15 Mayıs 2023 Pazartesi

Evleneceğiniz kişiyi nasıl seçeceksiniz?


ÖNCE NE İSTEDİĞİNİZİ BELİRLEYİN

 Nasıl biriyle evleneceğine karar vermek, işin yarısını halletmek demektir. Ama bunun için de tabiî önce kendi kişiliğinizi, yönelimlerinizi ve ihtiyaçlarınızı belirlemeniz gerekir. Yani kendinizi tanımanız lâzımdır önce.

İkili ilişkilerde, aile hayatında sizin için önemli olan nedir? Huzur mu, paylaşım mı, destek mi, heyecan mı ya da güven mi? Vazgeçemeyeceğiniz öncelikler hangileridir, kesinlikle kabul etmeyeceğiniz şeyler nelerdir? Bunların adını doğru koymanız gerekir. En az on cümleyle ihtiyaçlarınızı, beklentilerinizi, şartlarınızı sıralayın; elinizde ve aklınızda bulunsun. Tabiî, bu istekleri sıralarken, abartmayın.

İDEAL BİRLİĞİ ŞART, AMA YETMEZ

Hayat arkadaşını seçerken en çok dikkat edilmesi gereken noktaların başında ideal birliği gelir. Hayatı beraber yaşayacağınız kişinin hayatı ne gözle gördüğü, hedefinin ne olduğu ve değer yargıları, en çok üzerinde durulması gereken konudur. Hayat, keyif peşinde, rahat içinde mi yaşanacak, yoksa idealler peşinde, gereğinde fedakârlıkla mı? Kazanılan para ile daha iyi yaşamak mı hedeflenecek, yoksa o kazanç olabildiğince hayır yollarına mı sarf edilecek? Çocuk sahibi olunduğunda, çocuk hangi prensiplere göre büyütülecek, ona nasıl bir eğitim verilecek? Sosyal hayatta kimlerle nasıl bir diyalog kurulacak? Bu gibi temel tercihlerde uyum, iyi bir evlilik için olmazsa olmaz şarttır.

Sizin hayatınızı bile uğruna feda edebileceğiniz ideallerinizi eşiniz yarım kulakla dinliyorsa, her satırını didik didik okuyup yaşamaya çalıştığınız kitaplarınızı eşiniz dinlerken uyukluyorsa, siz teheccüde bile kalkarken eşiniz yatsıyı bile kılmadan yatıyorsa, bırakın sevgiyi, saygı bile kalmaz ki aranızda.

İlginç bir araştırma okumuştum. “Evlilikte mutluluğun şartları nelerdir?” sorusuna her iki cinsin en çok verdiği üç cevaptan birisi, hatta birincisi ‘inanç ve ideal birliği’ idi. (Diğerleri de sevgi ve cinsel uyum imiş.) O yüzden evlenmeyi düşündüğünüz kişide ilk bakacağınız nokta, aynı idealleri paylaşıp paylaşmadığınızdır. Yani size sizin yolunuzda ‘yoldaş’ da olabilmelidir eşiniz.

“Şimdilik istediğim gibi değil, ama ileride düzelir.” diye de kendinizi kandırmayın. Âyetin verdiği dersi hatırlayın:

“Sen sevdiğine hidayet edemezsin, ancak Allah dilediğine hidayet eder.” (Kasa, 28/56)

Değişeceğine dair garantiniz var mı? Ya da o, garanti verebiliyor mu? Yoksa siz kumar meraklısı mısınız? Veya tehlikeyi çok mu seviyorsunuz?

Ancak fikir uyumu önemli derken de ölçüyü kaçırmayalım. En önemli noktadır bu, ama tek önemli nokta değildir. Gereklidir, ama yeterli değildir. Bu noktada özellikle bir fikir grubu içinde olan ve idealleri yolunda yaşayan kişilerin çokça düştüğü bir hata vardır: iyisine kötüsüne bakmadan, sırf aynı fikirleri paylaştığı için uyumsuz biriyle evlenmek. “Zaten benim fikrimde olan az; ideallerimi paylaşan birisini bulursam, huyuna suyuna bakmaz evlenirim.” diyenler çoktur. Ama unutmayalım ki, meselâ Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb de aynı yola baş koymuşlardı. Fakat bu mutlu bir beraberlik kurmalarına yetmedi.

Zaten düşünürsek, aynı ideali bile farklı insanlar farklı biçimlerde yaşamaz mı? En basit bir örnekle, evde oturup kitap okumak, yazı yazmak da bir ideale hizmet biçimidir; sürekli gezip sohbetlere, faaliyetlere katılmak da. Ama arada dağlar kadar fark vardır. Sadece fikir birliğini önemseyip kişilik uyumunu yok saymak gibi bir hataya düşmeyiniz . Fikirleri size uyanlar içinde huyu da size uyan birini mutlaka bulursunuz.

SEVGİ GEREKLİ, AŞK RİSKLİDİR

Neredeyse klasik bir münazara konusudur: Evlilikte aşk lâzım mı, değil mi? Beylik bir cevap olarak herkes “Tabiî ki lâzım.” der. Oysa bence sevgi şarttır, ama aşk şart değil, hatta risklidir bile. Hemen itiraz etmeyin, önce isimlendirmeyi doğru yapalım.

Kullandığım mânâda sevgi, karşısındakine ihtiyacını hissetmek, onunla beraber olmaktan mutluluk duymak, onun eksiklerini de hoş görmektir. Aşk ise, ona muhtaç olmak, onsuz olamamak, eksiklerini ise görmemektir. Böyle bir aşk, aslında sağlıksız (gözü kör de denir) bir ruh hâli değil midir? Peki sağlıksız bir duyguyla sağlıklı bir beraberlik nasıl kurulur? Depresyon tedavisinde kullanılan bazı ilaçların abartılı aşk duygularını da azalttığını biliyor muydunuz? Saplantı düzeyindeki aşk, bir hastalık bile sayılabilir aslında. Ama modern çağın klişelerinin dayatmasıyla, çoğu gençler aşk evliliğini en büyük hayalleri olarak kabul ederler. Bu kişilerin çoğu, aşık olduklarında karşılarındaki kişinin eksiklerini, uyumsuz yönlerini görmez, o coşkulu duygunun esiri olup mantığı tamamen bir kenara atarak yanlış evlilikler yaparlar. Aşık olmuş birisi için karşısındaki, dünyanın en mükemmel kişisidir, kusursuzdur, onun için yaratılmıştır, o olmazsa hayat boyu mutsuz kalacaktır.

Oysa aşk bir duygu ve duygular da geçici olduğu için bir süre sonra aşk küllenmeye başladığında, önceleri görülmeyen yanlışlar göze batmaya başlar. Coşkuyla başlayan ilişki hüsranla biter çoğunlukla. Aslına bakarsanız, aşık olan için bu denli riskler taşıyan bu duygu, aşık olunan kişi için bile çok rahatsız edicidir. Düşünün; siz öylesine, gelişigüzel bir söz söylüyorsunuz “İnecek var şoför bey!”, aşığınız “Ne hoş bir cümle kurdun” diyor. Siz sıradan gündelik bir davranışınızı yapıyorsunuz, o “Ne güzel içiyorsun çorbayı!” diyor. Böyle olduğundan büyük görülmek insanı rahatsız etmez mi sizce? İlişkinin doğallığını, davranışların içtenliğini öldürmez mi? Zaten o yüzden değil midir ki, çılgınca aşık olunanlar genellikle aşıklarına karşılık vermez, acı çektirir? “Delice sevdim, ömrümü verdim” diye başlayan şarkılar, “O beni sevmedi, kalbini vermedi” diye devam etmez mi hep? Tesadüf değildir bu. Aklı başında hiç kimse, olduğundan büyük görülmek, hak ettiğinden fazla ilgi ve sevgi görmekten mutlu olmaz—kısa süreli bir zevk dışında.

Üstelik bu tip gerçekçi olmayan sevgiler, abartılı hayranlıklar, yöneldiği kişinin zihnine “Ben onun zannettiği gibi mükemmel değilim. Öyle olmadığımı fark ettiğinde ne olacak?” tedirginliğini kazır. Böyle seven, sevdiğini zorlu bir cendereye sıkıştırmıştır aslında. Ve göğe çıkaranlar, hayallerinin gerçek olmadığını görünce ortada bir yerde kalamaz, bu kez de yerin dibine batırırlar sevdikleri(!) kişiyi. Büyük beklentiler büyük hayal kırıklıklarını hazırlar. Siz siz olun, eğer karşınızdaki size olduğunuzdan daha fazla kıymet veriyorsa, sizi olduğunuzdan mükemmel görüyorsa, size sırılsıklam aşıksa, uzaklaşın ondan. Dozunca seven, hatalarınızı da gören, ama iyi yönlerinizin hatırına onları affeden, sizden abartılı şeyler beklemeyen, zorlamayan, destekleyen bir sevgi çok daha güzel değil mi?

TEK BAŞINA DA MUTLU MUSUNUZ?

Meşhur atasözüdür: "İki çıplak bir hamama yaraşır." Yani, iki mutsuz birleşince mutlu olmaz. Tek başına mutluluğu bulamamışsanız, ancak bir başkasına dayanarak mutlu olacaksanız, olmayın daha iyi. Zaten olamazsınız. Üstelik bu dayanma tarzı, o hapşırınca sizin nezle olmanıza yol açacak, fazla dayandığınızda da omuzu ağrıyacaktır. O yüzden, ilk anda size ters gelecek belki ama, eğer bekârken de mutlu, kendi içinde uyumlu bir insansanız, evlenince daha da mutlu olursunuz muhtemelen. Yok eğer bekârlığınız sıkıntılı, problemli, huzursuz geçiyorsa evlenince mutlu olma hülyası kurmanız gerçekçi olmaz. Kendi içinizde bir toparlanma yaşamalısınız evliliği düşünmeden önce. Unutmayın, iyi bir evlilik kötü bir hayatı düzeltmez, ancak düzelmiş bir hayatta iyi bir evlilik yapılır. Bu sözlerimle bazılarının tatlı hayallerini bozuyor olabilirim ama, tüm sıkıntılarının evlenince mucizevî biçimde geçeceğini sanmak maalesef çok düşülen büyük bir yanılgıdır.

Evliliğe bu kadar fazla anlam yüklemek de hem mantıksızdır, hem de riskli. Karşınızdaki de sizin gibi bir insandır; beyaz atlı prens değil. Bu aldatıcı beklentinin uzun vadede en çok görülen sonucu ise -başlarda da dediğimiz gibi- evlilik de mutluluk getirmezse eşini suçlamaktır bu kez. Şu diyalogu o kadar çok yaşadım ki bugüne kadar:

—Çok sıkıntılı ve mutsuzum doktor bey.
—Sebep nedir sizce?
—Eşim. Evlendiğimden beri bana destek olmuyor hiç.
—Bekârken çok mu mutluydunuz?
—Eeee, sorunlarım vardı tabiî. Gençliğimde de tedavi görmüştüm aslında.

Bu gibi kişiler -hayal ve masalların da etkisiyle- evlenince tüm sorunlarının aniden biteceğini bekledikleri için, aynen devam eden sıkıntılar ciddi bir hayal kırıklığını ve öfkeyi de beraberinde getirir maalesef. Oysa, eğer biz değişmezsek, yarın bugünden farklı olmayacaktır. Nikahta sadece keramet vardır; mucize değil. O yüzden, önce siz tek başına da mutlu olmayı öğrenin, sonra evlenin. Mutluluk paylaşıldıkça artar.

KONUŞABİLMEK LÂZIM

Evlilik anlaşmaktır. İnsanlar da konuşa konuşa anlaşırlar, malum. Beğendiğiniz kişi dış görünüşüyle, huyuyla, yaşama biçimiyle size çok uyuyor, ama konuşmaya başladığınızda bir kopukluk oluyorsa dikkat! Dozunda olunca tartışmak bile güzeldir, ama konuşamamak bir felakettir. Onunla konuştuğunuzda zihniniz açılıyor, 1+1=3 ediyorsa, bu çok güzel. Eğer fazla olumlu bir katkı almıyor, ama meramınızı anlatıp onu da anlayabiliyorsanız 1+1=2 ediyor demektir ki, idare eder. Ama -ne kadar seviyorsanız sevin- onunla konuşurken kendinizi anlatamıyor, onun da ne demek istediğini kavramakta zorlanıyorsanız, yani 1+1, 2 bile etmiyorsa işiniz zor. Hayat boyu mimiklerle anlaşamazsınız çünkü. Onunla konuşamazsanız ya kendi kendinize konuşmaya başlarsınız ya da başkalarıyla. İkisi de risklidir.

“Mutlaka evlenin. Anlaşırsanız mutlu olursunuz, anlaşamazsanız filozof.” diyenlere de katılmıyorum. Size muhatap olabilen, zihninizi açan, fikrinizi zenginleştiren biriyle evlenirseniz filozof değil evliya bile olabilirsiniz.

FLÖRT NE İŞE YARAR?

Konuşma deyince akla beraber çıkma ve flört de geliyor. İnsanların birbirlerini tanımak istemeleri çok normal tabiî. Ama flört dönemi, gerçek beraberliği aksettirmez çoğu zaman. Eğer flört, gerçek hayatın aynısı olarak yaşanabilse, belki evliliğin nasıl gideceğine dair ipuçları verebilir, ama bunun da başka bedelleri vardır malûm.

Bildiğimiz anlamdaki flört, yani arada sırada görüşüp gezmek, sohbet etmek ise, aslında gerçek hayatta olunandan farklı bir kişiliğin sergilendiği bir dönemdir. Örneğin kişi günün yirmi üç saati tek başına, sessiz ve sakin bir hayat sürüyor, biriken sohbet ve gezme ihtiyacını günde bir saatlik buluşmalara saklıyorsa, o bir saatte çok konuşkan, canlı, eğlendirici biri gibi davranabilir. Ve çıktığı kişi de canlı, atak, sosyal insanlardan hoşlanıyorsa, onun gözüne hoş görünebilir. Ama iş evliliğe gelince, o hareketli görünen kişinin günde ancak bir saat gezmeye ve sohbete tahammül edebildiği, aslında çok durgun ve sakin bir hayatı sevdiği açığa çıkar ve sürtüşmeler başlar tabiî.

Ben üç-dört yıl flört edip birbiriyle çok iyi anlaşan, ama evlenince birkaç ayda hayal kırıklığı yaşayan nice insanlar gördüm. Evlilik hayatı başlayınca “Reklamları izlediniz, şimdi haberler.” anonsu yapılmış gibi olur.

“Peki, flört bile olmadan evlenilecek kişi nasıl seçilebilir?” diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız bir insanın, karşısındaki kişiyi tanıması o kadar da uzun bir zaman gerektirmez. Yapılan araştırmalar özellikle bayanların, karşılaştıkları kişiyi ilk üç dakika içinde değerlendirip kategorize edebildiğini göstermiştir. Dikkatli bir insan için yüz hatları, mimikler, ses tonu, konuşma biçimi, hatta kullanılan kelimeler bile kişiliğe dair önemli işaretler taşır. Ve özellikle hanımlar bu tip işaretleri çok iyi değerlendirirler.

Meselâ karşınızdaki kişiye “Hava bugün ne güzel, değil mi?” diye sordunuz diyelim. Hepsi de ayrı bir kişilik yapısına işaret eden çeşit çeşit cevaplar alabilirsiniz:

— Gerçekten harika bir hava var, insanın içi coşkuyla doluyor. (Canlı, iyimser.)
— Böyle havaları çok mu seversin? (Karşısındakiyle ilgilenen.)
— Hı hı. (Kontrollü ve ketum.)
— Haklısın, çok güzel, değil mi? (Uyumlu, paylaşımcı.)
— Esas üç gün önce çok daha güzeldi. (Geçmişte yaşayan.)
— Yaa, bu güzel havada eve tıkıldık işte. (Şikayetçi, karamsar.)

Bakın, bir tek cümleden ne kadar çok ipucu çıkartabiliyorsunuz. Yeter ki ona iyi bakın, dikkatli dinleyin ve ipuçlarını değerlendirin. Böylece yakışıklı prensi bulmak için yüzlerce kurbağayı öpmeniz gerekmez.

ONU İYİ TANIYIN

Yukarıdaki konunun devamı olmakla beraber, ayrı bir paragraf olmayı hak eden bir önemi vardır bu bahsin. Bir insanın karşısındakini iyi tanıyabilmesi için bile, önce kendi sıkıntı ve saplantılarından arınması gerekir. Şimdi onu bir düşünün. Nasıl bir insan olduğunu tarif edebilir misiniz? Eğer onun kişiliğini en az on cümle ile tarif edemiyorsanız, onu tanımıyorsunuz demektir. (Ayrıca bu on cümleyi başta hazırladığınız tarifle kıyaslayacağınızı da anladınız tabiî.) Eğer onu tam olarak tanımadığınız halde ondan çok hoşlanıyorsanız, bu sizin farketmediğiniz bir kompleksinizle ilgili olabilir, dikkat edin!

Ne demek istediğimi bir örnekle anlatayım:

Faraza, diyelim ki, siz maddî sıkıntı yaşıyorsunuz. Fena halde zorlanıyorsunuz. Acilen borç para bulmanız lâzım. Ve bu arada bir yazarla tanıştınız. Çok ilginç fikirleri var. Size son çıkan kitabını anlatıyor. Ama siz onun fikirlerini dinlemiyorsunuz bile. Neden? Çünkü aklınız para probleminizde. Bu haldeyken onu ancak şöyle dinlersiniz: “Acaba kitabı iyi sattı mı? Parası var mı? Bana borç verir mi?” Anlattığı fikirleri dinlemezsiniz bile. Sonuçta sizin acil ihtiyacınız, meşgul olduğunuz probleminiz, onu tanımanızı engeller, saatlerce konuşsanız bile.

Aynen bunun gibi; diyelim ki sizin beğenilme, önemsenme konusunda bir kompleksiniz var. İnsanların size hak ettiğiniz ilgiyi göstermediğini düşünüyorsunuz. Bu durumda yalancı ve ahlâksız biri bile size aşırı ilgi gösterse, peşinizden koşsa, sizi göğe çıkarsa, sizi elde etmesi kolaydır. Siz uğraştığınız tek konuda derdinize deva olacağını düşündüğünüz bu kişinin, aslında kolayca fark edilebilecek bir yığın yanlışını fark etmezsiniz. Sonra da “Evlenmeden önce anlayamamıştım onun böyle biri olduğunu.” diye şikayet edersiniz. “Küçücük çocuklar bile karşılarındaki insanın huyunu-suyunu hissedebilirken, siz nasıl oldu da onun bu yönlerini görmediniz?” diye sorulduğunda da “Bilemiyorum, fark etmemişim.” dersiniz.

Aslında cevap açıktır: O yönlerine hiç bakmadınız ki... Sizin ilgilendiğiniz tek bir konu vardı. Saplantınız yani. O yüzden “Önce kendi saplantılarınızı bulup çözmeniz lâzım, doğru seçim yapabilmek için.” diyorum. Ve sonra da duru bir gözle karşınızdakine bakıp onu tanımaya, anlamaya çalışmanız. Eğer karşınızdakinin huyunu-suyunu doğru düzgün tarif edemiyor, size sorulan “Şu şu yönleri nasıl?” sorularına cevap bulamıyorsanız, tekrar bir değerlendirme yapmanız gerekiyor demektir. Bu değerlendirmeyi güvendiğiniz kişilerle beraber yapmanızda da fayda var bence.

BİRKAÇ BİLENE DANIŞIN

Evleneceğiniz kişiyi tabiî ki kendiniz seçeceksiniz, ama fikrine güvendiğiniz kişilere danışmanızın da çok faydasını göreceksiniz. Hele aşık iseniz (yukarıda değindiğimiz gibi), tarafsız yorum yapamayacağınız için olaya üçüncü bir gözle bakan tecrübeli kişilerin yorumlarını da alın mutlaka. Sizi denk ve uyumlu bir çift olarak görüyorlar mı? Tecrübe, sandığınızdan (ve benim de gençliğimde sandığımdan) çok daha önemlidir. Ancak burada da abartıya kaçmamalı, mutlaka son kararı siz vermelisiniz. Hata yapma korkusu veya kararsızlık sebebiyle evleneceği kişiyi anne-babasına veya büyüklerine seçtirenlerin şikayete hakkı olmayacaktır ileride. Sizin yerinize seçim yapacakların da saplantıları olmadığı ne malûm?

Hep söylerim, hayli bağımlı bir toplum olduğumuz ve ilişkilerimizde özerkliğe pek yer vermediğimiz için, iki uç arasında salınıp duruyoruz maalesef. Bir yanda gençlerin kararlarını onların yerine almak, başkalarının hayatını yönetmeye çalışmak, çocuğunu vesayete muhtaç bir aciz gibi görmek yanlışına düşen aileler, büyükler olduğu için; diğer yanda ya boyun eğmiş, sorumluluğunu üstlenmekten korkan ve her işini başkasının aklıyla yapan gençler yer alıyor ya da bu baskıyı reddedip ipleri tümden koparan, tamamen kendi başına davranıp kimseye danışmayan isyankârlar. Orta noktayı bulmak çok mu zor sizce?

Burada özellikle sevdiği kişiyle evlenmesine ailesi izin vermeyen (ya da sevmediği biriyle evlenmesi istenen) gençlere de seslenmek isterim. Aileniz eğer bu dayatmayı bazı saplantıları doğrultusunda yapıyorsa, bununla onları (usulünce) yüzleştirmeyi deneyin. “Anne, sen mutsuzluğunu maddî sıkıntına bağladığın için benim illa ki o zengin çocukla evlenmemi istiyorsun; ama senin esas problemin para değil, babamın seni sevmediğini sanıyorsun. Zaten bak, filanca da zengin, ama hiç de mutlu değil.” gibi.

Eğer siz kendi tercihinizin sizi mutlu edeceğini yeterince ve mantıklı biçimde açıklarsanız, neden kabul etmesinler ki? Kim çocuğunun mutsuz olmasını ister? Ha, eğer “Düşünce biçimleri yanlış, kuşak farkı var, anlamıyorlar.” diyorsanız, yeterince konuşmuyorsunuz demektir. Onlar da sizin gibi genç oldular vaktiyle, siz meramınızı doğru anlatırsanız mutlaka anlayacaklardır. Bu konu üzerinde çok durmamın sebebi, mutlu bir yuva kuracağım diye arkanızda harabeler bırakmanızı istemeyişimdir. O harabe görüntüleri sizin hayalinizde hep yaşar, ne kadar iyi bir evlilik yapsanız da. Sizin iyiliğiniz için söylüyorum yani, aileniz için değil.

ONUN AİLESİ NASIL PEKİ?

“Anasına bak kızını al.” sözü boşuna söylenmemiştir. Hele hele yapı olarak ailesine daha düşkün ve bağlı olan kızların, ailelerinin tarz ve kişiliğinden çok farklı olmaları hayli nadirdir. O yüzden özellikle bir erkeğin, evleneceği kızın ailesini iyi tanıması gerekir. Erkeklerin ise ailelerinden biraz uzağa düşebileceklerini de eklememiz lâzım, her ne kadar “Armut dibine düşer.” ise de.

Aileyi incelerken kişinin anne-babasıyla ilişkilerine de çok dikkat etmek gerekir. Zira psikolojik bir gerçektir ki, kız çocuğunun babasıyla, erkeğin de annesiyle ilişkisi, evlendiğinde de sürdüreceği bir iletişim tarzının temelini atar. Babasıyla mesafeli büyümüş bir kız, eşiyle de mesafeli olacaktır muhtemelen. Annesinin şefkatli ev kadını kimliğini benimsemiş bir erkek, çalışan ya da sosyal yönü kuvvetli bir kadına (sebebini bilemediği halde) tahammül edemez. Babası kendisine aşırı düşkün bir kızın, eşinden de yüceltilme beklemesi veya annesi baskın bir erkeğin pasif bir bayanla mutlu olamaması gibi örnekler de verebiliriz.

Tabii “Ailesine bakın” derken aileler arasında uyumu da değerlendirmek lâzım. Eşler birbiriyle ne denli uyumlu olursa olsun, ailelerle veya aileler arasında yaşanan sürtüşmeler en azından tatsızlık sebebi olacağından, bu konuda da denklik aramakta fayda vardır. “Ailelerimiz anlaşabilir mi? Ben onun ailesiyle uyuşabilir miyim?” diye de sorulmalıdır yani.

DOĞRU ZAMANLAMA

Yanlış zamanda yanlış karar verilir. Eğer bir bunalım dönemi yaşıyorsanız, kesinlikle hayatınızı bağlayacak önemli bir karar vermeyin. Zira denize düşen yılana sarılır. Biz, depresyon gibi sıkıntılı dönemlerdeki hastalarımızı mutlaka uyarırız: “Şu an sağlıklı değerlendirme yapamayabilirsiniz. Kendinizi toparlayana kadar önemli bir karar almayın.” Öylesi bunalım dönemlerinde öncelikler değişir, çünkü ve sağlıklı düşünmek pek mümkün olmaz. Depresyonda iken yaşadığı keyifsizliğin etkisiyle çok hareketli, neşeli birisine aşık olup evlenen bir hastam, düzeldiğinde “Ben bu havai, boşboğaz insanla nasıl yaşarım?” demeye başlamıştı. Evdeki huzursuzluktan kurtulmak için ilk çıkan kısmete evet diyen kızlarımızın, çok yanlış seçimler yaptıkları ve daha büyük sıkıntılara düştükleri de yine çok gördüğüm bir örnektir. "Yağmurdan kaçan doluya tutulur." genellikle.

KAÇ YAŞINDA EVLENMELİ?

Zaman deyince, uygun evlenme yaşı da çok önemli bir konudur. Cinslere göre konuşursak, erkek, yapı olarak daha geç olgunlaşır. Bu, fizyolojik olarak da bilinen bir gerçektir. Bunu bazı şovenist erkekler “Erkek olmak zor bir iştir.” diye yorumlarlar. Şaka bir yana, erkeğin evlilik sorumluluğunu üstlenecek kıvama gelmesi yirmi beş yaşındaönce zordur gerçekten de. Hele bizim gibi bağımlı özellikleri olan, gençlerin bile çocuk muamelesi gördüğü bir toplumda, bu yaşı otuza bile taşıyabiliriz. Ancak geç evlenmenin erkekler için bazı hatalara düşme riskini arttırdığını da unutmamak lâzım.

Bayanlar ise çok daha erken dönemlerden itibaren evlilik ve anneliğe hazır gibidirler. Dolayısıyla günümüzde genel kabul gören ortalama olan yirmi yaş civarı mantıklı sayılır. Tabii bu yaşı eğitim vb sebeplerle biraz ileriye almak da mümkündür, ama kişilik fazla kemikleşmeden evlenmekte de fayda vardır bayanlar için.

Zira evlilik bir ölçüde elastik olmayı, uzlaşabilmeyi, gereğinde taviz verebilmeyi gerektirir. Yaş fazla ilerlemiş, yaşama tarzı oturmuş ise, karşısındakine uyum sağlamak güçleşecektir. “Bunca yıllık huyumu değiştiremem ki!” İdeal olanı, erkeğin sorumluluk üstlenecek, gerektiğinde eşine yol gösterecek bir olgunluğa eriştiği yirmi beş-otuz yaşlarında, bayanın da kendini ve hayatı tanıyıp fazla da kişiliği kemikleşmeden yirmi yaşlarında yapacağı evliliktir. Arada beş-on yaş fark olması da tavsiye edilir zaten; özellikle ileriki yıllar açısından.

DÖRT DÖRTLÜK OLMALI MI?

Yukarıda anlattıklarımız iyi bir evlilik yapabilmek için dikkate alınması gereken (bazı) faktörlerdir. Bu saydıklarımızın hepsinden tam not almak zorunda değilsiniz elbette ama, hepsini dikkate almanız sizin yararınızadır. Bu dünya cennet olmadığına göre ve birçok peygamber bile evliliğinde sorunlar yaşadığına göre, mükemmel, kusursuz bir uyum arzulamak fazla iyimserliktir tabiî ki.

Evlenmek için illa da karşınıza dört dörtlük birisinin, bir masal kahramanının çıkmasını beklemeyin. ”Onun busu eksik, bunun şusu fazla” derken sonunda eli böğründe kalıp hiç olmayacak biriyle evlenenler çoktur. Dört dörtlük uyum deyince şu soruyu sorasım geldi: “Dünyanın bir yerinde aynı sizin gibi, fiziğiyle, huyuyla tıpatıp size benzeyen birisi var.” desem inanır mısınız? İnanmazsınız tabiî. Çünkü insanlar, hiçbiri diğerinin aynı olmayacak bir çeşitlilikle yaratılmışlardır. En benzer dediğimiz kişilerin bile, biraz dikkat ettiğimizde pek çok farklılıklarının olduğunu görürüz.

Peki o zaman şu soruyu sorayım: “Dünyanın bir yerinde tıpatıp sizin hayalinize uyan birisi var.” desem inanacak mısınız? Buna da inanmayın. Hayaller, idealler, yıldızlar gibidir. Onlarla yolumuzu buluruz ama, onlara ulaşamayız. Onların gerçekleşme yeri başka diyardır. Bu dünyada bulabildiğiyle yetinmek de bir fazilettir. İsterseniz formüle edelim: Dört dörtlük beklemeyin, dörtte ikiye de razı olmayın; dörtte üçü hedefleyin.

SÖZLEŞME YAPIN

Eğer tüm bu muhasebeler sonunda evlenme kararı alınmışsa, bu kararın şartlarını kağıda dökmenizi tavsiye ederim. (Sadece ben değil, tüm evlilik terapistleri tavsiye eder bunu.) Evlilikte uyulacak kurallar, hangi konularda kimin nasıl bir fedakârlık yapacağı, kimin neyden sorumlu olacağı, hatta hangi şehirde yaşanacağı gibi konuların bile yazılı anlaşma hâline getirilmesinde fayda vardır. Böylece evlilik sırasında olabilecek sürtüşmelerde “Benim dediğim mi olacak, senin dediğin mi?” tartışmaları yaşamazsınız. “Burada yazdıklarımız olacak. Ne söz vermiştik? Bak, altında imzamız bile var.” Ama bunun faydası sadece evlilik süresince çıkan problemlerin çözümüne yardım da değildir. Bence esas, çıkabilecek problemleri önceden görmeye ve belki de kötü bir evliliği engellemeye veya baştan düzeltmeye yarar; doğru karar vermeyi kolaylaştırır. O heyecanlı dönemin coşkusu içinde size önemsiz gibi gelen ve “anlaşarak hallederiz, bir yolunu buluruz” denilen nice gizli uyumsuzluk bu esnada açığa çıkabilir.

Meselâ ailelerle ilişkinin düzeyi, edinilecek malların nasıl kullanılacağı, çocuk bakım ve eğitiminde eşlerin payları, özel ilgilere ne kadar zaman ayrılacağı, hatta televizyonda ne seyredileceğine kadar yazın bakalım. Hiç tahmin etmediğiniz kaytarmalar, itirazlar olabilir. Olmuyor mu? Hemen evlenin o zaman. Allah bir yastıkta kocatsın.

Beraber gezme konusuna gelince, sözlü veya nişanlı bile olsak nikahlanmadıkça karşı cinsle bir yerde beraber kalamayız. Yanımızda mutlaka üçüncü bir şahsın bulunması gerekir. Bu noktadan nikah düşen kişilerle kapalı bir yerde yalnız kalma ve el ele tutuşmak doğru değildir.


14 Mayıs 2023 Pazar

Secdede Türkçe dua edilebilir mi?

   
Soru Detayı

- Farz namazlarda duanın ölçüsü nedir?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hanefilere göre Resulullah (asm)'dan gelen şekilde dua etmek sünnettir. Çünkü sünnette olan duaları okumak daha faziletlidir.

Hanefilere göre, bir kimsenin namazı esnasında insanların alalade sözlerine benzeyen sözler ile dua etmesi caiz değildir. Mesela, "Allah'ım bana şunu ver, bunu ver." demek gibi. Yahut insanlardan elde edilmesi mümkün olmayan: "Allah'ım bana falanca hanımı ver." demek gibi. Bu tahrimen mekruhtur.

Hanefiler bu konuda şu hadise dayanmaktadır:

"Bu namazda insanların sözlerinden bir şey söylemek caiz olmaz. Namaz ancak bir tesbih, tekbir ve Kur'an okumaktır." (Müsned, 5/447-448; Nesaî, Sehv, 20; bk. Müslim, Mesâcid, 35; Ebû Dâvûd, Salât, 174)

Hanefiler dışındakiler ise, namazda insan sözlerine benzeyen sözlerle dua etmeyi caiz görmüşlerdir.

Hanefiler şöyle demişlerdir: Arapça'dan başka dillerde dua etmek haramdır. Fakat Ebu Hanifeye göre namazla ilgili zikirler Arapça'dan başka dilde yapılırsa, İmameynin hilafına tahrimen mekruh olmakla birlikte caiz olur.

Şafiilere göre Arapça bilmeyenler, özürleri sebebiyle ve aciz oldukları için, mendup olan dua ve zikirleri kendi dillerine tercüme edebilirler. Ancak gücü yetenlerin bunu yapmaları caiz değildir. Çünkü özürleri yoktur.

Hanefiler, Hz. Huzeyfe'den gelen şu hadis uyarınca secdede "Sübhane rabbiyel a'la" duasını okurlar. Huzeyfe (r.a) diyor ki:

"Hz. Peygamber rükuunda 'sübhane rabbiyel azim'; secdesinde de 'sübhane rabbiyel a'la' derdi." (Ebu Davud, II/30).

Kaç defa söylenileceği hakkında da ölçü alınan hadis şudur: Abdullah b. Abbas bildiriyor:

"Sizden biriniz rükû yaptığı zaman, üç defa 'sübhaneke rabbiyel azim' desin. Üç, tesbihin en az miktarıdır. Secde ettiği vakit de üç defa 'sübhâneke rabbiyel a'lâ' desin; bu, tesbihin en azıdır." (Ebu Davud, II/40).

Ancak Rasûlüllah'ın secdelerinde bunun dışında da değişik dualar yaptığı bir gerçektir. Örneğin;

"Sebbih isme rabbikel a'lâ";
"Sübhâne rabbiyel a'lâ ve bihamdih";
"Subbuhun, kuddusün, Rabbul melâiketihî ve'r-rühi";
"Sübhâne zil-ceberüt vel-meleküt, vel-kibriyâi velazameh";
"Allâhümme Rabbenâ ve bihamdike, Allâhümmeğfirlî";
"Allâhümmeğfirlî zenbî küllehu diggahu ve cillehu ve evvelehu ve âhirehu alaniyetehu ve sırrahu";
"Eüzu bi rıdâke min sehatike ve eüzu bimuâfâtike min ukûbetike ve eûzu bike minke lâ ahsî senâen aleyke, ente kemâ esneyte alâ nefsike"

gibi duaları, Hz. Peygamber (asm) secdelerinde okurdu. (Ebu Davud, II/28-35).

Hanefi Mezhebi'ne göre kişi secdede, hadiste rivayet edilen tesbihlerden başkasını söylemesi uygun değildir.

Secdede “Sübhane rabbiyel ala” demek sünnettir. Bu nedenle bu duayı terk eden sünneti terk etmiş olur. Namazı geçerlidir. Ancak sünnet sevabından mahrum kalır.

Secdedeyken, özellikle sünnet ve nafile namazlarda istediğiniz kadar ve istediğiniz şekilde dua edebilirsiniz. Ancak farz namazlarda diğer farzları geciktirme söz konusu olacağı için, vacibi terk etmekten dolayı sorumlu olursunuz ve sehiv secdesi gerekir.

En güzeli yukarıda verdiğimiz duayı üç defa söylemektir. Nafile namazların secdesinde ise serbest olarak istediğiniz gibi dua edebilirsiniz.

Farz namazlarda duanın ölçüsü:

- Namazın teşehhüdünde “et tahiyyatu, allahümme salli, allahümme barik, Rabbena atina ve rabbenağ firli” dualarının dışında başka dualar okunabilir mi?

Dualarda efdal olanları bunlardır. Bu bakımdan halkın sözlerine benzer tarzda dua yapmak veya halktan istenilmesi her zaman için mümkün olan şeyleri arzulayarak bazı sözlerle duada bulunmak uygun değildir. Buna bir örnek verelim:

«Allah'ım! beni falan kızla evlendir...»,
«Benim tarla bahçeme su indir...» gibi.

İşte bu tür sözlerle dua etmek doğru değildir. Hatta caiz olmadığını söyleyenler var ki, sahih olan da budur. (El-Ayni, Şerh-i Hidâye - Fetavâ-yi Hindiyye.)

Duada bu ölçüyü dikkate alanlara göre, «Allah'ım! Bana çok mal ver.» derse, namazı bozulur. «Allah'ım! Bana ilim ve hac nasîb eyle.» derse, namazı bozulmaz. Çünkü birincisi halk sözlerinden birdir.

Bunun için sünnete uygun duaları ezberleyip okumak daha uygundur. Dilin başka bir söze kaymasını önler. (El-Velvaliciyye / Abdürreşid – Tatarhaniyye.)

Ancak bu konuda genel kaideyi unutmamak gerekir:

Teşehhüde oturduktan sonra, yani «Et-Tahiyyat’ı» okuduktan veya onu okuyacak miktar oturduktan sonra, halkın sözüne benzer anlam ve ölçüde yapılan dualar namazı bozmaz, ancak kişi böyle yapmakla namazdan çıkmış olur. Son farz olan Teşehhüd miktarı oturmak gerçekleştiği için, namazın bozulması söz konusu değildir. Bu miktar oturmadan belirtilen anlam ve ölçüde duâ yapacak olursa, o takdirde namazı bozulmuş sayılır. (Et-Tebyin / Zeylaî - Fetava-yi Hindiyye.)

Rivayet yoluyla sabit olan dualardan biri de, Ebu Bekir Sıddîk (R.A.)'den nakledilenidir:

Resûlullah (A.S.) Efendimiz, namazda okumam için bana şu duayı öğretti:

«Allahümme, innî zalemtu nefsî zulmen kesîren ve innehu lâ yağfîru'z-zünube illâ ente, fağfir lî mağfireten min indike verhamnî inneke ente'l-ğafuru'r-rahîm.»

Türkçe anlamı:
«Allah'ım! Ben kendime çok haksızlık ettim. Doğrusu günahları ancak sen bağışlarsın; beni bağışla, kendi katından bir bağışlamayla beni mağfiretine erdir. Bana merhamet et. Çünkü ancak sen hem Ğafur'sun, hem Rahîm'sin,»

Büyük sahabi İbn Mes'ud (R.A.) de daha çok şu duayı tavsiye etmiştir:

«Allahümme innî eselüke mine'l-hayrî küllihî, ma alimtü minhu vema lâ a'lemu ve euzu bike mine'ş-şerrî küllihî ma alimtu mînhu vema lâ a'lemu. »

Türkçe anlamı:
«Allah'ım! Bildiğim, bilmediğim bütün hayırları senden dilerim. Bildiğim ve bilmediğim bütün şer ve kötülüklerden sana sığınırım.»

Et-Tahiyyat ve bazı dualardan sonra şu duayı da yapmak müstehabdır:

«Rabbî'c'alnî mukîme's-salâtî ve mîn zürriyyetî Rabbenâ ve tekabbel duaî. Rabbanâ, iğfir lî veli valideyye ve lil mü'minîne yevme yekumu'l-hisab.»

Türkçe anlamı:
«Rabbimiz! Beni de soyumu da namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamızı kabul buyur. Rabbimiz! Beni, anamı-babamı ve bütün müminleri insanların hesaba kalkacakları gün bağışla.»

(bk. Celal YILDIRIM, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Uysal Kitabevi: 1/263-265; Prof. Dr. Vehbe Zuhayliİslam, Fıkhı Ansiklopedisi)

https://sorularlaislamiyet.com/secdede-turkce-dua-edilebilir-mi-farz-namazlarda-duanin-olcusu-nedir

13 Mayıs 2023 Cumartesi

MÜZÂYEDE


Arttırma, başkasına karşı bir şeyin fiatını arttırma "Fâele" babından "zâyede" fiilinin masdarıdır.

Müzâyede bir satış akdi olup iki çeşittir. Biri Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından benimsenmiş ve bizzat uygulanmış diğeri ise yasaklanmıştır.

Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre, Ensârdan biri Hz. Muhammed(s.a.s.)'e gelip dilenmiş, O'ndan bir şeyler istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s.); "Evinde hiç birşey yok mu?" diye sorunca, adam, bir çul ile bir kap olduğunu söylemiş. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in emri üzerine adam onları getirmiş. Rasûlüllah (s.a.s.), çul ile kabı eline alarak; "Kim bunları satın alacak?" dedikten sonra, ashaptan biri: "Ben onları bir dirheme alacağım" demiş. Peygamber (s.a.s.) iki üç defâ; "Kim arttıracak? Artıran yok mu?"dedikten sonra bir başka sahabi iki dirhem vereceğini söylemiş. Hz. Peygamber (s.a.s.) malı ona satıp, parayı Ensâriye vermiş ve bu paranın bir kısmı ile evine yiyecek almasını, diğer kısmı ile bir balta alıp getirmesini emretmiştir. Adam baltayı alıp getirdikten sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi eliyle baltaya bir sap takmış ve adama onunla odun kesip pazarda satmasını söylemiş; bu şekilde rızkını kazanmasının dilenmekten daha hayırlı olduğunu buyurmuştur (Ebu Davud, Zekât, 26).

Bu hadiste görüldüğü şekilde Hz. Muhammed (s.a.s.) müzâyede (açık artırma) yolu ile alış veriş akdini benimsemiş ve kendisi bunu tatbik etmiştir.

İslâm âlimlerinin çoğunun görüşüne göre, müzâyedeli satışlarda fiyat süren yani arttırma yapan kişi verdiği sözüne bağlıdır; teklif ettiği fiyattan dönemez. Mal sahibi ise muhayyerdir. İsterse satar, istemezse satmaz. Ancak satıcı veya onun yerine malı pazarlayan kişi "sattım" dediği zaman açık artırması yapılan mal son teklif edilen fiyat üzerinden son arttırmayı yapan kişiye satılır. Bu mal daha az ücret teklif edene satılabilir diyen alimler olmuşsa da, tercih edilen görüşe göre ihâleyi, daha az verene devretmek mümkün değildir. En fazla ücreti kim vermişse veya ihâlede satıcı en son hangi ücret teklifi için malı "sattım" demişse, ihâle ona yapılır. Makbul olan bu görüşe göre ikinci teklif birinci teklifi iskât eder. Bağlayıcı olan teklif, en son yapılan tekliftir (Ebu Abdillâh el-Hattâb, Mevâhibu'l-Celîl Şerhu Seyyidi Halîl, Mısır 1308, IV, 237).

Bu çeşit müzâyedede açık arttırmaya katılan müşterilerden birinin, diğerini herhangi bir şekilde ikna edip müzayededen çekilmelerini veya belli bir fiyattan arttırmamalarını sağlayarak malı istediği fiyata alması câiz değildir. Mal sahibi bunun farkına vardığı zaman dilerse bu alış veriş akdini kabul eder; dilerse akdi bozar, malını geri alır. Eğer mal elden çıkarılmışsa, mal sahibi onun gerçek değeri üzerinden ücretini alır (Abdullah el-Hırşî, Şerhu Muhtasari Seyyidi Halil, Mısır 1316, V, 83).

Hz. Peygamber(s.a.s.)'in benimsemediği ve İslâm dininin yasakladığı müzâyede ise iki kişinin arasında yapılan akdi bozmak için yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının satın alıp henüz teslim almadığı malı daha cazip bir fiyatla almaya kalkışmaktır. Bu, iki kişinin pazarlığı sırasında müşterinin, satıcının istediği fiyata razı olmasından sonra başka bir müşterinin gelip birincinin yaptığı pazarlığa müdahale etmesi, aynı fiyata veya fazlasına malı satın alması şeklinde olmaktadır. Bu türlü muameleler, İslam'da hoş karşılanmamış, mekruh kabul edilmiştir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurmuştur:

"Bir kimse din kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık ve evlenme teklifi üzerine teklif yapmasın" (el-Buhârî, Büyû' 58, Nikâh, 45; Ebu Davûd, Nikâh, 17).

Bu hususla ilgili diğer bir hadis de şöyledir:

"Bir müslüman, diğer müslüman kardeşinin alış verişine müdahale etmesin" (Müslim, Büyû', 9).

Bu hadislerde yasaklanan müzâyede, fiyatı arttırarak veya başka herhangi bir yolla satılmakta olan malı ele geçirmeyi ifâde ettiği gibi; pazarlığa müdahale ederek, müşteriye başka mal gösterip ona satmayı da kapsamaktadır. Bu türlü muameleler de, aynı şekilde dinimizce yasaklanmıştır.

Bir de İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s.), "neceş* "i de nehyetmiştir (el-Buhârî, Büyû, 60; İbn Mace, Ticâret, 14; el-Muvatta', Büyû, 97).

İslâm hukukunda mal sahibinin birisi ile anlaşarak malın fiyatını yükseltmek maksadiyle onun fiyatı arttırmasını sağlamasına "neceş" veya "münaceşe" denir. Bu durumda, mal sahibi ile anlaşarak açık arttırmaya giren kişi satın alma niyetini taşımamakta; pazarlığı kızıştırmak, fiyatı artırmak ve müşterileri kandırmak için müzayede'ye (açık arttırmaya) katılmaktadır. Bu türlü hareketler de, İslâm'ın yasakladığı hususlardır. Bu gibi akitlerin câiz olup olmadığı hususunda âlimlerin farklı ictihadları vardır. Cumhurun (fakihlerin çoğunluğunun) görüşüne göre bu akit câizdir. Ancak işe hile karıştırıldığı için satıcı ve alma niyeti olmadığı halde artıran kişi günahkâr olur (İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, V,.239; Halid İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid Nihâyetü'l-Muktesid, II, 136; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi', V, 232; Mansûr Ali Nâsıf, et-Tac el-Camiu'l- Usul, II, 207).

İslâm dininin benimsemeyip reddettiği müzâyede türü hile ve aldatma ile yapılanıdır. Rasulullah (s.a.s), "Hile yapan cehennemliktir. Bizim sünnetimize muhâlefet edip yanlış hareket edenin ameli batıldır" (Buhârî, Büyü', 60) buyurarak, müzâyede ve benzeri durumlarda hile yapıp haktan ayrılanları tenkit etmiştir.

Diğer bir hadiste de "Bizi aldatan, bizden değildir" (Müslim, İmân, 146; et-Tirmizî, Büyû', 72; Ebu Davud, Büyû', 50; İbn Mace, Ticâret, 36) buyurmuş ve her türlü aldatmayı reddetmiştir.

Diğer çeşitli muamelelerde olduğu gibi, burada söz konusu olan bazı müzâyedelerin yasaklanması, kişilerin hak ve hukukunu korumaya yöneliktir. İslâm dini, hiç bir tarafın zarara girmesine rıza göstermez. Onun için, Rasulullah alıcı veya satıcının mağduriyetine sebep olabilecek her türlü muameleyi hoş karşılamamış ve yasaklamıştır.

12 Mayıs 2023 Cuma

Vefa nedir?


Vefa nedir? Vefasızlık ne demek? Vefa kimlere gösterilir? Vefa gösterilecek dört kısım insan.

Vefâ, dostluk ve muhabbette sebat etme, sevgide süreklilik, bağlılık ve sadâkat... Sözünde durma, verilen sözü yerine getirme mânâlarına gelir.

Vefâ kelimesi, minnettarlık, sadâkat ve istikâmet gibi vasıfların hepsinde bir kumaşın iki yüzünden biri olmak gibi berâberlik ve hattâ bazen ayniyet ifâdesi taşır. Bu temel bakış açısından, îmânın îcâb ettirdiği her tavır ve hareket, aynı zamanda bir vefâkârlık ifâdesi taşıdığı gibi, bu tavır ve hareketlerin aksi de “vefâsızlık” olarak kabûl edilir.

Vefâ, peygamberlere, velîlere ve fazîlet sahibi kimselere âit bir vasıf olarak beşerî hayâtı en yüce bir seviyede taçlandıran mânevî bir sıfattır. Bu itibarla bazı müfessirler İslâm’ı, dil ile ikrarla beraber hem kalb ile tasdik, hem Allâh Teâlâ’ya bütün kazâ ve kaderinde teslimiyet ve hem de bir vefâ olarak târif etmişlerdir.

VEFA KİMLERE GÖSTERİLİR?

Denilebilir ki bütün peygamberler, bir bakıma beşeriyete vefâyı en yüksek seviyede tâlim eden rehberlerdir. Allâh Teâlâ’nın muhabbetine nâil bir kul olabilmek için, hidâyet rehberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefâ hususunda koyduğu düsturları gönlümüzün en müstesnâ ölçüleri hâlinde yaşamak zarûreti vardır. Bunları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a vefâ:

İlk ünsiyet ve onun netîcesi olan vefâ, Allâh’adır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, ezelde yarattığı ruhlara:

“…Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Buyurdu. Onlar da:) Evet (Sen bizim Rabbimizsin!)...” (el-A’râf, 172) diyerek ikrarda bulundular.

Bu ikrar hususu, Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyetini ve insanların kulluğunu kabullenmeyi ifâde eden bir ahitleşmedir. Bunu kabûl eden, ikrârında sadâkat gösterip kulluğunu hayâtı boyunca en güzel şekilde devâm ettirmekle vefâkârlık göstermiş olur. Çünkü bu vefâkârlık için sâdece ikrar kâfî değildir. Bu kabullenişin doğurduğu bir takım aklî ve vicdânî mükellefiyetler vardır. Bunlar da Allâh’ın emirlerine riâyet ve nehiylerinden kaçınmaktır.

2. Hz. Peygamber’e vefâ:

Allâh’a karşı vefâdan sonra en ulvî ve en gerekli vefâ, Âlemlerin Efendisi olan Hazret-i Peygamber’e -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müteveccih olandır. Bu vefâ, «ümmetî, ümmetî» diyerek Cenâb-ı Hakk’a tazarrû ve niyazlarında öncelikle ümmeti için talepte bulunan Peygamberdir.

Peygamber’e sevgi ve muhabbette derinleşmekle başlayacak olan bu vefâ, onun sünnet-i seniyyesi etrafında pervâne olabilmekle mümkündür. O yüce Peygamber ki, bizi Allâh’a götüren, hayat ve ölüm karşısında irşâd ederek sonsuz saâdet yollarını aydınlatan yegâne kandilimiz olmuştur.

3. Din büyüklerine vefâ:

Her mü’min din büyüklerine karşı da vefâ hissiyle dolu olmak mecbûriyetindedir. Allâh ve Rasûlü’nün getirdiği emir ve nehiyleri, güzel ahlâkı ve iki cihânımızı aydınlatan ulvî kandilleri bizlere taşıyan İslâm büyükleridir. Cemiyetler, onların irşâd ve tâlimleriyle istikâmetlenir ve mânevî âlemlerini tezyîn ederek istikbâle yürürler.

4. Ana-babaya ve hısım-akrabâya vefâ:

Ana-baba hakkı, üzerinde en çok durulan hususlardandır. Onlara hizmet, güzel söz ve ikram, bilhassa yaşlandıkları zaman evlâdların en büyük vefâ borcudur. Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’a ibâdetten sonra ana-baba sevgisi ve hizmeti telkîn edilmektedir.

https://www.islamveihsan.com/vefa-nedir-kimlere-gosterilir.html/amp

11 Mayıs 2023 Perşembe

Adak nedir, dindeki yeri nedir?

 Adak nedir, dindeki yeri nedir?
Arapça’da nezir (nezr) diye ifade edilen adak, fıkıh dilinde, “bir kimsenin dinen yükümlü olmadığı halde ibadet cinsinden bir şeyi kendisi için vacip kılması”nı ifade eder. Diğer bir deyişle “kişinin sorumlu olmadığı halde farz veya vacip cinsinden bir ibadeti yapacağına dair Allah Teâla’ya söz vererek o ibadeti kendisine borç kılması”dır (Mevsılî, el-İhtiyâr, III, 445).
Kur’an-ı Kerim’de, verilen sözde durulması, ahde ve akitlere bağlı kalınması (Mâide, 5/1; İsrâ, 17/34), Allah’a verilen sözün tutulması (Nahl, 16/91) emredilir ve yapılan adakların yerine getirilmesi istenir. Ayrıca kişinin yaptığı adağa uygun davranması iyi kulların vasıfları arasında sayılır (İnsân, 76/7). Hadislerde de Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah’a itaat kabilinden adakların yerine getirilmesini emretmiş, Allah’a isyan veya mâsiyet kabilinden olan konularda adakta bulunulmamasını, şayet yapılmışsa buna uyulmamasını istemiştir (Buhârî, Eymân, 28, 31; Müslim, Nezir, 8; Ebû Dâvûd, Eymân, 22). Dolayısıyla adağın yerine getirilmesi Kitap, Sünnet, icma ve akıl deliliyle sabittir (Kâsânî, Bedâi‘, V, 90).
Âlimler, hiçbir dünyevî menfaat ummadan sırf Allah’ın rızasını kazanmak, O’na şükretmek için adak adanmasında bir sakınca bulunmadığı görüşündedirler. Kişinin Allah’ın takdirinin değişmesine vesile olması dileğiyle, dünyevi amaçlarla belli şartlara bağlı olarak adakta bulunması ise doğru karşılanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamberin (s.a.s.) “Adak, (Allah’ın takdir buyurmuş olduğu) hiçbir olayı geri çevirmez. Sadece cimrinin malını eksiltmiş olur.”; “Adak bir şeyi ne ileri alır ne de geri bırakır…” (Buhârî, Eymân, 26; Müslim, Nezir, 2) anlamındaki hadislerinden, şarta bağlı adakta bulunmayı hoş karşılamadığı anlaşılmaktadır.
İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere bazı fakihler yukarıdaki hadislere dayanarak nasıl olursa olsun adak adamanın mekruh olduğu görüşündedirler (Nevevî, el-Mecmû‘, VIII, 450; İbn Kudâme, el-Muğnî, XIII, 261).
Bununla birlikte, Allah’a isyan ve mâsiyeti içermediği sürece, hangi grupta yer alırsa alsın, adakta bulunulduğunda yerine getirilmesi dinen vacip görülmüştür (Kâsânî, Bedâi‘, V, 82).

10 Mayıs 2023 Çarşamba

Dua ederken "ben" diyerek mi yoksa "biz" diyerek mi dua etmek efdal? Yani mesela "Allah'ım beni koru." mu daha hayırlı, yoksa "Allah'ım bizi koru." mu?..


Bir kimse istediği şekilde, istediği lisan ile dua edebilir. Bu nedenle her iki şekilde de dua etmesinin bir sakıncası yoktur.

Ancak dua umumi olursa, kabul olma ümidi daha fazladır. Bunun için "ben" yerine "biz" demek gerekir. Bizleri denince, bütün Müslümanları ve bütün kainatı içine alır. Ayrıca Müslümanların içinde birinin duası kabul olunca, diğerlerininki de onun hürmetine kabul olur. (İmam-ı Razi; Nursi, Mektubat, 279)

Dua ederken "biz" diyen bir kimse, bu duasının içine şunları da katmış olacaktır:

a. Akıl, kalp, sır gibi ruhumuza ait bütün özellikleri; el, dil, göz gibi bedenimize ait bütün organları ve bunlarda bulunan trilyonlarca hücreyi ve atomları ifade etmiş olur. Çünkü insan küçük bir kainattır denilebilir.

b. Duasına yeryüzünde bulunan bütün müminleri, hatta Adem aleyhisselamdan kıyamete kadar gelmiş gelecek bütün iman ehlini duasının içine almış olur.

c. Canlı cansız her şey Allah'ı tesbih eder, Ona ibadet eder. Bu açıdan duasında biz diyen bir Müslüman, kanitatta yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyi duası içine almaktadır.

Öyleyse dualarımızı "biz" diyerek yapmak daha iyidir. Böylece hem onları duamıza ortak yapmış hem de onların dualarına da ortak olmuş oluruz.

Bu bakımdan dua ederken, "Bizi" denmeli ve duaya salevat-ı şerife ile başlayıp yine salevat-ı şerife ile bitirmek sünnettir. Allah Teâlâ, salevat-ı şerifeyi kabul eder. Duanın başı ve sonu kabul olunca ortasının kabul olmaması düşünülmez. Peygamber Efendimiz (asm),

"Allah Teâlâ'ya günah işlenmeyen dil ile dua edin." buyurunca, eshab-ı kiram, böyle bir dili nasıl bulacaklarını sual ettiler. Resul-i Ekrem (asm) Efendimiz,

"Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir." buyurdu. Hele dua, mümin kardeşimizin gıyabında yapılırsa, duanın kabul olma ihtimali daha fazlalaşır.

https://sorularlaislamiyet.com/dua-ederken-ben-yerine-biz-demek-dua-ederken-ben-diyerek-mi-yoksa-biz-diyerek-mi-dua-etmek-efdal 

9 Mayıs 2023 Salı

Nişan sırasında kıyılan nikâh, nişanın bozulmasıyla sona erer mi?

 Nişan sırasında kıyılan nikâh, nişanın bozulmasıyla sona erer mi?
Evlilik ciddî bir müessesedir. Evlenmek isteyen kimselerin öncelikle resmî muamele yaptırmaları, sonra halk arasında “dînî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmaları uygun olur.
Bununla birlikte, evlenmek üzere nişanlanan kimselerin şartlarına uygun olarak yaptıkları nikâh akdi de dinen geçerlidir. Bu durumdaki bir kadın, nikâhlandığı kimsenin dînen eşi olduğundan, kocası kendisini boşamadıkça bir başka erkekle evlenemez.
Daha sonra kız fiilen bir araya gelmekten vazgeçer, fakat erkek onu boşamazsa, dinen nikâh devam eder. Bu durumda yapılacak şey, bir şekilde erkeğin boşamasını sağlamak, bu yapılamadığı takdirde, hakemler aracılığıyla aralarını tefrik etmektir. Böyle bir durumda erkeğin, sırf kadına zarar vermek amacıyla kadını boşamamakta ısrar etmesi dinen doğru değildir (Bakara, 2/231).
Dolayısıyla söz konusu olayda öncelikle sözü dinlenir, ilim ve fazilet sahibi bir kişi, karı-koca arasını ıslaha çalışmalı; bu mümkün olmazsa boşamamakta direnen kocaya bu tutumunun hiçbir yarar sağlamadığını, böyle bir nikâha son vermesi gerektiğini, nikâhın karşı tarafa zarar vermek amacıyla kullanılamayacağını, bunun İslam’ın ruhuna aykırı olduğunu anlatarak erkeğin boşamasını sağlamaya çalışmalıdır.
Buna rağmen erkek boşamamakta ısrar ederse, kadın ve erkeğin aileleri bu konuda bir sonuca varmak üzere birer hakem seçerler. Ailelerden biri direnir, hakem seçmezse karşı taraf onun yerine adil ve tarafsız bir hakem seçebilir.
Seçilen hakemler öncelikle arabuluculuk yaparlar. Lüzum ve zaruret bulunduğunda kocanın rızası olmasa bile ayrılmalarına karar verebilirler. Böylece taraflar arasında nikâh bağı sona ermiş olur.

8 Mayıs 2023 Pazartesi

Kendisine dünür gidilip de karar aşamasında olan ya da söz kesilen bir kadına bir başkası evlilik teklifinde bulunabilir mi?

Kendisine dünür gidilip de karar aşamasında olan ya da söz kesilen bir kadına bir başkası evlilik teklifinde bulunabilir mi?
Nişanlı olan çift arasında nikâh gerçekleşmemiş ise, bu nişan bozulmadıkça veya erkek tarafı söz konusu nişanlı kızla artık ilgilerinin kalmadığı ve herhangi bir kimsenin buna talip olmalarına karşı çıkmayacakları zımnen de olsa anlaşılmadıkça başka bir Müslümanın bu kıza talip olması mekruh kabul edilmektedir. Nitekim konu ile ilgili hadiste “Sizden biri sakın Müslüman kardeşinin (…) dünür gittiği birine talip olmasın.” (Buhârî, Nikâh 46; Müslim, Nikâh, 6) buyrulmuştur. Aksi yönde davranış erkek tarafına haksızlık ve hakaret sayılabileceğinden taraflar arasında husumete sebep olabilir (Şafiî, el-Ümm, V1, 106-109; İbn Kudâme, el-Muğnî, IX, 567; İbn Âbidin, Reddü’l-muhtâr, V, 221).
Dinen sakıncalı ve günah bir davranış olmakla birlikte bu duyarlılığa dikkat etmeden devreye giren ikinci kişilerle yapılan nikâh geçerlidir.

7 Mayıs 2023 Pazar

Nişanlıların rahat görüşebilmek için nikâh kıymaları uygun mudur?

Nişanlıların rahat görüşebilmek için nikâh kıymaları uygun mudur?
Evlenmeyi diğer akitlerden ayıran özelliklerden biri bu akitten önce genellikle bir nişanlanma döneminin geçirilmesidir. Taraflar bu süreç içinde birbirlerini daha iyi tanımakta, karşılıklı hediyeler alınıp verilmektedir.
Bu dönemde nişanlıların mahremiyet ölçülerini gözetmek kaydıyla birbirlerini daha yakından tanımak amacıyla görüşüp konuşmalarında bir sakınca yoktur.
Fakat nişanlıların flört etmeleri, dost hayatı yaşamaları, dedikoduya mahal verecek şekilde baş başa kalmaları, el ele tutuşmaları ve benzeri İslam’ın onaylamadığı davranışlardan uzak durmaları gerekir (Tirmizî, Fiten 7; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 310,311, no: 176).
Günümüzde gençler, gerek velîlerinden izinsiz olarak gerekse velîlerin bilgisi dâhilinde nişanlılık döneminde güya dînî hassasiyetleri gözetmek amacıyla halk arasında “dînî nikâh” olarak bilinen merasimi yapmakta ve sonuçta hiç de arzu edilmeyen üzücü hadiseler meydana gelmektedir. Bu tür olayların yaşanmaması için yapılan nikâh akitlerinin mutlaka kayıt altına alınıp hukuki güvenceye kavuşturulması gerekir. Çünkü dindar olduğunu söyleyen gençler veya aileleri, resmî tescilin olmadığı durumlarda çok kere, aralarında akdedildiği ifade edilen akitlerin gereğini yerine getirmemekte, taraflardan biri ve genellikle kız tarafı mağdur duruma düşmektedir. Böylece, dinimizin nikâhtan gözettiği ulvî gaye gerçekleşmek şöyle dursun, insanlar din adına birbirlerine zulmeder hâle gelmektedirler.
Nikâh kıyıldığında dînen evlilik hayatı başlar ve karı-koca arasında mehir, nafaka, miras gibi birtakım haklar ve sorumluluklar tahakkuk eder. Günümüzde bu haklar, evlilik resmen tescil ettirilmeksizin korunamadığından, evlenecek kişilerin “resmî nikâh” kıyılmadan halk arasında “dînî nikâh” ya da “imam nikâhı” olarak bilinen geleneksel merasimi yapmaları uygun değildir.

6 Mayıs 2023 Cumartesi

Çok soru sormak yerilmiştir


Yerilen, eleştirilen sorular; kötü niyetli, gereksiz, zararlı, nefsani, faydasız olan sorulardır. Yoksa hakikati arama noktasındaki her bir soru, zaruri hatta şarttır.

İmam Şâtıbî şöyle der: Çok soru sormak yerilmiştir. Bunlardan on tanesi şöyledir:

1- Dinî hiçbir faydası olmayan şeyi sormak: Bir kimsenin Peygamber’e “Babam kimdir?” diye sorması gibi.

 2- İhtiyaçtan fazla olan şeyi sormak. Hac hakkında bir adamın: “Her sene mi yapılacak?” diye sorması gibi.

 3- O anda ihtiyacı olmadığı halde soru sormak: “Sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakın.” buna delildir. (Müslim, Fedail 131)

 4- Zor ve kötü meseleleri sormak. Nitekim, bilmece gibi yanıltıcı sözler kullanmak yasaklanmıştır.

 5- İbadetle ilgili konularda hükmün illetini sormak. Hayızlı kadının orucu kaza etmesinin sebep ve hikmetini sormak gibi.

 6- Derinleştirerek ve zorlaştırarak sormak. İsrailoğullarının sığırının mahiyetini ve rengini sormaları gibi.

 7- Sünnet ve Kitab’ın rey ile çeliştiğini ortaya koymak için soru sormak. Bundan dolayı Saîd: “Sen Iraklı mısın?” demiştir.

 8- Müteşabihler hakkında soru sormak. İmam Malik’e “İstiva” dan sorulması bu kabildendir. O, “İstiva malûmdur…” şeklinde cevap vermişti.

 9- Geçmiş kimseler arasında meydana gelen olayları sormak. Ömer b. Abdülaziz şöyle demiştir: “Allah, o kanlardan ellerimi korudu. Ben artık dilimi onlara bulaştırmam.”

 10- Zora sokmak, susturmak ve mücadelede galip gelmek için soru sormak. Şöyle buyrulmuştur: Allah’ın en çok buğzettiği adam, aşırı mücadeleci olan adamdır.



5 Mayıs 2023 Cuma

Hz. Peygamber’in Cennet Arkadaşı

  
Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ, 69)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyuruyor:

“Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim cennetteki arkadaşım ise Osman b. Affân’dır.” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3698; İbn Mâce, Mukaddime, 11/109)

Bir defasında Rasûlullah (sav), kızı Rukıye’nin yanına varmıştı. Rukıye (ranhâ), kocası Hz. Osman (ra)’ın başını yıkıyordu. Allah Rasûlü (sav):

“-Kızcağızım! Osman’a iyi davran, güzel muâmele et! Çünkü o sahabîlerim arasında ahlâken bana en çok benzeyendir” buyurdu. (Heysemî, IX, 81)

Allah Rasûlü (sav) diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Osman (ra)’la evlendirdiğinde ise kızına şöyle buyurmuştu:

“-Kızım; kocan, atan İbrâhim’e ve baban Muhammed’e en çok benzeyen insandır.” (Suyûtî, Târîhu’l-hulefâ, s. 151) (Dr. Murat Kaya, Hz. Osman’dan 111 Hâtıra, Erkam Yay.)   

https://www.2g1d.com/ 

4 Mayıs 2023 Perşembe

Bir Hadis Duyduğunda Kaynağını Sor!

Müslüman Zulmetmez


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Cennetlikler cehennemliklere, “Rabbimizin bize va’dettiğini biz gerçek bulduk. Siz de Rabbinizin va’d ettiğini gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler. Onlar, “Evet” derler. O zaman aralarında bir duyurucu, “Allah’ın laneti zalimlere!” diye seslenir.” (A’râf, 44)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de sizlere merhamet etsin!”  (Tirmizî, Birr, 16/1924)  

https://www.2g1d.com/ 

3 Mayıs 2023 Çarşamba

Ölünün arkasından hayır, dua ve iyilik olarak neler yapılabilir? Yasin suresi ve başka hangi dualar ölünün kabir azabını hafifletmek için okunmalıdır?

Cevap

Değerli kardeşimiz,

Hayatta iken yaptıklarının, vefatından sonra kişinin kendisine ulaşacağını ifade ve hayatta iken hayır yapmaya teşvik eden pek çok hadis-i şerif vardır.(1) Peygamber Efendimiz (s.a.v)

"İnsan ölünce (salih) ameli kesilir. Ancak üç amel (in sevabı) kesilmez: Sadaka-i câriye (kamuya yararlı sadaka), faydalanılan bir ilim ve arkasında kendisine dua edecek hayırlı bir çocuk bırakmak."(2)

buyurarak buna işaret etmiştir. Ebû Hureyre'den rivâyet edilen hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v) amellerin sayısını (sadaka-i cariyeyi tafsil etmek suretiyle) çoğaltarak:

"Mü'min'e ölümünden sonra amel ve hasenatından ulaşacak şey: Öğretip yaydığı ilim, bıraktığı salih evlat, miras bıraktığı Mushaf, yaptığı mescit, yolcu için yaptığı ev, akıttığı ırmak ve sağlığında malından verdiği sadakadır."(3)

buyurmuşlardır. Başka bir hadisin ifadesiyle;

"Ölüyü (mezara kadar) üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri bâki kalır. Ailesi ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâki kalır."(4)

Bu ve benzeri(5) hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere insan, dünyada iken kendisinin yaptığı veya başkalarının yapmasına vesile olduğu amellerden istifade edecektir. Zaten bunda alimler de ittifak etmişlerdir.(6) Fakat kişinin ölümünden sonra başkalarının kendisi için yapacakları iyi işlerin sevabının veya bunlardan hangisinin ulaşıp ulaşmayacağı konusunda ihtilaf edilmiştir.

Mu'tezile mezhebi, ölüye dirilerin yaptıkları hiç bir şeyin fayda vermeyeceğini iddia eder.(7) Onlar iddialarına delil olarak da

"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur."(8)

"Siz, ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz."(9) ve

"Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine kendinedir."(10)

gibi ayetleri gösterirler. Halbuki Ehl-i Sünnet alimlerinin hepsi, hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceği meselesinde ihtilaf etmişler ise de, ölüye başkalarının yapacağı amellerin fayda vereceği hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu konuda, bazı amel ve iyiliklerin fayda vereceğine dair, apaçık ayet ve hadisler vardır. Mesela, dua ve istiğfarın faydalı olacağına

"Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce imanla geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma."(11)

ayet-i kerimesi delalet etmektedir. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, daha önce iman edip de göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden mü'minleri övmüştür. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ onları övmezdi.(12)

Peygamber Efendimiz de

"Ölüye namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin."(13)

buyurmuş ve kendisi de kıldığı cenaze namazlarında ölü için dua etmiştir. Şayet bu namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Rasulullah (s.a.v) bunu ne kendi yapardı ne de başkalarına emrederdi.(14) Halbûki O, kendisi de birinin cenaze namazını kıldırırken

"Allah'ım, filan oğlu filan senin güvencende, senin koruman altındadır. Onu kabir fitnesinden ve cehennem azabından koru. Sen vefa ve övgü sahibisin. Allah'ım onu bağışla, ona acı! Muhakkak ki sen çok bağışlayan, çok acıyansın."(15)

diye dua etmiştir. Kaldı ki Cenâze namazının kendisi de ölü için bir duadır. Allah için namaza, meyyit/meyyite için duaya... diye niyet edilir. Eğer ölünün ruhuna yararı yoksa bunun bir anlamı kalmaz.

Kendisi zaman zaman Bakî kabristanını ziyaret ederek kabirdekilere selam vererek dua ederdi.(16) Eğer selamı onlara ulaşmasa ve duası fayda etmeseydi, bunu yapması abesle iştigâl olurdu ki O, bundan münezzehtir.

Geride kalanların, ölüleri için yaptığı ibadet ve hayırların faydasını iki bakımdan ele almak gerekir:

Birincisi: Müteveffânın borçtan kurtulup kurtulmaması. Bir kimse üzerinde namaz, oruç, hac, zekat, adak, kul borcu gibi borçlar bulunarak ahirete intikal etmiş ise geride kalanların -ölünün vasiyeti olsun veya olmasın- bunları eda etmeleriyle borçtan kurtulur mu?

İkincisi: Başkasının yaptığı ibadetin sevabının ölüye ulaşıp ulaşmaması. Fukahâ ibadetleri üçe ayırmışlardır:

a) Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetler: Başkalarının yapmalarıyla bu borçlar düşmez, sorumluluk devam eder.

b) Zekat, nezir ve mâlî keffaret gibi mâlî ibadet ve borçlar: Bunlar, başkalarının ödemesiyle ödenmiş olur, borç kalkar.

c) Hac gibi hem mâlî, hem de bedenî ibadetler: Birisi ölü namına bunu yaparsa o borçtan kurtulmuş olur. Fakat mirasçılar bunu yapmaya mecbur değildir. Ancak İmam Şafiî'ye göre vasiyet etmiş ise mecbur olurlar.

Ahmed b. Hanbel, Evzaî, Ebû Sevr, Nevevî gibi müçtehidler ile muhaddislerin çoğuna göre, ölünün yakınlarının, onun borçlu olduğu oruç, hac gibi ibadetleri de kaza etmesi caiz ve sahihtir.

İslam ulemasının ekseriyeti, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve dünyadan göçmüş olanların bundan istifade edeceklerine kani olmuş ve bu hükmü benimsemişlerdir.(17)

Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için başkalarının ölünün yararına yapabilecekleri işleri maddeler halinde açıklamaya çalışalım:

1. Ölünün Borcunun Ödenmesi:

Bir kişi öldüğünde başkalarının onun hakkında yapabilecekleri, hatta yapmaları gereken en önemli işlerden birisi, varsa o kişinin borçlarını ödemek ve böylece onun üzerinden kul haklarının kalkmasını temin etmektir. Çünkü hadisteki ifadesiyle

"Mü'minin ruhu, borcu ödeninceye kadar ona bağlı kalır."(18)

Bundan dolayı, borçlu olarak ölen kişi, şayet miras olarak bir şeyler bırakmışsa ondan borçları ödenir.(19) Böylelikle ölünün borcunun ödenmesi kendine fayda verip, borçtan kurtulmasına sebep olur. Burada mâlî borçlarının ödenmesinde borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması şart değildir. Kim öderse ödesin, ölen kişi kurtulmuş olur.(20)

2. Dua ve İstiğfar:

Ölmüş birisi için yapılabilecek en büyük iyiliklerden birisi onun için dua etmek ve istiğfarda bulunmaktadır. Nitekim;

"Ey Allah'ın Resulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkanı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?" diye soran Ebû Ubeyd Mâlik İbn Rabîa es-Sâidî (r.a)'ye Peygamber Efendimiz (s.a.v):

"Evet vardır. Onlara dua, onlar için Allah'tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) talep etmek, onlardan sonra -vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babasının dostlarına ikramda bulunmak."(21) cevabını vermiştir.

Yine,

"Onlardan sonra gelenler şöyle derler: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla..."(22)

gibi ayetler, cenaze namazı, dua ve istiğfarın ölülere fayda vereceğini ispat etmektedir.(23)

Bu mevzudaki ayet ve hadis-i şerifleri(24) göz önünde bulunduran ilim adamları, ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceğinde. Ancak kendisi için dua edilen kimsenin mü'min olması şarttır.(25) Zira imanı olmayanlara hiçbir şey fayda vermez. Zaten onlar için dua etmek de meşru değildir.(26) İmam Eş'ari'ye göre, "Hadisçiler ile Ehl-i Sünnet'in çoğunluğu, dua ile sadakanın, Müslümanlar için ölümlerinden sonra fayda vereceğini kabul ederler.(27) Öyleyse dua meşru ve faydalıdır.(28)

Bu mevzuda bilinen en meşhur hadis-i şeriflerden biri olarak Müslim'de Ebu Hüreyre (r.a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte:

"İnsan ölünce bütün amelleri kesilir. Ancak üç şey (bunları yapan üç kişi) müstesna: Sadaka-i cariye (bırakan) veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine dua edecek salih evlat (bırakan)."(29) buyurulmaktadır.

Bu hadis-i şeriften anladığımıza göre:

     a. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescit ve vakıf müesseseleri ile bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi içinde okul ve öğrencilerin barınabilecekleri yurt gibi müesseseler yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese hayatta kaldığı müddetçe, -Peygamber Efendimiz'in (s.a.v) beyanları çerçevesinde- iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.

    b. İlim erbabının bıraktığı eserler de sadaka-i câriyedendir. Alim, kapasitesine göre bunlardan mükafatını alır. Ayrıca ilim erbabına sahip çıkma ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da, hayır cihetinde kapanmaz birer sadaka-i cariye sayılmaktadır.

     c. Ölen kişi giden ruh, ardından hayırlarda bulunacak ve hayırlı nesiller yetiştirecek hayırlı bir evlat ister. Ancak bıraktıkları böyle bir nesildir ki, ahiret hesabına onlara yararlı olacaktır. Yoksa ölü ne helva, lokma yemek; ne yedinci, kırkıncı ve elli ikinci gece, ne mevlit, ne paralı hatim, ne telkin, ne devir, ne de duvara asılacak eski bir resim bekler.

3. Sadaka Vermek:

Sadakanın da ölen kişiye faydası olduğu mevzuunda Ehl-i Sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Peygamber (s.a.v)'in buna delalet eden hadisleri(30) vardır.(31)

İbn Abbas (r.a)'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır:

"Bir adam gelerek:

"Ey Allah'ın Resulü! Annem vefat etti. Ben onun için tasaddukta bulunsam ona faydası olur mu?" diye sordu. Peygamberimiz:

"Evet." deyince, adam;

"Benim bir meyveliğim var. Sizi şâhid kılıyorum, onu annem için tasadduk ediyorum." dedi.(32)

Verilen sadaka ister kişinin evladı gibi birinci derecede bir yakını isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğu bildirilmektedir.(33)

Sa'd İbn Ubâde hadisinde ise, ölünün arkasından yapılacak sadakanın hangisinin daha efdal olduğu beyan edilmektedir. Sa'd (r.a) şöyle anlatır:

"Ey Allah'ın Resulü dedim, annem vefat etti, (onun adına) yapacağım sadakanın hangisi efdaldir?" Peygamber Efendimiz (s.a.v),

"Su!.." buyurdular. Bu cevap üzerine Sa'd bir kuyu kazdı ve:

"Bu kuyu Sa'd'ın annesi için dedi."(34)

Bu hadis-i şerif de, ölü adına hayır yapılabileceğini gösteren delillerdendir. Nesâî'nin rivayetinde Sa'd, önce vefat eden annesi adına sadaka verip veremeyeceğini sorar. Cevap müspet olunca hangi sadakanın efdal olduğunu sorar. Bunun üzerine, "su" cevabını alır.(35)

Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin bütün inananlara (mü'min ve mü'minelere) niyet etmesi en faziletlisidir. Çünkü bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından da herhangi bir şey eksilmez.(36)

4. Ölenin Borcu Olan Oruçlarının Geride Kalan Akrabaları Tarafından Tutulması:

Üzerinde Ramazana ait kaza orucu bulunduğu halde ölen kimse ile ilgili iki durum söz konusudur:

     a. Vakit darlığı, hastalık, sefer ve oruç tutmaktan âciz olmak gibi özürler sebebiyle oruç tutma imkanını elde edemeden ölmüş olmak: Alimlerin ekserisine göre, bunların her hangi bir kusuru olmadığı için hiçbir şey gerekmez, günahkâr olmaları da söz konusu değildir. Çünkü bu oruç, ölünceye kadar, tutma imkanını elde edemediği bir farzdır. Dolayısıyla hacda olduğu gibi, hükmü bedelsiz olarak düşmüştür. Bunun için, kişi hasta yahut yolcu olduğu bir durumda ölmüş ise tutamadığı orucun kazası gerekmez.

     b. Oruç borcu olan kişi oruçlarının kazasını yapma imkanını elde ettikten sonra ölmüşse velisi onun için oruç tutamaz. Yani fakihlerin ekserisine göre, ölünün kazası olan oruçları tutmak vacip değildir. Şafiîlere göre, velisi oruç tutacak olsa, sahih olmaz. Çünkü oruç, halis bir beden ibadetidir. Şeriatın aslı ile farz kılınmıştır. Gerek hayatta, gerekse öldükten sonra bunda vekalet ve niyabet caiz değildir. Bu yönüyle o namaz gibidir. Bir hadis-i şerifte bununla ilgili olarak:

"Hiçbir kimse başka bir kimse adına namaz kılamaz, oruç tutamaz. Fakat onun adına her güne karşılık bir müd (ülkelere göre değişen bir ölçek. Iraklılara göre iki rıtıl sığan ölçek, yani yaklaşık on sekiz litrelik ölçek) yiyecek fakirlere yedirir."(37)

buyurulmuştur. Hanbelilere göre ise, velinin ölü adına oruç tutması mubahtır. Çünkü bu durum, ölünün kurtuluşunu sağlamak bakımından daha ihtiyatlı bir harekettir.(38)

Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe (r.anhâ) validemiz, Resulullah (s.a.v)'in:

"Kim, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun orucunu velisi tutar."(39)

buyurduğunu haber vermiştir. Yine Hz. Câbir İbn Abdullah (r.a) da rivayet ettiği bir hadis-i şerifte; bir kadın, Resulullah Efendimize (s.a.v) gelerek, annesinin üzerinde oruç nezri olduğunu ve onu yerine getiremeden öldüğünü haber verir. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v): "Velisi ona bedel oruç tutsun." buyurur.(40)

Buharî ve Müslim'de zikredilen diğer bir hadis-i şerifte ise, bir kadının üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olduğu halde vefat ettiği ve çocuğunun Peygamber (s.a.v.)'e gelerek "Ben onun yerine oruç tutsam olur mu?" diye sorduğu Resulullah'ın (s.a.v) da ona: "Annenin üzerinde borç olsaydı onu öder miydin?" diye sorduğu Onun: "Evet!.." diye cevap vermesi üzerine de: "Allah'ın borcu, ödenmeğe daha layıktır." buyurduğu haber verilmektedir.(41)

Oruç tutmak, bedenî ibadetlerdendir. Burada oruç ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun sevabının ölüye ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun söz konusu olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivayet edilen hadislerden bazı alimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak ahirete göçmüş olanların oruçlarının bile geride kalanlar tarafından tutulabileceği hükmünü çıkarırlarken, bazıları da sadece nezir orucunu tutabileceğine kail olmuşlardır.(42)

Ölenin yerine oruç tutma meselesinde Ahmed İbn Hanbel, ölü üzerinde Ramazan, nezir veya keffaret orucu borçları bulunduğu takdirde, velisinin ona bedel tutabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik, Şafiî ve Ebu Hanife'ye göre, ölünün velisi, her bir oruç için bir sa' (bin dirhemlik bir hububat ölçeği) arpa veya yarım sa' buğday tasadduk etmelidir. Keza her bir namaz (veya bir günlük namaz) için de aynı miktar mal tasadduk etmelidir. Fakat çoğunluk, (ölünün) bedenî ibadetlerinin niyabeten başkası tarafından ifa edilemeyeceğini söylemiştir.(43)

Ancak, böyle bir kapı açmanın, insanları sağlıklarında kendilerinin yapmaları gereken ibadetleri ihmal etmeye sevk edeceği endîşesiyle bazı alimler, "hiçbir orucu tutamayacağını ancak keffaretini verebileceğini" söylemişlerdir.(44)

5. Ölen Kişi Yerine Yapılacak Hac:

Bir kimse, ölmüş birisinin yerine hac yapıp sevabını ölüye bağışlayabilir. Nitekim Ebu Davud'da Büreyde (r.a)'den rivayet edilen hadis-i şerifte, hayatında iken hiç hac yapmayan annesinin yerine hac yapıp yapamayacağını soran bir kadına, Rasulullah Efendimiz (s.a.v): "Evet, ona bedel haccet." buyurarak ölmüş annesinin yerine haccetmesine izin vermiştir.(45)

Her ne kadar cumhur, bedenî ibadetlerin niyabeten başkası tarafından ifa edilemeyeceğini söylemişse de, acz şartıyla, sadece hac farizasının bir başkası tarafından ifasını caiz görmüştür. Acz'den murat, kişinin ölmüş olması ve iyileşme ümidinin kesilmesidir, kötürüm bir kimse âcizdir. Bazı alimler, ölü adına nafile hac yapılabileceğini de söylemişlerdir.(46)

Bir başka hadis-i şerifte ise, ölenin yerine yapılan ibadetlerle onun borcunun ödenmiş olacağı ve bunun ölünün semadaki ruhuna müjdeleneceği şöyle anlatılır: Zeyd ibn Erkam (r.a) anlatıyor:

"Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki:

"Kim ebeveyninden birine bedel haccederse, bu hacla onun borcunu ödemiş olur. Bu durum, semadaki ruhuna müjdelenir. Kişi, anne ve babasına karşı isyankâr bile olsa (bu iyiliği sebebiyle) Allah'ın nezdinde (iyi kullar meyanında) yazılır."

Diğer bir rivayette ise:

"Babası için bir hac, kendisi için yedi hac yazılır." buyurulmuştur.(47)

Tabii ki, bu rivayetlerde zikredilen mana, sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmasının cevazına delalet eder. Cenab-ı Hakk'ın o engin rahmetinden ümit edilir ki, o sevap nedeniyle, huzuruna ibadet borcuyla gelen kullarını affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti terk eden ve bu halleri üzere ölenlerin elbette hesapları görülecek ve cezaları verilecektir.

İbn-i Kudâme'nin de ifade ettiği gibi ölü, başkaları tarafından yapılan ve sevabı kendisine bağışlanan ibadetlerden istifade edebilir. Çünkü oruç, dua, istiğfar, hac gibi ibadetler, bedenî ibadetlerdir. Allah Teâlâ, bunların ve bunlar gibi diğer ibadetlerin sevaplarını da ölüye ulaştırır.(48)

Yalnız bu gibi ibadet borçlarının üzerinde kalması için kişinin, mesela, oruç için borçlandıktan sonra, hastalanıp ölünceye dek borcunu tutacak kadar sıhhate kavuşamaması gibi meşru bir mazereti olmalıdır. Ancak böyle bir özre binaen yapamamış olanlar için, geride kalanların, Allah'a karşı olan borcunu onun adına ödemeleri sebebiyle Allah Teâlâ affeder, kasıtlı olarak terk edenleri değil.(49)

6. Ölü Adına Kurban Kesmek:

Ölü adına kurban kesilerek tasadduk edilip sevabı ölüye bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu vak'a ölünün gıyabında kurban kesilip sevabının ölüye bağışlanabileceğini göstermektedir: Hâneş (r.a) anlatıyor:

"Hz. Ali (r.a)'yi gördüm, iki koç kesmişti." Dedi ki,

"Biri kendim için, diğeri Resulullah (s.a.v) için." Ve ilave etti:

"Resulullah (s.a.v) böyle vasiyet etti. Ben (hayatta olduğum müddetçe) ebediyen (bunu yapmayı) terk etmeyeceğim."(50)

Hz. Ali (r.a)'nin kestiği bu kurban Resulullah (s.a.v)'ın vefatından sonrası için söz konusudur. Ebu Davud, hadisi "Ölü adına kurban" adını taşıyan bir bapta kaydeder. Tirmizî ise, ölü adına kurban kesmeye, bir kısım alimlerin cevaz verirken bir kısım alimlerin caiz bulmadığını kaydeder.

Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinden Allah'ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenler adına da kurban kestiği de muhtelif rivayetlerde gelmiştir.(51)

Peygamber Efendimiz (s.a.v) ölülerin arkasından kurban kesip sevabını onlara bağışladığına göre, ölüler, kendileri için yapılan hayır-hasenâtın hepsinden haberdar olmakta ve onların sevaplarından faydalanmaktadırlar kanaati hasıl olmaktadır. Ancak, avamdan bir çok insan, ölülerin arkasından onları memnun etmek ve böylece isteklerine kavuşmak için kabir başlarında kurban keserler veya bunu ölüye adarlar ki bu, tamamen yanlış bir inanç ve bid'at bir harekettir. Bundan dolayıdır ki Peygamber Efendimiz (s.a.v);

"Kabirde sığır, deve, koyun kesmek İslam'da yoktur."(52)

buyurarak bunu yasaklamıştır. Çünkü, kurban bir ibadettir ve ibadetler sadece ve sadece Allah için yapılır. Bu sebeple bir kabir ya da yatır için kesilen bir kurban, bırakınız sevaba vesile olmasını, kesenin imanını alıp götürebilecek ve şirk olabilecek bir davranıştır. Ve kesinlikle sakınmak gerekir.(53) Bu, cahiliyye döneminden kalma bir âdettir. Çünkü o dönemdeki Araplar, belirli zamanlarda veya ölü defnedilir edilmez hemen sığır, deve veya koyun cinsinden bir hayvan getirip mezar başında kurban ederler ve etini dağıtırlardı. Halbuki Allah Resulü (s.a.v),

"Dine muhalefetten sakının. Dine sonradan sokulan her şey bid'at ve her bid'at da dalalet (sebebi)tir."(54)

diyerek bid'atlara karşı bizi uyarmış ve "Size sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve peygamberlerin sünneti..."(55) buyurarak da bid'at ve sapıklıklara düşmemek için Kur'an'a ve sünnetine sarılmayı tavsiye buyurmuştur.(56)

7. Kur'an Okuyup Sevabını Ölüye Bağışlamak:

Alimler, namaz kılmak ve Kur'an okumak gibi ibadetlerin sevabının, yapandan başkasına ulaşıp ulaşmayacağı konusunda ihtilaf edip iki görüş ileri sürmüşlerdir:

Hanefî ile Hanbelî alimlerine ve Şafiî ve Malikîlerin sonradan gelen alimlerine göre, ölü yanında okunan Kur'an'ın sevabı ile Kur'an okumanın peşinden yapılan dua, orada bulunmasa da ölüye ulaşır. Kur'an okumanın akabinde dua etmek ise daha çok kabule şayandır ve kabul edilmesi daha çok umulur.

Malikîlerin önceki fakihleriyle ilk Şafiîlerin meşhur olan görüşleri, ibadetlerin sevabının yapandan başkasına ulaşmayacağı yolundadır.

Hanefîlere göre, insan yaptığı amelin sevabını başkasına bağışlayabilir. İster namaz olsun, ister oruç olsun, ister sadaka ve benzeri şeyler olsun fark etmez. Bunların sevabını ölüye bağışlamak, kendi sevabından bir şey eksiltmez.

Hanbelîlere göre, kabrin yanında Kur'an okumakta bir sakınca yoktur.

Mâlikîlere göre, öldükten sonra kişi yahut kabri üzerine Kur'an okumak mekruhtur. Çünkü selef böyle bir şey yapmamıştır. Fakat sonradan gelen Mâlikîlere göre, Kur'an okuyup zikir yapmakta ve bunların sevabını ölüye bağışlamakta bir sakınca yoktur. Ölü için de Allah'ın izniyle sevap hasıl olur.

Şafiilerde meşhur olan görüşe göre, ölüye kendi amelinden başkası fayda vermez. Ancak Şafiîlerin sonradan gelen fakihleri, Kur'an okumanın sevabının ölüye ulaşacağı yolunda açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu şekilde Şafiîlerin sonraki fakihlerinin görüşü de diğer üç mezhebin görüşlerine uygunluk arz etmektedir.

Kur'an okumak, belli bir maksat için diriye fayda verince, ölüye fayda vermesi daha evladır. İbn Salâh'a göre, Kur'an okuma sonunda: "Allah'ım, okuduğumuz Kur'an'ın sevabını filancaya ulaştır." demesi ve okunan Kur'an'ı dua kılması da uygun olur. Bu hususta uzak, yakın aynıdır değişmez. Bunun fayda vereceğine kesin olarak inanmak lazımdır.(57) Nitekim Peygamber (s.a.v) de, zaman zaman kabirlere uğrar ve oradakilere dua ederlerdi. Bu konuda İbn Ebî Şeybe'den rivayet edilen hadis şöyledir:

"Hz. Peygamber (s.a.v) her yılın başında Uhud'daki şehitlerin kabirlerine gelir ve şöyle derdi:

"Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm ve selâmet! Dünyanın en güzel neticesi budur!"

Allah Resulü (s.a.v), Bazen de Bakî' mezarlığına çıkar ve şöyle derdi:

"Ey mü'minler yurdunun sâkinleri! Selâm size! Bizler de inşallah sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ'dan bizim ve sizin için âfiyet, ahiretle ilgili korku ve sıkıntılardan selâmet ve siyanet dilerim."(58)

Görüldüğü üzere Peygamber (s.a.v), dünyamızdan ayrılan insanlar için dua edip onlar hakkında âfiyet ve selamet dilemektedir. Şayet ölülerin arkasından yapılan duaların faydası olmayacak olsa idi Allah Resulü (s.a.v) böyle bir davranışta bulunmazdı. Aksi bir durum, Allah Resulü'nün abesle iştigali demektir ki, O, bundan fersah fersah uzaktır. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle Efendimiz (s.a.v) asla hevâdan konuşmaz. O ne konuşmuşsa vahiy kaynaklıdır.(59)

Okunan Kur'an'ın sevabının önce Hz. Peygamber (s.a.v)'e hediye edilmesi müstehaptır. Çünkü bizleri sapıklıktan O kurtarmıştır. Bunda bir nevi Ona teşekkür ve güzel bir mukabele vardır. Ölülerin arkasından okunan Fatiha, Yâsin ve Kur'an hatmi gibi virtlerden her biri, bir anda sayısız kişilerin ruhlarına yetişebilir ve onların hepsi de bu hediyeden nasiplerini alabilirler. Çünkü bu Allah'ın kudretine ağır ve zor değildir.

Bazı alimler, okunan kıraatin sevabının ölüye ulaşmasının yanında, sevabı ölüye bağışlanmak şartıyla her güzel amelin sevabı da ulaşır demişlerdir.(60) Yalnız bunların sevap kazanılacak şekilde yani sırf Allah rızası için yapılması şarttır. Yoksa çoklarının yaptığı gibi parayla Kur'an okutup da ölüye bağışlatılmaz. Çünkü Kur'an okumak bir ibadettir. İbadet ise parayla değil de Allah rızası için yapılınca sevabı olur ve bu sevap onların ruhlarına bağışlanır. Aksi halde sevap olmaz ki bağışlansın.

Malikî ve Şafiî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, kendi ameli ve kesb'i olmadığı için, Kur'an okumak da dahil, bedenî ibadetlerin hiçbirinin sevabı ölüye ulaşmazken kabrin yanında okunduğunda, ölü, okunan Kur'an'ı dinlediği için, dinleyici sevabı alır.(61)

Diğer bazı müçtehitler de ancak evladın veya yakın akrabanın oruç, namaz ve haccının vasıl olacağını ileri sürmüşlerdir. Fakat en isabetlisi, borç ve mesuliyetlerin düşmesi bahis mevzuu olmadan, bağışlanan sevaptan Müslüman ölülerin istifade edecekleri hükmü olsa gerektir.(62)

Fakat şurası bir gerçektir ki, ölü, kendi yapmadığı ve ihmal ettiği ibadetlerden mutlaka sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin zannettikleri gibi, ıskatını vermekle, yahut fidye ve keffaretini vermekle ölü, yüzde yüz mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Eğer usulüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan bu gibi iyi amellerin sevabı bağışlanmakla sadece affı umulur.(63)

Kaynaklar:

1. Ebû Davud, Vesâyâ, 3; Tirmizî, Vesâyâ, 7.
2. Müslim, Vasiyyet, 14; Ebu Davud, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36; Nesâî, Vesâyâ, 8; Dârimî, Mukaddime, 4; Ahmed İbn Hanbel, 2/372.
3. İbn Mace, Mukaddime, 20.
4. Buhari, Sahih, Rikak,42; Müslim, Sahih, Zühd, 5.
5. Buhari, Enbiya, 1; Müslim, Vasiyyet, 3, İlim, 6; Ebu Davud, Sünen, Vesaya,14, Cihat,15; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/372 (Meymeniyye-Kahire 1313); İbn Mace, Sünen, Mukaddime, 20, 1975.
6. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453, 2. Baskı, Sebat Ofset, Konya, 1989.
7. İbn Kayyım el-Cevziyye, er-Ruh, 117; Beyrut, 1975.
8. Necm,53/39.
9. Yasin, 36/54.
10. Bakara, 2/286.
11. Haşr, 59/10.
12. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453.
13. Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 59.
14. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453.
15. Ebu Davud, Cenâiz, 56.
16. Müslim, Cenâiz, 103; İbn Mâce, Cenâiz, 36; Nesâî, Cenâiz, 103.
17. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün Meseleleri, 105-107, Marifet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1984.
18. Tirmizi, Sünen, Cenaiz, 76; İbn Mace, Sünen, Sadakat, 12.
19. Abdülkadir Mutlaku'r-Rahbavi, Ahiret Günü, 33; Terc. Ahmet Serdaroğlu-Lütfi Şentürk, Nur yay., 5. Baskı.
20. Buhari, Sahih, Havalat, 3; Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453.
21. Ebu Davud, Sünen, Edeb, 12; İbn Mace, Sünen, Edeb, 2.
22. Haşr, 59/10.
23. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün Meseleleri, 107.
24. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/509,6/252, (Meymeniyye-Kahire 1313); Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 72; İbn Mace, Sünen, Edeb, 1.
25. Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, 1/568, Beyrut, ts.
26. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453.
27. Eş'ari, Makalatu'l-İslamiyyin, 282.
28. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453.
29. Müslim, Sahih, Vasiyyet, 3; Ebu Davud, Sünen, Vesaya, 14.
30. Buhari, Sahih, Cenaiz, 94; Müslim, Sahih, Zekat,15; Ahmed İbn Hanbel, 2/371.
31. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 453.
32. Buhari, Sahih, Vesaya, 15, 20, 26.
33. Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, 1/568.
34. Ebu Davud, Sünen, Zekat, 42; Nesei, Sünen, Vesaya, 9.
35. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, 10/54, Akçağ yayınları, Ankara, 1990.
36. Vehbe Zühayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, (Terc. Heyet) 3/9; Risale yayınları, İstanbul, 1990.
37. Cemalüddin Ebî Muhammed Abdillah İbn Yusuf el-Hanefî ez-Zeyleî, Nasbu'r-Râye li ehâdîsi'l-Hidâye, 2/463; Dâru'l-Hadîs, Kahire, ts.
38. Vehbe Zühayli, a.g.e, 3/207-208.
39. Buhari, Sahîh, Savm, 42; Müslim, Sahîh, Sıyâm, 27.
40. Nasıruddin el-Elbânî, Silsiletü'l-Ehâdîsi'd-Daîfe ve'l-Mevzûa, 1/169-170; Dımaşk, 1964.
41. Buhari, Sahîh, Savm, 42; Müslim, Sahîh, Sıyâm, 27.
42. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 459.
43. İbrahim Canan, a.g.e, 2/488.
44. Nâsıruddîn el-Elbânî, Ahkâmu'l-Cenâiz, 170; Beyrut, 1969.
45. Müslim, Sahîh, Sıyâm, 27.
46. İbrahim Canan, a.g.e, 2/488.
47. İbrahim Canan, a.g.e, 2/488.
48. Vehbe Zühaylî, a.g.e, 3/99.
49. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 460-61.
50. Tirmizi, Dâhâyâ, 2; Ebu Davud, Dâhâyâ, 2.
51. İbrahim Canan, a.g.e, 6/61.
52. Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 70.
53. . İbn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd, 1/146; İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/379; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 4/97; Şeyh Ali Mahfuz, el-İbdâ, 186.
54. Dârimî, Mukaddime, 16.
55. İmam Malik, Muvatta', Kader, 3.
56. İsmail Lütfi Çakan, Hurafeler ve Batıl İnanışlar, 64; Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün Meseleleri, 109; Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 471; Recep Aktaş, İslam Dininin Yasak Ettiği Batıl İnanışlar, 43; Bahar yayınları, İstanbul, 1973.
57. Vehbe Zühaylî, a.g.e, 3/98-100.
58. Müslim, Sahih, Cenaiz, 102; Farklı rivayetler için bkz.: Ebu Davud, Sünen, Cenaiz, 79; Neseî, Sünen, Taharet, 109, Cenaiz, 103; İbn Mace, Sünen, Cenaiz, 36, Zühd, 36.
59. Necm, 53/3.
60. Seyyid Sabık, a.g.e, 1/383.
61. Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 462.
62. Hayrettin Karaman, İslamın Işığında Günün Meseleleri, 108.
63. Azîmâbâdî, Avnu'l-Ma'bûd, 3/160, Hindistan Baskısı, Aynî, Umdetü'l-Kari, 5/283, İstanbul Baskısı, İbn Kudâme, İbn Kudâme, el-Muğnî, 2/423-424; Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, 4/98-100, Mısır, 1952; Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, 1/567-569, Beyrut, 1969; Reşid Rıza, 8/255; Şeyh Ali Mahfûz, el-İbdâ fî Madarri'l-İbtidâ, 235 (4.Baskı); Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 460.

(Doç. Dr. Hüdaverdi ADAM, Köprü Dergisi, Güz 2001, Sayı: 76)

https://sorularlaislamiyet.com/olunun-arkasindan-hayir-dua-ve-iyilik-olarak-neler-yapilabilir-yasin-suresi-ve-baska-hangi-dualar?amp

2 Mayıs 2023 Salı

Doğal taşlardan şifa beklemek bid’at mıdır?


Soru:Son zamanlarda doğal taşlar adı altında stres, uyku sorunları, sınavda başarı, özgüven artırmak ve dikkat dağınıklığı gibi şeyler için bileklik kolye gibi takılar yapıyorlar. Bu doğal taşlar sertifikalı. Bu takıları takmak ne kadar doğru olur?

Allah muhafaza dinimize bir zarar verip bid’ate girer mi?

Cevap:
Şöyle anlamalıyız:
Tıbben kullanılması belirttiğiniz açıdan faydalı olan bir maddenin o şekilde kullanılmasında bir sakınca olmaz.

Tıbben sakıncası bulunan bir nesnenin kullanılması ise sakıncalı kabul edilir.

“Uğurlu olma” gibi bir hurafeye dayalı olarak kullanıldığında ise asla caiz olmaz, günahlardan bir günah işlenmiş olur.


Soru: Doğal taşlar şifalı mıdır? Doğal taşların şifa verdiği doğru mudur? (Akit taşı, ametis taşı, kuka taşı vb.)

Cevap: Böyle bir inancın dini değeri yoktur. Tıbbi boyutunu da doktorlara sormak gerekir.

1 Mayıs 2023 Pazartesi

Değerli taşların huzur verici, hastalıklara iyi gelen etkilerine, dinimizde nasıl bakılıyor?


Değerli taşlarla ilgili eserler yazılmış ve orada, Kur’an’ın “inci, mercan, yakut” taşlarından bahsettiği vurgulanarak, taşlara değer biçilmeye çalışılmıştır. Soruda vurgulanan konu sanırız, “taşların maddî değerleri” değil, “şifa kaynağı olması”dır.

Bu açıdan bakıldığı zaman, dinimizde özellikle ve de açıkça vurgulanmış bir taşın değerini bilemiyoruz. Şu var ki, insanların  maden, bitki ve hayvansal maddelerden ilaç yaptıklarını biliyor ve hepimiz bunları kullanıyoruz. Bunlar, tecrübeye dayalı olarak şifaya vesile oldukları tespit edilmiştir ve bunların şifa ile olan ilişkileri de makul ve bilimsel bir zemine oturtulmuştur. Buna rağmen, bu ilaçlar sadece birer vesiledir, şifayı veren yalnız Allah’tır. Şifayı gerçek anlamda bu ilaçlara vermek şirk ve küfürdür.

Değerli taşların da böyle bilimsel, deneysel, mantıksal bir hikayeleri varsa, onları da bir ilaç gibi -uygun bir şekilde- kullanmakta bir sakınca olmaz. Tabii ki, ilaçlarda olduğu gibi, şifayı Allah’ın dışındaki bir nesneye vermek açık bir şirk ver küfür olur.

https://sorularlaislamiyet.com/degerli-taslarin-huzur-verici-hastaliklara-iyi-gelen-etkilerine-dinimizde-nasil-bakiliyor-0

Gün Gelir Seni Sevindirir


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillahirrahmanirrahim

“Mü’minler ancak, Allâh zikredildiği zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allâh’ın âyetleri okunduğunda îmanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfâl, 2)

Rasûlullah (sav) efedimiz buyurdular:

“Allâh katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur: İki damla; haşyetullâh sebebiyle akan gözyaşı ile Allâh yolunda akıtılan kan damlasıdır. İki iz de; Allâh yolunda (cihâd ederken) bırakılan iz ile Allâh’ın farzlarından birini edâ esnâsında bırakılan izdir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 26/1669)

Süheyl bin Amr, Kureyşlilerin hatîbi idi. Sözün ziyâdesiyle tesirli olduğu bir devirde, devamlı İslâm aleyhine konuşurdu. Bu zât Bedir Gazvesi’nde esir alındı. Hz. Ömer:

“–Yâ Rasûlallâh! Müsâade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın! Bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde Sen’in aleyhinde hutbe îrâd edemesin?!” dedi.

Allâh Rasûlü (sav):

“–Bırak onu ey Ömer! Ben, onun uzuvlarına böyle bir zarar veremem. Şâyet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen, Allâh da aynısını bana yapar. Acele etme, gün gelir o, senin medhedip hoşlanacağın bir makamda konuşma yapar ve seni sevindirir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 293)

Peygamber Efendimiz bu davranışıyla, dâimâ Allâh’tan korkup, O’nun gazabını celbedecek bir davranışta bulunmaktan son derece sakınmak gerektiğini tâlîm etmiş oldu.

Nitekim Allâh Rasûlü’nün vefâtından sonra, insanlar arasında irtidat hareketlerinin başgösterdiği bir hengâmede, Süheyl bin Amr (ra), Allâh Rasûlü’nün haber verdiği o medhe şâyan konuşmasını yapmıştır. Ezcümle şöyle diyordu:

“…Vallâhi, ben iyi biliyorum ki bu dîn, güneşle ayın doğuşu ve batışı devâm ettikçe, dipdiri ayakta kalacaktır…”

Süheyl bin Amr (ra), hutbesini bitirdiğinde halk teskin oldu. Ömer (ra), Hz. Süheyl’in bu konuşmasını işittiğinde, Allâh Rasûlü’nün sözünü hatırladı ve:

“–Sen’in, Allâh’ın Rasûlü olduğuna bir kez daha şehâdet ederim (yâ Rasûlallâh)!” demekten kendini alamadı. (İbn-i Hişâm, IV, 346; Vâkıdî, I, 107; Belâzurî, I, 303-304; İbn-i Abdilberr, II, 669-671; Hâkim, III, 318/5228)  

https://www.2g1d.com/ 

29 Nisan 2023 Cumartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (98)

 Dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış per­deli kapılar ve yolun başında da bir çağıran var ve o, "Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!" diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: "Sakın o perde­yi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!" (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20)

Bu örnekteki yol İslâm'dır,  duvarlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, kapılar haram­lardır, yolun başındaki çağıran Allah'ın kitabıdır, yukarıdaki çağıran ve uyaran, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm'da vahiy, vicdan ve akıl birlikte İşletilerek doğru yol bulunmaktadır. 


Fâtiha Suresi 6. Ayet Tefsirinden - (Diyanet)