3 Ekim 2019 Perşembe

27. Secdede İken Pazuları Bedenden Ayrı Tutmak


Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.



"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

27. Secdede İken Pazuları Bedenden Ayrı Tutmak

390- İbn Hürmüz, Abdullah İbn Mâlik İbn Buhayne'den şöyle nakletmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem namaz kıldığı zaman, koltuklarının beyazlığı görünecek şekilde kollarını ayırarak (secde ederdi).[Hadisin geçtiği diğer yerler:807,3564]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

30 Eylül 2019 Pazartesi

Elbise İle Namaz Kılmanın Farz Oluşu

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

2. Elbise İle Namaz Kılmanın Farz Oluşu

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey Âdemoğullan! Her secde edişinizde (güzel) elbiselerinizi giyin.[89]

Bir elbiseye dolanarak namaz kılmak. Anlatıldığına göre Seleme b. el-Ekva' Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Bir iğne ile de olsa izarını tutturur." Bu rivayetin senedi tenkide açıktır.

Necaset görmediği takdirde cima ettiği elbiseyle namaz kılan kimse. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem çıplak kimsenin Kabe'yi tavaf etmesini yasakla­mıştır,

Açıklama


(tutturur) Yani izarını bağlar. Avret mahallinin görünmesini önlemek için iki ucunu birleştirir. Eğer izarın iki ucunu ancak iğne ile tutturabiliyorsa, bu du­rumda iğne kullanır. İmam Buhârî, Seleme hadisini zikretmek suretiyle yukarı­daki Ayette geçen ziynetten maksadın, güzel giyinmek değil de, elbise giymek olduğuna işaret etmiştir.

(yasaklamıştır); İmam Buhârî bu İfadeyle, Ebu Bekir'in liderlik ettiği hac ka­filesine sonradan Hz. Ali'nin gönderilmesini anlatan hadise işaret etmiştir. Söz konusu hadiste Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hac kafilesine şu mesajı yolla­mıştı: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac edemeyecek. Bundan böyle Kabe'yi çıplaklar tavaf edemeyecek" Bu hadisin bâbla ilişkisi şu şekilde izah edilir: Ta­vafta çıplak olmak yasaklandığına göre, namazda haydi haydi yasaklanır. Zira namazda, tavafta şart koşulanların yanında ilave şartlarda aranır. Zaten çoğun­luğa göre setr-i avret, namazın farzlarından biridir.

351- Ümmü Atiyye'den şöyle nakledilmiştir: "Bayram günlerinde hayızlı ka­dınlarla, yeni ergenlik çağına girmiş kızları dışarı çıkarmamız emredildi. Onlar, Müslümanların cemaatine ve dualarına iştirak ederlerdi. Yalnız hayızlı kadınlar namazgahlardan uzak dururlardı. Bir kadın Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Ey Allah'ın elçisi! Bazılarımızın cilbabı yok' diyerek (bayramlara iştiraklerinin nasıl sağlanacağını) sordu. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: 'O zaman, arkadaşı ona kendi cilbabını giydirsin."

Açıklama

Hadisin Bab Başlığı ile İlişkisi

Bu rivayette, bayram namazına katılmak için dışarı çıkmak isteyen fakat el­bisesi olmayan kimselerin örtünmesi pekiştirilerek emredilmiştir. O halde farz namazlarda örtünmek, daha evla olur.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

28 Eylül 2019 Cumartesi

Secdenin Tamamlanmaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

26. Secdenin Tamamlanmaması


389- Ebu Vâil'den şöyle nakledilmiştir: "Huzeyfe, bir adamın rukûunu ve sücudunu eksik bıraktığını fark etti. Adam namazını bitirince ona, 'Namaz kılma­dın' dedi. Adam, 'Kanaatimce kıldım' diye karşılık verdi. Bunun üzerine ona şöyle dedi: 'Eğer ölürsen, Muhammed'in sünnetinden başka bir sünnet üzere ölürsün.'


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

27 Eylül 2019 Cuma

Mest İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

25. Mest İle Namaz Kılmak


387- Hemmâm İbnü'l-Hâris'ten şöyle nakledilmiştir: "Cerîr İbn Abdullah'ın idrarını yaptıktan sonra abdest alıp mestleri üzerine meshettiğini ve ardından da kalkıp namaz kıldığını gördüm. Ona neden bu şekilde abdest aldığı soruldu. O da şöyle cevap verdi; Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem böyle yaptığını gördüm. İbrahim, Cerîr'in bu sözünün sahabenin hoşuna gittiğini söylemiştir. Çün­kü o, en son Müslüman olanlardandı.

Açıklama

(kalkıp namaz kıldı); Hadisten ilk bakışta akla gelen manaya göre Cerîr, mestleriyle namaz kılmıştır. Eğer meshettikten sonra onları çıkarmış olsaydı, ayaklarını yıkaması gerekirdi. Yıkamış olsaydı, elbette nakledilirdi.

(Son Müslüman olanlardandı) Müslim'deki rivayet şöyledir: "Çünkü Cerîr'in Müslüman olması, el-Mâide suresinin nüzulünden sonra olmuştur." Ebu Dâvûd ise, Ebu Zür'a İbn Amr İbn Cerîr kanalıyla bu olay hakkında şu rivayeti nakletmiştir: "Bazıları Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem el-Mâide suresinin nüzulün­den önce mest üzerine meshettigini iddia etmektedirler. Ancak Cerîr 'Ben ancak el-Mâide suresinin nüzulünden sonra Müslüman oldum' demiştir." Tirmizî, bu hadisin müfessir olduğunu kaydeder. Çünkü mest üzerine meshetmeyi İnkâr eden bazı kimseler, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem mest üzerine meshetmesini, bunun el-Mâide süresindeki abdest âyetinin nüzulünden önce olduğunu, dolayısıyla neshedildiğini ileri sürerek tevil etmişlerdir. Cerîr, bu hadiste Allah Resûlü'nü Sallallahü Aleyhi ve Sellem el-Mâide sûresinin nüzulünden sonra meshederken gördüğünü açıklamıştır. Bu yüzden İbn Mes'ûd'un arkadaşları, Cerîr hadisini duymaktan hoşlanırlardı. Çünkü bu hadis, yukarıdaki şekilde mest üzerine meshi tevil edenlere cevap niteliğindedir.

388- Muğîre İbn Şu'be'nin şöyle dediği nakledilmiştir; "Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest aldırdım (abdest alırken eline su döktüm), Mesti üze­rine meshedip namaz kıldı."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Eylül 2019 Perşembe

Ayakkabı İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

24. Ayakkabı İle Namaz Kılmak

386- Ebu Mesleme Saîd b. Yezid el-Ezdî, Enes îbn Mâlik'e 'Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ayakkabı ile namaz kılar mıydı?' diye sormuş, o da, 'evet' cevabını vermiştir.[Hadisin geçtiği diğer yer:585]

Açıklama

(Ayakkabı ile Namaz Kılmak) Bu konuda İbn Battal şöyle demiştir: "Ayak­kabılarla namaz kılmak, onlarda necaset bulunmamasına bağlıdır. Kaldı ki, ayakkabıyla namaz kılmak, İbn Dakîku'l-'îyd'in de ifade ettiği gibi ruhsattır, müs­tehap değildir. Çünkü namazdan hedeflenen gayeye dahil değildir. Ayakkabı ziynet olarak kullanılan eşyalardan kabul edilebilir. Ancak necasetin çok olduğu yer ile temas halinde bulunması onu, ziynet kategorisinden çıkarır. Tahsi-niyyattan olan bir maslahat ile necaseti giderme gayesi çatışırsa ikincisi tercih edilir. Ayakkabıyla namaz kılmamak, mefsedeti def etme bâbındandır. Onunla namaz kılmak ise maslahatı celb babındandır. Şu kadarı var ki, ayakkabı İle namaz kılmanın, ibadet esnasında güzel giyinmeye dahil olduğuna dair bir delil varsa, bu durumda buna uyulur ve yukarıdaki bakış açısı terk edilir."

Ebu Dâvûd ve Hâkim Şeddâd b. Evs'ten merfu olarak şu hadisi nakletmişlerdir: 'Ayakkabı ve mestleri ile namaz kılmayan Yahudilere muhalefet edin!" Ayakkabıyla namaz kılmanın müstehap olması, söz konusu bu muhalefetten ileri gelir. Ayakkabı ile namaz kılmanın, âyette namaz kılarken kullanılması emre­dilen güzel eşyalardan olduğu konusunda son derece zayıf bir hadis nakledil­miştir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

24 Eylül 2019 Salı

KÜÇÜK NOTLARIM (35) :KALPLERİN MÜHÜRLENME NEDENİ


İç sıkıntısı, ilâhî bir îkazdır. Bu îkâzı duyabilmek de, aslında şükrü gerektiren ayrı bir nîmettir. Çünkü bu, hâlini ıslah ve hatâsını telâfî yolunda hâlâ bir ümit ışığı olduğunun bir göstergesidir. Kalbi katılaşıp mühürlenmiş gâfillerin zikirsizlikten dolayı böyle bir iç sıkıntısı duymamaları, onların ilâhî rahmetten nasiplerinin olmadığı mânâsına gelir. Onlar artık sefâletlerini saâdet zanneden şaşkınlar sürüsü hâlinde ömürlerini tüketirler.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlâkından 2, Erkam Yayınları, 2012

23 Eylül 2019 Pazartesi

Resulüllah’ı sevmede aşırılık olur mu?


İslam denge dinidir diyoruz. Her konuda işin orta çizgisi İslam’dır. Çünkü orta çizgi nısfettir, adalettir, dengedir.

İslam dinler arasında da orta yoldur, kendi içindeki temayüller arasında da orta yoldur. Sevgide de nefrette de orta yoldur. Efendimiz bir hadisi şeriflerinde buyururlar ki: ‘Sevdiğinizi öyle sevin ki, onun bir gün düşmanınız olabileceğini hesaba katın. Kızdığınıza da öyle kızın ki, onun da bir gün dostunuz olabileceğini hesaba katın’ (Tirmizî). Yani bütün köprüleri atmayın, dengenizi kaybetmeyin, sırf duygu ile değil akılla da sevin, nefret edecekseniz sırf duygu ile değil akılla da nefret edin. Hatta buna bir de bilgiyi eklemek gerekir; sevginin ve nefretin bilgi, akıl ve duygu birlikteliği ile olması gerekir. Aksi takdirde sevgi de nefret de marazi olur.

Mesela Hz. Ömer’in Resulüllah için ilk açıkladığı sevgisi duygularla olan bir sevgi idi. Resulüllah şöyle buyurmuştu: ‘Sizden biriniz beni annesinden babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe gerçek mümin olamaz’. O zaman Ömer, ‘evet, beni seni canım hariç herkesten çok seviyorum’ dedi, Resulüllah, hayır bu eksik bir sevgidir buyurdu. Bunun üzerine Ömer (ra), aklını da devreye soktu ve ‘evet, ben seni canımdan da çok seviyorum’ dedi. Resulüllah da işte şimdi oldu buyurdu. Buradan bir noktaya geliyoruz; demek ki, Resulüllah’ı bütün insanlardan daha çok sevmek, yani insanlar içinde en çok onu sevmek, onu sevmekte bir aşırılık değildir. Bunun böyle olduğunu Kuranıkerim’den de öğreniyoruz. Allah buyuruyor ki, ‘De ki eğer sizin babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, edindiğiniz mallar, kesat gitmesinden korktuğunuz ticaret ve o hoşunuza giden meskenleriniz size Allah’tan, O’nun Resulü’nden ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevimli geliyorsa Allah’ın emrinin gelmesini bekleyin. Allah fasık bir topluluğa hidayet vermez’ (Tevbe 24).

