İnsan, Rabbimizin en güzel fıtratta yarattığı, akıl, idrak ve irade bahşettiği mükerrem varlıktır. Yaratan, hem bedenini hem de çevresini sayısız nimetlerle donattığı bu varlığı hayatın içine başıboş bırakmamıştır. Ona, dönüşün kendisine olduğunu hatırlatmış ve ondan huzuruna alnı ak çıkacak şekilde bir hayat sürmesini, ömür sermayesini hesabını verecek şekilde harcamasını istemiştir:
“Yeryüzünü size boyun eğdiren, onu sizin emrinize âmâde kılan O’dur. Dağlarında, ovalarında, vadilerinde, sırtlarında gezin, dolaşın. Allah’ın bahşeylediği rızıklardan yiyin ve bilin ki dönüş O’nadır.” (Mülk 67/ 15)
Ayet-i kerîme hayatın bir özeti gibidir. Bu öz ifadeleri biraz açarsak dile getirilen şudur: Yeryüzü, bütün nimetleriyle sizler için yaratılmış, hizmetinize, istifadenize sunulmuştur. Dağlarında, ovalarında, bağlarında, bahçelerinde, çarşılarında, pazarlarında, köyünde, kentinde gezin, dolaşın. Ekin, biçin, alın, satın, çalışın, gayret edin, kazanın, yiyin, yedirin, rızıklarından istifade edin... Ancak bütün bunları yaparken, dönüşün Allah’a ait olduğunu sakın unutmayın! Dünya hayatında bütün yapılanların muhasebeden geçeceğini aklınızdan çıkarmayın. Dünya hayatını, hesabını verecek, Allah’ın huzuruna çıkacak şekilde yaşayın. Buna göre kazanın, buna göre harcayın, hayatınızın bütününe buna göre yön verin. Kendinize buna göre bir yaşayış çerçevesi çizin. Dünyadaki yaşayışınızın ahiretinizi şekillendireceğini aklınızdan çıkarmayın.
İnsanoğluna hem dünya hem ahiret saadetini elde edecek hayat nizamı kurmasını emreden Hâkim-i Mutlak, onu bu yönde yol göstericisiz, nizamsız ve öndersiz bırakmamıştır. Bunun için rasuller göndermiş, bunun için hükümler koymuş, bunun için hayatın her dilimini kuşatan nizam indirmiştir. İşlenecek hatalara, meydana gelecek sapmalara karşı da müeyyideler koymuş ve insanları uyarmıştır:
“Sonra seni hayat nizamı olarak bir şeriat üzerine kıldık, sen ona tabi ol. Bilmeyenlerin arzu, hevâ ve heveslerine uyma.” (Câsiye Sûresi 45 / 18).
Bu ayet-i kerîme, hakka giden yolun, takip edilecek hattın Rabbimizin hükümlerle çerçevelediği yol olduğunu son derece açık, kesin ve öz olarak vurgulayan ayetlerdendir. Emri kesin olduğu gibi, nehyi de iki noktada oldukça dikkat çekicidir:
Bunlardan birincisi; ayette “arzu ve hevâlarına uyma” vurgusunun yapılmasıdır. Bu vurgu, çıkarılan ve uygulanan birçok kanun ve kararların içinde nefis arzularının, yanılgıların, aldanışların, hevânın tesirinin var oluşu sebebiyledir. Asırlar boyu da böyle var olmuştur.
Dünya değişmiş, imkânlar çoğalmış ve genişlemiş, ilim ve teknik ilerlemiş, hukuk alanında ciltler dolusu kitaplar yazılmış, yorumlar yapılmış ancak hevâ ve hevesin kanunlara tesiri ortadan kalkmamış, kaldırılamamıştır. Zaten insanları ilahî kanunlar dışına nefis arzuları ve hırslar çıkartmıştır.
Dünyanın birçok ülkesinde zinanın suç sayılamayışının, namus ve iffet anlayışının ciddi şekilde mana kaybına uğramasının başka bir izahı var mıdır? İçki neden 18 yaşından küçüklere yasaktır da 18 yaşından büyüklere serbesttir? Bar ve pavyonlar, içkili balolar neden çağdaşlığın alametlerinden sayılır oldu da insanın Rabbine secde edişi, emr-i ilâhîye uyarak başını örtüşü yadırganır hale geldi? Hatta işten, okuldan atılmaya, hak kayıplarına sebep sayıldı?.. Neden dünyada faizsiz bir iktisadî nizam düşünülemez hale geldi? Faizi tefeciler yapınca çirkindir de, bankalar ve devlet yapınca güzel midir? Bu anlayış nereden ve nasıl çıktı?
Daha umumî bir ifadeyle, günümüzde kitaplar dolduran beşerî kanunların gerçek ölçüsü, bütünüyle adalet, hakkaniyet, dürüstlük ve her hak sahibine hakkının ulaşması mıdır?..
Bu soruların elbette sayfalarca uzaması mümkündür. Üzerinde düşünmeye vesile olur duygusuyla bu kadarla iktifa ediyoruz.
İkincisi ise; ayette çok şey bildiklerini zanneden bu insanların bilgisizliklerine vurgu yapılışıdır. İlahî nizamı bilmeyen insan, durumu, rütbesi ve unvanı ne olursa olsun cahildir. Rabbini bilmeyen, üzerindeki nimetin kadrini idrak etmeyen, kendi akıl ve zekâ hudutlarını tayin edemeyen, her bilenin üzerinde bir başka bilenin bulunduğu şuurunda olmayan, Yaradan’ın bilgisi ve kudreti karşısında yaratılanın bilgi derecesini ve aczini takdir edemeyen insan, bilgisizdir. Üstelik bilmediğini bilmeyen cüretkârdır, çok defa hevâ ve heveslerinin kuludur; şahsî menfaatlerine teslimkârdır.
Bir ilim ve irfan büyüğünün babası vefat etmiştir. İlim ehlinin bağlıları ve hürmetkâr talebeleri onu memnun etme arzusu ile sormuşlardır: “Babanızın kabri üzerine güzel bir kubbe yapalım mı?” cevap şöyle gelmiştir: “Gök kubbeden daha büyük ve güzel olacaksa evet. Olmayacaksa bırakın gök kubbenin altında yatsın.”
Rabbimizin kanunları gök kubbe ise beşer kanunları beşer eliyle yapılan çatılar kadar bile değildir. Bu hakikat unutulmamalıdır.
Helal ve haramların, emir ve yasakların, özetle bütün hükmün asıl kaynağı, sonsuz kudret sahibi ve yarattığı kulun duygularını, düşüncelerini, nefsî arzularını, iç dünyasını, dış dünyasını, bugününü, yarını bilen Allah’a aittir. O, alîmdir, habîrdir, hakîmdir…
“Yaratan hiç bilmez mi? O, en ince işleri bilen, her şeyden her yönüyle haberdar olandır.” (Mülk Sûresi 67/ 14)
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını, verdiği vesveseleri biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf Sûresi / 16)
Çok defa kendi arzu, heves ve hırslarının yönlendirmesi ile hareket eden, çevre tesirlerinden kendisini kurtaramayan, emellerine ulaşmak için bahaneler arayan, her birinin beyninde ve gönlünde farklı fırtınaların estiği insanoğlunun kendi düşünce, arzu, istek ve kararlarını, kendisini var eden ve ona sayısız nimetler bahşeden Mevlâ’nın hükümlerinin önüne geçirmesi yaratıcısına isyandan başka bir şey değildir. Üstelik o hükümleri incelemeden, temel esaslarına inmeden, insan hayatına tesirini ölçmeden, kendisine bırakılan alanı tespit etmeden, korunması gereken ana unsurları kavramadan…
“Yoksa onlar cahiliye hükümlerini mi arzu edip istiyorlar? Hakikaten anlayan, hakka ve hakikate teslim olan bir millet için Allah’ın hükümlerinden daha iyi, daha güzel kimin hükmü olabilir?” (Mâide 5/ 50)
“Arzu, hevâ ve hırs” kelimelerinden uzaklaşarak hukuk sistemini tarafsız bir tavırla tahlil etmek gerekirse dile getirilmesi gerekenleri şöyle özetleyebiliriz: İnsan fıtratına en uygun, insanın haklarını, şahsiyet ve onurunu en iyi koruyan, hakkaniyet tayininde ve cezalandırmada en adil ve en caydırıcı, insanların meyillerini bilerek önceden tedbir alan, fertlere ve cemiyete güven duygusu ve huzur veren, o huzuru koruyan, doğruya doğru, yanlışa yanlış diyen hukuk sistemi, arzu edilen hukuk sistemi olmalıdır. Şahıstan şahsa değişmemeli, çabucak yıpranıp pörsümemeli, sündürülerek sağa sola çekiştirmeye, asıl mecrasından çıkarılmaya uygun olmamalı, hükmeden hâkime de, hükmedilen mahkûma da, şahid olana da ön yargılardan uzak olarak düşündüğünde gönül huzuru vermelidir. Her fert, daha muhakeme edilmeden âdil bir hükümle karşılaşacağına güvenmelidir. Cemiyet bunun huzurunu duyarak hayatına devam etmeli, adımlarını bu nizama uyarak atarken huzur duymalıdır.
Bunlar modern hukukta da kabul edilen gerçeklerdir. Ancak şahid olunan hadiseler ve uygulamalar hiç de yukarıda dile getirilenlerle uyumlu değildir.
Nice garipliği iç içe yaşıyoruz. Evet, dünya ve dünyalık, cezbedici; dünyalık elde etme hırsı, ölçüleri gevşetici, arzuları kamçılayıcıdır. Araya giren uzun zaman dilimleri, tazelenmeyen, temizlenip asıl berraklığına kavuşturulmayan duyguları paslandırıcı, tozlandırıcı, çürütücüdür. Bu, iman ehli için de geçerlidir.
Allah Rasûlü (sas) şu buyruğuyla daha çok iman ehlini uyarıyor:
“Gün gelecek insanlar öyle bir zaman dilimine ulaşacaklar ki, kişi elde ettiği malın haramdan mı, helalden mi olduğuna aldırış etmeyecek.”[1]
Hassasiyetler kalplerden kaybolmaya başlayınca manevî düşüş de başlamış demektir. Ne yazık ki bu nevi düşüşler, giderek hız kazanan düşüşlerdir. Sonu da maddî uçurumlardan daha tehlikeli bir uçurumdur.
İman ehli olmayanı, din gününe inanmayanı, muhasebeyi düşünerek hayatına nizam ve intizam vermeyeni, dolayısıyla helal ve haramı hiç tanımayanı, diğer insanları hak yolda kardeş bilmeyeni, insanı insan yapan gerçek değerleri tanımayanı, arzu, menfaat, hırs ve emellerinin esiri olanları, nefsinin peşine düşüp esen nefis rüzgârları ile savrulanları ve verecekleri kararları siz değerlendiriniz. Allah sevgisi ve korkusu taşımayan insanın, insaf ve adalet duygusu nereye kadar olur, iyi hesap ediniz…
Zinanın, içkinin suç sayılmayışı hatta çağdaşlığın gereği kabul edilişi, iffet kavramının defterlerden silinişi, telaffuz bile etmek istemediğimiz nice sapıklığın hoş karşılanır hale gelmesi, daha ötesi çıkarılan kanunlarla teşvik görmesi, ilâhî emirlerin yasaklanması, yasakların serbest bırakılması bu nevi karar ve kanunların örneklerinden değil midir?
Kumardan gelen paraların, nice iş yerinin çökmesine, nice hanelerin yıkılmasına sebep olduğu bilindiği halde onu yiyebilen ve ailesine yedirebilen insanlar, nasıl bir anlayışın bağımlısı olan insanlardır?!
İçki ve kumarı meşrulaştıran, kumarhaneler kurulmasını teşvik eden nice devlet vardır. Devlet eliyle millîleştirilen nice kumar çeşidi, üretilen nice içki de… Kazançlarını çirkin temeller üzerine oturtanların, binlerce insanı günaha sürükleyerek bundan kazanç temin edenlerin itibar gördüğü gariplikleri yaşamıyor muyuz?.. Bu sorulara binlercesini ekleyebileceğimiz bilinen bir gerçek…
Zikr-i Hakîm, Kur’an’da Şeytan’ın nice çirkin ameli süsleyerek, işleyenlere güzel ve mantıklı gösterişine vurgu yapılıyor.[2] Çirkin amelini savunan nice insan, nice millet ve devlet var… Dahası, dünyada hayırlı yâd bırakmak, ahirete hayır ve hasenat ile göçüp gitmek varken lânete ve bedduaya, son durak olarak da cehenneme talip ne kadar çok insan var.
Şimdi bir başka ilâhî hükme kulak veriyoruz:
“Ey İnsanlar! Allah’ın vaadi haktır, mutlaka gerçekleşecektir. Dünya hayatı sizleri aldatmasın. Görevi aldatmak olan Şeytan da Allah yolunda sizleri kandırmasın.
O, sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman olarak bilin ve öyle tanıyın. O, kendi peşine düşen, onun safında yer alanları sonuçta cehennem ehlinden olmaya çağırır.
İnkâr eden, küfür bataklığını tercih edenler için şüphesiz şiddetli bir azab; iman edip, salih ameller işleyenler için de Allah’ın mağfireti ve büyük bir mükâfat vardır. (Fâtır 35/5-7)
Allah yolunu iki cihan saadetine yol bilenler, Rasûlü’nü rehber edinenler, ahirete ve muhasebeye gönülden inananlar el ele vermesini bilmeli ve hakka doğru adım atmanın azminde ve şuurunda olmalı, bilmediğini bilmeyen câhillerin cehalet akıntısına kendisini kaptırmamalıdır.
Son söz yine Zikr-i Hakîm’den:
“Rabbinin Kitabı’ndan sana vahyedileni oku! O’nun kelimelerini, buyruklarını hiç kimse hiçbir şekilde değiştiremez. Ondan başka bir sığınak; gerçekten seni koruyacak, ebedî huzur ve emniyet duyacağın bir yer bulamazsın.
Sabah-akşam onun rızasını arzulayarak Rablerine dua eden, O’nu zikreden, O’nun rızasına ermek için çırpınan insanlarla birlikte ol, onlarla kaynaş, onlarla olmaya sabret!
Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma, başkalarına çevirme!
Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, arzularının peşine düşmüş, arzu ve hırslarını kendine rehber edinmiş, işi-gücü aşırılık olan, zevk ü sefanın peşine düşen, gösterişin çılgınlığını yaşayanlara kapılma, onlara uyanlardan olma!” (Kehf 18/ 27-28)
Bu ikaz ve irşad unutulmamalıdır…
Dr. M. Şerafettin KALAY
[1] Sahih-i Buhârî, Büyû’ 9/ 283; Sünen-i Nesâî, Büyû’ 7/243, H. No: 4454. Hadisin râvîsi Ebu Hureyre’dir (ra).
[2] Bak: Enfâl 8/48, En’âm 6/43, Ra’d 13/33, Nahl 16/63, Neml 27/24, Ankebut 29/38.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder