21 Mart 2015 Cumartesi

454.İSLAMDA SÜNNETİN YERİ (Sünnetin Delil Oluşu)-4-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


İslâm dininin temel iki kaynağından birincisi Allah Teala'nın Cebrail aracılığıyla Muhammed 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e gönderdiği Kur'an-ı Kerim, ikinci kaynağı ise, Kur'an'ı bize açıklayan Rasulullah'ın sünnetidir.

İslâm Ummeti, Kur'an'ın birinci, sünnetin de ikinci kaynak olduğu hususunda ittifak etmiştir. Ancak bir kısım şaz mezhebler ve marjinal fırkalar, Rasulullah'ın sünnetinin İslâm dininin ikinci kaynağı olması hususunda ortaya bazı tutarsız şüpheler atmışlardır. İslâm düşmanları da bu şüpheleri değerlendirerek islâm ümmetinin düşünce ve inançlarını bulandırmaya çalışmışlardır.


İslâm'ın devlet nizamı olduğu zamanlarda, bu yüce dini iyi bilen, ona yöneltilen saldırılara cevap verecek yetenekte olan alimler, sünnetin İslâm'ın ikinci kaynağı olduğuna gölge düşürmek isteyenlere kafi derecede cevap vermişler ve kalpleri hasta olan bu insanlara gereken ilmî delilleri zikretmişlerdir.


Ne yazık ki, birinci dünya savaşından sonra müslümanlar tamamen mağlub olmuşlar ve İslâm dini yürürlükten bütünüyle kaldırılmıştır. İslâm alimleri, darağaçlarına çekilmiş, hapishanelere doldurulmuş, çeşitli terör ve despotluklarla susturulmuşlardır. İşte böyle bir dönemde tekrar şaz görüşler yeniden hortlamış, marjinal kalan fırkalar meydanları boş bulmuşlardır. Bunların eski hastalıkları yeniden depreşmiş ve bunlar, çeşitli yollarla cahil kalan müslümanları peygamberlerine ve onun hadislerine karşı kışkırtmaya girişmişlerdir.


Bu gibi kimselerin halini muşahade eden alimler, İslâm ümmetinin birlik ve beraberlik içinde olmasına şiddetli bir ihtiyaç bulunduğu bir çağda bu gibi kimselere cevap vermekten ise vermemeyi tercih ettikleri olmuştur. Fakat onlar, bunu idrak edememiş, bu husustaki iddialarına yenilerini de ilave etmekten geri durmamışlardır. Bu insanlar, şunu iyi bilmelidirler ki. bu davranışlarıyla önce müslümanlar nezdinde Rasulullah'ın itibarını silmeye, daha sonra da ona gelen vahyin değerini düşürmeye hizmet etmektedirler. Diğer taraftan bunlar müslümanlar arasında ayrılıklara, sebep olacak meseleleri gündemde tutmaya çalışan ve emperyalist emeller doğrultusunda ilmîlik kisvesi altında faaliyet gösteren oryantalistlerin amaçlarına, belli bir oranda da olsa, katkıda bulunmaktadırlar.


İslâm'ın çerçevesi dışına çıkan kadîyanilik, behailik, dürzilik, nusayrilik, raftzilik ve benzeri fırkalar da önce hadislere şüphe sokarak işe başlamışlar, daha sonra ise haşa Allah'ın bir beşere hulul edeceği(gireceği) İnancına kadar varmışlardır.

İşte İslâm'dan ayrılan bu gibi mezhep ve fırkaların durumuna düşmemek için, sorumsuzca davranışlarımızdan vazgeçmemiz, bir şey hakkında konuşuyorsak onu iyice incelememiz ve insaf ölçülerini elden kaçırmadan onun hakkında fikir beyan etmemiz gerekir. Zaten tarih boyunca da sünnete gölge düşürmek isteyen fırkalar ya tamamen İnkıraza uğramışlar veya kabuklarına çekilerek felsefi tartışmalarla kendilerini tatmine çalışmışlardır. Pratikte İslama ve müslümanlara herhangi bir şey sunmamışlardır. 


Hadislerin delil oluşuna şüphe sokmak isteyenlere bir hatırlatma olmak üzere şunların kaleme alınması uygun görülmüştür.


Sünnet Şeriatin İkinci Kaynağıdır:

Kur'an, sünnet, sahabelerin davranışları ve aklı selim, sünnetin, İslâm'ın ikinci kaynak olduğunu ifade etmektedir.

1. Kur'an-ı Kerim'de Sünnetin Şer'i Delil Olduğuna Dair Beyanlar:

Kur'an'da bir çok âyet Rasulullah'a 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) itaat edilmesini emretmekte, O'na karşı gelmeyi yasaklamaktadır. Bir kısım âyetler, Allah'a ve Rasulüne itaati birlikte İfade buyururken, diğer bir kısım ayetler Rasulullah'a itaat etmeyi yalnız olarak zikretmişler, böylece Rasulullah'a İtaatin ayrı bir özelliği olduğunu beyan etmişlerdir.

Diğer bir kısım âyetler de Rasulullah'ın sünnetinin vahiy olduğuna işaret etmişlerdir.


Konu ile ilgili olan âyetleri şöylece sıralamak mümkündür:

a. Allah'a ve Peygamberine İtaati Birlikte Emreden Ayetler:

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin. Sizden olan idarecilere de. Eğer aranızda herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah'a ve Peygamberine götürün. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız (bunu böyle yapın) Bu daha hayırlıdır. Netice olarak daha güzeldir.”[50]

Görüldüğü gibi âyetin başında "Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin" buyrularak "itaat edin" emri iki defa zikredilmiştir. Aslında Allah'a itaat peygambere itaat demektir. Buna rağmen itaat emrinin iki kez zikredilmesi, "Kur'an'da zikredilmeyip sadece sünnette zikredilen hükümlere uymak gerekmez" şeklindeki vehim ve kuruntuları bertaraf etmek ve Rasulullah'ın hiçbir kimse için sabit olmayan müstakil ve özel bir İtaat edilme hakkına sahip olduğunu beyan etmek içindir. Kur'an gibi veciz bir kitapta itaat emrinin tekrarı, gözden kaçırılmamalıdır.


Yine âyet-i kerimenin devamında: 

"Eğer aranızda herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz onun hükmünü Allah'a ve Peygamberine götürün" buyurulmaktadır.


Elbetteki anlaşmazlık konusu olan meseleyi Allah'a götürmekten maksad, Allah Teala'nın kitabı olan Kur'an'a başvurmaktır. Akıl sahibi hiç bir kimse, "Bundan maksat meseleyi bizzat Allah'ın kendisine götürmektir" diye bir iddiada bulunamaz. Meselenin hükmünü Rasulullah'a
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) götürmekten maksat ise, Rasulullah hayatta iken bizzat kendisine götürmek, vefatından sonra da sünnetine başvurmaktır. 

Rasulullah'ın vefatından sonra "sünnetinin hakemliğini kabullenmemek" âyetin geniş kapsamlı manasını delilsiz olarak daraltmaktır, ilmi olmayan ve İslâm'ın ruhuna ters düşen bir davranıştır. Çünkü bu iddiaya göre, Kur'an'ın bu emri, sadece Rasulullah'ın yirmiüç yıllık peygamberliği dönemi için geçerli olur ki, bu da "Kur'an'ın hükümlerinde esas olan kıyamete kadar baki olmasıdır" esasına ters düşmekte ve Rasulullah'ın Kur'an'ı uygulama pratiği olan sünnet hazinesini hiçe saymaktır. 

Böylece âyetin cümle ve kelimelerinden sünnetin şer'î bir delil olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yeter ki onu düşünüp anlayacak akıllar bulunsun.

Başka bir âyette: "Ey Muhammed! De ki: "Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse Peygamber sadece kendisine yüklenilen yükümlülükten sorumludur. Sizler de size yüklenilen yükümlülükten sorumlusunuz. Eğer Peygambere itaat ederseniz, hidâyete kavuşmuş olursunuz. Peygambere düşen, ancak tebliğ etmektir"[51] buyurulmaktadır. 


Görüldüğü gibi bu âyette de peygambere İtaat ayrı bir emir olarak zikredilmiş ki, Peygamberin de özel bir itaat hakkı bulunduğu vurgulansın. Ayrıca Peygambere itaatin hidâyete eriştireceği zikredilmiş ve böylece Rasulullah'ın zatının ve sünnetinin mu'minlerin rehberi olduğu beyan edilmiştir.

Bu âyette dikkati çeken diğer bir husus da şudur: 
"Peygambere itaatin insanları hidâyete ulaştıracağı" vadiyle "peygambere düşen ancak tebliğ etmektir" fermanının yanyana zikredilmesidir. Bu da göstermektedir ki, "Peygambere düşen ancak tebliğ etmektir" ifadesinden maksad: 
"Peygamber, sapanların ve isyankârların yaptıklarından sorumlu değildir" demektir. Yoksa bundan maksad "Peygamber ancak Allah'ın emirlerini tebliğ eden bir postacı niteliğindedir. Onun sünnetinin şer'î hiçbir değeri yoktur" demek değildir. Eğer böyle olsaydı Allah'a itaatin emredilmesi yeterli olurdu. Ayrıca Rasulullah'a itaat etme emri yersiz ve anlamsız bir uzatma sayılır ve Rasulullah'a itaatin hidâyete ulaştıracağı vadi gerçek dışı bir vaad olurdu. Haşa Allah Teala böyle bîr vâdden munezzehtir

.
Diğer bir âyette "Allah ve Rasulü, bir şey hakkında hüküm verdiği zaman herhangi bir mümin erkeğin ve mumin bir kadının kendi işlerinde başka hükmü seçme hakları yoktur. Kim Allah'a ve Rasulune isyan ederse, şubhesiz ki o açıkça sapmıştır"[52] duyurulmaktadır.


 Bu âyetteki: "Allah'ın verdiği hükümden" maksat O'nun bize gönderdiği Kur'an'daki hükümlerdir. "Rasulullah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) verdiği hükümlerden maksat ise, "Hayatta iken hakemlik yapıp verdiği hükümler ve beyan ettiği emir ve yasaklardır."

"Rasulullah'ın bu hükümlerine sadece o hayatta iken uymak gereklidir. Vefatından sonra onun hükümleri bizî bağlamaz" diyebilir miyiz? Bunu söylemekle delilsiz bir iddiada bulunmuş olmaz mıyız? Böyle bir iddia ne derece doğru olur? Bugün Rasulullah'ın sünnetini kabul etmeyen bir insan onun hangi hükmünü kabullenmiş olur?
Allah Teala birçok âyetinde, kendisiyle birlikte Peygamberine itaat edenleri övmekte onların mertebelerinin yüksek olacağını ve kurtuluşa ereceklerini belirtmektedir. "Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, İşte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar”[53]


Şayet Rasulullah'a 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) itaatin bir anlamı olmasaydı, onu Allah'a itaatle birlikte zikretmenin manası ne olurdu? Rasulullah'a itaat, sünnetini almamızı gerekli kılmaz mı? Rasulullah'ın sünnetini reddederek ona itaati hiçe sayanlar, bu âyetler karşısında ne cevap vereceklerdir?
Yine şu âyetlerde: 
"Kim Allah'a ve Rasulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan çekinecek olursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. "[54] "Aralarında Peygamberin hükmetmesi için Allah'a ve Rasulüne davet edildikleri zaman müminlerin sözü ancak "işittik ve itaat ettik" olur. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir."[55]
"Allah'a ve Peygambere İtaat edin ki merhamet olunasınız"[56] buyurulmaktadır.

Âyetlerde Allah'tan korkmanın; Allah'a ve Rasulü'ne itaatle olacağı, muminlerin Allah'ın ve Rasulü'nün hükmüne çağırılmaları halinde "işittik ve itaat ettik" diyecekleri belirtiliyor. "Ben sadece Kur'an'a İtaat ederim, hadisler beni bağlamaz" diyenler, takvaya nasıl erişebilirler ve mümin olma sıfatını nasıl muhafaza edebilirler?
Allah Teala diğer bir çok âyet-i kerime'de de kendisiyle birlikte Peygambere itaat etmeyenleri kınamakta ve onları küfürle vasıflandırmaktadır:
"Ey iman edenler! Allah'a ve Rasulü'ne itaat edin. Davetini işittiğiniz halde peygamberden yüz çevirmeyin."[57]
"De ki Allah'a ve Peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şubhesiz ki Allah kâfirleri sevmez."[58]


Peygamberin sünnetini reddedenler bu âyeti çok iyi düşünmeli ve felsefi cedellerden vazgeçmelidirler.
"Ey iman edenler! Allah'ın Rasulü sizi kendinize hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah'ın ve Rasulünün davetini kabul edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve O'nun huzurunda toplanacaksınız. "[59]

b. Yalnız Rasulullah'a İtaat Etmeyi Emreden Âyetler:


"Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Peygambere itaat edin ki, merhamet edilesiniz."[60] Sünneti red eden, bu itibarla Peygambere itaati hafife alan insanlar, bu âyeti düşünüp kendilerine acısınlar ve nasıl bir tavır takındıklarını iyice gözden geçirsinler.
"Eğer Peygambere itaat ederseniz hidâyete erişmiş olursunuz..."[61] "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..."[62] 


Âyetin ifadesine göre Allah'ın sevgisine erişmek, Peygambere uymakla tahakkuk ediyor. Temelsiz felsefelere ve akli cedellere uymakla değil.

"Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi de yasakladıysa ondan da kaçının. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki, Allah azabı pek şiddetli olandır. "[63] 


Her ne kadar bu âyet ganimet mallan hakkında inmişse de âyette geçen "ne verdiyse" ifadesi genel bir anlam taşıdığından Rasulullah'ın ümmetine verdiği her emir ve yasağı kapsamakta ve sünnetin delil olduğunu göstermek için yeterli görülmektedir. Çünkü Rasulullah'ın ümmetine bahşettiği en değerli hediyesi sünnetidir.
Nitekim İbn Cureyc ve Abdullah b. Mes'ud, bu âyeti umumi manada tefsir etmişler, emir ve yasağının müslümanları bağladığını söylemişlerdir.


Bir gün Abdullah b. Mes'ud:
"Allah Teala dövme yapan, dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah'ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder" demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ummu Yakub isimli Kur'an'ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud'a gelerek "İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun" demiştir. Abdullah bin Mesud da o kadına şu cevabı vermiştir:
"Niçin ben, Rasulullah tarafından lanetlenen ve Allah'ın kitabında da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim" Kadın: "Ben Kur'an'ın iki kapağının arasında bulunan bütün âyetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım." demiş, Abdullah bin Mes'ud da "Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teala'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının" âyetini okudun mu? diye sormuş, kadın: "Evet okudum" demiştir. Bunun üzerine Abdullah: "Kadınların bunları yapmalarını Rasulullah yasaklamıştır" demiştir.[64]


Görüldüğü gibi İbn Mes'ud, bu âyeti "umum İfade eden bîr âyet" olarak genel anlamda tefsir etmiştir. Ve Rasulullah'ın buyurduğu veya yasakladığı her şeyin âyetle zikredilmiş gibi hüküm İfade edeceğini söylemiştir.


"Ayetlerimize İman edenler o kimselerdir ki, okuyup yazması olmayan ve Allah'ın elçisi olan Peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder, kötülüğü men eder. Temiz şeyleri onlar için helal, murdar şeyleri de haram kılar. Onların üzerlerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır... "[65]


Ayette zikredilen temiz şeyleri helal kılma ve murdar şeyleri haram kılma fiilleri Rasulullah'a izafe edilmiştir. Elbetteki bunun bir anlamı vardır. O da sünnete uymanın gerekliliğini belirtmektedir.


"... o Peygambere uyun ki doğru yola eresiniz."[66] 


Peygambere uyma, sünneti kabullenme dışında nasıl mümkün olacaktır. Bundan başka bir yol var mıdır? 
Allah Teala diğer bazı âyetlerinde de Peygambere itaat etmenin son derece önemli olduğunu beyan ederek ona itaatin Allah'a itaat sayılacağını, onun hakemliğini kabul etmeyenin mu'min olamayacağını bildirmiştir. "Kim Peygambere itaat ederse şüphesiz Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu olarak göndermedik"[67]


Peygamberin 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) söylediklerine uymadan ve yaptıklarını yapmadan ona itaat edilmesi hiç mümkün müdür? Bu da sünnetin şer'î bir hüccet olduğunun açıkça bir delili değil midir?

"Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem, seçip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar."[68]


Bu âyette, Rasulullah'ı hakem seçmeyenin mü'min olamayacağı beyan edilmiştir. Rasulullah'ın hakemliğini sadece sağlığına tahsis etmek, bu âyeti dar bir çerçevede yorumlamak olmaz mı? Sırf sünnete karşı çıkmak için bir zorlama sayılmaz mı?
Rasulullah'a uymayı emreden diğer âyetler de göz önünde bulundurulduğunda şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Rasulullah'ın hakemliği hem hayatta iken hem de ölümünden sonra geçerlidir. Vefatından sonra sözleri ve fiilleri alınarak hakemliği kabul edilmiş olur. Âyette Rasulullah'ın hakemliğinin sadece hayatı boyunca geçerli olduğuna hiçbir işaret olmadığı gibi, Kur'an'ın genel ifadesi, onun hakemliğinin ölümünden sonra da devam ettiğini gerektirmektedir. Bu da ancak sünnetine uymakla olur.


Kur'an-ı Kerim mücmel bir kısım farzlar ve genel kaideler getirmiştir. Bu mucmel farzların tafsilatını ve genel kaidelerin detayını ancak Rasulullah'ın açıklamasıyla bilmek mümkündür. 


Mesela Allah Teala; "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı..."[69] "Namazı kılın, zekatı verin..."[70] "Ey iman edenler! Sözleşmeleri yerine getirin..."[71] buyuruyor. Allah Teala bunların nasıl yapılacağını öğretmeyi Peygamber efendimize bırakmıştır. O halde Peygamber'in sünneti olmadan bu emirlerin nasıl yapılacağını bilmek mümkün değildir. Nitekim Allah Teala; "... Sana da Kur'an'ı indirdik ki, insanlara vahy edilenleri açıklayasın..."[72] buyurmuştur.
Ayetler Rasulullah'ın sünnetinin de Allah tarafından bir vahiy olduğuna işaret etmektedirler. "O arkadaşınız (Rasulullah) kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun konuştuğu gönderilen vahiyden başka bir şey değildir. "[73]
"... Allah sana kitab ve hikmeti indirmiş, ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfü büyüktür."[74]
"... Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size indirdiği Kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah bununla size öğüt verir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah her şeyi çok iyi bilendir."[75]


Bu iki âyette, indirildiği ifade edilen "Kitap"tan maksadın Kur'an-ı Kerim olduğu muhakkaktır. "Hikmet"ten maksat ise, birçok alime göre Rasulullah'ın sünnetidir. Bu itibarla sünnetin de "vahy-î gayri metluv" olduğu beyan edilmiştir. Zira hikmetin lügat manası, bir şeyi tam yerine koymak ve bir işi icap ettiği gibi yapmaktır. Rasulullah'ın sünneti de bizlere dinin nasıl tatbik edildiğini öğrettiği için ona hikmet denilmiştir.


"... Şuphesiz ki sen, dosdoğru bir yola iletiyorsun."[76] 


Âyette doğru yola iletme işi Rasulullah'a isnad ediliyor. Bu da gösteriyor ki Rasulullah'ın söz ve fiillerinin İslâm şeriatında önemli bir yeri vardır. Şayet Rasulullah'ın sözü dinlenmeyecek ve fiilleri işlenmeyecek olursa, onun insanlara doğru yolu göstermesi nasıl gerçekleşmiş olabilir?

[50] Nisa, 59
[51] Nur, 54
[52] Ahzab, 36
[53] Nisa, 69
[54] Nur, 52
[55] Nur, 51
[56] Ali İmran, 132
[57] Enfal, 20
[58] Ali İmran, 32
[59] Enfal, 24
[60] Nur, 56
[61] Nur, 54
[62] Ali İmran, 31
[63] Haşr, 7
[64] Buhârl, Kit. Libas, bab: 82, 84, 85, 87; Müslim, Kit. Libas: bab: 120 hn. 2125; Ebû Dâvûd; Kit. Terecciil bab: 5, hn. 4169; Tirmizi, Kit. Edeb, bab: 33 İm. 2782; İbn Mace, Kit. Nikah, bab: 52 hn. 1989
[65] Araf, 157
[66] Araf, 158
[67] Nisa, 80
[68] Nisa, 65
[69] Bakara, 184
[70] Bakara, 43
[71] Maide, 1
[72] Nahl, 44
[73] Necin, 3-4
[74] Nisa, 113
[75] Bakara, 231
[76] Şura, 52


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Mart 2015 Cuma

20 MART CUMA GÜNEŞ TUTULMASI ve KUSUF NAMAZI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Ay'ın yörünge hareketi sırasında Dünya ile Güneş arasına girmesiyle gerçekleşen güneş tutulması, 20 Mart Cuma  İstanbul'da 10.52'de parçalı tutulma şeklinde başlayacak. 11.56'da maksimum seviyeye ulaşacak tutulma, 13.02'de sona erecek.

Güneş ve ay tutulmasını Allah Teâlâ’nın kudreti dahilindeki olaylardan biri olarak görmeliyiz. Tam anlamıyla hikmet ve neticelerini bilemesek de kul olarak böyle bir olayı Rabbimizin mülkünün büyüklüğü, kudretinin sınırsızlığı olarak anlarız.

Güneş tutulmasına, KUSÛF, ay tutulmasına da HUSÛF adı verilir.

Gerek güneş tutulması ve gerekse ay tutulması vuku bulduğunda namaz kılmak müekked sünnetlerdendir. Yani Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden bizzat sabit olan ve emredilen sünnet namazlardan biridir.

Bu namazlar, beş vakit namaz kılan herkes için sünnettir. Ancak farz değildir.
Ezan ve ikametleri yoktur. İlan edilerek insanların toplanması ile kılınır.
Cemaatle veya tek olarak kılınabilir.
Hanefi mezhebi imamlarının tespit ettiği şekli sabah namazının iki rekat sünneti gibidir. Diğer içtihatlara göre bazı farklılıklar varsa da bu şekilde eda edilmesi pratik olması bakımından uygun olur .
Güneş tutulmasında kıraat gizli olur.
Cuma namazı gibi hutbe irad edilmesi şart değildir.
Güneş tutulduğunda kılınan namazın cemaatle kılınması sünnet olandır. Yeri de şehrin büyük camisidir.

KÜSUF  NAMAZI NASIL KILINIR?

 Peygamberimiz (s.a.s.), oğlu İbrahim’in öldüğü gün güneş tutulması üzerine şöyle demiştir: 
“Ay ve güneş Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren alametlerdir. Bunlar hiç kimsenin ölümünden veya yaşamasından/doğmasından dolayı tutulmazlar. Ay veya güneş tutulmasını gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar namaz kılın, dua edin” (Buhari, Küsuf, 1, 15; Müslim, Küsuf, 5). Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kendisinin de güneş tutulduğunda mescide giderek namaz kıldığı rivayet edilmiştir (Müslim, Küsuf, 3-5).

Küsuf namazı, nafile namazlar gibi ezansız, kametsiz ve hutbesiz olarak, en az iki rekat olmak üzere, gündüz, cemaatle kılınır. İmam her rekatta normal namazlara göre daha uzun, Ebu Hanife’ye göre gizli, İmameyn’e göre açıktan Kur’an okur. Namazdan sonra imam ayakta kıbleye karşı veya cemaate dönük şekilde oturarak güneş açılana kadar dua eder. Cemaatle kılınmadığı durumlarda bu namaz tek başına da kılınabilir. Kerahet vakitlerinde küsuf namazı kılınmaz 
(Merginani, el-Hidaye, I, 88; Kasani, Bedai’u’s-sanai’, Beyrut, 1982, I, 280-282; İbn Nüceym, el-Bahr er-Raik, II, 181). 

Şafii mezhebine göre ise, kerahet vakitlerinde küsuf namazı kılınabildiği gibi, kılarken de her rekatında iki rüku yapılır. Her bir rükudan sonra Fatiha okunur. Namazdan sonra da cuma ve bayram hutbesi gibi hutbe okunur (Nevevi, el-Mecmu’, Daru’l-Fikr, ts. , V, 44-53; İbn Rüşd, Bidayetü’l-müctehid, Mısır, 1395/1975, I, 210-213).


KÜSUF VE HUSUF NAMAZLARI HAKKINDA HADİS-İ ŞERİFLER

Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:

Peygamber Efendimiz'in zamân-ı saâdetlerinde güneş tutulmuştu. Zât-ı Risâletleri kalkıp insanlara namaz kıldırdılar. Kıyâmda o kadar çok kaldılar ki, âdetâ rükûya varmayacak da hep ayakta duracak zannedildi. Sonra rükûya vardılar ve uzun müddet başlarını kaldırmadılar. Arkasından doğruldular, fakat mûtadın üzerinde ayakta durdukları için secde etmeyecekleri intibâını verdi. Nihâyet birinci secdeye vardılar. Lakin başlarını secdeden hiç kaldırmayacakları zannediliyordu. Daha sonra doğrulup oturdular. Bu oturuşları da uzun sürdü. Mübârek başlarını kaldırmayacakmışcasına kapandıkları ikinci secdeye vardıklarında, acı acı nefes alıp veriyor ve göz yaşları dökerek ağlıyordu:

"Yâ Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe ümmetime azâb etmeyeceğini bana vâdetmedin mi?! Yâ Rabbî! Onlar sana tevbe ve istiğfâr edip yalvardıkları müddetçe ümmetime azâb etmeyeceğin husûsunda bana söz vermedin mi?! İşte bizler kapına geldik senden affımızı diliyor ve sana yalvarıyoruz!"


Bu minval üzere iki rek'at namaz kılıp bitirince 
güneş bütün parlaklığıyla gözüktü. Arkasından Hz. Peygamber minbere çıkarak ashâbına vecîz bir konuşma yaptı. Konuşmasında Allâh Teâlâ'ya hamd ü senâ ettikten sonra şöyle buyurdular:

"Güneş ve ay Allâh'ın varlık ve birliğine delâlet eden alâmetlerden sâdece ikisidir. Şâyet bunlar tutulursa, duâ edin, Cenâb-ı Hakk'a yönelip ona ilticâ edin, Allâh'ın büyüklüğünü hatırlayın, namaza durup Allâh'ı zikretmeye koyulun ve sadaka verin..." (Bkz. Buhârî, Küsûf, 2, 4)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

16 Mart 2015 Pazartesi

453.DİNİ KAYNAK OLARAK SÜNNETİN DERECESİ-3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Sünnet-i seniyye Kur'an'dan sonra gelmekte ve İslâm'ın ikinci kaynağını teşkil etmektedir. Çünkü:


a. Hadisler Kur'an-ı Kerim'i açıklar mahiyettedir. Bu itibarla birinci kaynak Kur'an-ı Kerim, ikinci kaynak ise onu açıklayan Sünnet'dir.


b. Peygamber efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderdiğinde aralarında geçen şu karşılıklı konuşma, Sünnet'in ikinci kaynak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Muaz b. Cebel, Rasulullahla aralarında şu konuşmanın geçtiğini rivayet eder: Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

- "Bir mesele ile karşılaştığında ne yaparsın?" buyurdu. Muaz:
- 'Allah'ın Kitabında olanlarla hüküm veririm" dedi. Rasulullah:
- "Şayet Allah'ın Kitabında bulunmazsa..."Muaz:
- "Allah Rasulunun Sünneti ile.." Rasulullah:
- "Allah'ın Rasulunün sünnetinde de bulunmazsa" Muaz:
- "Görüşümle ictihad ederim. Elimden gelen gayreti harcamadan geri kalmam."


Muaz der ki; Rasulullah göğsüme vurdu ve şunları söyledi:
"Allah'ın Peygamberinin elçisini Allah ve Rasulünün razı olacağı şeylere muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."[37]

Sünnette Kur'an-ı Kerim'de Zikredilmeyen Hükümler Var mıdır?

Kur'an-ı Kerim ile karşılaştırıldığında Sünnet'in hükümlerinin üçe ayrıldığı görülür.


1.Kur'an-ı Kerim'de Bulunan Hükümlerin Aynısını İfade Eden Hadisler.

Bunlar, Kur'andaki hükümleri pekiştirme mahiyetindedir. Namaz, oruç, zekat ve haccın farz olduğunu açıklayan hadisler bu türdendir.

2. Kur'an-ı Kerim'in Getirdiği Hükümleri Açıklar Mahiyetteki Hadisler.                          


a. Mucmel olan âyet-i celileleri açıklayanlar. Namazın şeklini öğreten ameli sünnetler bu kabildendir.


b. Genel olan bir hükmü özelleştiren hadisler. Mesela;
"Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız, bıraktıklarımız sadakadır."[38] hadis-i şerifi Nisa Sûresi 11, 12 ve 176. âyetlerde zikredilen miras hükümlerine Peygamberler için bir özellik getirmektedir.


c. Mutlak olan bir hükmü kayıtlayan hadisler: "Vasiyet malın üçte biri için geçerlidir. Üçte biri de çoktur”[39] hadis-i şerifi "Bu paylar ölenin borçları ödenip vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir...”[40] Âyet-i celiledeki mutlak vasiyyete üçte bir kaydını getirmektedir. Böylece terekenin üçte birinden fazlasını vasiyyet etmek geçersizdir. Ancak mirasçı kabul ederse; üçte birinden fazlasını yerine getirir.

3.Kur'an-ı Kerim'de Bulunmayan Yeni Hükümleri Kapsayan Hadisler. 

Bu husus âlimler arasında ihtilaflıdır.
A. Bir kısım âlimler; hadis-i şeriflerin Kur'an-ı Kerim'de bulunmayan yeni hükümler getirdiği kanaatindedir. Bunlar, delil olarak şu meseleleri ileri sürmüşlerdir.
a. Vahşi olmayan eşeklerin etinin haram oluşu.
Enes (r.anh) der ki; Peygamber Efendimiz  
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) geceleyin Hayber'e geldi. O, geceleyin bir kavme varınca sabah olmadan savaşı başlatmazdı. Sabaha kadar beklerdi. Hayberliler, omuzlarında kürekler olduğu halde evlerinden dışarı çıktılar. Rasulullah'ı görünce; "İşte Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve beşli ordusu" dediler.  Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ellerini kaldırarak; "Allahu Ekber, Hayber harab oldu. Biz bir topluluğun mıntıkasına indiğimizde uyarılanların sabahı ne kötü olur" dedi. Biz eşekler yakaladık, onların etini pişirdik. Peygamber efendimizin bir davetçisi şöyle bağırdı: "Allah ve Rasulü eşek etlerini yemeyi size yasaklıyor" Bunun üzerine kaplar dökülerek içindekilerle beraber kırıldı."[41]

Hadis-i şerifin ifade ettiği bu hüküm yeni bir hükümdür. Çünkü Kur'an'da eşek etleri ile ilgili herhangi bir hüküm yoktur.


b. Her yırtıcı hayvanın ve leş yiyen pençeli kuşun etinin haram olması hükmü: 


Rasulullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)"Her köpekdişi olan yırtıcı hayvanın yenilmesini yasakladı.”[42]

Diğer bir rivayette; "Rasulullah 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) köpekdişi olan her yırtıcı hayvanın ve leş yiyen pençeli kuşun yenilmesini yasaklamıştır"[43] buyurmuştur. 

Görüldüğü gibi bunların haram olması, hadis-i şerif ile beyan edilmiştir.


c. Altın ve ipeğin erkeklere haram oluşu:
Ali (r.anh) der ki: Rasulullah
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sol eli ile ipeği sağ eli ile de altını tuttu. Ellerini bunlarla birlikte yukarı kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Bu iki şey ummetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir,"[44] Altın ve ipeğin haram olduğuna dair birçok rivayetler mevcuttur.[45]

d. Tek bir şahid ve davacının yemin etmesiyle hüküm verme: 
Mesela, Allah Kur'an-ı Kerimde "Ey iman edenler! Belirli bir vadeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın... Erkeklerinizden iki de şahid tutun" [46]buyuruyor. Sünnet, tek bir şahidin şehadetiyle birlikte yemin etmesinin Kur'an-ı Kerim'de zikredilen iki şahidin yerini tutacağını beyan etmiştir.

B. Diğer bir kısım âlimler ise; hadislerin getirdiği her hükmün aslının Kur'an'da mevcut olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar, hadislerin getirdikleri ve yeni oldukları zannedilen hükümlerin;

a. Kur'an-ı Kerim'de aslı bulunan hükümlerin neticeleri ve teferruatı mahiyetinde olduklarını belirtmişler ve: "Bu teferruatın Kur'an'daki asıl hükümlere tabi oldukları gizlidir" demişlerdir. Mesela Kur'an-ı Kerim'de "...Süt anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz size haram kılındı"[47] asıl hüküm zikredilmiş, Peygamber efendimiz de bunun detayı mahiyetindeki "soydan dolayı haram olanlar süt emmeden dolayı da haramdırlar”[48] hadis-i şerifini buyurarak evlenmenin haram oluşu bakımından soy, yakınlık derecesiyle süt emme yakınlığı derecesinin aynı olduğunu bizlere bildirmiş ve yukarıda geçen âyetteki asıl hükmün teferruatını beyan etmiştir.

b. Yahut, hadislerde zikredilen ve yeni oldukları zannedilen hükümler, Kur'an-ı Kerim'de aslı bulunan iki hükümden birinin kapsamına giren ve girdiği açıkça belli olmayan hükümlerdir. 
Mesela Allah Teala: "Peygamber onlara temiz şeyleri helal, murdar şeyleri ise haram kılar"[49] buyurmuş. Sünnet ise yabani olmayan eşekleri, yırtıcı hayvanları, leş yiyen pençeli kuşları murdar olan şeylere ilave etmiş, kertenkele ve toy kuşunu da helal şeylere dahil etmiştir.


[37] Ebû Dâvûd, Kit. Akdiye, bab: 11, hn. 3592; Nesei, Kit. Kudah, bab: 11; Tirmizî Kit. Ahkâm bab: 3, hn. 1327; Darimi, Kit. Mukaddime bab: 30; Musned İmam Ahmed c. 5, sh. 230, 236, 242
[38] Buhârî Kit. Hums, bab: 1, Kit. Fedail, bab: 12, Kit. Meğazi bab: 14, 17. Kit. Nefe-kat bab: 3, Kit. Feraid bab: 3, Kit. îtisaın bab: 5; Müslim Kit. Cihad bab: 49, 52, 54, 56 hn. 1757, 1758; Ebu Dâvûd Kit. İmara bab; 19, hn. 2963, 2967; Tirmizî, Kit. Siyer bab: 44, hn. 1608, 1610; Nesei Kit. Fey'İ bab: 9, 16; Muvatta İmam Malik Kit. Kelam bab: 27; Müsned İmam Ahnıed, c. I, sh. 4, 6, 9, 10, 35, 47, 48, 49
[39] Buharı Kit. Cenaiz bab: 37. Kit. Vesaya bab: 2, 3 Kit. Menakıb bab: 49, Kit. Nefa-kat bab: 1, Kit. Marad bab: 13, Kit. Deavat bab: 43, Kit. Feraid bab: 6; Müslim Kit. el-Vasiyye bab: 5, 7, 8, 10 hn. 1628; Ebû Dâvûd Kit. Vesaya bab: 2, hn. 2864. Tirmizî Kit. Cenaiz bab: 6, hn. 975, Kit. Vesaya Bab: 1, Nesâî Kit. Vesaya bab: 3; îbn Mace Kİt. Vesaya bab: 5, hn. 2708; Muuatta İmam Malik Kit. Vasiyye bab: 5
[40] Nisa, 11
[41] Buhârî Kit. Cihâd bab: 130. Megazi bab: 38; Kit. Zebaih bab: 28. Ayrıca bakınız Muslim Kit. Sayd bab: 23, 25, 26, 27, 30, 31, 34, 37. hn. 1407, 1937, 1939, 1940, 1802, 56l, Kit. Nikah bab: 30; hn. 1407; Neşet Kit. Sayd bab: 31; İbn Mace Kit. Zebaih bab-. 13, hn. 3192, 3193, 3194, 3196; Darimi Kit. Edahi bab: 21, 22. Ayrıca bkz. Tirmizî Kit. Nikah bab: 29, hn. 1121. Müsned İmanı Ahmed c. II, sh. 21, 102, 143.
[42] Buharı, Kıt. Zebayih bab: 29, Kit. Tıb bab: 57; Müslim, Kit. Sayd bab: 12, 15, hn. 1932, 1933: Ebû Dâuûd Kit. Er'mıe bab; 32, hn. 3802; Nesei Kil. Buyu, bab: 79: Tir-mizîKit. Sayd bab: 11, hn. 1474; İbn Mace Kit. Sayd bab: 13, hn. 3232, 3233; Muvatta İmam Malik, Kit. Sayd, bab: 13
[43] Muslim, Kit. Sayd, bab: 16; hn. 1934; Ebû Dâvûd, Etime bab: 32 hn: 3803, 3804, 3805, 3806; İbn Mace Sayd bab: 13; hn. 3234
[44] İbn Mace Kit. Libas, bab: 19, hn. 3595, 3596; Nesei Kit. Zineh bab: 40
[45] Bkz. Baharı, Kit. Libas bab: 30; Müslim Kit. Libas 3-23, hn. 2066, 2067, 2068, 2069, 2070, 2071, 2072, 2073, 2074, 2075; Tirmizî, Kit. Libas, bab: 1, hn. 1720; Nesei; Kit. Zineh, bab: 40
[46] Bakara, 282
[47] Nisa, 23
[48] Buharı Kir. Şahadat bab: 7, Kit. Nikah, bab: 117, Kit. Hımış, bab: 4;Müslim Kİt. Rıdaa, bab: 2, hn. 1447; EbûDâuâd, Kit. Nikah bab: 4, hn. 2055; Tirmizî, hn. 1147; İbn Mace Nikah bab: 34, hn. 1937; Darimi, Nikah bab: 48; Muvatta Kit. Rıdaa bab: 1, 2; Müsned İmam Ahıned, c. I, sh. 275, 290...
[49] Araf, 157


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

12 Mart 2015 Perşembe

452.SÜNNETİN ÖNEMİ-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


İslam Dininin iki ana esasa, yani Kur'an ve Sünnete, dayandığı hususu İslam'ın açık ve kesin ilkelerindendir. Cenab-ı Hakk her iki kaynağı koruması altına alarak muhafaza etmiştir. Dolayısıyla Allah Rasûlu 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Kur'an'ın korunup, ezberlenmesini emir ve teşvik ettiği gibi, sünnete de önem verilmesini emir ve teşvik etmekle görevliydi.
Nitekim Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kadın-erkek, küçük-büyük, hür-köle demeden bütün ashabına sünnetini talim ve telkin etmiştir. Ancak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bununla yetinmemiş, ashabını buna teşvik ettiği ve bu doğrultuda çok açık direktifler ve sözlü emirler verdiği sabittir. Konuyla ilgili rivayetlerin bazısı konuyu açıkça (sarahaten) bildirirken, bazısı dolaylı olarak (delâleten) ifade etmektedir. Mesela, ilmi öğrenmek ve dinde derinleşmek (tefakkuh) ile ilgili hadisler bu kabildendir. Çünkü özellikle Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) döneminde ilim öğrenmek ve dinde derinleşmek ancak hadislere gereken önemi vermek ve onlardan hüküm çıkarmakla mümkün olabiliyordu.

Kaldı ki, İslam öğretim tarihinde birkaç asır boyunca "ilim" kelimesi hadisleri, hadislerin araştırılmasını ve hadislerle ilgili mevzuları ifade için kullanılmaktaydı. Selef uleması hadis öğrenimi(tahammulu'l-hadis) için tahammulu'l- ilm" ifadesini kullanıyordu. Nitekim sünnet kaynakları bu konuyu kitabu'l-ilm" başlığı altında incelemişlerdir. Hatib el-Bağdadî kitabına "Takyidu't-İlm" adını vermiş, İbni Ebi Hayseme eserini "Kitabu'l-İlm" şeklinde adlandırmıştır. İbn-i Abdilberr de kitabı için "Camiu Beyan'ul-Ilm ve Fadlihi" ismini seçmiştir.


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Mart 2015 Salı

451.KUR'AN VE SÜNNET-1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Kur'ân ve sünnetin vahye mustenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şuphe yoktur. Kur'ân, manâ ve lafız olarak vahyedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekefful etmiş ve "Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz." [Hicr 9] buyurmuştur. 
Lafzı ve manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahipdir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muktedir olamaz. Allahu Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açıklamıştır: 
"De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim yine getiremezler." [İsra 88]

İşte bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, namazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmünde olan bir kitapdır.
Vahye mustenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden ibaret olan sünnete gelince; Onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olanlarca manen rivayet edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.


Devam edeceğim inşallah...

(Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, sf: 2-3)



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Mart 2015 Pazar

450.PEYGAMBER EFENDİMİZİN (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) TAVSİYESİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir başka  tavsiyesi daha. Rabbim(Celle celaluhu) amel edenlerden eylesin. Amin.

“Rasulullah(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , Muâz’ın elinden tutup:
‘Ey Muâz! Allah’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Sonra sana şunu gerçekten tavsiye ederim;
her namazın sonunda:


 ‘Allahümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetike’ 

(Allahım! Seni anmak, sana şükretmek, sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et) demeyi terk etme’ buyurdu.”

[Ebu Davud, Vitr 26 (1522). Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 60; İbn Hibban, es-Sahîh, (2345)]


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Mart 2015 Cuma

449.HADİSLERE BAKIŞIMIZ NASIL OLMALI?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Haftalardır hadislerle ilgili Nurettin Yıldız'ın ders videolarını izliyorum ve notlar alıyorum .Hadislerle ilgili başka hocalardan da önemli yazılar paylaşmıştım. Bu konuyu çok önemsiyorum ve devamlı geri dönüp tekrar araştırıp kendime ders notları çıkarıyorum. Benim için hazine değerinde olan bu notları da sizinle paylaşıyorum. Bu notların , ders videolarını izlemeye vakit bulamayanlara faydalı olmasını Rabbimden dilerim.

Genel olarak hadise bakışımız nasıl olmalı? Okuduğumuz veya dinlediğimiz hadislerin sahihliğini nasıl anlayabiliriz gibi soruların cevaplarını aşağıdaki yazıda bulabilirsiniz:


Allah Teâlâ’nın kullarına cennet yolunu göstermek için gönderdiği peygamberi Muhammed aleyhisselamın sözlerine HADİS denmektedir. Peygamber aleyhisselam efendimiz, kendisinden sonrasına iki kaynak bırakarak gitmiştir. Bu kaynakların biri Kur’an diğeri de hadislerinden oluşan Sünnet’idir. Sünnet, bir manada hadislerin toplu olarak bulunduğu kültürün adıdır.

Müslüman’ın Sünnet’e bakışı, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bakışı gibidir. Sözün sahibi muteber ama sözü muteber olmayan bir durum çelişkidir. Bu çelişki ise imanla ilgili sıkıntılar oluşturur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme iman etmek ama onun sözlerini sıradan insan sözü gibi değerlendirmek nasıl mümkün olabilir?

Elimizdeki hadislere bakışımızı şu kurallar ölçüsünde ele alabiliriz:
1- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin yirmi üç yıllık nübüvveti süresince sürekli kendisine inen Kur’an ayetlerini ve o ayetleri açıklayacak nitelikteki hadisleri (ona ait sözleri) ashabına söylediği sabittir. Yirmi üç yıllık sürenin ardından büyük bir Kur’an ve Sünnet birikimi oluşmuştur. Bu hususta herhangi bir tartışmaya mecal yoktur.

2- Bizzat Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, kendisine inen ayetleri ‘vahiy kâtipleri’ olarak bilinen sahabiler aracılığı ile yazdırdığı da bilinen bir gerçektir. Ancak hadisler için yani Kur’an dışında Peygamber aleyhisselama ait sözler için bu yazılma gerçekleşmemiştir. Bizzat kendisi hadislerin yazılmamasını emretmiştir.

3- Kur’an ayetlerinin yazılması, hadislerin ise yazılmaması daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın tek bir kelimesine bile zarar gelmeden saklanmasını, hadislerin ise korunabildiği kadarıyla bir sonraki kuşağa intikal etmesini doğurmuştur. Bu da ikinci bir gerçektir.

4- Ashabı kiramın idrakinde Kur’an, mümin olmanın yüzde yüz şartı görüldüğünden, onu muhafaza etme, ona hizmet etme gibi oluşumlar büyük bir alaka görmüş, Kur’an’ın anıldığı yerde adeta nefesleri kesilmiştir. Aynı heyecan ve hizmetin hadisler için o oranda yapılmadığını görüyoruz. Bu durum aslında hadislerin hafif görülmesinden kaynaklanmamıştır. Bilakis, Kur’an ve hadis arasında ‘Allah ile Peygamber’i arasındaki oranlamaya benzer bir oranlama’ yaptıklarından neticede hadisler, Kur’an’dan sonraki kaynak durumunda kalmıştır. Filhakika durum da böyledir. Kur’an ilk ve tek, hadisler ise Kur’an’dan sonraki ikinci durumundadır. İmanımız da böyledir, imanımız gereği oluşturduğumuz hukuk ve ilmi oluşum da böyledir. Birinci kaynağımız Kur’an, ikinci kaynağımız Peygamber aleyhisselamın hadisleridir.

5- Bir Müslüman olarak Kur’an’ımıza bakışımız şu şekildedir:

a- Kur’an’ımız bize, Allah’tan indiği şekilde hiçbir harfi eksilmeden ve tek bir harf ilave edilmeden ulaşmıştır. Bu bir iddia değil, imandır. Böyle inanıyoruz. Kur’an’ımızın bize intikalinde eksilme azalma olabileceği iddiasında bulunanın imanını arızalı görürüz. Böyle bir tartışmayı kabullenmeyiz.

b- Kur’an’ımız, dinî, hukuki, ahlâkî, siyasî ve sosyal hayatımız için ilk ve öncelikli bir belgedir. Kur’an’da var olan her şey bizim için nihaî bağlayıcı niteliğe haizdir. Onu tartışmaya açamayız, ihtimalli bir kaynak olarak göremeyiz.

c- Allah için yapacağımız/yapmamız gereken en önemli cihat eylemlerimizin başında Kur’an’ı ebediyete kadar muhafaza etme görevi vardır. Kur’an için yapılacak her ne varsa onu lütfen değil iman gereği olarak yaparız. Ona hizmeti, onu okumak, onunla amel etmek düzeyinde bir görev telakki ederiz.

6- Kur’an’ımızdan sonra gelen ikinci kaynağımız olan hadisler hakkında ise şu hususları ilkelerimiz olarak belirleyebiliriz:

a- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yirmi üç yıllık konuşmaları, olaylara tepkileri, örnekliğini oluşturduğu eğitimi olarak bize ulaştırılan kültürün bütününü aktaran hadisler, bizim açımızdan bir dindir. Dinimizin ayrıntılarını bu hadislerden öğrenmekteyiz. Zira Kur’an’ımız, bir Müslüman için yeterli olacak düzeyde ayrıntı ve izah getirmemiş, izah ve ayrıntıya Peygamber aleyhisselama yani onun hadislerine bırakmıştır.
Müslüman olarak hadisleri sahiplenmemiz bir anlamda Kur’an’ımızın anlaşılmasını, uygulanmasını kolaylaştırma demektir. Hadisler olmadan ele alınan bir Kur’an, onu ele alanın beynine göre şekillendirilmiş Kur’an’dır. Çünkü hadisler, Allah Teâlâ’nın ‘açıklayıcı’ kimliği ile gönderdiği peygamberinin açıklamalarından oluşmaktadır. Eğer bir hadis bize, sorunsuz bir şekilde ulaşmış ise teslim olmamız, Müslüman ismini hak etmemizin adeta bir şartıdır. Peygamber aleyhisselama iman edip, onun sözlerini sıradan bir insan sözü yerine koymanın Müslüman olmakla bir arada tutulamayacak bir sorun olacağını anlamak zor değildir.

b- Hadislerin bize ulaşması ile, Kur’an’ımızın bize ulaşması aynı olmamıştır. Kur’an, tek bir harfinde bile sıkıntı olamadan bize ulaşmıştır. Bütün mü’minlerin imanı böyledir.

Hadislerde ise şöyle bir süreç vardır:

– Peygamber aleyhisselam ilk önce ashabın hadisleri yazmasını yasaklamıştı. Daha sonra hadislerinin yazılmasına izin verdiğini söyledi.

– Ashabı kiram, Kur’an yazar gibi hadis yazmadılar ama hadisleri annelerinin babalarının adları gibi ezberlediler. Bu ezberde onların yöresel yaşantılarının da etkisi oldu. Ezber zekâlarının iyi olması işe yaradı. Ashabı kiram Allah onlardan razı olsun, köy köy dünyayı dolaşmaya denk bir azimle Peygamber aleyhisselamdan duydukları tek bir hadisi öğretmek için yollara, çöllere düştüler. Binlerce sahabi, bildiği hadisi on binlerce insana ulaştırdı. Bu ikinci nesil yani tabiin nesli, sahabiden öğrendikleri hadisleri (ve onun paralelinde Kur’an’ı) iyice hıfzettiler, başkalarına da öğretme heyecanı ile geceleri gündüzleştirdiler. Fakat bu nesilde de ciddi bir hadisleri Kur’an gibi yazma, kitaplaştırma hamlesi olmadı. Tek tük denecek gelişmeler oldu.

– Hadislerin sadece dilden dile aktarılarak taşınması iki sorunu gündeme getirdi. Ya da iki sorun, mü’minlerin endişelenmelerine neden oldu. Birinci sorun, hadis bilenlerden birinin ölmesi, ihtiyarlaması bir kaynağın kaybolması sonucunu doğurdu. İkinci sorun da, hadislerin yazılı bir belge hâline getirilmemiş olmasının tabii sonucu olarak, ‘bu hadistir’ diyerek, hadis olmayan sözleri hadis gibi uyduran iyi niyetli veya kötü niyetli kimselerin yaptığı işler ortaya çıktı. Böylece uydurma hadis faciası korkuttu. Bunun yanında zikredilebilecek bir sıkıntı da, herhangi bir kasıt olmadan bir hadisin yanlış aktarılması ihtimali de sıkıntı veriyordu.

– Müslümanların elindeki HADİS HAZİNESİ, Peygamber aleyhisselamın vefatından bir asır sonra ‘kaybolma ve içine hadis olmayanın karıştırılması’ tehlikesi ile karşı karşıya kalmış oldu. Kur’an için ise böyle bir tehlike yoktu. Çünkü Kur’an bir yandan yazılı nüshaları ile korunuyor bir yandan da Müslümanların büyük bölümü tarafından harflerine bile sadık kalınarak ezberleniyordu. Kimsenin bir harf ilave veya eksiltme yapamayacağı muazzam bir koruma altında idi.

– Birinci asrın sonunda Raşid Halife Ömer bin Abdülaziz’in gayreti ile ilk HADİSLERİ YAZIP KORUMA ALTINA ALMA hamlesi başladı. Bu tarihten önce de tek tük yazan bulundu ise de ilk defa yazma girişimi devlet eliyle başlatılmış oldu. Ömer bin Abdülaziz, bu işin sonunu göremeden vefat etti ama İslam topraklarında bir HADİSLERİ YAZMA SEFERBERLİĞİ başlamış oldu. On binlerce ilim mücahidi mü’min, üç asra yakın bir zaman adeta bütün dünyayı bir medreseye çevirdi. Binlerce kilometrelik yollar defalarca kat edildi. Buhara’dan Yemen’e, oradaki yirmi hadisi bilen birinden o bildiği hadisleri öğrenmek için insanlar, binekli bineksiz, aç tok seferlere çıktılar. Bilen bildiğini öğretti, bilmeyen bilmediğini öğrendi. İnsanlık tarih yazdığından beri bugüne kadar öyle bir ilim hamlesi gerçekleştirememiştir. Binlerce kitap çıktı ortaya. Bu kitaplarda on binlerce PEYGAMBERE İZAFE EDİLMİŞ HADİSLER yazılıydı. Hadisler kaybolmasın diye endişe edilirken, bir hadis kütüphanesi kurulmuş oldu.

– Hicretin üçüncü asrından itibaren ise, Peygamber aleyhisselama aittir denerek kitaplara yazılan bu hadislerin hangisinin ne oranda gerçek olduğunun irdelenmesi ihtiyacı belirdi. Bu sefer de hadisler üzerinde, Peygamber aleyhisselama ait olup olmama oranına göre bir değerlendirme hamlesi başlamış oldu. Âlimlerin bir kısmı hadis derlemeye çalışırken bir kısmı da derlenenlerin niteliğini araştırmaya koyuldu. Bu ikinci hamle daha uzun sürdü. Günümüze yakın zamanlara kadar da devam etti.

– Neticede hadisleri SAHİH OLANLAR VE OLMAYANLAR diye tasnif edebileceğimiz bir hadis kültürü oluştu. Başta Buharî ve Müslim olmak üzere bazı âlimler sadece sahih olan hadisleri derlemeyi ilke edindiler. Bu amaçla eserler yazdılar. Kimi bunda muvaffak oldu kimi de olamadı. Kiminin eserinde yüzde şu kadarı iddiaya uymayan sonuçlar gösterdi kimininkinde de yoğunluk sorunlu hadislerde oldu. Toplanmış hadisleri Sahih olan ve olmayan diye ele alanların çalışmaları da başkaları tarafından ele alındı. Büyük bir ilim hamlesi asırlarca sürdü. On binlerle ifade edilebilecek bilim ilim ordusu kuruldu. On asır denebilecek bir zaman bütün İslam coğrafyası bu çalışmaya şahit oldu.

– Hicretin altıncı asrından itibaren, yazılmış eserler üzerinde de yüzlerce tahkik, inceleme, araştırma yapılmış oldu. Tenkit eden oldu, beğenen oldu. Ortaya bir beğenilenler, tartışılanlar, reddedilenler çıktı. Elbette bütün bunlar, basından izlenen bir süreçte değil medreselerde bu işe ömür vermiş erbabının yaptığı bir iş olarak sürdü. On binlerce âlimin çalışmasını yine on birlerce âlim, hür bir şekilde tenkit etti, yazıp çizerek daha doğru olanını gösteren bir tepki ortaya koyarak ele aldı.

– Sonunda bir beğenilen eserler listesi oluştu. Bu listeye ALTI KAYNAK anlamına KÜTÜBİ SİTTE adı verildi. Bunların dışındaki eserler ise dışlanmış olmadı ama ileriki zamanda araştırılmaya devam edilmesi gereken eserler olarak görüldü. Bu altı eserin içinden ikisi BUHARİ ve MÜSLİM en öne çıkan eserler oldu.

– Buharî ve Müslim’deki hadislerin TAMAMININ sahih olduğu kabul edildi. Hadisin sahih olması ise, Peygamber aleyhisselama ait olduğunda tereddüt bulunmaması anlamına kullanılan bir kavram olarak ortaya çıktı. Peygamber aleyhisselama ait olduğunda şüphe bulunulan hadislere ise ZAYIF hadis dendi. Hiçbir şekilde Peygamber aleyhisselama ait olmayacağı kararı verilene ise MEVZU dendi.

– Ümmet bunu bu şekilde kabul etti. Ta ki Müslümanlar çocuklarını, İslam’a düşmanlığı olan Batılı ülkelerin üniversitelerine hadis, fıkıh öğrenmek için gönderinceye kadar. Papazların ve hahamların ders okuttuğu fakültelerde Müslümanların çocukları İslam öğrenip geldikten sonra on asra yakın bir zamandan beri bütün Ümmet’in söz birliği ettiği kaynaklarımızın bir yığın ayıbı olduğu ortaya çıktı. Müslümanlardan hayâ etmeden, onların yüzüne baka baka Buharî, Müslim tenkit edildi. Kusurlu olduğu söylendi. Bazen, Kur’an’ı savunma bahanesi ile bazen da ilmi gerçekler adı ile bu tenkit yapıldı.


Bizim için kâfirlerden İslam öğrenmişlerin ne dediği hiç de önemli değildir. 

Müslümanların Bağdat’taki medreselerinde hadis okuyarak âlim olmuş Zehebi’ler gerçek ölçüdür.

 Sahih olan her hadisi din kabul ederiz.

 Dinimizi de ilim için değil amel etmek için öğreniriz.

Buhari ve Müslim, bu Ümmet’in iki büyük kitabıdır. Filancanın tenkidi bizim için bir değer ifade etmez. Bizim yolumuz bellidir. Bu Ümmet’in medreselerinde okuyup âlim olanların yolundan gideriz. Onları önder kabul ederiz ve bizim yolumuz olan Buharilerin Müslimlerin yolunu takip ederiz. Dünyada onların yolunda olmayı, onlarla beraber de haşrolmayı temenni ederiz. Velev ki kâfirler beğenmesin, bilimsel bulmasın, çağdaş görmesin! 

N.Yıldız'ın "Hadislerle Diriliş" videosunun özetidir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Mart 2015 Salı

447.PEYGAMBERİMİZİN (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ABDESTTEN SONRA OKUNMASINI TAVSİYE ETTİĞİ DUA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Peygamberimizin 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) abdest sonrası  tavsiyesidir. Çok kolay ve ecri büyük.

Ukbe b. Amir demiştir ki: “Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ya­nında iken kendi işimizi kendimiz görürdük, kendi develerimizi de sı­rayla güderdik. (Bir gün) deve gütme sırası bende idi. Develeri akşamleyin ağıllarına götürdüm. Resûl-ü Ekrem’e halka hitap ederken yetiştim. (Şunları) söylediğini işittim:

 “Sizden biriniz abdesti güzelce alır, sonra kalbi ve yüzüyle (namaza) yönelerek iki rekât namaz kılarsa (Allah celle celâluh o kimsenin cennete girmesine) kesin­likle hükmeder.” Ben, “Oh oh ne güzel şey” dedim, önümde bulunan bir kimse de, “Ey Ukbe bundan önceki bundan daha da güzeldi.” de­di. Bir de baktım ki bu Ömer radıyallahu anh… “Ey Ebû Hafs, bundan öncekiler neydi?” diye sordum.
 O da -Sen gelmeden biraz önce Resûlullah: “Sizden biriniz güzelce abdest alır, abdestini aldıktan sonra da:   "Eşhedü en la ilahe illallahü vahdehu la şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasülühü"  derse, o kimseye cennetin sekiz kapısı (birden) açılır, istedi­ğinden girer” buyurdu, diye cevap verdi. (Müslim, Taharet 17 (234); Ebu Davud, Taharet, 65; Nesai, Taharet, 109) 

Önemli not:Abdest tuvalette alındıysa çıkınca okunmalıdır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR   

2 Mart 2015 Pazartesi

446.SAHABE KUŞAĞININ DİNDEKİ YERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Müslüman bilincinde Sahabe kuşağının (Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki kabullerimize kadar hayatımızın her alanında Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve Sünnet’ten sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer almış olması da, bu açıdan son derece tabii bir husustur.

Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci referans kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, herhangi bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine başvurulması -bir de aralarında görüş birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu değildir.

Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı” olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir. Bu dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk tutulabilir?

İşte bu sebeple Ehl-i Sünnet, sahabîlik faziletinin peygamberlik dışındaki diğer bütün hususiyetlere üstün geldiğini kabul etmiştir. Daha sonra gelen kuşaklar arasında ilimde birçok sahabîden (özellikle Efendimiz s.a.v. ile uzun süre birlikte bulunma imkânına sahip olamamış sahabîlerden) ileri seviyede bulunanlar çıkabileceğini, ancak Sahabe’den sonra gelen kuşaklara mensup hiçbir ferdin sahabîlik faziletinden doğan üstünlüğe ulaşamayacağını söylemiştir. Bunun için biz, herhangi bir sahabînin adını yazdığımız veya söylediğimiz zaman, hemen arkasından “Allah ondan razı olsun” anlamında “radıyallâhu anh (kısaca r.a.)” dua cümlesini ekleriz.

Sahabe’yi ayrıcalıklı kılan
Kur’an ve Sünnet’in Sahabe’ye yaptığı vurgu hepimizin malumudur. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri toplayan ve açıklayan sayısız eser yazılmıştır. Sahabe kuşağının Yüce Allah nezdinde farklı bir değere sahip olduğunu ifade buyuran ayetlerden biri şöyledir: “Muhacirun ve Ensar’dan sâbıkûn-i evvelûn ve bir de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100)

Bu ayette yer alan bir inceliğe kısaca dikkat çekerek devam edelim: Ayette geçen “sâbıkûn-i evvelûn” ifadesi “önce geçen ilkler” demektir. Bu ifadeyle iki anlam kastedilmiş olabilir:

1. Muhacirun ve Ensar arasında salih amellerde önce davranıp diğerlerini geride bırakanlar. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: "Muhacirun ve Ensar’dan, hem salih amel işlemede önce davranıp diğerlerini geride bırakanlardan, hem de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlardan Allah Tealâ razı olmuştur."

2. Salih amel işlemede önce davranıp diğer insanları geride bırakanlar, Muhacirun ve Ensar’ın tamamıdır; “onlara ihsan şuuruyla tabi olanlar” ifadesi de, Tabiun’dan başlayarak kıyamete kadar gelecek olan bütün Ümmet fertleri arasından bu özelliği taşıyanları anlatmaktadır.

Görüldüğü gibi ayeti nasıl anlarsak anlayalım, Sahabe kuşağının Allah Tealâ’nın rızasına nail olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu özellik sebebiyledir ki Efendimiz s.a.v., ümmetini onlar konusunda ikaz etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Ashabım hakkında uygunsuz söz söylemeyin. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve o bunun tamamını Allah yolunda infak etse, onların bir-iki avuçluk infakın(ın sevabın)a, hatta yarısın(ın sevabın)a bile ulaşamaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Sahabe’siz dinlerin akıbeti
Şüphesiz her şey ilâhi takdir iledir. Kur’an’dan önceki ilâhi kitapların tahrif olması da elbette ilâhi takdir çerçevesinde cereyan etmiştir. Ancak ilâhi takdirin “sebepler” vasıtasıyla cereyan ettiği de bir vakıadır. Söz konusu tahrif faaliyetini ve o kitaplara inandığını söyleyen kitlelerin zamanla haktan bâtıla sapmasını sebepler zemininde mercek altına aldığımızda, Sahabe’nin nasıl kilit bir rol üstlendiğini yakından müşahede etme imkânına kavuşuruz. Özellikle Efendimiz s.a.v.’den önceki son iki büyük peygamber Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) sahabelerinin durumu bu noktada son derece dikkat çekicidir.

Hz. Musa a.s. ve İsrailoğulları

Hz. Musa a.s., Yüce Allah’tan, İsrailoğulları’nı Mısır’daki zelil kölelik hayatından kurtarma emri aldığında hemen harekete geçmiş, Mısır’ı terk etmek üzere İsrailoğulları ile birlikte yola çıkmıştı. Firavun bu durumu fark edip arkalarından kovalamaya başlayınca, İsrailoğulları hayli ilginç bir tepki gösterdiler. Tevrat durumu şöyle anlatıyor:

“Ve Firavun yaklaştı ve İsrailoğulları gözlerini kaldırdılar ve işte, Mısırlılar arkalarından yürüyorlardı; ve çok korktular ve İsrailoğulları Rabb’e feryat ettiler. Ve Musa’ya dediler: Mısır’da kabirler bulunmadığı için mi çölde ölmek üzere bizi getirdin? Bizi Mısır’dan çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim!’ diye söylediğimiz söz bu değil midir? Çünkü çölde ölmektense Mısırlılar’a kulluk etmek bizim için daha iyi olurdu.” (Çıkış, 14/10-12)
İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkıştan itibaren yol boyunca gösterdiği tavır, yukarıdaki Tevrat pasajında da görüldüğü gibi, her sıkıştıklarında isyan etmek olmuştur. İşte bir örnek daha:

“Ve İsrailoğulları’nın bütün cemaati (…) Refidim’de kondular; ve kavme içecek su yoktu. Ve kavim Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabb’i deniyorsunuz? Ve kavim orada susadı; ve kavim Musa’ya karşı söylenip dedi: ‘Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye bizi Mısır’dan çıkardın?’ Ve Musa Rabb’e feryat edip dedi: Bu kavme ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. (…) Çünkü İsrailoğulları (Musa ile) çekiştiler, ve çünkü acaba Rab aramızda mı yoksa değil mi diyerek Rabb’i denediler.” (Çıkış, 17/1-7)

Tevrat incelendiğinde baştan sona bu türlü örneklerle dolu olduğu görülecektir. Son örneği, Hz. Musa a.s. Tevrat’ı almak üzere Tur dağına gittiğinde olanlar konusundaki Tevrat pasajlarını aktararak vermiş olalım.

Hz. Musa a.s., Tevrat’ı almak üzere Tur’a gittiğinde, İsrailoğulları’ndan yoldan sapmayacaklarına dair söz almıştı. Ancak sözlerine sadık kalmadılar ve altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar. Muharref Tevrat bu buzağıyı Hz. Harun a.s.’ın yaptığını söylerse de, gerçekte buzağıyı yaparak İsrailoğulları’nın ona tapınmasını sağlayan kişi Samirî’dir. (Kur’an-ı Kerim, Tâ-Hâ, 85). 


Dolayısıyla burada Tevrat’ın bir başka tahrifi söz konusudur. Hz. Harun ise bu şirke mani olmak istemişti; ancak kendisini ölümle tehdit ederek dinlememişlerdi. (Kur’an-ı Kerim, A’râf, 150). Esasen İsrailoğulları Nil nehrinden kurtulduktan sonra yola devam ettiklerinde, pagan (puta tapan) bir kavme rastlamış ve Hz. Musa’dan, kendileri için böyle putlar yapmasını istemişlerdi. (A’râf, 138). Kur’an’ın, altından buzağı yapma işini İsrailoğulları’na nisbet eden ayetleri (Bakara 51-54, 92-93; Nisâ, 153…) de dikkate alındığında, Samirî’nin bu suçta yalnız olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Hz. İsa a.s. ve Havariler
Hz. İsa a.s. tebliğine başladığında Filistin bölgesinde Roma İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Yahudi idaresi hakimdi. Dolayısıyla Hz. İsa a.s. terk-i dünya ettikten sonra, onun sahabisi olan Havariler, bir taraftan işbirlikçi Yahudi gruplarla, bir taraftan da Roma idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı.

Bir süre sonra Pavlus isimli yahudinin ortaya attığı müşrik Hıristiyanlık modeli de rağbet görmeye başladı. Dolayısıyla Havariler üç cephe ile aynı anda mücadele etmek zorunda kaldılar. Yahudiler ve Romalılar tarafından kovuşturmalara uğratıldılar, yargılandılar. Bir süre sonra kimi öldürüldü, kimi de Filistin’i terk etmek zorunda kaldı.

Bu baskı ve zulüm ortamında Havariler, ne Hz. İsa a.s.’ın tebligatını, ne de İncil’i gereği gibi muhafaza edebildiler. Gerek sayılarının azlığından, gerekse yaşadıkları ortamın olağanüstü hareketliliğinden, Tevhid akidesini ve İncil’in mesajını kendilerinden sonra gelenlere gereği gibi aktaramadılar. Hz. İsa a.s.’dan kısa bir süre sonra Havariler de birbiri ardınca dünyadan göçünce, meydan yahudilere ve müşrik hıristiyanlara kaldı.

Hz. İsa a.s.’ın tebliği, kendisinden sonra aradan bir nesil dahi geçmeden Pavlus tarafından “üçlü ilâh modeli”ne dayanan şirk itikadına nasıl dönüştürüldü? Elimizde mevcut muharref (tahrif edilmiş, aslından uzaklaştırılmış) İncillerde bile Hz. İsa a.s.’ın, kendisi için “Tanrının oğlu” ifadesini kullandığı zikredilmezken, bakınız Pavlus bu inancı nasıl yerleştiriyor:

“Çünkü şimdi insanların rızasını mı, yoksa Tanrı’nın rızasını mı arıyorum, yahut insanları hoşnut etmeye mi çalışıyorum? Eğer hâlâ insanları hoşnut etseydim, Mesih’in (İsa’nın) kulu olamazdım. Çünkü ey kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan vaz olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu insandan almadım ve öğretilmedim; fakat İsa Mesih’in vahyi ile aldım. Fakat Tanrı (…) milletler arasında onu vaz edeyim diye kendi oğlunu bende keşfetmeye razı olunca…” (Galatyalılar’a Mektup, 1/10 vd.)
Adına Hıristiyanlık denen bu dinin Hz. İsa a.s. ve onun sahabesi olan Havariler ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hal böyle iken nasıl olmuştur da kısa bir zaman içerisinde Hz. İsa a.s.’ın saf Tevhid’e dayalı tebligatı ve İncil kaybolmuş, yerini şirk esaslı Hıristiyanlık dinine bırakmıştır?

Sahabe’nin kilit rolü
Eğer Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun), Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in Sahabesi gibi bir ilk ve örnek nesle sahip olabilselerdi, tebliğ ettikleri din ve kitap tahrif edilemez, tebligatları aslından uzaklaştırılamazdı.

Bu kesin yargıya nereden varıyoruz? Şüphesiz ki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “ilk/örnek nesil” yetiştirme konusundaki gayret ve hassasiyetinden, bir de Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur’an ve Sünnet’in muhafazası uğruna gösterdiği yeri doldurulamaz feragat ve fedakârlıklardan..

Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.

Onlar ki, İsrailoğulları en küçük bir zorluk karşısında “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız!” (Maide, 24) derken, Bedir Savaşı öncesinde Efendimiz s.a.v.’e şöyle seslenmişlerdi:

“Ya Rasulallah! Allah sana ne emir buyurduysa, onu yap. Ne tarafa gidersen git, biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi, ‘Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. (…) Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Bu durumda sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız, içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. (…) Yoluna devam et. İstediğin kimseyle bağ kur, istediğin ile de alakayı kes. İstediğinle düşmanlık et, istediğinle barış yap. İstediğin kadar mallarımızdan al ve dilediğini de bize ver. Mallarımızdan aldığını, bize bıraktıklarından daha çok severiz. Bize ne emredersen ona tabi oluruz.” (İbn Kesîr, 3/557)

Efendimiz s.a.v.’in hassasiyeti

Kur’an’ı ve Nebevî örnekliği gelecek kuşaklara aktaracak kilit bir neslin yetiştirilmesinin öneminin elbette farkında olan Efendimiz s.a.v., Sahabe’nin her bakımdan tam arzu edilen kıvamı kazanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mescid-i Nebi’nin sofasında barınan “Ashab-ı Suffe”ye özel bir itina gösteriyor, onların mükemmel birer eğitici/öğretici vasfına sahip olması için alabildiğine titizleniyordu. İslâm’ın diriltici soluğunu ruhlarında henüz hissedememiş kabilelere gönderilmek üzere tebliğci ve eğitici bir ekip istendiğinde bu güzide kadrodan 70 kadar sahabîyi göndermiş, ancak sahabîler, Bi’r-i Maune kuyusunun başında pusuya düşürülerek şehid edilmişlerdi.

Hayatı boyunca beddua ettiği nadir olarak nakledilen Efendimiz s.a.v. bu olaydan o derece müteessir olmuştur ki, kaynaklar, Efendimiz s.a.v.’in, o 70 seçkin sahabîye suikast düzenleyen Ri’l, Zekvân ve Usayye kabilelerine bir ay süreyle beddua ettiğini nakletmektedir. (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk, 2/81, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/71)

Ashabını dinî meseleleri nasıl çözüme kavuşturacakları konusundan, aile efradına karşı nasıl muamele edeceklerine, ibadetlerinden beşerî münasebetlere kadar her alanda müstesna bir itina ile yetiştiren Efendimiz s.a.v., şüphesiz Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) yaşadığı olaylardan ve kendilerinden sonra neler olup bittiğinden haberdardı ve Sahabe’sini böyle bir arka planı dikkate alarak yetiştirmişti.

Pek çok hadisinde Sahabe’yi ilim öğrenmeye, edebe, ahlâka, toplumsal ve ailevî sorumluluklara riayete… teşvik etmiş, onların da öğrendiklerini kendilerinden sonra gelenlere aynı şekilde aktarmalarını emir buyurmuştu.

Tevrat ve İncil’in başına gelenler
Tevrat tek nüsha olup ezberlenmemiş ve çoğaltılmamıştı. Sadece 3 veya 7 senede bir, bulunduğu Ahit Sandığı’ndan çıkarılıp halka okunuyordu. Üstelik Hz. Musa a.s.’dan uzun yıllar sonra tam yedi kere topluca dinden dönmüş bulunan İsrailoğulları’nın Tevrat’ı gerektiği gibi muhafaza ettiğini söylemek de imkânsızdır. (G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 231)

Havariler’in başına gelenleri de yukarıda özet olarak zikretmiştik. Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra İncil adıyla kaleme alınmış birçok metin dolaşıma çıkmıştır. 325 yılındaki İznik Konsili’nde 4’e indirilene kadar mevcut İncillerin sayısının 100’ü aşkın olduğu bilinmektedir. (Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları, Çelişkileri, 124)

Bu durumları göz önünde bulunduran Efendimiz s.a.v.’in, Sahabe’nin Kur’an’ı ezberlemesine, hükümlerini öğrenmesine, buna ilaveten Sünnet’i de iyice kavrayıp bellemelerine özel bir itina göstermiş olmasına şaşırmamalıdır. Gerçek şu ki, Sahabe de (Allah hepsinden razı olsun) bu kritik görevi hakkıyla ifa etmiş, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir ihmal ve kusur göstermemiştir.

Ulemanın, ilim öğreniminde kitaptan okumayla yetinilmeyip, hoca-talebe ilişkisine riayette ısrar etmesinin hikmeti burada yatmaktadır. Kur’an ve Sünnet ilimlerini Sahabe, Efendimiz s.a.v.’den almıştı. Onlar Tabiûn’a, onlar Tebe-i Tabiin’e… aktardı ve bize kadar böylece devam edip geldi. Anlaşılmış olmaktadır ki, icazetli bir hocanın dizinin dibine oturan kimse ondan sadece ilim almamakta, ilimdeki senedini Efendimiz s.a.v.’e kadar dayandırmakla Nebevî feyizden de nasipdar olmaktadır.

Günümüzde Sahabe hakkında ölçüsüzlük sergilediği görülen kimseler acaba Sahabe kuşağına bir de bu açıdan bakmayı denemişler midir?..

E.Sifil


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR