12 Aralık 2023 Salı

Yüce Allah, "Burçları olan göğe andolsun ki..." (Hicr, 15/16; Furkan, 25/61) diye buyurur. Bu ayetin bildiğimiz burçlardan bahsettiği mi anlaşılmalıdır?

   
Soru Detayı

- Gökadalar nedir?

Cevap

- Burç: Kale, hisar, yüksek köşk manalarına gelir. Gök yüzünde özel bir şekilde toplanmış olan bir takımyıldız kümelerine de burç denilmiştir. Bunların en meşhur olanları on iki tanedir. Ancak Kur’an’da (Hicr, 15/16; Furkan, 25/61) “Burûcen” kelimesinin nekre / belirsiz şeklinde gelmesi, göklerde daha keşfedilmemiş  bire çok yıldız kümelerinin olduğuna işaret edilmektedir.

- Kur’an’da bu kelime dört defa çoğul şeklinde geçmektedir. (Diğer ikisinin geçtiği yer; Nisa, 4/78; Buruc, 85/1)Buruc kelimesi, Nisa suresinde “Kale burcu”, diğerlerinde ise, “yıldız  kümeleri” veya “Takımyıldızları” anlamında kullanılmıştır.

- Grek Astronomi geleneğinin İslam dünyasındaki etkisinin başladığı dönemlerden itibaren kaleme alınan eski tefsirlerin çoğunda buradaki burçlar genellikle “Ay'ın ve Güneş'in menzilleri” şeklinde açıklanmakta ve bilinen on iki burcun adları sıralanmaktadır. (Misal olarak bk. Kurtubî, 10/14; Şevkanî, 111/142). Ancak daha önceki yorumlarda buruc kelimesi kısaca “yıldızlar” diye açıklanmıştır.(Msl. bk. Taberî, 16/14; İbn Kesir, 4/446). Beğavi tefsirinde bu kelime “büyük yıldızlar” olarak ifade edilmiştir.

- Astronomi biliminin ortaya koyduğu yeni veriler dikkate alınarak kelimeyi “yıldız kümeleri” veya “Takımyıldızları” şeklinde karşılamak daha isabetli görünmektedir. (bk. Kur’an Yolu, Türkçe meal ve tefsiri, 3/342-343)

Konuyla ilgili olarak aşağıdaki açıklamaları da okumanızı tavsiye ederiz:

Gökadalar ve Burçlar

Kur'an-ı Kerîm'in, burçlardan ayrı varlığı olan gökadalar âlemine açıkça bir temasta bulunup bulunmadığını, bilemiyoruz. Her gök, şüphesiz ki çok sayıda gökadalardan meydana gelmiştir ve her gökada içinde de çok sayıda burç vardır. Dünyamızın içinde bulunduğu gökadaya "Samanyolu" denilmektedir. Bir gökadanın ise gezegen ve uydular hâriç yüz milyar yıldızdan oluştuğu tahmin edilmektedir ve kâinatta bu şekilde iki yüz milyar gökada olduğu sanılmaktadır.(1) Tabiatiyle bu sayılar her zaman değişikliğe uğramaya mahkûmdur. Her yıldızın bizim güneşimiz gibi çok sayıda gezegen ve kuyruklu yıldıza sahip olduğu ve gezegenlerin de ay gibi uydulara mâlik bulunduğu düşünülürse, bir gökada içindeki ecrâmın sayısını yüzlerce kere çoğaltmak gerekir. Bunlara küçük gezegenler, dev kayalar ve çeşitli ara nesneler de eklenirse bir gökada, insanı çıldırtacak bir büyüklüğe erişmiş olur. Oysa bir gökada, tek bir göğün sâdece küçük bir parçası gibidir. Bazen bir tek yıldız bile insanı şaşkına çevirecek büyüklüktedir. Bir gökadanın ve hele bir göğün büyüklüğü karşısında insan kendisi hakkında ne düşünür bilemeyiz. Fakat bunun cevabını şu âyette bulmak mümkündür. Göklerin defalarca gözlenmesi istenilen âyette:

"Sonuçta o göz yorgun olarak hor ve âciz bir şekilde sana dönüp gelecektir."(2)

denilerek, insanın o büyüklük, o denge ve o ihtişam karşısında kendine yönelirken hissedecekleri şey dile getirilir.

Biz yedi gökten her birinin nerede başlayıp nerede bittiğini ve bugüne kadar keşfedilen gökadaların hepsinin tek bir göğe mi âit olduklarını bilemiyoruz. Gökadalar, uzay boşluğunda bir ada veya bir kıta gibi durmaktadırlar ve onlar âit oldukları göğün bir nevi kıtalarını oluşturmaktadırlar. Bir gökada içerisinde muayyen yıldızlardan oluşan kümeler de burçları meydana getiriyorlar ki bunlara Kur'an'da temas edilmiştir. Bir göğün kıtası durumundaki gökadalar, tüm göğe nisbetle onun burçları gibidirler. Bu sebeple Kur'an'da "burûc" kelimesi, bizim bugün anladığımız burçların yanı sıra gökadaları da ifâde için kullanılmış olabilir. Çünkü her ikisi de yıldız topluluklarından oluşuyorlar. Şu kadar var ki biz, çıplak gözle ancak kendi gökadamız olan Samanyolu'nun bir kısmını görebiliyoruz.

Burç kelimesi, Kur'an'da dört ayrı yerde ve hepsinde de "burûc" şeklinde çoğul olarak geçmektedir. Bunlardan üçünde açıkça göklerdeki burçlardan söz edildiği halde, "Nerede olursanız olun, hatta yükseltilmiş burçlarda bile olsanız, ölüm gelip sizi yakalar."(3) anlamındaki âyette, burçlar ile yüksek kalelerin mi yoksa göklerdeki burçların mı kastedildiği açık değildir. Fakat burûc kelimesi diğer âyetlerde dâima göklerdeki burçlar olarak geçtiği için bu âyette de aynı burçların kastedilmiş olma ihtimali çok yüksektir.(4) Bu ihtimale göre insan güneş ailesinin çok ötelerinde olan burçlar âlemine gidip yerleşmiş olsa bile, orada da ölüm olayından kendini kurtarıp ebedîleşemeyecektir. Söz konusu âyette burçların bir yapı gibi yükseltilmiş (:müşeyyed) oldukları dile getirilmiştir. Burada burçlar yüksek yapı topluluklarına benzetilmiş olabilirler.

Kur'an'da "burûc" ismini alan sûrenin ilk âyetinde; "Andolsun burçları olan göğe" denilerek belli yıldız kümelenmelerine dikkat çekilmiştir. Diğer bir âyette de; gökte burçların ve orada yanan bir çerağ (:güneş)in ve aydınlatan ayın bulunduğu, anlatılmıştır.(5) Bu âyette; güneş ve ayın gökte mi yoksa burçlar içerisinde mi oldukları açıklık kazanmamaktadır. Eğer bizim güneşi belli devrelerde bir burç içindeymiş gibi görmemize itibar edilmişse o takdirde güneş ve ayın görünüşten başka burçlarla bir ilgisi olmayacaktır. Kur'an-ı Kerîm'de bizim güneşimizin burçlarla fizikî bir bağlantısı olduğundan hiç söz edilmemiştir. Burçlarla ilgili bir başka âyette ise; temaşa edenler için onların süslendikleri ve şeytanlara karşı da korundukları dile getirilmiştir.(6) Bundan burçlar düzeninin korunduğu ve tahkim edildiği anlaşılmaktadır. Bütün gökler düzeninin korunduğunu ifâde eden âyetlerin yanı sıra burada mevziî bir korumadan bahsedilmesi, burçların tahkim edilmiş yeryüzü kalelerine benzetilmiş olmalarından kaynaklanabilir.

Burçlardan müfessirlerin ne anladıklarına gelince onların çoğu; ölüme karşı koruyucu olamayan burçları, yeryüzünün kaleleri olarak görmüşlerdir. Diğer âyetlerde sözü edilen burçları ise bir kısım müfessirler doğrudan yıldız ve gezegenler olarak tefsir ederlerken, bazıları özellikle büyük ve parlak yıldızların bu adla anıldığım savunmuşlardır. Ünlü dil ve kıraat âlimlerinden Hamza (ö. 156 h/773 m) ve Kisâî (ö. 189 h/805 m) Furkan sûresi 61. âyette geçen ve çerağ anlamı ile güneşi ifâde eden "serâc kelimesini çoğul olarak "sürüc" şeklinde okuyup bunları yanıp parlayan büyük yıldızlar olarak manalandırmışlardır(7) Bu anlayışa göre burçlar içerisinde pek çok büyük güneşlerin varlığından söz edilebilecektir. İkrime (ö. 115 h/733 m) gibi bazıları da burçları gökyüzü sarayları olarak düşünmüşlerdir.(8) İlk müfessirlerden Ebû Ubeyde (ö. 210 h/825 m) Yahya b. Selâm (ö. 200h/815 m) ve Taberî gibi bazıları burçları; yıldızlardan oluşup da ay ve güneşin seyir esnasında uğradıkları menzilleri, olarak açıklamışlardır. Gezegen yörüngelerini de bu şekilde açıklayanlar olmuştur. Bunlar çok eskiden beri bilinen on iki burç ismi verirler(9) ki güneş bunlardan her birinde birer ay kalırken, ay her birinde 2. 1/3 gün olarak yirmi sekiz menzilde kalır ve iki gece de örtülü duruma geçer(10) Ebû's-Suûd, burçların; gezegenlerin uğrak yerleri olmaları dolayısıyla saraylara benzetildiklerini ve buralarda yıldızların da bulunduğunu yazar. Ayrıca o, buraların musibet ve felâketlerin çıktığı gök kapıları olduğuna ilişkin bir görüşe de yer verir.(11)

Burçlar aslında bize nisbetle var görünen şeylerdir ve gökte toplu olarak gördüğümüz her hangi bir yıldız kümesini ifâde ederler. Gerçekte ise toplu gibi görünen yıldızlar arasında çok büyük mesafeler vardır. Öteden beriye bu şekilde dünyamızdan görünen on iki burç tesbit edilmiştir ki Uzayın derinliklerine doğru gidildikçe değişen açılara göre, bu tür görünüşlerin sayısının da artması ve bazı noktalarda da azalması tabiidir. Bazıları, burçları, diğerlerinden farklı olarak, sâdece göğün güzelliği olarak yorumladılar.(12) Bu anlayışa göre uzayda gördüğümüz burçlar, güzel bir görüntüden başka bir şey olmayacaktır. Muhtemelen "Andolsun Biz gökte burçlar yapmış ve seyredenler için onları süslemişizdir." anlamındaki ayet(13) bu anlayışa kaynaklık yapmıştır.

Gerçekte varlık basitten mürekkebe ve mükemmelliğe doğru derecelenmiştir. Bir gezegen ve yıldızdan onun dahil olduğu bir topluluğa ve oradan da daha üst kümelere; burçlara, gökadalara ve nihayet göklere doğru varlık, tüm kâinatı kaplayacak biçimde derecelenir gider. Bir dereceden diğer bir dereceye yükseliş veya inişler istisnalar dışında mümkün olmalıdır. Her bir derece diğeri için bir basamak teşkil eder. Kur'an-ı Kerîm'de, bir sûreye de ismini veren "meâric: kelimesi çıkıp yükselme yerleri anlamına gelir ve bu sûrede, göklerin derinliklerine doğru gidildikçe zamanın da küçüleceği açıkça ifâde edilir. İnkarcıların Allah tarafından mutlaka cezalandırılacakları bildirilen ilgili âyetlerde ayrıca şunlar anlatılır:

" O (azap), çıkıp yükselme yerlerinin sahibi olan Allah'tandır. Melekler de Ruh da oraya bir günde çıkıp yükselirler ki mesafe­si elli bin yıldır."(14)

Burç ve gökadaların bu derecelenme (me'âric) içerisinde yer alacakları şüphesizdir. Çeşitli yorumlar içerisinde özellikle Mücâhid (ö. 100 h/718 m)'in "meâric"i, gökyüzündeki dereceler olarak görmesi, konumuz açısından önem taşır.(15) Varlıklar arasında derecelenmeleri gösteren bir başka âyette ise; Allah'ın, derecelerin en üstünde bulunduğu veya âyete verilen diğer bir anlama göre ise O'nun, varlıklar arasında ve göklerde birbirinden üstün dereceler oluşturduğu dile getirilmekte ve bunun için şu tarzda bir ifâde kullanılmaktadır:

" Dereceleri yükselten (yahut derecelerin en yücesi) ve arşın da sahibi olan (Allah)''(16)

Aslen İran'ın Kum şehrinden olup zamanının riyaziye ve gök bilimlerine de vâkıf bulunan müfessir Neysabûrî (ö. 728 h/1328 m) bu âyetin; maddî varlığa sahip basit ve karmaşık yaratılmış varlıklara ilişkin derecelenmeleri ifâde edebileceği ihtimali üzerinde, durmaktadır.(17) Bu, şüphesiz bir zerre (:atom) den ve hatta Kur'an-ı Kerîm'in deyişiyle ondan da küçük nesnelerden(18) başlayarak içinde burçların ve gökadaların da bulunduğu âlemlere doğru giden bir derecelenmedir.

Burçların insan kaderi ve tabiatı üzerindeki etkilerine gelince, Kur'an'da böyle bir durumdan söz edilmez. Yıldızlardan ve burçlardan falcılık yoluyla hükümler çıkarmak ise Hz. Muhammed (a.s.m.) tarafından şiddetle reddedilmiştir.(19) Eğer güneş ailesindeki gezegen ve uyduların, bir kısım yıldız ve burçların insan tabiatı üzerinde bir takım etkileri varsa bunlar, falcılık usulleriyle değil ancak ilmî yollarla inceleme konusu yapılabilir. Kaderin ise ecrâm-ı semâviyye (:yıldız, gezegen ve diğer uydular) ye bağlı hiç bir yanı yoktur. Şüphesiz insan kendini kuşatan şartların ve içinde bulunduğu ortamın etkisi altındadır. Güneş ve ayın dünyamız üzerinde etkileri olduğu gibi, güneş ailesinin diğer üyelerinin de kısmen etkileri bulunabilir. Güneş ailesi üzerinde bu aileye yakın yıldız ve burçların bir etkisinin olup ol­madığını ve eğer varsa bunların nelerden ibaret olduğunu tesbit ancak ilgili bilim dalına düşen bir iştir ve İslâmın reddettiği gayri ilmî yollardan olan falcılığın bu gibi, yüksek bilim ve fen gerektiren alanlarda hükümler koyması, bilimi saf dışı yapmak olur.

Hz. Peygamber'in yasaklamasından sonra Hz. Ömer de halifeliği sırasında, karada ve denizde yol bulma dışında yıldızlardan kehânet yoluyla hükümler çıkarıp geleceğe âit şeylerden söz edilmesini yasaklamıştır. Ömer (r.a) bu yasağına gerekçe olarak; halkın çoğunun bu kehânetlerin etkisi altında kalarak onlardan zarar göreceğini bu kehanetlerin ilmî bir tarafı bulunmadığını ve kader konusunda da onlardan bir fayda sağlanamayacağını, ileri sürüyordu.

Ünlü Fakihlerden Ferganalı Burhanuddin el-Merginânî (ö. 593 h/1196 m), ilm-i nucûmun dinde kötülenmeyip güzel bir ilim olduğunu ve bu bilimle çeşitli yolların kullanılarak hükümler çıkarılabileceğini, yazar. Ona göre bu yollardan biri;

"Ay ve Güneş hesab ile hareket ederler." (Rahman, 55/5)

âyetiyle ortaya konulmuştur ki bu da hesabi olarak sonuç elde etme yoludur. Meselâ namaz vakitleri ve kıble yönü bile bu yolla bulunur. Diğer bir yol da yıldızların hareketlerinden faydalanarak bir sonuca varma yoludur. Bu, bir hekimin, nabzına bakıp hastasının sağlıklı olup olmadığını anlamasına benzer. Dinde bu yolla bir sonuca varmak ve bir bilgi elde etmek meşru görülmüştür. Şu kadar var ki kişi bu yolla elde ettiklerini gaybı bilme olarak görmemeli ve olayların, Allah'ın takdirine göre oluşup ortaya çıktıklarını da inkâr edici olmamalıdır. İbn Şebbe (ö. 262 h.)'nin yazdığına göre Hz. Ömer göklerin; gece ve gündüz zamanlan ile ayın menzillerinin tesbiti ve yıldızlardan yol bulma gibi amelî faydalara yönelik olarak öğrenilmesini istemektedir.(20)

Burçlara Kur'an'da dört ayrı âyette yer verilişinin, mevsimlerin sayısıyla bağlantılı olma gibi bir hikmeti olabilir. Güneş, mevsimlere göre, belli burçların içindeymiş gibi görünür. Mevsim ve iklimlerin de insan üzerinde bir etkisinin olduğu açıktır. Bundan, burçların insan üzerinde etkileri olduğu hükmünü çıkarmak yanlış olur. Çünkü güneşin bir burçta görünmesi, aslında bir görüntü aldanmasından başka bir şey değildir. Her yıldız kümesi görüntüde bir burç oluşturur. Eğer biz, güneş ailesinin bütün üyelerini, uzak bir noktadan, bir arada görebilsek onları da bir burç gibi görürüz. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz kî burçlar ne bizim ruhumuz ne kaderimiz ve ne de bize hükmeden ilâhımızdır.

Dipnotlar:

(1) Bu tesbit kulaktan dolma bilgiye dayanmaktadır.
(2) Mülk, 67/4.
(3) Nisa, 4/78.
(4) Ayetin açıklaması hakkında ayrıca bk. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri.
(5) Furkan, 25/61.
(6) Hıcr, 15/16-18.
(7) Hamza ve Kisâî için bk. Kurtubî, XIII/65.
(8) Kurtubî, XIX/283.
(9) Burç adları; hamel (koç), sevr (öküz), cevzâ' (koyun), Seretan (yengeç), esed (arslan), sünbiile (başak), mîzan (terazi), Akreb, kavs (yay), cedy (oğlak), delv (kova), hût (balık), bak. Kurtubî, XIX/283.
(10) Taberî, XIV/10-ll; İbn Kesîr, III/622; Kurtubî, XIX/283; Gezegen yörüngeleri için bak. Fİruzûbâdî, 11/234.
(11) EbusSuûd Efendi, Tefsir, IX/I35.
(12) Fîruzâbâdî, 11/234; Kurtubî, XIX/283.
(13) Hıcr, 15/16.
(14) Meâric, 70/3-4.
(15) Taberî, XXVIII/44; Kurtubî, XVIII/281.
(16) Gâfir, 40/15.
(17) Neysabûrî, XXIV/33.
(18) Yunus, 10/61; Sebe', 34/3; Zerre altı küçük nesneler de olabilir.
(19) Geniş bilgi ve kaynakar bk. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri.
(20) Hz. Ömer ve el-Merginânî için bak. en-Nahlâvî, el-Diirerel-Mubâha, 287; İbn Şebbe, IIJ/798.

(Prof. Dr. Celal Yeniçeri, Uzay Ayetleri Tefsiri, Erkam Yayınları: 122-126.)

11 Aralık 2023 Pazartesi

Burçlara sahip semaya andolsun (Buruc, 85/1) ayetinde geçen burçlar ne demektir?

   
Soru Detayı

85/Buruc,1: Vessemâi zâtil burûc (burûci). Burçlara sahip semaya andolsun.
- Burç ne demek açar mısınız?
- Bu ayet burçların varlığını kanıtlamıyor mu?

Cevap

- “Burçlar sahibi semaya yemin olsun.” mealindeki ayette burçlardan söz edilmektedir. Ayette yer alan “Burûc” kelimesi “Burc”un çoğuludur. Bu kelime, aslında görünen şey demektir. Daha sonra bakanların gözüne çarpacak şekilde görünen yüksek köşk manasında kullanılmıştır.

- Kur’an’ın şu ayetlerinde de burçlardan söz edilmiştir:

“Andolsun biz, gökte burçları yarattık. Ve onu bakanlar (ibret alanlar) için süsledik.” (Hicr, 15/16)

“Gökte burçlar yaratan ve orada bir kandil (Güneş) ve nurlu bir ay yapan Allah’ın şanı ne yücedir!” (Furkan, 25/61)

- Burçlar ifadesini; büyük yıldızlar, yıldız kümeleri, köşkler, ayın menzilleri, göğün kapıları manasına geldiğini söyleyenler olmakla beraber, daha çok yaygın olan görüşe göre bunlar (Koç, Öküz, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova, Balık olarak) bilinen on iki burçtur. Gökte bu on iki burcun bulunduğu bölgeye “mıtıkatu’l-burûc” (Burçlar mıntıkası) adı verilir. (bk. Taberi, Zemahşeri, Razi, Beydavî, Kurtubî, İbn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri)

- Aslında her bir burç, gökteki birbirine yakın yıldızların meydana getirdiği bir kale, bir köşk görünümünde olup, güneşin yörüngesinde dönerken (güneş takvimine göre) yılda bir ay semtinde yer aldığı bir semavi bölgedir. Bu semtteki yıldızların oluşturduğu farklı şekiller itibariyle insanlar tarafından bazı bitki ve bazı hayvanlara benzetilerek bilinen adlarla anılmaya başlamıştır. (İbn Aşur, ilgili ayetlerin tefsiri)

- Kuvvetli ihtimalle, soruda bu konunun astronomi biliminden ziyade, astroloji çerçevesinde değerlendirilmesi arzu edilmektedir. Bu sebeple biz de bu çerçevede birkaç söz söyleyeceğiz:

a) Kâinatta Allah’tan başka hakiki bir müessir olmadığı hususu, İslam alimlerinin ittifakla kabul ettiği bir hakikattir. Bu açıdan bakıldığı zaman, burçların insanların hayatına tesir ettiğini düşünmek bu akideye taban taban zıttır.

b) Burçları insanların hayatını şekillendiren birer aktif unsur olduğunu düşünmek akıl ve mantık ile de bağdaşmaz. Çünkü, milyarlarca insanlarda yüz binlercesi aynı burçta doğmuş olabilirler. Ve bu insanların hepsinin aynı hayat çizgisini takip ettiklerini söylemek imkânsızdır.

c) Abdullah b. Mesud anlatıyor:

Resulullah (asm) ile birlikte olduğumuz Hudeybiye gününün gecesinde şiddetli bir yağmur yağdırıldı / yağdı. Resulullah (asm) sabahladığında; “Rabinizin ne dediğini bilir misiniz?” diye sordu. Onlar / sahabeler: “Allah ve Resulü bilir.” dediler. O, bu soruyu üç defa tekrarladı, onlar da yanı cevabı verdiler. (sonra) şöyle dedi:

“Rabbiniz buyurdu ki: Şüphesiz, ‘Bize filanca yıldız tarafından yağmur yağdırıldı.’ diyen kimse, beni inkâr etmiş ve yıldıza iman etmiştir. Buna karşılık ‘Şüphesiz Allah bizi suladı.’ diyen kimse ise bana iman etmiş ve yıldızları inkâr etmiştir.”

Taberani’nin rivayet ettiği bu hadisin senedi alimlerin büyük çoğunluğuna göre sahihtir. (bk. Memau’z-Zevaid, 8/114/h. no:13272)

- Bu hadisin manası şudur:

Kim Allah’tan başka herhangi şeye hakiki tesiri verirse, o kimse gerçekte Allah’a iman etmemiştir. Çünkü, hakiki iman, tevhidi emreder. Tevhid ise, Allah’ın her şeyin yegâne yaratıcısı, idarecisi, yöneticisi olduğunu emreder. Yağmurun yıldızların tesiriyle olduğunu söylemek, Allah’ın birliği vasfına aykırıdır.

- İşte aynen bunun gibi, herhangi bir şeyde burçların gerçek tesiri olduğuna inanmak hakiki imanla örtüşmemektedir. Vesselam...

10 Aralık 2023 Pazar

Burçlar ve takımyıldızları bilimsel mi, ayın menzili var mı?


Soru detayı 

- Bir ateist Yasin 39. ayetini sordu ve burçların bilimsel olmadığını iddia etti, burçlar bilimsel mi, takım yıldızları falan, bu konu ile detaylı bir açıklamanız var mıdır?
- Ayrıca bu kişi bilimsel olarak ayın menzilinin olmadığını söylüyor.
- Sizler bu konuda ne açıklama yapabilirsiniz, cevabı en kısa sürede bekliyorum, şüpheye düştüm.

Cevap

Cevap 1:

Kur'an’da, burçlarla ilgili birkaç ayette (bk. Hicr, 15/16; Furkan, 25/61; Buruc, 85/1) detaylara girmeden “Burçlar” şeklinde söz edilmiştir. Bu özet ve açıklamasız ifadelerden dolayı, alimler arasında farklı yorumlar söz konusu olmuştur.

Bunların göklerdeki bazı kasırlar olduğu, bilinen 12 burçlar olduğu, Güneş'in dolanımında gezdiği güzergâhlar olduğu üzerinde durulmuştur.

Görebildiğimiz kadarıyla, en kuvvetli yorumlar, burçların Güneş'in 12 ayda dönerken geçtiği güzergahındaki (Oğlak burcundan başlayıp Balık burcunda biten) 12 konak üzerinde yoğunlaşmıştır. İbn Abbas’a göre, burçlar hem Güneş'in hem de ayın konaklarıdır. (Kurtubi, Hicr 16. ayetin tefsiri)

Yine görebildiğimiz kadarıyla, ilgili konuları inceleyen hiçbir bilim-fen kitabında burçların olmadığına dair kesin bir ifade yoktur. 

- Bazı insanlar, astrolojide söz konusu edilen burçların işlevi, fonksiyonu hakkındaki bilgiler ile burçların varlığı konusundaki bilgileri karıştırmışlar. Oysa bu ikisi çok farklıdır.

Bilimsel araştırmaların kabul etmediği husus, burçların astrolojide, hakkında bilgi verilen ve insanların hayat hikâyelerine tesir ettiği iddia edilen konumlarıdır.

İslam alimlerinin belirttiği gibi, bu tür bilgiler, gayb sahasına bilmeden taş atmak ve tahminlere dayanan hayali bilgileri ilim diye lanse etmek anlamına gelir. (bk. Meraği, ilgili ayetin tefsiri)

Eskiden beri, insanlık camiası dönemlerinin bilgi, alet ve edevatı ile görebildikleri burçlar konusunda da çalışmalar yapmışlar ve bunların şematik resimleri çizmişlerdir. Rivayetlere göre, bu konuda ilk defa burçların şemasını çizip resmedenler Keldanilerdir. (bk. İbn Aşur, Meraği, ilgili ayetin tefsiri)

Bundan da anlaşılıyor ki, bazı kimselerin burçların bilimsel verilere dayanmadığını söylemeleri, ideolojik ve ön yargı fanatizmin ürünüdür.

Zira, önemli bilim ve medeniyete sahip olan Keldanilerin bu keşifleri gösteriyor ki, tarih boyunca birçok sistem ve varlığın durumunu tespit eden insanlar, aynı zamanda burçların varlığını da tespit etmişlerdir.

Önemli olan astroljik burçların efsaneleri ile astronomik burçların gerçekleri karıştırılmış olmasın.

Cevap 2:

Ayın farklı evrelere, farklı konaklara ve farklı konumlara sahip olduğu gözle görülen tartışmasız bir gerçektir. Her bir menzile / her bir evreye göre farklı isimler aldığı gibi, farklı görünümü ve değişik görüntüleri de vardır. Türkçede en fazla meşhur olan şu dört evre / konak / menzile göre aldığı isimleri şunlardır:

Yeni Ay, İlk Dördün, Dolunay, Son Dördün...

Bunları inkâr eden hiçbir fen bilimi yoktur ve olamaz da...

Her bir evrede 7 adet konak kabul edilirse, toplam 28 menzil olur. Bu menzilleri internette görmek mümkündür.

Bütün ilimlerin esasını, nüvesini ihtiva eden Kur'an gibi evrensel bir ilâhî vahiy kitabındaki bilgiler ortada olduğu halde, tarih boyunca yüzlerce yanlış faraziyelere aldanan insanların hayallerini ön planda tutmak, akıl ilmiyle de bağdaşmaz. 

https://sorularlaislamiyet.com/burclar-ve-takimyildizlari-bilimsel-mi-ayin-menzili-var-mi?amp

9 Aralık 2023 Cumartesi

Ben şu burçtanım ve bu burç kişiliğime uyuyor, demek günah mı?

   
Soru Detayı

- Benim cevabını öğrenmek istediğim ve şirke girip girmediğini merak ettiğim bir konu var. Cevabınızı bu açıklayacağım davranışın dinimize göre tevhid inancı ve Allah'a şirk koşma gibi bir durum olup olmadığını açık bir şekilde verirseniz çok sevinirim, kafamda bir soru işareti kalmasını istemiyorum.
- Bir insan burçların gelecekle ilgili tahminlerine inanmadan, sadece doğum tarihine bakıp "Ben şu burçtanım ve bu burç kişiliğime uyuyor." dese günaha girer mi?
- Ya da başka bir insan örneğin; şu tarihte doğmuş ve o burcun özelliklerine yakın kişilik özelliklerine (duygusal, sinirli, mantıklı vs gibi) sahip olabilir diye fikir sahibi olmak adına bakması dinen şirke girer mi? Bu günah mıdır?
- Sorumun başında da bahsettiğim gibi kesinlikle gayba ait gelecekle ilgili bilgiler edinmek adına sormuyorum, sorumu Allah korusun böyle bir şeyin şirke götürebileceğini biliyorum.
- Yukarıdaki bahsettiğim ölçülerdeki durumun dinen bir mahsuru var mıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Burçları da insanları da yaratan Allah Teâlâ'dır. Eğer burçlarla insanların o burçlarda doğumu arasında bir ilişki koymuş ise bu da Allah’tandır.

Ancak bu konuda vahye dayalı bir bilgimiz yok.

Tecrübeye dayalı olarak ve kısmen tutarlı, kısmen tutarsız olan tespitler var. Bunların da Allah’ın iradesiyle olduğuna iman eden bir kimse karakter ve davranış benzerliğini tespit eder de buna inanırsa sakınca olmaz. Ancak bu inanç kulun hür iradesini ve sorumluluğunu ortadan kaldıran bir çerçevede olmayacaktır.

İslam'ın özünü teşkil eden tevhid inancı, geleceğin mutlak gayb olup Allah'tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceğini ortaya koyar. Kur'an-ı Kerim'de burçlarla ilgili bazı ifadeler bulunmaktadır.

Bu cümleden olmak üzere Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: 

"Andolsun biz gökte burçlar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik." (Hıcr, 15/16),

"Göğe burçlar yerleştiren, orada bir ışık kaynağı (güneş) ve aydınlatıcı bir ay yaratanın şanı çok yücedir." (Furkan, 25/61),

"Burçlarla dolu göğe andolsun." (Buruc, 85/1)

Görüldüğü gibi burçlar insanlara hizmet etmek üzere, Allah'ın gökyüzüne yerleştirdiği gök cisimleridir.

Buna göre burçları yaratıcı kabul etmek mümkün olmadığı gibi, "falan burçtan dolayı şu iş şöyle oldu veya olacak" demek de mümkün değildir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de geçen burç ifadesiyle falcıların fal bakmak için kullandıkları burç ifadeleri arasında ancak ses benzerliği bulunmakta, anlam birliği bulunmamaktadır.

Dolayısıyla dinimiz İslâm kehanet, medyumluk ve falcılık gibi her türlü gaipten ve gelecekten haber verme anlamında kullanılan astroloji anlayışını reddeder ve böyle iddialarda bulunan kimselerin sözlerine itibar edilmesini kesin olarak yasaklar.

Sonuç olarak; burçların insanların kişilikleri üzerindeki etkisi, sadece bir genelleme ve varsayımdan ibaret olup, dini naslar ve müspet bilim açısından desteklenen veya ispatlanan bir husus değildir.

https://sorularlaislamiyet.com/ben-su-burctanim-ve-bu-burc-kisiligime-uyuyor-demek-gunah-mi?_gl=1*11eob0i*_ga*N3I2cTR3NS1ZOFlwLS1xSm0zeU1aZ0lfby1QeUZYd3NEcDNjaTlZcFZQNWgwZWY0QWQyMXRXV0tOcWtNQnh4Vw..

8 Aralık 2023 Cuma

DÂRÜ'L-HARB / DÂRÜLHARP

   

Harp ülkesi, küfür ülkesi, savaş alanı. İslâm'ın siyasî otoritesinin dışında kalmış olup, yönetim tarzı ve yürürlükteki hukuku İslâmî olmayan bölgeler. Genel olarak İslâm hukukunda kâfir ve İslâm düşmanı yöneticilerin hâkimiyet ve yönetimleri altındaki toprakları anlatmada kullanılır. Bu terim, Kur'ân-ı Kerim'de zikredilmemekte, ancak hadis-i şeriflerde geçmektedir. Hz. Peygamber'in "darü'l harb'te hadler tatbik edilmez" buyurduğu rivayet edilmiştir. Bu ibâre Sahihayn'da ve Sünen'lerde geçmemektedir. Hanefîler bu hadisi delil kabul ederken, diğer mezhepler delil olarak almamışlardır. İleri gelen Hanefi fakihlerden ez-Zeylaî de bunun garib hadis olduğunu belirtir (Nasbu'r Râye, III, 343).

İslâm hukukçuları, ülkeleri, İslâmî hükümlerin uygulanıp uygulanmamasına göre tasnif etmişlerdir. Dârü'l harb'te ikamet edenlere genel olarak harbî denir. Harbîler, dârü'l-İslâm yönetimi ile bir emân anlaşması yapmadıkları müddetçe, kanları ve malları mübah sayılır. Kâfir bir insanın malının ve canının masun olabilmesi için müslüman olması veya İslâm devleti ile anlaşma yapmış olması gerekir. Bir harbî gizlice ve emân dilemeden darü'l-İslâm'a girip de yakalandığında kanı ve malı mübah sayılır. Darü'l harb'te müslüman olan bir kimsenin ise hicret etmeden evvel, bulunduğu bölge fethedildiğinde, elindeki mallar kendisine kalır, ancak gayr-i menkul malları ganimet hükmündedir. (Maverdî, el-Ahkamu's-Sultaniyye, Çev: Ali Şafak, İstanbul 1976, 57 vd; W.W.Hunder, İA, Dârü'l-Harb md.).

Dârü'l-harb'te ikamet edip İslâm ülkesine gelmemiş olan müslümânlar İslâm ülkesinde yaşayan bir fert gibi görülürdü. Dârü'l-İslâm'a hicret etmek istediğinde engellenmezdi. İmam-ı Azam'a göre sadece müslüman olmakla masun sayılmıyor; İslâm devletinin otoritesine girmekle can ve malını emniyete alabiliyordu. Bir müslüman, Dârü'l-harb'te işlediği suçlarından dolayı cezaya çarptırılamaz. Çünkü İslâm devletinin otoritesi oralarda geçerli değildir. Dünyada had cezası verilmemesine rağmen, o suçların cezası Allah'a aittir. (Abdulkadir Udeh, İslam Ceza Hukuku ve Beşeri Hukuk, çev. A. Nuri, İstanbul 1976, I, 520). Ancak bu hususlarda çeşitli ictihadlar vardır. Meselâ İmâm Şâfiî'ye göre, "Dârü'l-İslâm'da helâl olan şey Dârü'l-harb'te de helâldir; haram olan orda da haramdır. Bir suçun Dârü'l-harb'te işlenmesi cezayı düşürmez." (es-Serahsî, el-Mebsut, IX, 100; İmâm Şâfiî, el-Umm, VII, 322).

İmâm-ı A'zam ise "Dârü'l-harb'te hadler uygulanmaz" hadisine göre amel etmiştir. Dârü'l-harb'te bulunan askerlerden biri haddi gerektiren bir suç işlese, Ebu Hanîfe'ye göre oradaki kumandanın haddi uygulama yetkisi olamaz, ancak dârü'l-İslâm'a dönülünce devlet başkanı veya kadı'nın vereceği hüküm geçerli olur. İmâm Mâlik ve İmâm Şâfiî ise haddin hemen uygulanabileceğini savunmuşlardır. (İbn Kudame, el-Muğnî, IV, 46).

Bir müslümanın Darü'l-harb'te bulduğu define kendisine aittir. Ancak İslâm devleti adına Dârü'l-harb'e girmiş bir heyet veya askerî birlik bir define bulacak olursa, bunun humus'u Beytü'l-Mâl'e aittir. (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, IV, 103).

İslâmî hükümler kesin nass ile sabit ise bunlar hakkında ihtilaf sözkonusu değildir. Cumhur-ı fukahâ'ya göre müslümanların dârü'l-harb'te harbîlerle veya kendi aralarında faizle alış-veriş yapmaları haramdır. Faiz, kesin nass ile haram kılınmıştır. Ebu Hanife ile İmâm Muhammed bu konuda dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz muamelesini caiz görerek Cumhur'dan ayrılırlar. Onlara göre, faizi müslümanları almalıdır; ama harbîye faiz verilmesi haramdır. (İbn Abidin, Bulak 1272, IV, 188) Bu ictihada rağmen, müslümanların takvaya sarılmaları ve bundan kaçınmaları evlâdır. Cumhur, "Dârü'l-harb'te müslüman ile harbî arasında faiz yoktur" hadisini delil almaz. Onlar, böyle mürsel* ve garib* derecesinde bir hadisle amel edilemeyeceğini söylemişlerdir. Harhî'nin malı ancak ganimet yoluyla helâl olup, alış-veriş akidleri yolu ile helâl olmaz. (İbn Kudame, IV, 46).

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey iman edenler, mümin kadınlar muhâcir olarak geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanını daha iyi bilir. Fakat sizde mümin kadınlar olduklarına bilgi edinirseniz onları kâfirlere döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar..." (el-Mümtehine, 60/10). Bu ayetten nikâh akdinin bozulmasında ülke ayrılığı değil de din ayrılığının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Hanefîlere göre ise, karı veya kocadan birisi dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a müslüman veya zimmî olarak hicret edecek olursa, aralarında nikah ayrılığı sözkonusu olur.

İslâm'ın önemli bir ibadeti ve vazgeçilmez bir prensibi olan Cuma namazı konusunda Hanefî fukahası "Cuma namazı ulu'l-emr'in iznine bağlıdır" der. İzin, Cuma'nın edasının şartlarından sayılmıştır. Ulu'l emr'in bulunmaması halinde Cuma namazı farz değildir. Dârü'l-harb'te Cuma namazının kılınıp kılınmayacağı hususunda diğer mezheplerin görüşü, "Cuma'nın hiçbir surette terkedilemeyeceği" doğrultusundadır. Zira bu, Kur'anî bir nass ile sabittir. Diğer taraftan hanefîler, ulu'l-emr'in bulunmaması halinde, müslümanların, aralarından birini tayin ederek Cuma kılabileceklerini de söylerler. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4983 vd.)

Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefislerine yazık eden kimselere canlarını alırken melekler: "-Ne işte idiniz?" dediler. (Bunlar): "-Biz, yeryüzünde aciz Düşürülmüştük"diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "-Peki Allah'ın arzı geniş değil miydi ki onda göç edip İslâm'ı rahatça yaşayabileceğini;, bir yere hicret edeydiniz." İşte onların durağı Cehennem'dir, ne kötü bir gidiş yeridir. " (en-Nisa, 4/97) Bu ayetten anlaşıldığına göre müslümanın öz yurdu, İslâm'ın yaşandığı ve Allah'ın hükümlerinin hâkim olduğu -dârü'l-İslâm'dır. Müslüman, dârü'l harb'te küfrün zulmü ve işkenceleri altında sıkıntılı bir hayat sürüyor, dininin emirlerini yerine getiremiyor, farzlarını ifa edemiyor ve kendisinin veya neslinin küfre girmesi için zorlanıyor ya da zorlanmaktan korkuyorsa böyle bir yerden hicret etmesi farzdır: Bu genel hükme göre Hanefiler hangi durumda olursa olsun, bir müslümanın mutlaka dârü'l-harb'ten dârü'l-İslâm'a hicret, etmesinin farz olduğunu öne sürerken; Şâfiîler, müslümanın bulunduğu yerde açıkça dinini yaşayabiliyor ve tebliğini yapabiliyorsa orada kalmasının gerektiğini savunmuşlardır. (Said Havva, İslâm, I, 309)

Ancak yeryüzünün muhtelif diyarlarında, küfür ülkelerinde yaşayan müslümanların hicret edebilecekleri bir dârü'l-İslâm mevcut değil ise veya mevcut olsa bile Halife bunların hicretlerine gerek görmeyip orada kalmalarını isterse, artık, bulundukları bölgelerde İslâm'ı yaşamak için gerekli çalışmaları yapmak onların önemli bir görevi olacaktır. Necaşî'nin ülkesi Habeşistan'a veya Medine'ye yapılan hicrette Hz. Peygamber'in emri belirleyici olmuştur. Bu da müslümanların yaşadıkları bir yerden daha rahat bir şekilde İslâm'ı yaşayabilecekleri bir başka dârü'l harb'e hicret etmeleri hususunda yol gösterici bir sünnettir. Kur'ân-ı Kerim'deki âyetlerden birtakım belirleyici nitelikler tespit etmekle, bir ülkenin nasıl dârü'l-harb olabildiğini ortaya koyabiliriz. Ülkenin zalim yöneticileri, mustaz'afları baskı ve zulüm altına alır, gayr-i müslimler her fırsatta müslümanlara eziyet eder, inançları yüzünden yurtlarından çıkarılırlar ve müslümanların dârü'l-İslâm dışında bir yerde güvenlik içinde bulunmaları sözkonusu olmayıp, onlara rahat verilmez ise, o zaman hicret etmek zorundadırlar. (en-Nisa, 4/75, 91, 92).

Demek ki İslâm hukukçularının savunduğu gibi, dârü'l-harb'te yaşayan müslümanların orada kalıp mücadele etmeleri, orayı dârü'l-İslâm haline getirmeye çalışmaları gerekmektedir. Ancak böyle bir durumda kâfir yönetimin müslümanlara eziyet ve zulümde bulunacağı, onları şehid edeceği ve bunun çok zulümlere neden olacağından hicret yolu daha uygun olmuştur. Zaten nasslardan ve tarihi gelişmelerden de bu anlaşılmaktadır.

Dârü'l-harb terimi, müslümanlarla savaş halinde olan ülkeye denildiğinden; harb ülkeleri, Allah'ın otoritesi yerine başka otoriteye bağlanıp bu batıl otoritelere itaat ettiklerinden ve her zaman müslümanlara karşı savaş durumunda bulunduklarından dolayı bu adı alırlar. İslâm'ın sürekli savaşı temel aldığı şeklinde ileri sürülen yanlış kanaatin aksine, onlar eğer barış istiyorlarsa müslümanlar bazı şartlara bağlı olarak anlaşma yapabilirler. Böyle ülkelere, o zaman, anlaşmalı ülke anlamında darü'l-ahd* denilir ki, bu ülkeler harb ülkelerinden ayrı bir hukuka tabi olur. İslâm'da zorlama yoktur, ama din yalnız Allah'ın oluncaya kadar cihat vardır. Kâfirler emân dilerse, ülkeleri cizye karşılığında dârü'l-İslâm'a dahil edilir ve kendilerine hak ve hürriyetleri verilir. İslâm devleti yeryüzünden fitneyi kaldırmak için cihadı temel siyaset yaptığı gibi, barış isteyenlere de şartlarına uydukları müddetçe asla dokunmaz.

İmâm Kâsânî, "Dâr'ul İslâm ve küfre izafesinden kasıt, bizzat İslâm veya küfrün mahiyeti değildir. Kasıt, emniyet ve korkudur. Eğer emniyet mutlak surette müminlere, korku da mutlak surette kâfirlere aitse o belde dârü'l-İslam'dır. Korku mutlak surette müminlere aitse orası da dârü'l küfür'dür. Hükümler, emniyet ve korkuya bağlıdır" demektedir. (İmam Kâsâni, el-Bedâiü's-Sanâyi, Beyrut 1974, VII. 131).

Dârü'l-İslâm'ın dârü'l-harb'e dönüşmesi meselesi, ilk müctehidler zamanında teorik plânda tartışılırken; Haçlıların Filistin ve Moğolların diğer İslâm ülkelerini istila etmeleriyle birlikte İslâm fukahası bu meseleyi geniş olarak ele almıştır. Ebu Yusuf ile İmam Muhammed, bir İslâm ülkesinde İslâm dışı hükümlerin hâkim olması durumunda oranın darü'l-harb olacağını söylemişlerdi. Ebu Hanîfe de, İslâm ülkesinin dârü'l-harb'e dönüşmesi için üç şartın gerçekleşmesi gerektiğini belirtmişti. Bunlar, 1) Ülkede açıkça İslâm dışı kanunların icrası, 2) Ülkenin, aralarında bir başka İslâm ülkesi olmaksızın harb ülkesine bitişik hale gelmesi, 3) Müslüman ve zimmîlerin can ve mal güvenliğinin kalmaması.

İslâm ülkeleri Doğu'dan gelen barbar saldırılarıyla yıkılınca, imamlar şöyle diyordu: "Bugün kâfirlerin elinde bulunan ülkeler İslâm ülkeleridir. İdareciler kâfirse de cuma ve bayram namazlarını kılmak caizdir. İlletin bir parçası kaldıkça, ona bağlı olan hüküm de kalır. Herkes açıkça namaz kılıyor, fetvalar veriliyor... Bu ülkelere harb ve küfür ülkesi demenin mesnedi ve delili yoktur. Ezan ve cemaatle namaz gibi ibadetler icra edilebildikleri sürece, yönetim kâfirlerde de olsa böyle bir ülke dârü'l-İslâm'dır..." İmameyn, kıyasa başvurarak "dârü'l-harb, İslâm ahkâmının icrâsiyle İslâm ülkesi oluyorsa, İslâm ülkesinde küfür hükümlerinin ve küfrün hâkimiyeti ile dârü'l-harp olması lazımdır, demektedir. İmameyn'i destekleyen müctehidler, müslümanlar emniyette olsalar da, bunun o ülkenin darü'l-harb olmasını engellemediğini, hâkimiyet ile emniyet kavramlarından önceliği hâkimiyete tanımak gerektiğini söylemişlerdir.

İmam Azam Ebu Hanife ise, hükmün bir illetle sabit olması durumunda, illetten bir şey kaldığı müddetçe hükmün de onunla birlikte kalmaya devam edeceğini söylemek istemiştir. Onun görüşünü benimseyen fakihler; "İslâm üstündür, ona üstünlük olmaz. " şeklindeki hadisi (Buharî, Cenâiz 79) delil almışlar; hâkimiyeti "itibarî" bir tarzda yorumlamışlardır. Onlara göre, istila edilmiş bir dârü'l-İslâm'da mal ve can emniyetine sahip müslim ve zimmîler bulunabilir ve o durumda orası dârü'l-harb olmaz.

Ahmed AĞIRAKÇA

https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/darul-harb-darulharp

7 Aralık 2023 Perşembe

Dâru'l-harp (dârülharp) olmanın şartları nelerdir, Türkiye dârülharp midir?


İslam âlimlerine göre bir yerin harp diyarı (dârülharp) olması için hangi şartların olması gerektiğini ve Türkiye'nin harp diyarı olup olmadığını kısaca özetleyelim:

Önce dârülharp ve dârülislâm mefhumlarının tariflerini ver­mekte fayda görüyoruz. Ö. Nasuhî Bil­men Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamûsu'nda dârülislâm ve dârülharbi şöyle tarif eder:

«Dârülislâm, Müslümanların hâkimiyeti altında bulunup Müslümanların emn ve eman içinde yaşayarak dinî vazifelerini ifa ettikleri yerlerdir. Müslümanlar ile aralarında müsalâha bulunmayan gayri müslimlerin hâkimiyeti altında bulunan yerler de dârülharptir» (1)

Sadece bu tarifler dahi dikkatle mü­talâa edilirse, Türkiye'nin diyarıislâm olduğu ve bu vatana dârülharp diyenlerin bu iddialarında hiçbir hakikat payı bulunmadığı açıkça anlaşılır.

Zaten bu mevzuda ortaya atılan görüşler mücerret iddia olmaktan ileri gidememiştir. Bir delile dayanmayan, hakikat payı olmayan mücerret iddialara ise itibar edilmez. Her ilimde olduğu gibi şer'î ilimlerde de meselelerin kesin delillere istinad etmesi asıldır. Ve yine her ilimde hüküm, o sahanın mütehassıs âlimlerine aittir. Şer'î ilimlerin mütehassısları başta dört büyük mezhebin imamları olmak üzere müctehidler ve fıkıh âlimleridirler. Bu sebeble kim olursa olsun din adına konuşan bir kimse müçtehidin-i izamın içtihadlarını, fıkıh âlimlerinin fetvalarını aynen intikal ettirmek mecburiyetindedir. O zevat-ı kiramın fikirleri bütün zamanlara kâfi ve vâfidir.

Tarihçe sabittir ki, bugüne kadar müçtehidin-i izam hazretlerini hiçbir kimse aşamamıştır. Kendilerinden sonra gelen hiçbir müdakkik âlim, onlara müsavat iddiasında bulunmadığı gibi, bu asırdaki bir takım haddi mütecavizler de ortaya mücerred iddiadan başka bir şey koyamamışlardır.

Bu kısa açıklamadan sonra Şafiî ve Hanefî mezheblerinin «dârülharp» ve «dârülislâm» hakkındaki hükümlerini izah edelim:

Şafiî mezhebine göre, bir diyar yahut bir memleket bir defa dahi olsun Müslümanlar tarafından zaptedilmiş ise, o diyar ve o memleket artık kıyamete kadar «dârüIİslâm»dır. Böyle bir memleket sonradan kâfirlerin eline geçse bile, bu hüküm değişmez. Hatta Müslümanlarla barış halinde bulunan gayri müslimlerin ülkeleri de «dârülharp» değildir (2).

İmam-ı Şafiî'nin içtihadı açık ve te'vilsizdir. Demek ki Şafiî mezhebine göre değil Türkiye; Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Buhara, Semerkant, Kırım bile «dârülharp» değil, «dârülislâm»dır. İmam-ı Şafiî'ye göre, bir diyarın «dârülharp» olması için, Müslümanların idaresi altına hiç girmemiş olması ve Müslümanlarla sulh halinde olmaması lâzımdır.

Hanefî mezhebinde, bir «dârülharp», «ahkâm-ı İslâm'ın bazısının icrası ile «dârülislâm»a inkılâp eder (3). Bu hususta ittifak vardır. Bir «dârıislamın», «dârıharb»e inkılâp etmesi hususunda ise, iki ayrı görüş mevcuttur. Bu görüşlerden birincisi îmamı A'zam Hazretleri'ne, diğeri ise İmameyn'e (İmam Muhammed ve İmam Yûsuf) aittir.

İmam-ı A'zam'a göre «dârülislâm»ın «dârülhab»e inkılâp edebilmesi için aşağıdaki üç şartın birlikte tahakkuk etmesi lâzımdır. Eğer bu şartlardan birisi noksan olursa, yine o diyar, «dârıîslâm»dır, «dârülharp» değildir.

1. İçerisinde küfür ahkâmı bitemamiha -yani yüzde yüz- tatbik edilecek. Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmediği meselâ, sadece cuma ve bayram namazlarının kılınabildiği bir diyara «dârülharp» denemez. Serahsî bu hususta şöyle buyurur:

«Bu şartın tahakkuku için orada şirk ahkâmının tamamiyle açıktan açığa icra edilmesi ve İslâm ahkâmının kat'î surette kaldırılmış olması gerekmektedir. Burada İmam-ı A'zam hâkimiyet ve kuvvetin tamamiyle ehl-i küfürde olmasına itibar eder.»(4).

Yani, bu şartın tahakkuku için bir îslâm memleketinde hâkimiyet ve galebenin noksansız bir şekilde kâfirlerde olması lâzımdır. Bazı arızalar sebebiyle ehl-i küfrün hâkimiyetinde bir noksanlık olursa orası «dârülharp» olamaz. Nitekim sadece cuma ve bayram namazlarının ifa edilmesiyle orası «dârülislâm» olur. Ve yine fukahâdan İsticabî'nin içtihadına göre, «Bir diyar­da İslâm'ın sadece bir tek hükmü dahi icra edilebiliyorsa, o diyar 'dârülislâm'dır.»

İbn-i Âbidin'e göre «Bir diyarda Müslümanların ahkâmı ile müşriklerin ahkâmı birlikte icra edilirse, orası yine 'dârülislâm'dır(5). Bezzaziye'de, «Pey­gamber Efendimiz (asm) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde orada Yahudiler ve müşriklerin hükmü cari olduğu halde Resûlüllah Efendimiz (asm)'in İslâm icraatına başlamasıyla o beldenin «dârülislâm»a inkılâb ettiği» kaydedilir(6).

2. O diyar «dârülharp»e muttasıl olacak, yani o diyarın sınırları ve komşu hudutları tamamen kâfirler tarafından kuşatılmış olacak. Eğer bir diyarın hudutlarından herhangi bir tarafı «dârülislâm»la muttasıl, yani bir Müslüman memleketine komşu olursa, o diyar «dârülharp» olamaz. Çünkü İmam-ı A'zama göre «Bir Müslüman memleketle komşu olan Müslümanlar tamamen mağlûp sayılmazlar. O Müslüman memleket ile imanî, ahlâkî, itikadî, içtimaî, siyasî, ticarî ve an'anevî ilişkilerini devam et­tirebilirler; İslâmî şeairi yaşatabilirler.»

Bu noktada bir hususun açıklanmasında fayda vardır. Gayri müslimlerce ihata şartı, müstakil İslâm devletleri için değil, gayri müslim bir devletin hükmü altında bulunan ve kendini müdafaadan aciz vilâyet, köy ve kasabalar için söz konusudur. (Rusya’daki Müslüman köyler gibi.) Nite­kim, fakîhlerin bu mevzuyla ilgili izahlarında «devlet» değil, «belde», «dar» ifadeleri kullanılmıştır. Yoksa kendini müdafaaya muktedir ve müstakil bir İslâm devleti, her taraftan gayri muslim devletlerle kuşatılmış olsa da, yine «dârülharp» olmaz.

3. İçinde eski eman ile emin bir Müslüman veya zımmî kalmamış olacak. Yani o beldede daha önce can ve mal güvenlikleri mevcut olan Müslümanların veya zımmîlerin (gayr-i muslini azınlıkların) bu güvenlikleri bir kâfir istilâsıyla ortadan kalkmış olacak. Bu üçüncü şart, ancak bir İslâm beldesinin kâfirlerin istilâsına uğraması halinde geçerlidir.

Serahsî bu hususu şöyle beyan eder:

«Bir beldede emin bir müslim veya zımnimin kalmış olması, müşriklerin hâkimiyetinin tam olmadığına delildir. Çünkü fukahâ-i İzam, sonradan arız olana değil de, asıl olana itibar ederler. Burada asıl olan ise, oranın «dârülislâm» olmasıdır. Bir zımmî veya müslimin orada kalmış olması, asıldan bir emaredir. Bu emare var oldukça, asıldan bir iz kalmış demektir ve o diyar «dârülislâm» hükmünde devam eder.»(7)

Şimdi İmam-ı A'zam'ın öne sürdüğü bu üç şartı bir misal ile izah edelim:

Daha önce bir îslâm memleketi olan Endülüs sonraları Hristiyanlar tarafından işgal edilmiştir. Müslümanların hiçbir cihetle mal ve can güvenliği kalmamış, küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edilmiştir. Bu ülkenin hiçbir İslâm ülkesi ile de sınırı yoktur, İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü üç şart Endülüs'te birlikte tahakkuk ettiği için orası «dârülharp»dir.

İmameyn ise, «dârülislâm»ın «dârülharp»e inkılâp etmesini «orada şirk ahkâmının yüzde yüz tatbik edilmesine ve gayri müslimlerin Müslümanlar üzerinde mutlak galebesine» bağlamışlardır. Bu ise bir îslâm beldesinin gayri müslimlerce tamamen istilâ edilmesine bağlıdır. Meselâ, Batum yüzde yüz Rus hâkimiyeti altında bulunduğu ve içerisinde küfür ahkâmı yüzde yüz tatbik edildiği için, îmameyn'e göre «dârülharp»dir. Şayet Batum'da herhangi bir islâm ahkâmına müsaade edilirse, (Bayram ve cuma namazlarının kılınması gibi) orası yine îmameyn'e göre, «dârülharp» olmaktan çıkar.

Şimdi îmam-ı A'zam'm öne sürdüğü üç şartın memleketimiz için geçerli olup olmadığını inceleyelim:

Memleketimiz -lillâhilhamd-, asır­lardan beri «diyar-ı İslâm»dır. Bu keyfiyetini bugün de muhafaza etmektedir. Muamelâta taallûk eden bazı kısımlar müstesna, itikad, ahlâk ve ibadete ait hükümler açıkça ve serbestçe ifa edilmektedir. Kaldı ki muamelâta taallûk eden hükümlerin de büyük bir kısmını, isteyen fertlerin tatbik etmelerine kanunî bir engel yoktur.

Devletimiz bir kısım dinî hizmetleri bizzat deruhte etmiş ve bu hizmetleri yürütmek üzere «Diyanet İşleri Başkanlığı»nı kurmuştur. Vaazlar kürsülerden dinî telkin etmekte, İslâm'ı anlatmaktadır. Bütün vilâyet ve kazalarda fetva mercii olan müftülükler, fiilen hizmet görmekte, yüzlerce Kur'an Kursu faal olarak çalışmaktadır. Ezan, cemaat, cuma, bayram ve hac gibi İslâmî şeâir canlı ve hayattar olarak varlığını devam ettirmektedir. Binlerce cami ve mescidlerden, günde beş kere Ezan-ı Muhammedi okunmakta, cemaat namazları, cuma ve bayram namazları serbestçe kılınabilmektedir. İsteyen Müslümanlar hac ve umre ibadetini yapabilmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'in ve İslâmî eserlerin neşriyatı rahatlıkla yapılmaktadır. Dinî bayramlar resmen tatil günü olarak kabul edilmiştir.

Müslümanlar evlâtlarına istediği ismi koyabilmekte, hatim duası, mevlit, sünnet düğünü gibi örf ve âdetler varlığını devam ettirmektedir. Din derslerinin okutulması mecbur tutulmuştur. Devletin açmış olduğu binlerce Îmam-Hatip Okulu ve dinî yüksek okullardan, din adamı yetişmektedir. İslâm ülkelerine gidiş geliş serbesttir. Devletin radyo ve televizyonlarında dinî programlar halka takdim edilmekte, özellikle mübarek gecelerde ve ramazan ayında bu programlar yoğunlaştırılmaktadır.

Bu hâle göre, îmam-ı A'zam'ın zik­rettiği birinci şart, yani «Küfür ahkâmının yüzde yüz tatbiki şartı» Türkiye için kesinlikle bahis konusu değildir. Yine bu hâle göre, İmameyn'in ileri sürdükleri şartlar da memleketimiz için geçerli değildir. Zaten İmameyn'in sözünü ettikleri birinci şart, İmam-ı A'zam'm birinci şartıyla aynıdır, îkinci şart olan «gayri müslimlerin Müslümanlara yüzde yüz galebesine» gelince, Müslüman milletimiz, elhamdülillah, Rusya, Yunanistan yahut Bulgaristan'daki Müslümanlar gibi gayri müslim bir devlet tarafından idare edilmemektedir. Bu milletin idarecileri bu millettendir ve onun bağrından çıkmıştır. Kısacası, bu millet kendi kendini idare etmektedir.

İmam-ı A'zam'ın ileri sürdüğü ikinci şarta gelince, bu şart da Türkiye için mevzu bahis olamaz. Memleketimizin sınırlarının büyük bir kısmı İslâm devletleriyle muttasıldır. Kaldı ki, ikinci şartla ilgili izahlarımızdan da kat'î anlaşılacağı üzere Türkiye'nin her tarafı, faraza, gayri müslim devletlerle de kuşatılsa Türkiye yine «dârülharp» olmaz. Zira, Türkiye müstakil bir devlettir, kendini müdafaa edecek güçtedir ve istiklâliyetini devam ettirmektedir.

Üçüncü şart da, memleketimiz için kesinlikle düşünülemez. Evvelâ milletimiz bir yabancı devletin idaresi altında değildir ki eman şartından yani mal ve can güvenliklerinden söz edilebilsin. Memleketimizde azınlıkların dahi mal ve can güvenlikleri ve ibadet hürriyetleri mevcuttur. Bir gayri müslim devlette eman ile yaşayan bir tek müslimin dahi mevcudiyeti, o beldede müşriklerin tam hâkim olmadıklarına delil sayılırken, yetmiş milyon Müslümanın emin olarak yaşadığı bu memlekete «dârülharp» denilemiyeceği güneş gibi zahir ve bahir bir hakikattir.

Elhasıl: Yukarıdaki izahlarımızdan anlaşıldığı gibi, İmam-ı A'zam Hazretle­rinin ileri sürdüğü üç şartın hiçbiri Türkiye için bahis konusu değildir. Zaten Şafiî mezhebine göre, daha önce Müslümanların hükmettiği bir belde, (Rusya'nın birçok kısımları, Kırım, Kafkasya, Buhara, Endülüs, Bulgaristan) kıyamete kadar «dârülislâm»dır.

Dârülharp meselesini ileri sürenlerin iddia ettikleri bir husus da, İslâm idaresi olmayan bir memlekette yapılan bütün ibadetlerin bâtıl olduğu fikridir. Bu fikir ve iddianın, hiçbir ser'î delili, dinî mesnedi yoktur.

Müslüman, ister dârülislâmda olsun, ister dârülharpte, her halükârda Allah'ın emirlerini yapmak, yasaklarından da kaçmakla mükelleftir. İbadet, insanın yaratılış gayesi, varoluş hikmetidir. Hiçbir hâl, onu, bu ulvî vazifeyi ifadan alıkoyamaz.

İslâmiyet'in günümüzde tüm dünyada çığ gibi büyüdüğü; Fransa, İngiltere, Almanya, Afrika ve Amerika'da İslâm'a girenlerin sayısının gittikçe arttığı bilinen bir gerçektir. Bu yeni Müslümanlar, bulundukları gayriislâmî muhitlerde, dinî vecibe ve ibadetlerini eksiksiz ifa etme şuur ve azmi içinde hareket ediyorlar. Mezkûr iddia geçerli olsaydı, bu yeni Müslümanların, inanç ve ibadetlerinin bir mânâsı kalmazdı. Dinî gayretleri boş bir çaba olmaktan öteye gidemezdi. Bu ise, gayri müslim memleketlerde İslâmiyet yaşanamaz, dindar olunamaz neticesini doğururdu. Daha da ötesi, İslâm'a yeni giren bir kimse olmazdı.(*)

Şu halde, dârülharpte ibadetin hükümsüz olduğunu söylemek, Müslümanları gayri müslimlerden ayıracak mühim bir alâmetten mahrum koymak, onları gayri müslim muamelesine maruz kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmak demektir.

Yanlış değerlendirilen bir mes'ele de, dar-ı harbte günah işlemenin serbest olduğu, sanki caiz hale geldiği telâkkisidir. Halbuki günahın hükmü, dârülislâmda da, dârülharpte de aynıdır. Günahın günahlığı baki; uhrevî azab ve mesuliyeti sabittir. Ancak günahların dünyevî cezalarını, merci olmadığı için, dârülharpte tatbik etme imkânı yoktur.

Dârülharpte faiz almak gibi bazı haram muamelelerin caiz olması da, haramların serbestiyetine delil olamaz. Zira bu muameleler, dârülharpte, ancak gayri müslimlerle Müslümanlar arasında cereyan eder ve Müslümanların faydasına olduğu takdirde caiz olur. Bu bakımdan, bir Müslüman bir gayri müslimden faiz alabilir, fakat ona faiz veremez. Müslümanların kendi aralarında ise, bu gibi muameleler tecviz edilemez.

Bahsimizi tamamlarken bir hususa dikkatleri çekmek isteriz:

Her devirde olduğu gibi bugün de insanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara iman hakikatlarını öğretmek, gönüllerine Allah'ın marifet, muhabbet ve mehafetini nakşetmektir; onlara İslâm'ın esaslarını ta'lim ettirmek, kalb ve dimağlarına güzel ahlâkı, adaleti, istikameti yerleştirmektir. Aralarında birlik ve beraberliği, itaat ve hürmeti, şefkat ve merhameti te'sis etmek; vicdanlarına vatan ve millet sevgisini, mukaddesata hürmet duygusunu aşılamaktır. Bu gibi hizmetleri bırakıp, bilinmesi ve bildirilmesi ne farz, ne vacib olan «dârülharp» meselesini, İslâm'ın en büyük bir meselesi imiş gibi ortaya sürmek, milleti huzursuz ve kalbleri müşevveş etmekten başka bir şey değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

 - DÂRÜ'L-HARB

Dipnotlar:

(1) Bilmen, Ö. Nasuhî; Hukuk-u İslâmiye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, III/394.
(2) Bilmen, Ö. N. a.g.e., III/335.
(3) Kuhistanî, II/311.
(4) Serahsî, Mebsût, X/114.
(5) İbn-i Âbidin, Dürrü'l-Muhtar Şerhi, IV/175.
(6) Bezzaziye, VI/312.
(7) Serahsî, a.g.e., X/114.
(*) Mukarrer bir kaidedir ki, dârülharpte küfür; dârülislâmda da iman hali esas alınır. Bu kaideye binaen, dârülharpte herhangi bir mahalde, sahipsiz bir ölü bulunsa, o ölü tereddütsüz küfür ehlinden kabul edilir. Götürüp gayri müslim mezarlığına defnedilir. O ölünün Müslüman olduğuna hükmetmek ancak sağlığında dil ile ikrarı veya dinî ibadetleri ifası gibi bir alâmete bağlıdır. Halbuki dârülislâmda sahipsiz bir ölü bulunsa, ona, hiçbir alâmet aranmadan Müslüman muamelesi yapılır. Cenaze namazı kılınarak, İslâm mezarlığına gömülür.

https://sorularlaislamiyet.com/turkiyede-cuma-namazi-farz-midir-devlet-izni-ve-namazi-devlet-reisinin-kildirmasi-sart-midir-0

6 Aralık 2023 Çarşamba

Türkiye'de cuma namazı farz mıdır?

   
Soru Detayı

- Devlet izni ve namazı devlet reisinin kıldırması şart mıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Cuma namazının farz olması için bazı şartlar olduğu gibi, sahih olması için de bazı şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır:

1. Cuma namazının öğle vaktinde kılmak.

2. Namazdan evvel hutbe okunmak.

3. Cuma namazı kılınan yer, herkese açık olmak. Muayyen kişileri içeriye alıp sonra kapısı kilitlenen bir camide cuma kılınmaz.

4. İmamdan başka en aşağı üç erkek cemaat bulunmalıdır. Bu sayı, İmam Mâlik'de otuz; Şâfiî'de kırk kişidir. Ebû Yûsuf'a göre ise iki erkek cemaat de kâfidir.

5. Cuma namazını kıldırmak için vazife sahibi, yani, cumayı kıldırmaya resmen izinli bir kimse bulunmalıdır. Eğer yetkili bir kimseden izin alınmış olmaz da Müslümanlar da namaz için toplanmış bulunurlarsa, içlerinden birini imam yaparak cumayı kılabilirler.

6. Cuma namazı kılınacak yer, şehir veya şehir hükmünde olmalı. Şehrin ne demek olduğu müctehidler arasında ihtilâflıdır. Daha sonraları, köylerde bile cuma namazının kılınabileceği hükme bağlanmıştır.

Diyanet İşleri Başkanlığının da bu konuda izni vardır. Bir camiye cemaat sığmadığı takdirde, o beldedeki sair camilerde de cuma namazı kılınabilir. Fakat müteaddit yerlerde kılınamıyacağını söyleyen fakihler de vardır. Bunlara göre, bir beldede ilk kılınmaya başlanan cuma namazı sahih, diğer yerlerde kılınan cumalar ise fâsiddir. Bu durumda cemaate öğle namazını kılmak vâcib olur. Sıhhatli olan ve alimlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüş, cuma namzının aynı beldede değişik camilerde kılınabileceğidir.

Eğer bir yerde birden çok camiye cuma izni verilmişse, onların hepsinde cuma namazı olur. Zaten cami ve mescit özelliği olan her yere cuma için izin verilmiştir.

Cuma namazının sahih olması için "devlet temsilcisinin izni" problemi İslâm hukukçularınca tartışılmıştır. Bu iznin gerekli olduğunu söyleyenler olduğu gibi aksini savunanlar da bulunmuştur. Biz aşağıda her iki görüşü ve delillerini vererek, konuyu değerlendirmeye çalışacağız.

Hanefi hukukçularına göre, cuma namazı için izin gereklidir. Dayandıkları delil Câbir b. Abdullah ve İbn Ömer'den nakledilen şu hadistir:

"Kim cuma namazını ben hayatta iken veya benden sonra, adaletli ve câir (zâlim) bir imamı (önderi) varken, onu küçümseyerek veya inkâr ederek terkederse, Allah iki yakasını bir araya getirmesin ve işini bitirmesin." (İbn Mâce, İkâme, 78)

İbn Mâce bu hadisin senedinde bulunan Ali b. Zeyd ve Abdullah b. Muhammed el-Adevî sebebiyle isnâdı zayıf sayar. Heysemî, hadisin benzerini naklettikten sonra şöyle der: Bu hadisi Taberanî, el-Evsat'ında nakletmiştir. Oradaki senedde Musa b. Atıyye el-Bâhilî vardır. O'nun biyografisini bulamadım. Geri kalan râviler güvenilir. (Mecmau'z-Zevâid, II, 169, 170)

Bu hadiste, cuma namazının farz olması için, adaletli veya adaletsiz bir yöneticinin bulunması öngörülmüştür. Cuma namazı büyük cemaatle kılınacağı ve hutbede topluma hitap edileceği için, onun toplum düzeni ile yakından ilgisi vardır. Devletten izin alma şartı aranmazsa fitne çıkabilir. Cuma kıldırmak ve hutbe okumak bir şeref vesilesi sayılarak rekabet doğabilir. Bazı kimselerin çekişme ve ihtirasları cemaatin namazını engelleyebilir. Camide bulunan her grubun namaz kıldırmak istemesi, cumadan beklenen faydayı yok eder. Bir grup kılarak, diğerleri çekilse yine amaca ulaşılmaz. Kısaca hikmet ve toplum psikolojisi bakımından da cumanın İslâm devletinin kontrolünde kılınması gereklidir.

Ancak yöneticiler cumaya ilgisiz kalır ve önemli bir sebep olmaksızın Müslümanları namaz kılmaktan alıkoymak isterse, onların bir imamın arkasında toplanarak cuma namazı kılmaları mümkündür. İmam Muhammed, bu konuda şu delili zikreder: Hz. Osman (ra), Medine'de kuşatma altında iken, dışarıda bulunan sahabiler Hz. Ali (ra)'in arkasında toplanmış ve o da cuma namazını kıldırmıştır. (el-Kâsânî, I, 261; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I,146; İbn Âbidin, I, 540) Bilmen, bunun dâru'l-harpte mümkün ve câiz olduğunu belirtir. (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1985, s. 162)

Devlet başkanı veya valilerin bizzat cuma namazı kıldırmaları gerekli midir?

İbnü'l-Münzir şöyle der: "Öteden beri cuma namazını, devlet başkanı veya onun emriyle kıldıracak bir kimsenin kıldırması şeklinde uygulama yapılmıştır. Bunlar bulunmazsa, halk öğle namazı kılar." (Ahmed Naîm Tecrid-i Sarih Tercümesi, III, s. 48)

Burada şunu belirtelim ki, yukarıda kaydettiğimiz hadisten imam ya da Müslümanların halifesi yoksa, cuma namazı kılınamaz, diye bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Bu hadisin ilgili bölümlerinin anlattığı, "ister adil, isterse de zâlim olsun bir imamın varlığına rağmen" cuma terk edilecek olursa, belirtilen tehditlerle karşı karşıya kalınacağından ibarettir. Çünkü hadis, "imam yoksa cuma namazı kılamazsınız" demiyor, olduğu halde kılınmazsa, son derece tehlikeli tehditlerde bulunuyor. İmamın yokluğu halinde kılınmayacak olursa o takdirde bu hadisten, olsa olsa tehditlerin daha hafif olacağı sonucuna varılabilir. O da en müsamahalı bir istidlâl olur.

İçtihada dayalı olarak ileri sürülmüş gerekçelerin dışında, cuma namazının kılınması için şart kabul edilen ve eda şartları arasında sayılan, imamın varlığı şartının nakli bir delili yoktur. Ayrıca bu şart, yalnızca Hanefî mezhebinde öngörülmüş bir şarttır. Dolayısıyla terki halinde terettüp edeceği bildirilen bir takım tehditlere maruz kalmamak için, en azından ihtiyaten böyle bir şartı öngörmeyen diğer mezhep imamlarının görüşlerine uyularak kılınması gerekir. Diğer taraftan kaynaklarda hadis diye belirtilen: "Dört şey vardır ki, veliyyul emirlere aittir: Cihad'tan elde edilen ganimetlerin paylaştırılması zekâtın toplanması, hudut (şer'i cezaların tatbiki) ve cumaları kıldırmak." ifadeleri ise hadis değildir. [Fethu'l-Kadir'de (II, 412)] bunun İmam Hasan el-Basrî'ye ait bir söz olduğu belirtilmiştir. Son asır alimlerinden Seyyid Sâbık da "Fıkhu's-Sünne" adlı esrinde (1, 306) bunun aynı şekilde Hasan'ü'l Basrî'ye ait bir söz olduğunu kaydetmektedir. O halde böyle bir şartın öngörülmesi için dayanak teşkil edebilecek nakli bir delil elde mevcut değildir. Bu konuda ileri sürülen bu şartın sebebi, yalnızca karışıklık çıkma ihtimaline dayalı bulunmaktadır.

Veliyyü'l-Emr yoksa

Veliyyü'l-Emr ve izn-i sultânî diye belirtilen hususun gerçekleşebilmesi için, Müslümanların başında en azından -zâlim de olsa- bir yöneticinin bulunması zorunludur. Başa geçmiş bulunan yöneticinin, İslâm'ı kabul etmesi ise onun, Müslümanların veliyyü'l-emri olarak görülmesinin asgarî şartıdır. Yani Müslümanların İslâmî olmayan yönetimlerin tahakkümü altında yaşamaları halinde, haliyle böyle bir şartın varlığından söz etmek imkânı olamaz. Bu durum "Günümüzün Müslümanlarına; İslâm'ın öngördüğü mânâsıyla bir yöneticiye sahip olmadığımıza göre, kıldığımız cuma namazının hükmü nedir?" diye başlayan ve onun etrafında dönüp dolaşan diğer bir takım soruları daha sordurmaktadır.

Öncelikle Türkiye'nin Dar-ı İslam olduğunu cuma namazının şartlarını taşıyan her erkeğe farz olduğunu ifade edelim.

Bu konuda İbn Nüceym der ki:

"Şayet hiçbir şekilde kadı veya ölmüş olan halifenin (yerine geçmiş) halifesi yoksa, âmme de bir kişinin (cuma namazını kıldırmak üzere) öne geçirilmesi üzerinde ictimâ edecek olsalar, zaruret dolayısıyla caizdir." (İbn Nuceym, el-Bahrü'r-Râik, II, I55).

Bu açıklamalara göre cuma namazının, camide devletin izin verdiği bir imamın arkasında kılınması gerekli ise de, devletin izin vermediği kimselerin imamlığında mescid veya başka yerlerde kılınan cuma namazlarının kabul olmadığı iddia edilemez. Bununla beraber yukarıda söylenen bazı sakıncalarının da olduğu unutulmamalıdır. Bu şekilde cuma namazı kılanların, zuhr-i ahir namazını da mutlaka kılmalarını önemle tavsiye ederiz.

2 Aralık 2023 Cumartesi

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 67


Onlar yoksulluklarını belli etmezler

“Müslüman, Müslüman kardeşinin ihtiyacını gözetir."

Bu toplumsal duyarlılık ihtiyaçlı kimsenin gelip de ihtiyacını söyletmeden karşılayan bir yaklaşım; bir o kadar nazik, bir o kadar karşı tarafın durumunu incitmeden yani onu isteme zilletine düşürmeden. 

Cenâb-ı Hâk böylesi ârif olmayı bizlere öğütledi. Nitekim böyle olmayanları ayette cahil olarak tanımladı.

Diyor ki; ”Yoksulluklarını (iffetlerinden dolayı) gizli tuttukları için cahiller onları zengin sanır.” Bakara-273

Çünkü yoksulluklarını belli etmezler. Bu ayeti kerime ârif olanların, iffetli olan ihtiyaçlı kimseleri önden sezebildiklerini bize öğretmiş oldu. Cahil onu iffetinden ötürü zengin zanneder.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1

1 Aralık 2023 Cuma

Prof.Dr.Halis AYDEMİR'in derslerinden kısa notlar 66


Her ne yaparsak Allah rızası için yapmak

"Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir.”

 Bu hadisi şerif bize şunu öğretiyor; her ne yaparsak Allah rızası için yapmak, kişilerarası iletişimimizi Cenâb-ı Hâk ile ilişkilendirmeyi öğrenmek. 

“Komşu komşunun külüne muhtaçtır” düşüncesi seküler bir bakış açısı. Burada bir menfaat ilişkisi oluşabiliyor. 

Oysa kişi, "kardeşimin ihtiyacını giderirsem Allah da benim ihtiyacımı giderir" düşüncesiyle bunu yapmalı. 

Karşılığı Cenâb-ı Hâkk’a duyulan sevgi ile ilişkilendirilmemiş bir yardım oracıkta kalır. 

Bu iyilik ve güzellikleri gayrimüslimler de yapıyor ama bunun kayda değer bir tarafı yok.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR

https://www.youtube.com/channel/UCmtC7LTnXDfKG8RVnRnOy7Q

https://akledenkalpler.blogspot.com/?m=1