz gereken bir emir ile geldin bize" diye şiirler okuyorlardı (Semhudî, Vefaü'l-Vefa, I,187, Halebi insanü'l-Uyun, II, 58).

Berâ' b. Âzib: "Peygamber (s.a.s) Medine'ye gelince, Medinelilerin Rasûlullah'a sas sevindikleri kadar hiç bir şeye sevindiklerini görmedim" demiştir.

Enes b. Mâlik de: "Ben, Rasûlullah'ın sas Medine'ye girdiği günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim" der (Ibn Sâ'd, Tabakat, I, 233, 234).


bilgiyelpazesi.com

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Eylül 2017 Cumartesi

***HİCRET ÇEŞİTLERİ ve EN FAZİLETLİ HİCRET

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Ruhlar âleminden hareket eden insanoğlu anne karnına, anne karnından çocukluğa, çocukluktan delikanlılık ve olgunluğa, derken yaşlılık ve ölüme, ölümden sonra da berzah, haşir, mîzân ve sırâta uğrayarak upuzun bir sefere çıkmıştır. İnsanoğlunun dünya hayatında yaptığı yolculukların (hicretlerin, göçlerin) çeşitlerini ve bunlar içinde en faziletlisini açıklamaya gayret edelim.

HİCRET ÇEŞİTLERİ

Âlimlerimiz, yeryüzünde yapılan yolculukları iki gruba ayırmışlardır. Birisi, bir şeyden kaçmak, diğeri ise bir şey taleb etmek niyetiyle yapılan yolculuklar (hicret).


 Birinci kısım altı şekilde ele alınabilir:
1. Hicret: Dâru'l-harp'ten dâru'l-İslâm'a gitme. Hz. Peygamber (sav), Mekke'den Medine'ye hicret ettikten sonra, Mekke'deki müslümanların da Medine'ye hicret etmeleri farzdı.

2. Bid'at işlenen yerlerden yapılan hicret. İmâm-ı Mâlik'e göre; selefe söğülen yerde bir mü'minin oturması helâl değildir. İbn Arabî bu görüşün sahih olduğunu söyledikten sonra şöyle der; eğer gördüğün münkeri değiştiremiyorsan oradan ayrıl. Çünkü Allah Teâlâ:
"Ayetlerimiz hakkında (münâsebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir; eğer şeytan sana (bunu) unutturursa hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğuyla beraber oturma!" (En'âm, 6/68) buyuruyor.

3. Haramların hâkim olduğu yerlerden hicret. Çünkü helâli aramak her müslümanın üzerine farzdır.

4. Bedene yapılan eziyetten kurtulmak için yapılan hicret. Müslümanın bedenine yapılan eziyetten dolayı hicret etmesine izin vermesi, Allah'ın lütuflarından birisidir. Bu hususta ilk hicret eden kişi Hz. İbrahim (as)'dir. Kavminden çok çekince: 
"Ben Rabbim(in emrettiği yer)'e hicret edeceğim" (Ankebût, 29/26), "Ben Rabbime gideceğim. O beni doğru yola iletecek" (Sâffât, 37/99) demiştir.

5. Hastalık korkusuyla, sağlığa zararlı pis yerlerden temiz yerlere hicret.

6. Mala verilecek zarar korkusuyla hicret. Müslümanın kanının hürmeti nasılsa malının hürmeti de öyledir.

7. Bir şey talebiyle yapılan hicretler. Bu da kendi arasında ikiye ayrılır. Din ve dünya talebi.


 Dînî taleble yapılan hicretler sekiz kısımda ele alınabilir.

1. İbret için yapılan hicretler. Allah Teâlâ: "Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler?"
 (Mü'min, 40/82) âyeti ve benzeri âyetlerde bunun için gezmeye teşvik etmektedir. Bazılarına göre Zülkarneyn'in yeryüzünü gezmesinin sebebi, Allah'ın acâib sanatlarını görmek içindi.

2. Hac için yapılan hicretler. Birinci maddedeki hicret her ne kadar mendûp olsa da, hac için yapılan hicret farz olan hicrettir.

3. Sırf cihâd için yapılan hicret.

4. Maîşet için yapılan hicret. Aile reisi olan kişinin, ailesini geçindirmesi farz olduğundan, maişetini kazanmak için gerektiğinde hicret etmesi de farzdır.

5. Ticâret ve daha çok kazanç için yapılan hicret. Ticâret Allah'ın lütfu olarak caizdir. Hac'ta bile ticâret yapmak câiz olduğuna göre, diğer zamanlarda evlâ tarikiyle câizdir. 
"Rabbinizin lütuf ve keremini aramanızda sizin için bir günâh yoktur." (Bakara, 2/ 198).

6. İlim talebiyle hicret.

7. Mübârek yerlere yapılan hicret. Peygamberimiz (sav) sadece üç mescide; Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ'ya yolculuk yapılabileceğini bildirmişlerdir (2).

8.Müslüman kardeşini ziyaret için hicret. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadîslerinde bu konuda şöyle buyururlar:

"Birisi, başka bir köyde bulunan bir din kardeşini ziyâret etmek için giderken Allah Teâlâ da bu adamın yolunu gözetlemek için bir meleği me'mûr etmişti. O zât meleğin yanına gelince melek, nereye gittiğini sorar:

-Şu köyde bir kardeşim var, ona gidiyorum, cevabını alır.

-O adamın sana geçmiş bir iyiliği var da onu devam ettirmek için mi gidiyorsun? dedi. O da:

-Hayır, ben o zâtı sırf Allah için severim, dedi. Bunun üzerine melek:

-Ben Allah Teâlâ'nın sana yolladığı elçisiyim. Sen o adamı nasıl seviyorsan, Allah da seni öylece seviyor," (3) dedi (4)

EN FAZİLETLİ HİCRET

Yukarıda saydığımız hicret çeşitlerinden başka bir hicret daha vardır ki, Peygamber Efendimiz (sav) onun hicretlerin en faziletlisi olduğunu söylemektedir. İbn Ömer'in rivâyet ettiği bir hadiste:
"Birisi Hz. Peygamber (sav)'e Yâ Resûlallah! En fazîletli hicret hangisidir? dedi. O da: Rabbinin kerih gördüğü şeyleri terk etmendir diye cevap verdiler" (5). Suyûtî bu hadisin şerhinde şöyle demektedir: "Allah'ın yasakladığı şeyleri terk etmek vatanı terk etmekten daha hayırlıdır. Çünkü vatanı terk ederek yapılan hicretin asıl gayesi, Allah'ın yasakladığı şeylerden uzaklaşmaktır" (6).

Başka bir hadîs-i şerifte ise: "'Muhâcir, Allah'ın yasakladığı şeyleri terkeden kimsedir" (7), diğer bir rivâyette de: "Muhâcir hata ve günahları terkeden kimsedir" (8) buyurmuşlardır.


Bir müslümanın Allah rızası için kendi öz vatanını terketmesi zor olmasına rağmen, mükâfâtı da o kadar çoktur. Bir hakikatin değişik rükûn ve yönlerinden ibâret olan; îman, hicret ve cihad üçlüsünün, Kur'ân-ı Kerîm'de ekseriya arka arkaya zikredilmesi, meselenin ne denli önemli olduğunun en büyük delilidir. Peygamber Efendimiz (sav) de bir çok hadis-i şeriflerinde bunu beyân etmişlerdir. Fakat bir kimse, vatanını terketmek sûretiyle yapılan bu hicreti, ömründe bir veya sadece birkaç defa yapabilir. Ama bizim hergün sayısız kere yapabileceğimiz bir hicret çeşidi vardır. Hem de Hz. Peygamber (sav) tarafından
en fazîletli hicret diye adlandırılan bir hicret Allah'ın yasakladığı şeyleri terketme... günahlardan uzak kalma.. işleyebilecekken, hiç mani yokken bile, küçük bir isyan da olsa terketme.. haramlardan helâllere hicret.. isyandan itaata hicret.. mekruhlardan sakınıp, bid'atlardan uzak kalarak nafileleri yapma ve sünnetleri yaşamaya hicret.

Ayrıca; insanın, içinde bulunduğu durumdan olması gerekli olan duruma; hareketsizlikten ve dağınıklıktan hareket ve sisteme; donmuşluk ve bozulmuşluktan kendini yenilemeye; binbir günahın boğucu atmosferinden ruh ve kalbin hayat derecesine yükselme gibi.. hususların hemen hepsinde bir hicret manası vardır ve bu manalarda o, hep hicret edip durmaktadır. Kanaatimizce, vatanını terkederek yapacağı hicretin, fonksiyonunu tam edâ edebilmesi de, birinci merhaledeki hicretlerin yapılıp yaşanmasına bağlıdır. Nefsinden kalbine, cisminden ruhuna, dış şatafatlardan vicdanındaki ihtişâma, özünden özüne hicrette başarılı olanlar, öbür hicret ve ötesinde de başarılı olurlar. Bunu tam temsil edemeyenler, çok defa diğer hicret ve ona bağlı olanları da kusursuz temsil edemezler (9).


D.Aydüz


DİPNOTLAR
2. Sahih-i Buhârî, Fadlü's-salâti fî mescid-i Mekke ve'l-Medine 1; Sünen-i Ebî Dâvud Menâsik 94.
3. Sahîh-i Müslim, Birr 38.
4. Ebû Bekr Muhammed b, Abdillah (İbn. Arabî), Ahkâmu'l-Kur'ân, I, 484-486.
5. Sünen-i Nesâi, Bey'at 12; Ahmed b. Hanbel Müsned IV, 114.
6. Sünen-i Nesâi, Bey'at 12.
7. Sahîh-i Buhârî, İmân, 4; Sünen-i Ebu Dâvûd, Cihâd 3.
8. Sünen-i İbn Mâce Fiten 2.
9. Yitirilmiş Cennete Doğru, s. 8.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR