31 Ekim 2020 Cumartesi

Meleklerin varlığı nasıl ispat edilir?


Melekler, gözlem ve deneye dayanan pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan fizik ötesi varlıklardır. Onların gözle ve diğer duyu organlarıyla algılanamaz varlıklar oluşu, inkâr edilmelerine gerekçe olamaz. Pozitif bilimlerin ilgi alanı dışında kalan ve duyu organlarıyla algılanamayan nice varlıkların mevcudiyetine inanıldığı bir gerçektir. Esasen insan aklı meleklerin varlığını reddetmez, bunu mümkün görür.
Bu konuda, kesin bilgi veren, anlamı açık çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Bunlar meleklerin varlığı konusunda müminlerde hiçbir şüphe bırakmaz. Meleklerin varlığı ile ilgili bazı deliller şöyle sıralanabilir:
a) Bütün peygamberler getirdikleri mesajda meleklerin varlığından söz etmişlerdir; bütün ilahî dinlerde melek inancı vardır.
b) Allah’ın kelamı olduğunda hiçbir şüphe olmayan Kur’an-ı Kerim’de meleklerin varlığına ve özelliklerine ilişkin onlarca âyet bulunmaktadır. (Bkz. Bakara 2/30-34; Hicr 15/28-29; Hûd 11/69-70; Zâriyât 51/24-28; Necm 53/5; Tahrîm 66/6; Fâtır 35/1)
c) Hayatı boyunca hiçbir zaman yalan söylememiş olan Hz. Peygamber pek çok hadisinde meleklerden, onların özelliklerinden ve kimi zaman onları gördüğünden bahsetmiştir. (Bkz. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, VI, 168; Müslim, Zühd, 60)
d) Yüce Yaratıcı’nın makro ve mikro âlemde yarattığı varlıklardaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği görüp değerlendiren ve bu suretle Allah’ı tesbih ederek yücelten özel varlıkların bulunması aklın kabul edeceği bir husustur.

30 Ekim 2020 Cuma

Çocuklara Allah’ın isimleri verilebilir mi?


Bir anne-babanın çocuğuna karşı görevlerinden birisi de ona güzel isim vermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadisinde insanların kıyamet günü isimleri ile çağrılacağını belirterek “Çocuklarınıza güzel isim koyunuz.” (Ebû Davud, Edeb, 69) buyurmuştur.
Çocuklara Allah’ın isimlerini vermeye gelince, hemen belirtmek gerekir ki Allah’a has isimler aynı lafızla çocuklara verilmemelidir. Şayet çocuklara Allah’ı hatırlatacak isimler verilecekse başına “kul” anlamına gelen “abd” kelimesi eklenerek “Abdullah” (Allah’ın kulu), “Abdurrahman”(Rahman’ın kulu), “Abdurrahim”(Rahim’in kulu), “Abdülkâdir”(Kâdir’in kulu) gibi isimler verilmelidir.
Allah Teala’nın “esma-i hüsna”sından “Kerim, Latif, Rauf…” gibi isimler ise Allah’ın dışında kulların da vasıflandığı müşterek isimler olduğundan Allah’a has olmayan bu isimler çocuklara ad olarak verilebilir. (İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, IX, 598)

26 Ekim 2020 Pazartesi

HZ.PEYGAMBERİN KULLUĞU

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Hz. Peygamber, ibadetlerini mükemmel bir şekilde yerine getirmiş ve inananlara göstermiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in kulluğu ve ibadetlerine bakıldığında ana hatlarıyla şu hususlar görülebilir:


1.Hz. Peygamber'in ibadetleri hakkında Kur'ân-ı Kerim'in üzerinde durduğu en önemli özellik O'nun ihlasla ibadet etmesidir:
"De ki: din ve ibadetimi yalnızca Allah'a has kılarak, ihlasla-gönülden O'na kulluk etmem emredildi.''Hayır, Sen yalnız Allah'a kulluk et ve O'na şükredenlerden ol."(Zümer,10) âyetlerinde üzerinde durulan kulluktaki ihlas, kalbin her türlü şirk ve riyadan arındırılması, gönlün Allah'ın dışındaki bütün her şeyden temizlenerek O'na ibadet edilmesidir.
Allah'ın bir olması ve dinin sadece O'na has kılınarak ihlasla ibadet edilmesi sadece dille söylenen bir söz değildir. İnsanın kalbinde tasavvur ve inanç olarak başlayıp, hem fert hem de toplum hayatını içine alan mükemmel bir hayat tarzıdır. 


2.Hz. Peygamber'in ibadetlerinde hiç kesilmeyen bir istikrar ve devam söz konusudur:
"Sana yakîn (kesin bilgi veya ölüm) gelinceye kadar Rabbine kullukta bulun." âyetinde yakın ifadesi ölüm vakti şeklinde tefsir edilir. Kulluk, insanın bütün ömrü boyunca devam eden, gelişen ve muvaffakiyetle bitirilmesi gereken hayati derecede önemli bir sorumluluktur. "İbadetlerin Allah'a en sevimli ve güzel geleni az da olsa devamlı olanıdır." hadisi ibadetlerde esas noktanın devamlılık ve istikrar olduğunu ifade eder. 


3.Hz. Peygamber kulluğunu en yüksek seviyede ifa edebilme gayreti içindeydi:
Vefatına yaklaştığı anda bile namazı düşünmesi ve namaza gelmesi onun kulluğunu mükemmel bir şekilde yapmadaki titizliğini ve gayretini, namaz ve cemaatle ne derece bütünleşmiş olduğunu gösterir.


4.Hadiselerin büyüklüğü ve korkutuculuğu; inkar edenlerin verdikleri veya verebilecekleri eziyet ve sıkıntılara karşı dayanak noktası olarak ibadet etmesi emredilmiştir:
"Rabb'inin hükmüne (gönül hoşluğuyla) sabret, onlardan hiçbir günahkâr veya inkarcıya sakın itaat etme! Sabah ve akşam Rabbinin ismini zikreyle, gecenin bir kısmına O'na secde eyle, gecenin uzun bir kısmında da O'nu tesbih eyle."(İnsan,24)
Bu âyetlerde Allah Teâlâ, inkarcıların verdikleri eziyetlere dayanmasını ve asla onlara boyun eğmemesini emretmesinin hemen ardından, ona sabah ve akşam Rabbine ibadet etmesini emretmiş, onların verecekleri eziyetlere dayanmanın ancak ibadetlerle mümkün olacağına işaret buyurmuştur. 


5.Hz. Peygamber ibadetlerin cemaat halinde yapılmasına büyük önem vermiştir:
Kur'ân-ı Kerim'de ibadetlerin emredildiği âyetlerde onların cemaat halinde ifa edilmesi gerektiği üzerinde durulur: "Secde edenlerden ol.", "Rükû edenlerle beraber rükû ediniz." âyetlerinde secde ve rükün, topluluk halinde yapılması emredilmektedir.
Namazların cemaatle kılınması insana çok büyük şeyler kazandırır. Bir hadiste Efendimiz, "Yatsı namazını cemaatle kılan, gecenin yarısını ibadetle geçirmiş gibidir; sabah namazını cemaatle kılan ise gecenin tamamını ibadetle geçirmiş gibi olur." buyurur. 


6.Beş vakit namaz ve teheccüd namazları O'nun kulluğunda çok önemli bir yer işgal etmiştir:

Namaz fiillerinde, Allah Rasûlü'nün, örnek alınması farzdır, şöyle ki: Kur'ân-ı Kerim'de namaz kılmak emredilir, fakat onun nasıl mükemmel bir şekilde ikame edileceği, rekat sayıları, içlerinde okunan dualar, namazın vakitleri gibi ayrıntılar yalnızca Peygamberimiz'in büyük bir sahabe ve tabiûn topluluğu tarafından (yani tevatüren) nakledilen fiilleri ve sözleriyle öğrenilmiştir. Hz. Peygamber de "Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de o şekilde kılınız." buyurmuştur. İşte bu noktada Hz. Peygamber'in örnek alınması bütün Müslümanlar için kesin bir farzı ifade etmektedir. 

7.Hz. Peygamber farzların yanında nafile ibadetlere de çok önem vermiştir:
Peygamberimiz'in ibadet hayatında en önemli örnek özelliklerinden birisi de farzları yerine getirmenin yanında farz olmayan 'nafile' ibadetlere de çok önem vermesidir.
Mesela beş vakit farz namazın yanında sabah ile öğle arasında duhâ namazı; akşam ile yatsı namazı arasında evvâbîn namazı; yatsı ile sabah arasında kılınan teheccüd namazı kılıyordu. Ramazan orucunun yanında pazartesi ve perşembe oruçları gibi ibadetleri eda ediyordu.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


İ.Karamanlı


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Ekim 2020 Pazar

PEYGAMBERİMİZİN sas ÜMMETİNE MERHAMETİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kendisi Rahman ve Rahim olan Allah, merhamet ve şefkat duygusunu yarattıklarının en üstünü olan insanın fıtratına da koymuştur. İnsanlara şefkat ve merhamet duygusu en üst düzeyde Allah’ın hidayet rehberi olarak gönderdiği peygamberlerde bulunur. Allah'ın kalplerine yerleştirdiği bu şefkat hissiyle peygamberler bütün gayretlerini ümmetinin kurtuluşu yolunda sarf etmişlerdir. Ümmetine acıma ve şefkat konusunda en fazla öne çıkan Allah elçisi ise şüphesiz son peygamber olarak görevlendirilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav)'dir. Her güzel haslet ve ahlâkta olduğu gibi Allah Resûlü şefkatte de zirve şahsiyettir.


Allah Rasûlü (sav), Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin yeryüzündeki temsilcisi sıfatıyla bütün hayatı boyunca insanların İlahi rahmetten istifade etmesi için olağanüstü çaba harcamıştır.  Mekke liderleri zaman zaman onu zor durumda bırakmak ve bu sayede gerek toplum, gerekse inananları nazarında etkisiz hale getirmek için Hz. Peygamber’le (sav) münakaşaya girişmişlerdir. Müşriklerin bu ve benzeri girişimlerinin asıl hedefi hakikati ortaya çıkarmak değil, Hz. Peygamber’i (sav) müşkül durumda bırakmak gayesine matuf olduğu anlaşılmaktadır. Ancak buna rağmen Allah Rasûlü (sav) büyük ümitlerle onların görüşme çağrılarına olumlu cevap vermiştir. Çünkü lider konumundaki şahısları kazanabilirse davetini daha alt statüdeki Mekkelilere hiçbir zorlukla karşılaşmadan ulaştırabilirdi. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in (sav) Mekke liderlerini davet yolunda kazanmak adına çok istekli davrandığı, onların gönüllerini almak için aşırı gayret gösterdiğine işaret eden âyetler bulunmaktadır. Nitekim bütün gayretlerine rağmen netice alamaması üzerine üzülmesi ve ümitsiz hale gelmesi üzerine “Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’ân) bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır”[1] âyeti uyarı ve teselli mahiyetinde nâzil olmuştur. Buna ilave olarak Hz. Peygamber’den (sav) liderleri kazanmak için çok aşırı gayret gösterip kendisini üzmemesi, nefsini harap etmemesi istenmiştir:

“Demek sen, bu söze (Kur’ân’a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!“[2]“ Ey Muhammed! Mü’min olmuyorlar diye adetâ kendini helak edeceksin! Biz dilesek, onlara gökten bir mucize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar. Rahmân’dan kendilerine gelen her yeni öğütten mutlaka yüz çevirirler. Onlar (Allah’ın âyetlerini) yalanladılar, fakat alay edegeldikleri şeylerin haberleri başlarına gelecek”.[3] “Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse, ameli iyi olan kimse gibi mi olacaktır? Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. (Ey Muhammed!) Onlar için duyduğun üzüntüler yüzünden kendini helâk etme! Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla bilendir”.[4]

Allah Rasûlü (sav) diğer taraftan kendisine inananların memnuniyetini temin etmek, onları huzurlu ve mutlu kılmak için de çok hassasiyet göstermiş, ashabının üzülmemesi ve zarar görmemesi hususunda çok titiz davranmıştır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bu hususa açık işaret bulunmaktadır. “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. Kalbi sizin için titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir”.  
(Tevbe, 9/128-129)[5] Bu âyet, Peygamber Efendimiz’in (sav) ümmetine olan şefkat ve ilgisini, onlar için nasıl endişelendiğini, kendisini inananların sıkıntılarına tahammül edemediğini, bunların kendisine çok ağır geldiğini, müminlere olan şefkatini ve merhametini çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.

Allah Rasûlü’nin (sav) insanlara engin rahmeti öyle boyutlara ulaşmıştır ki inkâr edenlerin bile hidayete ermeleri için çabalamıştır. Allah-u Zülcelal Kur'an'da şöyle buyurmuştur: “Bu söze (Kur’an’a) inanmıyorlar diye neredeyse kendini telef edip bitireceksin”[6]. Nitekim o, Allah’ın dinine davet etmek için yurtlarına gelen Allah elçisini feci bir şekilde karşılayan ve şehrin ayak takımı insanlarını üzerine salan Taif halkı için beddua etmek bir yana Allah’a şöyle yalvarmıştır:

“Allahım, kuvvetimin yetersizliğini, çarelerimin tükenişini ve insanlarca horlanışımı sana havale ediyorum. Ey acıyanların en merhametlisi, sen horlananların Rabbi, Sen beni kime bırakacaksın? Üstüme saldıran uzak birilerine mi, yoksa başıma geçirttiğin bir düşmana mı? Eğer bana bir kızgınlığın yoksa aldırmıyorum, ancak benim için afiyet vermen daha etkin ve etkileyicidir. Yüzünün, kendisiyle karanlıkların açıldığı, dünya ve Âhiretin düzgünleştiği nuruna sığınırım. Bana gazabının inmesinden, kızgınlığına düşmekten sana sığınırım, sadece senin rızanı isterim, yeter ki sen razı ol, çare de ancak seninle, güç de ancak seninledir”.[7]

Bir keresinde çok ağır hakaretlere maruz kalmış, melek imdadına koşmuş, eğer isterse bir dağı kaldırıp bu âsî kavmin tepesine indirebileceğini söylemişti. Ama o şefkat abidesi insan ellerini kaldırarak;"Allah'ın, onların neslinden (kıyamete kadar) yalnızca Allah'a ibadet edip O'na şirk koşmayan birilerini çıkacağını ümit ediyorum" demiş ve onlara herhangi bir belanın gelmesini istememişti.[8]

Peygamber Efendimiz (sav), ümmetine öyle düşkündür di, ümmetinin dünyada ve ahirette sıkıntıya düşmesi O’nu çok müteessir ve mahzun eder. O’nu en çok düşündürüp mahzun eden de ümmetinden cehennem azabına düşecek olanların halidir. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatiyle ikaz eden Allah Rasûlü (asv), onların hep hayırlara, güzelliklere mazhar olması hususunda da çok hırslıdır. Ümmetini cehennem azabına götüren bir yola düşmemesi için bir baba şefkatinin ötesinde ikaz eden Rasûlüllah (sav), bizlerin hep hayırlara, güzelliklere kavuşması hususunda hep ısrarlı olmuştur. Nitekim Şefkat Peygamberi (sav) ümmetine olan bu düşkünlüğünü şöyle ifade etmişti: “Hiç şüphesiz ben size bir babanın evlatlarına olan durumu gibiyim”. [9]

Görüldüğü gibi İslâm Peygamberi (sav) müminlere olan şefkati, bir babanın evladına olan şefkati gibidir. Bu son derece şefkatli bir babanın “evladım” diyerek gönül meyvesini ve ciğerparesini bağrına basması gibi O daha dünyaya teşrif eder etmez “ümmetim” demişti. Onun merhameti sadece dönemindeki insanları değil, kıyamete kadar gelip geçecek bütün ümmetini de içine almaktadır. Onun ümmetine düşkünlüğü onu her gece sabahlara kadar ümmeti için dualarla Rabbine yakarmasına sebep olurdu. Nitekim bir gün, ellerini kaldırmış, "Allah'ım, ümmetimi koru, ümmetime acı!" diye ağlayarak dua ederken, Yüce Allah, Cebrail'e buyurdu ki: "Ey Cebrail! Gerçi Rabbin her şeyi bilir; ama sen git, Muhammed'e niçin ağladığını sor." Cebrail geldiğinde, Peygamberimiz, ona, ümmeti için ağladığını söyledi. Cebrail Allah huzuruna dönüp durumu anlattı.

Yüce Allah buyurdu ki: "Ey Cebrail, Muhammed'e git ve şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz ve asla üzmeyeceğiz”.[10]

Hz. Peygamber (sav) müminlere kendi nefislerinden daha yakın ve önceliklidir. İnananlara dünya ve ahirette hayırlarına olanı göstermiştir. Bir hadis-i şerifte; "Ben müminlere kendi öz canlarından daha yakınım. Allah Rasûlü (sav), müminlere kendi canlarından daha azizdir."[11] buyurmuş ve sonra da sözüne şöyle devam etmiştir: "Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç veya bakıma muhtaç kimse bırakarak giderse, borcunun ödenmesi ve geride kalanların bakımı bana aittir, onların velisi ve koruyucusu benim”.[12]

Hz. Peygamber (sav) Uhud savaşı esnasında düşmanın ani hücumu karşısında dişi kırılıp yüzüne miğferinin bir parçası saplandığı ve yüzünden dökülen kan yere düşeceği esnada, hemen ellerini kaldırarak "Allah'ım kavmime hidayet et, çünkü onlar (beni) bilmiyorlar" niyazıyla can düşmanı olan kâfirlerin başına gelmesi muhtemel bir belayı önlemeye çalışmıştı. [13]

Allah Rasûlü (sav) birkaç gece mescidde ashabına teravih namazını kıldırmış daha sonra cemaat halinde kıldırmayıp odasında tek başına kılmıştı. Ashab, Efendimizin çıkıp kendilerine teravih namazını kıldırmalarını arzu etmişlerdi. Rasûlüllah (sav) onların bu arzularını gördüğünü fakat bu şekilde cemaatle devam ederse teravih namazının ümmetine farz kılınabileceğini, farz kılındığında da ümmetinin bunu yerine getirmekten aciz kalacağını, ifade buyurarak cemaatle kıldırmayıp tek başına kılmıştır.[17]

Hz. Peygamber (sav) namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nâfile namazları, sahabenin takatını aşacak mahiyette idi. İşte O, böyle bir namaz kılma niyetiyle namaza duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Rasûlü’nün (sav) imamlığında namaz kılmak için cemaate iştirâk ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesini böylece kadını rahatlatıyordu.[18]Bu itibarla Şefkat abidesi namazda imamlık yapanlara şu tavsiyede bulunmuştu:“Sizden biri insanlara namaz kıldırırken cemaatin durumunu nazar-ı itibara alarak cemaate ağır gelmeyecek şekilde namaz kıldırsın. Zira cemaat içinde zayıf, hasta ve yaşlı olanlar vardır. Kendi başına kılarken ise istediği kadar namazını uzatabilir”.[19]

Allah Rasûlü (sav) ümmetinin hata ve kusurlarını affederek kırmadan, incitmeden şefkatle kucaklayarak irşat etmiştir. Helal dairesi keyfe yeterli iken şeytani cazibesine kapılarak haramlara ve günahlara sürüklenmelerini ve böyle bir durum karşısında kendisinin onları kurtarmak için gayretini bir temsille şu şekilde ifade etmiştir:

Peygamber Efendimiz'e (sav) kimlere şefaat edeceği sorulduğunda "Benim şefaatim, dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir." buyurmuştur.

"Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen pervaneler, kelebekler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz".[21] Bir diğer hadis-i şerifte; "Rabbimin nezdinden bir melek geldi ve ümmetimin yarısını Cenab-ı Allah cennete koymak ile şefaat arasında bir tercih yapmamı istedi. Ben şefaati tercih ettim. Zira şefaat daha umumi ve kifayetlidir. Siz bu şefaatin ümmetimin müttakilerine mi olduğunu sanıyorsunuz. Hayır! O ümmetimin hata ve günah işlemiş, günahlarla kirlenmiş olanları içindir".[22] Her peygamber Allah Teâlâ'nın reddetmeyeceği duasını dünyada iken yapmış ve bu hakkını kullanmıştır. Sevgili Peygamberimiz ise reddedilmeyecek duasını, kıyamet gününde ümmetine şefaat etmek üzere âhirete saklamış ve böylece ümmetine ne kadar düşkün olduğunu göstermiştir. Nitekim ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!" diye yakarışa geçecek, O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!" deninceye kadar başını yerden kaldırmayacaktır.[23] Bu şekilde müminler Allah'ın izniyle Peygamberimizin şefaatine nail olabileceklerdir. Peygamber Efendimiz'e (sav) kimlere şefaat edeceği sorulduğunda "Benim şefaatim, dili kalbini tasdik ederek yürekten kelime-i tevhidi getirenleredir." buyurarak samimi olarak "La ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah" diyenlerin şefaatten mahrum bırakılmayacaklarını açıkça dile getirmiştir.[24]

Müslümanların Efendimizin şefaatinden istifade nisbeti, O’na iman etmeye, O’nun getirdiği dini hakkıyla yaşamaya bağlıdır. Efendimizin şefaatinden olabildiğince istifade Allah’ın hoşnutluğu dairesinde inanmaya ve o çizgide hayat yaşamaya bağlıdır. Allah’ın hoşnutluğuna, rızasına götüren yol da Efendimizin tebliğ ve temsil ettiği mesaj çizgisinde yaşamaktan geçmektedir.


A. Apak

Dipnotlar
[1] Abese, 80/10-11.
[2] Kehf, 18/6.
[3] Şuarâ, 26/1-6.
[4] Fâtır, 35/8.
[5] Tevbe, 9/128-129.
[6] Kehf, 18/6; Şuarâ, 26/3.
[7] İbn Hişâm, es-Sîre, II, 60-63; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 210-212; Belâzürî, Ensâb, I, 227.
[8] Buhârî, Bedü'l-Halk, 7; Müslim, Cihad, 111.
[9] Ebu Davud, Taharet, 4; Beyhaki, Sünen-i Kübra, I, 91.
[10] Müslim, İman, 346.
[11] Ahzab, 33/6.
[12] Buharî, Tefsir, 33; Müslim, Feraiz, 15.
[13] Buhârî, Enbiya, 54; Müslim, Cihad, 105.
[14] Buhârî, Menakıb, 27; Müslim, Fazail, 77.
[15] Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1.
[16] Buhârî, Cum'a 8; Müslim, Tahare, 42.

[17] Buhârî, Salatü't-teravih 2;Müslim, Salatü'l-müsafirin 178.
[18] Buharî, Ezan, 65; Ebu Davud, Salat, 123.
[19] Buhârî, salat, 183; Tirmizî, Salat, 61.
[20] Kadı İyaz, Şifa-i Şerif, 1/124-125.
[21] Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19.
[22] İbn-i Mace, Zühd, 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/75.
[23] Buhârî, Tevhid, 36; Tefsirü'l-Kur'ân, 5; Müslim, İman, 326, 327.
[24] Buhârî, Rikak,50; Müslim, İman, 369.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Ekim 2020 Cumartesi

HZ.PEYGAMBER sas ve İNSAN ONURU

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Onun ebedî mesajı ile insanlık sadece saygıyı değil, hem kendine hem de başkalarına saygılı davranmayı öğrenmiştir. Onu imanla takip edenler, “onur” kelimesinin sadece adını değil, onur adına nasıl mücadele edileceğini ve nasıl onurlu yaşanılacağını da öğrenmişlerdir.

Her yönüyle örnek ve önder olan Hz. Peygamber, aynı zamanda bir onur, şahsiyet ve erdem insanıdır. İnsanlık onur adına ne kaybetmişse onun mesajında bulmuştur ve bulacaktır. Bu yüzden Hz. Peygamber insanlığın iftihar tablosudur. Onu tanıyanlar ve örnek alanlar için bu ifadeler hakikatin ifadesinden başka bir şey değildir. Rasûl-i Ekrem’i tanımayanlar ve örnek şahsiyetinden haberdar olmayanlar bu ifadeleri hamasi ve duygusal olarak değerlendirebilirler.

Aslında bunlar hamasetin yansıması değil ona olan hasretin tezahürüdür. Hz. Peygamber, kendinden önce gelen peygamberlerin nurlu izini takip ederek insana insanlığı, hakkı, adaleti, şahsiyetli olmayı, onuru, insan onur ve şerefine uygun olarak yaşamayı yeniden öğretmiştir. Onun ebedî mesajı ile insanlık sadece saygıyı değil, hem kendine hem de başkalarına saygılı davranmayı öğrenmiştir. Onu imanla takip edenler, “onur” kelimesinin sadece adını değil, onur adına nasıl mücadele edileceğini ve nasıl onurlu yaşanılacağını da öğrenmişlerdir.

Her şeyi yaratan, yaptığı ve yarattığı her şeyde bir hikmet bulunan Yüce Allah’ı bırakıp basit putlara tapmak insanın yaratıcısına, kendisine ve inanca saygısını ve aynı zamanda Hz. Peygamber ve insan onurunu yitirmesi demekti. Hz. Peygamber tevhit eğitimi boyunca bunu hatırlattı ve insanın önce kendisini sonra da Rabbini tanımasını temin etti. Zira kendini, nereden ve niçin geldiğini bilen Rabbini bilir. Özgürlüğünü arayan insanın neye inanacağını doğru tespit etmesi tanımanın ve özgürlüğün temel şartıdır. Böylece Hz. Peygamber’in mesajından nasiplenenler, evrendeki yerlerini, konumlarını ve sorumluluklarını öğrenmiş oldular.

Rabbini tanıyan insan, onuruna ve şahsiyetine zarar verecek davranışları da öğrendi. Böylesi sorumluluk bilinciyle dolu olan insan elbette diğer insanlardan farklı olacaktı.

Bu sebeple Kur’ân onun önüne “takva” diye bir hedef koydu ve bu hedefe göre hareket edenleri “müttaki” olarak tanımladı. Kur’an tarafından verilen bu sıfat çok özeldi ve mümini diğer insanlardan ve hatta bilinçsiz Müslümanlardan farklı kılıyordu. Çünkü takva, kendini, Rabbini, onurunu, şahsiyetini ve sorumluluğunu bilen Müslümanı ifade ediyordu. Böylece insanda doğuştan var olan en üstün olma duygusu “takva” ile karşılık buldu ve üstünlük için takva ilahî bir ölçü olarak belirlendi. Aynı zamanda takva onurlu yaşamanın da en önemli yollarından biri oldu. Takva hedefi, müminler için âdeta kalite kontrol mekanizması olarak kabul edildi. Artık üstünlük yarışı yapanlar takvada yarışmalıydılar. Nitekim sahabe içerisinde özellikle bazıları böyle bir yarışa girmiş, kendilerini biraz da sıkıntıya sokmuş ve Peygamber tarafından dengeli davranmaya davet edilmişlerdi.

İnsanlık hak, özgürlük, adalet ve onur adına ne elde etmişse bunu başta Allah’a, tüm Allah elçisi olan peygamberlere ve peygamberler zincirinin son ve mükemmel halkası olan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ya borçludur.

Hz. Peygamber’in insanlığı kurtuluşa erdiren mesajının rahmet pınarından süzülen zülal kıvamındaki sular insanların gönül bahçelerini suladı. İslam’a girmek için tamamen bilerek, inanarak ve özgür ifadeleriyle tekrar ettikleri “la ilahe illallah” ifadesi, müminler için hem bir bağlılık yemini, hem iman akdi hem de gerçek özgürlüğün ilanı idi. Kur’an’daki ifadesiyle (İbrahim, 14/24) “şecere-i tayyibe” yani temiz, asil ve bereketli bir ağaç olan bu “kelime-i tayyibe” ile Müslümanlar bütün beşerî tutsaklıklardan kurtuldular. Aslında bu, bir farkındalık bilinciydi. Evrendeki konumlarını bilenler, insan olmak için onur ve şahsiyetin vazgeçilmezliğine inananlar bundan sonra onurlu olmanın ve onurlu yaşamanın mücadelesini vermeye başladılar. Şahsiyet ve onurlarını hiçbir şeye değişmeyerek insanlık için numune hâline geldiler. Bu yüzden asr-ı saadet aynı zamanda insanın onurunu tanımasının, bulmasının ve korumasının altın ve örnek çağıdır.

Hz. Peygamber’in mesajını doğru okuyan İslam âlimleri, insanın üç temel hakla doğduğunu tespit etmişlerdir. Bunlar, mülkiyet, hürriyet ve ismettir. Yani insan doğuştan çalışıp kazanma ve mülkiyet elde etme hakkına sahiptir. Onu yaratan hür olarak yaratmıştır. Allah’a kul olan insan hiç kimsenin ve hiçbir nesnenin esiri ve kölesi olmaz. Kölelik, sonradan olan, insanın aslına, orijinal kimliğine aykırı ve onurunu zedeleyen bir durumdur. İnsanın doğuştan sahip olduğu ismet ise, onun onur ve şerefinin Allah tarafından temin edildiğini anlatır. İnsan, temel hakları olan şahsiyet haklarını hiçbir varlıktan ve sonradan değil, doğuştan ve doğrudan Allah’tan alır. O, Allah’ın kulu olduğu için dokunulmazdır. Bunu formüle eden İslam âlimleri “masumiyet âdemiyet iledir” demişlerdir. Yani insan hak ve özgürlüklerine dokunulmama hakkını, âdemoğlu oluşundan alır. İnsana temel hak ve özgürlükleri veren sadece Allah olduğu için, hiçbir varlığın ve otoritenin onları alma hak ve yetkisi yoktur.

İnsanlık, haklarının doğuştan olduğunu, onurunun Allah tarafından korunduğunu ve onurlu yaşamanın gerçek ve müttaki müminlerin ayrılmaz vasfı olduğunu Hz. Peygamber’den öğrenmiştir. Ona vahyedilen Kur’ân’ın insana verdiği değer (Tin, 95/4), insanlık tarihinde inanılmaz bir çığır açmıştır.

Hz. Peygamber de bu ayetleri sünnetiyle hem açıklamış hem de yaşayıp örneklendirmiştir. Bu yüzden onun hayatı, onurlu yaşamanın en güzel örneğidir. İnsanlık bundan sonra ona alternatif geliştiremez. Ancak o örneği taklit eder, çoğaltır ve ona onurluca tabi olur. Kur’ân insan onuruna aykırı birtakım davranışları sayar ve yasaklar. Bu ayetlerden her biri, Hz. Peygamber’in diliyle de en güzel şekilde açıklanır ve fiili sünnetiyle örneklendirilir. Mesela, Kur’ân değişik vesilelerle insan onurunu zedeleyen davranışların temeli olan yalan söylemeyi yasaklar ve yalancıları zemmeder. (Münafıkun, 63/1) Yalanı münafıklık alameti sayan (Buhari, İman, 24) Hz. Peygamber ayrıca şu açıklamayı yapar: “Size doğru olmanızı emrederim; çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik (birr) de cennete götürür. İnsan, doğrulukta sebat ederek Allah katında “sıddık” diye yazılır. Sizi yalan söylemekten de menederim; çünkü yalan suç işlemeye suç (fücur) da cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında “kezzab” diye yazılır.” (Buhari, Edeb, 69; Müslim, Birr, 102–105)

Kur’ân, bir Müslümanı küçümsemeyi, alaya almayı ve lakap takmayı insan onuruna aykırı bulduğu için yasaklar. (Hucurat, 49/11) Hz. Peygamber de bunların Müslüman şahsiyet ve ahlakına aykırı olduğunu ifade etmiştir. (Müslim, Birr, 10) Kur’ân gıybeti ölü eti yemek kadar çirkin bulur. (Hucurat, 49/12) Hz. Peygamber de ilgili hadisinde gıybetin insan onurunu zedeleyici yönüne dikkat çeker. (Müslim, Birr, 20) Kur’ân insanlara el açıp dilenmeyi alışkanlık hâline getirmeyi insan onuruna aykırı bulup tenezzülsüz ve gani gönüllü (afif) olmayı önerirken (Bakara, 2/273), Hz. Peygamber, dilenciliği meslek hâline getirmenin bir iffetsizlik olduğunu belirtmiştir. Elinin emeğiyle geçinme imkânı varken dilenerek mal biriktirenlerin, ahirette yüz etleri soyulmuş vaziyette Allah’ın huzuruna çıkarılacaklarını da ifade etmiştir. (Buhari, Zekât, 52; Müslim, Zekât, 103, 104) Böylece insanlık, gıybet, çekiştirme, lakap takma, gammazlık yapma gibi davranışların hem kötü hem de insan onurunu zedelediğini Kur’ân ile ve onun en güzel müfessiri olan Hz. Peygamber ile öğrendi. Bu sebeple bir bütün olarak insanlık hak, özgürlük, adalet ve onur adına ne elde etmişse bunu başta Allah’a, tüm Allah elçisi olan peygamberlere ve peygamberler zincirinin son ve mükemmel halkası olan Hz. Muhammed Mustafa (sav)’ya borçludur. O, yirmi üç yıllık çileli hayatı boyunca insanlık adına bir onur mücadelesi vermiştir. Hürriyeti insanın doğuştan elde ettiği en temel hak olarak kabul eden ve öğreten Hz. Peygamber, onurları örselenmiş ve köleleştirilmiş insanların bu ezeli haklarını elde etmeleri için elinden gelen bütün gayreti sarf etmiştir. Böylece köleler, köleliğin bir yazgı olmadığının farkına varmışlardır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


A.Kahraman

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Ekim 2020 Perşembe

PEYGAMBERİMİZE sas TABİ OLMAK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


“Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphe yok ki Allah kâfirleri sevmez.


Al-i İmran Süresi'nin 31. ve 32. ayetine göre, Allah'ı sevmenin yolu Peygamber'e tabi olmaktan geçer. Rasûlullah (sav)’a tabi olmak günahların bağışlanmasına da bir vesiledir.

Ayet, mü'minlerin dini rehberlik konusunda Allah'ı ve Rasûlü'nü yani Kitap ve Sünneti birbirinden ayırmamalarına ve beraber değerlendirmelerine de işaret etmektedir. Hz. Peygamber'in kendisinden sonra bu konudaki sapmaları adeta görmüş gibi ikazları olmuştur. Mesela bir keresinde şöyle buyurmuştur: 
"Sakın sizden birini, emrettiğim ya da nehyettiğim bir husus kendisine ulaşınca koltuğuna yaslanmış bir halde "Benim aklım ermez. Biz Allah'ın Kitabı'nda ne bulursak ona uyarız" derken bulmayayım." Sehl b. Abdullah, "Allah’ı sevmenin alameti Kur'ân'ı sevmek, Kur'ân'ı sevmenin alameti Hz. Peygamber'i sevmek, Hz. Peygamber’i sevmenin alameti de O'nun sünnetini sevmektir. Bunların hepsini birden sevmenin alameti ise ahireti sevmektir" buyurarak Allah sevgisinin şartının Hz. Peygamber'i sevmek ve O'nun sünnetini öğrenip yaşamak olduğuna dikkat çeker.


İslam âlimleri içinde Hz. Peygamber'in her fiilinin, hatta sükûtunun bile bizim için örnek ve hüküm kaynağı olduğunu söyleyenler vardır. Onlar Al-i İmran Süresi'nin yukarıda meali verilen ayetini dikkate alarak bu görüşlerini desteklerler. Derler ki, ayette hiçbir kayıt konulmadan her fiil ve hareketinde Hz. Peygamber'e tabi olmak emredilmiştir. O zaman O'nun her davranışı bizim için örnektir.

Fıkıh Usulü âlimleri Hz. Peygamber'in yapıp ettiklerinden hangisine dinen tabi olmamız gerektiği konusunda büyük çabalar sarf etmişlerdir. Sonuçta, Hz. Peygamber'in dine, dinin tebliğine ve dinin açıklanmasına yönelik olan bütün davranışlarına tabi olmamız gerektiğini söylemişlerdir. Hz. Peygamber'in bize hem sözleri, hem fiilleri ve hem de dini hüküm adına duyup onayladıkları örnektir. O'nun davranışları içerisinde öldüğü yere gömülmek, devamlı teheccüd namazı kılmak, iki gün peş peşe iftar etmeden oruç tutmak gibi kendine mahsus özellikleri de vardır. Bu konularda Peygamberimize tabi olmamız emredilmemiştir. Yeme, içme, giyme, saç tarama gibi tamamen insan olmasından kaynaklanan (cibillî) davranış özellikleri de tabi olmak için zorunlu değildir. Ancak zorlamamak ve dini anlamda zorunlu olduğunu düşünmemek kaydıyla ve şartıyla örnek alma anlamında bunları da yapabilenler niyetlerine göre sevap alırlar. Çünkü bir işi sırf Hz. Peygamber yaptığı için yapmak da O'na tabi olmanın bir parçasıdır.

Hz. Peygamber'e tabi olmakla, O'nu taklit etmek, O'nu örnek almak ve O'na benzemek birbirine karıştırılmamalıdır. Yüce Allah bizden Hz. Peygamber'e tabi olmamızı isterken, O'nu rehber edinmeyi, rol model ve örnek almayı emretmektedir. Örnek almak; Hz. Peygamber'in yaptığını, yaptığı sebeple ve yaptığı maksadı dikkate alarak O'nun gibi yapmaktır. Dolayısıyla Hz. Peygamber'e saygı göstermek O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmekle olur. Yoksa Hz. Peygamber beyaz giydiği için beyaz giyip diğer dini emir ve yasaklara riayet etmemek Peygamber'i örnek ve rol model almak sayılmaz. İmam Gazali'nin ifadeleriyle söylemek gerekirse;"Hz. Peygamber'in yediklerini yemek, yediği gibi yemeye çalışmak, O'na benzemek ve O'nu taklittir. Ancak helal bir şeyi O'nun belirlediği edep kuralları çerçevesinde, israfa kaçmadan ve tıka basa doymadan yemek, O'na tabi olmak, O'nu rol model almaktır.

Hz. Ömer'e ait olduğu söylenen şu ifade bu durumu özetler mahiyettedir: "Kişinin namazı ve orucu sizi aldatmasın, fakat onun dirhem ve dinarlarına (parasal ilişkilerine/insani ve insanlar arası tutum, davranış ve ilişkilerine) bakın!"(
Davud, "Sünnet", 5; Tirmizi, "İlim", 3; İbn Mace, "Mukaddime", 2.)


Netice itibariyle Peygamberimiz, peşinden gidilmesi gereken, bizi daima iyiye, hayra ve doğruya götüren bir emin kılavuz olduğu için Allah, bizlere O'nun izinden gitmemizi emretmiştir.


A.Kahraman




"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Ekim 2020 Çarşamba

Deizme göre Yaratıcı mülkünün başkalarına taksimine izin verir mi?


Bir önceki dersimizde nimet üzerinden yaptığımız tahlili, bu derste malikiyet üzerinden yapacağız. Yine bir deistle konuşacak ve onu kendimize muhatap yapacağız.

Şimdi deist olan kişiye soruyoruz:

Senin büyük bir mülkün olsa. Bu mülkle sen, zenginliğini ve büyüklüğünü göstermek istesen ve göstersen. Mülkünde de kiracıların olsa. Her şey senin iken ve senin zenginliğini ve büyüklüğünü gösteriyorken; ahali senin mülkünü başkasına ait bilse ve kendi aralarında şöyle konuşsa: "Şurası Ahmet Bey’indir, şurası Mehmet Bey’indir, Şurası Ali'nindir, şurası Veli'nindir." Ahali bu gibi sözler söylese ve senin mülkünü kiracılarına taksim etse, sen onlara şöyle demez misin: "Ey ahali! Bu mülk tamamıyla bana aittir. Benim malımdır. Mal sahibi zannettikleriniz benim kiracımdır. Benim mülkümde ortağım yoktur..."

Herhalde buna benzer sözler söyler ve mülkünün taksimatına razı olmazsın. Şimdi sana bir soru soracağız:

- Sen, sözde zenginliğine ve büyüklüğüne bir halel gelir diye mülkünün taksimine razı olmazken; senin ve zerrelerden atomlara kadar her şeyin hakiki mülk sahibi olan Allah, mülkünün başkalarına paylaştırılmasına nasıl razı olur? Mülkünün başkalarına ait zannedilmesine nasıl müsaade eder? Büyüklüğü ve azameti buna izin verir mi?

Elbette izin vermez ve razı olmaz. Madem Allah, bütün mülkün kendisine ait olduğunun bilinmesini ister; o halde peygamberler göndermeli ve kitaplar indirmeli ki, bizler mülkün tek sahibi olarak onu bilelim. Eğer peygamberler olmazsa şaşırır, Allah'ın mülkünü varlıklarına paylaştırırız.

Kendilerine peygamber ulaşmayan ya da ulaşsa da peygamberinin sözünü dinlemeyen kavimlere baksana. Bir kısmı ateist olmuş, Allah'ın mülkünü tesadüfe, sebeplere ve tabiata taksim ediyor. Bir kısmı da batıl ilahlar bulmuş.

Mesela derler ki: "Gökyüzü Zeus’undur ve onun kontrolündedir. Denizler Poseidon'undur ve onun idaresindedir. Yer altı zenginlikleri Hades'indir." Daha bunlar gibi nice sözler söylemişler ve Allah'ın mülkünü nasıl da bölüştürmüşler.

İşte Allah, bütün mülkün tek sahibi olduğunu bildirmek için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve şöyle demiştir:

"Ey kullarım! Bütün mülk bana aittir. Mülkümde ortağım yoktur. Zerreden tutun güneşlere kadar her şey bana aittir. Sakın mülkümde bana ortaklar edinmeyin; mülkümü onlara taksim etmeyin. Bu, büyüklük ve azametime yakışmaz."

İşte peygamberlerin gönderilmesi bu açıdan zaruridir ve bu, Allah'ın birliği kadar kesindir.

https://sorularlaislamiyet.com/ozel-dosya/deizm-yanilgisi

20 Ekim 2020 Salı

Deizme Yaratıcı nimetlerinin başkasından bilinmesine razı mıdır?

 

Şimdi deist olan kişiye soruyoruz:

- Sen, yapmış olduğun iyiliklerin başkasına verilmesine razı olur musun?

Mesela, ziyafetler verdiğin büyük bir yemekhanen olsa. Her gün yüzlerce fakire yedirsen içirsen. Sonra bu fakirler, onlara yaptığın bu iyiliği başkasından bilip ona teşekkür etse ve ona minnettar olsa, buna razı olur musun?

Herhalde, olmaz ve şöyle dersin: "Ey fakirler topluluğu! Bu yemekhane benim, sizlere yediren içiren benim. Ona değil, bana teşekkür edin ve bana minnettar olun."

Ya da şunu düşünelim:

- Büyük bir fabrikan olsa ve her gün yüzlerce kişiyi baştan aşağı giydirsen. Sonra bu kişiler, senin hediyen olan bu elbiseleri başkasından bilip ona teşekkür etse ve ona minnettar olsa, buna razı olur musun?

Herhalde, olmaz ve şöyle dersin: "Bu fabrika benim, sizi baştan aşağı giydiren benim, bunlar benim mallarım; ona değil, bana teşekkür edin ve bana minnettar olun."

Bir misal daha verelim:

Büyük bir hastanen olsa, her gün yüzlerce hasta buraya gelip ücretsiz tedavi olsa ve şifa bulsa...

Daha sonra bu hastalar, onlara yaptığın bu iyiliği başkasından bilse ve o kişiye gidip: "İyi ki sen varsın, senin cömertliğin olmasa biz nerde tedavi olurduk, bize kim bakardı; ilacımızı kim verir, bizi kim iyileştirirdi." dese, buna razı olur musun?

Herhalde, olmaz ve şöyle dersin: "Bu hastane benim; sizi tedavi eden, ilacınızı veren ve sizlere bakan benim. Ona değil, bana teşekkür edin ve bana minnettar olun..."

Şimdi sana bir soru soracağız:

- Sen en basit iyiliklerinin dahi başkasına verilmesine razı olamazken; Allah, bizlere yaptığı sonsuz iyilik ve ihsanların başkasına verilmesine, onlara teşekkür edilip minnet gösterilmesine nasıl razı olabilir?

Elbette razı olmaz ve nimetin kendinden bilinmesini ister. Madem nimetin kendinden bilinmesini ister, o hâlde peygamberler göndermeli ve kitaplar indirmeli ki, bizler nimetin hakiki sahibi olarak onu tanıyabilelim. Eğer peygamberler olmazsa, nimeti ondan bilemeyiz.

Kendilerine peygamber ulaşmayan kavimlere veya peygamber ulaşmış olsa bile onlara uymayanlara baksana...

Bir kısmı puta tapmış; yani kendilerine verilen nimetleri putlardan bilmiş. Bir kısmı da ateşe tapmış, güneşe tapmış; yani bütün nimetlerin sahibi olarak bunları bilmiş.

Demek insan, bir peygamberi tanımazsa, onun dersini dinlemezse, Allah'ın nimetlerini batıl ilahlara böyle paylaştırıyor.

İşte Allah, kullarının nazarlarını bu batıl ilahlardan kendisine çevirmek için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve şöyle demiştir:

"Ey kullarım! Sizler nimetin yaratıcısı ve hakiki sahibi değilsiniz. Buna rağmen, yaptığınız iyiliklerin sizden bilinmesini istiyor ve başkasına verilmesine razı olamıyorsunuz. O halde ben ki, nimetin yoktan yaratıcısı ve hakiki sahibiyim. Hiç nimetlerimin başkasından bilinmesine ve bana bedel, onlara minnettar olunmasına razı olur muyum? Elbette olmam. O halde nimetlerimi ancak benden bilin ve sadece bana minnet edin..."

İşte peygamberlerin gönderilmesi bu cihetten zaruridir ve peygamberlerin varlığı nimetlerin varlığı kadar kesindir.

https://sorularlaislamiyet.com/ozel-dosya/deizm-yanilgisi

19 Ekim 2020 Pazartesi

Deizme göre Yaratıcı hikmet sahibi mi?

 

Şimdi deist olan kişiye soruyoruz:

- Senin inandığın yaratıcı hikmet sahibi midir? Yoksa işlerini sadece oyun ve eğlence olsun diye mi yapar?

Herhalde bu âlemi bu kadar güzel yaratan ve her eşyaya onlarca fayda takan zat hikmet sahibidir. Zira böyle hikmetle yaratmayı, ancak Hakîm olan yani hikmet sahibi bir zat yapabilir.

Baksana, şu dünyada her şeyin bir vazifesi var. Her şeye menfaatler takılmış. Hiçbir şey israf edilmiyor. Boş ve abes hiçbir şey yok. Bu da ispat eder ki, yaratıcımız hikmet sahibi. 

Herhalde sen de yaratıcımızın hikmet sahibi olduğunu kabul ediyorsundur. Zaten bunu inkâr etsen, bütün varlıklar karşına dikilir ve kendilerindeki hikmetleri gösterip seni yalanlar.

Şimdi de biraz senin üzerinde düşünelim:

Bak, sana öyle bir göz verilmiş ki, güzelliğin bütün mertebelerini fark eder. Hâlbuki bazı hayvanlara verilen göz, şu âlemi siyah beyaz görüyor.

Yine sana öyle bir dil verilmiş ki, bütün yiyeceklerin lezzetini ölçer ve anlar. Hâlbuki hayvanlara verilen dil, sadece birkaç tadı fark eder.

Ve yine sana öyle bir akıl verilmiş ki, âdeta bir anahtar olup her kilidi açar.

Göz, dil ve akıl gibi, sana öyle duygular ve cihazlar verilmiş ki, bunların hiçbiri hayvanlara verilmemiştir.

Bütün bunları sana şu soruyu sormak için anlattık:

Yaratıcımız hikmet sahibi olduğuna göre, elbette israf etmez, boş ve abes iş yapmaz.

- Peki, hikmet sahibi yaratıcımız, bize niçin bu kadar masraf yapmış ve bu kadar kıymetli cihazlar vermiş?

- Yani niçin bize, hayvanlarınki gibi siyah beyaz gören bir göz vermemiş?

- Ya da niçin hayvanların dili gibi, birkaç lezzeti fark eden bir dil takmamış?

- Ya da en ince sanatları anlayan aklı bize niçin vermiş?

- Her şeyi kuşatan bir muhabbeti kalbimize niçin koymuş?

- Bunların sebebi nedir?

Sakın, "Öylesine yapmış, bir gayesi yok." deme. Zira en başta, bu âlemin yaratıcısının hikmet sahibi olduğunda anlaşmıştık. Şimdiyse diyorsun ki, "Bu hikmet sahibi yaratıcı, bu kıymetli cihazları bize öylesine takmış; israf etmiş, hiçbir gayesi yok!.."

Eğer gayesiz ve öylesine yaratmışsa, hikmet sahibi değildir. Yok, hikmet sahibiyse, öylesine yaratmamıştır ve bir gayesi vardır.

Şunu iyi bil ki:

Seni böyle antika bir sanat gibi yaratan ve paha biçilemeyen organları ve duyguları sana takan zat, elbette bunu bir gaye için yapmıştır. Bu gayeleri akıl tek başına keşfedemez. Bu gayeleri bize ancak vahye mazhar peygamberler öğretebilir.

Peygamberleri kabul etmemek, bütün bu donanımların ve duyguların bize boşuna takıldığını ve yaratıcımızın israf ettiğini kabul etmek demektir. Bu da yaratıcının hikmetsiz olduğu sonucuna ulaştırır. Bu ise bütün varlıkların şehadetiyle yanlıştır. Madem yanlıştır, öyleyse elbette peygamberler gönderilmiş, kitaplar indirilmiş ve bütün bu gayeler bizlere öğretilmiştir. İman ettik ve tasdik ettik.

https://sorularlaislamiyet.com/ozel-dosya/deizm-yanilgisi

18 Ekim 2020 Pazar

Deizme göre alem niçin yaratıldı?

 

Şimdi deist olan kişiye soruyoruz:

- İnandığın yaratıcı -ki biz ona Allah diyoruz- şu âlemi niçin yaratmıştır? Yani şu nakış nakış süslenmiş kuşlar, kelebekler, çiçekler, ağaçlar ve diğer bütün varlıklar niçin yaratılmıştır?..

Sakın, "Öylesine yaratmış, bir gayesi yok." deme. Zira bu alemin yaratıcısı hikmet sahibidir.

Baksana, şu dünyada her şeyin bir vazifesi var. Her şeye faydalar takılmış. Boş ve abes hiçbir şey yok. Bu da ispat eder ki, yaratıcımız hikmet sahibi bir yaratıcı. Hâl böyleyken sen nasıl olur da "Şu âlemin yaratılmasının hiçbir gayesi yoktur; boşuna yaratılmış." diyorsun.

Madem sen yaratılışın gayesini bilmiyorsun, o hâlde biz sana öğretelim; bu gaye şudur:

Her kemal ve güzellik sahibi, kendi kemalini ve güzelliğini göstermek ister. Bu sırdan dolayı, Allah da kendi kemalini ve güzelliğini göstermek için bu âlemi yarattı.

İşte varlıkların renk renk boyanması; farklı şekillerde ve suretlerde yaratılması, hikmetle donatılması, hep bu sırdandır: Yaratıcımız kendisini tanıttırmak ve bildirmek istiyor.

Madem Yaratıcımız kendisini tanıttırmak ve bildirmek istiyor, o hâlde peygamberler ve kitaplar göndermeli. Aksi takdirde bizler onu tanıyamayız. Mesela bak, yaratıcıya "Allah" dedik. Onun isminin “Allah” olduğunu bize peygamberler öğretti. Bir düşünsene, peygamberler olmasaydı, yaratıcımızın adını bile bilemezdik.

- Bilinmek için şu âlemi yaratan ve bu sebeple her varlığı nakış nakış süsleyen zatın, ismini bile bildirmediğini nasıl kabul edersin?

- Kendini bildirmek için bu kadar masraf yapan zat, nasıl olur da bilinmenin en kısa yolu olan peygamberleri göndermez ve kitapları indirmez?

Eğer Allah sadece kendi varlığını bilmemizi isteseydi, âlemi ve eşyayı bu kadar süslemezdi. Zira bir çiçekle de yaratıcının varlığını biliriz. Ama Allah bir çiçekle yetinmemiş, âdeta yeryüzünü bir sofra, baharı bu sofraya bir gül destesi yapmış.

Demek sadece varlığının bilinmesini istemiyor; isim ve sıfatlarıyla tanınmak istiyor. Bu da ancak peygamberlerin gönderilmesiyle, yani Allah'ın kendisini bizzat elçileri vasıtasıyla tanıtmasıyla mümkündür.

Eğer elçileri olmazsa onu tanıyamaz, hatta yanlış tanırız.

Mesela sana sorsak, “İnandığın yaratıcı uyur mu? Yer mi? İçer mi? Eşi ve çocukları var mı?...”

Bu ve benzeri sorulara "Hayır." diyebilmek için, vahye mazhar peygamberlere ve Allah'ın kendisini tanıttığı kitaplara muhtaç değil misin? Sönük aklınla bu sorulara nasıl cevap vereceksin?

Sözün özü: Allah Teâlâ bu âlemi kendisini bilmemiz için yaratmış ve varlıkları nakış nakış süsleyerek, onlarda tecelli eden isim ve sıfatları düşünmemizi istemiştir. Bunun yerine gelmesi için de mutlaka peygamberler gönderilmeli ve kitaplar nazil olmalıdır.

Çünkü insanın aklı bir yaratıcıyı bulsa da O'nun isim ve sıfatlarını hakkıyla keşfedemez. Hatta çoğu kez hata yapar. Ateşe tapan, ineğe tapan, yıldızlara ve diğer eşyaya tapan insanlar, bu sözümüzün şahididir.

Bir peygamber gelmezse kişi böyle şaşırmakta, ineği kendi rabbi zannetmektedir. Elbette bu âlemi yaratan zat, bu hataya düşmemize müsaade etmeyecek ve kendisini bizlere hakkıyla tanıtacak peygamberleri gönderecektir ve göndermiştir. Bunun inkârı, gündüzün ortasında Güneşi inkâr etmek kadar imkânsızdır.

https://sorularlaislamiyet.com/ozel-dosya/deizm-yanilgisi

17 Ekim 2020 Cumartesi

Bir insan niçin deist olur?

 

Bir insan niçin deist olur? Niçin peygamberleri ve kitapları inkâr eder? İnkârı bir delilden midir, yoksa başka bir sebep mi var?

 Bu bölümde bu soruların cevabını vereceğiz. Cevabı verirken deist kişiyi muhatap yapıp, onunla konuşacağız.

Şimdi deist olan kişiye soruyoruz:

- Allah'ın, peygamber ve kitap göndermediğini nereden biliyorsun?

Yoksa Allah sana tecelli etti ve gözüktü de "Ben peygamber ve kitap göndermedim." mi dedi?

Herhalde böyle olmamıştır. Öyleyse sen, Allah'ın hiçbir peygamber göndermediğini nasıl biliyorsun? Bil ki senin inkarın delilden kaynaklanmıyor.

Şimdi sana, Deist olmanın sebebini anlatalım.

Her günahta küfre giden bir yol vardır. O günah tövbe ve istiğfarla çabuk silinmezse, kişiyi küfre sürekler. Şöyle ki:

Sen evvela günahlara dalmış ve haramlara müptela olmuşsun. Kendini günahlardan kurtaramıyorsun. Günahı işlerken aklına gelen cehennem fikri, hazır lezzetini yok ediyor. Tam günahtan lezzet alırken birden aklına kabir azabı, cehennem azabı ve hesap geliyor.

İşte o anda arzu ediyorsun ki, keşke cehennem olmasaydı. Hatta keşke cehennemin sahibi olan Allah olmasaydı. Rahat rahat günah işleyip keyif sürseydin!..

İşte bu tasavvurdan, Allah'ı inkâr etmek duygusu ve meyli ortaya çıkıyor. Önce Allah'ı inkâr etmek istiyorsun. Ancak bunu yapamıyorsun. Çünkü sen de biliyorsun ki, bir harf kâtipsiz, bir iğne ustasız ve bir köy muhtarsız olmaz, olamaz.

Hâl böyleyken, bu alem nasıl ustasız, sahipsiz ve sultansız olur? Bu mükemmel varlıklar nasıl kendi kendine var olur? Şu kusursuz intizam, nasıl tesadüfün eseri olur?

Bunları sen de düşünüyor ve bu sebeple de Allah'ı inkâr edemiyorsun. Ama Allah'ın emirlerine itaat etmek sana zor geliyor. Bu sefer kendi kendine diyorsun ki:

“Bir yaratıcı olsun; ama emir ve yasakları olmasın. Her şey serbest ve helal olsun. Bir hesap ve azap olmasın.”

Emir ve yasakların olmaması için de peygamberlerin ve kitapların olmaması lazım. İşte bu düşünce, seni peygamberleri ve kitapları inkâra sevk ediyor. Bu sayede kendine göre hem günahları rahatça işliyor hem de Allah inancı sayesinde, kimsesizlikten ve sahipsizlikten kurtularak bir nevi rahata kavuşuyorsun.

Yani hiçbir emre muhatap değilsin, istediğin gibi günahları işleyebilirsin; ama başın sıkıştı mı da yardım dileyebileceğin bir yaratıcın var.

Sözün özü: Sen deistliği bir delilden dolayı tercih etmedin. Deist olmanın sebebi, cehennem korkusu ve cehennemi hatıra getirmenin, senin hazır lezzetini yok etmesidir. İşte seni deist yapan nefsinin bu aldatmasıdır.

Hâlbuki şöyle düşünsen hemen bu batıl itikadından vazgeçersin: Sen günahkâr olsan, ama iman hakikatlerini kabul etsen; belki Allah günahlarını affeder. En azından, günahların kadar ceza gördükten sonra cennete girersin. Ama eğer sadece rahat günah işlemek için iman hakikatlerini inkâr etsen, kâfir olarak öleceğin için cehennemde ebedi kalırsın, cennetin kokusunu dahi duyamazsın.

Bu makamda sana nasihatimiz şu:

Eğer günahlardan kurtulamıyorsan, Allah'tan af ve hidayet dile, O'na sığın. Günahları rahatça işleyeyim diye sakın deist olma. Yoksa son nefeste o kadar pişman olursun ki, hayalin dahi tasavvurundan aciz kalır.

https://sorularlaislamiyet.com/ozel-dosya/deizm-yanilgisi

16 Ekim 2020 Cuma

misafirperverlik


Peygamber sas"in misafiri hiç eksik olmazdı. Suffe ashâbı onun daimî misafirleri arasında idi. Bunlar fakir insanlardı. Aynı zamanda Peygamber sas"in ilk yatılı öğrencileri idi. Onların temel ihtiyaçlarını başta Peygamberimiz olmak üzere diğer Müslümanlar karşılıyordu. O dönemde ashâbın da maddî durumları pek iyi değildi. Fakat Efendimiz daha fazla misafir kabul etmeleri için Müslümanları teşvik ediyor ve kendisi de onlara örnek oluyordu. O şöyle buyuruyordu:(Buhârî, Mevâkîtü’s-salât, 41.

Allah Resûlü İbn Mâce'de geçen bir rivayette misafire ikramın hayır ve berekete vesile olacağını müjdelerken,(İbn Mâce, Et’ıme, 55.) bir başka rivayette imkânı olduğu hâlde misafire ikramdan kaçınanları da, “Misafir ağırlamayan kimsede hayır yoktur.”diye  uyarır. (İbn Hanbel, IV, 157.)

Allah Resûlü"nün sünnetinde misafirperverlik cahiliyedeki gibi sadece bir âdet ve bir gelenek değil, aynı zamanda erdemli bir davranış ve bir ibadettir.

Allah Resûlü"nün hicrette Medine"ye ayak basar basmaz verdiği ilk mesajlar arasında, “Yemek yedirin!” vurgusunu yapması da manidardır: “Ey insanlar! Selâmı yaygınlaştırın, yemek yedirin ve insanlar uykudayken (gece) namaz kılın ki, esenlik içinde cennete giresiniz. ” Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 42. 
cennete girme vesilesi olarak misafire ikram da sayılmış bu hadiste.

Bir başka rivayette de aynı şekilde “Yâ Resûlallah bana öyle bir amel söyle ki o ameli yapınca cennete gireyim.” diyen Ebû Hüreyre"ye, Peygamber sas cennete götürecek amel arasında, “yemek yedirmeyi” de tavsiye etmiştir. İbn Hıbbân, Sahîh, II, 261.

 Buhârî'nin bir rivayetinde ise bazı zarurî hâllerde, bunun ifa edilmesi gereken bir misafir hakkı ve toplumsal bir görev olduğunu söyler Pey sas. Buhârî, Edeb, 85

Yolcunun duasının, kabul edilecek dualardan olduğunu söyleyen (Tirmizî, Birr, 7) Allah Resûlü, misafiri olduğu ev sahibine kendisi dua ettiği gibi ashâbına da dua etmelerini tavsiye ederdi. Bir defasında sahâbîleri ile birlikte Ebu"l-Heysem b. Teyyihân"ın evine misafir olan Peygamber sas, yemek sonrası sahâbîlerine, “Kardeşinizi mükâfatlandırın.” buyurdu. Ashâb bunun üzerine “Yâ Resûlallah onun mükâfatı nedir?” deyince Pey sas, “Bir adamın evine gidilir, yemeği yenir, içeceği içilir, sonra onun için dua ederlerse işte bu onun mükâfatıdır.” diyerek (Ebû Dâvûd, Et’ıme, 54.) hoş bir misafirlik âdâbına da işaret etmiştir. “Misafirin de ev sahibini sıkıntıya sokacak kadar misafirliğini uzatması helâl olmaz.”(Buhârî, Edeb, 85.)buyurarak da misafirlik âdâbının bir başka yönüne dikkat çekmektedir.

Bir defasında kendisine ikram edilen bir yemeği Peygamber  sas ashâbına ikram etmiş, onlar da, “İştahımız yok.” diye karşılık verince Resûlullah, “Açlığı ve yalanı bir araya getirmeyin.” (İbn Mâce, Et’ıme 23.)buyurmuştur. Böylece ikram edilen mubah şeylerin misafir tarafından reddedilmemesini misafirlik âdâbı olarak öğretmiştir.Tirmizî, Edeb, 37.

Bütün bu ve benzeri rivayetlerden görüyoruz ki Peygamberimiz sas gerek davranışları gerekse sözlü beyanlarıyla insanları misafir ağırlamaya teşvik etmiştir. (Buhârî, Edeb, 31.) 

Müslümanlar Peygamber sas"den sonra bu güzel geleneği sürdürmüşler ve daha da geliştirerek devam ettirmişlerdir.  Ömer ra zamanında içerisinde un, hurma, kuru üzüm ve ihtiyaç maddeleri bulunan “dârü"r-rakîk” (İbn Sa’d, Tabakât, III, 283. )adlı evleri, Hz. Osman zamanında kurulan “dârü"d-dîfân”lar (misafirhaneler) (Taberî, Târîh, II, 609-610.) takip etmiştir. Bu gelenek daha sonra vakıflar, kervansaraylar ve imarethanelerle (Osmanlı Devleti döneminde yoksullara yardım amacıyla oluşturulan hayır kurumları) sürdürülmüştür. Bu geleneğin bir tezahürü olarak da geçmişten günümüze, misafirhaneler, konukevleri eksik olmamıştır. Ve hâlen misafirperverlik, Müslüman toplumların en önemli hasletlerinden biri olarak devam etmektedir.

Hadislerle İslam

15 Ekim 2020 Perşembe

Ölen kimsenin anne-babasının mirastaki payı nedir?


Anne, ölen çocuğuna her durumda mirasçı olur (Nisa, 4/11; Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 450). Ancak ne kadar miras alacağı diğer mirasçıların paylarıyla birlikte hesaplandığında ortaya çıkar. Nitekim ayette; “Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır.” (Nisa, 4/11) buyurulmuştur.
İslam miras hukukuna göre annenin mirasta üç hâli vardır:
1- Anne, ölenin oğlu, kızı, bunların oğlu ve kızı; hangi taraftan olursa olsun ölenin birden fazla kardeşiyle bulunursa altıda bir alır.
2- Bunlar bulunmazsa anne, üçte bir alır.
3- Bir tarafta baba, öbür tarafta koca veya karı ile beraber bulunursa karı ya da koca, hisselerini aldıktan sonra kalanın üçte birini alır.
Babanın da üç durumu vardır:
1- Baba, ölenin oğlu veya oğlunun oğlu ile birlikte bulunduğunda altıda bir alır.
2-Ölenin kızı veya oğlunun kızı yahut oğlunun... oğlunun kızı ile birlikte bulunduğunda altıda bir ve ilave olarak payları Kur’an-ı Kerim’de belirtilenlerden (ashab-ı ferâiz) artanı alır.
3-Bu iki grup mirasçı bulunmadığında asabe olur. Başka mirasçı yoksa terekenin tamamını, varsa bunlardan artanı alır.

14 Ekim 2020 Çarşamba

Taşınmaz mallar miras kaldığında kız ve erkek evlat bunları eşit olarak mı paylaşırlar?


İslam miras hukukunda mülkiyeti, murise (miras bırakan kişiye) ait malların tamamında, erkek ile kız evlatlar mirası ikili birli paylaşırlar (Nisa, 4/11). Bu konuda miras olarak kalan malın taşınır olması ile taşınmaz olması arasında fark yoktur. Mülkiyeti murise ait olmayıp devlete ait olan topraklarda devletin, kamunun maslahatına uygun bir şekilde tasarruf etme yetkisi vardır. Bu kabilden olarak Osmanlı Devletinde çıkartılan “Arazi ve İntikal Kanunu”nda mülkiyeti devlete ait olan (mirî) arazilerde tasarruf hakkının vefat edenin erkek ve kız çocukları arasında eşit olarak paylaştırılması kanunlaştırılmıştır (Bilmen, Kâmus, V, 399). Cumhuriyetten sonra vatandaşın elindeki topraklar özel mülke dönüştüğünden artık bu topraklar kişinin kendi mülkü olmuştur. Dolayısıyla bunlarda da İslam miras hukuku hükümleri geçerli olur.

13 Ekim 2020 Salı

Mirasçılar mirastan mahrum edilebilir mi?


Kişi, mirasçısını mirasından mahrum etme hak ve yetkisine sahip değildir. Ancak vârisin murisini öldürmesi, farklı dinlerden olmaları gibi mirasçılığa engel hâller bulunması durumunda mirasçı mirastan mahrum kalır (Mevsılî, el-İhtiyâr, IV, 502-504).
Çocuklar anne-babanın gönlünü incitecek, sevgi ve gönül bağını koparacak olan isyan, eziyet ve hakaret gibi olumsuz duygu ve davranışlarda bulunmuşlar veya görevlerini yapmamışlarsa, dinen sorumlu olurlar. Ama bu yanlışlıkları veya görevlerini yapmamaları onların mirastan mahrum bırakılmalarına dinen sebep teşkil etmez. Çünkü İslam’da sorumluluklar bireyseldir. Herkes kendi görevini yapıp-yapmadığının hesabını Allah’a verecektir (Necm, 53/38-41).
Ailede anne-baba kendi sorumluluklarını, çocuklar da kendi sorumluluklarını bilerek, ailevî yaşantılarını bir Müslüman’a yakışır şekilde düzenleyip sürdürmek mecburiyetindedirler.
Bu itibarla, anne-babanın hangi sebeple olursa olsun çocuklarını mirastan mahrum etmek için evlatlıktan reddetme yetkisi bulunmadığı gibi mirastan mahrum bırakmak için vasiyette bulunması da caiz değildir.

12 Ekim 2020 Pazartesi

İslam miras hükümlerine uymamanın sorumluluğu var mıdır?


Müslümanın, Yüce Allah’ın koymuş olduğu hükümlere uyması gerekir; aksi takdirde manen sorumlu olur. Mirasla ilgili hükümler de bunlardan biridir. Dolayısıyla, varislerin haklarına düşene rıza göstermeleri ve diğerlerinin haklarına tecavüz etmemeleri gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de mirasla ilgili hükümler bildirildikten sonra devamla şöyle buyurulur: “İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar.” (Nisa, 4/13-14) Şu kadar var ki varisler, miras ile ilgili ayetleri inkâr etmemek ve onları adaletsiz bulmamak kaydıyla mirası kendi aralarında rızaya dayalı olarak diledikleri gibi paylaşma hakkına da sahiptirler. Bu durumda, Allah’ın mirasla ilgili olarak koymuş olduğu hükümlere muhalif davranmış olmazlar.

11 Ekim 2020 Pazar

Doğum kontrolünün dinî hükmü nedir?


Sağlığa zararlı olmamak şartıyla, deri altına hormon düzenleyici yerleştirmek (implant), kondom kullanmak, azil (geri çekilmek) gibi yöntemlerle hamileliğin önlenmesinde dinen bir sakınca yoktur. Bununla birlikte annenin hayatı söz konusu olmadıkça, hamilelik gerçekleştikten sonra, hangi aşamada olursa olsun, kürtaj ve benzeri yöntemlerle çocuğun alınması caiz değildir. Çünkü hamileliğin başlaması ile doğacak çocuğun hayat hakkı gerçekleşmiş olur. Maddi ya da sosyal endişelerle ceninin hayatiyetini bir şekilde sona erdirmek hayat hakkına tecavüzdür. Allah Teâlâ, “Fakirlik endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de onları da biz rızıklandırırız.” (En’am, 6/151) buyurmuştur.

10 Ekim 2020 Cumartesi

Kadınlardan gelen beyaz ve kokusuz akıntı abdesti bozar mı?


Kadınlardan gelen; âdet, lohusalık ve özür kanı dışındaki akıntıların abdesti bozup bozmadığına dair Hz. Peygamber’den (s.a.s.) nakledilen bir bilgi bulunmamaktadır. Fıkıh kaynaklarında ise, erkek kadın ayırımı yapılmaksızın iki yoldan (önden ve arkadan) gelen her şeyin abdesti bozduğu ifade edilmektedir (Merğînânî, el-Hidâye, I,106; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 230; Nevevî, Ravda, II, 102; Kâsânî, Bedâî’, I,24; İbn Cüzey, el-Kavânîn, 89).
Günümüzdeki tıbbî verilere göre sağlıklı her kadından beyaz ve kokusuz bir akıntı (rutûbetü’l-ferc) salgılanması normal bir durum olarak kabul edilmektedir. Bu akıntı rahimden değil, daha aşağıdan gelmekte, herhangi bir necis madde ile de karışmamaktadır. Bu nedenle temiz kabul edilen akıntı abdesti bozmadığı gibi çamaşıra bulaşması da namaza engel değildir (Kâsânî, Bedâî’, I, 24; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, I, 305).

9 Ekim 2020 Cuma

ÇOCUKLAR NEDEN YALAN SÖYLER


Bize bir anne geldi. “Doktor, dedi, oğlum sık sık yalan söylüyor. Yaşadığını söylediği hikâyeler uyduruyor. Ailece yalandan nefret ederiz. Çocuğuma yalan söylediğimizi hiç hatırlamıyorum. Bu durum beni çok üzüyor. Defalarca yalanın kötü bir şey olduğunu söylediğim halde vaz geçiremedim. Size gelmekten başka çarem kalmadı.”

Anneyi dinledikten, çocuk ve aile hakkında birkaç soru sorduktan sonra konu anlaşıldı. Tebessüm ederek, “Boşuna telaşlanmışsınız, ortada yalan diye bir şey yok, çocuğunuzun davranışları gayet normal.” dedim.

Anne rahatlayacağı yerde iyice telaşlandı:

– Nasıl olur, söylediklerinin yalan olduğununu ben biliyorum. Hatta, bir defasında, sıkıştırdığım zaman “Yalan söylemiyorum, sen de vardın, beraber otobüse bindik.” dedi.

Bu son sözler üzerine olay iyice aydınlanmıştı.

– Boşuna telaşlanmışsınız, dedim, olay gayet basit. Çocuk size rüyasını anlatmış.

Anneye gerekli açıklamaları yaptıktan ve örnekler verdikten sonra ancak ikna edebildim. Yalan söylediğinden yakındığı oğlu, üç buçuk yaşındaydı ve ilk çocuğuydu. Anne olaya yetişkin gözüyle baktığı için yanılıyordu. Ona göre, olmamış bir olayı olmuş gibi anlatmak ve kendisini olayın kahramanı olarak göstermek yalancılıktı. Annenin verdiği bilgiye göre, çocuğun yalan söylemesi için bir sebep yoktu. Anne ve baba çocuklarını seviyor, ona değer veriyor, yeterince zaman ayırıyorlardı. Aşağıda anlatacağımız gibi, çocuğu yalan söylemeye iten çeşitli sebepler vardır. Bunların başında “güvensizlik duygusu” gelir. Sevildiğinden ve kendisine değer verildiğinden emin olmayan çocuk, kendisinin merkezinde olduğu hikâyeler uydurarak dikkat çekmek ve güven kazanmak ister. Ancak, burada yine amacı yalan söylemek değildir.

Vakamızdaki çocuğa gelince, teşhisimize göre, çocuk anneye ve babaya gördüğü rüyaları anlatmaktadır. Dört yaşına kadar çocuklarda benmerkezci (egosantrik) bir kişilik hâkimdir. Eşyaya ve olaylara kendi gözleriyle bakarlar. Dünyanın merkezinde kendileri vardır. Canlı-cansız ayırımı yapamazlar. Kendileri canlı olduğuna göre, her şey canlıdır. Bindiği oyuncak at ile gerçek at arasında fark yoktur. Onunla canlıymış gibi konuşur. Bu yaştaki çocuklar, rüya ile gerçek dünya arasında ayırım yapamazlar. Rüyayı yaşanmış olarak algılarlar. Vakamızda “yalan söylemiyorum, sen de vardın, beraber otobüse bindik,” sözlerinden bunu anlıyoruz. Eğer anne çocuk gelişimi ve psikolojisi hakkında bilgi sahibi olsaydı bize gelmesine gerek kalmaz, olayı kolayca çözerdi.

Yalan Söylemek Bir Davranış Bozukluğudur

Beş yaş ve üzerindeki çocuklarda “yalan” bir davranış bozukluğu olarak değerlendirilir. Eğer buna tırnak yemek, altını ıslatmak, kekemelik, tik, inatçılık, tembellik, saldırganlık, korkaklık, içe kapanıklık gibi bir veya birkaç davranış bozukluğu da eşlik ediyorsa durum ciddi demektir.

Gelişmiş elektronik cihazlarda, her biri farklı görevler yapan yüzlerce devre vardır. Bu devrelerden biri arıza yaptığı zaman devreye bağlı bir uyarı sinyali harekete geçerek kullanıcıyı uyarır. Bilgisayar kullananlar bunu çok iyi bilirler. Arıza giderilmediği ve çalışmaya devam edildiği taktirde bilgisayar sağlıklı çalışmadığı gibi, zamanla daha ciddi arızalar ortaya çıkacaktır. Aynen bunun gibi, çocuklarda ortaya çıkan bir davranış bozukluğu farkedilmez veya ciddiye alınmazsa zamanla daha ağır bozukluklar buna eşlik edecek, tedavisi güç ruh sağlığı problemleri ortaya çıkacaktır.

Anne babalar, çocuklarında gördükleri bir davranış bozukluğunu, ruh sağlığının tehlikede olduğunu haber veren bir uyarı sinyali anlamına geldiğini bilmeli, çocuğu suçlayarak veya baskı kurararak bunu gidermeye çalışmamalı, “Ben nerede yanlış yaptım?” sorusuna cevap arayarak olaya yaklaşmalıdır.

Çocuk Yalan Söylemeyi Bizden Öğrenir

Amerika’da çalıştığım okullarda çocukların yalan söylediklerine ve kopya çektiklerine hiç rastlamadım. Yine üzülerek ifade edeyim ki, Türkiye’de çalıştığım okullarda en dindar aile çocuklarının bile sıkıştıklarında yalan söylediklerine ve kopya çektiklerine çok rastladım. Neden Amerikalı çocuk yalan söylemez de Türk çocuğu yalan söyler? Sorunun cevabı gayet basit: Çocuk yalanı aileden öğrenmektedir. Belki doğrudan değil, ama dolaylı yoldan çocuğa yalanı biz öğretiyoruz. Telefona cevap vermeye giden çocuğuna, “Beni filanca sorarsa evde yok dersin.” diyen bir baba veya anne, dolaylı yoldan çocuğa yalan söylemeyi öğretmektedir. Yine okul yıllarında nasıl kopya çektiğini, bulduğu yeni kopya çekme usulleriyle öğretmenini nasıl atlattığını övünerek anlatan bir baba, çocuğunu kopya çekmeye ve kolay yoldan not almaya özendirmektedir.

Bayanlar arasında sık kullanılan “beyaz yalan” sözünü duymuşsunuzdur. Kimseye zararı olmayan yalana beyaz yalan denirmiş. Bir kimseye yalan söylemekle onu aldatmış olmuyor muyuz? Aldatmanın siyahı ve beyazı olur mu?

Çocuk İlgi Çekmek İçin Yalan Söyler

Yalan söyleyen çocuğun yaşına bakılır. Eğer beş yaşın altında ise, yalan söylemenin amacı kesinlikle aldatmak değildir. Yeterli sevgi alamayan veya gördüğü sevgiden emin olmayan, ilgi eksikliği yaşayan çocuklar dikkatleri kendi üzerlerine çekmek için hikaye uydururlar. Bu çocuklar, azarlanmak ve dayak yemek pahasına da olsa her çareye baş vururlar. Yaramazlık yapan ve yalan söyleyen çocukların amacı anne babayı kızdırmak ve çileden çıkarmak değildir. Ancak, yaramazlık yapmalarına rağmen, yeterli ilgiyi elde edemezler ve sevildiklerinden emin olamazlarsa saldırgan bir kişilik geliştirmeye başlarlar.

Çocuk Güven Kazanmak İçin Yalan Söyler

Ana okuluna ve ilköğretim okuluna devam eden çocuklarda sık görülen bir yalan türüdür. Eğer çocuk derslerinde başarılı değilse, okulda ve ailede tembelliği başa kakılıyor, horlanıyor, aptal yerine konuyorsa; bu çocukta telafisi zor bir aşağılık duygusu gelişmeye başlar. Kendini değersiz, aptal, işe yaramaz biri olarak görmeye başlar.

Hiçbir çocuk bilerek tembelliğe ve başarısızlığa razı olmaz. Onu başarısızlığa iten sebepler vardır. Mesela, hiperaktivite ve dikkat eksikliği bozukluğu olan bir çocuk, dikkatini uzun süre yoğun tutamayacağı için istese de fazla başarılı olamaz. Dikkati sık sık başka şeylere kaydığı için sınıfta anlatılanları aklında tutamaz. Sırasında rahat oturamaz. Öğretmenini ve arkadaşlarını rahatsız edecek davranışlarda bulunur. Ev ödevlerini gerektiği gibi yapamaz. Tembellik ve başarısızlık bu çocuğun suçu değildir. Tedavi edilmesi gerekir. Hiperaktif çocuklar, başarısızlıklarını örtmek ve güven kazanmak için yalan söyler.

Her insan gibi, çocuk da toplum tarafından beğenilmek ve taktir edilmek ister. Çocuk ilk beğeniyi anne ve babasından bekler. Sevilen, ailede adam yerine konan, değer verilen ve iyi davranışları taktir edilen, zekası normal bir çocuğun başarılı olması beklenir ve başarılı da olur. Derslerinde başarısız, arkadaşlarıyla geçimsiz, davranış bozuklukları olan ve sık yalan söyleyen bir çocuk bize getirildiği zaman; ilk iş olarak aileyi inceleriz. Beyinde arıza bırakacak bir hastalık geçirip geçirmediğini, doğumunun normal şartlar altında gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırırız.

Çocuk Cezadan Kaçmak İçin Yalan Söyler

Dürüstlüğü ve doğru sözlülüğü karşısında ceza gören bir çocuk, cezadan kaçmak için yalan söyleyebilir. Cezalandırma dayaktan ibaret değildir. Dayak en kötü disiplin aracıdır ve eğitime olumlu bir katkısı yoktur. Günah keçisi gibi devamlı suçlanan, kendisini savunmasına izin verilmeyen, başkalarıyla kıyaslanan çocuklar da bir anlamda cezalandırılmış demektir. Eğer sınavdan aldığı düşük notu söylediğinde azar işitir, “Yine mi zayıf aldın, bu notlar ne zaman düzelecek, ne zaman çalışmaya başlayacaksın?” suçlamalarıyla karşılaşırsa; bir sonraki zayıfını söyleme cesareti gösteremeyecek, yalana baş vuracaktır.

Yalan söyleyen çocuğun kendisine saygısı kalmaz, kendisinden utanır. Özgüvenden yoksundur. Yeteneklerinin ve sahip olduğu değerlerin farkında değildir. Kendisini değersiz ve işe yaramaz olarak görür.

Anne babalar, çocuklarının fizik sağlığı ile ilgilendikleri kadar ruh sağlıklarıyla da ilgilenmelidir. Ruh sağlığı bozulmuş bir çocuğun fiziksel ihtiyaçları fazlasıyla yerine getirilse bile hastalıklı bir kişilik geliştirecektir. Yüksek makamlara gelmesi, büyük paralar kazanması onu mutlu etmeye yetmeyecek, içinde hep ruhsal bir açlık hissedecektir.

(Ali ÇANKIRILI, Zafer Dergisi, Sayı: 292, Aralık-2001)