27 Kasım 2014 Perşembe

399.RABBİMİZİN cc 24.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey âdemoğlu!
'Şeytan sizin düşmanınızda; öyleyse siz de ona düşman olun.' Fâtır 35/6.


Bilin ki bugün gruplar halinde haşredileceğiniz, rahmanın huzurunda saflar halinde duracağınız, kitabı (amel defterinizi) harf harf okuyacağınız, gizli veya açık işlediğiniz her şeyden sorulacağınız bir gündür. Ogün, müttakileri binek üzerinde rahmanın huzuruna götürdüğümüz, günahkârları ise susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gündür.
Sizin için hem müjde hem de tehdit vardır.
Şüphesiz ki Ben, benzeri olmayan Allahım. Kimsenin benimki gibi bir saltanatı ve hükümranlığı yoktur.
Her kim Benim için aralıksız oruç tutar ise ona çeşitli nimetlerimle iftar ettiririm.
Kim gecesini ibadetle geçirirse, kendisine sevdiğim hallerden bir hal veririm.
Her kim gözünü haram kıldığım şeylerden korursa, onu ateşimden emin kılarım.
Rab Benim; Beni iyi tanıyın! Nimetleri veren Benim; öyleyse Bana şükrediniz. Koruyucu Benim; siz de Benim haklarımı gözetin! Yardım eden Benim; (siz de dinime yardım suretiyle) (Meryem 19/85-86) Bana yardım ediniz. Affeden Benim; Bana istiğfarda bulununuz. Maksud Benim; Beni gaye edininiz. Veren Benim; Benden isteyiniz. Ma-bud Benim; Bana ibadet ediniz. Her şeyi bilen Benim; Benden korkunuz."
Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

25 Kasım 2014 Salı

398.BAZI TASAVVUF KAYNAKLARINDAKİ HADİSLER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu yazıda hadislerin keşfen tashihi/taz’ifi meselesi üzerinde duracağız. Bu konuyla ilgili aşağıda can alıcı noktalar üzerinde durulmuştur:

1. “Keşfî bilgi kesinlik ifade eder mi?” sorusuyla başlayalım. Öncelikle şunu ifade edelim: Usul-i Fıkıh ve Kelam eserlerinde Ehl-i Sünnet’in epistemolojisi (bilgi kaynakları ve felsefesi) ortaya konulurken “keşfî bilgi” diye bir kategoriye yer verilmediğini görüyoruz. Bununla birlikte, Tasavvuf büyüklerinin, “keşf”i, bir bilgi kaynağı olarak itibara aldığı bilinmektedir.

“Zahir uleması” için bilgi kaynağı olarak görülmeyen keşfin, “batın uleması” için ne tür bir bilgi ifade ettiği meselesine gelince, İbn Arabî hz.’ne müracaat ettiğimizde gördüğümüz odur ki, keşif neticesi kişide hasıl olan bilgi “kat’î/kesin” değildir. Onun ortaya koyduğu “kâşif” ve “ekşef” kavramları, bir “keşf eden”, bir de “daha iyi keşf eden” bulunduğu gerçeğini dikkatimize sunmaktadır. Buradan çıkan sonuç –yine İbn Arabî hz.’nin tesbitiyle– şudur: Keşf’in bizzat kendisinde değil, fakat keşf edilen şeyi anlamada, yorumlamada hata olabilir.[1]

Şu halde keşfen tashih edilmiştir diyerek Tasavvuf büyüklerinin eserlerinde yer alan hadislerin Hz. Peygamber (s.a.v)’e aidiyetine “kesin” gözüyle bakmak, bunda hiçbir şekilde şüphe ve tereddüde mahal bulunmadığını söylemek mümkün değildir.

2. Bazı çevrelerce yanlış anlaşılan/bilinen bir diğer husus da şudur: Herhangi bir hadisin, herhangi bir Tasavvuf büyüğünün eserinde yer alması, o hadisin o Tasavvuf büyüğü tarafından keşfen tashih edildiği anlamına gelir.

Oysa böyle bir garantiden söz etmemiz mümkün değildir. Zira bizzat hadisleri keşfen tashih/taz’if ettiğini söyleyen Muhyiddin İbn Arabî hz. bile, eserlerinde yer verdiği her bir rivayet için böyle bir garanti vermemiştir. Söz gelimi şöyle der: “Sahih olup olmadığını bilmediğim bir rivayette geldiğine göre Allah Teala kendisine kavuşmaya iştiyak duyanları zikretmiş, kendi nefsinden haber vererek de kendisinin, onlara daha şiddetli bir iştiyak duyduğunu belirtmiştir.”[2]

Dolayısıyla sırf herhangi bir Tasavvuf büyüğünün bir eserinde nakledilmesine dayanarak herhangi bir hadisin keşfen tashih edildiğini ileri sürmek doğru değildir; o eserin müellifinin maksadıyla da örtüşmez.

3. Meselenin şöyle bir boyutu da var: Hadislerin keşfen tashihi meselesi, nisbeten geç dönemlerde ortaya çıkmış bir husustur. Ne Sahabe’de, ne de Selef’in daha sonraki kuşaklarında böyle bir uygulamanın yapıldığını bilmiyoruz.

Şayet böyle bir uygulama olsaydı, Sahabe’nin arasında cereyan etmiş olan ve bütün Ümmet’i üzüntüye boğan Cemel, Sıffin gibi hadiselerin yaşanmasına ve Sahabe’nin, Efendimiz (s.a.v)’den sonra ortaya çıkmış meselelerin çözümünde ictihad, şura… gibi mekanizmaları işletmesine gerek kalmazdı. Sahabe’nin her biri, özellikle de –başta Dört Halife olmak üzere– ileri gelen rivayet, dirayet ve fekahet ehli sahabîler, hem zaman olarak hem de mevki itibariyle Efendimiz (s.a.v)’e diğer insanlardan daha yakın idiler. Böyleyken mesela Hz. Ömer (r.a)’in, üç meseleyi (faizin bir türü, O’ndan sonra kimin halife olacağı ve “kelâle” meselesi) Efendimiz (s.a.v)’e iyice sorup hükmünü açık bir şekilde öğrenme imkânı bulamadığı için hayıflanmasına gerek kalmazdı. Bütün bunları Sahabe keşif aleminde Efendimiz (s.a.v)’e sorup problemi halletme imkânına sahipken böyle bir yola başvurmamışsa, burada biraz durup düşünmek zorundayız.

Bu noktada, Müslim’in mukaddimesinde, yahut el-Beyhakî’nin ez-Zühd’de veya daha muahhar kimi alimlerin eserlerinde yer alan münferit rivayetlerin, keşfen hadis tashihinin mütekaddimun tarafından bir “sistem/mekanizma” olarak benimsenip işletildiğini göstermediğine dikkat edilmelidir.

Bir yandan istismara açık yanlarının bulunması –zira denetlenmesi ve sağlamasının yapılması mümkün olmayan bir sistemdir–, diğer yandan da Hadis ilimleriyle iştigal eden herkes tarafından uygulanması mümkün olmadığı için keşfen hadis tashihi/taz’if metodunun Hadis uleması tarafından benimsenmemesini anlamak zor değildir.

E.Sifil


[1] İbn Arabî, el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, III, 8.
[2] el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, II, 481.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Kasım 2014 Pazartesi

397.BİR MÜSLÜMAN İÇİN FİKİRLER,OLGULAR,DURUMLAR VE HÜKÜMLER

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bir Müslüman için fikirler, olgular, durumlar ve hükümler üç kategoride toplanır: "Doğrular",
"Yanlışlar" ve "Muhtelefun fih" olanlar.

Eğer itikadî bir mesele söz konusu ise bu üçlü kategori şöyle bir mahiyet arz eder:
Delaleti ve sübutu kesin nasslara dayanan meselelerin kabulü şarttır. Bu türlü nassların kabul
edilmesini istediği hususları kabul, reddedilmesini istediği hususları reddetmek temel ve tabii bir mü'min tavrı olarak ortaya çıkar. Aksi istikametteki inanış ve tutumlar kişinin iman iddiasını boşa çıkartır. Bu türlü nasslarla sabit hususlara inananlara "mü'min", inanmayanlara "kâfir"
diyoruz.

İtikadî alanda bir de "ara kategori" vardır. Bu kategori, delaletinde ve/veya sübutunda % 100 oranında kesinlik vardır diyemediğimiz nasslarla sabit olan birtakım meselelerin tevil yoluyla reddiyle ortaya çıkar. Bu türlü meselelerde tevil yoluyla redd veya inkâr tavrını benimseyenlere "bid'at ehli" diyoruz.

Miraç hadisesinin reddini buna örnek gösterebiliriz. Bu konudaki rivayetlerin "mütevatir" olduğunu söyleyenler yanında, bu seviyeye ulaşamayıp "meşhur hadis" seviyesinde kaldığını söyleyenler de vardır. Sübutu noktasındaki bu ihtilaf yanında ilgili rivayetleri Kur'an'a aykırılık gibi bir sebeple reddetme tavrı, sahibini itikadî anlamda "bid'at ehli" kılar.

Burada önemli bir nokta var: Tevil yoluyla yapılan redd veya inkâr tavrının giderek delaleti ve sübutu kat'î nassların redd ve/veya inkârına ya da o nasslarla çatışmaya kadar uzandığı durumlar söz konusu olabilir; böyle bir durumda ortaya çıkan bid'atın "sahibini küfre sokan bid'at" olduğunu söyleriz.

"Amentü esasları" diye bildiğimiz esaslara iman etmekle birlikte, Efendimiz (s.a.v)'den sonra peygamber gelebileceğini ya da muhkem ve kat'î nasslarla sabit herhangi bir hükmün bugün geçerli olamayacağını söylemek böyledir.

Burada söz konusu olan "ara kategori" evet "muhtelefun fih" bir alan oluşturur; ama bu ihtilafın "meşruiyet problemi" taşıyan bir ihtilaf olduğunu, dolayısıyla "doğru-yanlış" veya
"hata-sevap" değil, "sünnet-bid'at" ihtilafı olduğunu söylemiz lazım. Bid'at ehlinin muhalefeti Sünnet'e aykırılık arz eden ve "hevadan kaynaklanan" bir muhalefet olduğu için merduttur ve bid'at ehli kişi bu yola girmekle, sırat-ı müstakimden sapmaya, batıla doğru bir seyir izlemeye
başlamış demektir.


İkinci alan
fıkhiyatta ortaya çıkan ihtilafların oluşturduğu alandır. Buradaki ihtilaf yer yer nassların –farklı anlaşılmaya müsait– yapısından kaynaklandığı, yer yer de ictihadla belirlenen fer'î delillere taalluk ettiği için öteden beri "meşru ihtilaflar" olarak kategorize edilmiş ve varlığını bir "rahmet vesilesi" olarak sürdürmüştür.

Burada delillerin de hükümlerin de zannîliği söz konusu olduğu için kimse kimseyi kınamaz, ihtilaf eden taraflar birbirine saygı ve anlayışla muamele eder.

Ehl-i Hadis ile Ehl-i Fıkh'ın gerek kendi aralarında gerekse birbirlerine nazaran ortaya çıkan ihtilafları bu kategoriyi oluşturur.

Söz gelimi Ehl-i Hadis'ten herhangi bir kimsenin İmam Ebû Hanîfe'yi, ilk üç asırda yaşayan mestûr (durumu tam olarak bilinmeyen) ravilerin rivayetini kabul ettiği için eleştirmesi söz konusu olmamalıdır. Keza İmam eş-Şâfi'î'nin, –birkaç istisna dışında– mürsel hadisleri kabul etmemesi de aynı şekilde saygıyla karşılanması gereken bir ictihad ihtilafıdır.

Burada dikkat edilmesi gereken husus da şudur:
Bu alana giren ihtilaflar dinin aslına ve itikada taalluk etmez. Fer'î alana inhisar eden ihtilaflar bu ümmet için bir "çatışma ve ayrışma" vesilesi değil, rahmettir.

Tam bu noktada Ehl-i Hadis ile bir kısım Ehl-i Tasavvuf arasındaki ihtilaflara da dikkat çekmemiz gerekiyor.


 Bilindiği gibi Ehl-i Hadis, hadislerin keşfen tashih/taz'ifini kabul etmez.

Buna mukabil bir kısım Tasavvuf ehli, keşfen tashih/taz'ifi kabul eder.

Burada dinin aslına, özüne taalluk eden bir şey yoktur. Dolayısıyla bu ihtilafı büyütüp ümmet fertleri arasında ayrışmaya, kamplaşmaya vesile olmak hiçbir şekilde hakka hizmet anlamı taşımayacaktır.

Keşfen hadis tashihi ve buna taalluk eden diğer meseleler hakkında bir sonraki yazıda bir miktar detay vermeye çalışacağım inşaallah.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

20 Kasım 2014 Perşembe

396.KUR'ANDA MÜMİNLERİN SIFATLARI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Hangi amelleri yaparak gerçek mümin olabiliriz? İşte Kur'an'a göre mümin kimdir sorusunun cevabı: 


1.Allah'a ve Resulüne inanırlar: "İman edenler ancak, Allah'a ve Peygamberine inanan, sonra şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir" [Hücurat 15] 

2.Gayba inanırlar: "Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar" [Bakara 3]

3. Ahirete kesinlikle inanırlar:"Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar" [Bakara 4]

4. Allah'tan başka hiç kimseden korkmazlar: "Daha önce gelip geçen o peygamberler, Allah'ın vahiylerini tebliğ eden, Allah'tan korkan, başka hiç kimseden korkmayan kimselerdir. Allah hesap görücü olarak yeter" [Ahzap 39] 

5.Namazlarını huşu içinde kılarlar: "Onlar ki, namazlarında derin saygı içindedirler" [Müminun 2] 

6.Faydasız işlerle uğraşmazlar: "Onlar ki, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler" [Müminun 3]

7.Allah'ın adı anıldığı zaman kalpleri ürperir: "Müminler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler" [Enfal 2] 

8.Namuslarını korurlar: "Onlar, Allah ile beraber başka bir ilaha kulluk etmeyen, haksız yere, Allah'ın haram kıldığı cana kıymayan ve zina etmeyen kimselerdir. Kim bunları yaparsa ağır azaba uğrar" [Furkan 68] 

9.Zekâtlarını hakkıyla verirler: "İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah'a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir" [Bakara 177] 

10.Kendilerine verilenden infak ederler: "İşte onların, sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında, mükâfatları kendilerine iki kez verilecektir" [Kasas 54] 

11.Tevazu sahibidirler, cahillerle tartışmazlar: "Rahman'ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, 'selâm!' der (geçer)ler" [Furkan 63]

12.Yalan söylemez, hatalarında ısrar etmezler: "Yine onlar ki, emanetlerine ve verdikleri sözlere riayet ederler" [Müminun 8] 
"Yine onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah'tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile, işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir" [Al-i İmran 135] 

13.Kendilerinden olmayanı sırdaş edinmezler: "Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz size ayetleri açıkladık" [Al-i İmran 118] 

14.İnananlara 'sen mümin değilsin' demezler: "Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mümin değilsin" demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (Müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" [Nisa 94] 

15.İsraf ve cimrilik etmezler: "Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır" [Furkan 67] 

16.Cihad ettikleri için kınanmaktan korkmazlar :"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfüdür. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir" [Maide 54] 

17.Çok az uyurlar: "Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, Rablerinin kendilerine verdiği şeyleri alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Şüphesiz onlar bundan önce iyilik yapan kimselerdi. Geceleri pek az uyurlardı" [Zariyat 15, 17] 

18.Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler:"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir" [Tevbe 71]

19.Hiçbir ticaret onları, Allah'ı anmaktan alıkoyamaz: "Allah'ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde hiçbir ticaretin ve hiçbir alışverişin kendilerini, Allah'ı anmaktan, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım adamlar buralarda sabah akşam O'nu tespih ederler. Onlar, kalplerin ve gözlerin dikilip kalacağı bir günden korkarlar" [Nur 36, 37] 

20.Yalnız Allah'a güvenirler: "De ki: "Bizim başımıza ancak, Allah'ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse müminler, yalnız Allah'a güvensinler" [Tevbe 51]

21.Her şeye karşı Allah'ın tarafındadırlar: "Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah'a ve Peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedi kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah'ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" [Mücadele 22] 

22.Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar: "Meşru bir hak karşılığı olmadıkça Allah'ın haram (dokunulmaz) kıldığı canı öldürmeyin. İşte size Allah bunu emretti ki aklınızı kullanasınız." [Enam 151]

23.Seher vakitlerinde Allah'tan bağışlanma dilerler: "(Bunlar), "Rabbimiz, biz iman ettik. Bizim günahlarımızı bağışla. Bizi ateş azabından koru" diyenler, sabredenler, doğru olanlar, huzurunda gönülden boyun büküp divan duranlar, Allah yolunda harcayanlar ve seherlerde (Allah'tan) bağışlanma dileyenlerdir" [Al-i İmran 16, 17] 

24.Resullerden hiçbirini diğerinden ayırmazlar: "Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab'lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz." (Bakara 136)

25.Allah yoluna güzel öğütle çağırırlar: "Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir" [Nahl 125] 

26.Ayakta, oturarak ve yan yatarak Allah'ı anarlar: "Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. "Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru" derler" [Al-i İmran 191]

27.Kötü hesap yapmaktan korkarlar: "Onlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği haklara riayet eden, Rablerine saygı besleyen ve kötü hesaptan korkanlardır" [Rad 21]

28.İşleri aralarında istişare iledir: "(Dünyalık olarak) size her ne verilmişse, bu dünya hayatının geçimliğidir. Allah'ın yanında bulunanlar ise daha hayırlı ve kalıcıdır. Bu mükâfat, inananlar ve Rablerine tevekkül edenler, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanlar, öfkelendikleri zaman bağışlayanlar, Rablerinin çağrısına cevap verenler ve namazı dosdoğru kılanlar; işleri, aralarında şûrâ ile olanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayanlar, bir saldırıya uğradıkları zaman, aralarında yardımlaşanlar içindir." [Şura 36, 39] 

29.Anne ve babalarına öf bile demezler: "Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara "öf!" bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle" [İsra 23] 

30.Asıl yurt olarak ahireti benimsemişlerdir: "O halde, dünya hayatını ahiret hayatı karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz" [Nisa 74]


 Rabbim cc hepimizi gerçek müminlerden eylesin. AMİN.  


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Kasım 2014 Salı

395.MEZHEPSİZ BİR İSLAM MÜMKÜN MÜDÜR?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Her din anlayışının, meşruiyetini aldığı bir zemin vardır.
Bu zemin, yapısı icabı sübjektiviteden olabildiğince uzak olmalıdır. Hemen bütün itikadî fırkalar Kur’an ve Sünnet’e dayandıklarını söylediklerine göre, ortada şöyle bir durum var demektir: Ya Kur’an ve Sünnet bu çoklu yapıya izin veren izafîliktedir, ya da bu fırkaların, bu iki kaynak hakkındaki görüşlerinin doğruluğu kanaatini aldıkları üçüncü bir hiyerarşik unsur olmalıdır.

Bu ihtimallerden ilki (ki fırkaların –birbirine zıt olanlar dahil– bütün itikadî kabullerinin Kur’an ve Sünnet tarafından onaylandığı anlamına gelmektedir) herhangi bir
fırka tarafından onaylanmadığına göre, geriye ikinci seçenek kalmaktadır. Buna göre her itikadî fırka, kendi Kur’an ve Sünnet anlayışının doğruluğunu üçüncü bir unsura dayanarak temin etmektedir. Bu unsur hiyerarşik olarak Kur’an ve Sünnet’in altında olmakla birlikte, onlar üzerinde izafî yorumlar yapılması imkânını ortadan kaldırması, onların murat ve maksadını netleştirmesi bakımından son derece önemlidir.

Şia’ya göre bu unsur Ehl-i Beyt ve ona bağlı olarak “masum imam” inancıdır.
Ehl-i Sünnet ise, bu unsuru (Ehl-i Beyt’i) da içine alacak ölçüde daha geniş ve gerçekçi bir unsura yaslanmaktadır: Sahabe. 

Şia, azınlık bir grup dışında Sahabe’nin geneli hakkında olumsuz kanaat sahibi olduğu için, Din’in gerçekçi biçimde yaşanması bakımından bu alanda oluşan boşluğu başka unsurlarla kapatma ihtiyacından dolayı “masum imam” inancını geliştirmiştir.
Pek çok şii metinde, Sahabe’nin adaletine inanmanın bir “iman unsuru” olmadığı vurgulanırken, aynı şeyin “masum imam” inancı için de geçerli olduğu gerçeği göz ardı edilmektedir.

Peki bu durumda mezhepsiz bir İslam mümkün müdür?

Buradaki “mezhep” tabiriyle “itikadî mezheb”in kastedildiğini belirtelim ve şöyle bir genel tesbitte bulunalım: Mezhep meselesini hafife alanlar, mezhebi “İslam’ı sınırlayan” bir unsur olarak görenler ya da mezhebin gereksizliğini düşünenler aslında eşyanın tabiatına aykırı hareket ediyor. Şöyle:

“İtikad”ı, Din’de inanılması ve reddedilmesi gerekenler olarak tarif ettiğimizde şunu söylemiş oluyoruz:

 Din’in sahibi olan Allah Teala ve bu dini O’ndan aldığı yetki ve sorumluluk çerçevesinde insanlara tebliğ ve beyan eden Hz. Peygamber sas, neye nasıl inanmamız gerektiğini bize kesin bir şekilde bildirmiştir. Temel inanç unsurlarında herhangi bir belirsizlik, kapalılık, ihtimallilik söz konusu değildir. “Amentü esasları” dediğimiz bu inanç umdeleri, kendisini “mü’min” olarak tarif eden herkes tarafından kesin bir şekilde bilinmesi ve inanılması gereken hususlardır. Bunlardan bir tekinin bile inkârı ya da tereddütle
karşılanması, kişiyi imanından eder. Ehl-i Sünnet’iyle Şia’sıyla bütün İslam fırkaları bu esaslara inanır ve inanılmasını zaruri görür.

Bir de bunlardan teferri eden hususlar vardır. Allah Teala’nın ahirette Mü’minler tarafından görülmesi meselesi buna örnek olarak zikredilebilir. Kabir azabı, Sırat, Mizan vb. hususların varlığına inanmak da böyledir. Bunlara inanan bir kimse, aslında bunların varlığını bize bildiren Kitap ve Sünnet nasslarına inancının bir göstergesi ve gereği olarak inanmaktadır. Bir başka ifadeyle bizler, bu ve benzeri hususlara, “Amentü esasları”ndan “Allah’a, Peygamber’e ve Kitab’a iman”ın tabii bir gereği, göstergesi ve açılımı olarak inanırız.

Bunlardan herhangi birinin inkârı iki durumda söz konusu olur:

1. Bunların varlığını bize haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığına inanmakla.

2. Bu ve benzeri hususlarda söz konusu bilgi kaynaklarında yer alan bilgi ve haberlerin açık ve kesin olmadığına inanmakla.

İşte “mezhep” olgusu bu noktada karşımıza çıkmaktadır.

Bu gibi hususlar, “aslî iman umdeleri”ne taalluk ettiği, onlar hakkındaki kanaat ve inancı ele verdiği için önemlidir.

Bunların varlığını haber veren bilgi kaynaklarının şayan-ı itimat olmadığını söylemek, hadis ravilerinden başlayıp Sahabe’ye kadar uzanan bir dizi arızalı tutumu beraberinde getirir.

Mu’tezilisiyle, şiisiyle, haricisi ve modernistiyle bid’at mezheplerin tamamı bu noktada ana gövdeden ayrılmış ve farklı mülahazalar ileri sürmüştür. Aynı sıralama içinde ele alacak olursak:

1. Bu noktada, bunların mezhebî mülahazalar olduğunu ve aşılması gerektiğini söylemek son derece boş ve anlamsızdır. Zira bir kısmını zikrettiğim bu meseleler ya vardır veya yoktur. Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a.v) bunların varlığını ya haber vermiş veya vermemiştir. Ehl-i Sünnet, bu meseleler hakkındaki Kur’an beyanlarını, Kur’an-Sünnet
bütünlüğü içinde ele almakta ve bunların varlığına inanmaktadır. Bir diğer ifadeyle bunlar,

Ehl-i Sünnet var olduğunu söylediği için var değildir; aksine, var oldukları için Ehl-i Sünnet onların varlığını kabul ve ikrar etmektedir.
Bunları inkâr tutumu son derece tehlikelidir ve ucu, Kur’an’ın nakli meselesine kadar gider. Çünkü Kur’an da sonuçta bize kadar o nesiller tarafından aktarılarak gelmiştir.

2. Kur’an’ın bu konulardaki ayetlerinin açık delaletli olmaması durumunda yapılacak iş, Sünnet’e müracaat etmektir. Sünnet’te de böyle bir durum söz konusu olursa, Sahabe’nin tutumuna bakılır. Dolayısıyla ilgili Kur’an ayetlerindeki kapalı ya da ihtimalli delalet durumu, Sünnet tarafından netleştirilmekte, şayet Sünnet’te de böyle bir durum varsa, Sahabe’nin tutumu bu noktadaki fluluğu ortadan kaldırıcı bir unsur olarak işlev üstlenmektedir.

Bu şu demektir: Kur’an hakkında söz konusu olabilecek “göreceli” durum ve tutumları ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur Sünnet’tir ve şayet Sünnet hakkında da böyle bir durum ve tutum var ise, bunu ortadan kaldıracak olan en tabii, önemli ve öncelikli unsur da Sahabe’dir.

Şu veya bu mülahazayla burada Sahabe unsuru devre dışı tutulduğu zaman yerine kaçınılmaz olarak başka unsur(lar) ikame edilecektir. Şia burada Ehl-i Beyt unsurunu devreye
sokmaktadır. Ehl-i Sünnet Sahabe’yi masum/yanılmaz saymadığı, Sahabe’den gelen haber, rivayet ve içtihadları Kur’an ve Sünnet ile Şer’î prensipler doğrultusunda değerlendirdiği için, “şazz” kategorisindeki Sahabe akval ve ef’alini (söz ve fiillerini) inanç, amel ve itibar dışı tutmuştur. İbn Abbâs (r.a)’ın, Efendimiz (s.a.v)’in Medine’de, düşman korkusu veya yağmur (bir başka rivayette “sefer durumu”) söz konusu olmadığı halde öğle ile ikindiyi ve akşam ile
yatsıyı cem ederek kıl(dır)dığı şeklindeki rivayeti, yahut Efendimiz (s.a.v) erkeğe altın ve ipeği yasakladığı halde altın yüzük takan bazı sahabîlerin bu tutumu, esas ittihaz edilmemiş sahabî tavırlarına örnek olarak zikredilebilir.

Ehl-i Sünnet böyle durumlarda “Sahabe’nin tavrı Efendimiz (s.a.v)’in tavrıdır. O da vahiy dışında hareket etmez. Dolayısıyla Sahabe’nin tavrı vahye dayanır” gibi bir mantık
yürütmemiştir. Ancak Şia’daki masum imam akidesi için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Şii telakkisinde bütün masum imamların bilgisi ve içtihadı vahye dayanır, dolayısıyla kesin ve bağlayıcıdır.

 Bid’at fırkalarda itikadı mezhep belirlediği halde, Ehl-i Sünnet’te esas olan, itikadın mezhebi belirlemesidir.

E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

17 Kasım 2014 Pazartesi

394.KUR'AN-I KERİM VE MARJİNAL GRUPLAR-3-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim



Yazılarının devamıdır:

Kur’an-ı Kerim’in müslümanların sözlerini birleştiren, gayretlerini dirilten, kurtuluşlarını temin eden ilahi bir kitap olduğunu fark eden İslam karşıtları, tarihi tecrübe ve entellektüel birikimlerini O’nu etkisiz hale getirmeye adadı.
İnen ilk ayetle başlayan Kur’an karşıtlığı, tarihi süreç içerisinde farklı isim ve iddialarla mücadelesini sürdürdü. İddialar saygınlığını yitirdiğinde mucit ve takipçileri tarafından ya revize edildi ya da yenileriyle değiştirildi.
Kur’an-ı Kerim’in ilk ve en çetin muarızları Mekkeli müşriklerdi. Mekkeliler, insanları O’ndan uzaklaştırmak için özel planlar hazırladılar: İran’dan hikayeler getirtip, Mekke’de masal dinletileri düzenlediler. Güçlü şairlerin iştirak ettiği şiir meclisleri oluşturdular. Buna rağmen içlerinde öyleleri de vardı ki, diliyle Kur’an’a karşı olmasına rağmen, yüreğiyle O’nun izini sürdü. Bunlardan biri olan Hz. Ömer (radiyallahu anh) yaşadığı bir olayı anlatırken şöyle demektedir:
“Müslüman olmadan önce Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı koymak için evden ayrılmıştım. O’nu Mescid-i Haram’da bulup, arkasında durdum. Hakke Suresi’ni okumaya başladı. O okurken, ben Kur’an’ın söz dizimine hayran olmaktaydım. Sonra kendi kendime ‘Vallahi Kureyş’in iddia ettiği gibi bu bir şairdir.’ dedim. (İçimden geçeni duymamasına rağmen); ‘O (Kur’an) hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 40,1) anlamına gelen ayetleri okudu. İçimden geçeni hissettiğine göre bu bir kahindir dedim. Bunun üzerine de; ‘Bir kahin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.’ (Hâkka: 42,3) ayetlerinden itibaren sureyi sonuna kadar okudu. (Ahmed, Müsned, 107)


Cübeyr b. Mut’im, Kur’an’ın tesiriyle imanı
n kalbine yerleşmesini anlatırken şöyle demektedir: “Allah Resulü’nü akşam namazında ‘Tur Suresi’ni okurken dinledim. ‘Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar. Yoksa Rabbi’nin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?’ (Tûr: 35,7) anlamına gelen ayetleri okuyunca az kaldı kalbim yerinden uçacaktı. (Buhari, Tefsir, 4573)

Müşrikler, “Bunlar asla Kur’an’a inanmaz.” diye baktıkları kişilerden aykırı sesler duymaya başlayınca, nüfuzlarının geçtiği kişilere ya da şerlerinden sakınan insanlara “dinlemeyin bu Kur’an’ı” diye baskı yaptılar. O’nun bir benzerini yazabileceklerini iddia ettiler. Geniş katılımlı Kur’an karşıtları platformu oluştu. En muteber şairler, söz ustaları bir araya geldi. Düşündüler, yazdılar, çizdiler fakat “Bu Kur’an’a muadildir.” diyebilecekleri tek bir cümle telif edemediler.
Bu yolda şairler gibi peygamberlik iddiasında bulunanlar da çok gayret sarfetti. Ne varki gayretleri gülünç duruma düşmelerine engel olamadı. Amr b. As müslüman olmadan önce özel temsilci olarak Müseylemetu’l-Kezzab’a gönderildiğinde, Müseyleme Amr’a:
“Şu an Mekke’de arkadaşınıza ne indirildi?” diye sordu. Amr, “Öz ve yüksek ifade gücüne sahip bir sure indirildi.” dedi. Müseyleme O’nun ne olduğunu sorunca, Amr, Asr Suresi’ni okudu. Müseyleme belli bir müddet düşündükten sonra başını kaldırdı ve “Bana da o surenin bir benzeri indirildi.” dedi. Amr ne olduğunu sorunca “Ya veber ya veber. İnnema ente üzunâni ve sader…/Ey deve! Ey deve! Şüphesiz ki sen iki kulak ve bir göğüsten ibaretsin…” şeklinde bir şeyler söyledi. Ardından da Amr’a sözlerini nasıl bulduğunu sordu. Amr: “Allah’a yemin olsun ki benim bildiğimi sen de biliyorsun; muhakkak ki sen yalan konuşuyorsun.” dedi. (İbn Kesir, Tefsir, I, 62)

Müşriklerin en fazla güvendikleri isimlerin Kur’an’ın nazım ve manasına dayanamayıp iman etmesi, “büyük” dedikleri şairlerin O’nun karşısında gülünç duruma düşmesi halkı her geçen gün biraz daha imana yaklaştırdı.
İnen her ayet, müşriklerin söz ve stratejilerini zayıflattı. Buna rağmen hala yeni açılımlarla küfrü sürdürmek isteyenler vardı.
Mekke’de müşrikler birbirlerine şu soruyu soruyorlardı:
“Ümmi olan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem ) böyle bir Kitab’ı yazamaz. O halde bunun sahibi kimdir?!” Toplu bir ihtida hareketinin önüne geçmek ve insanlara “O halde O’nu Allah Azze ve Celle indiriyor.” dedirtmemek için yeni bir hamle daha yaptılar. Kur’an’ın Allah Resulü’ne bir insan tarafından öğretildiğini iddia ettiler. Rum asıllı bir Hristiyan köle olan Cebr en-Nasrani’nin adı telaffuz edildi. Daha sonra müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki O bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyecekti. (Kurtubi, el-Cami’, X, 117)

Müşrikler bu hamleleriyle de umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Muhal farz, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr isimli köle Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla O’na değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terkedip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca yedi askı şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin yeni iddialarını çürütüp, tarumar etti.

Kur’an karşıtları sözün tükendiği yerde kılıç kuşandı; Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e yürüdü. Hendek küfrün zirve noktası oldu. Onu takip eden her yürüyüşte sayıları azaldı. Kısa zaman sonra Mekke’yi ve bütün Arap yarımadasını kaybettiler. Kur’an’ın tamamlandığı gün -Mekke’de- davalarını devam ettirecek kimse kalmamıştı.
Müşriklerin durumu çölde su mücadelesi veren, fakat suyu bulamadığından ölen adama benzemekte idi. Suyu arayan kişi gibi onlarda Kur’an-ı Kerim’i susturup Mekke’de ki müşrik yapılanmayı ayakta tutacak bir “iksir” arıyorlardı. Su bulamadığından ölen adam gibi, onlar da bir kurtarıcı (!) bulamadıklarından yok oldular.

Kur’an karşıtları Allah Resulü’nden sonrada yeni stratejilerle hamlelerine devam ettiler. Fakat sahabe karşısında varlık gösteremediler. Çünkü Allah Resulü’nün medresesinde yetişen Kur’an talebeleri, iddiaları çürütmede ve problemleri çözmede son derece mahirdi.
Farklı bölgelerde Kur’an-ı Kerim’i tefsir ve müdafaa eden sahabe içerisinde Abdullah b. Abbas’ın (radiyallahu anh) yeri farklıydı. O, Kabe’nin avlusunda oturur, tefsir dersleri verirdi. Yine bir gün Kabe’nin avlusunda oturmuş, her iki tarafını kuşatan insanlar Kur’an’a dair O’na soru yöneltiyor, O da soruları yanıtlıyordu. Nafi’ b. Ezrag, Necde b. Uvemiyr’le meclisine gelip, Kur’anı Kerim’den bazı kelimeler sordu, tefsirlerini yapmasını ve Arap dilinden onları doğrulayan beyitler okumasını istedi.
İbn Abbas “Akıllarına gelen her konuyu sorabileceklerini” söyleyince, Nafi’, 191 ayet okuyup bunlarda geçen garip kelimelerin ne anlama geldiklerini, Arapların bunları bilip bilmediklerini ve Arapça’da kullanımı olup olmadıklarını sordu. İbn Abbas her kelimeyi önce tefsir etti, ardından da Arap dilindeki kullanımlarını okuduğu şiirlerle delillendirdi.(Suyuti, İtkan, II, 55,88)

Ulemada Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüpheleri izale etmek için yoğun gayret sarf etti. Fitnenin intişar ettiği yerlerde önde gelen inkarcılarla münazara yaptı. Sözün kalıcı olabilmesi için eserler kaleme aldı. Müfessirler de tefsirlerinde inkarcılara mukni cevaplar verdi.
İslam coğrafyasının genişlemesi ve müslümanların siyaseten güçlenmesine paralel olarak Kur’an karşıtlarının da duruşları değişti. Ayetleri inkarcı kimlikleriyle reddetmeye cesaret edemeyenler “tefsir” adı altında O’nun manasını çarpıttılar. Ayetlerin çok anlamlı yapısından istifade ederek uzak te’villerle batıl görüşlerini Kur’an’la irtibatlı gibi gösterdiler.

Ulema, Kur’an’ın yanlış anlaşılmasının önüne geçebilmek için usulle alakalı şifahi malumatı metin haline getirdi. Müderrisler, anlama usulü üzerinde yoğunlaştı. İmam Şafi”nin er-Risale adlı kitabıyla başlayan usul çalışmaları, kaleme alınan yeni usul mecmuaları ve onların hacimli zeyilleri mesabesinde olan Kur’an ilimleri literatürü ile mülhitlerin hareket alanını sınırlandırdı.
Müslümanların siyaseten zayıflamasına paralel olarak Kur’an düşmanları tekrar faal hale geldi. Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yol olan oryantalizm (Edward Said, Oryantalizm, s. 16) Hıristiyan misyonerliği ve Avrupa sömürgeciliği ile işbirliği içerisinde Doğu’nun hem ruhu hem de aklı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde yoğunlaştı. On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Batı’nın kilise ile irtibatı bulunan antropolog, sosyolog, tarihçi, dil bilimci etiketine sahip bir çok uzmanı Kur’an-ı Kerim’le alakalı eserler neşretmeye başladı. Haçlı savaşlarının yerini “el-ğazvu’l-fikri/fikri saldırı” aldı.

Oryantalistler, tarihi süreç içerisinde Kur’an hakkında ne kadar iddia ortaya atılmışsa, onları bir araya getirip neşrettikleri kitap/dergi, düzenledikleri konferanslar ve kurdukları merkez ve üniversitelerle yaymaya çalıştılar. Bağlıları kalmayan ve bu yüzden sadece “Milel ve Nıhal” kitaplarında adı geçen fırkalara varıncaya kadar sapık bütün görüşleri gün yüzüne çıkardılar. 


Müslümanlara örtü, miras, hadler gibi mevzuların modern dünyada uygulama alanı bulamayacağını telkin ettiler. 

İletişim halinde oldukları okur-yazarları her şeyden şüphe eder bir konuma getirdiler. Onları, yaptıklarının bilimsel bir faaliyet olduğuna inandırabilmek için de bir takım girişimler de bulundular. Bu bağlamda bir çok el yazması kitabı bastılar. “Mu’cemu’l-müfehres li Elfazi’l-Hadis” gibi eserler telif ettiler.

Oryantalistler, Allah Resulü’nün okuma yazma bildiğini Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Bu anlayışı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken “Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde İncil, yanında da bir kalem olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir çalışma yayınladılar.
Allah Resulü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu yani okuma yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden Kur’an-ı O’na başkalarının yazdırdığını ileri sürmüşlerdi. Oryantalistlerin iddia ettiği gibi eğer Allah Resulü okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için bütün imkanlarını sefer eden müşrikler pekala bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil üzerine bina ederlerdi. Muhal farz, bu iddianın bir an doğru olduğunu düşünelim… Bu durumda Allah Resulü’nün hangi dillerde okuma yazma bildiği meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira Tevrat ve İncil nüshaları en erken Abbasiler devrinde Arapça’ya çevrilmişti.

Kur’an-ı Kerim’le, Tevrat ve İncil arasında ki kısmi benzerliği bu iddianın delillerinden göstermekte büsbütün çelişkilerle doludur. Zira benzerlik bir Kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına gelecekse Tevrat’la İncil arasında ki benzerlik Kur’an’a nisbet edilmeyecek kadar çoktur. Bu durumda Hz. İsa için, İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi denilecektir?!

Şu bilinmelidir ki; önceki kitapları da, Kur’an-ı Kerim’i de Allah Teala vahyetmiştir. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahirete iman etmek her kitabın ortak amacıdır. İmanla alakalı konular esasta Hz. Adem’den kıyamete kadar değişmeyeceğine göre, Kur’an’la İncil’in (tahrif edilmeyen bazı noktalarının) birbirine benzemesi tabii bir durumdur.
Kur’an’ın geneli, akidevi ve tarihi bir çok meselede, Tevrat ve İncil’in mevcut hallerine karşı bir reddiyedir. Ayrıca O’nda Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb’ın kıssaları vardır ki, bunlar ne Tevrat ne de İncil’de mevcuttur. Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in kaynakları arasında Tevrat ya da İncil’i göstermek riyazi bir hakikati kabul eden bütün insanları birbirlerinden etkilenmiş farz etmekten farksızdır.

Oryantalistler, Kur’an’ın önceki kitaplardan iktibas edildiği iddiasını ortaya attılar fakat yanıtsız kalan sorular ve ulema tarafından kaleme alınan reddiyeler karşısında tutunamayınca zorunlu olarak yeni bir arayış içerisine girdiler. Bu çerçevede Allah Resulü’nün Kur’an’ı, Selman-ı Farisi gibi bir ara Hıristiyan olarak yaşayan ya da Abdullah b. Selam gibi Yahudi asıllı olan sahabilerden aldığını ileri sürdüler.

Şu bedihi bir hakikattir ki; Selman-ı Farisi de Abdullah b. Selam’da hicretten sonra müslüman olmuştur. Her ikisi de Medine’de yaşamıştır. Bu durumda –haşa- Allah Resulü Mekki ayetleri kimden almıştır?! sorusu ortaya çıkmaktadır. Sonra İslam’ı yaşamak için nice zorluklara göğüs geren bu iki sahabi asıl(!) olan Hırıstiyanlık ve Yahudilik’i bırakıp –haşa- kendi görüşleri ile oluşturdukları Kur’an’a niçin iman etsinler?! Böylesine garip bir iddia –yayılmadan- asırlarca üstü örtülü kalabilir mi?!
Bütün deliller Selman’la, Abdullah b. Selam’ın Kur’an’a ait olduğunu tescil edince, oryantalistler bu defa O’nun, Ümeyye b. Ebi’s-Salt ya da İmru’ul-Kays gibi şairlere dayandığını iddia ettiler.

Birbirine zıt iki unsurun birleşmeyeceğini bilenler şiirinde şarab ve kadın gibi temaları çokça kullanan, Benu Esed tarafından babasının öldürüldüğü gün dahi “Bu gün içme günüdür.” deyip şaraba devam eden İmru’ul Kays ile, içki ve zinayı kesin bir dille haram kılan Kur’an’ın en küçük bir benzerlik içerisinde olamayacağını bilir. Bu yüzden Imruu’l-Kays iddası da ölü doğdu.
Ümeyye’ye gelince, O, Mekke’de Allah Resulü ile karşılaşmış O’ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an dinlemişti. Kendisine Efendimiz’le alakalı görüş sorulduğunda “O’na iman ediniz. Zira O hak üzeredir.” demişti. Ümeyye Allah Resulü’ne iman etmek için Medine’ye doğru yola çıkmış, Bedir’de dayısının oğulları Şeybe ve Utbe’nin öldürüldüğünü öğrenince şehre girmeden Taif’e dönmüş ve orada vefat etmiştir. (İbn Hacer, İsabe, I, 84,7) Tarihi hakikatler Kur’an’ın Umeyye’den değil, Ümeyye’nin Kur’an’dan etkilendiğini göstermektedir.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim, şairlerden iktibas edilen bir kitap olsaydı müşrikler bunu propaganda malzemesi yapar, O’nun aleyhinde kullanır, Kur’an’ın meydan okumaları karşısında acze düştüklerinde de gidip o şairlerden yardım talep ederlerdi. Fakat kitaplarda böyle bir kayıt yok.
Oryantalistler, Kur’an’ın aidiyeti ile alakalı ortaya attıkları iddiaları isbat edemeyince yeni bir hamle daha yaptılar. O’nun tahrif edildiğini ileri sürdüler. “Nûreyn” ve “Velaye” adında iki surenin Kur’an-ı Kerim’e alınmadığını iddia ettiler.
Bu iddia da ilim çevrelerince itibar görmedi. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar tevatüren ulaştığı noktasında icma vardır ve bu iddia o icmaya aykırıdır.
Ayrıca tabakat kitapları sahabenin yanlışın her çeşidine itiraz ettiğinin belgeleriyle doludur. Zeyd b. Sabit “tabût” kelimesinin sonundaki “açık ta”yı ensarın lügatına göre “ha/kapalı ta” şeklinde yazmak istediğinde sahabe O’na engel olmuş, durumu Hz. Osman’a bildirmişti. Halife’de, Hz. Zeyd’e “ta”yı Kureyş lügatını esas alarak açık yazmasını emretmişti. (İbn Hişam, Şuzuru’z-Zeheb, s. 80)
Tek bir harfin farklı bir lehçe ile yazılmasına müsaade etmeyen sahabenin iki surenin Kur’an’a alınmayışı gibi ciddi bir hadise karşısında sessiz kalması nasıl mümkün olabilir?!
İslam’ın ilk yıllarında bir çok şehirde hadis mecmuaları tedvin edildi. Kur’an’ın tefsiri, kıraatı, i’rabı, icazı, tecvidi,…, ile alakalı sayılamayacak kadar çok eser yazıldı. Birbirini görmeyen alimler tarafından telif ve tedvin edilen bu eserlerde yer alan ayetler arasında en küçük bir çelişki yoktur.

Oryantalistler de yaptıkları araştırmalar neticesinde iddialarını destekleyen en küçük bir karineye ulaşamamışlardır. Bu yüzden Londra Üniversitesi doğu dilleri bölümü yakın doğu ve İslam şubesi müdürü Kur’an-ı Kerim’de tek bir noktanın bile eksik olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüphelerin delilden yoksun olması ve onlara karşı ulemanın kaleme aldığı müstakil reddiyeler oryantalizmi yeni şüpheler ihdas edemeyecek duruma getirmiştir.
Oryantalizm, Kur’an’la olan mücadelesinde köklü bir değişikliğe gidip müslüman kimlikli kişiler vasıtasıyla hedefine ulaşmayı denemiş, bu çerçevede bir çok akademisyen, yazar ve sanatçı yetiştirmiştir. Bunlardan bir kısmı ıslahla inkar arasında med-cezir yaşarken, diğerleri müslüman kimliklerine vurguda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Sekülarist bir anlayışa sahip olan birinci grup, tıpkı münafıklar gibi gayelerinin dini ıslah etmek olduğunu savunmuştur: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir.”(Bakara: 11-12)

Müslüman anne babadan dünyaya gelen ve onlarla aynı din, tarih, dil birlikteliği olan bu güruh oryantalistlerin bile söylemeye cür’et edemediği iddiaları gündeme getirmiştir: Sorbon’da yetişen Taha Hüseyin “elif, lam mîm” gibi mukattaa’ harflerinin farklı nüshaları birbirinden ayırt etmek için Kur’an-ı Kerim’e sonradan ilave edildiğini iddia etti. Ona göre; “kâf hâ yâ ayn sâd” İbn Mes’ud’a, “hâ mîm ayn sîn qâf” İbn Abbas’a, “tâ sîn” …, İbn Ömer’e ait Mushafların remzi idi. Ahmet Halefullah, Kur’an’da anlatılan bir çok kıssanın tarihen hiç sabit olmadığını söyledi. Nasr Hamid Eb’u Zeyd de, “Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerin silinmesi, bazılarının da O’na eklenmesi ameliyesinden beri olmadığını” iddia etti.

Müslüman kimliklerine vurgu yapan ikinci grup ise yaptıkları batıl tevillerle Kur’an’ın anlamını tahrif etti. Farklı isimler altında kendilerini tanımlayan bu oluşumlar aklı, naklin önünde değerlendirme noktasında mutezilenin birer şubeleri gibi faaliyet gösterdiler. Hatta Hz. İsa’nın inmesini, Ye’cüc-Me’cuc, Dabbetu’l-Arz gibi büyük kıyamet alametlerini, melek ve cinler gibi varlıkları ayetle sabit olan gaybi yaratıkları inkar etmeleri, hüküm ayetlerinin tarihin belli bir dönemi ile alakalı olduklarını söylemeleri cihetiyle mutezileden çok daha ileri bir noktaya gittiler.
Ülkemizde bir çok tefsirci tarafından da benimsenen bu görüşler, oryantalizmin kendi elemanlarıyla başaramadığını müslüman kimliklerine vurgu yapan kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini tescil etti.

Müşrikler, Kur’an’ı susturmak için bütün imkanlarını kullanmıştı. İngilizler, Mısır’ı O’nu ortadan kaldırmak için işgal etmişti. Oryantalistler O’nun doğru bir şekilde anlaşılmasının önüne geçebilmek için çok sayıda kitap ve dergi neşretti. Konferans, seminerler verdi, üniversiteler kurdu. Kur’an muarızı ideolojik hareketler yeniden canlandırıldı, revize edilip ilim dünyasına servis edildi. Kahire’nin, İslamabad’ın, İstanbul’un zeki çocukları oryantalistlerin gözetiminde ümmetin tarihi birikimi ve entelektüel tecrübesini tanımadan Kur’an etrafında oluşturulan şüpheleri dinledi.
Islah, tecdid, yenilik, reform, ihya derken nice fırtınalar koparıldı. Ulema gereksiz tartışmalarla meşgul edildi. İslam eğitim kurumları lağv edildi; Ezher’in içi boşaltıldı. Mucaz ve muciz hocaların kürsüsü ancak mübtedi derecesinde İslami kültüre sahip olan kişilere verildi. Kürsüde, mecmuada, kitapta oryantalizme ait görüşler hararetle savunuldu. Kur’an karşıtları bütün bunlara rağmen küçücük marjinal/akademik gruplar oluşturmanın ve birkaç yayım sahibi olmanın dışında hiçbir başarı gösteremediler. Kur’an’ın azametini gölgeleyemediler. Bunu şimdiye kadar başaramadıkları gibi bundan sonra da başaramayacaklar. Müsteşriklerin gördüğü bu gerçeği yakında mustağripler de görecekler.


İ.Şenocak

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

14 Kasım 2014 Cuma

393.RECM AYETİ KUR'AN'DA VAR MIYDI?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kur’an-ı Kerim'in hiçbir kelimesi ya da harfi bile değişikliğe uğramadan bize kadar geldiği konusunda İslam âlimleri arasında görüş birliği vardır.

Hatta Kur’an’ın sûre ve âyetlerinin sayısı ve tertibi dahi, tıpkı elimizdeki Mushaflarda olduğu gibi vahiy ile tespit edilmiştir. Âlimlerin çoğu, değişik hadis rivâyetlerini de göz önünde bulundurarak bu görüşü benimsemiş ve son çalışmalar da bunu desteklemiştir. Âyetlerin Kur’an’daki mevcut tertibindeki sıralamanın, vahiy ile tespit edildiğine dair Âlimler arasında herhangi bir görüş ayrılığının bulunmadığı da söylenmiştir. (bk. Suyutî, İtkan, I/76-83)

 Hz. Peygamber (asm), her sene Ramazan ayında, o güne kadar inmiş olan Kur’an’ı Hz. Cebrail ile karşılıklı olarak okurdu. Son Ramazanda, bu karşılıklı okuma, iki defa gerçekleşmiştir. Bakıllanî, İbn Enbârî gibi bir kısım alimler, Hz. Peygamber (asm)’in bu okuması, şu anda elimizdeki mevcut tertibe göre olup, ona temel teşkil ettiğini söylemişlerdir. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Barî, IX/42.)
“Şüphesiz ki, Kur’an’ı biz indirdik ve onu koruyan da biz olacağız.” (Hicr, 15/9)

mealindeki âyette ifade edildiği üzere, Kur’an’ın korunması doğrudan Allah’ın hıfz ve inâyetiyle sağlanmıştır.

Bu gerçeğe rağmen, eski kaynaklarda, bazı âyetlerin Kur’an’a konulmadığını ima eden bir kısım garip rivâyetler söz konusu edilmiştir. Bunlardan biri sözde Recm âyetiyle ilgili olanıdır. Bu konuda iki rivâyet şekli vardır:

“İçinizden kimse, Kur'an'ın tümünü elinde tuttuğunu söylemesin. Bunu diyen bilir mi Kur'an'ın tümü ne kadardı, nasıldı? Kesin olan o ki, Kur'an'ın çoğu yok olup gitmişti (doğrusu: Kur'an'dan hayli kısmı gitmiştir)"

şeklindeki ifade hakkında şunları söylemek mümkündür:

- Rivâyete göre, Hz. Aişe anlatıyor:

“Recm âyeti ve büyüklerin on defa süt emmeleri konusunda âyet inmişti. Bu âyet, karyolamın altında bir sahifede yazılıydı. Resulullah (a.s.m) vefat edince biz onunla meşgul olduk, o sıralarda bir hayvan (keçi) gelip onu yedi.”(İbn Mace, Nikah, 36).

Şimdi bu rivâyeti değerlendirelim:

Evvela, Hz. Aişe’nin ve İbn Ömer'in bunu söyleyip söylemediğini kesin olarak bilemiyoruz.

İkincisi, bu konu, nesih meselesinde söz konusudur. Dolayısıyla, Hz. Aişe ve Hz. İbn Ömer -şâyet söylemişler ise- bununla Kur'an'dan bazı âyetlerin nesh olduğuna işaret etmek istemişlerdir. Yoksa, Kur’an’ın toplanması halinde bunların alınmadığını söylemek, onların akıllarından bile geçmemiştir. Çünkü, herkesin, bildiği, ezberine aldığı, sayfasına yazdığı âyetleri getirmeleri istenmiştir. Bu görevi yerine getirmek, İslam inancına göre, hem Allah’a, hem Resulüne hem de halifeye karşı bir sorumluluğun gereğidir. Durum böyle olunca, Hz. Aişe ve Hz. İbn Ömer veya herhangi bir sahabî böyle bir olayı bildiği halde, ezberinde bazı âyetler bulunduğu halde bunu ibraz etmemeleri 
düşünülemez.

Kaldı ki, Kur’an’ı bir araya getirenler, birer hafızdırlar. Özellikle heyet başkanı Hz. Zeyd, Hz. Peygamber (a.s.m)’in vahiy katibi, Kur’an hafızı, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in güvenini kazanmış büyük bir insandır. Böyle bir olay olsaydı, en az birkaç kişinin daha bilmesi ve bunu heyete bildirmesi kaçınılmazdı. Hz. Zeyd b. Sabit de herkesten önce bunu bilmesi gerekirdi. Bütün sahabî hafızların ve yazılı mushaf sahiplerinin de içinde bulunduğu bütün sahabe cemaati tarafından ittifakla kabul edilen Mushaf’ın eksik veya fazla olmasını düşünmek elbette makul değildir.

“Muhakka ki Kur’anı biz indirdik ve hiç şüphesiz onun koruyucusu da biziz.”
(Hicr, 15/9)

mealindeki âyete iman eden bir kimsenin başka düşünme şansı da yoktur. Sahih olan hadis kaynaklarında yer almayan, Kütüb-ü Sitte'den –yalnızca en zayıf ve hataları en çok olan- İbn Mace’de bulunması ayrıca manidardır.

Hz. Peygamber (a.s.m)’e inen bütün âyetler vahiy katipleri tarafından yazıyla kaydedildiği gerçeği tartışılmazdır. Buna rağmen, Hz. Aişe’den başka kimsenin bilmediği bir âyetin varlığından söz edilebilir mi? Oysa Hz. Aişe vahiy kâtipleri arasında yer almamıştır.

Hz. Aişe, Kur’an’ın Hz. Peygamber (a.s.m)’e indiği gibi sağlam bir şekilde korunduğunu anlatmak için şunları söylemiştir:

“Eğer Hz. Peygamber (a.s.m), Kur’an’dan bir şey gizleseydi 
‘Ey Muhammed! Hani bir zaman Allah’ın nimetlendirdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin (hürriyete kavuşturduğun) kimseye:“Eşini yanında tut, Allah’tan kork” diyordun. Fakat Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan da çekinerek içinde saklıyordun.’(Ahzab, 33/37) âyetini gizlerdi.” (bk. Ahmed b. Hanbel, VI/266).

Şimdi Hz. Aişe, bu konuda açıkça düşüncesini ortaya koyduğu halde, kalkıp tam tersini gösteren bir ifade kullanması düşünülemez.

Kur’an’ın üç dönemde yapılan cemi esnasında Hz. Aişe’den bu konularda bir ses çıkmamıştır. Herkesin bildiği kadarıyla, Kur’an âyetlerini getirip ilgili jüriye teslim ettiği halde, Hz. Aişe gibi herkesin saygı gösterdiği, Kur’an’ın senasına mahzar alan pervasız bir insanın kaybolduğu söylenen âyetler hakkında bilgi vermemesi düşünülebilir mi? Halbuki onun bu konuda bir şey dediğine dair hiçbir tarihî kayıt yoktur.

Abdurrahman el-Cezerî’nin de ifade ettiği gibi, bütün ümmetin ittifakıyla, mutevatir/en sağlam bir yolla bize kadar gelen Kur’an’ın âyetleri, böyle ahad/mutevatir olmayan rivâyetlerle ispat edilemez, Kur’an olarak kabul edilemez(bk. Cezerî, el-Fıkhu ala’l-Mezahibi’l-Arbaa, IV/257).

Hem vahiy kâtipleri hem de hafız olanların içinde bulunduğu Kur’an’ı toplama heyetinde hiç kimsenin böyle bir noksanlığı fark etmemesi mümkün değildir. Böyle bir şey aklın alamayacağı husustur.

İkinci misal: Müslim’in İbn Abbas’tan yaptığı rivâyete göre Hz. Ömer şöyle demiştir:

“Allah, Muhammed’i hak ile gönderdi. Ve ona Kitabı vahiy etti. Ona vahiy edilen şeylerden biri de recim âyetidir. Biz bu âyeti okuduk, anladık. Aklımıza koyduk. Hz. Peygamber recmetti. Ondan sonra biz de recmettik. Korkarım ki, uzun bir zaman geçtikten sonra, birileri kalkıp da, biz Allah’ın kitabında recim âyetini görmüyoruz, diyecek ve böylece Allah’ın vahiy ettiği bir farizayı/yapılması gereken bir görevi ihmal ederek dalalete düşecekler. Halbuki, zina eden evli her erkek ve kadının recmedilmesi hususu Allah’ın kitabında vardır. Yeter ki bu fiil, şahitlerle veya gebelikle yahut da suçu itiraf etmekle sabit olsun.”(Müslim, Hudud, 4).

Evvela, bu hadiste, Kur’an’dan herhangi bir şeyin kaybolduğunu gösteren bir ifade yoktur. Bilakis, vurgulanan şey, recim konusunda da önceleri okunan bir âyetin bulunduğu, ancak daha sonra lafzının nesh edildiği, fakat hükmünün baki kaldığı hususudur. Hz. Ömer’in endişesi, ileride lafzı nesh edilmiş bu âyetin hükmünün de kalktığını veya böyle bir âyetin olmadığını söyleyip recmi uygulamamalarıdır.

Rivâyetlerde gelen Recim âyetinin metni farklılık göstermektedir. Bu ise, bu metnin âyet olma ihtimalini zayıflatıyor.

Arapçayı bilen bir kimse, bu metinlerin -bizzat Kur’an’da geçen “Allah Âlimdir Hakimdir” gibi ifadelerin dışında- Kur’an’ın âyetlerine hiç benzemediğini görecektir. Hadis rivâyetinin metni için (bk.Ahmed b. Hanbel, V/132,183; İbn Mace, Hudud, 9; Hakim, el-Müstedrek, IV/359).

Bu rivâyetin metninde geçen “şeyh/şeyhet” kelimeleri yaşlı erkek ve yaşlı kadın demektir. Bu kelimelerin anlamına göre, evli olsun, olmasın, kırk yaşını geçenler/yani yaşlı olanlar zina ettikleri takdirde recim cezasını görürler. Yaşları kırkın altında olanlar -yaşlı sayılmadıklarından- yine evli olsun olmasın yalnız yüz değnekle cezalandırılır.

Bu ise, recim cezasını yaşlı olsun, genç olsun, evli olan herkes için geçerli olduğunu ifade eden pek çok sahih hadislerin ve cumhur-u ulemanın kabul ettiği görüşlerine tamamen ters düşmektedir(bk. Cezerî, a.g.e, IV/258-259).

Nitekim rivâyete göre, Hz. Amr b. As ve Hz. Zeyd b. Sabit, Kur’an ‘ı Mushaf halinde yazarken, aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:

Zeyd ded ki:

“Ben böyle bir âyeti Hz. Peygamber’den duymuştum.”

Amr b. As şöyle cevap verdi:

“Böyle şey olur mu? Görmüyor musun/hep bildiğimiz, öğrendiğimiz şu değil mi ki; bekâr olduğu takdirde -yaşlı da olsa- değnek cezasını, evli olduğu takdirde -genç de olsa- recim cezasın hakkediyor."(bk. Ahmed b. Hanbel, V/183; Hakim, IV/360).

Bu ve buna benzer sebeplerden dolayıdır ki, ünlü fıkıh âlimi, el-Cezerî gibi bazı alimler “bu tür rivâyetlerin doğru olmadığından asla şüphe etmediklerini”belirterek görüşlerini açıkça ortaya koymuşlardır. (bk. Cezerî, a.g.y).

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; gerek Hz. Aişe’den, gerekse Hz. Ömer’den gelen rivâyetlerden Kur’an’dan bazı âyetlerin eksik olduğu sonucunu çıkarmak doğru olmadığı gibi, bunu iyi niyetle bağdaştırmak da mümkün değildir.
Olsa olsa bu rivâyetler, lafzı mensuh hükmü baki olan bazı âyetlerin söz konusu olduğuna işaret etmektedir, denilebilir.

Şunu da belirtelim ki, evli olanların zina suçu sabit olduğu takdirde cezalarının recim olduğuna dair pek çok sahih hadis söz konusudur. Cumhur ulemanın görüşü de bu merkezdedir. Bu hadislere dayanarak hüküm veren -Şia dahil- bütün mezhepler bu konuda görüş birliğindedir.

NOT: Şu açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'i hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti:


"Allah Teâla Hazretleri Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'i hak (din ile) gönderdi ve O'na Kitab'ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zinâ yapana recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp:"Biz Kitabullah'da recm cezasını görmüyoruz (deyip inkâra sapabilecek ve) Allah'ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir."

"Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- sübût bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah'da mevcut bir haktır. Allah'a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: "Ömer Allah Teâla' nın kitabına ilâvede bulundu" demeyecek olsalar, recm âyetini (Kitabullah'a) yazardım." [Buhârî, Hudud 31, 30, Mezâlim 19, Menâkibu'l-Ensar 46, Megâzî 21, İ'tisâm 16; Müslim, Hudud 15, (1691); Muvatta, Hudud 8, 10, (, 823, 824); Tirmizî, Hudud 7, (1431); Ebu Dâvud, Hudud 23, (4418)].

AÇIKLAMA:
1. Bu hadis, hadis kaynaklarında farklı vecihlerle rivâyet edilmiştir. Muvatta'nın bir rivâyeti daha açıktır:

"Hz. Ömer (radıyallahu anh) haccdan çıkınca Medine'ye geldi. (Orada halka hitaben şunları söyledi:

"Ey insanlar! Sizlere bir kısım sünnetler ve farzlar teşrî edildi. Size çok açık bir din bırakıldı. Recm âyeti hususunda kendinizi sakın tehlikeye atmayın. İçinizden biri:"Biz Allah'ın kitabında iki haddi (İki hadden maksad celde ve recmdir. Kur'ân'da celde zikredilir, recm zikredilmez. Celde, evlenmemiş zânilere tatbik edilen dayak cezasıdır) bulamıyoruz" diyebilir. Şurası muhakkak ki Resûlullah da, biz de (zinâ edenlere) recm uyguladık. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, insanlar "Ömer Kitabullah'a (onda olmayan şeyi) ilavede bulundu" demiyecek olsalar, (Kur'ân'ın sonuna) şu âyeti elimle yazardım: اَلشَّيخُ وَالشَّيْخَةُ إِذَا زَنَيَا فَارْجُمُو هُمَا اَلْبَتَّةَ "Yaşlı bir erkek ve yaşlı bir kadın zinâ edecek olurlarsa onları mutlaka recmedin."

İmam Mâlik, burada geçen yaşlı erkek ve yaşlı kadın tâbirlerini "dul erkek", "dul kadın" diye açıklar. Parantez içindeki ziyadeler başka rivâyetlerden alınarak dercedilmiştir.

Nesâî'de Übey İbnu Ka'b'dan kaydedilen rivâyette recm âyetinin Ahzâb sûresinde gelmiş olduğu belirtilir.

2. Neshle ilgili konulardan biri de, tilâveti mensuh, hükmü bâki âyetlerin varlığıdır. İşte Recm âyeti bunlardandır.

3. İbnu Hacer: "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in korktuğu husus vukua gelmiştir. Zîra Haricîlerin büyük çoğunluğu ile bir kısım Mu'tezile, recmi inkar ettiler" der.

4. Recm cezası Hz. Peygamber tarafından erkek olan Mâîz İbnu Mâlik el-Eslemî (radıyallahu anh)'ye tatbik edilmiştir. Mâiz, bizzat gelerek, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e zinâ yaptığını itiraf etmiştir. Resûlullah, onu üç sefer reddeder. Mâiz dördüncü sefer müracaat ederek zinâ yaptığını beyan edince, yakınlarına: "Bunun aklında bir eksiklik var mıydı?" diye sorar. "Yoktu!" cevabını alınca recmedilmesini emreder ve recmedilir.

Kadın olarak da Gâmidiyye (radıyallahu anhâ) recmedilmiştir. Bu da kendisi gelip Hz. Peygamber'e "Ey Allah'ın Resûlü, beni temizle!" diye itirafta bulunmuş, Resûlullah onu: "Git!" diye geri çevirmiş, ancak o, ertesi günü tekrar gelip hâmile olduğunu da belirtmiştir. Resûlullah çocuğunu doğurmasını söylemiş, doğumdan sonra gelince "sütten kesilinceye kadar" mühlet vermiş, çocuk sütten kesilince tekrar gelen kadının recmedilmesini emretmiştir.

Gâmidiyye ile ilgili rivâyette Hâlid İbnu Velid'in attığı taşın kadında açtığı yaradan yüzüne kan sıçrayınca, Halid (radıyallahu anh) kadına küfreder. Ancak Hz. Peygamber müdahele ederek:

"Yapma! Ruhumu kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl'e yemin olsun, o öyle bir tövbede bulundu ki, öylesini alışveriş sahtekârları yapsaydı affa uğrarlardı."

buyurur. Kadının cenaze namazını kıldırır ve defnedilir.

5. Şarihler, "Hz. Ömer (radıyallahu anh)'in: "İnsanlar: "Ömer Allah'ın Kitabına ilavede bulundu" demeyecek olsalar, recm âyetini Kur'ân' ın sonuna yazardım" demesini, mübalağaya ve recmi tatbik etmeye teşvike hamlederler. "Zîra, derler, âyetin lafzı neshedilse de mânası bakidir. Hz. Ömer gibi, fıkhı, ilmi yüce bir şahsiyetin lafzı neshedilen bir âyeti, Kur'ân-ı Kerim'e yazmaya kalkması düşünülemez."

Kur'ân-ı Kerim, Ashab'ın huzurunda, bugünkü haliyle ihtilafsız olarak cem'edilmiştir. Recm âyetinin Kur'ân-ı Kerim'e lafzen girmeyeceği hususunda icma vardır. Resûlullah'a gelen vahiylerden bir kısmının lafzen, bir kısmının hükmen, bir kısmının hem lafzen ve hem de hükmen neshedildiği Ashab'ca bilinen bir husustur. Bu durumu açıklayan rivâyetler gelmiş, ulema bunların değerlendirmesini yapmıştır. Daha önceki bahislerde, Resûlullah'ın her Ramazan ayında, o zamana kadar inmiş olan âyetleri önce Cebrâil (aleyhisselam)'e, sonra da halka okuyarak "arza" yaptığını, Cebrâil'e okuyarak hatası, yanlışı varsa tashih ettirdiğini, halka okumakla da onların hatalarını düzelttiğini, işte bu arzalarda, lafzı neshedilen vahiylerin de Kur'ân-ı Kerim'den çıkarıldığını belirtmiştik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ömrünün son Ramazan'ında arzayı iki sefer yapmıştır. Buna arza-i âhire denir.

6. Zinâ eden kadın ve erkek muhsan olduğu takdirde recm edilirler. Zinâ, itiraf veya beyyine ile sâbit olur.

İtiraf: Kişinin zinâ yaptığını kadıya gelip beyan etmesidir.

Beyyine:
Şehâdeti makbul dört erkeğin veya sekiz kadının zinâya şahidlik yapmasıdır. Şahidlerin sayısı bu rakamdan aşağı düşerse zinâ suçu sübût bulmaz. Âlimler bu hususlarda ittifak ederler. Ancak itirafın sayısı ve şahidlerin sıfatları gibi bazı teferruatta ihtilâf vaki olmuştur. Söz gelimi Hanefîlerle Hanbelîler itirafın dört ayrı mecliste vaki olmasını şart koşarlar. İmam Mâlik ve Şâfiî'ye göre, kişinin zinâ yaptığını bir kere ikrar etmesi kâfidir, suç sübût bulur.

7. Gebelik zinâya delil olur mu? Bu husus ihtilaflıdır. Hz. Ömer (radıyallahu anh)'e göre, gebelik zinâya delildir, recme sebep olur. İmam Mâlik ve ashâbı da aynı kanaattedirler: "Kocası veya efendisi bilinmeyen bir kadın gebe olur ve zinâya icbar edildiği de bilinmezse, recmi gerekir. Ancak yabancı ise ve çocuğun kocasından veya efendisinden olduğunu söylerse beyanına itibar edilir"demişlerdir.

İmam Âzam, Şâfiî ve ulemânın cumhuruna göre, gebelik mutlak surette zinâya delil olmaz. Bu hususta, kadının kocası veya efendisi olmuş olmamış, kadın yerli veya yabancı olmuş, zinâya mecbur edildiğini söylemiş, söylememiş hüküm aynıdır. Beyyine olmadıkça veya itirafta bulunmadıkça recmedilemez. Zîra şer'î hadler şüphe ile ortadan kalkar ve sâkıt olur.


Sorularla İslamiyet

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Kasım 2014 Salı

392..YAKIN DÖNEM TEFSİR TELAKKİLERİ-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Müfessirler, Kur’an’ın inişi, toplanışı, tertibi, tedvini, Mekki-Medeni ayetleri, nasihi-mensuhu, muhkem-müteşabihi ve bunlar dışındaki meselelerini ‘Ulum-u Kur’an/Kur’an ilimleri’ kapsamında bir araya getirdiler.[1] “Kur’an ilimleri” tefsire sabit ölçüler kazandırdı.


“Kur’an ilimleri” bir çok anlama gelen ayetlerin murad-ı ilahi çerçevesinde anlaşılmasını temin etti. “Rivayet”, “işaret” ve “dirayet” tarzında telif edilen tefsirler “Kur’an ilimleri”ni içselleştiren müfessirlerin kaleminden çıktı.

“Kur’an ilimleri”, anlama delaleti açık olmayan ayetlerin ideolojik bakış açısıyla tefsir edilmelerine de engel oldu. Bu yüzden yakın dönem modernist tefsir hareketleri, düşüncelerine meşruiyet vermeyen “Kur’an ilimleri” ve müdevvinlerini tenkit etmeyi öncelikli vazife telakki ettiler. “Kur’an ilimleri”nin çağın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasına mani olduğunu iddia eden modernistler, böylece yeni usul ve yöntemlerin ihtiyaç olduğu hissini uyandırdılar.

Onlara göre önceki dönemde yaşayan müfessir ve müdevvinler ictihadda bulunmuş, düşüncelerini inşa etmiş ve bir kültür oluşturmuş[2] kuşaktır. Bunun ötesinde bir değere sahip değillerdir.

Müslümanları, Kur’an-ı Kerim’i aydınlanma dönemi ürünü olan ‘bilimsel zihniyet’le yorumlamaya çağıran modernistler, beşeri metinleri anlamada esas alınan yöntemlerle Kur’an’ın anlaşılmasını önermektedirler.[3]

Çağdaş tefsir telakkilerinin Kur’an-ı Kerim’le olan münasebetini tahlil eden bu makalede, öncelikli olarak Kur’an-ı zarfı ve mazrufu itibariyle incelenmiştir.

KUR’AN-I KERİM

Allah Resulü –sallallahu aleyhi ve sellem- Kur’an-ı Kerim’i şu şekilde tanımlamaktadır: “Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü O’ndadır. O hak ile batılı ayırt eden kesin bir doğrudur. Komedi değildir. Kim bir zorbadan korkarak O’nu terk ederse Allah O’na öldürücü darbe indirir. Kim O’ndan başka yol gösterici ararsa Allah Teala O’nu saptırır. O, Cenab-ı Hakk’ın sağlam ipidir. O, zikr-i hakim, sırat-ı müstakimdir. İstekler O’nunla masrufunda kalır. Diller O’nunla rekaketten kurtulur. Alimler O’ndan usanmaz. Çokça tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı hayrete düşüren yönleri bitip tükenmez. O, öyle bir kitaptır ki cinler O’nu işittiklerinde şöyle demekten kendilerini alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur’an dinledik de O’na inandık.’[4]


 Kim O’nunla bir görüşü desteklerse doğru söyler. Kim O’nunla amel ederse mükafatlandırılır. Kim O’nunla hükmederse adil olur. Kim O’na çağırırsa doğru yola ulaştırılmış kabul edilir.”[5]

Usul kitaplarında ise Kur’an-ı Kerim şöyle tarif edilmektedir; Allah’ın Resul’ü Hz. Muhammed’e, Arapça olarak indirilen, rivayet ve yazı yoluyla mütevatiren bize ulaştırılan, karşıtlarını benzerini getirmekten aciz bırakan, tilavetiyle ibadet edilen, Fatiha Suresi ile başlayıp Nas Suresi ile sona eren Allah Kelamı’dır.[6]

Kur’an’ın Allah Teala’nın kelamı olması, indiği zaman süreci içerisinde kayda geçmesi, olduğu gibi korunması, mütevatir yolla günümüze kadar ulaşması O’nu diğer kitaplardan farklı kılmaktadır.

Muhtevası
Kur’an-ı Kerim’in içeriğinde yer alan belli başlı konuları şöyle sıralamak mümkündür:

1. İnanç esasları: Kur’an-ı Kerim Allah Teala’ya, peygamberlere, ve ahiret gününe iman gibi inanç ile alakalı meselelerden bahseder.

2. Ahlaki esaslar: İnsanı kötü huylardan arındıracak ve O’na güzel ahlak kazandıracak konuları içerir.

3. Fıkhi hükümler: İbadet ve muamelat gibi fıkhın kapsamına giren konulardan bahseder.[7] Hükümleri şu şekilde beyan eder: Şurayı emreden ayette olduğu gibi hükümlerin belirlenmesinde temel kabul edilen genel prensipleri verir.[8] Sayı ve rekatları belirtilmeyen namazlarda olduğu gibi “mücmel” hükümlerden bahseder.[9] Mirasta varislerin alacakları pay gibi[10] hükümleri tafsilatlı bir şekilde belirtir.

4. Kıssalar: Kur’an’ı Kerim peygamberlerin hayatlarından bahseder. Kıssaların hikmet ve gayelerini şu şekilde tadat edebiliriz:

a. Hak ile batılın mücadelesini anlatan kıssalar, müminler için ibret vesikalarıdır. Onlar, Peygamberlerin ve ümmetlerinin Allah yolunda ne tür sıkıntılara katlandıklarının şahitleridir.

b. Kıssalar, Peygamberlerin Allah Teala’nın dinine davet usullerini, bu süreçteki sabır ve metanetlerini anlatmaktadır.

c. Kıssalarda, Allah’a iman ettiklerinden dolayı kendilerine kötülük yapılan fakat buna rağmen haktan ayrılmayan müminler için örnek alınacak büyük ruhlu kahramanların hayatları vardır.

d. Kıssalarda, insanoğlunun eğilimleri, mizacı, mizacının çeşitleri ve bunların ferdi ve ictimai hayat üzerindeki etkileri anlatılmaktadır.

e. Kıssalar, Firavun gibi zalimlerin sahip oldukları mal ve iktidar gücüyle yaptıkları zulümlerin mutlaka hesabının sorulacağını göstermektedir.

f. Kıssalar insan, hayvan, bitki, dünya ve yıldızlarla alakalı bugün modern bilimin henüz keşfettiği hakikatleri içermektedir.[11]

Üslubu
İlahi ya da beşeri bütün kitapların kendilerine özgü üslupları vardır.[12] Kur’an’ı Kerim’i ilahi ya da beşeri kitaplardan ayıran üslubu ile alakalı şunlar söylenebilir:

Kur’an-ı Kerim, kelimelerin dizimi, hareke ve sukünleri, medd ve ğunneleri itibariyle tam bir ses düzenine sahiptir. Akıl ve kalbe birlikte hitap eder.[13] Öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlere akli deliller getirirken, kalpleri kıpırdatmayı da ihmal etmez.[14] Muhataplarına bir hükmü bildirirken uymaları için teşvik edici, muhalefet etmeleri durumunda ise nefret ettirici ifadeler kullanır. Bazı hükümleri zihinde sürekli canlı tutmak ve te’kit etmek için birden fazla yerde tekrar eder. Alışılmış türden bir kanun kitabı olmadığından hükümleri toplu bir şekilde sıralama yerine çeşitli surelere dağıtmıştır.

Kur’an-ı Kerim kendine özgü bir irşat, ahlak, ibadet ve kanun kitabı olduğundan her bir türün özelliğini içinde barındırır. Hükümler birbirleriyle iç içedir.[15] Ahlak ile alakalı hükümler muamelatla ilgili ayetlerin içerisinde, inanç esasları ile alakalı meseleler bir kıssa ile birlikte zikredilmiştir. Bu durum okuyucunun hayatın farklı boyutlarını bir arada görmesini kolaylaştırmaktadır.

KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMA GAYRETLERİ
Açıktır ki Kur’an-ı Kerim’in getirdiği öğretilerle amel etmek ancak O’nu anladıktan, üzerinde tefekkür ettikten sonra mümkün olur.[16] Zaten Kur’an da muhataplarından öncelikli olarak kendisini anlamalarını talep etmektedir: “Bu Kur’an, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”[17]

“Kur’an-ı Kerim’i anlamak” ne demektir? İnsan Kur’an’ı ne kadar anlayabilir? Bütün anlama faaliyetlerinin insanların tasavvurlarıyla iç içe olduğu düşünüldüğünde anlaşılanın anlatılanın kendisi olduğuna ne kadar itimat edilebilir? Her hangi beşeri bir metni anlamak için yeterli olan argümanlar Kur’an’ı anlamak için de yeterli midir? Bütün bu sorulara bir de Kur’an’ın ilahi kitap olduğu eklenmelidir.

İnsanlar “Kur’an’ı anlamak” ifadesi ile O’nun ne söylediğini bilmeyi kastederler. Fakat bu hiç de kolay değildir. Çünkü anlama göreceli bir eylemdir. Her insan ötekileştirdiği nesneyi farklı yorumlar.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in ilahi bir kitap olması anlamanın imkan ve sınırlarını iyice zorlaştırmaktadır. Çünkü Kur’an, ilahi oluşunun bir gereği olarak gözlem alanına girmeyen, deneyle de tespit edilemeyen “Ahiret” gibi gerçeklerden bahsetmektedir. Bu yüzden beşeri metinlere tatbik edilen anlama usulleriyle O’nu çözmek anlamaya müsbet yönde katkı sağlayamaz. Kur’an’ın bu özelliğindendir ki, Allah Teala O’nu, ilahi kodlarını bozmadan açıklayacak bir “mübeyyin” göndermiştir. O da, Kur’an’ın ilk müfessiri olan Allah Resulü –sallallahu aleyhi ve sellem-dir.

Kur’an’ın anlaşılmaya yaptığı vurgu ve ulemanın bu noktadaki gayretleri zamanla bir anlama disiplini olan tefsir usulünün gelişmesine zemin hazırlamıştır.

Klasik Dönem Tefsir Telakkileri
Klasik dönemin ilk yıllarında tefsirle alakalı malumat toplu bir şekilde ilk olarak hadis mecmuaları içerisinde yer almıştır.[18]

Bu dönem müfessirlerinin Kur’an’ın anlaşılması noktasında yaptıkları katkının ikinci aşaması tefsirle alakalı müstakil eserler telif etmeleridir. Böylelikle tefsir başlı başına bir disiplin olma özelliğine kavuşmuştur. Mushaf’ın tertibi dikkate alınarak ilk defa her ayetin tefsiri yapılmıştır.[19]

Bu dönemdeki müfessirlerin kaleme aldıkları eserlerin ortak özelliği, tefsirin Allah Resulü –sallallahu aleyhi ve sellem- sahabe, tabiûn ve tabiûnu takip eden kuşaktan isnat yoluyla rivayet edilmesidir.[20] Müfessirlerin çoğu, rivayeti olduğu gibi nakletmiş, görüşler arasında tercihde bulunmamıştır. Bu dönemin meşhur simalarından Taberi ise diğerlerinden farklı olarak tefsir ettiği ayetle alakalı görüşleri zikretmiş, “Ebu Cafer der ki” kaydıyla rivayetler arasında tercihte bulunmuş ya da kendi reyini belirtmiştir. Gerektiği zaman da ayetlerin irabını yapmış, onlardan fıkhi hükümler çıkarmıştır.[21]

Taberi sonrası dönemde tefsirin sınırları genişlemiş buna bağlı olarak da ihtilaflar çoğalmıştır. Ehl-i Sünnet alimleri benimsedikleri inanç esaslarına göre Kur’an’ı tefsir ederken, Şia başta olmak üzere, İbadiyye gibi diğer fırkalar da kendi ideolojilerine göre Kur’an’ı tefsir etmişlerdir.[22]

Klasik dönemin ilk yıllarında ansiklopedik anlamda bir tefsir tarzı izlenirken ilerleyen asırlarda günümüz akademik eserlerinde egemen olan alan çalışmalarının ilk örnekleri sayılabilecek tefsirler kaleme alınmış ve her bir müfessir tefsirini hakim olduğu alanla sınırlamıştır.

Bu dönem alimlerinin Kur’an’ın anlaşılması bağlamında benimsedikleri ve geliştirip tefsir literatürüne kazandırdıkları tefsir tarzlarını üç başlık altında toplamak mümkündür:

1. Rivayet Tefsiri

Rivayet tefsirine “me’sür” veya “nakli” tefsir de denir. Ayeti bir başka ayet, hadis, sahabe ve tabiûndan[23] gelen rivayet ile ilahi murat çerçevesinde açıklamaya “rivayet tefsiri” denir.[24]

2. Dirayet Tefsiri
Dirayet tefsiri, “re’y” ya da “ma’kul” tefsir diye de bilinir.[25] Arap Dili, söz sanatları, lafızların manaya delalet yönleri, cahiliyye şiiri, ayetlerin iniş sebepleri, nasih-mensuh başta olmak üzere tefsir için gerekli olan bütün bilgilere vakıf olan müfessirin Kur’an’ı içtihadıyla tefsir etmesine “dirayet tefsiri”[26] denir.

3. İşarî Tefsir
Sadece tasavvuf erbabına açık olan bir takım gizli işaretlerle Kur’an’ı te’vil etmeye “işarî tefsir”[27] denir. “İşarî tefsir” araştırma ve öğrenme ile elde edilmez. O, takva ve istikametin neticesi olan “vehbi” bir bilgidir.[28] Şu ayette bu anlamı desteklemektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[29]

Yakın Dönem Tefsir Telakkileri

Yakın dönemde neş u nema eden tefsir telakkilerinin bir kısmı “Kur’an ilimleri”ni referans kabul ederken, bir kısmı da bütünüyle reddetmektedir. Bu yüzden yakın dönem tefsir telakkileri klasik dönem tefsirlerine uzaklık itibariyle farklı konumdadırlar. Bir kısmı ile klasik dönem tefsirleri arasında nüanslar varken diğerleri ile ise müşterek değerler parmakla sayılacak kadar azdır.

Yakın dönem tefsir telakkileri Kur’an ilimlerine dolayısı ile de klasik dönem müfessirlerine karşı olan yakınlık derecelerine göre şöyle tasnif ve tahlil edilebilirler:

1. İlmî Tesir
Tefsirde ilmî ıstılahları hakim olarak kullanan ve çeşitli ilmi ve felsefi görüşleri ondan çıkarmaya çalışan anlayışa “İlmî tefsir” denir.[30] Bu anlayışı benimseyen tefsircilere göre Kur’an bütün ilimleri içermektedir. İlmi tefsirin Kur’an-ı Kerim tefsirindeki yerini anlatırken şunları söylemektedirler: “Kur’an-ı Kerim’de astronomi, fizik, biyoloji, tıp gibi bilim dallarıyla alakalı yüzlerce ayet bulunmaktadır. Ayrıca Kur’an bir çok ayette insanı akıl ve duyu organlarını kullanarak araştırma yapmaya davet etmektedir. Bütün bunlar Kur’an-bilim ilişkisinin boyutlarını göstermektedir.”[31]

Muhammed Ahmed el-İskenderani (ö. 1888), Abdurrahman el-Kevakibi ( 1900), Şeyh Tantavi Cevheri (ö. 1940) bu anlayışın önde gelen savunucularıdır.

İlmi tefsir anlayışını benimseyen müfessirler ayetleri modern ilmin verileriyle birlikte açıklamaya itina göstermişlerdir.

Muhammed Reşid Rıza ve Mustafa el-Meraği gibi içtimai tefsir ekolünü benimseyen müfessirler başta olmak üzere bir çok kişi[32] Kur’an’ın asıl gayesi olan insanları hidayete götürme davetine engel oluyor gerekçesiyle ilmî tefsir ekolünü tenkit etmişlerdir.[33]

Niyetleri itibariyle samimi oldukları gözden kaçmayan ilmi tefsir müntesipleri, yaptıkları tefsirlerle Kur’an-ı Kerim’i bir fizik ya da biyoloji kitabı gibi tefsir ettiklerinden O’nun insanları hidayete taşıma hedefini gölgede bırakmışlardır. Ayrıca bilimsel verilerin sürekli değiştiği dikkate alındığında, onlar esas alınarak tefsir edilen ayetlerin de değişen verilere paralel olarak yeniden yorumlanması söz konusu olacaktır. Bu, hem Kur’an’ın hem de tefsirin itibarını yaralayacaktır.

2. Konulu Tefsir
Kur’an-ı Kerim’deki konulardan herhangi birine dair ayetleri bir araya getirerek Kur’an’ın o konudaki görüşünü ortaya koymaya “konulu tefsir” denir.

Konulu tefsir kendi içinde “genel konulu” ve “özel konulu” olmak üzere iki kısma ayrılır. Bir başlık altında toplanabilen pek çok konuyu işleyen eserlere genel konulu tefsir denir. Kur’an’ı Kerim’deki hüküm ayetlerini açıklayan “ahkam tefsirleri” bu bağlamda değerlendirilir. “Kur’an’da insan”, “Kur’an’da kadın” gibi özel bir konuyu içeren eserlere ise “özel konulu tefsir” denir.[34]

Klasik dönem alimleri içerisinde “Te’vî’l-u Müşkili’l-Kur’an”[35] isimli çalışmanın sahibi İbn Kuteybe (ö. 276/889) ve “Ahkamu’l-Kur’an”[36] adlı tefsirin müellifi Cassâs (ö. 370/980) “genel konulu tefsir” anlayışının ilk temsilcilerinden kabul edilir.

Günümüzde “Kur’an’da insan”, “Kur’an’da ahlak” gibi eserler kaleme alanlar ise “özel konulu tefsir” anlayışını temsil etmektedirler.[37]

Konulu tefsir müelliflerinin araştırmada izledikleri yöntem şu şekildedir:

a. Araştırılacak konunun çerçeve ve sınırları belirlenir.
b. Konu ile ilgili ayetler bir araya getirilir.
c. Ayetler iniş sıraları dikkate alınarak tertip edilir.
d. Ayetin varsa nuzül sebebi gözden geçirilir.
e. Bir araya getirilen ayetler toplu bir şekilde değerlendirilip aralarında gerekirse takdim-tehir yapılır.
f. Ayetlerde geçen kelimelerin hem sözlük anlamları hem de Kur’an-ı Kerim’deki kullanımları dikkate alınır.[38]

Klasik dönem müfessirleri tarafından telif edilen “genel konulu tefsir”ler ayetleri bağlamlarından koparmadan bütüncül bir bakış açısıyla ve hadislerin gölgesinde tefsir ettiklerinden “Kur’an ilimleri” literatürüne uygundurlar. Belli konuları derinlemesine incelediklerinden tefsir disiplinine ciddi anlamda katkıda da bulunmuşlardır. Çağdaş müellifler tarafından telif edilen “özel konulu tefsirler” ise, “Kur’an’da ahlak”, “Kur’an’da eğitim” gibi çalışmalarla Sünnet’i devre dışı bıraktıklarından, Allah Resulü’ne ittibayı bizzat emreden Kur’an-ı Kerim’le çelişmektedirler.

Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de bir konu farklı surelerde ele alınmıştır. Konulu tefsir yapılırken bir araya getirilen ayetler bağlamlarından koptuklarından Kur’an’ın hedeflediği anlamı da verememektedirler. Bu durum anlatılanın tam zıddı manaların anlaşılmasına yol açabilmektedir.

3. İçtimai Tefsir
Ayet-i kerimeleri sosyal hayatın kanunlarıyla mukayese ederek inceleyen tefsire “içtimai tefsir” denir.[39] İçtimai tefsir anlayışının kurucusu kabul edilen Muhammed Abduh (ö. 1905) tefsirdeki hedeflerini şu şekilde açıklamıştır: “Tefsir, İslam’ın insanları dünya ve ahirette mutluluğa götüren bir din olması cihetiyle, Kur’an’ı anlamaktır. Tefsirde ki en üst amaç budur. Gerisi ya bu amaca bağlı ya da bunun gerçekleşmesi için birer vesiledir.”[40]

İçtimai tefsir ekolünün Muhammed Abduh’tan sonra en meşhur müfessirleri Reşid Rıza (ö. 1935), Muhammed Mustafa el-Meraği (1945) ve Ferid Vecdi (ö. 1954)’dir. Muhammed Abduh’un şekillendirdiği ekol en meşhur tefsirini Reşid Rıza ile vermiştir. Müellifin “Menar” adını koyduğu eserde Abduh’un ruh halini ve fikrini aynen görmek mümkündür.

İçtimai tefsir anlayışını benimseyen tefsircilerin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
a. Kur’an’ı hiçbir mezhebe bağlı olmaksızın tefsir etmişler, mezheplerin taklit edilmesine karşı çıkmışlardır.

b. Tefsirle alakalı bir çok rivayeti İsrailiyyât iddiasıyla reddetmişlerdir. Mütekaddimin ulemaya ait tefsirlere Kur’an’ın maksadına engel oluyor gerekçesiyle itibar etmemişlerdir.

c. Tefsir literatüründe yer alan bir çok rivayetin zayıf ya da mevzu olduğunu iddia etmişlerdir.

d. Kur’an’ı içtimai ve edebi bir metodla tefsir etmişler fakat kelime tahlilleri noktasında ayrıntıya girmekten uzak durmuşlardır.

İçtimai tefsir ekolü akılcıdır. Akla çok geniş bir özgürlük alanı tanımasından dolayı Kur’an’daki bazı gerçekleri Mu’tezile’den iktibas ettiği akli kriterlerle te’vil etme yoluna gitmiştir. Bu yüzden “Çağdaş Mu’tezile Ekolü” olarak da nitelendirilmiştir.[41]

Reşid Rıza başta olmak üzere bu anlayışı benimseyen bir çok tefsirci cinlerin varlığından şüphe etmiş, insanların gördüklerini iddia ettikleri yaratıkların cin değil maymun gibi garip hayvanlar olduğunu iddia etmiştir. Allah Resulü’nün Kur’an-ı Kerim dışında mucizesinin olduğunu da reddetmişlerdir.

Onlara göre, Kur’an’ın hedefi fertlerin hidayeti ve toplumun ıslahıdır. Hidayetten bahsetmelerine ve pozitivist bilim mantığına karşı olduklarını söylemelerine rağmen ayetleri söz konusu mantık çerçevesinde açıklamaktan da kurtulamamışlardır. Nitekim Muhammed Abduh, Fil Suresi’nin tefsirinde Ebabil Kuşları’nı önce sinek ardından mikrop, taşları da sineklerin ayaklarına bulaşan toz zerreleri olarak tevil etmiştir.[42]

Modern bilimden aşırı derece etkilendiklerinden çağdaş insanların takdirini alabilmek için uzak tevillerde bulunmuşlardır.

Vahiy olan Kur’an-ı Kerim’i aklı referans kabul ederek tefsir eden ekol mensupları, insan bilgisine ilahi bilgi üzerinde bir otorite tayin etmiştir. Bu ise, Allah Teala’nın bilgisinin kuşatıcılığı ve her an faal oluşu ile çelişmektedir.

4. Edebi Tefsir
Kur’an’ı sırf edebi açıdan inceleyen anlayışa “Edebi Tefsir” denir. Ekolün kurucusu kabul edilen Emin el-Hûlî’ (ö.1966) geliştirdiği tefsir tarzıyla alakalı şunları söylemektedir: “Çağımızdaki tefsirin asıl hedefi sırf edebi olmaktır. Tefsirden amaç ne olursa olsun bundan sonra gelir ve buna dayanır.” [43]

el-Hûlî’nin açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, Kur’an’ı esas itibariyle bir hidayet kitabı kabul eden klasik dönem alimlerinin Kur’an’ın edebi yönünü ortaya çıkarmak için yaptığı çalışmalarla “Edebi Tefsir” birbirinden farklıdır. Çünkü ikincisinde asıl olan Kur’an’ın yol gösterici olması değil sırf edebi olmasıdır.

Aişe Abdurrahman, eşi el-Hûlî’nin geliştirme ve örneklendirme imkanı bulamadığı “Edebi Tefsir” anlayışını kaleme aldığı eserleriyle somutlaştırmaya çalışmıştır. “Edebi Tefsir” anlayışından hareketle Kur’an’ı tefsir etmeye çalışan bir diğer yazar ise Muhammed Ahmed Halefullah’tır. Halefullah “el-Kasasu’l-fenniyyu fi’l-Kur’ani’l-Kerîm”[44] adlı teziyle Kur’an’ı Kerim’deki kıssaları “Edebi Tefsir” usulü çerçevesinde tenkit ve tahlil etmiş, onların gerçekte hiç olmadığını iddia etmiştir. Halefullah’ın tezi ekolün ciddi bir şekilde tenkit edilmesine neden olmuştur. Neticede tezle direkt ya da dolaylı yoldan alakası bulanan Muhammed Ahmed Halefullah, Abdulkadir el-Mağribi, Muhammed el-Mubarek, Şevki Dayf, Tahir b. Aşur gibi akademisyenlerin üniversitedeki görevlerine son verilmiştir.[45]

Kur’an’ın haber verdiği Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssalarının gerçek olmadıkları, bir takım siyasi ve dini maksatlara mebni oldukları iddiasını gündeme taşıyan Taha Hüseyin gibi yazarların “ilhadi tefsir” anlayışları, kıssalar mevzuunda “Edeb-i Tefsir” usulüyle paralellik arz etmektedir.[46]

Aişe Abdurrahman başta olmak üzere, Ahmed Halefullah ve “Edebi Tefsir” ekolünün diğer mensupları el-Hûlî’nin sistematize ettiği tefsir anlayışını Kur’an’a tatbik etmeye çalışmış, bu noktada eserler vermişlerdir. Fakat söz konusu anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma, günümüz yazarlarından 1943 Mısır doğumlu[47] Nasr Hamid Ebu Zeyd’e aittir.

Ebu Zeyd, “Edebi Tefsir” anlayışı başta olmak üzere bünyesinde modernizmin kodlarını barındıran bilcümle tefsir tarzlarına meşruiyet kazandırabilmek için sünnet ve cemaat mezhebinin “Ulum-u Kur’an” literatürüne mesnetsiz ve insafsız tenkitlerde bulunmuştur. Bu çerçevede kaleme aldığı “Mefhumu’n-nass dirase fi ulumi’l-Kur’an”[48] adlı çalışma ilmi ve tarihi hakikatlere muhalif, ümmetin genel kabulleriyle çelişen görüşlerle doludur.[49]

5. Tarihselci Tefsir
Tarihselcilik ilk olarak Batı’da ortaya çıkmıştır. Gayesi ise, efsanevi anlatımlarla insanüstü bir yaratık haline getirilen Hz. İsa’yı yaşadığı tarihi ortam içerisinde değerlendirmektir.

Tarihselcilik, zaman içerisinde izafilikle, evrimcilikle, tarih ideolojisiyle ve nihilist uydurmacılıkla eş anlamlı görülmüştür.[50] Bugünkü anlamı dışında uygulama alanları bulan tarihselciliği; geçmişte olup biten her şeyin geçmişte kalmasına rağmen etkisini sürdürmesi[51] diye tarif edebiliriz.

Tarihselciliğe göre tarihsel bir olay yalnız mazinin tarihi-sosyal yapısına gidildiğinde anlaşılabilir. Fakat tarihi bir olay, tarihi bir kimlik aynıyla yarınlara taşınamaz. Çünkü tarihsel şeyler evrensel addedilmezler.[52]

Batı’da geliştiği şekliyle tarihselci yaklaşım daha sonra müsteşrikler tarafından Kuran’a uygulanmıştır.[53] Müsteşriklerin tarihsel açıdan Kuran’a yaklaşımlarını Rudi Paret’in ‘Kuran Üzerine Makaleler’ adını taşıyan eserinde görmek mümkündür. Rudi Paret, söz konusu eserinde şöyle demektedir: “Kuran’ı anlamaya giden en kestirme yol tarihsel bakış açısından geçmektedir. Bu yolu izlerken Kur’ani tebliğleri hemen genel geçer mutlak ifadeler olarak kabul etmemek gerekir. Kur’anî ifadeler yedinci asrın şartlarına karşı Peygamber’in takındığı somut tarihsel duruşun tezahürleridir.”[54]

Önceki tefsir ekollerine göre daha yeni olan tarihselciliğin temsilcileri arasında Fazlurrahman, Mısırlı felsefe hocası Hasan Hanefi, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Cezayirli Muhammed Arkoun, Fransız Roger Garaudy ve Muhammed Abid el Cabiri önemli bir yer tutmaktadır. Fakat, Kur’an’ın tarihselliği fikrinin neler önerdiğini anlayabilmek için İslam dünyası ve özellikle de Türkiye’de tarihselciliğin öncü ismi olarak kabul edilen Fazlurrahman’ın[55] görüşleri ayrı bir öneme sahiptir.

Müslümanları Kuran’ın indiği devre dönmeye çağıran Fazlurrahman önerdiği “etkin tarih”[56] teziyle Allah’ın kelamı Kuran’ı, tarihi ve kültürel değerlerin karşı konulamaz yönlendiriciliği altında şekillenmekle izah ederken şunları söyler: “Kuran’ın anlaşılması için O’nun nesnel ortamı şüphesiz ki olmazsa olmaz bir usuldür; çünkü özellikle Müslümanlar için mutlak kuralsal olması açısından Kur’an, Allah’ın tarih içerisinde cereyan eden durumlara Peygamber’in zihni vasıtasıyla verdiği cevaplar olduğu için bu zorunluluk daha da güçlenmektedir.”[57]

Fazlurrahman, vahyi Hz. Peygamber ile irtibatlandırırken klasik dönem müfessirlerini, Hz. Peygamber’in Kuran’a karşı olan konumunu pasifize etmekle itham eder.[58] O’na göre vahyin anlamsal yönü Cenab-ı Hakk’a lafza aktarılışı ise Allah Resulü’ne –sallallahu aleyhi ve sellem- aittir: “Kur’an yanılmaz olması ve mutlak olarak yanlıştan beri olması ciheti ile tamamen Allah’ın kelamıdır; ancak Peygamber’in kalbine (zihin anlamında kullanmaktadır) ve buradan O’nun diline intikal etmesi açısından O’nun şahsiyeti ile derinden ilgilidir.’[59]

Kur’an’ın hükümlerini tarihin belli bir devresine hapseden tarihselci tefsir anlayışı, ayetlerin evrensel olduğunu reddetmektedir. Bu ise bizzat Kur’an ile çelişmektedir. Zira Kuran-ı Kerim açıkça evrensel olduğunu ifade etmektedir: “Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.”[60] Bu ayet, Kuran’ın ve ilk muhatabı Allah Resulü’nün mesajının belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı, bilakis O’nunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyamete kadar gelecek bütün ins ve cinni kapsadığı, yani tarih üstü olduğu gerçeğini ifade eder.[61]

“O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.”[62] Yani sadece indiği toplumu değil, bütün alemleri irşad etmek O’nun uhdesindedir.[63] Daveti zaman ve mekanla sınırlı değildir.

“Kuşkusuz o, alemler için bir zikirdir.”[64] Kur’an’ı Mübin, bütün mükelleflere şamil olan bir kitaptır.[65]

Evrensel olduğunu açıkça beyan eden Kur’an, ihtiva ettiği hükümleri de evrensel ölçülerde vaz etmiştir. Bu bağlamda O’nun hükümlerinin evrenselliği bir yönü ile Hz. Adem’e, bir yönü ile de kıyamete uzanır. Hz. İbrahim’in Müslüman olarak tavsifi, -özel durumlar hariç- semavi dinlerdeki bir çok hakikatin değişmeden İslam’da da var olması, bütün İlahi dinlerin İslam üst başlığında cem edilişi, ilahi hitabın öz itibariyle değişmeden bütün zamanlarda aynı kaldığını göstermektedir.

İslami bir asıldan mahrum olan, Kur’an’ın ne söylediğini anlamaktan ziyade ideolojisini Kur’an’a tasdik ettirerek meşruiyet kazanmayı amaçlayan ve bu yüzden de murad-ı ilahi’yi doğru kavrayamayan anlayış usulleri içinde –ilhadi tefsir müstesna- Kur’an’a en uzak olanı tarihselci tefsirdir.

6. İlhadi Tefsir (!)
Dini yıkmak isteyen kişilerin batıl te’villerle Kur’an’ı tahrif etmesine ya da ayetleri inkar ederek yorumlamalarına “ilhadî tefsir” denir.[66]

Mansur Fehmi (ö. 1959), Taha Hüseyin, İsmail Mahzar, ilhadî tefsir ekolünün öncü isimleridir.[67]

İlhadi tefsir anlayışını benimseyen yazarlardan Mansur Fehmi “Muhammed dinin hükümlerini bütün herkese tatbik eder, fakat kendini bundan istisna eder.” demektedir.[68] Taha Hüseyin ise Kur’an’ın haber verdiği Hz. İbrahim –aleyhisselam- ve Hz. İsmail –aleyhisselam- kıssalarının gerçekte olmadıklarını, bu nev’i kıssaların masal olabileceklerini iddia etmiştir. Tefsirde ilhadî boyutu gündeme taşıyan bazı yazarlar, iki akla sahip olduklarını, alimlik akıllarıyla -Taha Hüseyin örneğinde olduğu gibi- kıssaları reddettiklerini, dini akılları ile onlara iman ettiklerini söylemişlerdir.[69]

İlhadî tefsir ekolünü benimseyen yazarların bir kısmı doğrudan Kur’an’da ki hükümleri inkar ederken diğer bir kısmı ise etkisinde kaldığı bir düşünce ya da benimsediği bir felsefi hareketin tesiriyle cin ve melek gibi bazı varlıkları batıl te’villerle reddetmektedir.[70]

Sonuç
Kadim usule göre yetişen ulema, Suyuti’nin “İtkan”ında saydığı on beş ilme[71] üst derecede sahip olduktan sonra tefsir yazmaya başlardı. Eserlerini kaleme alırlarken hadis ve tefsir mecmuaları sanki gözlerinin önünde açıkmış gibi durur, sabaha kadar yazdıkları müsveddeleri birkaç talebe akşama kadar ancak temize çekebilirdi. Önlerinde metin olmamasına rağmen atıfta bulundukları kaynakların ibare ve ifadelerinde problem olmazdı.

Yakın dönemde kaleme alınan tefsirlerin sahipleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bir kısmı Arap edebiyatına vakıf olmasına rağmen, önemli bir bölümü hadis ilminde mübtedi derecesindedir. Yakın dönem tefsir telakkilerinin kelime tahlillerinden uzak durmaları ve ayetleri derinlemesine tahlile yaklaşmamaları sahip oldukları yüzeysel malumatın tabi bir yansımasıdır.

Ümmetin Kur’an telakkisinin kapsamlı bir şekilde yenilenmesini talep eden ve bunu ihdas ettikleri anlayışlarla pratize eden tefsircilerin mevcut halleriyle yaptıkları çağrı, yenilenmeden uzaktır. Zira çağdaş anlam bilimin etkisinde şekilllenen tefsir telakkileri yenilenmenin esası olan Sünnet’e yabancıdır. Bu yüzden yapılan bir yenilenmeden öte, İslam’ı aşarak oluşan bir çağdaşlaşmadır. Çünkü onlarda ne Kur’an, ne Sünnet, ne ulum-u Kur’an, ne de klasik içtihat anlayışının tam bir hakimiyeti vardır. Bilakis onların hedefinde Kur’an’ın bağlayıcılığını, sahih sünnetin otoritesini kaldırıp, onların yokluğunda oluşacak boşluğa indi tefsirler ikame etmek vardır.


İ.Şenocak

Dipnotlar:
[1] Muhammed Ali Sabuni, et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Alemu’l-Kutub, Beyrut, ty., s. 8.
[2] Nasr Hamid Ebu Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, (ter. Ahmet Emin Maşalı), Kitabiyat, Ankara, 2001, s. 37.
[3] Bkz. Ebu Zeyd, a.g.e., s. 31.
[4] Kur’an, Cin(72): 1-2.
[5] Tirmizi, Sünen, 46/Kitabu’l-Fedaili’l-Kur’an, 14, (IV, 414, H.no: 2915).
[6] Bkz. Vehbe Zuhayli. Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 421.
[7] Muhammed Ebû Zehre, Usulu’l-Fıkh, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, ty., s. 86-96; Abdulkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeria’ti’l-İslamiyye, Risale, Beyrut, 1999, s. 156-157.
[8] Kur’an, Al-i İmran(3): 159.
[9] Kur’an, Bakara(2): 43.
[10] Kur’an, Nisa(4): 11-12.
[11] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulkerim Zeydan, el-Mustefad min Kısası’l-Kur’an, Risale, Beyrut, 1998, I, 6,8.
[12] Muhammed Abdulazim Zürkanî, Menahilu’l-İrfan, Daru’l-Hadis, Kahire, 2001, II, 253.
[13] Zürkani, a.g.e., II, 259.
[14] Bkz. Kur’an, Fussilet, (41): 39.
[15] Zeydan, Medhal, s. 159.
[16] es-Sabûnî, et-Tibyân, s. 63.
[17] Kur’an, Sâd(38): 29.
[18] Celaluddin Abdurrahman Suyuti, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, Kahraman Yayınları, İstanbul, ty, II, 243; Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefîr ve’l-Müfessirûn, Mektebet-u Vehbe, Kahire, 2003, I, 104; el-Kattan, a.g.e., s. 351.
[19] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; el-Kattan, a.g.e., s. 355.
[20] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; el-Kattan, a.g.e., s. 355.
[21] Bkz. Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir Taberi, Cami’ul-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’an, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, I-XII.
[22] Mezhebi tefsirlerin çağdaş versiyonları için bkz. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 295-299.
[23] Tanıma, tabiûndean nakledilen açıklamaların da eklenmesi rivayet tefsirlerinde tabiûn görüşlerinin de kullanılmasından dolayıdır. Bkz. Taberi, a.g.e., I-XII.
[24] Bkz. Muhammed Abdulazim ez-Zürkanî, Menahilu’l-İrfan, Daru’l-Hadis, Kahire, 2001, II, 14; ez-Zehebi, a.g.e., I, 112; el-Kattan, a.g.e., s. 358; Cerrahoğlu, a.g.e., s. 228.
[25] es-Sabûnî, a.g.e., s. 155.
[26] ez-Zehebî, a.g.e., I, 147.
[27] Zurkanî, a.g.e., II, 67.
[28] es-Sabûnî, a.g.e., s. 172.
[29] Kur’an, Bakara(2): 282.
[30] Emin el-Hulî, Tefsir ve Tefsir’de Edebi Tefsir Metodu, (ter. Mevlüt Güngör), İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1998, II, sy. 6, s. 37-38.
[31] Bkz. Celal Kırca, Kur’an’a Yönelişler, İstanbul, 1993, s. 213-215..
[32] Bkz. ez-Zehebî, a.g.e., III, 157-1160.
[33] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 309.
[34] M Said Şimşek, Gününmüz Tefsir Problemlemleri, Kitab Dünyası, Konya, ty., s. 137.
[35] Bkz. Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim İbn Kuteybe, Te’vîl-u Müşkili’l-Kur’an, el-Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut, y. y., t.y..
[36] Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Razî el-Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., I-III.
[37] Şimşek, a.g.e., s. 138.
[38] Mustafa Müslim, Mebâhis fî’t-Tefsîri’l-Mevzûî, Dmaşk, 1989, s. 37-39; Şimşek, a.g.e., s. 140.
[39] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 311.
[40] Reşid Rıza, a.g.e., I, 21.
[41] Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, İtticâhu’t-Tefsir fî Karni’r-Rabi’ Aşer, Arabistan, 1986, II, 730.
[42] Ayrıntı için bkz. Muhammed Abduh, Tefsîr-u Cuz’i Amme, Matbaatu’ş-Şa’b, Mısır, ty., s.118 vd.
[43] er-Rûmî, a.g.e., III, 881.
[44] Bu eser Türkçeye çevrilmiştir: Kur’an’da Anlatım Sanatı., (ter. Şaban Karataş), Ankara Okulu, Ankara, 2002.
[45] M Said Şimşek, a.g.e., s.130.
[46] Muhammed Seyyid Geylani, Zeylu’l-Milel ve’n-Nihal, (Milel ve’n-nihal’in sO’nunda), Mısır, 1961, s. 84-6.
[47] Nasr Hamid Ebu Zeyd, İslam’la Bir Yaşam, (ter. Celadet Moralıgil), İletişim, İstanbul, 2004, s.7.
[48] Makalede ki tenkidin esasını teşkil eden görüşlerin mecmuası olan bu kitap türkçeye çevrilmiştir: Nasr Hamid Ebu Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, (ter. Ahmet Emin Maşalı), Kitabiyat, Ankara, 2001.
[49] Bu kitabın tahlil ve tenkidi için bkz. Halit İstanbullu, “Tahrifin Sidre-i Müntehası”, (İnkişaf Dergisi), y. 1, sy. 1, s. 45.
[50] Abdullah Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek, Vadi, İstanbul, 1998, s.116.
[51] Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, Ara, İstanbul, 1992, s.145.
[52] Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan, İstanbul, 2001, s. 267.
[53] Paçacı, a.g.e., s.57.
[54] Paret, a.g.e.s.100
[55] Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Kitabiyat, Ankara, 2004, s. 81.
[56] Kotan, a.g.e., s.182.
[57] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, (ter. Hayri Kırbaşoğlu), Ankara, 1990, s.67.
[58] Fazlurrahaman, a.g.e., s. 78.
[59] ‘Eyüp Han Döneminde Bazı İslami Meseleler’ , İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1990, IV, 4, s.309.
[60] Kur’an, Furkan(25):1.
[61] Bkz. Ebu Hayyan, a.g.e., VI, 440.
[62] Kur’an, En’am(6): 90.
[63] Bkz. Razi, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VII, 505.
[64] Kur’an, Tekvir(81): 27.
[65] Bkz. Muhammed b. Muslihiddin Mustafa, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyh Zade, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VII, 528.
[66] Bkz. ez-Zehebî, a.g.e., II, 383.
[67] Cerrahoğlu, a.g.e., 299-303.
[68] Cerrahoğlu, a.g.e., 299-300.
[69] Geylani, a.g.e., s. 84-6.
[70] Bkz. ez-Zehebî, a.g.e., II, 383-400.
[71] Arap Dili, nahiv ve sarf (gramer ve dil bilgisi), iştikak (kelimelerin türeyişlerinden bahseden ilim), meani, beyan, bedi’, kıraat, akaid ve kelam, fıkıh usulü, ayetlerin niş sebepleri ve kıssalar, nasih-mensuh, fıkıh, sünnet ve mevhibe ilmi.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR