12 Nisan 2019 Cuma

Savaş dine zorlamak için değildir-Hayrettin Karaman


“İnsanlar ‘lâ ilahe illallah Muhammed resûlullah’ deyinceye kadar onlarla savaşmam bana emredildi…” mealinde bir hadis vardır.


Başta Buhârî ve Müslim olmak üzere birçok hadis kitabında farklı şekillerde rivayet edilmiştir. Bazı rivayetlerin ardından, aşağıda açıklayacağımız Ğâşiye âyetinin zikredilmesi de ilgi çekicidir.


Hep söylüyoruz, evet, Kur’an ve Sünnet, bizim sapmamızı önlemek için Efendimiz’in (s.a.) bıraktığını söylediği en değerli ve vazgeçilmez kaynaklarımızdır, ama bunları doğru anlamanın usulü vardır, usulden sapılınca doğrudan da sapılmak kaçınılmaz olur.

İlk bakışta aralarında çelişki var gibi görünen naslar, ehli tarafından usulüne uygun olarak uzlaştırılmış, gerekli yorumlar yapılmıştır.

Bu hadis ile ilgili yorumların tutarlı olanı “O günlerde Peygamberimiz ile mücadele eden yakın çevre müşriklerinin kastedilmiş olmasıdır”. Bütün insanları zorla Müslüman etmek, tek seçenek olarak İslam’a zorlamak İslam’da yoktur.

İşaret ettiğim âyette şöyle buyuruluyor:

Artık sen öğüt ver, çünkü sen ancak bir uyarıcısın./ Onlara egemen bir zorba değilsin. / Ancak kim yüz çevirir ve inkâr ederse, /Allah onu en büyük azapla cezalandırır (Ğâşiye: 21-24).

Kur’an Yolu’nda şu açıklamayı yapmıştık:

“Allah Teâlâ resulüne, hiçbir baskı ve zorlamaya meydan vermeden insanları uyarmasını ve gerçekleri onlara tebliğ etmesini emretmektedir. Çünkü iman ve ibadet ancak kişinin ikna olmasına, gönülden isteyip benimsemesine bağlıdır. Zor karşısında kalan kimsenin “inandım” demesi ve ibadet etmesi sadece bir aldatma ve durumu kurtarmadır. Bu yüzdendir ki muhtelif âyetlerde peygamberin görevinin insanları mutlaka hidayete erdirmek değil, sadece Allah’ın gönderdiği vahyi tebliğ etmek olduğu bildirilmiştir (meselâ bk. Âl-i İmrân 20; Nahl 82; Kasas 56; Şûrâ 48). Bazı müfessirler bu âyetin neshedildiğini yani hükmünün kaldırıldığını söylemişlerse de bize göre bu görüş isabetli değildir. Meşrû savunma ve hakların korunması için savaş emri geldikten sonra da Hz. Peygamber inanmayanları imana zorlamamış, yalnızca topluma zarar verenleri sürgüne göndermiş, diğer gayr-i müslimlerle hukuk çerçevesinde aynı ülkede yaşamış ve yaşanmasını istemiştir.”

Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin de isabetle kaydettiği gibi (Ahkâm, II, 854) bazı âyetlerde geçen “fitne ortadan kalkıncaya ve dînin tamamı Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın...” meâlindeki cümleyi (meselâ Enfal: 39) iki şekilde anlamak mümkündür. 1. “Dünyada veya bölgede hiçbir müşrik kalmayıncaya ve herkes Müslüman oluncaya kadar”. 2. “Din ve vicdan hürriyeti yerleşinceye, herkesin serbestçe dînini yaşaması imkânı doğuncaya ve böylece hak olsun bâtıl olsun din seçimi ve dinî hayat baskıya değil, samimi inanca dayanıncaya kadar. İkinci anlayışın doğru olduğu, Hz. Peygamber’den (s.a.) beri örnek devirlerde görülen uygulama ile ortaya çıkmıştır; çünkü hiçbir devirde savaş, Müslüman olmayanları zorla İslâm’a sokmak veya öldürmek için yapılmamıştır.

İslâm’ın savaştan amacının ne olduğu açıklanmıştır (Enfal: 61). Zulmü ve saldırı ihtimâlini ortadan kaldırmak, meşrû savunmada bulunmak amaçtır. Bu zarûretler yüzünden başvurulan savaş, karşı tarafın zulümden ve saldırıdan vazgeçerek barışa yönelmesi ile gereksiz hale geleceği için buna müspet cevap verilmesi, barışmak isteyenle barışılması emrolunmuştur.

Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamadıklarını kaydetmemiz gerekiyor.. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir: Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe: 5) veya Ehl-i Kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe: 29), kezâ “Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin” (Muhammed: 35) meâlindeki âyet.

Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir: Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir; (“Müslüman oluncaya kadar insanlarla savaş bana emredildi” mealindeki hadisin de bu müşriklere yönelik olması gerektiğini yukarıda ifade etmiştim). Âyetlerin ve hadislerin devamlı ve genel olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre gerektiğinde savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabul ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak-Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i Kitab’a ya İslâm, ya cizye, yarımada müşriklerine ise “ ya İslâm, ya bölgeyi terk veya savaş” teklifi gelmiştir. “Savaş ve barışın güç, fayda ve amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i Kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir.

11 Nisan 2019 Perşembe

Hızır kimdir?-Faruk Beşer


...Bu kıssaların her biriyle ilgili olarak sonunda vardığımız ortak nokta şu oldu; bunların sadece Kuranıkerim’de anlatılan kadarını ve verdiği mesajı bilelim yeter, kıssalar etrafında oluşturulan edebiyatın teferruatına fazla takılmayalım. Ama bu kıssaların bir gerçekliğinin ve bir arka planının olduğu da açık..

Bir gün Hz. Musa’ya (sa), senden daha bilgili birisi var mıdır, diye sorulmuş, o da belki biraz nefsini ululayarak, ‘yoktur’ diye cevap vermişti. Bir peygamber için bu kadarı dahi muhtemelen bir hata sayılmış ve Allah ona iki denizin kavuştuğu yerde kendisinden daha âlim bir ‘kulunun’ bulunduğunu söyledi.

Hz. Musa Allah’tan kendisini o kuluna ulaştırmasını istedi. Allah da (cc) ona, bohçasına bir balık koyup yola çıkmasını, balığın kaybolacağı yerde o adamı bulacağını bildirdi. Yanına genç bir yardımcı alıp yola çıktı.

Kuranıkerim’de bu gencin/fetânın kim olduğu söylenmez, ama Buhari gibi kaynaklarda onun Yusuf’un zürriyetinden, Musa’nın kız kardeşinin oğlu genç Yuşa bin Nûn olduğu, gittikleri kulun da Hızır olduğu açıklanır. Kıssanın Kuranıkerim’de zikredilmeyen, ama sahih rivayetlere dayanan böyle çok az detaylarına da güvenmeliyiz.

Fetâ genç demektir, hizmet için tutulan yardımcılar genellikle genç olanlardan seçildiği için hizmetçiye yani uşağa da fetâ denir. Buna Musa’nın (sa) fetâsı, hizmetçisi, uşağı ya da sadece yoldaşı diyen müfessirler var. Ama Hz. Musa ona sürekli emrettiğine göre o sadece bir yoldaş değil, aynı zamanda yardım için tutulan bir hizmetçi olmalıdır.

Sahil boyunca olduğu anlaşılan bu yolculukları esnasında uyudukları bir yerde balık canlanır, denize dalıp gider. Yollarına devam ederler, genç bunu ancak bir süre sonra hatırlayıp Musa’ya söyler. Musa da, işte hedefimiz tam da orasıydı deyip izleri üzere o noktaya geri dönerler ve o kulu orada bulurlar. Musa (sa), Allah’ın ona öğrettiği bilgilerden kendisine de öğretmesini rica eder.

Olayı anlatan müteakip ayetler bu ilim yolculuğunun ana başlıklarını verir ve Musa’nın (sa) Hızır’dan gördüklerine tahammül edemeyip ondan ayrıldığını anlatır. Onları Kuranıkerim’den takip edebiliriz.

Kuranıkerim’de ismi verilmeyen o kulun, yani Hızır’ın bir peygamber mi, bir veli mi, bir melek mi olduğu tartışılır durur. Anlaşılan bir melek olma ihtimali çok zayıftır, bir peygamber ya da Allah’ın veli bir kulu olabileceğinin işaretleri vardır. Ulema genellikle peygamber olduğunu, tasavvuf ehli de veli olduğunu söylerler. Çünkü eğer o bir veli ise sair evliyanın da böyle harikulade işler yapabilmesinin kapısı açılmış olur.

Bu kıssa barındırdığı birçok hikmetler yanında müşriklere de sanki Musa (sa) aradığı hakikati bulmak için yıllarca yürümeyi göze alıyor da siz ayağınıza gelmiş hidayeti reddediyorsunuz der gibidir. Kıssa aynı zamanda kulun en özel malı zannettiği ilminin bile ona Allah’ın bir vergisi olduğuna, O’nun dilediğine dilediği bilgiyi verebileceğine, bu sebeple insanın kendinin sandığı ilmiyle gururlanmaması gerektiğine de işaret eder. Ayrıca ilim için cefaya katlanmanın önemini anlatır.

Hızır’la ilgili anlatılan hikâyelerin kahir ekseriyeti İsrailiyat kaynaklıdır. Ancak bunu bahane ederek Hızır olayını ‘mitos’ diye tanıtmak da isabetli değildir.

Bazı âlimlerin Hızır’ın halen yaşamakta olduğunu, insanların imdadına yetiştiğini, senenin bir gününde İlyas (sa) ile buluştuğunu söylemelerinin dini bir delili yoktur ve muhakkik İslam âlimlerinin çoğu Hızır’ın vefat edip gitmiş bir beşer olduğu kanaatindedirler. Elmalılı Hamdi Yazır da bu görüşü benimser ve delillerini zikreder.

Bizim kesin bildiğimiz şey, onun Allah’ın kendi katından ilim verdiği bir kulu olduğu, Musa’ya dahi öğretilmeyen bir ilme Allah katından sahip bulunduğu ve Hz. Musa gibi bir peygamberin ondan bilgi almak için yola çıktığıdır. Fakir onun ‘bilge kul’ diye isimlenmesinin de uygun olmayacağı kanaatindeyim.

Hızır’ın yaşadığı olaylar, kerametin itiraz edilemeyecek delilidir. Ancak onun, mahiyetini bilmediğimiz bu kerametlerle verdiği gaybi hükümlere dayanarak gayb ile hükmetmenin bizim dinimizde yeri olmadığını da bilmeliyiz.


Yazının tamamı için:

10 Nisan 2019 Çarşamba

ENFAL SÛRESİ 1.- 4. ayetlerin tefsiri


Allah yolunda cihadın hükümlerinden, savaş kaidelerinden, savaşa hazır­lanmaktan, düşman da eğer o yöne eğilim duyuyorsa, barışı savaşa tercih etmekten, savaşın şahıslar ve mallar üzerindeki tesirlerinden bahseden Medenî (Medine'de inen) bir sûredir.

Az oldukları halde, çok sayıdaki müşriklere karşı müslümanların zaferini gerçekleştiren şerefli gazveler silsilesinin ilki olan ve hakla bâtılı birbirinden ayırdığı için de Yevme'l-Furkan diye adlandırılan Bedir Gazvesi'nden sonra na­zil olmuştur. [1]

Ganimetlerin Taksimi Hükmünün Sorulması, Müminlerin Vasıflarının Açıklanması

1- Sana "Enfal"den sorarlar. De ki: "Enfâl, Allah'ın ve Rasulünündür. O halde Allah'tan korkun ve aranızı dü­zeltin. Eğer müminlerden iseniz Al­lah'a ve Rasulüne itaat edin.

2- Müminler ancak, Allah anıldığı za­man kalbleri titreyenlerdir. Karşıla­rında ayetleri okununca, onların ima­nını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanır, güvenirler.

3- Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz­den infak ederler.

4- İşte onlar gerçek müminlerin ta ken­dileridir. Onlar için Rableri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tüken­mez rızık vardır.


Ganimetlerin helal kılınması, Allahu Teâlâ tarafından İslâm ümmetine ve­rilmiş bir özelliktir. Nitekim Sahihayn'da Cabir (r.a.)'den rivayet olunan hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bana beş şey verilmiştir ki, onlar benden önce hiç kimseye verilmemiştir- hadisi zikrettikten sonra şöyle dedi-: Ba­na ganimetler helâl kılındı. Onlar benden önce hiç kimseye helâl kılınmadı."

Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Bunun için imamın, savaş için vaad ettiği şeye "nefel" denmiştir. Nefel, imamın bazı askerlere, payları dışında bir şeyler ver­mesidir. Bunu, İslâm'a sağladıkları fayda ve düşmana verdikleri zarar ölçüsün­de verir.

Askerleri savaşa teşvik için verilen bu şeyde (nefelde) dört sünnet vardır:

1- Seleb olan (öldürülenin yanında bulunan silah, mal ve meta gibi şey) nefelde beşte bir yoktur.

2- Nefel: "Ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulü'nün.." (Enfâl, 8/41) ayetinde işaret olunan beşte birin çıkarıl­masından sonra ganimetten olur. İmam savaşılan ülkeye birtakım seriyyeler gönderir. Onlar ganimetler getirirler. Beşte bir ayrıldıktan sonra getirdikleri şeylerin dörtte biri, ya da üçte biri o seriyyelerin olur. Ahmed ve Ebu Davud'un Ma'n b. Yezid'den rivayet ettikleri bir hadiste şöyle buyrulur: "Ancak beşte bir ayrıldıktan sonra nefel (ganimet) vardır."

3- Bizzat beşte bir'den olan nefel: İmamın kendi hissesinden çıkardığı şey­dir. Bu şöyle olur. Bütün ganimet alınır, beşe bölünür, beşte bir imamın eline geçince, uygun gördüğü ölçüde ondan bağışta bulunur.

4- Ganimet, beşte bire bölünmeden ganimetin bütününden çıkan nefel. [2] 


Bu dört durum hakkında fakihler farklı görüşlere sahiplerdir;

Şafiî'ye göre Enfâl, beşte birden önce, ana maldan selebden başka hiçbir şey çıkarılmamasıdır. Ebu Ubeyd şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'in beşte birinden olan nefelin ikinci şekli, her ganimetten onun için beşte birin beşte biri vardır. Üçüncü şekli, imam gönderdiği seriyyeye, yahut orduya, onlara vadettiği şekilde verir.

İmam Malik ve Ebu Hanife'nin görüşleri de Şafiî gibidir; Enfâl, beşte bir­den imamın, içtihadına göre bağışladığı şeydir. Geriye kalan dört beşte birde nefel yoktur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın size ganimet olarak verdiği şeylerden ancak beşte biri benimdir. Geriye kalan beşte birler sizindir."

Malikîler ise şöyle der: Nefel iki kısımdır: Caiz ve mekruh. Caiz olan, sa­vaştan sonra olandır. Mekruh olan, öldürmeden önce, "Kim şöyle şöyle yaparsa onun için şu vardır" şeklinde vaad edilendir. Bunun mekruh olmasının sebebi, o zaman savaşın ganimet için yapılmış olmasıdır. [3]

Açıklaması

Ey Peygamber! Sana, ganimetlerin kimlere nasıl taksim olunacağının hükmünü soruyorlar. Onlara şöyle de: Onlar hakkında ilk hüküm Allah'ındır. O dilediği gibi hükmeder. Sonra peygamberindir. Onları aranızda, Allah'ın em­rettiği gibi taksim eder. O halde onlar hakkında hüküm Allah'ın ve Rasulünündür. Bu ayet, muhkem ve mücmeldir. Aynı sûrede başka bir ayet, onun mücmelliğini ve sarf yerlerini açıklamıştır: "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız her­hangi bir şeyin mutlaka beşte biri Allah'ın, Rasulünün, hısımların, yetimlerin yoksulların ve yolcunundur" (Enfal, 8/41). Bu ayet, diğerini neshetmiyor. Ganimetlerin beşte biri bu ayette zikrolunanlara, geri kalan beşte dördü de sava­şanlara verilir. Düzenli ve maaşlı orduların kurulduğu günümüzde bu hisseyi devlet alır. İmam bu hakkına dayanarak, savaşa teşvik için, savaşanlardan di­lediklerine bağışta bulunabilir. Nitekim Şeyhayn, Ebu Davud ve Tirmizî'nin Ebu Katade'den tahric ettikleri hadiste Huneyn Savaşı gününde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim savaşta bir kimseyi öldürürse, onun selebi (beraberinde bulunan silah, mal vb.) onundur."

Ganimetler Allah'ın ve Rasulünün olunca, sözlerinizde ve işlerinizde Allah (c.c.)'dan korkun, içinde bulunduğunuz ihtilaf ve çekişme durumundan sakı­nın. Zira bu, Allah'ın gazabını çeker, sizi savaş halinde veya diğer zamanlarda, ayrılığa ve düşmanlığa düşürür.

Aranızdaki halleri düzeltin ki, aranızda İslâmî bağ kuvvetlensin, sevgi, muhabbet ve uyumluluk artsın.

Ganimetler konusunda, bütün emir ve nehiylerinde, hüküm ve kazaların­da Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Bu üç emir (Allah'tan korkma, arayı düzelt­me, Allah'ın ve Rasulünün emirlerine itaat) İslâm toplumunun düzelmesinin sebebidir. Çünkü bunlar, gizli ve açık bütün durumlarda şer"i hükümlere sarılma hissini artırır, birlik ve beraberliği sağlar..

Eğer Allah'ın kelamına inanan, onu tasdik eden ve imanı tam olan kimse­ler iseniz, bu üç emre tabi olun. Çünkü gerçek tasdik, tabi olmayı gerektirir. 


İmanın kemali de şu üç hasleti gerektirir. İttika, ıslah, Allah'a ve Rasulüne ita­at. Allah'a gerçekten inanan, O'na isyan etmekten utanır. İmanı, Rabbine itaata ve kendisiyle başkaları arasındaki ihtilafı ıslaha götürür.

İman, itaati gerektirince Allahu Teâlâ, bu üç hasleti gerçekleştirecek beş hasleti zikretti: "Müminler ancak Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir. Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da, onların imanını artırır. Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler..". 


Bu sıfatları kısaca şöyle açıklayabiliriz:

1- Allah'tan tam korkmak: Onlar, kalbleriyle Allah'ı zikrettikleri, O'nun azamet ve celalini hissettiklerini, vad ve vaidini hatırladıkları zaman, O'ndan korkarlar. Nitekim başka bir ayette de Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele. Onlar ki, Allah zikrolunsa kalbleri titrer" (Hacc, 22/34-35).

2- Kur'an okumakla imanın artması:
Onlar öyle kimselerdir ki, kendileri­ne Kur"an ayetleri okunduğu zaman, imanları, yakinleri, tasdikleri ve amel-i salihe yönelişleri artar; çünkü delillerin çokluğu ve onları hatırlatmak, yakinin artmasına ve inancın kuvvetlenmesine neden olur. O halde gözle, yahut hisle görme, kişinin kanaatini kuvvetlendirir. Nitekim bu, inandığı halde Rabbinden, ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini isteyen, İbrahim (a.s.)'de meydana geldi: "Hani İbrahim: "Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" demiş­ti. "İnanmadın mı yoksa?" dedi. O da: İnandım fakat kalbimin mutmain olması için" demişti" (Bakara, 2/260). Bu, imandaki itminan derecesinin, yalın haldeki imandan daha üstün ve daha kuvvetli olduğuna işaret eder. Şu ayetleri de bu­na örnek olarak gösterebiliriz: "imanlarını katmerli bir iman ile artırmaları için, müminlerin kalbine sükun ve itminan indiren O'dur" (Feth, 48/4); "Bir sû­re indirildiği zaman içlerinden bazıları: "Bu hanginizin imanını artırdı?" der. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını arttırmıştır ve onlar bir­birleriyle müjdeleşirler" (Tevbe, 9/124).

3- Allah'a tevekkül, yani O'na dayanmak, güvenmek, işleri O'na havale et­mek: Onlar öyle kimselerdir ki, sadece Rablerine tevekkül ederler, sadece O'na sığınırlar, O'ndan başkasından ummazlar. Ancak O'na yönelirler, ihtiyaçlarını sadece O'ndan isterler. Tabii bu, sebeplere yapıştıktan sonra olur.. Bir kimse, aklen ve âdeten istenen sebeplere yapışır, sonra işi Allah'a havale eder ve her işin Allah'ın elinde olduğuna kesin olarak inanırsa, o iman ehlindendir. Sebep­leri terketmek, tevekkülün manasını bilmemektir.

4- Namaz kılmak: Onlar öyle kimselerdir ki, namazlarını kılarlar. Yani na­mazlarını, kıyam, rükû, sücud, tilâvet, şer'an belli olan vakitlerinde kalb huşu ile Allah'a yalvararak ve Kur'an'ın kıraatini düşünerek eda ederler.

5- Allah yolunda harcama: Onlar öyle kimselerdir ki, mallarının bir kısmı­nı hayır yollarında harcarlar. Farz olan zekâtlarını, nafile sadakalarını verir­ler. Ailesinin ve çoluk çocuklarının vacip olan nafakalarını sağlarlar, akrabala­ra ve muhtaçlara mendup olan yardımlarını yaparlar. Ümmet yararına ve düş­manla cihad uğrunda harcarlar. Çünkü mal, insanın yanında bir emanet mesa­besindedir.

Bu ameller, bütün hayır çeşitlerini içine alır. Bu yüzden Allahu Teâlâ, on­ları açıkladıktan sonra: "Onlar gerçek müminlerdir" buyurmuştur Yani sadece bu vasıfları taşıyanlar, gerçek anlamıyla müminlerdir. Onların kemallerini ve derecelerinin yüksekliğini açıklamak için, uzaktaki varlıkları göstermek için kullanılan "ülâike" ism-i işaretiyle işaret olunmuştur.

Taberî'nin Haris b. Malik el-Ensarî'den rivayet ettiğine göre, o bir gün Resulullah (s.a.)'a uğramış, Resulullah kendisine: "Nasıl sabahladın ey Harise?" buyurmuş. O da: Gerçek bir mümin olarak sabahladım, demiş.. Resulullah: "Ne söylediğini düşün. Çünkü her şeyin bir hakikati var. İmanının hakikati ne?" buyurmuş. O şu karşılığı vermiş: Nefsim dünyadan vazgeçti, gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Sanki ben, Rabbimin arşını açıkça görüyorum. Adeta cennetlikleri cennette birbirlerini ziyaret ederken görüyorum. Cehen­nemlikleri, cehennemde bağrışıp çağırır vaziyette ağlarken görüyor gibiyim, dedi. Bunun üzerine Resulullah üç kere "Ey Harise! Bildin, devam et!" buyur­du.

İşte müminlerin sıfatları bunlar. Münafıklara gelince: İbni Abbas onlar hakkında şöyle demiştir: Farzları eda ederlerken, onların kalbine Allah'ın zik­rinden hiçbir şey girmez. Allah'ın ayetlerinden hiçbir şeye inanmazlar, tevek­kül etmezler, insanların görmediği zamanlarda namaz kılmazlar, mallarının zekâtını vermezler.

Allahu Teâlâ onların mümin olmadıklarını haber vermiş sonra da mümin­lerin vasıflarını zikretmiştir: "Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı za­man kalbleri titrer.." Sonra Allah, zikrolunan vasıflara sahip müminlerin Allah katındaki mükafatını zikrederek: "Onlar için dereceler vardır" buyurmuştur. Yani, amellerine ve niyetlerine göre, cennetlerde onlar için mevkiler, makamlar ve dereceler vardır. Allahu Teâlâ, başka bir ayette de şöyle buyurur: "Onlara Allah indinde, yüksek dereceler vardır. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücü­dür" (Âl-i İmran, 3/163). Onlar için mağfiret vardır. Yani, Allah onların kötü­lüklerini bağışlar, iyiliklerine mükâfat verir. Onlar için güzel bir rızık vardır: Onlara cennet nimetini hazırlar.

Dahhâk: "Onlar için Rableri katında dereceler vardır" sözünü şöyle açık­lar: "Cennet ehlinin bir kısmı diğerlerinin üzerindedir. Üsttekiler alttakileri görür, alttakiler üsttekileri göremez." Sahihayn'da gelen bir rivayete göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin yüksek derecelerinde olanları, aşa­ğı derecelerde olanlar, sizin gök ufuklarından birinde zor görünen bir yıldızı gördüğünüz gibi -aralarındaki mesafe farkından dolayı- görürler" buyurmuş­tur. Ashab: "Ya Resulullah! O yüksek derecedekiler peygamberler midir? O de­recelere, onlardan başkaları ulaşamazlar mı?" diye sorunca, Resulullah şöyle "buyurdu:
“Canım, kudret elinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, onlar Allah'a iman ve peygamberleri tasdik etmişlerdir."

Ahmed'in ve Sünen sahiplerinin Ebu Said el-Hudriden rivayet ettiği baş­ka bir hadis-i şerifte, Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler, sizin gök ufkunda duran yıldızı gördüğünüz gibi, yüksek derece sahiplerini görür. Şüphesiz Ebu Bekir ve Ömer de onlardandır. Ne mutlu onlara."

Ahirette, müminler de farklı derecededirler. Nitekim şu ayet de buna delil­dir: "Biz o peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık. Allah onlardan bazısı ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir." (Bakara, 2/253). Allah Tealâ muhacirleri de başkalarına üstün kılmıştır. Nitekim şöyle buyurur: "İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad eden­lerin Allah katında dereceleri pek büyüktür" (Tevbe, 9/20).

Dünya derecelerinde de farklılık vardır: "O, sizi yeryüzünün halifeleri ya­pan ve size verdiği şeylerle imtihana çekmek için kiminizi kiminizden dereceler­le üstün kılandır. Şüphesiz Rabbin cezası pek çabuk olandır. Ve şüphesiz O, mağfiret ve rahmet edicidir" (En'âm, 6/165). [4]


[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/181.
[2] İbni Kesîr, 11/284.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/185-187.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/187-190.

7 Nisan 2019 Pazar

A'RAF SÛRESİ 204.-206. ayetlerin tefsiri


Kur'an'ı Dinlemek Ve Zikir Yolu


204-Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki, rahmet olunasınız.

205-Rabbini içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle sabah akşam (her zaman) an ve gafillerden olma.

206- Şüphesiz Rabbinin katındakiler O'na ibadet etmekten asla kibirlenmezler. O'nu teşbih ederler ve yalnız O'na secde ederler.


Açıklaması

Kur'an-ı Kerim okunduğu zaman, ayetlerini anlayıp öğütlerinden ibret al­mak için ona kulak verip susun. Düşünüp öğütlerinden ibret alarak Allah'ın rahmetine ulaşmak için konuşmadan huşu ile ona kulak verin. Bunu ancak, kalbleri iman nuruyla aydınlanan samimi ve ihlaslı kimseler yapar.

Ayet, namaz içinde veya dışında, her durumda Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması gerektiğine işaret eder. Özellikle de farz namazda, imam açıktan okurken.. Nitekim Müslim'in Sahih'inde, Ebu Musa el-Eş'arî'den riva­yet ettiği hadiste Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İmama uyulduğu za­man, o tekbir aldığında tekbir alın, okuduğunda susun" (Bunu Sünen sahipleri de, Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir). Bu görüş Hasen el-Basrî'den rivayet olunur. Fakat cumhur ulema, peygamberin okuyuşunu dinlemenin ve o esnada susmanın, namazda ve hutbede okunurken dinlemenin vacip olduğunu söyler. Çünkü namaz ve hutbe dışında, Kur'an okunurken dinleme ve susmanın vacip oluşu -amelleri terki gerektirdiği için- büyük bir zorluk taşır.

Meclislerde okunan Kur'an'ı dinlememek ve susmamak ise, büyük bir ke­rahetle mekruhtur. Mümine düşen görev, Kur'an okunurken, tıpkı onu okuma­ya hırslı olduğu gibi, dinlemeye de hırslı olmak, okunan yerde edepli olmaktır.

Tertil üzere, teessür ve huşua işaret eden nağme ile, herhangi bir tekellüf ve tasannu söz konusu olmaksızın ve medleri uzatmadan okumak müstehaptır. Buhari ve Müslim'in Ebu Hüreyre'den merfu olarak şu hadisi rivayet ederler: "Allah hiç bir peygambere Kur'an'ı teğanni ile okuması için izin vermedi."

Dinlemenin sevabı, okuma sevabı gibidir. İmam Ahmed, Ebu Hüreyre'den Resulullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kim Allah'ın kitabından bir ayet dinlerse, ona kat kat hasene yazılır. Kim de onu okursa, onun için o, kı­yamet gününde bir nur olur."

Sonra Allahu Teâlâ, günün başında ve sonunda -tıpkı bu iki vakitte ibadeti emrettiği gibi- çokça zikri emreder. Nitekim şu ayet de bunu ifade eder: "Güneşin doğmasından önce ve batışından önce Rabbini hamd ile teşbih et" (Kaf, 50/39).

Ayetin manası şöyledir: Rabbini isimlerini, sıfatlarını zikrederek, şükür ve istiğfarla kendi kendine gizlice zikret: "Haberiniz olsun ki kalbler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur" (Ra'd, 13/28). Dilinle de, orta bir halde, zillet içinde ve yalvararak, korkarak ve sevabını Allah'tan umarak zikret: "Namazında sesini ne pek yükselt, ne de pek kıs. İkisinin ortası bir yol tut" (İsra, 17/110). Hitabın peygambere olduğu söylendiği gibi, Kur'an'ı dinleyene olduğu da söylenmiştir. Evla olan ise genel olmasıdır.

Dille yapılan zikre, kalbin de katılması ve manalarını düşünmesi gerekir. Sadece dille yapılan zikrin hiçbir faydası yoktur. Ona sevap da verilmez. Zikri kalble ve dille yapmalı, zikir istekle ve korku ile olmalıdır.

Zikir için en uygun vakitler; sabah ve akşam vakitleridir: Çünkü günün bu iki vakit dışında kalan kısmı, çalışmak ve geçim sağlamak içindir. Bu iki vakit ise, sükûn ve huzur vaktidir.

Buharî ve Müslim'de Ebu Musa el-Eş'ari'nin şöyle dediği naklolunur: İn­sanlar, bazı zamanlarda dua ederken seslerini yükselttiler. Bunun üzerine, Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Canınıza acıyın, sesinizi yükselt­meyin! Şüphesiz siz, ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz! Dua ettiği­niz, muhakkak ki sizinle beraberdir. Hem O, sesinizi çok iyi işitir; O, size çok yakındır."

"Gafillerden olma" ayeti zikir emrini pekiştirmekte ve Allah'ı zikirde gafleti nehyetmektedir. Kalbi Allahla sürekli ilgili tutmak, kalbin Allah'a itaati ve insan ondan gaflet ettiği zaman, kudret ve azametinden korku içinde olması gerekir.

Sonra Allahu Teâlâ, daha önce geçen emir ve nehyini zikre teşviği pekişti­rerek: "Şüphesiz Rabbinin katında olanlar ibadet etmekten asla kibirlenmezler ve onu teşbih ederler" buyurdu. Yani, Allah'a yakın olan melekler, Allah'a iba­det etmekten kibirlenmezler, onun azamet ve kibriyasına lâyık olmayan her şeyden onu tenzih ederler, sadece ona dua ve secde ederler, ona hiçbir şeyi or­tak koşmazlar.

Bu, çoğu itaat ve ibadetlerinde kendilerine uyulması için, meleklerin du­rumlarını hatırlatmadır. Bunun için bize, burada ve diğer tilavet secdelerinde secde etmek meşru kılındı. Bu, Kur'an'daki ilk secdedir. Onu okuyana, dinleye­ne secde etmek icma ile sabittir. İbni Mace, Ebu'd-Derda vasıtasıyla Hz. Peygamber'in sas, bunu Kur'an'ın secdeleri içinde saydığını rivayet eder.

Ayet, gizli zikrin daha faziletli olduğunu ifade eder. Ahmet ve İbni Hıbbân, Sa'd vasıtasıyla Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Zikrin hayırlısı, gizli olanıdır." [111]

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/176-177.

6 Nisan 2019 Cumartesi

A'RAF SÛRESİ 199.-202. ayetlerin tefsiri


Toplumsal Ahlakın Esasları, Şeytana Karşı Koyma

199- Sen kolaylığı tut. İyiliği emret. Ca­hillerden de yüz çevir.

200- Eğer sana şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah'a sığın (O'nu ha­tırla). Şüphesiz O, hakkıyla işiticidir, tam bilicidir.

201- Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşü­nürler. Hemen (gerçeği) görürler.

202- Kardeşlerine gelince, onları sapık­lığa sürükler, sonra da (müttakilerin düşündüğü gibi düşünerek) vazgeç­mezler.


Açıklaması

Birinci ayet üç fazilet esasını içine alır:


1- Af yolunu tutma:
İnsanların davranışlarında ve işlerinde, onlara zor ge­leni teklif etmeden kolayı benimseme, hoşgörülü davranma, zorluk değil, kolaylık gösterme. Nitekim Ahmed, Şeyhayn, Nesai'nin Enes b. Malik vasıtasıyla, Hz. Peygamber (s.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." Affın içine, akrabadan ilgisini kesenlerle ilgilenmek, günah işleyenleri affetmek, müminle­re iyi davranmak gibi, Allah'a itaatkâr kimselerin davranışları da girer.

Böylece insanlardan hoşgörü ve kolaylık isteniyor. Malî konularda şidde­tin bırakılması, insanlara davranışta iyi ve güzel davranılması, kabalık ve sertliğin terkedilmesi arzu olunuyor. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı" (Âl-i İm­ran, 3/159). Hak dine, yumuşaklıkla ve nezaketle davet etmek de, bu kısma da­hildir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlarla mücadeleni en güzel (yol) hangisi ise onunla yap" (Nahl, 18/125).

Kısacası aftan amaç, sözde ve işte insanlara kolaylık, hoşgörü yolunu tut­mak, zorluk ve meşakkati gidermektir. Tirmizî ve Malik'in tahricine göre, Hz. Peygamber (s.a.) iki şey arasında muhayyer bırakıldığı zaman -günah olmadık­ça- onlardan en kolayını tercih ederdi.

2- İyilikle emir: "Örf," şeriatın emrettiği, insanların hayırlı gördüğü, akıllı kimselerin beğendiği şeydir. Maruf, itaat, iyilik ve insanlara ihsanı içine alan bir isimdir. Bunda hoşgörü ve kolaylık caiz değildir. İnsanlar arasında muame­lat ve adetlerde bilinen şey geçerlidir. Kur"an'da maruf, ancak önemli konular­da geçer. Nitekim Cenab-ı Hak, İslâm ümmetinden bahsederken şöyle buyurur: "Sizden hayra davet eden, iyiliği emreden kötülükten alıkoyan bir topluluk bu­lunsun" (Âl-i İmran, 3/104).

Eşler arasındaki hakları açıklarken, Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Erkekle­rin kadınlar üzerinde bulunan hakları gibi kadınların da erkekleri üzerinde hakları vardır" (Bakara, 2/228). Evlilik bağının korunmasını isterken marufu emreder: "Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salmaktır" (Bakara, 2/229). Başka bir ayette de şöyle buyurur: "Hem kadınları boşadığınızda iddetlerini bitirdiler mi artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın" (Bakara, 2/231).

3- Cahillerden yüz çevirmek:
Cahillere ve düşük kimselere, fiillerinin aynısıyla karşılıkta bulunmamak, onlarla birlikte olmayı terketmek, kendini onlar­dan korumak, onlarla tartışmamak, onlara karşı yumuşak davranmak, kötü huylarına sabretmek, seni üzen şeylerine göz yummak. Ahmak bir cahilin insa­nı üzebilecek bir şey konuştuğunda yüz çevirmek. Afla karşılık vermek. Cenab-ı Hak müminlerin vasıflarını anlatırken şöyle buyurur: "Onlar, bolluk ve dar­lıkta infak edenler, öfkelerini yutanlar ve insanları affedenlerdir" (Âl-i İmran, 3/134). Affın fazileti hakkında da Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Bağışlamanız ise, takvaya daha yakındır" (Bakara, 2/237).

Bu üç prensip, insanın başkalarıyla olan ilişkileriyle ilgili şeylerde fazilet ve güzel ahlâkın temelleridir. İkrime şöyle demiştir: Bu ayet nazil olunca, Peygamber Efendimiz sas: "Ey Cibril, bu nedir?" dedi. Cibril as: "Rabbin, seninle ilişkisi­ni kesene ilgi göstermeni, sana vermeyene vermeni, sana zulmedeni affetmeni söylüyor" dedi. Taberî ve başkaları, Cabir'den bunun benzerini rivayet derler.

Cafer es-Sadık (r.a) şöyle demiştir: "Allahu Teâlâ, Peygamber (s.a.)'e güzel ahlâkı emretti. Kur'an'da, güzel ahlâkı özetleyen en güzel ayet budur. Abdullah b. Zübeyr şöyle demiştir: "Vallahi, Allah bu ayeti insanların ahlâkı hakkında indirdi." Tirmizî'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Resulullah'ın sas şöyle dediği riva­yet olunmuştur: "Mizanda en ağır gelecek şey, güzel ahlâktır."

Kötülüklerinden korunmak için cahillerden, bozgunculuk ve şerlerinden kurtulmak için şeytanlardan yüz çevrilmesi emrolundu. Cenab-ı Hak: "Şeytan­dan bir vesvese gelirse" buyurmuştur. Yani şeytan sana vesvese vermek için yaklaşır, kalbine emrolunduğun şeyin aksini sokarsa, seni cahilden yüz çevir­mekten engelleyen ve seni onu cezalandırmaya iten bir durum gelirse, hemen Allah'a sığın. Bu halden kurtulmak için Allah'a iltica et, kalbinde ve dilinde Al­lah'ı an. Şeytanın vesvesesini senden gidersin. Allah, cahillerin cahilliklerin­den dolayı söylediklerini, şeytanın dürtüsünden Allah'a sığınmalarını ve diğer mahlukatının sözlerini işitir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. O, her şeyi bilendir.

Şu ayette, Kur'an okurken istiaze istenmektedir: "Kur'an'ı okuduğun za­man o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın" (Nahl, 16/98-99).

"Eğer şeytandan bir vesvese gelirse" gibi ayetlerde hitap, başta Resulullah (s.a.) olmak üzere bütün mükellefleredir. Çünkü şeytan, bütün insanların kalbine vesvese atar. Nitekim Müslim, Aişe ve İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Hepinizin cinnilerden bir arkadaşı vardır. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti de, o müslüman oldu."

Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın vesveselerinden kurtulma yolunu açıklaya­rak şöyle buyurdu: "Sakınan kimseler, şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler." Doğruyu görürler, hak ve iyilik yolunu bilirler. Şeytanın onla­ra verdiği vesveseyi giderirler, şeytana tabi olmazlar. Basiretli, bilgili ve akıllı davranırlar. Bulundukları halden uyanıp doğru yolu bulurlar. Şeytandan Al­lah'a sığınma, bir korunma işidir. Şüphesiz korunma ilaçtan daha hayırlıdır. İnsan, bir masiyete düştüğü zaman, tevbe ederek günahını affetmesi için Al­lah'a döner.

İnsanda, hayra ve şerre karşı bir özlem vardır. Mücahedesi, nefsinin hevasına, şeytanın vesvesesine üstünlük sağlaması oranında Allah tarafından ödüllendirilir. Tirmizî, Nesaî ve İbni Hibban'ın İbni Mesud'dan rivayet ettiği hadis­te Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan da, melek de, insanda konaklar. Şeytanın konaklaması insanı şerre ve hakkı yalanlamaya itmek, mele­ğin konaklaması ise, hayra ve hakkı tasdike yöneltmektir. Kim bu ikinci hali hissederse, bilsin ki o Allah'tandır. Bundan dolayı Allah'a hamdetsin. Birinci durumu hisseden kimse ise, hemen şeytandan Allah'a sığınsın. Sonra Resulul­lah şu ayeti okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size kötü şeyi emreder."

Sonra Allahu Teâlâ, şeytanın bozguncu cahiller üzerindeki etkisinin sınırı­nı zikrederek: "Onların kardeşleri" buyuruyor. Yani şeytanın kardeşleri, muttaki değillerdir. Şeytan, onları saptırır, onlara yardımcı olur, destekte bulunur. Onları saptırmaktan, fesada maruz bırakmaktan geri durmazlar. Onların şer ve fesatta ısrar etmelerini sağlarlar. Çünkü onlar, şeytan kendilerine vesvese verdiği zaman Allah'ı anmazlar. Onun vesveselerinden -ya imansızlıklarından ya da kalblerinde takva olmadığı için- Allah'a sığınmazlar. [109]


[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/167-170.

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

5 Nisan 2019 Cuma

Bedeni Bir Defa Yıkıyarak Gusül Abdesti Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

5. Bedeni Bir Defa Yıkıyarak Gusül Abdesti Almak

257- İbn Abbas'tan Meymûne validemizin şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasulullahın 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti alması için su hazırladım. İki veya üç kere ellerini yıkadı. Sonra sol eline su döküp avret mahallini yıkadı. Sonra elini yere sürdü. Daha sonra ağzını çalkalayıp burnuna su verdi. Yüzünü ve ellerini yıkadı. Sonra vü­cuduna su döktü. Nihayet bulunduğu yerden uzaklaştı ve ayaklarını yıkadı."

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

4 Nisan 2019 Perşembe

Gusülden Önce Abdest Almak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
5. BÖLÜM GUSÜL

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın. Has­ta, yahut yolculuk halinde bulunursanız, yahut biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin, yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meshedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nime­tini tamamlamak ister, umulur ki, şükredersiniz."[el-Maide 5/6] "Ey iman edenler! Sarhoş iken - ne söylediğinizi bilinceye kadar - ve cünüp iken de - yolcu olmanız müs­tesna gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya yolcu­lukta iseniz yahut sizden biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlara dokunup da (bu durumlarda) su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyem­müm edin: Yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağış­layıcıdır."[en-Nisa 4/43]

Gusül, yıkanmanın adıdır. Hatta tam olarak suyun abdest organları üzerine dökülmesi anlamına gelir.

Gusül abdesti alırken, vücudun ovulmasının farz olup olmadığı hakkında âlimler arasında görüş farkları vardır. Ancak İlim adamlarının çoğunluğuna göre ovmak farz değildir. İmam Malik ve el-Müzenî'nin ovmanın farz olduğu kanaa­tinde oldukları anlatılmaktadır.

Kirmanı şöyle demiştir: "İmam Buhârî 'Eğer cünüp iseniz, boy abdesti alın' ayetini burada zikretmekle, cünüp olan kimsenin gusül abdesti alması gerektiğinin Kur'an'ı Kerim'e dayandığını açıklamak istemiştir. Bâbda zikredilen Nisa süresindeki ayet İse, cünüp birinin namaz kılabilmesinin ve camiye girebilmesi­nin gusül abdesti almasına bağlı olduğunu gösterir. Gusül abdesti, bütün bedeni yıkamakla alınır. Ancak ibadet olan yıkanma İle sıradan yıkanmayı birbirinden ayıran bir niyetin bulunması şarttır."

1. Gusülden Önce Abdest Almak

248- Rasûiullah'ın 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi Hz. Âişe'den radıyallahu anha şöyle nakledilmiştir: "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüplükten dolayı gusül abdesti aldığı zaman önce ellerini yıkardı. Sonra namaz için abdest alır gibi, abdest alırdı. Sonra parmaklarını suya batırıp, onlarla saç diplerine suyun gitmesini sağlardı. Daha sonra başına üç avuç su dökerdi. En sonunda ise, bütün bedenine su tutardı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:262,272]

Açıklama

(Gusülden Önce Abdest Almak) ifadesiyle İmam Buhari, gusülden önce ab­dest almanın müstehab olduğunu ifade etmiştir. İmam Şafiî el-Ümm'de şöyle demiştir: "Allah Teâlâ gusül abdestini tek başına farz kılmıştır. Bu konuda, gusle başlamadan önce yapılması gereken herhangi bir şeyden bahsetmemiştir. O halde, bir kimse bütün bedenini yıkamak suretiyle gusül abdesti alırsa, bu yeter­lidir. Guslün nasıl alınacağı konusunda, Hz. Âişe'nin 
radıyallahu anha anlattıkları tercih edilir.

Gusül abdesti aldığı zaman ifadesi, gusül abdesti almaya başladığı zaman anlamına gelir. Hadiste geçen (cenabetten dolayı) ifadesindeki, harf-i cerri ise, yıkanmanın sebebini anlatır.

Önce ellerini yıkardı. Gusül abdestine başlamadan önce ellerin yıkanması birkaç nedenden dolayı olabilir: Belki ele bulaşan ve pis kabul edilen şeyleri temizlemek gayesiyle yıkanmış olabilir. Ya da uykudan uyanınca, tabii olarak ellerin yıkanması gerektiğinden dolayı yıkamıştır. Bu durumda gusülden önce abdestin olmadığı görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ayrıca gusülden önce abdest almanın başlı başına müstakil bir sünnet olma ihtimali vardır. Buna göre gusül abdesti alınca, abdestten sonra bedenin tamamının yıkanması gerekir. Ancak abdest alırken yıkanan organların, gusül sırasında tekrar yıkanmama ihtimali de söz konusudur. Buna göre yıkanan ilk organla birlikte cünüplükten temizlenmek için alınan gusül abdestine niyet etmek gerekir. Abdest organlarının ilk önce yıkanması, onlara verilen Önemden kaynaklanmaktadır. Ayrıca küçük ve büyük tahareti birlikte gerçekleştirme amacı da söz konusudur. Nitekim Şafiiler'den el-Muhtasar adlı eserin şârihi Dâvûdî bu görüştedir. O bu konuda şunları söylemiş­tir: "Gusleden ilk önce sırasına göre, abdest organlarını yıkar. Ancak bunu yaparken, cünüplükten temizlenmek İçin alınan gusül abdestine niyet eder." İbn Battal ise, gusül abdesti alan birinin ayrıca abdest alması gerekmediği konu­sunda İcma olduğunu nakletmiştir. Ancak bu kabul görmemiştir. Çünkü arala­rında Ebu Sevr, Davud ve daha başkalarının da bulunduğu bir grup âlime göre gusül abdesti, hadesten kurtulmak için alınan abdest yerine geçmez.

(Onlarla) Yani suya batırdığı parmaklarıyla. (Saç diplerini hilallerdi.) Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdesti alırken parmaklarıyla başının sağ tarafını ovar ve saç diplerine ininceye kadar buna devam ederdi. Daha sonra aynı şekilde başının sol tarafını parmaklarıyla ovardı.

Kadı İyâz şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu uygulama­sına dayanarak, bazıları gusül abdesti alırken vücuttaki diğer kılların da diplerine su gitsin diye ovulması gerekir kanaatindedir."

Parmaklarla saçı ovma suyun, bütün saçları ıslatmasını ve deriye ulaşmasını sağlar. Suyun başın derisine kadar ulaşmasının ovmakla sağlanması, saçların ta­mamının ıslanmasına ve derinin yavaş yavaş suya alışmasına vesile olur. Böy­lece birden su dökünce, meydana gelecek yanma ve üşümelerin önüne geçilmiş olur. Suyun, saç diplerine ulaşmasına mani olacak şekilde keçeleşmiş saçlar hariç, âlimlerin ittifakıyla hilalleme/parmaklarla saçı ovma farz değildir.

(Üç avuç) Hadiste geçen kelimesinin çoğuludur. Bu ifadeden, gusül abdesti alırken, yapılması gereken fiilleri, üç defa yapmanın müstehap olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Nevevî şöyle der: "Bu konuda, Mâverdî hariç diğer âlimler arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira sadece Mâverdî, gusülde organları birkaç kez yıkamanın müstehap olmadığı kanaatindedir."

(Sonra suyu bütün vücuduna dökerdi.) Gusül abdesti alırken vücudun ovulmasını şart görmeyenler hadisin bu kısmını delil olarak kullanmışlardır. Ni­tekim bu durum gayet açıktır.

Kadı İyâd, gusülden önce alınan abdest, yıkanması gereken azaların birden fazla yıkanmasının gerekliliğiyle ilgili olarak her hangi bir rivayetin olmadığını söylemiştir. Halbuki bu konuda, Nesâi ve Beyhakî'nin Ebu Seleme kanalıyla Hz. Âişe'den naklettikleri ve sahih bir senetle bize ulaşan bir hadis vardır. Hz. Âişe Peygamber Efendimiz'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem nasıl gusül abdesti aldığını tarif ederken şöyle de­miştir: Sonra üç defa ağzını çalkaladı, yine üç defa burnuna su verdi, yüzünü ve ellerini de üç kez yıkadı. Daha sonra başından aşağı üç kere su döktü."

{Bütün bedenine) İfadedeki lafzı ile yapılan pekiştirme Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hadiste geçen hususları yaptıktan sonra bütün bedenini yıkadığını gösterir. Bu da, yukarıda ilk ihtimal olarak belirttiğimiz, gusül abdestinden önce abdest almanın başlı başına bir sünnet olduğu görüşünü destekler. Buna göre, gusül abdesti alan, eğer abdesti yok ise abdeste niyet eder. Yoksa alacağı abdest, guslün bir sünneti olur. Bu hadis, gusül abdesti alırken vücudun geri kalan kısmını yıkamadan önce tam olarak abdest almanın müstehap olduğu görüşüne delil kabul edilmiştir. Buna göre ayakların yıkanması, guslün sonuna bırakılmaz. Bu husus, hadisin namaz için abdest alır gibi kısmında gayet açık olarak görülmektedir.

249- Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem eşi Meymûne validemizden şöyle nakledilmiştir: "Rasûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem namaz için abdest alır gibi abdest aldı. Ama ayaklarını yıkamadı. Avret mahallini ve bu bölgede kalmış olabilen meni kalıntılarını yıkadı. Sonra üzerine su döktü. Daha sonra gusül abdesti aldığı yerden biraz kenara çekilerek ayaklarını yıkadı. İşte Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem cünüplükten dolayı bu şekilde gusül abdesti alırdı. [Hadisin geçtiği diğer yerler:257,259,260,265,266,274,276,271]

Açıklama

(Namaz için abdest alır gibi abdest aldı Ama ayaklarını yıkamadı) Bu ifade açık bir şekilde gusül abdesti alırken ayakların sona bırakılacağını göstermek­tedir. Bu da yukarıda Hz. Âişe'den nakledilen hadisten ilk etapta anlaşılan manaya aykırı düşer. Ancak bu iki rivayet arasını şu şekilde bulabiliriz: Hz. Âişe'den nakledilen rivayet mecaz olarak değerlendirilebilir. Nitekim yukarıda bundan söz edildi.

Rivayetlerde beliren iki farklı durumdan dolayı ilim adamları arasında görüş farklılıkları olmuştur, şöyle ki: Çoğunluğa göre gusül abdesti alırken ayakların sonra yıkanması müstehaptır. İmam Malik İse meseleye ayrıntılı biçimde yak­laşmıştır. Ona göre abdest alınan yer temiz değilse, ayakların sonra, eğer temiz ise önce yıkanması müstehaptır. Şafiî ekolünde önce mi, yoksa sonra mı yıka­manın daha uygun ve makbul olduğu konusunda İki görüş vardır. Bu hususta İmam Nevevî şöyle demiştir: "En güvenilir, yaygın ve tercih edilen görüşe göre, abdestin tamamlanması gerekir. Zira Hz. Âişe ve Meymûne'den nakledilen riva­yetlerin çoğu bu doğrultudadır." Ayrıca onun şu görüşü nakledilir: "Hz. Âişe ve Meymûne'den nakledilen rivayetlerde bu konuya açıklık getiren her hangi bir bilgi yoktur. Bu husustaki rivayetler 'Namaz için abdest alır gibi abdest aldı' ifa­desinde olduğu gibi ya meseleye muhtemelen delalet etmekte veya biraz Önce geçen Ebu Muâviye hadisinde olduğu gibi ayakların sona bırakıldığına zahiren delalet etmektedir." Bu konuda Kurtubî ise şunları kaydeder: "Ayakların yıkan­masının sona bırakılmasındaki hikmet, gusül abdestine abdest organlarıyla baş­layıp abdest organlarıyla bitirme düşüncesidir."

(Avret mahallini yıkadı.) Hadiste takdim ve tehir vardır. Çünkü avret ma­halli, abdesten önce yıkanır. 

(İşte bu şekilde gusül abdesti alırdı) Hadiste geçen bu şekilde ifadesi ile, söz konusu fiillere işaret edilmiştir. Ya da, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem gusül abdestinin tasviri kasdedilmiş olabilir.

İmam Buhârî, Hz. Meymûne validemizden nakledilen bu hadisi, abdeste ara verilebileceğine ve avucuyla (veya maşrabayla) su alan birinin sağ eli İle sol eline su dökmesinin müstehap olduğuna delil getirmiştir. Ayrıca önceki hadiste geçen "ağzını çalkaladı ve burnuna su verdi" ifadesinden hareketle, gusül abdesti alan kimsenin ağzını çalkalayıp burnuna su vermesinin dinî bir temeli olduğu sonucuna varmıştır. Hanefîler söz konusu İfadeye dayanarak, ağza-burna su vermenin farz olduğu görüşüne varmışlardır. "Mücerred amel, ancak bir şeyin farz olması kendisine bağlı olan mücmel bir ifadeyi açıklarsa farza delalet eder. Burada ise böyle bir durum söz konusu değildir.[Ancak bu itiraz yerinde değildir.Doğrusu ağza burna su vermenin farz olduğudur. Ayrıca bu da yukarıda zikredilen kurala uygundur. Çünkü 
Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem guslü, ayeti kerimede yer alan 'cünüp olduysanız, boy abdesti alın' mücmel ifadeyi açıklamaktadır.] gerekçesi ile onlara İtiraz edilmiştir. Bu itiraz İbn Dakîk el-îd'den gelmiştir. İmam Buhârî, yukarıda işaret edilen hadisin, "elini yere veya duvara sürdü" ifadesine dayanarak gusül abdesti alınırken eli, duvardaki veya yerdeki toprağa sürmenin müstehap olduğu sonu­cuna ulaşmıştır. İbn Dakîk el-Id şöyle demiştir: "Bu hadise göre, necaseti gidermek ve gusül abdesti almak için bir kez yıkama ile yetinilebileceği anlaşılır. Zaten asıl olan bir şeyin tekrarlanmamasıdır. Birden fazla yıkama hususunda ise, farklı yorum ve yaklaşımlar vardır." İmam Nevevî ve daha başkalarına göre bir kez yıkamak yeterlidir. Ancak bu hadiste, söz konusu yıkamanın necaseti gidermek için olduğu belirtilmemiştir. Aksine temizlik endişesinden de kaynaklanabilir. Bu durumda bir defa ile yetinilemez.

Elin yere sürülmesi ise, hassasiyetten ileri gelir. Bununla, Buhârî'nin de ifa­de ettiği gibi, ellerin daha da temiz olması hedeflenmiştir.

Bu; hadisi, meninin veya avret mahallindeki ıslaklığın necis olduğuna delil getirenlerin iddia ve görüşlerinde haklı olduklarını göstermez. Çünkü gusül ab­desti, sadece necaseti gidermek için alınmaz. Ayrıca bu bâbda zikredilen hadiste yer alan "rahatsızlık veren kalıntıları" ifadesi, meninin necis olduğunu gösterme hususunda yeterli değildir.

Bu Hadisten Çıkarılan Sonuçlar

1- Gusül abdesti alırken farz olan, yıkanması gereken yerlerin bir kez yıka­ması

2- Gusül abdesti alırken normal abdest alıp daha sonra vücudunun geri ka­lan kısmını yıkayanların, abdesti bozan bir durumun gerçekleşmesi hariç dinen abdest alması gerekmez.

3- Güsül abdesti aldıktan sonra ellerdeki sular silkelenir.

4- Aynı şekilde, abdest aldıktan sonra da ellerde kalan su silkelenir.

5- Bîr insanın evinde bile olsa, gusül abdesti alırken avret mahallini kapat­ması müstehaptır.

Bu hadiste bazı faydalı bilgiler tespit edilmiştir. Bunları da, şu şekilde sıra­lamak mümkündür:

1- Gusül ve abdest suyunu hazırlamada başkasından yardım istenebilir. Çünkü Hafs ve diğerlerinin rivayetine göre
Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem  eşi "Rasûlullah için gusül abdesti suyu koydum" demiştir.

2- Yine bu ifadeden eşlerin kocalarına hizmet etmesi sonucuna varılır.

3- Sol el ile avret mahallini yıkamak için sağ el ile sol ele su dökülür.

4- Suyu avucuyla almak İsteyenler, avret mahallerinden önce, ellerini yıkamalıdır. Bu şekilde, kirli olma ihtimali bulunan ellerini suya batırmaktan koru­nurlar. Eğer su ibrik gibi bir kapta ise, bu durumda daha uygun olan önce avret mahallinin yıkanmasıdır. Bu sayede, abdest alırken araya fasıla girmesine engel olunur.

Bu hadisin hiçbir rivayetinde, gusülden önce alınacak abdestte, açıkça başın meshedilmesini gösteren herhangi bir ifade yoktur. Malikiler, "gusül sırasında alınan abdestte baş meshedilmez, bunun yerine yıkamakla yetinilir" derken buna dayanmışlardır.

Bazıları Ebu Hamza ve başkalarının rivayetine göre, hadiste yer alan Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  eşinin "Ona havlu uzattım, fakat almadı" ifadesine dayanarak, gusülden sonra kurulanmanın mekruh olduğu sonucuna varmıştır. Ancak hadis, bu görüş ve iddiaya delil olmaz. Çünkü bu hususta birkaç ihtimal söz konusu olabilir. Mesela mekruh olduğu için değil de, başka bir nedenden dolayı havluyu almamış olabilir. Belki de uzatılan havluyla ilgili bir engel olmuş olabilir. Ya da, Hz. Peygamber acelesi olduğu için kurulanmak istememiştir. Yahut başka bir neden de söz konusu olabilir.

Mühelleb şöyle demiştir: "Muhtemelen Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  suyun bereketi kalsın diye, kendisine uzatılan havluyu reddetmiş olabilir. Tevazudan dolayı veya havlunun kirli olduğunu, belki de ipekten yapıldığını fark ettiği için kurulanmamış olması da muhtemeldir.."

Bu hadisin Ahmed b. Hanbel ve İsmâilî rivayetinde Ebu Avâne kanalıyla A'meş'ten şöyle nakledilmiştir: "Kurulanma meselesini İbrahim en-Nehâî'ye sor­dum. O da, 'Bunda bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem , bunun adet olmasından endişe ettiği için kendisine uzatılan havluyu reddetmiştir.' şeklinde cevap verdi."

Bu rivayetin açıklanması konusunda et-Teymî şöyle demiştir: "Bu hadis, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem , kurulandığını gösterir. Eğer kurulanmasaydı eşi, ona havlu getirmezdi." İbn Dakîk el-Id de şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem eliyle suyu silkmesi, kurulanmanın mekruh olmadığını gösterir. Çünkü her ikisi de, suyu gidermeye yönelik bir faaliyettir." Nevevî ise şöyle de­miştir: "Bu konuda bizim mezhebimizde beş görüş vardır. Bunların en meşhu­runa göre, kurulanmayı terk etmek müstehaptır. Ancak kurulanmanın mekruh, mubah, müstehap ve yazın mekruh, kışın müstehap olduğuna dair görüşler de vardır." Ayrıca Nevevî bu hadisi, hükmî necasetten temizlenen kimsenin organ­larından dökülen suyun temiz olduğuna delil kabul etmiştir. Bu görüşüyle, bu konuda aşırı gidip söz konusu suyun necasetine hükmeden Hanefilere muhalefet etmektedir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

3 Nisan 2019 Çarşamba

A'RAF SÛRESİ 194.-198. ayetlerin tefsiri


Kendilerine Tapılan Putların Hakikati

194- Allah'ı bırakıp taptıklarınız da si­zin gibi kullardır. Eğer doğrucu iseniz, haydi onları çağırın da size icabet et­sinler.

195- Onların yürüyecekleri ayakları mı, yoksa tutacakları elleri mi, yahut görecekleri gözleri mi, yoksa işitecek­leri kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın, sonra bana tuzağı kurun da bana mühlet bile vermeyin.

196- Benim velim o kitabı indiren Al­lah'tır. Ve o salihleri veli edinir.

197- Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise, ne size, ne de kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez.

198- Eğer sen onları hidayete davet edersen duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar görmezler.

Açıklaması

Şüphesiz o kendilerine taptığınız, ilâh edindiğiniz, zararı uzaklaştırması veya fayda sağlaması için ibadet ettiğiniz o putlar, kendilerine tapanlar gibi kuldurlar. Onlar gibi, Allah'ın mahlukudurlar. O'nun irade ve kudretine boyun eğerler. Hatta insanlar, onlardan daha mükemmeldirler. Çünkü insanlar duyar, görür ve tutar, yakalarlar. Onlar ise, bunlardan hiçbirini yapamazlar. Du­rum böyle olunca, kendisi gibi bir mahluk olan, hatta kendisi daha mükemmel olan insan, putları nasıl mukaddes bilir, onlara tapar? İbadete lâyık olan, bü­tün kâinatın kendisine boyun eğdiği, bütün sebeplerin kendisine itaat ettiği yaratıcı Rab'dir. O halde sen, Allah'ın ilim ve marifetle mümtaz kıldığı, inancı­nı hak ve nurla süslediği insanlığa peygamberliği bırakır da, Allah diye zarar ve fayda vermeyen bir taşa nasıl taparsın?

Eğer onları ilâh yapmakta, ibadete lâyık olduklarında, onlardan fayda ve­ya zarar ummakta samimi iseniz onlara dua edin ve onlardan herhangi bir ta­lepte bulunun da, onlar sizin duanıza -kendiliklerinden veya Allah katında aracı olarak- icabet etsinler. Burada duanın manası: Onlara menfaat sağla­mak, onlardan zararları gidermektir."İcabet etsinler" ifadesinin Arapça karşılı­ğında "lâm" harfi, emir manasındadır. Mana şöyle olur: Her akıllı, onların du­aya icabet edemeyeceklerini anlayınca, onların ibadete lâyık olmadıkları da or­taya çıkar.

"Sizin gibi kullardır" sözü, onlarla alaydır. Onlar canlı, akıllı olsalar bile, sizin gibi kuldurlar, aranızda hiçbir fark yoktur.

Putların kul oldukları söylendi ve cansız, akılsız varlıklar oldukları halde, müşriklerin zarar ve fayda veren varlıklar oldukları konusundaki inançlarına uygun olarak, akıllı varlıklar için kullanılan zamirlerle işaret olundular.

Sonra Kur'an, onlara cevapta acele etmiş, onlar gibi kullar oldukları görü­şünü iptal etmiş, onlar gibi olmadıkları, belki onlardan daha aşağı derecede olduklarını söylemiş, el, ayak, göz, kulak gibi dört uzuv zikrederek, bunların put­larda olmadıklarını zikretmiştir.

Putların, kendileriyle fayda sağlamaya yahut zararı giderecekleri ayakla­rı, istediğiniz iyiliği yahut şerrinden korktuğunuz şeyi tutacak elleri, hallerini­zi görecek gözleri, dualarınızı, sözlerinizi duyacak, isteklerinizi anlayacak ku­lakları yoktur: O halde onlar, sizin gibi değildir; bir şey yapmada, bir takım sıfat ve kuvvetlerde sizden daha aşağı durumdadırlar. Bu gibi organlara sahip olmayanlar ibadete lâyık olamazlar. Çünkü insan, bu putlardan çoğu konuda daha üstündürler. Hatta insanla bu putların meziyetleri arasında karşılaştır­ma yapmak doğru değildir. Çünkü onlar, ya sağır bir taş, ya işaret etmez bir çamur, ya bir hurma veya Hanife oğullarının putu gibi bir tatlıdır.

Şiir: "Hanife Rabbini yedi, sıkıntı ve açlık yılında.."

Bütün bunlara rağmen Peygamber (s.a.) onlara meydan okumakla ve on­ları fiili uygulamaya çağırmakla emrolunarak şöyle dendi: Ey Muhammed! Bu putperestlere şöyle de: Allah'tan başka, ortak koştuğunuz varlıkları ve ilâhları­nızı çağırın! Bana karşı onlardan yardım isteyin. Bana tuzak hazırlamak için birbirinizle yardımlasın. Beni bir an bile geri bırakmayın, bütün gayretinizi sarfedin. Yapabiliyorsanız bana zarar verin. Siz ve ortaklarınız bir an bile bana vakit tanımayın. Size aldırış etmem. Bunu ancak Allah'ın koruyacağına inanan söyleyebilirdi. Onlar, onu ilâhlarından korkutmuşlardı.

Bu, onların tehditlerini ve: "Biz, ilâhlarımızın sana kötülük etmesinden korkuyoruz" sözlerini reddir.

Sonra Hz. Peygamber, Mekke'de çok az sayıda yardımcıları olmasına rağ­men, Allah'a son derecede güvendi ve bu mabudları tahkir etti. Allah'ın vahyi ile: "Benim velim Allah'tır" dedi. Yani, Allah bana yeter, size karşı benim yar­dımcım O'dur. Dünyada ve ahirette işimi üstlenen O'dur. O'na dayanır, O'na sığınırım. Tevhide çağıran, şirki reddeden Kur"an'ı bana indiren, peygamberlikle be­ni aziz kılan O'dur. Benden sonra her iyi kimseyi -Hurafe ve bidatlarından uzak bir inanca sahip olan ve iyi amel işleyen kimseyi- de, üstlenecek O'dur. İyi kulla­rına ve peygamberlerine yardım etmek, onları rezil rüsvay etmemek Allahu Te-âlâ'nın adetidir. Müşriğin dostu ise şeytandır: "Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise tağuttur. O da on­ları nurdan karanlıklara çıkarır" (Bakara, 2/257). Bu ayetin daha önceki ayet­lerle bağlantısı şudur: Cenab-ı Hak, bundan önceki ayetlerde, putların fayda ve zarar vermeye güçlerinin olmadığını açıkladı. Bu ayette de, her akıllı kimse için Allah'a ibadet etmek gerektiği, çünkü din ve dünya menfaatlarını -birincisi Kur'an indirmekle, ikincisi iyi şeyleri vermekle- O'nun üstlendiği açıklanıyor.

Sonra Allahu Teâlâ, putların, yardımı gerçekleştirmekte hüsrana uğradık­larını açıklıyor: "Sizin O'ndan başka taptıklarınızın ise ne size, ne de kendileri­ne yardım etmeye güçleri yetmez." Yani, Allah'tan başka, size yardım etmeleri ve sizden zararı uzaklaştırmaları için ibadet ve dua ettiğiniz varlıklar size yar­dım edemezler. Kendilerine hakaret edenlere, ya da üzerlerine konulan koku, tatlı gibi şeyleri alanlara, yahut onlara kötülük yapmak isteyenlere karşı ken­dilerine bile yardım edemezler.

Nitekim İbrahim (a.s.), putları paramparça ederek kırdı ve buna engel ola­madılar. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlara gizlice sağ eliyle vurdu" (Saffat, 37/93). "Onların hepsini parça parça edip, yalnız büyüklerini bıraktı ki, belki ona başvururlar." (Enbiya, 21/58).

Muaz b. Cebel ve Muaz b. Amr b. el-Cemûh (r.a.)'dan rivayet olunur: Resulullah (s.a.), Medine'ye gelince müslüman olan bu iki genç sahabi, kavimleri ib­ret alıp, görüşlerini değiştirsinler diye, gece müşriklerin putlarına saldırır, on­ları kırarlar ve ihtiyaç sahiplerine odun yaparlardı.

Kavminin efendisi olan Amr b. el-Cemûh'un bir putu vardı. Ona tapar, ko­ku sürerdi. İşte, yukarıda adı geçen iki genç, gece gelirler, o putu başı üstüne ters çevirirler, ona pislik sürerlerdi. Amr b. Cemûh da gelir, yapılanları görür, onu yıkar, koku sürer, yanına bir kılıç koyarak şöyle derdi: "Öcünü al." O iki genç, hep aynı şeyi yapar, o da aynı şeyi tekrarlardı. Nihayet bir keresinde onu aldılar. Ölü bir köpeğe bir iple bağlayarak oradaki bir kuyuya attılar. Amr ge­lip manzarayı görünce düşündü ve inandığı dinin bâtıl olduğunu anlayarak şöyle dedi:

"Tallahi eğer sen tapılacak bir ilâh olsaydın

Bir köpekle birlikte olmazdın."

Sonra, iyi bir müslüman oldu ve Uhud savaşında şehid düştü. [107]

Onlar yardımdan aciz oldukları gibi, irşad ve hidayetten de acizdirler. Ni­tekim Cenab-ı Hak: "Eğer onları doğru yola davet ederseniz size tabi olmazlar" buyurmuştur. Eğer siz, bu putlardan, sizi doğru yola iletmeleri ve yardım et­melerini isteseniz, bırakın yardımı, sizin dualarınızı bile işitmezler. Ey düşü­nen kişi! Sen onları, yapma gözlerle bakar görürsün. Çünkü onlar, hiçbir şey görmeyen, görüneni anlamayan cansız varlıklardır. Çünkü onların, yapma gözleri vardır, onunla bir şey göremezler. Nitekim başka bir ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Eğer onlara dua etseniz, onlar sizin dualarınızı işitmezler. İşitseler bile, icabet edemezler." (Fâtır, 35/14). Onların kulakları ve gözleri yoktur. O halde onlardan nasıl yardım umulur? Kendilerine hakaret edenlere zarar vereceklerinden nasıl korkulur? Size de, onları ilâhlar edinmeniz yakışır mı? [108]

[107] İbni Kesir, 11/276.


[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/163-165

http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

2 Nisan 2019 Salı

A'RAF SÛRESİ 181.-186. ayetlerin tefsiri


Hidayete Erenler Ve İslâm Davetini Yalanlayanlar

181- Yarattıklarımızdan öyle bir üm­met vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle hükmederler.

182- Ayetlerimizi yalanlayanları biz, bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız.

183- Ben onlara mühlet veririm. Mu­hakkak ki benim yakalamam şiddetli­dir.

184- Onlar düşünmediler mi ki, arka­daşlarında hiçbir delilik yoktur. O, an­cak apaçık korkutandan başkası değil­dir.

185- Onlar, göklerin ve yerin hüküm­ranlığına, Allah'ın yarattığı herhangi bir şeye ve belki ecellerinin yakın ol­duğuna hiç bakmazlar mı? Artık bun­dan sonra hangi söze inanacaklar?

186- Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek olmaz ve O, bunları taşkınlıkları içinde, şaşkın bir halde bırakıverir.


Açıklaması

Ümmetlerden bir kısmı, sözle ve davranışla hakkı ayakta tutarlar. İnsan­ları ona çağırır ve hakla amel ederler. Zulüm ve haksızlık yapmadan adaletle hükmederler: Onlar Muhammed ümmetidir. Bunun delili, birçok hadislerde ge­len ifadelerdir. O hadislerden bazıları şunlardır:

1- Buharî ve Müslim'in, Sahihayn'da Muaviye b. Ebî Süfyan'dan rivayet ettiklerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden bir taife daima hak üzere bulunur. Kıyamet kopana kadar kendilerini terk eden ve mu­halefet eden kimsenin onlara bir zararı dokunmaz".

2- Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle hükmederler" ayeti hakkında Rebi b. Enes şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Ümmetimden, İsa b. Meryem'in ineceği zamana kadar hak üzere olan bir kavim bulunacaktır".

3- İbni Cerir et-Taberi, İbnül-Münzir, Ebu'ş-Şey İbni Hayyan'ın İbn Cü-reyc'den tahririne göre, o şöyle demiştir: Peygamber (s.a.) bize şöyle dedi: "Bu, hakla hükmeden, hakla alıp veren benim ümmetimdir".
4- Abd b. Humeyd ve İbnü'l-Münzir, bu ayet hakkında Katâde'nin şöyle dedi­ğini tahric etmişlerdir: Bize ulaşan rivayete göre Peygamber bu ayeti okuduğu zaman şöyle derdi: "Bu, sizin içindir. Sizden önceki kavme de aynısı verilmişti: "Mu­sa'nın kavminden de, hakka yol gösteren ve onunla adalet eden bir ümmet vardı".
5- Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Ali b. Ebî Talib'ten şöyle dediğini tahric etmiş­tir: "Bu ümmet 73 fırkaya ayrılarak, bir fırka müstesna hepsi de cehenneme gidecek. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: 'Yarattıklarımızdan öyle bir üm­met vardır ki, hakka rehberlik ederler ve adaletle hükmederler". İşte bu üm­metten kurtulanlar, bunlardır.

Kısaca: Cenab-ı Hak, Musa (a.s.) kıssasında: "Musa'nın kavminden bir ümmet vardır ki, hakla doğru yolu gösterirler, hakla adalet ederler" dedikten sonra, bu sözü tekrar söyledi. Çoğu müfessirler bunu, İbni Abbas, Katâde, İbni Cüreyc ve daha başkalarından rivayet olunan hadisi delil göstererek, ümmet-i Muhammed'le yorumlamışlardır.

İşte ümmet-i Muhammed'den birinci fırka bunlar.. Sonra Allahü Teâlâ: "Ayetlerimizi yalanlayanları biz, bilmeyecekleri yönden derece derece helake yaklaştıracağız" sözüyle ikinci fırkayı zikrediyor. Yani Kur'an'ı yalanlayanları -Mekkelileri- dalâletleri içinde bırakırız ve onları, yavaş yavaş bilmedikleri yer­den azaba yaklaştırırız. Nimetler vermek, rızk ve hayır kapılarını açmak, ge­çim yollarını kolaylaştırmak suretiyle onları helak edecek şeylere yaklaştıraca­ğız. Her günah işleyişlerinde, şımarıklıkları, fesada dalışları, azgınlıklara de­vam edişleri ve isyan içinde gidişleri artar: "Acaba onlara mal ve evlat olarak verdiklerimizle, onların hayırlarına mı acele ediyoruz sanıyorlar? Aksine onlar fark etmezler" Yine başka ayetlerde Allah şöyle buyuruyor: "Bunlar kendileri­ne hatırlatılanı unutunca, üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Ta ki verilenler yüzünden ferahladılar. O zaman da onları ansızın tutup yakalayıverdik. Artık o anda onlar ümitsiz kalıverdiler. Zulmeden kavmin ardı arkası kesildi. Alemle­rin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (En'am, 6/44-45). Buhari ve Müslim'de, Ebu Musa'dan şu hadis-i şerifi rivayet ederler: "Allah zalime bir zaman mühlet verir, sonunda bir kere yakaladı mı, artık bir daha onu salıvermez."

Nitekim bu, Bedir, Hendek, Mekke'nin fethi ve diğer savaşlarda hezimete uğrayan Kureyş kâfirleri hakkında gerçekleşti. Allah peygamberini onlara üstün kıldı.

Kendisine Kisra'nın hazineleri götürüldüğü zaman Ömer şöyle dedi: "Al­lah'ım! Birden cezalandırılmayıp mühlet verilenlerden olmaktan sana sığını­rım. Çünkü senin şu sözünü duydum: "Bilmeyecekleri cihetten, onları yavaş ya­vaş helake yaklaştıracağız.."

"Ben onlara mühlet veririm": Onlara süre vereceğim. İçinde bulundukları hali uzatacağım. Şüphesiz ki benim gizli tedbirim, şiddetli ve kuvvetlidir.

Kısacası nimetlerin, mal mülkün ve rızkın artması, insanın kurtuluşu için bir delil değildir. İstidrac olabilir. Nitekim, aleyhinde hükmolunmak için düşmanın hüküm verilecek yere getirilmesi de bu kabildendir.

Zalim hemen cezalandırılmadığında, buna aldanmamalı. Zulüm ve taşkın­lığını arttırıp kendisini tanıtsın diye bırakılır. Sonra o zalim, dünya cezası için, hakimlerin kabzasına düşer, yahut onun başına musibet ve belalar gelir. Sonra Allah onu, şiddetli ahiret azabıyla cezalandırır. 


İstidrac: Cezalarını artırarak, onları helake götürecek şeye yavaş yavaş yaklaştırmaktır.

Allahü Teâlâ, ayetlerinden yüz çevirenleri tehdit ettikten sonra, onların şüphelerine cevap vermek üzere: "Onlar düşünmediler mi ki, arkadaşlarında hiçbir delilik yoktur" buyurdu. Şu ayetlerimizi yalanlayanlar, arkadaşlarında -Muhammed'de- bir delilik bulunmadığını düşünmediler mi? Onun, işin başın­dan itibaren halini, davetinin ve peygamberliğinin hak olduğunu, hakka çağır­dığını bildikleri halde, o bir şair, deli diyorlardı.. "Arkadaşlarında" tabiri onla­rın, onun çocukluk, gençlik, olgunluk zamanındaki ve peygamberlikten sonraki halini tam manasıyla bildiklerini hatırlatmak içindir.

Eğer onlar, asabiyyetten, heva ve heveslerinden uzaklaşarak onun duru­munu düşünseler, hakkı bilirler, onun doğruluğunu, deli ve şair olmadığını anlarlar. Kur"an, onların iftiralarını şöyle anlatır:

"Arkadaşınız, bir deli değildir"
(Tekvir, 81/22)."De ki: "Ben size ancak bir nasihatla öğüt veriyorum: Ki yalnızca Allah için, ikişer ikişer, birer birer kalkı­nız, sonra tefekkür ediniz. Ki, arkadaşınızda bir delilik yoktur. O, ancak -şid­detli bir azabın öncesinde- sizin için bir korkutucudur" (Sebe, 34/46)."Yoksa: "Onda delilik var" mı diyorlar? Aksine o, onlara hak ile geldi. Halbuki onların çoğunluğu hakkı hoş görmezler" (Müminûn, 23/70). "Dediler ki: "Ey kendisine Zikr indirilen! Mutlaka sen bir delisin" (Hicr, 15/6). "Ve derlerdi ki: "Biz ilâhla­rımızı deli bir şair için mi terk edeceğiz?" (Saffât, 37/36).

Şüphesiz o, bir deli değildir. Nasihat eden bir uyarıcı ve güvenilir bir tebliğcidir. Davetine inanmadığınız takdirde, başınıza gelecek dünya ve ahiret azabından sizi korkutmaktadır.

Allahu Teâlâ, bu yalanlayanların durumunu anlattıktan sonra şöyle de­mektedir: Hakkında ve davetini düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Bu suretle onların dikkatini, davet ettiği Allah'ın birliğine inanmaya çevirdi. Gök ve yer alemini düşünmeden peygamberi yalanladılar mı? Gök ve yer aleminde, hikmetli ve ezelî yaratıcının varlığına deliller vardır. Ayette geçen melekût ke­limesi, mübalağa sîğası olup, büyük mülk demektir. Şu ayetlerimizi yalanla­yanlar, Allah'ın mülkünü ve saltanatını, göklerdeki ve yerdeki eşsiz nizamını, küçük büyük her şeyi düşündükleri zaman, doğru ve sağlam düşünüş onları Allah'ın varlığına ve birliğine götürür. Ansızın ölümün geleceğini, yakında ölebileceklerini düşünmediler mi? Ansızın ecel gelmeden ve ceza inmeden, bakıp görmekte, hakkı aramakta acele etsinler. Allah'ın Rasûlüne itaat etsinler, ona itaata yönelsinler..

Cenab-ı Hakk'ın "Allah'ın yarattığı her şey" sözü, tevhid delillerinin sade­ce göklerde ve yerde olmadığına; Allah'ın yarattığı ceset ve ruhtan her zerre­nin, tevhide eşsiz bir burhan olduğu konusunda uyan mahiyetindedir.

"Ecellerinin yakın olduğu" sözü, düşünmeye büyük bir teşvik, ecellerinin yaklaşmış olup küfür üzere ölüp Allah'ın azabına ve elim cezasına uğramala­rından korkutmadır. Kısacası, belki de, ecelleri yaklaşmıştır. Niçin, zaman geç­meden Kur'an'a imana koşmuyorlar. İbni Abbas şöyle demiştir: Ecelin yaklaş­masıyla, Bedir ve Uhud savaşlarını murad etmiştir.

Kur'an'a inanmıyorlarsa, ondan başka hangi söz ve olaya inanacaklar? Muhammed (s.a.)'in Allah katından getirdiği kitabındaki korkutmadan başka hangi korkutmaya iman edecekler? Kur'an'dan başka hangi söz onların iman etmesine daha lâyıktır?

Sonra Allahu Teâlâ "Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek ol­maz ve O bunları taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakıverir" buyuruyor. Peygamber (s.a.)'e imana istidadı ve Kur"an'la ameli kaybeden kimseyi Allah, aşırı zulüm, taşkınlık ve günahı sebebiyle sapıklık içinde bırakır. Allah'tan başka kendisine bir hidayet verici bulamaz.

Bu, Allah'ın onları sapıklığa zorlaması anlamına gelmez. Belki maksat, kalblerinde küfür kökleştiği ve taşkınlıklarında aşırı gittikleri için, kendi ihtiyarlarıyla, onun davet ettiği hidayet ve imanı kaybettiler. Nefisleri, hak davete hazır hale gelmedi, Allah onları yaratmadan önce bu hallerini bildiği için, onla­rı bu tarzda yarattı, böylece sapıklık içinde oldular, demektir. [97]



[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 5/141-144.
http://www.vesiletunnecat.com/vesiletun/arsiv-kitap-oku/kuran-meal-tefsir/tefsirul-munir-zuhayli/

1 Nisan 2019 Pazartesi

Abdestli Yatmanın Fazileti

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

75. Abdestli Yatmanın Fazileti

247- Berâ İbn Azib 
radıyallahu anh şöyle demiştir: Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

"Yatmak istediğinde namaz abdesti gibi abdest al. Sonra sağ tara­fına doğru yat ve şöyle de:

Allahümme eslemtü vechî ileyk, ve fevvadtü emrî ileyk, ve elce'tü zahrî ileyk, rağbeten ve rehbeten ileyk, lâ melcee velâ mencee minke illâ ileyk, Allahümme âmentü bi kitâbikellezî enzelte ve nebiyyikellezî erselte.

(Allahım yüzümü (kendimi) sana teslim ettim. İşimi sana havale et­tim. Sırtımı sana dayadım. Ümidim de sendedir, korkum da. Senden ancak sana sığınılır. Allah'ım indirdiğin kitaba ve gönderdiğin pey­gambere İman ettim.) O gece ölürsen fıtrat üzere ölmüş olursun. Bunlar son söylediğin sözler olsun.

Berâ diyor ki: Ben bu sözleri Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem tekrarla­dım. "Allahümme âmentü bi kitâbikellezî enzeite" ifadesine ulaşınca ben "ve resûlike" dedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Hayır (öyle değil) ve nebiyyikellezî erselte. [Hadisin geçtiği diğer yerler: 6311,6313,6315,7488]

Açıklama

Bu hadisten İlk anda, uyumak isteyen herkesin abdestli olsa bile abdestini tazelemesinin müstehap olduğu anlaşılmaktadır. Bu, abdestsiz olan kişiye özgü de olabilir. Bu hadise dair geniş açıklama Dualar bölümünde gelecektir.

"Bunlar son söylediğin sözler olsun" ifadesi ortaya koymaktadır ki, bu söz­lerden sonra uyku sırasında yapılması meşru olan zikirlerin söylenmesi yasak değildir.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR 

31 Mart 2019 Pazar

Misvak Kullanmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
4. BÖLÜM ABDEST

73. Misvak Kullanmak


İbn Abbas 
radıyallahu anh şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem yanında geceledim. O (gece kalkınca) dişlerini misvakladı."

244- Ebû Bürde babasından şunu aktarmıştır:

Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem geldim. "Elindeki bir misvak ile dişini temizlerken bir yandan da kusuyor gibi diye ses çıkardığını gördüm."

Açıklama


Sivak kelimesi hem misvak âletine hem de dişleri fırçalama fiiline denilmek­tedir.

Bu hadis, dil üzerinde uzunlamasına misvak kullanmanın meşruiyetini gös­terir. Dişlere gelince, dişlerin enine misvaklanması daha iyidir.

245- Huzeyfe 
radıyallahu anh şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem geceleyin kalkınca ağzını misvakla te­mizlerdi. [Hadisin geçtiği diğer yerler: 889,1136]
Açıklama

Ibn Dakîku'l-'Id şöyle demiştir: Bu hadis uykudan kalkınca dişleri misvaklamanın müstehap olduğunu gösterir. Çünkü insan uyuduğunda midesinden yukarıya kötü kokular yükseldiği için uyku insanın kokusunu değiştirir. Misvak bunu temizleme âletidir. Bu sebeple gerekli olduğunda misvak kullanmak müstehaptır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR