15 Kasım 2021 Pazartesi

İnsanın Saygınlığı ve Dokunulmazlığı

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2015 - Mutalaa No: 4
Konusu: İnsanın Saygınlığı ve Dokunulmazlığı
   Din İşleri Yüksek Kurulu, 26/02/2015 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Dr. Hüseyin KAYAPINAR’ın başkanlığında toplandı. Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan “İnsanın Saygınlığı ve Dokunulmazlığı” adlı metin görüşüldü.
MÜTALAA: İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in Sünneti; insanın, ilave bir sebebe ya da kayda bağlı olmaksızın sadece insan olmasından dolayı saygın ve dokunulmaz olduğu hususunda son derece berraktır. Birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif, bütün insanların tek bir kaynaktan, Hz. Âdem’den türediğini, yaratılıştan değerli olduğunu, yeryüzünün en şerefli yaratığı olarak var edildiğini, her birinin Yüce Allah’ın muradını yeryüzünde gerçekleştirmeyle görevlendirilme anlamında onun halifesi olduğunu belirtmiş ve bütün bunların bir ırka ya da dine mensubiyetle sonradan kazanılmayıp insan olarak yaratılmışlık itibariyle kimliğinde zaten verili olarak mevcut bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu gerçek, İslam geleneğinde “İsmet-i Âdemiyyet” kavramıyla ifade edile gelmiştir. Bunun yanında İslam tarihi boyunca Müslümanlarla gayri müslimlerin arasında yaşanan sürekli savaşlar ve İslam varlığına yönelik devamlılık arz eden düşmanca tutumlar bazı âlimleri, insanın saygınlık ve dokunulmazlığının imana ya da emana dayandığı (İsmeti iman ve eman) fikrine götürmüştür. İnsanın dokunulmazlığının ve temel insan haklarının Âdemiyyete yani insan olmaya değil de imana yani mümin olmaya veya emana yani Müslümanların verdiği güvenceye istinaden İslam toplumunda yaşamaya dayandığı yönündeki bu sonraki yorumlar, tarihsel ve konjonktüreldir.
GEREKÇE: İslam bütün insanlığa gönderilen son ilahî dindir. Muhatabı belli bir topluluk, zaman dilimi veya coğrafya olmadığı için çağrısı evrenseldir yani bütün zamanlara ve istisnasız bütün insanlaradır. “Biz, seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe’ 34/28); “(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim.” (A’râf 7/158); “De ki: ‘Ey insanlar, size Rabbinizden gerçek (Kur’an) gelmiş bulunuyor.
Artık kim doğru yola girerse, ancak kendisi için girer. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapar. Ben sizden sorumlu değilim.” (Yunus 10/108); “İşte bu Kur’an bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu.” (En’âm 6/19) gibi ayet-i kerimeler yanında “Benden önceki peygamberler sadece kendi toplumlarına gönderilmişken ben, bütün insanlığa gönderildim” (Buhârî, Salât, 55; Müslim, Mesâcid, 523) gibi hadis-i şerifler bu hakikati ortaya koymaktadır.
İlahî hitabın kendisine yöneltildiği insan, yine bu hitabın beyanına göre en güzel biçimde yaratılmış (Tîn 95/4); kendisine yaratıcının ruhundan üflenmiş (Secde 32/9); bir kaynak insandan Hz. Âdem’den (a.s.) türemiş (Nisa 4/1; Zümer 39/6); yaratılan diğer birçok varlıktan üstün tutulmuş ve sırf insan olması hasebiyle saygın kılınmıştır: “Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsrâ 17/70).
Yüce Allah’ın meleklerin bile kendisine saygı göstermesini emrettiği (Bakara 2/34; A’râf 7/11) bu varlık, İslamî anlayışa göre sırf insan olması sebebiyle aslî saygınlığa sahiptir. Bu aslî saygınlık, onu aynı zamanda dokunulmaz kılar. Bu sebepledir ki “bir insanı öldüren kişi sanki bütün insanlığı öldürmüş gibidir; ve bir hayat kurtaran kişi sanki bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.” (Mâide 5/32). İnsanın doğuştan getirdiği bu saygınlık ve dokunulmazlık özelliği, onu hem hukukun muhatabı yapmış hem de temel haklara sahip kılmıştır. İlk dönem İslam âlimlerinden Serahsî (ö. 483/1090), insanın hak ve sorumluluk sahibi olduğunu açıklarken, Allah’ın, kendi emanetini taşıması için yarattığı insanı, hukukullahın gereklerini yerine getirebilsin diye akıl ve hukukî kişilik (zimmet) nimetleriyle donattığını ve yine üstlendiği emanetin gereğini tam olarak eda edebilmesi için ona doğumundan itibaren dokunulmazlık (ismet), özgürlük (hürriyet) ve mülkiyet sahibi olabilme (mâlikiyyet) haklarını bahşettiğini belirtir (el-Usûl, Beyrut 1993, II, 334).
XIX. yüzyıl âlimlerinden İbn Âbidîn de (ö. 1252/1836) “Kâfir bile olsa insan mükerremdir/saygındır; ölü kâfirin kemiğini kırmak da aynı gerekçeyle caiz değildir.” (Reddü’l-muhtâr, Beyrut 1992, V, 58) derken bu aslî saygınlığa vurgu yapmaktadır.
İslam âlimlerine göre insanın yaşama, din ve vicdanî kanaat sahibi olma, evlenerek çoğalma, mülk sahibi olma, ırz ve şerefini teminat altına alma gibi temel haklara sahip olması işte sırf insan olmanın sonucu olan bu ismet ve keramete dayanmaktadır. Bu yaklaşım, İslam geleneğinde; “el-İsmetü bi’l-Âdemiyye” yani “Saygınlık ve dokunulmazlığın gerekçesi, insan olmaktır” ilkesiyle ifade edilmiştir (bk. Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1993, IV, 224; XXVI, 89; Kâsânî, Bedâi, Beyrut 1986; VII, 257; Merğînânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, I, 216, 230; II, 155-156).
Hz. Peygamber’in bütün insanlara hitaben yaptığı son konuşmalarından birinde verdiği şu mesaj, fakihlerin bu yorumlarına temel teşkil etmiştir: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir, zira hepiniz Âdem’in çocuklarısınız; Âdem ise topraktandır. Allah katında en değerli olanınız, ona en çok saygı göstereninizdir. Arabın Arap olmayana, Allah’a saygı ölçüsü dışında başka bir üstünlüğü yoktur.” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Edeb, 111).
Böyle bir felsefî arka plana sahip olan insanın temel hak ve hürriyetleri, fakihler tarafından zarûrât veya zarûriyyât terimleriyle de ifade edilmiştir. İlgili literatürde “vazgeçilmez, devredilemez ve indirgenemez insanî değerler” anlamına gelen bu terimle insanın yaşama hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, aile kurup çoğalma hakkı, aklî melekelerini koruyup geliştirme hakkı ve mülkiyet hakları korunma altına alınmıştır. Din ya da ırk farkı dikkate alınmaksızın her bir insan için söz konusu olan bu temel haklar, aynı zamanda bütün ilahî din ve şeriatlerin de temel hedefi konumunda olduğundan Müslümanlar tarafından “makâsıdü’ş-şerîa” terimiyle bir çerçeveye oturulmuştur (Gazzâlî, el-Mustasfâ, Beyrut 1994, I, 633 vd.; Şâtıbî, el-Muvâfakât, Beyrut 1999, II, 12 vd.).
İslamın ana kaynaklarının genel yaklaşımı böyle olmakla birlikte, saygınlık ve dokunulmazlığın, bir başka ifadeyle temel insan haklarının, insan olmaya değil de Müslüman olmaya (el-ismetü bi’l-îman) veya Müslümanların verdiği güvenceye dayanarak İslam toplumunda yaşamaya ya da Müslümanlarla barış anlaşması yapmış olmaya (el-ismetü bi’l-emân) bağlı olduğunu söyleyen âlimler de buluna gelmiştir.
Başlangıçtan itibaren Müslümanlarla gayri müslimlerin devletlerararsı ilişkilerinin sürekli savaşa dayanması, buna binaen uluslararası camianın kaçınılmaz olarak dâru’l-İslam ve dâru’l-harb şeklinde ikiye ayrılması; savaş hukuku hükümlerine göre dâru’l-harb vatandaşlarının, kendilerine eman verilmedikçe veya sulh anlaşması yapılmadıkça “harbî” sayılıp can ve mallarının mubah olacağı yargısı, söz konusu âlimleri böyle bir kanaate sevk etmiş görünmektedir.
Bu yaklaşımın, yukarıda işaret edilen tarihsel durumlar sebebiyle dönemsel ve konjonktürel olduğu anlaşılmaktadır. Zira, Kur’ân-ı Kerim’de dinsel ve dolayısıyla kültürel farklılığın bir başka ifadeyle çoğulculuğun, Yüce Yaratıcı’nın bizzat kendisinin muradı olduğu şu ayetlerde açıkça vurgulanmıştır: “Sizden her biriniz için bir sistem ve bir hayat tarzı belirledik. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise hayırlı işlerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman anlaşmazlığa düşmüş olduğunuz şeyleri size bildirecektir.”(Mâide 5/48); “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi toplu halde mutlaka iman ederlerdi. Böyle iken, sen mi mü’min olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (Yûnus 10/99).
Dinsel ve kültürel farklılıkların bir yaratılış gerçeği olduğu böylece belirtilip ardından İslam’ın dışındaki diğer dinlere ve mensuplarına hayat hakkı tanınmaması, açık bir tutarsızlık olurdu. Bu sebepledir ki, gerek Kur’ân-ı Kerîm gerek onu duyuran İslam Peygamberi, başta yaşama, mülkiyet hakkı ile din ve düşünce hürriyeti olmak üzere temel hakları teminat altına alacak hükümler getirmiştir (Bakara 2/26; Nisâ 4/32; Mâide 5/32; İsrâ 17/33; Kehf 18/29; Ğâşiye 88/21-22; Buhârî, Cizye, 5; Ebû Dâvûd, Cihad, 153; Tirmizî, Diyât, 11).
Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyeti yanında özellikle “…Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez” (Nisâ 4/90); “Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah’a güven!..” (Enfâl 8/61); “Allah, inancınızdan dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz…
Allah yalnızca, din hakkında sizinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dostlukla yaklaşmanızı yasaklar; kim onlarla dost olursa, gerçek zâlimler işte onlardır.” (Mümtehine 60/8-9) meâlindeki âyetleri, toplumlararası ilişkilerdeki ilkesel tavrın sulh yönünde olduğunu göstermektedir. 
Böyle olduğu içindir ki, İslâm sırf konjonktürel gerekler ve dünyevî yararlarla hasmâne ilişkileri tırmandırmayı doğru bulmamış; İslâm ülkesi ve Müslüman varlığını korumak gibi meşru gerekçeleri bulunmayan savaşları kınamıştır (Bakara 2/205; Enfâl 8/47; Nahl 16/92; Buhârî, Cihâd, 15; Müslim, İmâre, 149). İnsanın yaratılış itibariyle mâsum ve dolayısıyla canına kastedilmesinin haram olduğu hükmünü ilke olarak benimseyen fakihler (Mevsılî, el-İhtiyâr, İstanbul ts., V,28; İbnü’l- Kayyım, Ahkâmu Ehli’z-Zimme, Beyrut 1983, I,11); canlıları öldürmeyi, yerleşim yerlerini yok etmeyi ve çevreyi tahrip etmeyi beraberinde getireceği için savaşın özü itibariyle güzel/hasen bir olgu olmadığını belirtmişlerdir (İbn Abdisselâm, Kavâidü’l-Ahkâm, Kahire ts., s. 44; Kâsânî, Bedâi, VII, 100). Onun içindir ki barış içinde özgürce yaşamak mümkün olduğu sürece savaş asla gündeme gelmez (bk. Yaman, “Savaş”, DİA, XXXVI, 189-194).
Şu halde İslam’ın ana kaynaklarına göre insan, başka bir mensubiyete gerek olmaksızın sırf insan olması/âdemiyyet cihetiyle saygındır, onurludur, korunmuştur ve temel haklarla donanmıştır. Bu sebepledir ki, herhangi bir insanın can, mal, ırz, akıl ve vicdan bütünlüğüne kasdeden davranışlar suç kabul edilmiş ve fâilleri için değişik düzeylerde cezalar öngörülmüştür. Fıkıh literatüründe sıklıkla geçen ve hepsi “insan hakları” anlamına gelen “Hukûku’l-âdemiyyîn”, “Hukûku’l-ibâd” ve “Hukûku’n-nâs” kavramları bu gerçeği somut olarak ortaya koymaktadır (bk. Şâfiî, el-Üm, Kahire 2001, VII, 534-535; Mâverdî, el-Ahkâmu’s-Sultâniyye, Kuveyt 1989, s. 43; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nazâir, Dımaşk 1983, s. 388). Gayri müslimler de ödedikleri vergiler sebebiyle değil, insan olmaları sebebiyle dokunulmazdır (mahkûnü’d-dem) (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, X, 81-82).
Savaş hukukunun kendine özgü kuralları tabiatıyla istisnadır. Fakat böyle olmakla birlikte İslam, savaşta bile insan onurunun korunması ve haklarının garanti altına alınması için tedbirler koymuştur. Mesela bu meyanda düşman tarafında olmakla beraber fiilen savaşmayan kadın, çocuk, yaşlı, engelli, kendi işinde meşgul olan kişilerle mabedlerinde kalan din adamlarına dokunulmamış, düşmanın kutsal varlıklarına ilişilmemiş, gereksiz tahribat yasaklanmış, işkence ve yağmalama suç sayılmış, düşman cesetlerine saygı gösterilmesi emredilmiştir (bk. Buhârî, Cihâd, 102, 149; Müslim, Cihâd, 2, 3, 12; Ebû Dâvûd, Hudûd, 14; Tirmizî, Siyer, 40; Müsned, I,
231, 236; Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, Kahire 1971, I, 52-55; 78-79; Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, Beyrut 1983, VIII,71 vd,).

14 Kasım 2021 Pazar

Nikah Akdinin Mahiyeti Tescili ve Gizli Nikah

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2015 - Mutalaa No: 12
Konusu: Nikah Akdinin Mahiyeti Tescili ve Gizli Nikah
   Din İşleri Yüksek Kurulu, 18/06/2015 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Dr. Hüseyin KAYAPINAR’ın başkanlığında toplandı. Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan “Nikâh Akdinin Mahiyeti Tescili ve Gizli Nikâh” adlı metin görüşüldü.
MÜTALAA: İslam’a göre aralarında evlenme engeli olmayan bir erkek ile bir kadının arasını, sürekli bir hayat ortaklığı kurmak üzere birleştiren ve her iki tarafa haklar bahşedip sorumluluklar yükleyen nikâh, medenî bir sözleşmedir. Her sözleşmede/akitte olduğu gibi nikâhta da tarafların rızası ve kabulü esastır. Bunun yanında evlenme sözleşmesinin geçerliliği, onun alenî oluşuna yani gizli olmayıp açık yapılmasına ve toplumsal meşruiyet taşımasına bağlıdır. Söz konusu aleniyet, İslam geleneğinde öncelikle şahitler veya ilan ile sağlanmıştır. Şahitlik, küçük yerleşimlerde aynı zamanda tescil işlevi de görmüştür. Fakat toplumların genişlemesi ve hareketliliğin artması sebebiyle nikâhın varlığı ve buna bağlı olarak eşlerin hak ve sorumluluklarının ispatında şahitlik her zaman yeterli olmayabilmektedir. Bu sebeple nikâh akdinin varlığını, şüpheye yer bırakmayacak ölçüde ispat ve nikâhtan kaynaklanan hak ve sorumlulukları müeyyideye bağlamak için ilave tedbirlerin alınması gerekir. Günümüz şartlarında en uygun tedbir ise evlilik sözleşmesinin resmî makamlarca tescili yani kayıt altına alınmasıdır.
GEREKÇE: İslam’a göre nikâh, birbirleriyle evlenmelerine dinî açıdan bir engel bulunmayan bir erkek ile bir kadının aralarını sürekli bir hayat ortaklığı kurmak üzere birleştiren ve bunun için karşılıklı haklar ve görevler belirleyen bir akittir. Yüce Allah kadın ve erkeği aynı özden yaratıp, eşlerin birbiriyle huzur bulmalarını sağlamak üzere aralarında sevgi ve merhamet duygularını yerleştirmesini kendi varlığının işareti olarak göstermiş (Rûm 30/21); bekârları evlendirmeyi toplumsal bir görev olarak saymış (Nûr 24/32); nikâh akdini büyük sorumluluğu olan bir sözleşme olarak nitelemiş (Nisâ 4/21) ve yüze yakın ayet ile aile kurumunun çerçeve hükümlerini belirlemiştir.
“Nikâh benim sünnetimdir” buyuran (Buhârî, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5) Hz. Peygamber (s.a.), eşlerin birbirlerine emanet olduklarını ve beraberliklerinin Allah’ın emri uyarınca kıyılan nikâh sebebiyle helal hale geldiğini belirtmiştir. (Müslim, Hac 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56) Bu tespit ve vurgular, İslam geleneğinde nikâhın kulluk bilinciyle yapılan bir sözleşme olarak algılanmasını sağlamıştır.
Nikâhın en önemli niteliklerinden birisi onun meşruluğu yani hukukî geçerliliğidir. Zira evliliğin taraflara sağladığı haklar ve karşılıklı sorumluluklar, kanıtlanabilir ve müeyyideleri bulunan meşru bir nikâhta söz konusu olabilir. Bir başka ifadeyle, cinsellikten nafakaya; nesepten mirasa evliliğe bağlı bütün hükümler, ancak ispat edilebilir bir akit için bahis konusudur. Bu sebeple nikâh akdinin alenî olması, kişilerin evli olduklarının toplum tarafından bilinmesi ve bunun için gerekli prosedürün tamamlanması şart koşulmuştur.
Hz. Peygamber’in (s.a.) “Nikâhı ilan edip etrafa duyurun!” (Tirmizî, Nikâh 6; İbn Mâce, Nikâh 20) emri ile “Veli ve iki adaletli şahit olmadıkça nikâh geçerli sayılmaz” (İbn Hıbbân, Sahih, IX, 386; Dârakutnî, Sünen, IV, 315, 322; Beyhakî, es-Sünenü’l- Kübrâ, VII, 201-203; X, 249; bk. Buhârî, Şehâdât 8) sözü, nikâhın açık ve toplumun bilgisi dâhilinde olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Yine Hz. Peygamber’in (s.a.) “Şu nikâhı mescidlerde kıyın!” buyurup (Tirmizî, Nikâh 6); nikâhlarda mesela def çalmak gibi meşru eğlenceyi ve düğün yemeği vermeyi teşvik etmesi de (Buhârî, Nikâh 7, 67, 68; Nesâî, Nikâh 72, 84; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VII, 790) yapılan akdin aleniyetini sağlamayı ve o günkü şartlarda nikâhın kayıt altına alınmasını hedeflemektedir. Bu gerekçeyledir ki, fakihler nikâh akdinin geçerliliğini, akıl ve ruh sağlığı yerinde, ergenlik çağına gelmiş ve Müslüman olan iki şahidin huzurunda yapılmasına bağlamışlardır (Şâfiî, el-Üm, Beyrut 1993, V, 35; İbn Hazm, el-Muhallâ, Beyrut 1988, IX, 48; Merğînânî, el-Hidâye, İstanbul 1986, I, 190; İbn Kudâme, el- Muğnî, Beyrut 1972, VII, 7; Şevkânî, es-Seylü’l-Cerrâr, Kahire 1403, II, 270).
Kıyılan nikâhın toplum tarafından bilinmesi bu denli önemli olduğundan onun gizli yapılması geçersizdir. Dolayısıyla gizli nikâh (nikâhu’s-sir), ispat imkânı olmadığından herhangi bir hukukî sonuç doğurmaz.
Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.a.), etrafa duyurulmadan gizlice yapılan nikâhların geçerli olmayacağını ve böyle yapanların ağır biçimde cezalandırılacağını söylemişlerdir (bk. Muvatta, Nikâh 26; Sahnûn, el-Müdevvenetü’l-Kübrâ, Kahire 1323, II, 194; Müsned,IV, 78).
Evlenme sözleşmesinin/nikâhın geçerliliği ve toplumsal meşruiyeti kendisine bağlı olan aleniyet, tarih boyunca öncelikle şahitler veya ilan ile sağlanmıştır. Şahitlik, küçük yerleşim yerlerinde ve dar toplumlarda aynı zamanda tescil işlevi de gördüğünden eskiden ayrı bir kayıt prosedürü öngörülmemiştir. Fakat toplumların genişlemesi ve hareketliliğin artması sebebiyle nikâhın varlığının ve buna bağlı olarak eşlerin hak ve sorumluluklarının ispatında şahitlik her zaman yeterli olamayabilir. Bu sebeple nikâh akdinin varlığını, şüpheye yer bırakmayacak ölçüde ispat edip nikâhtan kaynaklanan hak ve sorumlulukların sağlanması için ilave tedbirlerin alınması gerekir. Günümüz şartlarında en uygun tedbir ise evlilik sözleşmesinin resmî makamlarca tescili yani kayıt altına alınmasıdır. Nitekim noterler (şurûtiyyûn) nezdindeki resmî mehir kayıtlarına (kütübü’l-mühûr) 3/9. yüzyıl gibi çok eski dönemlerden itibaren rastlanması (bk. Ebû Hilal el-Askerî, el-Furûk, Kahire ty. (Dâru’l-İlm ve’s-sekâfe), s. 169; İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, Mansura 1426, XXXII, 131), tescil fikri ve uygulamasının Müslümanlar arasında zamanla ihtiyaç haline geldiğini ve önemsendiğini göstermektedir. Nitekim Selçuklular, Memlûklar ve Osmanlılarda evlenmelerin kadı (hâkim) huzurunda olması istenmiş; 1917 tarihli Osmanlı Hukuk-ı Aile Kararnamesi’nin 37. Maddesiyle bu istem kural haline getirilmiştir.
Yüce Allah’ın basit borç ilişkilerini kayda geçirme yönündeki tavsiyesi de (Bakara 2/282) göz önüne alındığında, sadece evlenen kişileri değil bütün toplumu ilgilendireceği ve hayatî önemi haiz sonuçlar doğuracağı için nikâh akdi tescil edilmelidir. Günümüzde resmî makamlar ve yargı kurumları nezdinde yegâne ispat aracı olduğundan resmî tescil, hakların ihlali ve sorumlulukların ihmalini önlemek suretiyle tarafların hukukunu koruyabilmek için de gereklidir.
Dinin nikâh akdinde aradığı şartları taşıyan ama resmen tescil edilemeyen nikâhların dinen geçersiz olduğu söylenemezse de aleniyetin sağlanması ve karşılıklı sorumlulukların takip edilebilmesi açısından taraflar nezdinde gerekli tedbirler de alınmalıdır.
Sonuç olarak, çiftler arasında kıyılan nikâhın toplum tarafından bilinmesi, yukarıda vurgulanan hususlardan dolayı hayatî önem arz ettiğinden, bu işlemin gizli yapılması nikâh sözleşmesi açısından herhangi bir hüküm ifade etmemektedir. Bu itibarla gizli nikâh, ispat imkânı olmaması sebebiyle herhangi bir hukukî sonuç doğurmaz.

13 Kasım 2021 Cumartesi

Ağ Pazarlama ya da Çok Katlı Pazarlama Uygulamaları

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2016 - Mutalaa No: 20
Konusu: Ağ Pazarlama ya da Çok Katlı Pazarlama Uygulamaları
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 16.11.2016 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in başkanlığında toplandı. Prof. Dr. Ahmet YAMAN tarafından geliştirilen “Ağ Pazarlama ya da Çok Katlı Pazarlama Uygulamaları” adlı metin görüşüldü.
Kamuoyunda “Ağ Pazarlama”, “Doğrudan Satış” veya “Network Marketing” adıyla bilinen uygulamanın iki farklı işleyişi bulunmaktadır. Birincisi “Piramit Satış Sistemi” denilen ve gerçekte saadet zinciri olan uygulamadır. Bu sistemde amaç, üye toplamak olup bir mal veya hizmet satışı ya hiç bulunmamakta ya da sistemi meşrulaştırmak için göstermelik bir ürün bulunmaktadır. Sistem aşırı bilinmezlik, aldatma, haksız kazanç vb. sakıncalar sebebiyle caiz değildir.
Çok katlı ağ pazarlama sisteminin diğer bir uygulama şekli ise mal veya hizmet satımı üzerine kurulmuş olup geleneksel satış sistemlerinde bulunan aracıları ortadan kaldırarak doğrudan tüketiciye ulaşmayı hedeflemektedir. Bu sistemde her ne kadar satıma konu olan bir mal veya hizmet bulunsa da bazıları, çalışma yöntemleri açısından piramit satış sistemi ile de büyük oranda uyuşabilmektedir. Bu sebeple sistemin caiz olabilmesi için şu temel ilkeler dâhilinde işlemesi gerekmektedir:
1- Sistemde yer alanların elde ettiği kazanç, ağırlıklı olarak sisteme yeni kişiler kazandırılması ve bu sayede oluşan komisyon, prim, teşvik, ödül ve benzeri isimler altında nitelendirilen menfaatlerin dağıtılması üzerine kurulmamalıdır. Dolayısıyla sistemin, yeni kişiler kazandırmayı değil mal veya hizmetlerin satışını esas alması gerekir. Ayrıca satılan bu mal veya hizmetlerin dini açıdan meşru olması gerekir.
2- Sisteme dâhil olmak isteyenlerden işe başlamaları ya da başladıktan sonra sistemde kalabilmeleri için veya daha sonradan herhangi bir gerekçeyle karşılıksız bir ücret talep edilmemelidir. Bu meyanda organizasyonun normal hizmet giderleri dışında herhangi bir isim altında bir bedel alınmamalıdır.
3- Üyenin, firmadan mal/hizmet alabilmesi için yeni üye bulma zorunluluğu olmamalıdır.
4- Sisteme dâhil olan katılımcının bizzat kazandırdığı yeni üyeler sebebiyle bir prim alması caizdir. Ancak kazandırılan üyenin daha sonradan yaptığı satışlardan ve onun da getirdiği yeni üyeler ile onların yaptığı satışlardan, herhangi bir emek veya üstlenilen risk olmaksızın prim almak ise caiz değildir.
5- Üye istediği zaman sistemden herhangi bir cezaî şarta muhatap olmadan ayrılabilmelidir. Fakat üyenin ayrılmasının, baştaki taahhütleri dolayısıyla ilgili firmanın gerçek bir zarara uğramasına sebep olması haline münhasır olmak üzere cezaî şart koşulabilir. Bu şartları taşımayan bir ağ pazarlama ya da doğrudan satış sistemi caiz değildir.

GEREKÇE:
Sanayi devriminden sonra üretimin eskiye göre daha çok artması üretici firmaları, ürünlerini satma konusunda yeni pazarlama yöntemleri bulmaya sevk etmiştir. Bunlardan birisi de doğrudan pazarlama yöntemidir. Network Marketing denilen pazarlama sistemi de doğrudan pazarlama yöntemlerinden biridir.
Literatürde “Network Marketing”, “Multi-level Marketing”; “ التسویق الشبكي ” ya da التسویق الھرمي“ ”olarak ifade edilen sistemin Türkçedeki karşılığı olarak “Ağ Pazarlama”, “Çok Katlı (Katmanlı) Pazarlama” ve “Doğrudan Satış” ifadeleri kullanılmaktadır. Genel olarak bakıldığında sistemin ikiye ayrıldığı görülmektedir. Birincisi piramit satış sistemi denilen ve amacı mal/hizmet satmak olmayan sistem, ikincisi ise temeli mal satışına dayalı olan çok katlı pazarlama sistemidir. (Sistemlerle ilgili bilgiler için bk. Ali Çağlar Çakmak, Doğrudan Satış ve Şebeke Yoluyla Pazarlama Sistemi, İstanbul 2011; Erdinç Tekbaş, Ticari Cemaatler: Çok Katlı Pazarlama Sistemi, Ankara 2011; Abdurrahman Savaş, Network Marketing Sözleşmesi, İstanbul 2016) 
Bunlardan Ponzi Şeması olarak da bilinen piramit satış sistemi, esasında bir doğrudan satış yöntemi olmayıp aslı, saadet zinciri olarak bilinen organizasyon şeklidir.
Ülkemizde yürürlükte olan 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun “Piramit Satış Sistemleri” başlıklı 80. maddesinin birinci fıkrası söz konusu sistemi şöyle tanımlamıştır: “Piramit satış; katılımcılarına bir miktar para veya malvarlığı ortaya koymak karşılığında, sisteme aynı şartlar altında başka katılımcılar bulma koşuluyla bir para veya malvarlığı kazancı olanağı ümidi veren ve malvarlığı kazancının elde edilmesini tamamen veya kısmen diğer katılımcıların da koşullara uygun davranmasına bağlı kılan, gerçekçi olmayan veya gerçekleşmesi çok güç olan kazanç beklentisi sistemidir.”
Piramit satış sisteminin haram olduğu konusunda günümüz bütün İslam âlimleri ittifak halindedirler. Zira bu sistemin amacı mal/hizmet satmak değil, üye toplamak suretiyle para kazanmaktır. Çoğu zaman alınan bu ücretin karşılığında herhangi bir mal/hizmet bulunmamaktadır. Mevcut olanlarda ise bu, sistemi meşru göstermek için satılan göstermelik bir üründen ibarettir. Bu sebeplerle piramit satış sistemi fıkhî açıdan caiz değildir.
Diğer taraftan yukarıda adı geçen 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun “Ceza Hükümleri” başlıklı 77. maddesinin onyedinci fıkrası da şu müeyyideyi koymuştur: “Bu Kanunun 80 inci maddesine aykırı olarak piramit satış sistemini başlatan, düzenleyen veya toplantı, elektronik posta veya diğer birçok kimsenin de katılımını sağlamaya elverişli yöntemlerle yayan veya böyle bir sistemin diğer bir şekilde yayılmasını ticari amaçlarla destekleyenler hakkında 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanır.”
Şu halde asıl amacı, ihtiyaç duyulan meşru mal ve hizmet satmak değil, gerçekçi olmayan veya gerçekleşmesi çok güç olan kazanç beklentisi oluşturarak üye toplamak suretiyle para kazanmak olan piramit satış sistemini kurmak, işletmek ve buna üye olmak caiz değildir.
Ağ pazarlama sisteminin ikinci şekli ise doğrudan pazarlamanın bir çeşidi olan çok katlı pazarlama sistemi olup kişisel girişimciliğin ön planda olduğu ve üyelerini doğrudan ve dolaylı satışlar sonucunda ödüllendiren bir organizasyondur. Çok katlı pazarlama, genel dağıtım kanallarına verilmeyen özel ürünlerin bireylerden (distribütörler) oluşan bir ağ kullanılarak satıldığı ve her bireyin hem yaptığı satışlar hem de kendisinin bulduğu ilave distribütörlerin yaptığı satışlar üzerinden prim ya da komisyon aldığı pazarlama modelidir.
Çok katlı pazarlama sisteminde genellikle üretici firma ya da şirket, sponsor, distribütör ve alıcı/tüketici olmak üzere dört taraf bulunmaktadır. Firma, ürünlerini mağazalar yerine sponsor ve distribütör vasıtasıyla satan kuruluştur. Distribütör, üye olmak suretiyle üreticiden/şirketten belirli bir indirimle mal satın alıp bunu başkalarına satan kişidir. Üye olmak için genellikle bir miktar ürün alımı zorunludur. Alıcı/Tüketici ise sisteme üye olmadan distribütörden malları alan kişidir. Distribütör, firmadan indirimle aldığı ürünlerin üstüne kendi kârını koyarak tüketiciye satar.
Bu sistemin genel çalışma modeline göre, doğrudan satıcılar, sisteme yeni üyeler bulmak ve bunları eğitmek durumundadırlar. Bu pazarlama şeklinde “sponsor” ya da “üst hat” olarak da adlandırılan katılımcılar, hem ürünlerin ve hizmetlerin perakende satışını yapar, hem de perakende satış yapacak kişilerden bir satış ekibi oluşturur. Böylece, kendi yaptığı satışların yanı sıra ekibinin yapmış olduğu satışlardan da gelir elde eder. Çok katlı pazarlamanın en önemli özelliği, sponsorlara sadece kaydettikleri üyelerin satışlarından değil, onların da kaydettikleri üyelerin satışlarından komisyon alma imkânı sağlamasıdır.
Çok katlı pazarlama sistemi, yapısı itibari ile birden fazla hukuki ilişkiyi bünyesinde barındırmaktadır. Bu sebeple konu hakkında hüküm verebilmek için sistemde yer alan taraflar arasındaki ilişkinin hukuki niteliği ayrı ayrı incelenmelidir.
Firma ile distribütör arasındaki ilişki bir satış (bey’) akdidir. Bu durumda fıkhi açıdan ortada gerçek bir mal/hizmet bulunması, dinî açıdan satılması haram olan bir mal/hizmet olmaması, fiyatın belli olması vb. genel şartların uygunluğuna bakılır.
Firma ile distribütör/sponsor arasında yeni üye bulma konusundaki ilişkisi ise simsarlık, icâre, vekâlet, hibe ve cuâle olarak farklı şekillerde izah edilmiştir. Bu akitlerin herbiri şer’an geçerli olmakla birlikte ilgili yönetmelikler, firma ile distribütör arasında yapılan sözleşmeler ve yerleşen algı hesaba katıldığında söz konusu ilişkinin cuâle yani yapılacak bir iş karşılığında mükâfat vaad etme akdine yakın olduğu görülmektedir.
Zira şirketin verdiği primler, distribütörlerin yaptıkları hizmetler karşılığında önceden vaad edilmiş ödüller konumundadır. Üye kazanıp kazanamama ve kazanılan yeni üyelerin satış yapıp yapamayacakları belirsiz olsa da bu noktadaki bilinmezlik/belirsizlik, ihsan kabilinden olan cuâlede mazur görülmüştür.
Fakat burada şu hususa işaret edilmelidir: Firma sadece üyenin bizzat getirdiği alt üyelerin karşılığında bir defaya mahsus bu ödülü (prim) ödemelidir. Zira sponsorun, yeni üyeyi sisteme dâhil ettikten sonra onunla doğrudan bir ilişkisi kalmamaktadır. Yeni üye, giriş paketi satın aldıktan sonra artık firma ile bizzat muhatap olup ondan mal/hizmet alma ve yeni üyeler bulma hakkı elde etmiştir. Dolayısıyla o da kendi namına ve hesabına çalışmaktadır. Sponsor ile diğer alt üyeler arasında ise hiçbir ilişki bulunmadığından sponsorun üçüncü kişilerin çalışmasına bağlı olarak prim almasının haklı bir gerekçesi ve fıkhî bir temeli bulunmamaktadır.
Çok katlı pazarlama sisteminde görülen sakıncalardan birisi de bazı firmaların sisteme ilk girişte karşılığında mal/hizmet bulunmayan veya içinde eğitim materyallerinin bulunduğu paket karşılığında gibi göstermelik bir gerekçeyle belli bir ücret almalarıdır. Gerçek bir mal ve hizmet sunumuna dayanmayan bu ücretin alınması caiz değildir (Bakara, 2/188) Aynı şekilde, organizasyonun normal hizmet giderleri dışında herhangi bir isim altında bir bedel alınması da caiz değildir.
Kaldı ki, konuyla ilgili çıkarılan yönetmelikte de, çok katlı pazarlama firmalarının doğrudan satıcı olarak sisteme dâhil olmak isteyenlerden işe başlamaları ya da işe başladıktan sonra sistemde kalabilmeleri için giriş aidatı, başlangıç paketi, yenileme ücreti, aidat ve paket ücreti gibi herhangi bir isim altında bedel alamayacakları belirtilmiştir (İş Yeri Dışında Kurulan Sözleşmeler Yönetmeliği, md. 25/4).
Diğer taraftan bazı firmalar, distribütöre “yeni üyeler bulması” şartıyla mal satmaktadırlar. Bu ise, sözleşmenin niteliğine uygun olmayan ya da sözleşmeyi kuvvetlendirici bir özelliğe sahip olmayan ve taraflardan sadece birine menfaat sağlayan fasit bir şarttır. (Mergınânî, el-Hidâye, V, 120) Bu durumda şartın geçersiz, sözleşmenin ise geçerli olması gerekir. Ancak çok katlı pazarlama sisteminde, distribütörün tek taraflı olarak şartı geçersiz sayması mümkün değildir. Bu sözleşme, iltihaki sözleşmeler grubundan olup distribütör ya tamamıyla kabul eder ya da reddeder. Bu sebeple sözleşme bütünüyle geçersiz hale gelmektedir.

Sonuç itibariyle, çok katlı pazarlama sistemi, temelinin mal/hizmet satışına dayalı olması sebebiyle piramit satış sistemi ile aynı kapsamda değerlendirilmese de uygulamada bazı sakıncalar görülebilmektedir. Bu sakıncaları bertaraf etmek üzere yukarıda cevap başlığı altında sıralanan şartlara riayet etmek gerekir. Bu şartlara riayet edilmemesi halinde yapılan işlemler caiz değildir. Nitekim günümüzde yürürlükte olan İş Yeri Dışında Kurulan Sözleşmeler Yönetmeliği’nin 25. maddesi de tüketici mevzuatına uygun bir biçimde faaliyet göstermek isteyen doğrudan satış şirketlerinin uyması gereken temel esaslar arasında benzer şartları saymıştır. Diğer taraftan üye olup bir şekilde sisteme dâhil olmayı düşünen kişilerin bu sisteme yöneltilen “insanları gerçekleştirilmesi zor hatta imkânsız hayallerle aldatması” eleştirisini dikkate almaları ve meşruiyet sorgulamasına girmeksizin maddî kazanç elde etmenin uhrevî vebalini hesaba katmaları yerinde olacaktır.

11 Kasım 2021 Perşembe

Domuz Derisinin Dibagatla Temizlenmesinin Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2018 - Karar No: 26
Konusu: Domuz Derisinin Dibagatla Temizlenmesinin Dini Hükmü
   Din İşleri Yüksek Kurulu, 30.06.2018 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in Başkanlığında toplandı.
Kur’ân-ı Kerim’de haram kılınan hayvan kökenli gıdalar içerisinde açıkça ismi belirtilen tek hayvan domuzdur. (Bakara, 2/173; Mâide, 5/3; Enâm, 6/145; Nahl, 16/115) Ayetlerde “domuzun etinin” vurgulanması, bu hayvandan beklenilen en önemli yararın etine yönelik olması nedeniyledir. Literatürde domuzun yalnızca etinden değil, kemikleri ve yağı da dâhil bütün cüzlerinden faydalanmanın haram olduğu açıkça belirtilmiştir.
Domuzdan kaçınmanın kapsamı konusunda ulaşılan görüş birliğini Cessâs, “ümmetin domuzla ilgili ayetlerin metninde ittifak ettiği gibi, muhtevası ve yorumlanmasında da ittifak ettiği” tespitiyle vurgulamaktadır. Yalnızca domuz kılının deri vb. mamullerin dikişi için kullanılabileceği, bazı fıkıhçılar tarafından bir takım çekincelerle birlikte kabul görmüştür. (Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, Beyrut 1992, I, 153; III, 296-297; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, Beyrut 1986, I, 63; İbn Kudâme, el-Muğnî, Riyad 1997, I, 109)
Fıkıh kitaplarındaki açık ifadelerden anlaşıldığı üzere (Bedreddin el-Aynî, Minhatü’sülûk fi şerhi Tuhfeti’l-mulûk, Katar 2007, s. 48; İbn Nüceym, el-Bahrü’r-râik, Beyrut 1993, VI, 87-88) bu görüşler de o dönemde ilgili işler için alternatif malzeme sıkıntısı çekilmesinden kaynaklanmakta ve zaruret kavramıyla ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla bu ruhsatın da döneminin şartlarına bağlı olduğu dikkatten kaçmamalıdır. Domuz mahiyeti (aynı) itibarıyla necis kabul edildiği için, domuz derisinin de tabaklama ve benzeri işlemlerle temiz hale gelemeyeceği İslam âlimlerinin tamamına yakını tarafından benimsenmiş ve bu ittifaka aykırı yaklaşımlar “şâz” olarak değerlendirilmiştir. (Zeylaî, Tebyînü’l-hakâik, Bulak 1313, I, 26; İbn Abdülber, el-İstizkâr, Kahire 1993, XV, 347, 349; Dusûkî, Hâşiyetü’d-Dusûkî ale’şŞerhi’l- Kebîr, Mısır ts., I, 54)
Çoğunluğun bu yaklaşımına mukabil Zahirîler, “tabaklanan deri temiz olur” (Müslim, Hayz, 105; Ebu Davud, Libâs, 38) hadisinin kapsamına girdiği gerekçesiyle domuz derisinin de tabaklandığı takdirde kullanılabileceğini savunmuşlardır. (İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347, I, 118, 123, 124; VII, 390) Bunun yanında Hanefî fakîh Ebu Yusuf’tan da tabaklandığı takdirde domuz derisinin temiz olacağına dair bir rivayet bulunmakla birlikte ilgili rivayet, “zâhirürrivâye” kapsamındaki mezhebin temel görüşü ile uyuşmamaktadır. (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, I, 202; Kâsânî, Bedâiu’s-sanâî, I, 86; İbrahim el-Halebî, Gunyetü’lmütemellî (Halebî-i Kebîr), İstanbul 1295, s. 147-148; Tahtâvî, Hâşiyetü’t-Tahtâvî alâ merâkı’l-felâh, Kahire 1356, s. 90) Bu rivayetin “şâz” olduğu ve Ebu Yusuf’tan “zahirürrivâye” kapsamında aktarılan görüşle uyuşmadığı da Hanefi fıkıhçılarca tasrih edilmiştir. (İbn Emîr el Hâc, Halbetü’l-mücellî ve buğyetü’l-mübtedi fî şerhi Münyeti’l-musallî, Beyrut 2015, I, 560; İbrahim el-Halebî, Gunyetü’l-mütemellî (Halebî-i Kebîr), s. 197)
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 19.02.1997 tarihli ve 11 sayılı “Domuz Derisinin Dibagatla Temiz Olup Olmayacağı Hk.” başlıklı Kararında, ekonomik mülahazalar ve maslahat gerekçesine de atıf yapılarak konuyla ilgili Zâhirîlerin de aralarında yer aldığı azınlığın görüşü tercih edilmiştir. Ancak çoğunluğun görüşünün İslam âlimlerinin ağırlıklı kanaatini yansıtması; domuz ve domuz mamullerinden kaçınmayı öngören temel yasakla da uyum içerisinde olması nedeniyle söz konusu kararın tashihine gerek duyulmuştur.

9 Kasım 2021 Salı

Sağlık Sorunu Olanların Hac Yükümlülüğü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2019 - Karar No: 4
Konusu: Sağlık Sorunu Olanların Hac Yükümlülüğü
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 30.01.2019 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in Başkanlığında toplandı.
Hac ve Umre Hizmetleri Genel Müdürlüğünün “Hacca Gitmek İsteyen Hasta Vatandaşlar” hakkındaki ilgi yazısı incelendi. “Sağlık Sorunu Olanların Hac Yükümlülüğü” konusundaki aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabul edilmesine karar verildi.   
KARAR
“Hac, İslam’ın beş temel esasından biri olup hem bedenî hem de malî yönü bulunan bir ibadettir. Hac ibadeti sağlık, malî yeterlilik ve yol emniyeti yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve ergenlik/büluğ çağına ermiş her Müslümana farzdır.
Haccın kimlere farz olduğunu bildiren Âl-i İmrân sûresinin 97. ayetindeki “istitâat/güç yetirebilme” şartının beden sağlığını da kapsadığını ifade eden İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik, hac ile ilgili diğer şartları taşıdığı halde sağlığı elvermeyen ve bedenî güce sahip olmayan kişilere haccın farz olmadığı kanaatindedirler. Hanefîlerden İmameyn de dâhil diğer iki mezhep ise bu durumda olanlara haccın farz olduğunu ancak bizzat gidememeleri halinde bedel göndermeleri gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. Hac kendilerine sağlıklı iken farz olduktan sonra bunu edâ etmeyen ve sonrasında sağlığını kaybedenlerin bedel göndermek suretiyle bu ibadeti vekâletle edâ etmeleri gerektiği konusunda ise âlimlerin görüş birliği vardır.
Aşağıda açıklanan gerekçelerle Kurulumuz; İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik’in görüşleri istikametinde, kendi başlarına vasıtaya binip-inemeyecek ve hac menâsikini yapamayacak durumdaki hasta, yaşlı, kötürüm, felçli ve engelli kimselere haccın farz olmadığı görüşünü tercih etmektedir.
Diğer taraftan kendisine hac farz olduktan sonra, yaptığı ibadetin manasını, mahiyetini ve rükünlerini kavrayamayacak ve kendi işlerini göremeyecek derecede sağlığını kalıcı olarak yitiren kişilerin sorumluluktan kurtulmak için bu ibadeti bedel/vekâlet yoluyla yaptırmaları gerekir.
GEREKÇE
Hac, İslam’ın beş temel esasından biri olup hem bedenî hem de malî yönü bulunan bir ibadettir. Sağlık, malî yeterlilik ve yol emniyeti yönünden haccetme imkânına sahip, hür, akıl sağlığı yerinde ve ergenlik/büluğ çağına ermiş her Müslümana farzdır (Merğînânî, el-Hidâye, I,132; Kâsânî, Bedâi‘, II, 120-121; Şîrâzî, el-Mühezzeb, I, 359; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 84; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 213).
İbadetler dinimizin aslî unsurlarından biri olduğu için İslâm’ı kabul eden her müslümanın onları yerine getirmesi istenir. Ancak bu ibadetlerle mükellef tutma ve yerine getirme konusunda kişinin güç, imkân ve sorumluluklarına göre bir ayırım ve sınıflandırmaya da gidilmiştir. 
Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadislerinde çeşitli ibadetlere atıfta bulunularak, dinde zorlaştırmanın bulunmadığı, kolaylaştırmanın esas alındığı, her zorluğun beraberinde bir kolaylık ve ferahlığın bulunduğu, insana gücünün üzerinde bir külfet yüklenmediği hatırlatılır.
İbadet yükümlülüğü akıl ve bulûğla başlar. Bir diğer şart ise ibadete güç yetirebilmektir. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 97. ayetinde haccın "gücü yetenlere" farz kılındığı bildirilmektedir. Bu ayette geçen ve sözlükte “bir şeye güç yetirmek, hâkimiyeti altına almak” gibi manalara gelen (İbn Manzur, Lisânü'l-Arab, VIII, 240) “istitâat/güç yetirebilme” şartının tefsirinde fakihler arasında bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır.
İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik, istitâatın malî güç ve yolculuk yapabilme imkânı (Ebû Hanîfe’ye göre binek/vasıta ile İmam Malik’e göre binek olmasa bile yürüyerek Mekke’ye ulaşabilme) yanında beden sağlığını da kapsadığı kanaatindedirler. Bu iki büyük imama göre, hac ile ilgili diğer şartları taşıdığı halde sağlığı elvermeyen ve bedenî güce sahip olmayan kişiye hac farz değildir. Farz olmadığı için yerine bedel göndermek de gerekmemektedir. Bu yaklaşım, Hanefî mezhebi kaynaklarında İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed’e de nisbet edilmiştir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râık, II/335; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, II, 459). Diğer taraftan İmam Muhammed’in kötürüm halde bulunan kişiye haccın farz olmadığı kanaatinde olduğu da nakledilmiştir (Merğînânî, el-Hidâye, I, 132). 
İstitâatın kapsamı hususundaki bu yorum, Hac suresinde bulunan “Allah size din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi” (Hac, 22/78) ayeti yanında İbn Abbas’ın (r.a.) “Hac için şart koşulan istitâat, bedenen sağlıklı olmak, azık ve binittir” şeklindeki tefsirine dayanmaktadır (Kâsânî, Bedai‘, II, 121-122; İbnü’l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, II, 416). Diğer taraftan Hz. Peygamber’in “İstitâat, yol azığı ve binektir” (Tirmizî, Hac 4) şeklindeki açıklaması, bu görüşte olanlarca azık ve bineğin hac yapılacak mekânlara ulaşabilmek için gerekli olduğuna işaret etmektedir, yoksa “istitâat”ın bunlardan ibaret olduğunu beyan için değildir. Nitekim bir kimsenin malî güç, azık, nafaka ve bineği olduğu halde Mekke yolu üzerinde aşılamayacak bir düşman hattı olsa o kişiye hac farz olmaz (Kâsânî, Bedai‘, II, 122).
Hanefîlerde kendilerinden yapılan zâhir (kuvvetli) rivayete göre İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed ile Şâfiî ve Hanbelîler ise yukarıda sayılan kişilere haccın farz olduğunu, ancak bizzat gidememeleri halinde bedel göndermeleri gerektiği görüşünü benimsemişlerdir. Daha açık bir ifadeyle bu âlimlere göre, ekonomik imkânı bulunan ve diğer şartları da taşıyan ancak çok yaşlı olması veya felçli ve kötürüm olma gibi bedensel bir engeli ve tedavisi imkânsız bir hastalığı bulunması sebebiyle bizzat haccı yapamayacak durumda olan kimselere de hac farz olup kendi yerlerine bedel göndermeleri gerekir (Kâsânî, Bedâi', II; 212; Şirbînî,  Muğni'lMuhtâç II, 219; İbn Kudâme, el-Muğnî; III,221-222; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, I, 84).
Hanefî mezhebinde zaman içerisinde daha çok tercih edilen görüş, İmam Ebû Hanîfe’nin yukarıda izah edilen kanaati değil de İmameynin bu görüşü olmuştur.
İstitâatı sadece azık ve binekle sınırlandıran bu görüş, bineğe binemeyecek derecede yaşlı olan babası adına hac ibadetini yapıp yapamayacağını soran bir kadına Hz. Peygamber’in olumlu cevap vermesini de (Buharî, Hac 1; Müslim, Hac 408) delil olarak ileri sürmüştür (İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 7-8; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I, 683).  İstitâatın sadece binek ve azıkla sınırlandırılması tartışmaya açık bir husus olduğu gibi söz konusu rivayet de aynı doğrultudaki başka rivayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Nitekim benzer içerikteki başka rivayetlerde, kendilerine hac farz olduktan sonra bunun için niyetlenip hazırlık yapan ama sağlık sorunları veya yaşlılık ya da ölüm sebebiyle artık güç yetiremez hale düşen kişiler için Hz. Peygamber’in bedel uygulamasına izin verdiği anlaşılmaktadır.
Bu tür rivayetlerden biri şudur: “Bir adam Hz. Peygamber’e gelerek ‘Kız kardeşim hacca gitmeyi adamıştı ama gidemeden vefat etti. Ne dersiniz, ben onun adına hac yaparsam olur mu?’ deyince Resul-i Ekrem (s.a.v) ‘Kız kardeşinin borcu olsaydı öder miydin?’ diye mukabele etti. Adam ‘Evet öderdim’ cevabını verince de şöyle buyurdu: ‘Öyleyse bunu da öde! Zira borcu ödenmeye Allah daha layıktır.” (Nesâî, Hac 7-8; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 239, 345; Dârimî, İ’tisâm 12).
Ülkemizden hacca gitmek isteyenlerin sayısı her geçen yıl artmaktadır. Bu sayının içinde hac ibadetini bizzat yerine getirmeye gücü yetmeyen yaşlı kişiler ile iyileşme ümidi olmayan hastalar ve aklî melekeleri artık kaybolmaya yüz tutmuş olanlar da yer almaktadır. Normalde evlerinde dahi bir başkasının yardımı olmadan günlük işlerini yapamayacak durumda olan bu kişiler, bu kutsal ve zorlu yolculukta hem kendileri ciddi sorunlar yaşamakta hem de çevrelerine bir takım sıkıntı ve zorluklar yaşatmaktadırlar.
Bu ve benzeri sebeplerle, İmam Ebû Hanîfe ile İmam Mâlik’in ictihadları esas alınarak, vasıtaya kendi başlarına binip-inemeyecek ve hac menâsikini yardımsız yapamayacak durumdaki hasta, yaşlı, kötürüm, felçli ve engelli kimselere haccın farz olmadığı görüşü tercih edilmelidir. Hanefî mezhebinin fetva usulünde yer alan ‘Hanefîlerin üç imamı arasında ihtilaf olması halinde ibadet konularında İmam A’zam Ebû Hanîfe’nin görüşünün önceleneceği ilkesi’ (Mehmed Fıkhî Efendi, Risale fî Edebi’l-Müftî, s. 60-65; İbn Âbidîn, Ukûd Resmi’l-Müftî, I, 22-36) bu tercihi desteklemektedir. Nitekim Hanefîler nezdinde fetvada muteber eserlerden biri olan en-Nihâye’nin müellifi Siğnâkî (ö. 714/134) ile hac ibadetiyle ilgili el-Bahru’l-Amîk fî Menâsiki’l-Mu’temir ve’l-Hâc ile’l-Beyti’l-Atîk ismiyle özel bir eser yazan Hanefî fakih İbnü’d-Diyâ da (ö. 854/1450) İmam Ebû Hanîfe’nin bu görüşünü tercih etmişlerdir (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, II, 459).
Şu da belirtilmelidir ki, vaktiyle hacca gidebilme imkânı bulduktan sonra bunu eda etmeyip bilahare yaptığı ibadetin manasını, mahiyetini ve rükünlerini kavrayamayacak derecede akıl zafiyetine uğrayan veya beden sağlığını kendi işlerini göremeyecek derecede kalıcı olarak yitiren kişilerden bu sorumluluk düşmez. Zira hac yapma imkânı elde edildiği yıl, hac ibadeti farz olur ve haccın farz olmasının bütün şartlarını taşıyan kişinin geciktirmeden eda etmesi beklenir. Sonraki yıllara erteleyen kimse, çeşitli sebeplerle bu imkânını kaybedebilir ve hac yapmadığında sorumluluk altında kalır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Hac yapmak isteyen kişi acele etsin. Çünkü hasta olabilir, (servetini, parasını) yitirebilir, ihtiyacı ortaya çıkabilir" (İbn Mâce, Menâsik, 1; bkz. Ebû Dâvûd, Menâsik, 6) buyurmuştur.
İşte bu durumda olan kişilerin veya yakınlarının bizzat hac yapmak/yaptırmak için ısrar etmemeleri ve yerlerine bedel göndererek hac yaptırmaları uygun olur. Çünkü gücü yetmeyen yaşlı kişiler ile iyileşme ümidi olmayan hastalar böyle bir ısrarda bulunmakla kendilerine ve başkalarına eziyet ve haksızlık etmiş olurlar. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de "Allah, dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78); "Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar." (Bakara, 2/286) buyrulmuştur.”

8 Kasım 2021 Pazartesi

Dondurulmuş Sperm veya Embriyonun Kocanın Ölümünden Sonra Kullanılması

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2019 - Karar No: 19
Konusu: Dondurulmuş Sperm veya Embriyonun Kocanın Ölümünden Sonra Kullanılması
   Din işleri Yüksek Kurulu’nun, kocadan alınmış olan spermlerin, onun ölümünden sonra iddet süresi içerisinde kadının rahmine yerleştirilmesinin cevazı doğrultusunda oyçokluğuyla aldığı 21.01.2009 tarih ve 2009/08 sayılı kararının yeniden müzakeresi sonucunda aşağıdaki hüküm karara bağlanmıştır:
Kadın veya erkekteki bir hastalık veya anomali sebebiyle, gebeliğin doğal yolla gerçekleşmesi mümkün olmadığı takdirde sperm, yumurta ve rahim aynı karı kocaya yani evliliği fiilen devam eden çifte ait olmak şartıyla tüp bebek tedavisi ile çocuk sahibi olmak caizdir.
Tıbbî zorunluluk hallerinde, üreme hücresinin dondurulmasında ve dondurulan bu hücrenin, ileride döllendirilme anındaki nikâhlı eşin üreme hücresiyle aşılanmasında da dinen bir sakınca yoktur. Bunun yanında tüp bebek uygulamasında tıbben gerekli olan asgari miktarda yumurtanın döllenmesiyle yetinilmeli, gereğinden fazla embriyo oluşturmaktan ve bunları dondurmaktan kaçınılmalıdır.
Evlilik devam ederken embriyonun dondurularak daha sonra kullanılmak üzere muhafaza edilmesi, birçok mefsedeti ve sakıncalı sonucu beraberinde getireceğinden doğru değildir. Bu bağlamda kocası ölmüş olan kadının, daha önce evlilik sürecindeyken kocasının dondurulmuş spermlerini veya tüp bebek yöntemiyle oluşturulmuş embriyoları, ölümü takip eden iddet süresi içerisinde de olsa kullanarak gebe kalması caiz değildir. Evliliğin boşanmayla sona ermesi durumunda da aynı hüküm geçerlidir.

GEREKÇE
1. Nikâh, şartlarını taşıyan bir erkekle bir kadının aile hayatı yaşayabilmeleri için aralarında usulüne göre gerçekleştirdikleri bir akittir. Taraflardan birinin ölümü ile bu akit sona erer (Serahsî, el-Mebsût, II, 71). Çünkü ölümle hakiki kişilik ortadan kalktığı için nikâh da zorunlu olarak sona ermiş olur.
Dolayısıyla eşler arasında nikâh bağı varken dondurulmuş spermlerin veya embriyoların erkeğin ölümünden sonra iddet beklemekte olan kadına ilkahı caiz değildir. Kocasının ölümünden sonra, kadının kocasını yıkayabilmesi, ona mirasçı olması ve iddetini kocasının evinde geçirmesi ile iddet süresi içinde başka biriyle evlenememesi gibi kimi hükümler, ölümle sona eren nikâhın bazı sonuçları olarak değerlendirilir.
2. Kadının ölüm iddeti bekliyor olması nikâh bağının devam ettiğini göstermez. Böyle olduğu içindir ki, kocasının vefatı sebebiyle iddet bekleyen kadınlara üstü örtülü bir biçimde evlenme isteği dile getirilebilmektedir. Nitekim “(Vefat iddeti beklemekte olan) kadınlara kendileri ile evlenmek istediğinizi üstü kapalı olarak hissettirmenizde veya bu isteğinizi içinizde saklamanızda sizin için bir günah yoktur...” (Bakara, 2/235) mealindeki ayet böyle bir kadınla evlenme isteğinin ta’riz yoluyla ifade edilebileceğini ortaya koymaktadır. Nikâhlı bir kadının bir başkasıyla evlenmesi bâtıl olduğu gibi, ona evlenme teklifinde bulunmak da büyük günahtır.
Hal böyleyken ölüm iddeti bekleyen kadına evlenme isteğinin hissettirilmesine bu ayet-i kerime ile izin verilmiş olması, kocasının ölümüyle birlikte nikâhın da sona erdiğini göstermektedir.
3. Yukarıdaki esas gerekçenin bir devamı olarak, kadının, ölen kocasını yıkayabileceğine ilişkin görüş ve rivayetlerden (Abdurrezzâk, el-Musannef, III, 409; Şirbînî, Muğni’l-muhtâc, II, 12; Remlî, Nihâyetü’l-muhtâc, II, 449) hareketle dondurulmuş spermlerin kocanın ölümünden sonra iddet süresi içerisinde karısı tarafından kullanılabileceğini öne sürmek, kıyas maa’l-fârık yani asıl ile fer’ arasında tam bir illet benzerliği bulunmaksızın yapılan kıyas anlamına gelmektedir. Zira nesep doğrudan nikâhın varlığına bağlı bir hukukî sonuç iken (Buhârî, Husûmât 6; Müslim, Rada 36) kadının ölen kocasını yıkaması, evlilik irtibatının iddet süresi içinde bütünüyle kopmamış olmasındandır.
4. 04.12.2017 tarihinde 111007 nolu kararlarla alınan “Tüp Bebek ve Embriyo” ile alakalı Kurul fetvalarında, “nikâhlı karı-koca (evliliği fiilen devam eden çift)” ifadelerine özellikle yer verilmek suretiyle embriyonun rahme yerleştirilebilmesi için nikâhın aktif olarak devam etmesi şart koşulmuştur.
Aynı şekilde uluslararası muteber fıkıh ve fetva kurulları da tüp bebek uygulamasını, karı-koca arasındaki nikâh bağının devam etmesi yani ölüm ya da talak gibi bir sebeple sona ermemiş olması şartıyla caiz görmüştür. (Mecmeu’l-Fıkhi’l-İslamî, 11-16 Ekim 1986 tarih ve 16 (4/3) sayılı karar; Dâru’l-İftâi’l-Mısriyye, 26.03.2004 tarih ve 3556 numaralı fetva; el- Meclisü’l-Ûrubbî li’l-İftâ ve’l-Buhûs, 07 Kasım 2018 tarih ve 1/4 sayılı fetva; ayrıca bkz. el-Meclisü’l-Ûrubbî li’l-İftâ ve’l-Buhûs, 07 Kasım 2018 tarih ve 5/24 sayılı fetva; 08 Kasım 2018 tarih ve 8/25 nolu fetva)
5. Dondurulmuş spermlerin kocanın ölümünden sonra kadın tarafından kullanılmasını caiz görmek, İslam miras hukuku açısından da mahzur teşkil etmektedir. Şöyle ki; kocanın ölümü ile terekesi derhal mirasçılarına intikal eder. Söz konusu uygulamanın caiz görülmesi, bu yöntemle dünyaya gelecek çocuğun, embriyo haline gelmesinden önce ölmüş babasının mirasından mahrum kalması ya da bazı varislerin miras payının eksilmesi veya tamamen ortadan kalkması gibi durumların ortaya çıkmasına sebebiyet verecektir. Her iki durumda da varisler arasında bir haksızlık ve dengesizlik söz konusu olmaktadır.
6. Kocası vefat etmiş bir kadının çocuk sahibi olmak istemesinin makul bir talep olduğu söylenerek konuya “maslahat” açısından yaklaşılıp söz konusu işlemin caiz görülmesi, beraberinde babasız çocuk dünyaya getirilmesine onay vermek gibi çok boyutlu psikolojik ve sosyal problemlere zemin hazırlayacaktır. “Def-i mefâsid celb-i menâfiden evlâdır” ile “Zararı âmmı def için zarar-ı hâs ihtiyâr olunur” şeklinde ifade edilen genel hukuk kuralları, bireysel fayda anlayışına karşı genel yararın tercih edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kaldı ki, kadının anne olma arzusuna, yeni bir evlilik yaparak ulaşması mümkündür.
Yukarıdaki mülahazalarla, evlilik sürecindeyken dondurulmuş spermlerin veya embriyoların, -iddet süresi içerisinde bile olsa- kadın tarafından kullanılmasının dinen caiz olmadığı sonucuna varılmıştır. Aynı hüküm, evliliğin boşanma suretiyle sona ermesinde de geçerlidir.

7 Kasım 2021 Pazar

Kitle İletişim Araçları Vasıtasıyla Evde Cuma Namazı Kılınması

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 10
Konusu: "Kitle İletişim Araçları Vasıtasıyla Evde Cuma Namazı Kılınması" konulu Kurul Kararı
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 01.04.2020 tarihinde Kurul Başkanı Dr. Ekrem KELEŞ’in başkanlığında toplandı. “Cuma Namazlarının Evde Kılınması ve Başka Yerde Kılınan Cuma Namazına Televizyon ya da İnternet Aracılığıyla uyulmasının Hükmü” konulu metin müzakere edildi.
KARAR
İslam’ın şiarlarından sayılan Cuma namazı, cemaatle camide veya açık alanda kılınması gereken temel bir ibadettir. Bu namazın, özel hanelerde kılınması caiz değildir. Evlerde kılınan bir namaz Cuma namazı olarak geçerlilik kazanmaz.
Cuma namazı da dâhil olmak üzere cemaatle kılınan namazlarda imam ile ona uyanların hakikaten veya hükmen aynı mekânda bulunması şart olduğundan televizyon, internet vb araçlarla yayınlanan namazlara başka yerlerden uyulması da caiz değildir. Bu sebeple imamın namaz kıldırdığı mekânın hakikaten ya da hükmen dışında olan başka bir mahalde bulunan bir kimsenin o imama uyarak namaz kılması durumunda bu namaz geçerli olmaz.
GEREKÇE
Cuma namazı, akıl sağlığı yerinde ve ergenlik çağına erişmiş sağlıklı, hür ve mukim (misafir olmayan) erkeklere farz olan bir ibadettir. Bu namaz aynı zamanda İslam’ın şiarlarından yani saygı gösterilmesi ve korunması gereken belli ibadet, işaret ve sembollerinden biridir. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, alışverişi bırakıp hemen Allah’ı anmaya koşun. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” buyurmaktadır (Cuma, 62/9-10).
Bütün ibadetlerde olduğu gibi İslam dininin temel ibadetlerinden biri olan Cuma namazı da Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle eda edilir. Çünkü ibadetler gerek şartları ve rükünleri gerek eda ediliş şekilleri açısından aklın alanına girmeyen, hikmetleri hakkında bazı yorumlar yapılabilse de içerik ve gerekçeleri akıl ile tam olarak kavranamayan (taabbüdî) hükümlerdir.
Bu bağlamda yukarıdaki ayetin nüzulünden ve Hz. Peygamber’in kıldırdığı ilk Cuma namazından itibaren bu önemli dinî şiarla ilgili olarak şu noktaların öne çıktığı görülmektedir:
1. Yukarıda meâli verilen ayet-i kerimede bütün müminlere hitaben Cuma namazı için çağırılmaktan ve işi-gücü bırakıp çağrının yapıldığı yere sür’atle gidip Allah’ı anmaktan bahsedilmektedir ki, bu, söz konusu namazın evin dışında ve herkesin gelebileceği bir yerde kılınacağı anlamına gelmektedir.
2. Hz. Peygamber (s.a.s) bu namazı her zaman bir namazgâhta veya bir mescitte kıldırmıştır. Ondan sonraki sahabe-i kiram döneminde ve günümüze gelinceye kadar bütün tarih boyunca da camilerde ve namazgâhlarda kılınagelmiştir. (bkz. Şevkânî, Neylü’l-evtâr, Kahire 1993, III, 269-277).
3. Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerek Hz. Peygamber’in sünnetinde diğer farz namazlarla ilgili olarak belli bir çağrıyı duyup hemen ona icabet etmekten bahsedilmemiş, aksine vakti girdiğinde kılınması gerektiği söylenilmekle yetinilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber “Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı. Onun için ümmetimden birine namaz vakti nerede gelirse hemen oracıkta namazını kılıversin!” (Buhârî, Teyemmüm, 1; Müslim, Mesâcid, 5) buyurarak beş vakit namazın her yerde kılınabileceğini açıkça ifade etmiştir. Fakat Cuma namazı böyle değildir. Bu, bir ezana/çağrıya bağlı olarak orada bulunup kendisine bu namazı kılmanın farz olduğu herkesin katılımıyla bir yerde ve topluca eda edilen bir namazdır.
4. Birçok hadis-i şerifte “cumaya gitmekten”, “cumaya iştirak etmek için evinden çıkmaktan”, “cemaate katılmaktan”, “Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında meleklerin durup, gelenleri öncelik sırasıyla yazmalarından”, Cuma namazı için mescide girildiğinde “tahiyyetü’l-mescid namazı kılmaktan”, Cuma için çıkılacağında “güzel elbiseler giymekten”, “güzel kokular sürmekten”, “mescide erken gitmekten” bahsedilmektedir ki, bunların her biri bu sembol ibadetin evde değil herkese açık olan bir mekânda yani musallâ/namazgâh veya camide eda edileceğini göstermektedir.
Bu hükmü içeren hadis-i şeriflerden bir kısmı şöyledir:
Cuma günü olduğu zaman mescidin kapısı yanında melekler durur, gelenleri öncelik sırasıyla yazarlar. Erken gelenin konumu bir deve kurban eden kimse gibidir. Ondan sonraki bir sığır kurban eden gibi; ondan sonraki bir koç kurban eden gibi; ondan sonraki bir tavuk sonraki de bir yumurta tasadduk eden; gibidir. İmam hutbeye çıkınca melekler sayfaları kapatıp zikri dinlerler.” (Buhârî, Cuma, 31; Müslim, Cuma, 10, 24).
Bir kimse Cuma günü yıkanıp elinden geldiğince temizlenir, evinde bulunan kremden veya kokudan sürünür, sonra evinden çıkıp cemaate katılır ve camide yan yana oturan iki kimsenin arasını yarmaz, omuzuna basmaz daha sonra ona takdir olunduğu kadar namaz kılar, sonra da imam hutbeye başlayınca namaz sonuna kadar sükût ederse, kuşku yok ki, o Cuma ile öteki Cuma arasındaki günahları bağışlanır.” (Buhârî, Cuma, 6; Ebû Dâvûd, Taharet, 343; İbn Mâce, İkâmetu’s-Salât, 83).
5. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Cuma namazına gitmek ergenlik çağına ulaşan her kimseye farzdır” (Ebû Dâvûd, Taharet, 342; Nesâî, Cuma, 3) buyurup ardından “Ancak köle, kadın, çocuk ve hasta bundan müstesnadır” demesi (Ebû Dâvûd, Tefrî Ebvâbi’l-Cum’a, 9; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübra, No: 5578), bu ibadetin ev dışında yine umumi bir mekânda eda edileceğine ve evde bulunan kadın, çocuk, hizmetçi ve hastalara farz olmadığına delalet etmektedir.
6. Cuma namazı tarih boyunca hep camilerde veya musallalarda kılınmış, bütün mezhepleriyle İslam âlimlerinin baskın çoğunluğu bu hüküm üzerinde ittifak etmiştir. Bir başka ifadeyle İslam âlimleri Hz. Peygamber ve sahabe uygulamasından hareketle Cuma namazının, cemaatle ve herkese açık bir mekânda kılınması gerektiği sonucunu çıkarmışlardır (Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, II, 23; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Kahire 2004, I, 167 vd.; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, Beyrut 1992, II, 136-140; 151-152).
7. Tarih boyunca zaman zaman baş gösteren veba vb bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu ve adeta pandemik bir boyut kazandığı dönemlerde karantina uygulamaları sebebiyle sokaklar boşalmış ve camilerde cemaatle namaz kılınamaz duruma gelindiğinde fakihler evlerde Cuma namazı kılınabileceği fetvası vermemişlerdir. Mesela Hicretin 18. yılında Şam-Filistin bölgesinde Amvâs vebası denen bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkmış ve içlerinde o bölgede görev yapmakta olan büyük sahabîlerin de bulunduğu yirmi beş bin kişinin vefat etmesine sebep olmuştu. İşte bu vefatlardan sonra oraya tayin edilen Amr b. el-Âs (r.a.) hastalık riski taşıyanları toplumdan uzaklaştırarak dağlarda karantina tedbirleri almış ama Cuma namazlarının tek tek evlerde kılınabileceğinden söz etmemiştir (Taberî, Tarih, Beyrut 1387, IV, 101; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam, Beyrut 1992, IV, 248). Aynı şekilde 827/1424 yılında Mekke-i Mükerreme’yi de kuşatan salgında camiler cemaatsiz kalmış, imamlar görev yapamamış ama evlerde Cuma kılınması gündeme gelmemiştir (İbn Hacer, İnbâü’l-ğumr, Beyrut 1986, III, 326). 1812 yılında İstanbul’da baş gösteren ve binlerce kişinin ölümüne sebep olan veba salgınından sonra pek çok konuda Şeyhulislâm Mekkîzâde Âsım Efendi’den (ö. 1262/1846) fetva alınmasına rağmen kılınamayan ya da karantina sebebiyle camide kılamayan kişiler için evlerde Cuma kılınmasına dair bir fetva söz konusu olmamıştır (“Karantina”, DİA, XXIV, 463-465). Zira Cuma namazının ancak genel mescidlerde veya bunun için belirlenmiş olan alanlarda herkesin iştirakiyle kılınması gerektiği yönündeki genel kanaat, zaten bunun gündeme gelmesine engel olmuştur (Cassas, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, Medine 2010, II, 134; Merğînânî, el-Hidâye, Beyrut ts. (Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî), I, 82; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, Beyrut 1994, I, 543; Karâfî, ez-Zehîra, Beyrut 1994, II, 335; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağir, Kahire ts. (Dâru’l-Meârif), I, 499-500).
8. Cuma namazı için gerekli olan asgari cemaat sayısında ihtilaf edilmekle birlikte (ki bu sayı Hanefîlere göre imam dışında 3, Mâlikîlerde 12 ve Şâfiîler ile Hanbelîlerde 40 kişidir), bu sayının tamamının, kendilerine Cuma farz kılınan (Hanefilere göre en azından cemaate imamlık yapmaya elverişli) kişilerden oluşması gerektiği, aksi halde kılınan Cuma namazının geçerli olmayacağı hususunda ittifak bulunmaktadır (Merğînânî, el-Hidâye, I, 83; İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr, II, 151; Şirbînî, Muğni’l-Muhtac, I, 545-6; Sâvî, Haşiye ala’ş-Şerhi’s-Sağîr, I, 497). İslam âlimlerinin bu ortak kanaati de bu namazın ancak herkese açık olan camilerde kılınabileceği sonucunu vermektedir.
9. Cuma namazının farz kılınış hikmetlerinden biri de bir mahalde meskûn olan müminlerin haftada bir kez bir araya gelip birbirlerinden ve kendilerini ilgilendiren meselelerden haberdar olmalarını ve sorunlarına çözüm üretmelerini sağlamaktır. Bu bağlamda sadece Cuma kelimesinin manası ve hikmeti düşünüldüğünde bile bunun evde kılınmasının caiz ve mümkün olmayacağı anlaşılmış olur.
Bütün bu delil ve yaklaşımlar, İslam’ın somut toplumsal sembollerinden biri olan Cuma namazının evlerde kılınamayacağını, aksine genel çağrıya binaen herkesin katılabileceği camilerde veya musallalarda ya da açık alanlarda kılınması gerektiğini göstermektedir.
Cuma ve cemaatle namazın internet, televizyon vb. iletişim araçları ile başka bir mekândaki imama uyularak kılınması meselesine gelince; fakihlerin yine Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabe-i kiram (r.a.) uygulamalarına dayanarak ulaştıkları ortak kabule göre cemaatle namaz kılınabilmesi için imam ile cemaatin aynı mekânda bulunmaları gerekir. Asr-ı saadetten itibaren yerleşik uygulama bu yöndedir. Esasen “bir imama uyan cemaat” mefhumu da bunu yani mekân birlikteliğini ve birbirlerinden haberdar olmayı gerektirmektedir. Namazların cemaatle kılınmasının hikmeti, Müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında sevgi ve yardımlaşmanın yerleşmesini ve ibadetlerini birliktelik ruhuyla ve severek yapmalarını sağlama amacına yöneliktir. Hz. Peygamber bu sebeplerle namazların cemaatle kılınmasını teşvik etmiş ve cemaate gitmek için atılacak her adımın mükâfatlandırılacağını bildirmiştir (Buhârî, Ezan, 30; Mesacid, 53; Ebû Dâvûd, Salat, 47, 49). Diğer taraftan “cemaatin” ancak iki kişinin yan yana gelmesiyle oluşabileceği de yine Hz. Peygamber tarafından beyan edilmiştir (Buhârî, Ezân, 35; Nesâî, İmâmet, 43-45). Nitekim o “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kura çekmekten başka yol bulamazlardı. Namazı ilk vaktinde kılmanın sevabını bilselerdi, bunun için yarışırlardı. Yatsı namazı ile sabah namazının faziletini bilselerdi, emekleyerek de olsa bu namazları cemaatle kılmaya gelirlerdi.” (Buhârî, Ezan, 9, 32; Müslim, Salat, 129) buyurarak da cemaatin, ona katılan herkesin bir arada imamla birlikte bulunması suretiyle oluştuğuna işaret etmiştir. Şu hadis-i şerif de aynı gerçeğe vurgu yapmaktadır: “Kişinin cemaat ile kıldığı namaz, evinde veya çarşıda kıldığı namazdan yirmi beş derece daha faziletlidir. Bu fazilet şu şekilde gerçekleşir: Biriniz güzelce abdest alır sırf namaz kılmak için camiye gelirse, camiye varıncaya kadar attığı her adım için bir sevap verilir ve bir günahı silinir. Camiye girdiği zaman namaz için beklediği sürece namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Melekler bu kimseye dua ederler. Kimseye eziyet etmediği ve abdesti bozulmadığı sürece; ‘Allah’ım! Bu kulunu bağışla, ona merhamet et ve tövbesini kabul et’ diye dua ederler.” (Ebû Dâvûd, Salât, 49).
İşte bu gerekçelerle, imamın namaz kıldırdığı mekân dışında bulunan bir kimse imama uymaya niyet ederek namazını kılsa bu namaz geçerli olmaz. Nitekim imam ile cemaat arasından geçen bir nehir veya genişçe bir yol da İslam âlimlerince cemaatin imama uymasına engel sayılmıştır (İbn Nüceym, el-Bahr, Kahire 1311, I, 384; II, 127; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, Bulak 1310, I, 87). Buna göre internet, televizyon ve radyo aracılığı ile başka bir mekândaki imama uymaya niyet etmekle mekân birliği gerçekleşmiş olmayacağından ve “cemaat” mefhumu oluşmayacağından bu şekilde kılınan namaz geçerli değildir.
Sonuç olarak, ibadetler eda edilirken Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’de belirtilen bütün kural ve uygulamalara riayet etmek gerekir. İbadetlerde ekleme ve çıkarmanın yanında şekil ve eda etme biçimlerini değiştirmek de doğru değildir.

6 Kasım 2021 Cumartesi

Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 30
Konusu: Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 25.11.2020 tarihinde Kurul Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplanarak “Salgın ve Elverişsiz Hava Şartlarında Bir Camide Birden Fazla Cuma Namazı Kılınmasının Hükmü” hususunda aşağıdaki kararı almıştır:
KARAR:
Cuma namazı, gerekli şartları taşıyan her mümin erkeğe farzdır. Bu namazla yükümlü olmanın şartlarından birisi, cemaate katılmaya mani bir mazeretin bulunmamasıdır. Zira meşru bir mazeretin varlığı, Cuma namazının farziyetini düşürmektedir. Hastalık, şiddetli yağış, aşırı soğuk ve sıcak gibi elverişsiz hava koşulları yanında salgın hastalık da kişiye cumanın farz olmasını düşüren bu mazeretler kapsamındadır.  Nitekim Kurulumuzun 18.03.2020 tarihli ve 9 sayılı kararında bu hüküm gerekçeleriyle birlikte ifade edilmiştir.
Salgın döneminde maske ve mesafe gibi tedbirlere riayet edilerek cemaatle namaza devam edilebilmektedir. Ancak bu tedbirler, kış mevsiminin getirdiği elverişsiz hava koşullarıyla birleştiğinde, ülkemizde, cemaatin bir kısmı camide yer bulamadığından dolayı Cuma namazını kılamamaktadır. Bu durumda, Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farz olur. Bu, Hz. Peygamber  (s.a.s.) döneminde sabit olduğu bilinen ve günümüze kadar ittifakla uygulanan bir hükümdür. 
Gerek yukarıda işaret ettiğimiz mazeretler nedeniyle Cuma namazının farziyetinin düşmesi gerekse Cuma kılamayanların öğle namazını kılmakla yükümlü olmaları nedeniyle, aynı camide ikinci kez Cuma namazı kılınmasını gerektiren bir zaruret oluşmamaktadır. Bu itibarla,  bir camide birden fazla Cuma namazının kılınması meşru değildir.
Diğer yandan bulaşıcı salgın hastalığa yakalananların ve temaslı olanların cemaate katılmamaları ve karantina şartlarına riayet etmeleri dinen zorunludur.
GEREKÇE:
Cuma namazı, farziyeti Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabit olan ve İslam’da şiar (sembol) olarak kabul edilen ibadetlerdendir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırılınca Allah'ı anmaya (namaza) koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu arayın. Allah'ı çok anın ki felah bulasınız." (Cum‘a, 62/9-10). Hz. Peygamber de (s.a.s.) Cuma namazının önemini vurgulamış ve bu namazı özürsüz olarak terk etmenin büyük günah olduğu konusunda uyarılarda bulunmuştur (Bkz. Müslim, “Cum‘a”, 40; Tirmizî, “Cum‘a”, 7; Ebû Dâvûd, “Salât”, 209; İbn Mâce, “İkametü's-salât”, 93; Nesâî, “Cum‘a”, 2).
Konuyla ilgili ayetlere ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına dayanılarak Cuma namazı ile yükümlü olmak için birtakım şartlar (vücûb şartları) belirlenmiştir. Bu şartlar; erkek, hür, mukim ve mazeretsiz olmaktır. Bunun yanında Cuma namazı yükümlülüğünü düşüren bir takım mazeretler de vardır. Hastalık, cana, mala ve namusa bir zarar gelme tehlikesi ve şiddetli yağış gibi sebepler bu mazeretlerden bir kaçıdır (Ebû Dâvûd, “Salât”, 215-217; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, II, 550; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 246; İbn Kudâme, el-Muğnî, III, 216; Nevevî, el-Mecmû’, IV, 483-484; İbnü’lHümâm, Fethü’l-kadîr, II, 59). Bu bağlamda, salgın hastalıklar da Cuma namazı hususunda evleviyetle mazeret oluşturmaktadır.
Şiddetli yağmur durumunda cemaatle namaza ara verme uygulaması sahabe döneminde de söz konusu olmuş ve Abdullah b. Abbas, yağmurlu bir Cuma gününde müezzine “namazlarınızı evlerinizde kılın!” ilanını yapmasını emretmiştir. Bu uygulama insanlar tarafından yadırganır gibi olunca “bunu benden daha hayırlı olan Rasûlullah (s.a.s) yapmıştır…” cevabını vermiştir (bkz. Buhârî, “Cum‘a”, 14; Müslim, “Salâtu’l-Musâfirîn”, 26).
Salgın döneminde camilerimizde cemaatle kılınan namazlarda maske ve mesafe kuralına riayet edilmekte ve hava şartları elverdiği ölçüde dışarıda namaz kılınmaktadır. Elverişsiz hava koşulları nedeniyle dışarıda namaz kılma imkânı bulunmadığında cemaat için camilerin içi yetersiz kalabilmektedir. Bu durumda, bazı kimseler Cuma namazını edâ etme imkanı bulamamaktadır. Gerek salgın gerekse elverişsiz hava şartları nedeniyle camilerde Cuma namazını edâ etme imkanı bulamayanlar dinen mazeretli sayılırlar. Bu şekilde Cuma namazını kılamayan kişilere öğle namazını kılmak farzdır. Bu, Hz. Peygamber döneminden itibaren Müslümanların ittifakla kabul ettiği bir hükümdür.
Bunun yanında Cuma namazının, Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından uygulanıp öğretildiği biçimiyle ve meşru kılınış amacına uygun olarak topluca ve bir arada eda edilmesinin zorunlu olduğu esası gözden kaçırılmamalıdır. Bu şekilde eda edilmesi Cuma namazının temel özelliğidir. Onun bu özelliğini muhafaza etmek ve cemaati bölmemek gerekir. İslam'ın şiarı ve ümmetin birlikteliğinin sembolü olan Cuma namazının aynı camide iki defa kılınması hem Hz. Peygamber’den günümüze kadar gelen hükme ve uygulamaya aykırı düşecek hem de cemaatin bölünmesi gibi birlik ve beraberlik ruhunu zedeleyici neticeler ortaya çıkarabilecektir. Öte yandan böyle bir uygulama, Müslümanların birliğine zarar vermek isteyenler için suistimale açık bir durum oluşturacaktır. 
Bütün bu delil ve gerekçelerden hareketle Din İşleri Yüksek Kurulu, Hz. Peygamber’den günümüze kadar uygulandığı gibi Cuma namazının aynı camide bir defa kılınması gerektiğine ve tekraren kılınmasının meşru olmadığına karar vermiştir.

5 Kasım 2021 Cuma

Piyango, Toto, Loto, İddia vb. Şans Oyunları Oynamanın Dini Hükmü

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2020 - Karar No: 33
Konusu: Piyango, Toto, Loto, İddia vb. Şans Oyunları Oynamanın Dini Hükmü
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 16.12.2020 tarihinde Kurul Başkanvekili Dr. Mustafa Bülent Dadaş başkanlığında toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan “Piyango, toto, loto, iddia vb. şans oyunları oynamanın hükmü nedir?” başlıklı metin görüşüldü. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabul edilmesine oy birliğiyle karar verildi:
“Taraflardan birisinin kazanıp diğerinin kaybetmesi esasına dayalı olan bütün şans oyunları kumar olduğundan haramdır. Zira bu tür oyunlarda bir taraf kaybederken diğer taraf haksız kazanç elde etmektedir (İbn Nüceym, el-Bahru’r-râik, VIII, 554-555; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 194). Buna göre şans faktörüne dayalı olan piyango, toto, loto, iddia, müşterek bahis, ganyan gibi tertip ve oyunlar da kumardır ve haramdır.
Bu tür oyunların hâsılatından bazı kuruluş ve hayır kurumlarının yararlanması, onları meşru hale getirmez ve haramlık hükmünü değiştirmez. Müslümanların bu tür meşru olmayan kazanç yollarından uzak durması gerekir. Bu yollardan birisiyle kazanç elde edilmesi halinde bir an önce tövbe edilmeli ve elde edilen kazanç, sevap beklenmeyerek yoksullara verilmelidir.”

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38773/piyango--toto--loto--iddia-vb--sans-oyunlari-oynamanin-dini-hukmu

4 Kasım 2021 Perşembe

“Secde Ayetlerinin Mealini Okuyan Kişinin Tilavet Secdesi Yapması Gerekir mi?”

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 3
Konusu: “Secde Ayetlerinin Mealini Okuyan Kişinin Tilavet Secdesi Yapması Gerekir mi?” Başlıklı Fetva
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur’an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan “Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilavet secdesi yapması gerekir mi?” başlıklı fetva müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki soru ve cevabının Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Secde ayetlerinin mealini okuyan kişinin tilâvet secdesi yapması gerekir mi?
Secde ayetlerinin Arapça lafzını okuyan veya dinleyen kimsenin, tilâvet secdesi yapması Hanefî mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise sünnettir. Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirleri, bizatihi Kur’ân hükmünde olmamakla birlikte secde ayetinin mealini okuyan kimsenin de ihtiyaten tilavet secdesi yapması gerekir (Bkz. Serahsi, Mebsut, II, 5; Bilmen, İlmihal, Secde-i Tilavete Müteallik Meseleler, md. 375).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38807/-secde-ayetlerinin-mealini-okuyan-kisinin-tilavet-secdesi-yapmasi-gerekir-mi---baslikli-fetva

3 Kasım 2021 Çarşamba

Meal okumak hatim yerine geçer mi?

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 2
Konusu: Meal okumak hatim yerine geçer mi?
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 20.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında toplandı. Kur'an-ı Kerim Meallerini İnceleme Komisyonu tarafından hazırlanan "Meal okumak hatim yerine geçer mi?" başlıklı fetva metni müzakere edildi. Yapılan müzakereler sonucunda aşağıdaki metnin Kurul Kararı olarak kabul edilmesine karar verildi:
Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından hem lafız hem de mana olarak indirilmiş olan ilahî kelâmın adıdır. Bu itibarla Arapça olarak indirilmiş olan Kur’ân’ın (Yusuf 12/2; Taha 20/113) manasını aktarmak üzere herhangi bir dilde yazılmış olan hiçbir meal, bizatihi Kur’ân hükmünde değildir. Çünkü tilaveti de ibadet olan, Kur’ân-ı Kerîm’in bizatihi kendisidir. Bu doğrultuda hatim, Kur’ân’ın mealinden okunması değil, Kur’ân’ın tamamının, Arapça metni üzerinden Fatiha suresinden başlanarak Nas suresine kadar okunmasıdır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in meal ve tefsirlerinin okunması suretiyle hatim yapılmış olmaz.
Bununla birlikte bir Müslümanın, Yüce Allah’ın öğütleri ve buyruklarını öğrenmek maksadıyla Kur’ân-ı Kerîm’in mealini ve tefsirlerini okuması, Kur’ân’ın inzal sebebine muvafık (Nisa 4/82, Muhammed 47/24) ve sevaba vesile olacak bir durumdur. Bu vesileyle Kur’ân’ın hem Arapça lafzını hem de manasını aktaran meal ve tefsir türü eserleri okumaya gayret etmek de önemlidir.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/38804/meal-okumak-hatim-yerine-gecer-mi-

2 Kasım 2021 Salı

Dinden Çıkmayı Gerektiren Sözleri (Elfaz-ı Küfrü) Söylemenin Nikaha Etkisi Nedir?

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2021 - Karar No: 4
Konusu: Dinden Çıkmayı Gerektiren Sözleri (Elfaz-ı Küfrü) Söylemenin Nikaha Etkisi Nedir? Başlıklı Fetva
   

Din İşleri Yüksek Kurulu 27.01.2021 tarihinde Prof. Dr. Abdurrahman HAÇKALI başkanlığında  toplandı. Sosyal Hayat Komisyonu tarafından hazırlanan, geçmişte “Kurul Fetvası” olarak Dini Bilgilendirme Platformuna yüklenen ve Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Fetvalar kitabında da yer alan “Dinden çıkmayı gerektiren sözleri (elfaz-ı küfrü) söylemenin nikaha etkisi nedir?” başlıklı fetvada bazı değişiklikler yapılmasını içeren komisyon teklifi görüşüldü. Yapılan müzakereler neticesinde ilgili fetvanın aşağıdaki şekilde değiştirilmesine ve Kurul Kararı olarak kabulüne karar verildi:
Dinden çıkmayı gerektiren sözleri (elfaz-ı küfrü) söylemenin nikaha etkisi nedir?
İnançsızlık ya da dinî değerlere hakaret etmek amacıyla değil de sırf ağız alışkanlığıyla, dinden çıkmayı gerektiren sözlerin söylenmesi büyük günah olmakla birlikte tercih edilen görüşe göre bilgisizce söylenen bu sözlerle dinden çıkılmayacağı için nikâh da bozulmaz. Çünkü burada maksat dinî değerlere hakaret etmek veya bu değerleri hafife almak değildir. Şu kadar var ki bu tür söz ve davranışlarda bulunan kişinin tövbe ve istiğfarda bulunması ve tekrar böyle bir hataya düşmemeye gayret etmesi gerekir.
Dinin kesin esaslarından birisinin bilerek inkar edilmesi veya hafife ya da alaya alınması ise kişinin dinden çıkmasına sebep olur. Mesela Allah’a, Peygambere ve dinen mukaddes olan değerlere küfreden, namazı ve orucu inkar eden kişi İslam dininden çıkmış olur. Hanefi mezhebine göre, eşlerden birinin dinden çıkmasıyla, evlilik kendiliğinden sona erer. Tövbe ederek İslam’a dönse bile yeni bir nikah akdi olmaksızın evlilik hayatını devam ettiremez. Şafii mezhebine göre, dinden çıkan kimse tövbe eder de iddet müddeti içinde İslam’a dönerse yeni bir nikah akdine gerek kalmaksızın evlilik hayatını devam ettirebilir (Şafii, el-Ümm, I, 297; Şeyhizade, Mecme‘u’l-enhur, I, 546).

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/39666/dinden-cikmayi-gerektiren-sozleri--elfaz-i-kufru--soylemenin-nikaha-etkisi-nedir--baslikli-fetva

1 Kasım 2021 Pazartesi

KÜÇÜK NOTLARIM (64): Sabr-ı cemil


Sabr-ı cemîl, başa gelen belâ ve musîbetleri hiçbir şekilde başkasına şikâyet etmeden, onlara tahammül göstermektir. Çekilen sıkıntılar insanlara şikâyet edilirse, olaylar karşısında gösterilen sabır, önemini kaybeder.

Sabr-ı cemil

1-Allah öyle istedi ve oldu; onun muradı gerçekleşti. Kulun bunu sorgulamaması,

2- benim işim en hayırlının, en merhametlinin, en adil, en güvenli bir mercinin elinde

3-sabrın eninde sonunda güzele intikal edeceğini bilmek "sabrun cemil"yapıyor sabrı. Benim için en iyisi olacak

-ağlamak sabri cemile engel değil

-güzel sabır, Allah’a hüsnüzan etmeye devam etmek

-Özlem,acı, matem, üzüntü, ağlamak, sabıra engel değil. Sabredince bu acılar da gitmeyecek. Sabır şuna inanmaktır: Bunu Allah-u Teala bana takdir etti; merhameti ile takdir etti ve bunun sonu muhakkak güzel olacak. "Allah cc bana hayırdan başka bir şey murad etmez" demek güzel sabır. Güzel sabır, güzel imanı koruyor.  

-derdi dillendirmek sabırsızlık değil. Sadece acısını dillendirip, yükten kurtulup derttaş arayabilir. 

Katlanmak ve sabır farkı:
katlandığımızda öfke içerde sürekli kaynar,birikir, menfaat vardır.

Sabretmekte ise eylem vardır.  Sabretmekte rıza vardır. Allah'ın verdiği hükme memnuniyet ortaya çıkar.

Kişiye imtihan verildiyse onun sabrı da verilir. Üzülmen, nasıl dayanıyor demen doğru olmaz. Sen dışardan ateş görsen de o gül bahçesindedir.
Sabır eylemsizlik değil gayret etmektir. İçinde bulunduğu durumu devam ettirmesidir.

Psk.Reyhan Özyağlı