Yani en değerli varlıklarınız söz konusu olduğunda bile Allah’ı ve O’nunResulü’nü onlara tercih edebilmelisiniz ki, gerçek mümin olduğunuzu ispat etmiş olabilesiniz. Allah’ın emrinin gelmesi, böyle olanlara ceza olarak bir musibetin dokunması demektir. Fasık Allah’a isyan edendir. Demek ki bu sayılanları Allah’a ve O’nun Resulü’ne tercih edenler fasık olmuş olurlar. Yine demek ki, müminler yeri geldiğinde Allah’ı, Resulüllah’ı ve Allah yolunda cihadı kendi varlıklarına tercih edemezlerse hem gerçek mümin olamazlar, hem de Allah’ın koruma alanından çıkıp, gazabına maruz kalmış olurlar.

Sevgi bir tercih meselesidir, sevdiğinizi kendinize ve en değerli varlıklarınıza tercih edebiliyorsanız onu gerçekten seviyorsunuz demektir ve İslam sevmekle başlayan bir dindir. Resulüllah’ı bu kadar çok sevemezseniz imanınızda problem, Kuranıkerim ifadesiyle maraz bulunmuş olur.

Peki, Resulüllah’ı sevmenin de bir ifratı, yani olmaması gereken aşırılığı var mıdır? Allah’a ait özellikleri onda görmedikçe, onu sevmenin Allah için ve Allah adına olduğunu akıldan çıkarmadıkça bunda bir aşırılık olmaz. Necip Fazıl’ın dediği gibi, onu ne kadar överseniz övün, onu ilah derecesine çıkarmadıkça onu övmede ve sevmede aşırı gitmiş olmazsınız. Çünkü beşeriyet dairesinde onun için hangi övgü ifadelerini kullanırsanız kullanın, yine de eksik söylemiş olursunuz.

O bir beşerdir, ama herhangi bir beşer değildir. Kaside-i Bürde sahibinin dediği gibi, ‘onun hakkında ilmin son noktası onun bir beşer olduğudur. Bununla beraber o Allah’ın yarattıklarının hepsinden üstündür’. Bu payeyi ona biz vermiş olsak hata etmiş, ya da ifrata düşmüş olabiliriz, ama bunu ona bizzat Allah vermiştir ve bizim de onu Allah’ın yücelttiği noktada, yani olduğu gibi görmemiz gerekir. ‘Sen çok yüce bir ahlaka sahipsin’ (Kalem 4). Yani sen daha doğduğunda Allah’ın verdiği böyle bir ahlakla doğmuşsun. ‘Resul’e birbirinize hitap ettiğiniz gibi hitap etmeyin (Nur 63). Bazıları ey Muhammed diye sesleniyorlardı, Allah bunu yasakladı.

İnsanın insanda kullanacağı sevginin de belli bir kapasitesi vardır, bundan Resulüllah’ın payını baştan ayırmayan bir insan onu artık yeteri kadar sevemez, ya da başkalarını sevmede aşırı gider. Sevgide Resulüllah’ı böyle ayrıcalıklı bir noktada görememek kişinin kendi enaniyetini ve had bilmezliğini gösterir. Kişi onu olduğu noktadan ne kadar aşağı indiriyorsa, kendini de bulunduğu noktadan o kadar yukarı çıkarıyor, öyle sanıyor demektir. Bu da ya cahilliktir, ya kibirdir ki, her ikisi de insanı küçültür.


22 Eylül 2019 Pazar

Davetin esasları, yeni Mutezile ve yeni Hariciler- Faruk Beşer


Davette esas olanın iyi bir temsil olduğunu söylemiştik. Buna önce iyi bir kul olma da diyebiliriz. Çünkü asıl hedef budur. Ancak burada da hassas bir çizgi vardır; söylediklerim kabul edilsin diye dediğimi önce kendim yaşamalıyım demek yanıltıcıdır.

Bu durum niyetin halis Allah rızası olmadığını gösterir. Yaşayayım ki, Allah’a iyi bir kul olayım demekle, yaşayayım ki, insanlar söylediklerimi kabul etsinler demek arasında çok fark vardır. Birincisinde

Allah’ın rızası, ikincisinde nefsin gıdası öncelenmiş olur.

Davet dinin bir parçası ise, din olarak yapılan her şeyin safi Allah için yapılmış olması da ayrıca bir emirdir. Bunun adı ihlastır. Allah bunu, ‘muhlisan lehü’d-dîn’ diye anlatır. Din adına her ne yapılıyorsa onu, başkası adına en ufak bir katkı olmaksızın sırf Allah için yapma. Yaptığı işte insanların onu bilmesi ile bilmemesinin, görmesi ile görmemesinin hiç farkının olmaması.

Davette ikinci önemli merhale, davetçinin kullandığı metottur. Burada psikolojiyi, hatta sosyolojiyi dahi hesaba katmak gerekir. Bu açıdan daveti en az ve en öz biçimde özetleyen ayeti kerimenin anlamı şöyledir: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. ‘Onlarla’ da en güzel yolla münazara yap. Rabbin, kimin kendi yolundan saptığını iyi bilir, kimlerin hidayette olduklarını da iyi bilir (Nahl 125).

Bundan açıkça anlaşılıyor ki, dine ve hakka davet ya hikmetle, ya güzel öğütle, ya da her ikisiyle birlikte olur, bir üçüncü yol yoktur. Hikmet, nassa aykırı olmayan muhkem ve aklın reddedemeyeceği kesin ve nihai bilgidir. Bu sebeple Kuranıkerim’e ve Sünnet’e de hikmet denir. Çünkü akla hitap ederler ve akılla yanlışlanamazlar, öyleyse aklın anlayacağı şekilde sunulmalıdırlar. Aklın delili burhandır. Ancak burada da aklın gönlü terk ederek yegâne ölçü haline gelmesi, rasyonalizme kayması ve naslardan uzaklaşması gibi bir tehlike vardır.

Yunan felsefesinin ağırlığını hissettirdiği ikinci ve Üçüncü Hicri Asır’da ortaya çıkan Mutezile’de bu durum görülmüştü. Onların gayesi de aklı kullanan felsefe karşısında yine akılla İslam’ı savunmaktı. Ama yer yer ifrata düştüler, akla tahammülünün üstünde yük yüklediler. Ardından nasları merkeze alan ama yine akılcı bir hareket olan Kelam düşüncesi doğdu. Eş’arî ve Matüridî, bir süre sonra da Gazali Mutezile ile aklın bocalamasını yine akılla önlediler.

Modern Batı’ya karşı İslam’ın yeniden diriliş zamanı olan on dokuzuncu ve yirminci yüz yılda ortaya çıkan yenilikçi İslam hareketleri de aklı öne çıkaran atılımlardır. Bunlar da yüzyıllardır Batı felsefesine cevap üretemeyen İslam düşüncesini savunma çabaları olarak ortaya çıktı. Bu dönemde akılcılık ilklerden sayılan Sör Ahmet Han’da sapkın derecede ifrata kaymış (Bk. DİA, Seyyid Ahmet Han md.), ama Afganî’de orta çizgiye doğru biraz yumuşamış, ardından Abduh’te daha da yumuşayarak, Mustafa Sabri Efendi’nin tazimle andığı Reşit Riza’da neredeyse tam rayına oturmuştu. Onlar da elbette Batı’dan etkilenmişlerdi, ama bilgi kaynakları İslam’dı. Şimdi bu süreci bu Müslüman düşünürlerin bıraktığı yerden değil de Batılı müsteşriklerden alarak yeniden başlatan Neo Mutezilemiz Sör Ahmet Han’ın hatalarını daha da ileri götürüyor ama bunu yine de İslam’ı savunma adına yapıyorlar. Ama işin ilginç yanı, karşılarında ne Eşari, Matüridi ve Gazali var, ne de Mustafa Sabri Efendi, Kevseri ve Elmalılı. Aksine onların konuşmalarını engellemeye çalışarak bu Neo Mutezile’yi tadlil ve tekfir etmekle,

aslında reklamlarını yapan

Neo Hariciler var. Fikre fikirle karşılık verme güçleri yok.

İslam sadece akla hitap etmiyor, onunla çatışmayacak şekilde gönle de hitap ediyor. Bütün mesele akıl gönül dengesini kurabilmek. Bu sebeple mealini verdiğimiz ayeti kerime bu ikisine birden işaret ediyor. Güzel öğüt, yani meviza-i hasene gönle ve duygulara hitap eden bilgidir. Bazı insanlar daha çok birinciden, yani hikmeti bulan akıldan, bazıları da öncelikle ikinciden, yani gönle hitap eden güzel öğütten anlar ve etkilenirler.

Bir üçüncü sınıf daha vardır ki, onlar yanlışa doğru diye inanmış ön yargılı insanlardır. Ayette ‘onlar’ denen bu sınıf genel olarak İslam karşıtlarıdır. Bunlara İslam’ın ötekisi de diyebiliriz, ancak başka bir ayetten (Ankebût 46) ‘onlar’dan maksadın özellikle Ehlikitap olduğunu anlıyoruz. İşte davet onlar için etkili olmayabilir, onları akılla susturabilmek yeterlidir. Bunun adı da cidaldir ve davetin bir yolu değil, davete karşı çıkanlarla sözle cihaddır. Buna cedel ya da münazara da diyebiliriz. Ancak Kuranıkerim bunun da ‘en güzel yolla’ olmasını emrediyor. ‘En güzel yol’un; hakaret içermeyen, aklın kesin yargılarıyla, nazik ifadelerle, sağlam ve müsellem delil ve mukaddimelerle olan tartışma olduğu söylenir.

21 Eylül 2019 Cumartesi

Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Faruk Beşer


İslam davet dinidir denir. Yani her mümin, İslam’la kazandığı güzellikleri yaymak ve insanları buna çağırmakla yükümlüdür. Davetle ilgili Kuranıkerim’de bile pek çok kavramın/ıstılahın bulunması meselenin önemine işaret eder. Davet, tebliğ, irşat, inzar, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker, tezkir gibi.


Kişi kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz anlamındaki hadisi şerifi duymayanımız yoktur. İşte Allah’a, Kitaba, İslam’a davet edebilmesi de aslında insanın kendisi için istediği Allah’ın rızasını, cenneti ve cehennemden kurtulmayı başkası için de istediğinin bir göstergesidir. Kişi bunu istemiyorsa iki sebeple istemiyor olabilir: Ya kendisi için istediğini de aslında candan ve içtenlikle istemiyordur, ne istediğini iyi bilmiyordur, olursa olur olmazsa olmaz gibi bir tereddüt noktasındadır, ya da başkalarının kendi istediği şeye ulaşmasını kıskanmaktadır. Bu her iki duygu da müslümana yakışmaz. Belki bir üçüncü sebep olarak bugün davet yaptığını sanan bazı insanların nefret ettirici tavırları ve kötü temsilleri de insanları davetten uzaklaştırıyor olabilir.

Evet, İslam bir davet dinidir ve bütün Müslümanlar davet yapmakla görevlidirler. Hatta Allah sadece bunu yapabilen müminlerin kurtulabileceğini söyler. Kıl namazını, tut orucunu kimseye karışma gibi bir söylem şeytani bir dürtünün sonucudur. Davetle meşgul olanlara neden bunu yapıyorsunuz denmez, belki neden daha güzel yollarla yapmıyorsunuz denebilir. Çünkü davet yaptığını sanan pek çok kesim, ya da pek çok insan Allah’a ve İslam’a değil aslında kendi fırkasına, düzensizliğe, cehalete, pejmürdeliğe, hatta düşmanlığa, tefrikaya ve şiddete davet ediyor da olabilir. Bu sebeple de davetten beklenen açılım gerçekleşmez, belki daha çok düşman kazanıyor olabiliriz.

Daveti hal ile davet, kal ile davet diye ikiye ayırabiliriz. Hal ile yani fiilen yaşayarak davet daha öncelikli ve daha etkili olandır. Çünkü insanın davet ettiği bir şeyi kendisi yapmadığı halde onun yapılmasına davet ediyorsa, o işin yapılmasını istediği için davet ediyor olamaz. Buna rağmen davet etmesinin sebebi ya riya ve gösteriştir, ya da dünyevi çıkarlardır. Bu sebeple Allah (cc) ‘yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz. Kişinin kendi yapmadığı bir şeyi başkasına yapın demesi Allah’ı çok kızdırır’ buyurur. Bu müthiş bir ölçüdür ve aynı zamanda davetçiye de Allah’ın bir davetidir. Yani bu beyanıyla Allah, önce kendin yap, sonra başkasına da söyle diye davette bulunmuştur. Kişi buna riayet etmiyorsa demek ki, davetini Allah için yapmıyordur. Bu sebeple ‘lisanu’l-hâl entaku min lisani’l-makâl, yani hâl dili kal dilinden daha iyi anlatır’ demişler.

Gerçekten davet söz konusu olduğunda anlaşılması ve aşılması gereken en önemli ve öncelikli geçit budur. Herkes bu noktada bir ölçüde zayiat veriyor olabilir. Bu sebeple Gazali buna bir çare aramış ve kişinin aslında kendisinin yapmadığı bir şeyi duyurmasının tek bir şartla caiz olabileceğini söylemiş. Diyor ki, davetçi bir yerde bir şeyleri duyurması gerekiyor ama kendi de bunları yapmıyorsa, nefsini de muhatapları arasına koyar ve ey kendim, bunları sen de yapmıyorsun, sen de bundan sonra yap diyebilir, kendine söz verebilirse o zaman yapmadığı bir şeyin yapılmasını istemesi caiz olabilir, aksi halde olmaz. Gazali’nin dediğine belki şunu da ekleyebiliriz: Kişi yapılmasını istediği şeylerin mükellefi kendisi olmayabilir, bunlar sadece belli makamların görevleridir ve onlara duyurulması gerektiği için duyurur. Kendisi orada olsaydı dediği gibi yapacağından emindir.

O halde davetin dayanması gereken birinci esas iyi bir temsildir. Temsil sağlam bir imana, ardından katıksız bir ihlasa ve güçlü bir iradeye dayalı ameldir. Bu da kolay değildir, hatta en zor olan budur, çünkü bu olduktan sonra gerisi gelir. Bu da bilgiye, böyle olanlarla beraber olmaya ve bu nitelikli birliktelikten doğacak aşka bağlıdır. Kişi tek başına müslüman olabilir, ama tek başına müslüman kalması zordur. ‘Aşk imiş her ne var âlemde’yi böyle anlamak gerekir. Peki, iyi bir temsil nasıl olur? Bunu tek kelime ile anlatabilir misiniz dense, ‘dürüstlük’ deriz. Kişinin kendine karşı, Allah’a karşı, insanlara ve bütün varlığa karşı dürüst olması, ‘emredildiği gibi dosdoğru olması’.

20 Eylül 2019 Cuma

İnsanın Yüklendiği Emanet Nedir?


(Ahzâb, 33/72)

1. Göklere, yere ve dağlara arzın anlamı nedir?

2. Burada geçen Emanet kavramı ne anlama gelmektedir?

1. Göklere, yere ve dağlara arzın anlamı nedir?

İslamda Varlık âlemi, okullarda bize öğretildiği gibi canlı-cansız varlıklar olarak değil, şuurlu-şuursuz varlık diye ikiye ayrılır. cansız varlık diye birşey yoktur hepsinin kendi haliyle bir lisanlarının olduğunu ve kendilerine özgü bir canları biliyoruz. Pey sas uhudla konuştu, elbiselerini sevdi, kürsüsü, mushafı, minberi ile konuştu. bu sebepten biz cansız varlık olmadığını anlıyoruz.

müfessirlerimize baktığımızda bu ayeti el-Kelbî, en-Nahhas, el-Beğavî, es-Sabûnî şöyle tefsir eder: göklere, yere ve dağlara arzdan maksat, Allah bu varlıklarla konuşacağı zaman onlara önce akıl, anlama ve konuşmalarına karşılık verebilecek konuşma kabiliyeti verdi ve onlara emaneti teklif etti, ama onlar bunu üstlenmekten çekindiler. onlar böyle anlamışlar

bir kısım şöyle anlamış: Buradaki arz ve o varlıkların yüz çevirmesi, hakiki anlamdadır ama onların hakikatini bizler idrak edemeyiz. Bunun örnekleri de Kur’an’da çoktur.

 bir kısım :Allah’ın göklere, yere ve dağlara arz etmesinden maksat, bizzat o varlıklara arz etmesi olmayıp oralarda bulunan meleklere arz etmesidir. meleklerde bunu kabul etmedi. bu da bir başka yorum

Diğer bir kısım Ayette mecaz vardır. “Eğer biz onu göklere, yere ve dağlara yükleseydik ağırlığından dolayı onu yüklenemezler ve bundan kaçınırlardı.” demektir.

Başka bir kısım :Gökler, yer ve dağlar, emaneti üstlendikleri zaman ne ile karışılacaklarını öğrenince, bundan vazgeçmişlerdir. Der ki müfessirlerimiz, onlara emanet arz edilince, onlar,”emanet” in ne olduğunu sordular, Allah da: “Yaptığınızda mükâfat, terk ettiğinizde de azap göreceğiniz şeydir” buyurunca, onlar: “Ya Rabbi! Biz sevap veya azap istemiyoruz, bizler senin emrine müsahharız!” diyerek bundan kaçındılar. Bizi ne maksatla yarattıysan biz onu yapmaya devam edelim bunu istemiyoruz.

bu tefsirlerden hangisi isabetli ancak emanet kavramını anlarsak buluruz.

Emanet ne demektir?

Emanet, nefsin itminan bulması, korkunun gitmesi, eminlik(emaneti koruyan), bana ait olmayan bana verilmiş şeyler, hıyanetin zıddı ve doğrulamak gibi anlamlara gelir.

Bu ayette, emanetin anlamı konusunda tefsirlerimizde çok rivayet vardır. “Dini tekliflerin tamamı”,farzlar”,İslam’ın emirleri”,insana ihsan edilen her nimet”,
“akıl”,yer yüzüne halife olma kabiliyeti, ruhi ve bedeni kabiliyetler,dinimiz,irade,okuma-yazma özelliği,ruhlar aleminde verilen söz,niyet, itaat,azalar, mal emaneti, kadın, evlat, fıtrat, canımız, bedenimiz, ruhumuz, söz, sır, verilen görevler, kuran, sünnet-i seniye, öğrenilen ilim, makam-mevki. öyle birini söyleyin insanla alakalı olmasın. hepsi insanla alakalı.

o halde burdan şu neticeyi çıkarmamız lazım. Emanet, dediğimiz şey insanlıktır. dağlara,göklere teklif edilen şey insanlıktı. insanlık da zor bir şey olduğu için insanlığı üstlenmediler.

Emanet ne demektir yerine "insanlık ne demektir"desek isabet etmiş oluruz.

İnsan, beşer olarak yaratıldı, insan olarak doğdu, insan olarak büyüdü, sonra iradesi ile tercih ederek ya insan olarak kaldı, ya da insanlığına ihanet etti.

“İnsan için en zor olan şey, her gün insan kalmaktır.” (Cengiz Aytmatov)kırgız edebiyatçı.

kendini insan diye tanımlayan herkes insan mı aslında bunun esaslarını kuran bize öğretiyor. bu esaslara uygun yaşayan insan olarak devam ediyor onu yaşamayan insanlığını kaybediyor.

İnsanlığın en temel 5 esası:


1. Kendisini yaratandan başkasına kul olmamak
2. Kendisine ve yaratılan tüm varlığa şefkat nazarı ile bakmak
3. Kendisiyle ve yaratılan tüm varlıkla sevgi üzerinden bir bağ kurmak
4. Kendisi dışındaki tüm varlıkla hukuk üzere yaşamak
5. Kendisi ile yapılan ahitleşmeye sadık bir hayatın sahibi olmak ve bunu ömür boyu sürdürme istikrarı ortaya koymak

hatırda kalması için bu esaslar için birer kavram söyliyeyim:

“Kendisini yaratandan başkasına kul olmamak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Tevhid. hayatında onu inanç noktasına başka yerlere sevk eden bir putu varsa orada kulluktan ve insanlıktan bahsedilemez.

“Kendisine ve yaratılan tüm varlığa şefkat nazarı ile bakmak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Merhamet

“Kendisi ile ve yaratılan tüm varlıkla sevgi üzerinden bir bağ kurmak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Muhabbet

“Kendisi dışında yaratılanlarla hukuk üzere yaşamak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Adalet

“Kendisi ile yapılan ahitleşmeye sadık bir hayatın sahibi olmak ve kendisinden istenilenleri bir ömür yerine getirme istikrarı ortaya koymak” Bu ilkenin anahtar kavramı: Sadakat

İnsanlığın en temel kavramları: Tevhid, Merhamet, Muhabbet, Adalet ve Sadakat… bu 5 kavramı yaşayana insan diyoruz. 2 milyar müslümanın kaçı bu esaslara uyuyor? biz ne kadar uyuyoruz?

Kalplerimizin ve zihin dünyalarımızın, cahiliye dönemi Kâbe’sinden farkı yok, o Kâbe’de 360 put vardı; bizim kalplerimizde ve zihin dünyalarımızda o kadar çok put var ki? tevhid meselesinde ciddi sıkıntılarımız var . temelde problem var.

Merhametin olmadığı yerde, menfaat olur. şu an menfaat toplumuyuz

Dost varsa, derdi vardır. En yakınlarımız en ağır imtihanlarımızdır.

İslam toplumu sevgi toplumudur.


Her varlık kendisine verilen kabiliyete göre bir vazifeye koşulmuş. İnsan ruhunun diğer varlıklardan önemli farklılığı var. Ona cüz’i irade takılmış. Kendisine verilen vazifeyi yapıp yapmamada serbest bırakılmış. Zalim ve cahil oluşunun kaynağı da bu cüz’i iradeyi yanlış kullanması, nefsin emrine vermesi...

Emanet, irade sahibine verilir. Kasaya koyduğunuz para için, “Paramı kasaya emanet ettim.” demezsiniz. Demek ki, (cansız) şuursuz eşya emanete muhatap olamıyor... Melekler de onlardan pek farklı değil... Onların vazifelendirilmeleri teklif ile değil, emir iledir.

Emanetle ilgili ayette de Cenab-ı Hak, göklerden, yerden ve dağlardan bir vazife istemiştir. Onlara bir emanet arz etmiştir. Bu arz edişin keyfiyetini bilemeyiz ve onların bu vazifeden içtinap etmelerini de bir isyan olarak değerlendiremeyiz. Onlara teklif edilen vazife, onların kabiliyetleriyle, sermayeleriyle, kuvvetleriyle yapabilecekleri cinsten değildir. Ama insanın yaratılış keyfiyeti, verilen kabiliyetler, bu vazifeyi yapmasına müsaittir. Nitekim, göklerin çekindiği bu emaneti o yüklenmiştir.

19 Eylül 2019 Perşembe

ZULÜM


ZULÜM :Bir şeyin gereğini değil de zıddını yapmak, hakkı yerli yerine koymamak, hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı gitmek demektir.

Kelime olarak zulüm, azgınlık, karanlık, azab ve ezâ ile eş anlamlıdır. Zıddı ise, nur, aydınlık ve adalettir.

Kur'ân'ın üzerinde en çok durduğu kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Aynı kökden gelen kelimelerle birlikte, Kur'ân'da 300'e yakın yerde geçmektedir.

Alimler zulmü 3 kısım halinde incelemişlerdir: (Aynı emanette olduğu gibi>bu 3 şeye emanetçiyiz:Allah'a, kendimize,topluma)

1- (Allah'a karşı emanet; O'nun hükümlerine, ilahi kanunlarına uymak)

Zıddı >

İnsanın Allah'a karşı işlediği zulüm, şirk ve küfürdür. "İmân edip de imânlarına zulüm karıştırmayanlar (var ya) işte korkudan emin olmak için onların hakkıdır ve doğru yolu bulanlar da onlardır" (el-En'âm, 6/82) âyeti inince, bu âyetin ifâde ettiği, imâna zulüm karıştırma meselesi ashabın nefsine ağır geldi ve, "Hangimiz nefislerine zulmetmez?" dediler: Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphesiz ki, şirk büyük bir zulümdür" (şirk'e düşen insanların hikmet ve akıl yönünden ne kadar zavallı olduklarına ve ahmaklık içinde bulunduklarına işaret edilerek şirkin çirkinliği dile getirilmiştir.)  (Lokman, 31/13) âyetini indirdi. Böylece yukarıdaki âyette söz konusu olan zulüm kelimesinden şirk kastedildiği anlaşılmıştır (İbn Kesîr, Tefsiru'r-Kur'ani'l-Azîm, Beyrut 1969, II,153).

*Yüce Allah'ın varlığını, birliğini inkâr etmek zulüm olduğu gibi, imân esaslarından herhangi birini inkar etmek de zulüm ve küfürdür. Bütün bu hususlarda ilgili çeşitli âyetler vardır:

"Onlardan her kim, (Allah'ın ilâhlığını inkâr ederek) "İlâh o değil, benim!" derse, biz onu cehennemle cezalandırırız. İşte biz, zalimlere böyle ceza veririz!" (el-Enbiyâ, 21/29).

İsrâiloğullarının, Musa (a.s)'ın sözünü dinlemeyerek buzağıya tapmalarının zulüm olduğu hususunda da, Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Andolsun Musa, size açık delillerle gelmişti. Sonra onun ardından tuttunuz buzağıya taptınız. Siz öyle zalimlersiniz işte!" (el-Bakara, 2/92).

*Kur'ân'da, Allah'ın âyetlerini inkâr etmek ve Allah'ın daha önce indirdiği vahiyleri değiştirmek de zulüm olarak haber verilmiştir:

"İçlerinden zulmedenler, (söylediğimiz) sözü, kendilerine söylenmeyen bir sözle değiştirdiler. Biz de haksızlık ettiklerinden dolayı üzerlerine gökten bir azab gönderdik" (el-A'raf, 7/162).


Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), zalimler topluluğuyla oturma!" (el-En'âm, 6/68).

*Peygamberliğe ve peygamberlere inanmamak da zulümdür:(sünnet-i seniye emanettir)

"Şüphesiz ki, onlara kendilerinden bir elçi geldi. Onu yalanladılar. Bunun üzerine onlar zulümlerine devam ederken, azab onları yakalayıverdi" (en-Nahl, 16/113).


"Nuh kavmini de peygamberleri yalanladıkları vakit- onları da boğduk ve onları insanlara bir ibret yaptık. Zalimlere acı bir azab hazırladık" (el Furkan, 25/37).

2- (Halka karşı emanet; insanların hak ve hukukunu gözetmek, onlara zarar vermemek, aldatmamak, mal, can, ırz, fıtrat emaneti)

Zıddı >
İnsanlar arasındaki zulüm. Bu da, insanların kendi hemcinslerine karşı işledikleri suçlar, günahlar ve haksızlıklardır. zulüm denince ilk olarak akla insanların birbirlerine karşı olan hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışları zulüm olarak gelir, Kur'an'da bunların işlenmemesi istenmiş ve işleyenler tenkid edilmiştir.

Adam öldürmek: (el-Mâide, 5/27, 28, 29) Hırsızlılık yapmak: (Yûsuf, 12/75)

Erkeklerin erkeklerle temasta bulunması (homoseksüellik) ve yol kesip kötülükte bulunmak:  (el-Ankebût, 29, 30) Zina yapmak:  (Yusuf, 12/23) Suçlu insanları bırakıp suçsuzları cezalandırmak: (Yûsuf, 12/78, 79) Allah'ın indirdiği ahkâm ile hükmetmemek: (el-Mâide, 5/45).

3- (Kendine karşı emanet; din ve dünya işlerinde en doğru olanı seçip, zararlı olan herşeyden uzak kalmak)

Zıddı >
Zulmün bir çeşidi de, insanın kendi kendine zulmetmesidir. Bu hususta da çeşitli âyetler vardır:

"(İnkâr edenler), ille kendilerine meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin (azab) emrinin gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı" (en-Nahl, 16/33).


"Sonra Kitabı kullarımız arasında seçtiklerimize miras verdik. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi orta gidendir, kimi de Allah'ın izniyle hayırda öne geçendir. İşte büyük lütuf budur" (Fâtır, 35/32).

Yukarıda sayılan çeşitlerden hangisi olursa olsun, zulüm, yaratılış düzeninde bozukluk ve sapmalara sebep olmaktadır. İnsanın dışındaki bütün varlıklar, yaratılış düzenini bozmamakta, nasıl yaratılmışlarsa, öyle hareket etmektedirler. 

Allah'ın emir ve yasaklarını dinlemeyen, zulüm yollarına düşen insanlar ise, insanın yaratılış gayesinin dışına çıkmaktadırlar. (Emanete hiyanet etmiş olurlar.Emaneti yüklenemediklerini gösteriyor.)

Bu halleriyle de, varlıklar arasında en büyük zalimlerden olma durumuna düşmektedirler. Bütün peygamberler insanları Allah'a inanmaya ve O'nun emir ve yasaklarına uygun hareket etmeye çağırmışlardır. Bu davete kulak vererek imâna gelen ve ibadete sarılanlar huzur, saadet, mutluluk ve başarı elde etmişlerdir. Bu davete kulak vermeyerek peygamberlerin yoluna muhâlefet edenler ise, zalimlerden olmuşlar ve başlarına büyük musibetler gelmiştir. Kur'ân'da, peygamberlerin emrini dinlemeyen nice toplulukların başına gelen felâket ve musibetler haber vermiştir. Bu bilgiler, zulüm işleyen zalimlerin sonu açısından son derece ibret vericidir.

- Nuh Kavmi, Nuh Aleyhisselamın 950 yıl boyunca yaptığı tebliğe kulaklarını tıkadı. İlâhî hükümlerle alay etmeye kalkıştı. Sonunda bir tûfanla kökleri kesildi, bir teki bile hayatta kalmadı. 

- Âd Kavmi, Hud Aleyhisselam; Bu kavmin insanları dev gibi iri cüsseli idiler. Güçlerine, servetlerine güveniyor, Hûd Aleyhisselamın Tevhide davet edişine kulaklarını tıkıyorlardı. Sonunda gazab-ı İlâhiye müstahak oldular. Önce siyah bir bulut, ardından müthiş bir rüzgâr (sarsar) geldi. O koca koca insanlar saman çöpü gibi sağa sola savrularak helak oldu.

- Semûd Kavmi, Salih Aleyhisselamın sözlerine, nasihatlarına alayla karşılık verdiler. Kayanın içerisinden bir devenin çıktığını gözleriyle görmelerine, bu büyük mucizeye rağmen iman etmediler. Üstelik Peygamberin ikazına aldırış etmeden deveyi kestiler. Bu inkarları ve azgınlıkları ile gazâb-ı İlâhiyi celbettiler. 1. gün yüzleri sarardı, 2. gün kızardı, 3. gün simsiyah oldu. Dördüncü günü gazab-ı İlâhî geldi. Tek bir sesle diz üstü çöküp ölüverdiler. Gökyüzünden korkunç bir ses geldi, ardından şehirlerinin altı üstüne getirildi. 

- Nemrut Kavmi; İbrahimin Aleyhisselamın , Allahın hükümlerini yeryüzünde hâkim kılma dâvâsına set çekmeye çalıştı. Sonunda sivrisinek taifesi ile helak olup gittiler.

- Lût Kavmi: Lût Aleyhisselamın tebliğ ettiği İslâma kulaklarını tıkadılar. Üstelik iğrenç bir fiili işlemekte ısrar ettiler. Bunun üzerine ibret-i âlem için üzerlerine ateşte pişirilmiş taşlar yağdırıldı. Beldelerinin altı üstüne çevrildi. Hepsi helak olup gitti.

- Şuayb Kavmi, (Medyen Halkı ve Eykeliler), Şuâyb Aleyhisselamın tebliğine aldırış etmeyen azgın Medyen ahalisi, şiddetli zelzele ile, Eyke ahalisi kavurucu bir sıcaklığın ardından toplandıkları koyu gölgeli bir buluttan üzerlerine yağan ateşle helak oldu.

- Firavun Kavmi,  Musa Aleyhisselamın Hakka dâvetine aldırış etmedi. Gücüne, kuvvetine güvendi, sonunda suda boğularak helak olup gitti.