8 Haziran 2020 Pazartesi

FATİHA SURESİ TEFSİRİ


İndiği Yer: Mekke
İniş Sırası: 5
Âyet Sayısı : 7
Nüzulü:
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem 'in peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke'de nazil olduğu hususunda ittifak vardır. Kaynaklarda nüzul sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Mushafın baş tarafına konmak üzere vahyedilmiştir; Kur'an'ın hem bir mukaddi­mesi hem de özeti gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rek'atlarında Rabbi ile konuşurcasına okuması ve bu sayede O'na yaklaşması murat edilmiş­tir.
Adı ve Âyet Sayısı
Kur'an ilimlerine dair kaynaklarda birden fazla adı vardır; ancak bunlardan "Fatiha, es-Seb’u’l-mesânî, Ümmü'l-kitâb" adları hadislerde geçmektedir. (bk. Buharı, Tefsir, 1, Ezan, 109; Tirmizî, Salât, 183)
Fatiha "ilk, evvel, başlangıç" demektir. Bütün olarak gelen ilk sûre olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'i okumaya ve yazmaya onunla başlandığı için bu adı almıştır. Fa­tiha sûresinden önce gelen (nazil olan) âyetler, ait oldukları sûrelerin parçalarıdır ve bu sûrelerin nüzulü Fâtiha'dan sonra tamamlanmıştır.
es-Seb'u'l-mesânî "ikilenen, tekrarlanan yedi" demektir. Bu sûre yedi âyet­ten oluştuğu ve namazda en az iki kere okunduğu ya da her rek'atta ona bir başka sûre veya birkaç âyet eklendiği İçin bu ismi almıştır.
Ümmü'l-kitâb "kitabın aslı, temeli, anası" demektir. Bazı hadislerde "Ümmü"l-Kur'ân" (Kur'an'ın anası) şeklinde ifade edilmiştir. Fatiha sûresine bu ismin verilmesi, yukarıda işaret edilen ve az sonra açıklanacak olan içeriği sebebiyledir.
Fatiha'nın yedi âyetli bir sûre olduğunda görüş birliği vardır. Bu yedi âyetin sayımı, besmelenin Fatiha sûresine dahil bir âyet olup olmadığı konusundaki gö­rüş ayrılığı sebebiyle farklı olmuştur. Mekke ve Kûfeli kıraat âlimlerine (kurrâ) ' göre besmele Fâtiha'ya dahil bir âyettir, "el-hamdü" ile başlayan ise İkinci âyettir. Medine, Basra ve Şam kurrâsına göre besmele, Fâtiha'ya dahil bir âyet değildir, "el-hamdü..." birinci âyettir. Bu konuya besmelenin tefsirinde tekrar dönülecektir. Besmeleyi Fâtiha'dan saymayanlara göre "en'amte aleyhim" den sonrası ayrı bir âyettir ve yedi rakamı böyle tamamlanmaktadır.
Konusu
Bu sûre ilâhî kitabın bütün amaçlarını; getirdiği mâna, bilgi ve hükümleri özet halinde ihtiva etmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in gönderiliş amacı insanların dün­ya hayatını düzene koymak ve iyi (ilâhî irade, rızâ ve düzene uygun) bir dünya ha­yatından sonra ebedî saadeti sağlamaktır. Bu amaca ulaşabilmek için:
1. Emir ve yasaklara ihtiyaç vardır.
2. Bu emir ve yasakların hayata geçmesi, bunların kayna­ğının "yaratıcı, varlığı zaruri, kemal sıfatlarına sahip, her çeşit eksiklik ve kusur­dan uzak bulunan Allah" olduğunun bilinmesine bağlıdır.
3. Bu imanı, bu bilgi ve şuuru desteklemek üzere de mükâfat ve ceza vaadi gerekir. Sûrenin başından "yev-mi'd-dîn"e kadar birincisi, "müstakîm"e kadar ikincisi ve buradan sonuna kadar da mükâfat ve ceza vaadi ile -konulan desteklemek, canlı bir şekilde tasvir etmek ve geçmişten ibret alınmasını sağlamak üzere verilen- Kur'an kıssalarının özü ve­ciz bir şekilde ifade edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in bilgi, irşad ve talimatla ilgili bü­tün muhtevası "bilinmesi ve inanılması gerekenler" ve "yapılması gerekenler" di­ye ikiye ayrılabilir. Birincisinde Allah, peygamberlik, gayb âlemi hakkında bilgi­ler, öğütler, misaller, hikmetler ve kıssalar vardır. İkincisinde ise ibadetler ve ha­yat düzeni gibi amelî, ahlâkî hükümler ve öğretiler vardır. Fatiha sûresi bütün bun­ları ya sözü veya özüyle ihtiva etmektedir ya da bu konularda aklın önünü açarak ona ışık tutmaktadır.
"Hamd Allah'a mahsustur" cümlesi Allah Teâlâ'nın kendisini hamde (övgü­ye, yüceltmeye) lâyık kılan bütün yetkinlik sıfatlarını; "âlemlerin rabbi" ifadesi di­ğer yaratma ve fiil sıfatlarını; "rahman ve rahîm" isimleri Allah'ın insanlara rah­met ve merhametinden kaynaklanan din kurallarını; "ceza ve hesap gününün sahi­bi" nitelemesi kıyamet hallerini ve âhiret âlemini; "Yalnız sana kulluk ederiz" kıs­mı iman, ibadet ve sosyal düzeni; "Yalnız senden yardım dileriz" cümlesi ameller­de İhlâsı (ibadetlerin yalnızca Allah rızâsı için yapılmasını) ve tevhidi (O'ndan başkasına kul olarak boyun eğilmemesini, Tanrı'ya mahsus sıfat ve etkilerin O'ndan başkasına tanınmamasını) ifade etmektedir. "Bizi doğru yola ilet" cümle­si ibadet, nizam, düşünce ve ahlâk çerçevesini, "nimete erdirdiklerinin yoluna..." kısmı gelip geçmiş örnek nesilleri, millet ve toplulukları; "gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil" bölümü ise kötü örnek teşkil eden ve hallerinden ibret alınması gereken geçmiş toplulukları içine almaktadır.
Denebilir ki besmelenin başındaki "bi" edatından başlayarak besmeleye, sonra Fâtiha'ya ve devamında bütün Kur'an'a doğru ilâhî sırlar perde perde açılmak­ta; yoğunlaştırılmış dar hacimden, yoğunluğu gittikçe hafifleyen geniş hacimlere doğru yansıyan ilâhî irşadın ışığı âlemlere yayılmaktadır. "Bi" edatındaki "musa­habe" (beraberlik) ve "istiâne" (yardım dileme) mânaları, kul ile Allah ilişkisinin ve dolayısıyla dinin amacının bütününü İhtiva etmektedir. Besmelenin geri kalan kısmı ile Fatiha, bu ilişkiyi daha da açarak devam etmekte, diğer sûre ve âyetler de bunları, aralarında bir bütünlük oluşturarak her kabiliyet ve zihin seviyesine uy­gun üslûplar içinde açıklığa kavuşturmaktadır.
Fazileti ve Özellikleri
Gerek yalnızca "el-hamdü lillâh" vb. şeklinde ifade edilen hamdın ve gerek­se bütünüyle Fatiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır:
"Zikrin en üstünü 'la İlahe illallah', duanın en yücesi 'elhamdülillâh'tır." (Tirmîzî, Duâ, 9)
"Allah'a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür." (İbn Mâce, Nikâh, 19)
Allah'ın resulü, Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kur'ân-ı Kerim'deki en büyük sûreyi mescidden çıkma­dan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fatiha olduğunu açıklamıştır. (Buhari, Fezâ'ilü'l-Kur'ân, 9)
Yine birçok sahih hadiste Fatiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır (Meselâ bk. Buhârî, Fezâ'ilü'l-Kur'ân, 9)
Meali
Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım.
Tefsiri
"Eûzü" veya "istiâze" diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. "Kur'an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Al­lah'a sığın" (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur'an okumaya başlayanlar, besmeleden önce "eûzü..." ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmekte­dirler.
Asıl adı İblîs olan şeytan, Allah'ın "Âdem'e secde et!" emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin va­tanından (melekût âleminden) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah'ın kullarını, O'nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A'râf, 7/11-17) Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır. (En'âm 6/112) Ancak Allah'a iman eden, O'na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır. (Nahl, 16/98-100)
Yukarıda meali zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur'an okumaya başlayan­lar "eûzü" çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar var­dır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır.
Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur'an okuma ha­linde bile -okumaya başlarken- eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır.
Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaş­tırmak Kur'an'ın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır. (bk, Mü'minûn 23/96-98)
Eûzü, bir yandan böyle maddî ve manevî şerleri, kötülükleri defetme­ye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yö­nü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştır­mayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir.
Meali
1. Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla...
2. Hamd, âlemlerin rabbi Al­lah'a mahsustur.
3. Rahman ve rahîm.
4. Ceza gününün tek sahibi.
5. (Rabb'imiz!) Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.
6. Bizi dosdoğ­ru yola ilet.
7. Nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!
Tefsiri
1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kur'ân-ı Kerîm'in mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kur'an'a dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa -aksine görüşler bulunmasına rağmen- her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına da­hil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir. (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1,12)
İmam Şafiî Fatiha sûresi­nin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü -ona ait olması yönünden- daha sahih bir ri­vayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe'ye göre besmeleler sûrelerin başında ay­rı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fatiha'dan önce sessiz olarak okunur, Fâtiha'yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz.
Besmele dilimize genellikle "rahman ve rahîm olan Allah adıyla" şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayaca­ğı işe göre niyetinde bulunan "...okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum" gi­bi bir yüklem vardır. "Allah'ın adıyla yemek, okumak" ifadesinden Türkçe'de "yenen ve okunanın Allah'ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu" anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi "rah­man ve rahîm olan Allah adına,... adını anarak,... Allah'tan yardım dileyerek..." şekillerinde çevirmek de uygun olur.
Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken ön­ce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuya­rak "kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah'tan gele­bileceğini, Allah'ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O'nun mülkünde, O'nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah'ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağım..." peşinen kabul etmekte ve bun­dan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mev­cuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde "lâ ilahe" denilerek önce bütün sahte tanrı­lar zihinlerden siliniyor, sonra da "illallah" ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildi­ğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu iliş­kinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.
Allah yerine "tanrı", rahman yerine "esirgeyen", rahîm yerine de "bağışla­yan" kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan "tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez" olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Al­lah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir, Başka bîr deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi O'ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.
Kur'an dilinde rahman sıfat-ismi de Allah'a mahsustur, başka hiçbir varlık İçin kullanılmamıştır. Rahman "en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara son­suz ve sınırsız lütuf, ihsan, rahmet bahşeden" demektir. Rahman, rahmetiyle mu­amele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır.
Rahim "çok merhametli, rahmeti bol" demek olup bu sıfatla kullar da nite­lenebilir. Allah'ın rahîm sıfat-ismi O'nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lütuf ve merhametini ifade etmektedir. "Esirgemek" ve "bağışlamak" bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.
2. Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça'da medih ve şükür kelimeleri­nin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak ira­de ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır.
Şükür ve teşekkür "isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dil­le veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak"tır. Bu, hem Allah'tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; "hamdolsun, elhamdülillah..." denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzel­lik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah'a mahsustur. Çünkü başkaları­na ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil manasıyla onların isteklerine bağ­lı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah'ın da ira­desi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmet­ler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir. Dolayısıyla bu mânada hamdın tamamı Allah'a mah­sustur, O'na aittir.
Âlem maddî ve manevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ'nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara "mülk ve şehâdet âlemi", madde ötesi varlıklara da "gayb ve melekût âlemi" denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah'tır. Mülk ve şehâ­det âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen baş­ka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nispetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi ka­dardır. Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kal­dığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan ba­kıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah'ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir öl­çü de oluşturmaktadır. Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kav­ranmakta, oradan da bütün âlemlerin rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, ko­ruyanı, geliştireni) olan Allah'ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hay­ret hali, "huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin"e dönüşmektedir.
Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca "Allah" kastedi­lir, O'nun güzel isimlerinden biridir, "sahiplik ve terbiye edicilik" özelliğini ifade eder. Bu kelime "rabbü'd-dâr" (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.
4. "Din gününün mâliki" tamlamasında geçen mâlik "malın, mülkün sahibi" demektir. Kıraat âlimlerince "hükümdar, iktidar sahibi" anlamında "melik" şeklin­de de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yet­ki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O'nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez. Melik O'nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır.
"Din günü"nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır. (Meselâ bk. İnfitâr 82/17-19)
Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sa­hip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imam olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler -zaman zaman da olsa- Allah'ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp in­kâr etmişlerdir. Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da orta­dan kalkacağı için Allah'ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır, Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde "melik ve mâlik"tir.
5. Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesinti­siz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar ya­pan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kul­larında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak "An­cak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz." buyuruyor. Şu halde yuka­rıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah'a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O'na özgü kılınması da -kul açısından- tabii hale gelmektedir.
İbadet "kulluk ve tapınma" olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada "sevgi, korku ve boyun eğme" vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteli­ği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar bu­na mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, -dünya hayatında bir im­tihan olarak- serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir. Dünya­nın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah'a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayan­lar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve ira­desi her zaman maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden bekle­nenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer in­sanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir. Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadık­ları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır. Bu âyet, ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah'a iba­deti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir.
Âyette "ederim, dilerim" yerine "ederiz, dileriz" şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple "Sen ben değil, biz varız." ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi koru­malarını işaretlemektedir. Burada "biz"i oluşturan bağ imandır, bir Allah'a kulluk­tur;
"Allah'ın kulları! Kardeş olun..." (Buhârî, Nikâh, 45; Müslim, Birr, 23, 28-32)
mealindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah'tan gel­diğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.
6. İnsanlar maddî ve manevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yan­lış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Al­lah'a yönelmeyi reddetmesidir.
"Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli göre­rek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız Rabbine aittir (O'na dönecektir)." (Alak, 96/6-8)
"Bize doğru yolu göster" duası aynı zamanda Rabbin, kullarına bir irşad ve uyarışıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu gör­mesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu talimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O'nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır. "Doğru yol" (sırât-ı müstakim) İslâm'dır. Allah'ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm'dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâm'da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve denge­ler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir. Hadiste yer alan bir örnekle açıklana­cak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış per­deli kapılar ve yolun başında da bir çağıran var ve o, "Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!" diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: "Sakın o perde­yi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!" (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20)
Bu örnekteki yol İslâm'dır, duvarlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, kapılar haram­lardır, yolun başındaki çağıran Allah'ın kitabıdır, yukarıdaki çağıran ve uyaran, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm'da vahiy, vicdan ve akıl birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır.
"Ne irfandır veren ahlâka yükseklik ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır."
7. Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir baş­ka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyur­duğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenle­rin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dö­nüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah'ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar. Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk'a meydan okuyanlarda gö­rülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların "Hristiyanlar", ilâhî gazaba uğrayanların da "Yahudiler" olarak açıklanması,(meselâ bk. Müsneâ, IV, 378; Tirmizî, Tefsîr, 2) yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.
Müslim'in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. Salât, 38) Allah Teâlâ'nın, "Namazı (Fatiha'yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum diledi­ğini alacaktır" buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir:
"Kul (na­mazda Fâtiha'yı okurken) 'Hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur.' deyince Allah, 'Kulum bana hamdetti.' buyurur. Kul 'rahman ve rahim' deyince Allah, 'Ku­lum beni övdü.' der. 'Ceza gününün tek sahibi.' deyince 'Kulum benim yüceliği­mi dile getirdi.' der. 'Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.' de­yince 'Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacak­tır.' buyurur. Kul 'Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gaza­ba uğramışların yoluna da doğrudan sapmışların yoluna da değil!' deyince Allah, 'İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir.' buyurur."
"Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme" mânasına gelen "âmin" sözü, dilleri ne olursa olsun bütün Müslümanların, hatta semavî din men­suplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fatiha sûresine dahil olmadı­ğı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah'ın Fâtiha'dan sonra "âmin" de­diği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir. (meselâ bk. Müslim, Salât, 72-76)
Namazda veya namaz dışında Fâtiha'yı okuyan veya dinleyen kimse, sû­renin sonunda "âmin" deyince aynı zamanda meleklerin de "âmin" dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah ta­rafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır. (bk. Buhârî, Ezan, 112-113; Müslim, Salât, 72-76)
Yine sahih hadisler, Fatiha sesli okunduğunda "âmin" duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin ço­ğu bunu benimsemişlerdir. (Şevkânî, Neylü'l-evtâr, II, 229-232)
Hanefîlere göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir. (bk. Diyanet, Kur’an Yolu, Fatiha Suresi)

Hiç yorum yok: