3 Ocak 2020 Cuma

AZAP


Allah’ı tanımayan veya emirlerine karşı gelenlere dünyada ve âhirette verilen ilâhî ceza.


Arapça’da azâb “terketmek, vazgeçmek, vazgeçirmek” gibi mânalara gelen azb kökünden isim olup “işkence, eziyet ve elem” anlamında kullanılır. Elem ve ıstırapların bir kısmı beden, bir kısmı da ruh üzerinde etkili olduğuna göre azap hem maddî hem de mânevî bir elem ve ceza niteliği taşır.

Kur’an ve Hadiste Azap. Kur’an’da türevleriyle birlikte 490 defa geçen azap, genellikle ilâhî emirlere karşı gelenlere verilen cezanın adı olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de azap mânasında geçen başka kelimeler de vardır. Bunlardan en çok tekrarlananlar nâr, cehennem, ricz, be’s ve ikābdır (Ebü’l-Bekā, s. 191). İlgili âyetlerin incelenmesinden anlaşıldığına göre ilâhî azap dünyada, kabir hayatında ve âhirette olmak üzere üç safhada gerçekleşir. Kâinatın yegâne yaratıcısı, yöneticisi ve dolayısıyla sahibi olan Allah kullarından dilediğine azap etmeye muktedir olmakla birlikte (el-Mâide 5/40; el-Ankebût 29/21) O azabının inkâra ve isyana karşılık olduğunu bildirmiştir (el-A‘râf 7/96; et-Tevbe 9/95; Yûnus 10/8, 70). İlâhî buyrukları tanımayanlara, peygamberlerini alaya alıp yalanlayanlara, kâfirlere, fâsıklara, zulüm ve haksızlık yapanlara, hak dine girdikten sonra dönenlere, işledikleri günahlar sebebiyle bir ceza ve azap olmak üzere çeşitli felâketler gönderilerek dünyada helâk edildikleri muhtelif âyetlerde beyan edilmiştir. Bilhassa Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberlerin inkârcı kavimleri çeşitli şekillerdeki felâketlerle azaba uğratılmış, kimi yerin dibine geçirilerek, kimine gökten taş yağdırılarak (el-Ankebût 29/40), kimi suda boğularak (el-İsrâ 17/103), kimine yağmur felâketi verilerek (el-A‘râf 7/84) bunlar maddî cezaya çarptırılmış; Kur’an’a inanmayan Ehl-i kitap ile münafıklarda olduğu gibi kimine de zillet damgası vurularak kıyamete kadar mânevî azaba mâruz bırakılmıştır. Yine Kur’ân-ı Kerîm kâfirlerin sahip olduğu gelip geçici dünya nimetlerinin aslında kendileri için bir azap olduğunu (et-Tevbe 9/85) haber vermiş, bu şekilde maddî imkânların insan bedenine haz vermesine karşılık ruhu için ıstırap kaynağı olabileceği, mânevî mutluluğun madde ile değil Allah’a bağlanmakla gerçekleşeceği ve Allah yolunda harcanmayan servetin sahibini azaba sürükleyeceği anlatılmak istenmiştir (et-Tevbe 9/35).

İnkârcı ve isyankârların dünyada ilâhî azapla cezalandırılmalarını, pişmanlık duyup girdikleri sapık yoldan dönmelerini ve rablerine yönelmelerini sağlamak gibi gaye ve hikmetlere bağlayan Kur’ân-ı Kerîm (el-En‘âm 6/64; en-Nahl 16/53; es-Secde 32/21), açık bir ifade ile olmasa bile, ölümle başlayıp tekrar dirilişe kadar sürecek olan kabir hayatında da sözü edilen kişiler için azabın devam edeceğine işaret eder, ancak ayrıntılı bilgi vermez (bk. el-Mü’minûn 23/100; el-Mü’min 40/46; Nûh 71/25).

İman edip ilâhî buyruklara uyanların dışında kalan insanlarla cinler, inkârlarının derecesi ve günahlarının büyüklüğüne bağlı olarak asıl azabı âhiret âleminde göreceklerdir (en-Nisâ 4/145; en-Nahl 16/88). Bu azap tekrar dirilişle başlayacak ve cehenneme girişle son şeklini alıp devam edecektir. Yine Kur’an’da belirtildiğine göre peygamber gönderilmeyen topluluklara azap edilmeyecek (el-İsrâ 17/15); buna karşılık Allah’ın huzuruna çıkacaklarına inanmayıp âyetlerini inkâr eden kâfirler, Kur’an’a sırt çeviren yahudiler, hıristiyanlar, münafıklar, müşrikler, peygamberlerin bir kısmına inanıp diğerlerini inkâr edenler şiddetli azaba uğratılacaklar (el-Kehf 18/105-106; en-Nisâ 4/139, 145, 161, 172; el-Mâide 5/72-73; Âl-i İmrân 3/151; el-Ahzâb 33/73); bunların yanında yetimlerin mallarını haksız yere yiyen, mümini kasten öldüren, iffetli kadınlara iftira eden ve Kur’an’da belirtilen sınırları (hudûdullah) aşıp peygamberlerin bildirdiklerine aykırı davranan -büyük günah sahibi- müminler de azaptan kurtulamayacaklardır (en-Nisâ 4/10, 14, 93, 97; el-Mâide 5/94-95; en-Nûr 24/23, 63). Sözü edilen bu zümreler, kısaca kâfirler ve âsi müminler, azaplarını Allah’ın dilediği sürece kalacakları cehennemde çekeceklerdir (Hûd 11/106-107; en-Nebe’ 78/23). Kur’an’daki cehennem tasvirlerinden anlaşıldığına göre fizyolojik ve psikolojik nitelikli olmak üzere iki türlü uygulanacak olan azabın ilki yakıcı ateşler, dondurucu soğuklar, demir topuzlar ve zincirler, ateşten yatak, örtü ve elbiseler, kaynar sular, zakkumdan ve dikenli ağaçlardan yiyecekler, katranlar, dar hücreler gibi vasıtalarla gerçekleştirilecek (en-Nisâ 4/55; İbrâhîm 14/1617, 49; el-Kehf 18/29; el-Hac 22/19-21; el-Furkān 25/13; es-Sâffât 37/62; el-Mü’min 40/71-72; el-İnsân 76/4, 13); azabın ruhlara en şiddetli ıstırabı verecek olan ikinci türü ise bu azaba müstahak olanların Allah’ı görmekten ve O’nunla konuşmaktan mahrum bırakılarak ilâhî lânete uğratılmaları şeklinde vuku bulacaktır (el-Bakara 2/161-162; Âl-i İmrân 3/77).

2 Ocak 2020 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (36) : İLİM ÖĞRENMEK


-Kişi kendini düzeltmeye niyetinden ve ihlasından başlayacak sonra sünnete yapışacak sonra ilim gelir çünkü insan ilimle yükselir veya ilimle düşer,

-İlim Kalpte takvayı oluşturan şeydir,

-Ashap r.anhum en çok fıkıh ilmi üzerine durmuştur, fıkıh hayatı anlamaktır,

-Allah cc hayır dilediği kulunu fikıhla uğraştırır,

-En büyük musibet cahilliktir,

-İlim bizi Allah'a cc yaklaştıran şeydir,

-Bildiğin seni takvaya götürmüyorsa cahilsin,

-Kim ilim öğrenmiyorsa, hiçbir adımı, azmi yok gayesi yoktur. Allah cc onu önemsemiyor demektir, salınmıştır.

-İlim öğrenilmekledir (öğretilmekle değildir). Yani kişinin kendi azmi ve öğrenmesi iledir. 


O zaman şöyle dua edelim: Rabbim! ruhumu ilim öğrenirken al ( yani öğretirken değil) 

-Fıkıhtan az şey bilmek ibadetten daha hayırlıdır,

-İlim öğrenirken ölen kimse şehit olur,


-Kişinin öğrendiği ilmi bir konu, onun için 1000 rekattan daha hayırlıdır,

Allah’ın kitabından bir ayet öğrenmek senin için 100 rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır,


-Amel edilsin veya edilmesin gidip yeni bir konuyu öğrenmen ise senin için 1000 rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır.

İmam Hafız El-Münziri'ni Hadislerle İslam Tergib ve Terhib kitabının -İlim Kitabı- Bölümü 1-23. Hadisler arası notlar.

1 Ocak 2020 Çarşamba

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ibadet hayatı


Her konuda olduğu gibi ibadetler konusunda da ümmetine örnek olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde kulluk bilincinin diri tutulmasına önem vermiş; imanın anlam ve lezzetinin, ancak ibadet ve güzel davranışlarla desteklendiğinde yakalanabileceğini belirtmiştir . Zira sosyal hayattaki bilinçli duyarlılık, Allah’a karşı sorumluluk bilinci diye de ifade edebileceğimiz takva hali böyle oluşur. Sürekli Yüce Allâh'a ibadetle meşgul olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerine devam etmiş, ömrü boyunca hiçbir ibadetini bırakmamış;

"En hayırlı ibadet, az da olsa, devamlı olandır." buyurmuştur.

Hz. Peygamber (asm), kendisi ibadetlere son derece düşkün olmasına rağmen, ümmetinin daha fazla ibadet etme gayretiyle de olsa, aşırı gitmesini hoş karşılamamış, bunu helâk sebebi saymıştır. Hz. Peygamber (asm)'in ibadet hayatı hakkında bilgi alan üç sahabi, onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmesine rağmen böyle ibadet etmesini göz önüne alarak; biri hayatı boyunca uyumadan geceleri namaz kılacağını, ikincisi hayatı boyunca oruç tutacağını, üçüncüsü de evlenmeyeceğini söylemiştir. Bu haber kendisine ulaşınca Hz. Peygamber (asm),

"Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen tutmam; geceleri biraz namaz kılar, biraz da uyurum ve evlenmiş bulunuyorum. İşte bu benim sünnetimdir, kim sünnetimi beğenmezse benden değildir." buyurmuştur.

Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde uyguladığı ve ümmetine tavsiye ettiği prensiplerden biri de kolaylık prensibidir. Bu sebeple, O’nun gönlü, hiçbir zaman kişilerin ibadet etme gayretiyle de olsa ağır yükler altına girmesine razı olmamıştır. Öyle ki O, ibadetin veya dini bir hükmün aslının korunması kaydıyla her konuda Müslümanlar için hep kolay olanı tercih etmiştir.

Hz. Peygamber (asm) dinin direği olarak tanımladığı namaza çok düşkün olup, onu gözünün nuru olarak nitelendirmiştir. Kur’an’ın emrine uyarak namazlarını huşu üzere kılan Hz. Peygamber (asm), namaz kılarken sanki dünyaya veda eder, âhiret alemine dalardı. Zaten asıl olan, ibadetlerin Allâh'ı görüyormuşçasına yapılmasıdır. Nitekim Cibrîl hadisinde ihsanı bu şekilde tanımlamış ve

"Her ne kadar biz Allah’ı görmüyorsak da Allah bizi görür." demiştir.

Farz namazlara ilave olarak değişik zamanlarda nafile namazlar da kılan Hz. Peygamber (asm), gece ibadetine önem vermiştir. Özellikle Ramazan gecelerini ihya etmiş ve ramazanın son on gününü itikâfla geçirmiştir. Okuduğu ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünmüş, namazların peşinden sık sık kısa ve özlü dualar yapmış, Yüce Allâh'ı zikrederek, bol bol tövbe ve istiğfarda bulunmuştur. Kur’an okumayı ve başkasının okuduğu Kur’an’ı dinlemeyi çok seven Hz. Peygamber (asm), Ramazan gecelerinde Cebrâil ile buluşarak Kur'an'ı mukabele etmişlerdir.

Oruçla ilgili olarak Hz. Peygamber (asm), iftarda acele edilmesini, sahurda ise imsak vaktine kadar yenilmesini tavsiye emiş; sahur yemeğinde bereket olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber (asm) Ramazan orucunun yanında, yılın belirli dönemlerinde daha yoğun olmak üzere nafile oruçlar tutmuştur. Her ayın ortasına denk gelen günlerde, Pazartesi ve Perşembe günlerinde, Muharrem ayının 9-10 veya 10-1. günlerinde, Şevval ayında altı gün oruç tuttuğu ve ümmetine tavsiye ettiği, Recep ve Şaban aylarında ise daha fazla oruç tuttuğu hadis kaynaklarında yer almaktadır.

Hz. Peygamber (asm), ihtiyacından fazla malını hiçbir zaman elinde tutmamış, komşularına ve ihtiyaç sahibi kimselere göndermiştir. İnsanların en cömerti olan Hz. Peygamber (asm), inananları zekatlarını vermeye ve zekatla da yetinmeyip onun dışında da ihtiyaç sahiplerine mali yardımda bulunmaya davet etmiştir. Zekatların biran evvel yerlerine ulaştırılmasına özen göstermiş, toplanan zekatları mümkün mertebe hiç bekletmeden dağıtmıştır.

Her konuda Müslümanlara örnek olan Hz. Peygamber (asm), hiç şüphesiz ibadet konusunda da en güzel örnektir. Her Müslüman'ın gücü nispetinde onu örnek alarak kendisine bir ibadet programı oluşturması gerekir. Bununla birlikte, ümit ile korku arasında yaşamayı prensip edinmesi gereken Müslüman bireyin, ibadetlerini yetersiz görerek ümitsizliğe düşmesi doğru olmadığı gibi, ibadetlerine güvenmesi de doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müminin günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in Bir Günü Nasıldı?


31 Aralık 2019 Salı

İctihad ve reform aynı manayı mı ifade eder?


Bütün dünyada yaşayan müslümanların dini doğru anladıklarını ve uyguladıklarını söylemek mümkün değildir. Hem yanlış anlayanlar, hem de yanlış ve eksik uygulayanlar vardır. "Ama İslam anlaşılmamıştır, onu hiçbir kimse bu güne kadar doğru anlamamıştır" diyenler yanılıyorlar veya maksatları başka; "Benim anlayışım doğru, yalnız ben doğru anladım, benim anlayışıma uymayan İslam anlayışları, tanımlamaları yanlıştır" demek istiyorlar ki, bu da bir çeşit megalomanidir, hastalıktır.
İslam genellikle doğru anlaşılmaktadır, ama bu anlayış bazılarının işine gelmiyor; mesela dünyayı sömürmek isteyen zalim patronların yollarını tıkayan bir İslam anlayışı onlara sert ve yanlış geliyor, yumuşak ve ılık İslam anlayışı ne ise o doğru oluyor ve onu ortaya koymaları için bazı çevreler besleniyor.
İslam'ı herkesten önce Allah'ın elçisi anlamıştır ve eksiksiz anlamıştır, sonra onun anlatışını ve uygulamalarını işiten, gören, birlikte yaşayan sahâbe nesli anlamıştır ve doğru anlamıştır. Onlardan sonra da gelen nesiller, hem bir önceki nesle çıraklık/öğrencilik yaparak hem de usulüne göre metinlere bakarak İslam'ı doğru anlamışlardır. Doğru anlamak, Allah'ın muradına uygun anlamaktır. Allah'ın muradı onun vahyinde açık ve kesin ise burada "doğru anlama" kolayca gerçekleşir ve birçok konuda böyle olmuştur. Eğer Allah'ın muradı vahye dayanan metinlerde açık ve kesin değilse bu takdirde anlama durumunda ve ehliyetinde olan kimselerin anlayışları ya hatalıdır veya isabetlidir; ama burada önemli nokta Allah'ın, hatalı anlayışları da kabul etmesi; yani bu anlayışlara dayalı kulluk eylemlerine de ecir ve sevap vermesi, iyi niyetli olarak yanılan kulunun ibadet ve işlerini meşru ve makbul olarak değerlendirmesidir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.) "Hakim ictihad ettiği zaman isabet ederse iki, yanılırsa bir ecir alır" buyurmuşlardır.
İctihad İslam kültürüne ait bir terimdir, ictihad usulünü (metodolojisini) ihtiva eden fıkıh usulü isimli ilim dalı da müslümanlara ait, tarihte ilk defa onların ortaya koydukları bir ilim dalıdır. İctihad, işte bu usule göre yapılır ve müctehid, vahye dayalı metinlerin lafız, ruh ve maksatlarından hareket ederek müslümanların yollarına ışık tutar, meselelerine çözümler üretir.
Mehmet Gündem'in Milliyet'te yayımladığı röportajlardan birinde naklettiğine göre Prof. Hüseyin Atay, "Dinde Reform" adındaki kitabında reformu şöyle tanımlamış: "Değiştirmek değil düzeltmek, ıslah etmek, yararlı bir iş yapmaktır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. Kötü yönde değiştirmeye ve bozmaya reform denmez; ona deform denir. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur."
Atay'ın reform ve ictihad tariflerinde yanlışlarla doğrular birbirine karışmış. "Reform" kelimesi din ile birlikte kullanıldığında bundan, Luther'in Hristiyanlıkta yaptığı reform ve benzeri anlaşılır, sözlük manası anlaşılmaz. Luther zamanındaki Hıristiyanlık ile İslam hiçbir zaman aynı olmamıştır ki, ona uygulanan İslam'a da uygulansın! İslam'ın içinde başından beri ictihad bulunmuştur, ictihadsız hiçbir asır geçmemiştir. İctihad daha ziyade ilmî, tecdîd ise sosyal-kültürel ve terbiyevî bir kavramın ifadesidir; din hayatındaki bozulmalara yönelik ıslahlar, düzeltmeler, eğitim faaliyetleri "tecdîd" terimi ile ifade edilmiştir. İctihad ve tecdid, bir yandan geçerliği kalmamış eski ictihadların değişmesini bir yandan da cehalete değil de başka sebeplere bağlı olarak dini hayatta meydana gelen bozulmaların düzeltilmesini sağlayarak; daha doğrusu bu amaçla işleyerek devam edegelmiştir. Yine de milyarı aşan İslam nüfusunda hem yanlış anlamalar hem de eksik uygulamalar, doğru olanlarla yanyana bulunur, bulunacaktır; bunu kimse ortadan kaldıramaz, ancak azaltmak için çaba gösterilir.
"Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur" cümlesi de, kayıtsız ve şartsız düşünmenin insanı nasıl açmazlara/saçmalıklara düşürdüğünü gösteren tipik bir örnektir. Bırakın ictihad yapmayı, soğan soymanın bile bir usulü vardır; usulü geliştirmek de ancak usul dairesinde tecrübeler edinerek yapılabilir.

30 Aralık 2019 Pazartesi

Zaruretin süresi ve şartları nedir?


Soru:
Hocam, bu sorum 'zaruretlerle' ilgili. İslamda, darda kalanın haddi aşmaması kaydıyla uygulamasına izin verilen, normal durumlarda ise Allah'ın haram kıldığı haller olarak bildiğimiz olgu. Ancak yaşadığımız islami toplumda öyle bir anlayış yerleşti ki, karşılaşılan her zor durum zaruret kapsamına dahil ediliyor ve haram hükmü uygulamadan çıkarılıyor. Bu hal böyle devam ederse zaruret hali hayatımızın sonuna kadar sürecek ve yaşam biçimi haline gelecek. Sizden zaruretin süresi ve şartlarıyla ilgili görüşlerinizi rica ediyorum.

Cevap:
Zaruret, "sağlanmadığı, riayet edilmediği zaman hayatın derhal veya belli bir süre içinde sona ermesine veya zor, sıkıntılı, verimsiz... geçmesine sebep olan ihtiyaç ve durum" demektir. Mecelle, insanların temel ihtiyaçlarının da -bunlar ister topluma, ister ferde ait olsun- zaruret sayılacağını kanunlaştırmıştır (madde:32). Zaruretin süresi, zaruri olan ihtiyacın veya durumun devamı kadardır. Dişini doldurtan bir kimse bu diş ağzında kaldığı sürece zarurete dayalı olarak abdestini ve guslünü alır (dolguyu çıkarıp içini yıkamaz, suyu üstünden geçirir, dolgunun dışını yıkar). Belli bir süre sonra "zaruret süresi doldu, dolguyu çıkarman gerekir" denemez. İctimai hayatın müsait olmamasından doğan zaruretler de böyledir; müslümanlar bu hali değiştirmek, İslam'ın kâmil olarak yaşanmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmakla yükümlüdürler; ancak zaruret hali devam ettiği sürece ruhsatlar da devam eder. Zarurete dayalı ruhsatların normal hal gibi algılanmasını ve bunlara alışılmasını, bunlarla rahat ve huzurlu olmayı engellemek için eğitime ve şuurlandırmaya devam etmek gerekir.

29 Aralık 2019 Pazar

gayr-ı müslimlerle ilişkiler


Soru:
Hocam bildiginiz gibi biz gayri müslimlerle beraber yaşıyoruz bu durumda Kuran'daki "velayet" i nasıl anlamamız lazım, onlara ne gibi sevgi beslemememiz lazım.
Cevap:
1. Kur'an'daki velayetten maksat temsil ve yönetim yetkisi vermektir. İslam, müslümanların başka dinden olanlara kendilerini yönetme ve (vekâlet gibi bazı özel hukuk ilişkileri dışında) temsil yetkisi verme anlamındaki velayet ilişkisini yasaklıyor. Bunun dışında gayr-i müslimlerle ortaklık, komşuluk, sıradan arkadaşlık, onlara ikramda bulunmak gibi ilişki ve davranışlar yasaklamıyor. Gayr-i müslimlere iyi davranmayı, onlarla ilişkilerde adalet ölçülerine titizlikle riayet etmeyi de emrediyor (Mümtehine:60/8).

28 Aralık 2019 Cumartesi

Makam-I İbrahim'de Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

30. Makam-I İbrahim'de Namaz Kılmak

395- Amr İbn Dînâr'dan şöyle nakledilmiştir: "İbn Ömer'e, umre için Ka­be'yi tavaf edip Safa ile Merve arasında sa'y yapmayan bir kimsenin hanımıyla birlikte olup olamayacağını sorduk. O da şöyle cevap verdi: Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'yi yedi kez tavaf etti ve makam-ı İbrahim'in gerisinde iki rekat namaz kıldı. Sonra da Safa ile Merve arasında sa'y yaptı. Rasûlullah'ta Sallallahü Aleyhi ve Sellem sizin için güzel örnek vardır. [Hadisin geçtiği diğer yerler:1623,1627,1645,1647,1793]

396- (Aynı soruyu) Câbir İbn Abdullah'a sorduk. O da, şöyle cevap verdi: "Safa ile Merve arasında sa'y yapmadan, kesinlikle hanımıyla birlikte olma­sın! [Hadisin geçtiği diğer yerler:1624,1646,1794]

Açıklama

(İbrahim'in makamında bir namaz yeri edinin!); İbrahim'in makamından maksat, iki ayağının birden izinin bulunduğu taştır. Bu taş günümüze kadar gel­miştir. Ayette geçen (namaz yeri) kelimesi, Hasan-ı Basri ve daha başka alimlere göre kıble anlamında kullanılmıştır. Ancak bu şekilde âyet, delil olarak kullanılabilir. Bu lafzı, namaz yeri olarak anlamak doğru değildir. Çünkü İbrahim makamında namaz kılınamaz. Aksine onun etrafında kılınır. Hal böyle olunca şer'î manaya uygun olan Hasan-ı Basrî'nin görüşü tercih edilir.

İmam Buhârî bu rivayeti âyette bahsi geçen namazın, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'nin içinde kıldığı namaz ile tahsis edilemeyeceğine delil olarak kullanmıştır. Çünkü, Kabe'nin içinde İbrahim makamına yönelmek im­kansızdır. Bu yüzden İmam Buhârî bu başlık altında Bilal'den gelen İbn Ömer hadisini nakletti.[Müellif bir sonraki hadisi kasdediyor.(H.Aldemir)] el-Ezrakî "Ahbâru Mekke" adlı eserinde sahih senetlerle İbra­him makamın Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem Ebu Bekir ve Ömer dönemle­rinde bugünkü yerinde olduğunu nakletmiştir. Hz. Ömer döneminde yaşanan bir sel baskını, İbrahim makamının Mekke'nin aşağı kesimlerine sürükleyince tekrar yerine getirilip, Kabe'nin örtüsüne bağlanmış, hatta Hz. Ömer, onun asıl yerinin neresi olduğunu bizzat kendisi araştırarak tespit edince, bugünkü yerine yerleştirmiş ve tekrar yıkılmasın diye etrafını çevirmiştir. Bu, son hali ile de gü­nümüze kadar intikal etmiştir.

(Hanımıyla birlikte olup olamayacağını sorduk); Bu soru ile, ihramdan çıkı­lıp çıkılmadığını öğrenmeye çalışmışlardı. Böylece, cinsel ilişki ve diğer ihram yasaklarının bitip bitmediğini öğrenmek istemişlerdir. Kadına yaklaşmak, İhra­mın en büyük yasağı olduğu için burada ondan bahsedilmektedir.

ibn Ömer işaret yoluyla Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem uymanın zorunlu olduğunu belirterek soru soranlara cevap vermiş ve özellikle de haccın ne şekilde yapılacağı hususunda ona tabî olmak gerektiğini, dile getirip şöyle de­mişti: Çünkü Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Haccmızı ne şekilde yapacağınızı benden öğreniniz!" buyurmuştur. Câbir ise, açık bir şekilde cevap vermiştir. Fakihlerin çoğuna göre sa'y yapılmadığı sürece tavaftan sonra ihram yasakları kalkmaz. İbn Abbâs ise, bu konuda muhalif kalmıştır. Ona göre, umre yapan kimse tavaftan sonra sa'y yapmasa bile ihramdan çıkar.

397- İbn Süleyman Mücahid'den şöyle işittiğini nakletmektedir: "İbn Ömer'e gelip 'İşte Allah'ın Peygamberi 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye girdi (ve tavaf nama­zını orada kıldı) dediler. O da şöyle karşılık verdi: 'Ben vardığım zaman, Allah Resulü  Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'den çıkmıştı. Kapı aralığında Bilal'le karşılaştım. Ona 'Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'de namaz kıldı mı?' diye sordum. O da şöyle cevap verdi: Evet, içeri girerken sol tarafında bulunan iki sütunun arasında iki rekat namaz kıldı. Sonra dışarı çıkıp Kabe'ye yönelerek iki rekat namaz kıldı.[Hadisin geçtiği diğer yerler:468,504,505,506,1167,1598,1599,2988,4289,4400]

Açıklama

(Kabe'ye yönelerek); Yani Kabe'nin kapısına doğru yöneldi. Kirmanı şöyle demiştir: "Konu başlığından anlaşıldığına göre Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  Kabe'nin kapısının yanında olan İbrahim makamına yönelmişti." Daha önce bunun, bu konuda ilim erbabı tarafından nakledilen gerçeğe aykırı olduğunu ve bu hadisin konu başlığı ile alâkasının bu açıdan olmadığını ifade etmiştik. Yani İbrahim makamına yönelmek, farz değildir.

Taberânî ve diğer hadis âlimlerinin naklettiğine göre îbn Abbâs şöyle de­miştir: "Kabe'de namaz kılmak hoşuma gitmiyor, Çünkü orada namaz kılanlar Kabe'nin bir tarafını arkasında bırakır." Bundan dolayı aşağıda zikredilecek İbn Abbâs hadisinin bu başlık altına alınması uygun oldu.

398- Atâ, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye girince her tarafında dua ederdi. Sonra namaz kılmadan oradan çıkardı. Çıktıktan sonra Kabe'nin ön tarafında iki rekat namaz kılardı. Bu, onun kıblesiydi.[Hadisin geçtiği diğer yerler:1601,3351,3352,4288]

Açıklama

(Bu, onun kıblesiydi); Bu lafzıyla, Kabe kast edilmiştir. Bununla kıblenin beyt-i makdis'ten kabeye çevrilmesinin kast edildiğini söyleyenler olduğu gibi, Kabe'yi görenlerin görmeyenlerden farklı olarak gözleriyle ona yönelmelerinin vacip olduğunu söyleyenler de vardır. Hatta bazıları bununla, Müslümanların yönelmelerinin emredildiği cihetin ne harem bölgesi, ne Mekke ne de Mescid-i haram olduğunun, aksine bizzat Kabe'nin kendisi olduğunun ifade edildiğini ileri sürmüşlerdir.

Bu lafızla, İmamın namaz kıldırırken durduğu yer olarak Kabe'nin ön tarafı da kasdedilmiş olabilir. Nitekim Bezzâr, Abdullah İbn Hebeşi el-Hasamî'den şöyle nakletmiştir: "Hz. Peygamber'i 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'nin kapısına doğru namaz kılarken gördüm. Etrafındakilere Ey insanlar! Kabe'nin kapısı, onun kıblesidir' diyordu. Allah Resûlü'nün Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu sözü, mendup bir hükme hamledilmiştir. Çünkü her taraftan Kabe'ye yönelmenin caiz olduğuna dair icma' vardır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

27 Aralık 2019 Cuma

Namaz Ve Namaz Dışında Çıplaklığın Hoş Karşılanmaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

8. Namaz Ve Namaz Dışında Çıplaklığın Hoş Karşılanmaması

364- Amr İbn Dinar'dan şöyle nakledilmiştir: Câbir İbn Abdullah'ı şunları anlatırken dinledim: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ; kavmi ile birlikte Kabe'­nin inşası için taş taşıyordu. Üzerinde izan vardı. Amcası Abbâs, Yeğenim! Taş­ların zarar vermesini önlemek için izanını çözüp omzuna koysan' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem sev. İzanını çözüp omzuna koydu. Birden baygın şekilde yere düştü. O günden itibaren hiç çıplak görülmedi. [96] (Hz, Pey­gamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem kavmi ile birlikte Kabe'nin İnşası İçin taş taşıyordu.) Nübüvvetten önce Kureyş'liler Kabe'yi bina ederken, Allah Rasûlü onlarla birlikte taş taşımıştır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Aralık 2019 Perşembe

Dar Elbise İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

6. Dar Elbise İle Namaz Kılmak

361- Saîd b. Hâris'ten şöyle nakledilmiştir:

"Câbir b. Abdullah'a bir parçadan oluşan elbise ile namaz kılmanın hük­münü sorduk. O da şöyle cevap verdi; Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem dü­zenlediği bir seferde onunla birlikte yola çıkmıştım. Bir gece bir ihtiyacımdan dolayı onun yanına vardım. O sırada namaz kılıyordu. Üzerimde tek parçadan oluşan bir elbise vardı. Ona bürünüp yanı başında namaza durdum. Namazını bitirdikten sonra Ya Câbir, gece vakti buraya gelmenin sebebi ne?' diye sordu. Ben de ihtiyacımı söyledim. Sözümü bitirdikten sonra bana, 'Gördüğüm bu örtünme de ne?' diyerek (hoşnutsuzluğunu) ifade etti. Ben de elbisenin dar ve kısa olduğunu söyledim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Eğer elbisen geniş ise onunla omzundan öyle örtün, yok eğer dar ise, onu izar olarak kullan,"

Açıklama

(Bir seferinde) söz konusu sefer, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ilk se­ferleri arasında yer alan "Buvât Gazvesi"dir.

(Gördüğüm bu örtünme de ne?) Hattâbî şöyle demiştir: "Hz, Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hoş karşılamadığı örtünme şekli, Câbir'in elleri bile görünmeyecek şekilde örtünmesîdir." Bu yorumu yapmakla sammâ şeklinde örtünme hakkında söylenenlerden birini tercih etmiştir. Ancak Müslim, rivayet ettiği ha­diste, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu şekilde örtünmeyi yasaklamasının nedeni, Câbir'in dar elbiseyi iki ucundan çaprazlama bağlayıp dizlerini kırarak eğilmesidir. Elbiseyi iki ucundan çaprazlama bağlayınca avret mahallini kapatamamış, bunun üzerine dizlerini bükerek eğilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem elbise uzun olduğu zaman bu şekilde bağlanacağını ona Öğretmiştir. Elbise kısa olduğu zaman ise, izar olarak bağlanması yeterlidir. Zira giyinmenin temel gayesi, avret mahallini örtmektir. Bu da izar ile mümkündür. Dolayısıyla emredilen dimdik durmaya aykırı olan eğilmeye gerek yoktur.

362- Sehl'den şöyle nakledilmiştir:

Erkekler çocukların bağladığı gibi izarlarını boyunlarına bağlayarak Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile birlikte namaz kılarlardı. Allah Resulü kadınlara şöyle buyurdu:

Erkekler tam olarak oturunncaya kadar başınızı secdeden kaldırmayın.

Açıklama

(Allah Resulü kadınlara şöyle buyurdu); Kirmanı şöyle demiştir: Bu hadiste fiilinin faili Hz. Peygamber'dir 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem . Şerhte esas aldığımız Buhârî nüshasının ravisi kesin bir şekilde bu fiilin failinin Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem olduğunu belirtmiştir. Ancak hadisin bu kısmı Küşmîhenî rivayetinde "Kadınlara dendi", Vekî' rivayetinde ise, "Biri 'ey kadınlar topluluğu' dedi" şeklinde geçmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir sahabîye kadınlara böyle demesini emretmiştir. Kuvvetle muhtemel, o sahâbî de Bilal'dır. Hz. Pey­gamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem secdeden başlarını kaldırınca kadınların, bu şekilde örtünen erkeklerin kalkarken avret mahallini görmemeleri için onlara bu emri vermiştir. Ayrıca bu hadise kişinin (dizinden) alt tarafının örtünmesinin zorunlu olmadığı anlaşılır.[95]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

25 Aralık 2019 Çarşamba

Nahl Suresi - 68-69 . Ayet Tefsiri

Ayet

وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ
﴿٦٨﴾
ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاًۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
﴿٦٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)
﴾68﴿ Ve rabbin bal arısına şöyle ilham etti: "Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine yuvalar edin.
﴾69﴿ Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye; rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!" Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamından bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için açık delil bulunmaktadır.

Tefsir (Kur'an Yolu)
“İlham etti” şeklinde çevirdiğimiz evhâ fiilinin türetildiği vahiy kavramı [farklı anlamları için bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’ân-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri 2. Vahiy” başlığı] burada “canlının kendisine yararlı olanları alması, zararlılardan sakınması ve kendi geçimini sağlaması hususunda muhtaç olduğu becerileri Allah Teâlâ’nın onda yaratması” anlamındaki ilham karşılığında kullanılmıştır (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1156). Psikolojide buna içgüdü denmektedir.

Arıya yapması ilham edilen “yuvalar”dan maksat, arıların ağaç kovukları gibi uygun doğal mekânlarda veya insanların özel olarak hazırladığı kovanlarda kendi ürünleriyle oluşturdukları petekler ve her petekte bulunan altıgen gözcüklerdir. Bal arısı, Allah’ın verdiği ilham veya içgüdü sayesinde, bizzat kendisinin ürettiği bal mumuyla kendi yuvasını yapmakta, dalak içine milimetrik ölçülerle altıgen prizma şeklinde gözcükler yerleştirmektedir. Âyetteki deyimiyle “her türlü besleyici ürünler”den nektar denilen bal ham maddesi ve çiçek tozu toplayarak bunları hem kendi tüketimi için hem de bal ve bal mumu yapmak için değerlendirmektedir. Bu arada meyve, sebze ve ekinlerde tozlaşmayı sağlama konusunda da bütün diğer böceklerin toplamından daha fazla iş görmektedir.

Âyette arının ürettiği madde için “şerâb” (şerbet) kelimesinin kullanılması ilgi çekicidir. Arı topladığı nektarı, normal midesinden ayrı, özel olarak bu maksatla yaratılmış bulunan bal midesine toplayıp kovana taşımakta; burada bir genç arı bu maddeyi hortumuyla emip kendi midesine aktarmakta ve onu şerbet kıvamına gelecek şekilde işleme tâbi tutmaktadır. Artık bal hâsıl olmuştur; bundan sonra şerbet peteklerde bir süre havalandırılarak katılaşması sağlandıktan sonra, üzeri bal mumuyla kapatılıp izole edilmek suretiyle bozulması önlenir. Böylece Allah’ın lutuf ve ihsanıyla insanlar için besleyiciliği yanında şifa değeri de taşıyan yeni bir besin daha ortaya çıkmış olur. Bütün bunlar olağan üstü bir sanat kabiliyetinin tezahürü olup Allah’ın yaratıcı kudretini ve hikmetini hesaba katmadan, basit bir hayvanın böyle bir eseri ve ürünü nasıl meydana getirebildiği sorusunu cevaplandırmak mümkün değildir. “İşte bunda dadüşünen bir topluluk için delil bulunmaktadır.”

Kurtubî’ye göre âyetin “Onda (balda) insanlara şifa var” meâlinde-ki kısmı, bazı mutasavvıfların, “Velîlik makamına ulaşmak için belâlara razı olmak gerekir, velîye tedavi câiz değildir” şeklindeki fikrini çürüt-mektedir (X, 145-146). Balın şifalı olduğuna dair bazı hadisler de rivayet edilmiştir (bk. İbn Kesîr, IV, 501-503; Şevkânî, III, 200); ayrıca modern tıpta da bileşimindeki sakaroz, friktoz, protein, asit, organik ve madenî maddeler dolayısıyla balın hem şifa verici hem de koruyucu bir özelliğe sahip olduğu kabul edilmektedir.

“Rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!” şeklinde çevirdiğimiz cümle, arıların uçuşlarında izlediği yolların da farklılığına ve ilginçliğine dikkat çekmektedir. 1940’larda yapılan bir tesbite göre arılar, genellikle güneşin konumundan yararlanarak yönlerini ayarlamakta; ayrıca rüzgârın yönü, dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan da yararlanmaktadır. Arıların, kovan üzerinde daire veya 8 çizerek birbirlerine yol tarif ettikleri, çiçek alanları hakkında bilgi aktardıkları, bu bilgileri alan diğer arıların, bilmedikleri çiçek alanlarını kolaylıkla buldukları, dönüşlerinde ise “arı hattı” denilen en kestirme yolu kullandıkları da bilinmektedir.


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 416-418

23 Aralık 2019 Pazartesi

Türkiye dârülharp midir?


İmam-ı A'zam'a göre «dârülislâm»ın «dârülhab»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «dârıîslâm»dır, «dârülharp» değildir.
1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «dârülharp» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:
«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder.»( Serahsî, Mebsût, X/114. ).
Yani, bu şartın tahakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «dârülharp» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «dârülislâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar­da İslâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa, o diyar 'dârülislâm'dır.»
İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse, orası yine 'dârülislâm'dır(İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, IV/175. ). Bezzaziye'de, «Pey­gamber Efendimiz (asm) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimiz (asm)'in İslâm icraatına başlamasıyla o beldenin «dârülislâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir(Bezzaziye, VI/312.).
2. O diyar «dârülharp»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «dârülislâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «dârülharp» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et­tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»
Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayri müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayri müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya’daki Müslüman köyler gibi.) Nite­kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir İslâm devleti, her taraftan gayri muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «dârülharp» olmaz.
3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslim azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak. Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.
Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:
«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması, müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «dârülislâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «dârülislâm» hükmünde devam eder.»( Serahsî, a.g.e., X/114.)
Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim:
Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «dârülharp»dir.
İmameyn ise, «dârülislâm»ın «dârülharp»e inkılâp etmesini «orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayri müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayri müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyn'e göre «dârülharp»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyn'e göre, «dârülharp» olmaktan çıkar.
Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim:
Memleketimiz -lillâhilhamd-, asır­lardan beri «diyar-ı İslâm»dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur.
Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, İslâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir.
Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır.
Bu hâle göre, îmam-ı A'zam'ın zik­rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hâle göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli değildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayri müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gibi gayri müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.
İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşılacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, faraza, gayri müslim devletlerle de kuşatılsa Türkiye yine «dârülharp» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.
Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayri müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, yetmiş milyon Müslümanın emin olarak yaşadığı bu memlekete «dârülharp» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.
Elhasıl: Yukarıdaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle­rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya'nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Endülüs, Bulgaristan) kıyamete kadar «dârülislâm»dır.
Dârülharp meselesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir. Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î delili, dinî mesnedi yoktur.
Müslüman, ister dârülislâmda olsun, ister dârülharpte, her halükârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hâl, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.
İslâmiyet'in günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayriislâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayri müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse olmazdı.(*)
Şu halde, dârülharpte ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayri müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayri müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.
Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü, dârülislâmda da, dârülharpte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için, dârülharpte tatbik etme imkânı yoktur.
Dârülharpte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz. Zira bu muameleler, dârülharpte, ancak gayri müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir Müslüman bir gayri müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.
Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:
Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlarını öğretmek, gönüllerine Allah'ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «dârülharp» meselesini, İslâm'ın en büyük bir meselesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dârülharpte küfür; dârülislâmda da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dârülharpte herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürüp gayri müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dârülislâmda sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, İslâm mezarlığına gömülür.