21 Eylül 2020 Pazartesi

Müslüman olmadan iyi bir insan olunabilir mi?


İnsan olmak demek iyi de kötü de olabilmek demektir.

Biz insanın hangi özelliklerle iyi olduğunu bilelim ki, onun dindarlığından ya da ‘tanrı’ya inanmasından önce iyi bir insan olup olamayacağını anlayalım. Buradaki iyi de elbette kişisel iyi değil Allah’ın iyi dediği olacaktır. Bunu da Kuranı kerim’den öğrenebiliriz. Allah (cc) iyiliğe ‘birr’ diyor, iyi olan da ‘berr’ olmuş olur. İyiliğin kaynağı Allah olduğu için O’nun ‘el-Berr’ diye de ismi vardır. Peki, O’nun iyi/birr dediği hasletler nelerdir ki, onları kendisinde bulunduran insan da iyi bir insan olmuş olsun? Şu ayet bunu bütünüyle özetliyor:

‘İyilik yüzünüzü doğuya ya da batıya çevirmeniz değildir. Aksine iyilik; Allah’a, hesap gününe, meleklere, Kitaba, peygamberlere inananların; mallarından yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolda kalmışlara, dilenenlere seve seve verenlerin, köleleri özgürleştirmek için harcayanların, namazı dosdoğru kılanların, zekâtı verenlerin, sözleştiklerinde ahde vefa gösterenlerin, yoklukta hastalıkta ve şiddet anında sabredenlerin yaptığıdır. İşte sadakat gösterenler bunlardır, işte takvalı olanlar da bunlardır’ (Bakara 177). 


Demek ki, Kuranı Kerim’e göre iyi insan budur. Yani iman eden ve bu salih amelleri yapandır, çünkü Allah şöyle buyuruyor: ‘İman ederek salih amelleri yapanlar yaratılanların en iyisidirler’ (Beyyine 7).

 ‘İnkâr edenler de yaratılanların en kötüsüdürler’ (Beyyine 6).

 O halde Kuranıkerim’e göre konuşacak olursak, “insan olmadan Müslüman olunmaz” gibi sorunlu bir aforizma yerine, “Allah’a inanıp salih amelleri yaparak iyi bir Müslüman olmadan iyi bir insan olunmaz” dememiz gerekir.

Prof. Faruk Beşer'in
 "Müslüman olmadan iyi bir insan olunabilir mi?" yazısından alıntıdır.

20 Eylül 2020 Pazar

Nasıl bir tebliğ?


Allah Teâlâ bizden tebliğ etmemizi istemektedir; ikna etmemizi değil. Biz duyururuz, sonucu hasıl etmek Allah'ın işidir. Bize düşen doğru bilgiyi doğru bir yöntemle anlatmaktır.

Biz öncelikle İslam'ı doğru kaynaklardan en güzel şekilde öğrenmeye, öğrendiklerimizi gücümüz nispetinde yaşamaya çalışmalıyız. Bu şekilde ortaya koyacağımız "Müslüman" profili en etkili tebliğ olacaktır. Anlatırken de söylediklerimizin İslami kaynaklara dayalı (ilmi) olması, zarif ve incitmeyen bir üslupla söylenmesi, muhatabımızın içinde bulunduğu zihni, ilmi, sosyal seviyenin gözetilmesi, tebliğ sırasında söylenenleri kişiselleştirmekten kaynaklanan her türlü tartışmadan uzak kalınması uymamız gereken tebliğ kurallarındandır.

Rabbimiz her adımımızda isabet edebilmeyi nasip etsin.


Fatma Bayram (Uzman İlahiyatçı)

17 Eylül 2020 Perşembe

Hz. Peygamber sas kendisinin peygamber olacağını biliyor muydu?


Soru: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisine peygamberlik gelmeden önce gerek çocukluk devresinde gerekse de gençlik devresinde kendisinin peygamber olacağını biliyor muydu? Peygamber olacağını ilk olarak ne zaman anlamıştır?

Risalet öncesinde Hz. Peygamber'in peygamber olacağını bildiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. İlk vahyi aldıktan sonraki şaşkınlığı, eşi Hatice ile olan diyaloğu, fetret döneminde yaşadıkları peygamber olacağı bilgisine sahip olmadığını göstermektedir. Şu hususta dikkatten kaçmamalıdır ki böyle bir bilgi ancak vahiyle geleceği için, bu bilgiyi aldığı an peygamberlik vasfını da kazanmıştır.


 Nimet Yılmaz (Uzman İlahiyatçı)

16 Eylül 2020 Çarşamba

Hz. Muhammed (sav)'in Son Günleri, Hastalığı ve Vefatı


Rasûl-i Ekrem, Veda Haccı’ndan Medine’ye döndükten sonra sağlığı bozuldu. Rahatsızlandığı günler içinde Uhud şehitlerini ziyaret edip cenaze namazı kıldı. Yine bir gece evinden çıkarak Cennetü’l-bakî‘ mezarlığına gitti ve orada yatanlara Allah’tan mağfiret dileyip evine döndü. Aynı günlerde Yemen’de Mezhic kabilesine mensup Esved el-Ansî, peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı.

Kabilesinden topladığı 600 kadar süvari kuvvetiyle San‘a üzerine yürüyen Esved; kendisine karşı çıkan, buranın ilk Müslüman valisi Bâzân’ın yerine tayin edilen oğlu Şehr’i öldürdü ve karısı Âzâd’la zorla evlenip bölgeye hakim oldu. Hz. Peygamber bölgenin valileri ile ileri gelenlerine onun ortadan kaldırılması için mektup gönderdi. Sonunda Esved, Âzâd’ın yardımıyla öldürüldü (8 Rebîülevvel 11/3 Haziran 632). Öte yandan Medine’ye bir heyet gönderen Benî Hanîfe’ye mensup Müseylimetülkezzâb, heyetin Yemâme’ye dönüşünde irtidad ederek peygamberlik iddia etmeye başladı. Rasûlullah bir mektup göndererek onu yeniden İslam’a davet etti. Müseylime, yazdığı cevabi mektupta Rasûlullah’a ortaklık teklif etti ve yeryüzünün yarısının kendisine yarısının da Kureyş’e ait olduğu iddiasında bulundu. Rasûl-i Ekrem; cevabında yeryüzünün Allah’a ait olduğunu, ona kullarından dilediğini vâris kılacağını bildirdi. Müseylime, Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ortadan kaldırıldı.

Hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarında (Mayıs 632) Hz. Peygamber, Mûte Savaşı’nın yapıldığı Bizans topraklarına Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu göndermeye karar verdi. Hazırlanan ordu Medine’nin dışında Cürüf mevkiinde karargâh kurdu. Bu sırada Rasûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme harekete geçmeyip beklemeyi tercih etti.

Rasûl-i Ekrem bu arada zaman zaman şiddetlenen baş ağrısı ve yüksek ateşten mustaripti. Hastalığı sırasında yakınlarının yardımıyla Mescid-i Nebevî’ye gelip namaz kıldırıyordu. Bir gün minbere çıkıp “Allah kulunu dünya ile kendisine kavuşmak arasında muhayyer kıldı ve kulu da ona kavuşmayı tercih etti” buyurdu. Söz konusu kulun Hz. Peygamber olduğunu anlamakta gecikmeyen Hz. Ebû Bekir “Anamız babamız sana feda olsun yâ Rasûlallah!” diyerek ağlamaya başladı. Hz. Peygamber onu teskin etti ve kendisinden memnun olduğunu söyledi. Ardından Ensâr ve Muhacirlerin karşılıklı fedakârlıklarını ve faziletlerini hatırlatarak birlikte hareket etmeleri konusunda nasihatte bulundu. Daha sonra kimin kendisine hakkı geçmişse gelip almasını istedi. Kul hakkı konusunda hassas davranılması, borçların zamanında ödenmesi ve tarihte bazı örnekleri görüldüğü gibi kabrinin tapınak haline getirilmemesine dair uyarılarda bulundu.

Hz. Peygamber’in kızı Fâtıma ve halası Safiyye’ye yaptığı şu vasiyet de dikkat çekicidir. “Allah katında değer taşıyan güzel işler yapınız. Yoksa helal haram konularında Allah’ın sorgusundan ben sizi kurtaramam”.

Rasûlullah’ın Müslümanlara son vasiyetlerinden biri de sorumlulukları altındaki insanlara iyi davranmaları, ahirette Allah huzurunda hesaba çekilecekleri bilinciyle gerekli hazırlığa özen göstermeleri ve yabancı elçilerin güzel bir şekilde ağırlanıp hediyeler verilmesi gibi husuları içermektedir.

Son günlerini Hz. Âişe’nin yanında geçiren Hz. Peygamber, vefatına üç gün kala hastalığı ağırlaşınca namazları Hz. Ebû Bekir’in kıldırmasını emretti. Kendisini iyi hissettiği bir sırada Hz. Ali ve Fazl b. Abbas’ın yardımıyla mescide gitti; halka namaz kıldırmakta olan Ebû Bekir geri çekilip mihrabı kendisine bırakmak isteyince devam etmesi için işarette bulundu ve yanında namaza durdu. Vefat ettiği günün sabah namazından sonra Ebû Bekir kendisini ziyaret etti ve hastalığının hafiflediğini görünce izin isteyip evine gitti. Fakat Hz. Peygamber’in durumu birden ağırlaştı. Hz. Âişe’nin söylediğine göre Rasûlullah vefat etmeden önce hafif bir sesle “Lâ ilâhe illallah, ruh teslimi ne zor şeymiş!” dedi ve onun kolları arasında “Maa’r-refîki’l-a‘lâ” (en yüce dosta) sözüyle ruhunu teslim etti (13 Rebîülevvel 11/8 Haziran 632 Pazartesi).

Hz. Peygamber’in vefatı, bütün Müslümanları derinden üzdü, hatta münafıkların sevindiğini hisseden Hz. Ömer gibi bazı sahabeler şaşkınlık içinde onun ölmediğini söylüyordu. Durumdan haberdar olan Hz. Ebû Bekir doğruca Peygamberimiz’in naaşının başına geldi, yüzündeki örtüyü kaldırıp öptü ve “Anam babam sana fedâ olsun ey Allah’ın elçisi! Sağlığında güzeldin, ölümünde de güzelsin” dedi. Ardından mescide giderek şunları söyledi: “Ey insanlar! Muhammed’e tapan biri varsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah’a tapıyorsa bilsin ki O ölümsüzdür. (İbn Hişâm, II, 655-656). Sonra da şu ayeti okudu: “Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. O ölür veya öldürülürse gerisin geriye mi döneceksiniz? Şunu da bilin ki geriye dönecek kimse Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah takdirine rıza gösterenlerin mükâfatını verir” (Âl-i İmrân 3/144). Rasûlullah’ın cenazesi, amcası Abbas’ın oğulları Fazl ve Kusem ile Üsâme b. Zeyd’in yardımıyla Hz. Ali tarafından salı günü yıkandı ve bulunduğu odada muhafaza edildi. Cenaze namazı cemaatle kılınmadı; önce erkekler, ardından kadınlar, daha sonra çocuklar cenazenin bulunduğu yere sığabilecek gruplar halinde girip tek başlarına cenaze namazı kıldılar. Naaşı, Hz. Ebû Bekir’in Rasûlullah’tan naklettiği bir hadise dayanılarak vefat ettiği yerde kazılan mezara Hz. Ali, Fazl, Kusem ve Üsâme tarafından indirildi.

Sade bir hayat yaşayan, elde ettiği maddi imkânları Allah yolunda harcayan Rasûl i Ekrem’den geriye son derece mütevazi bir miras kalmıştır. Zira kendisi “Biz peygamberler zümresi miras bırakmayız. Bizim geride bıraktığımız her türlü servet sadakadır” buyurmuştur (İbn Sa‘d, II, s. 314; Buhârî, “Humus”, 1). Vefatında mülkiyetinde beyaz bir katır, silahları ve bir miktar arazisi vardı. Arazilerinin gelirinin ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti. Ölümünden kısa bir süre önce bununla Allah’ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek elinde kalan 7 dirhemin fakirlere dağıtılmasını istedi. Kendisine ait bir zırh da borcu karşılığında bir Yahudinin elinde rehin olarak bulunuyordu.

Hz. Peygamber’in manevi mirası ise gerek ümmeti ve gerekse bütün insanlık için son derece büyük ve değerlidir. O, Veda Hutbesi’nde de belirttiği üzere Kur’ân ve Sünnet’i en değerli miras olarak bırakmış, bu iki temel kaynak etrafında şekillenen İslam dini ve medeniyeti asırlar boyunca geniş bir coğrafyada etkisini hissettirerek insanlık tarihindeki yerini almıştır.



15 Eylül 2020 Salı

Veda Haccı ve Veda Hutbesi


Rasûl-i Ekrem’in Ramazan aylarında her gece Cebrâil ile buluştuğu ve o zamana kadar nazil olan ayetleri okuduğu bilinmektedir. Hicret’in 10. yılı Ramazan ayında ise (Aralık 631) Cebrâil kendisine Kur’ân-ı Kerîm’i iki defa tilavet ettirdi. Resûlullah bunu ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördü ve bu hususu kızı Fâtıma ile de paylaştı. Diğer taraftan her yıl Ramazan ayında on gün itikâfa giren Rasûlullah hayatının bu son Ramazan ayında yirmi gün itikâfta kaldı.

Aynı yıl (10/632) Rasûlullah hacca gitmek için hazırlığa başladı ve bütün Müslümanların katılmasını istedi. 26 Zilkâde 10 (23 Şubat 632) tarihinde yanında hanımları ve kızı Fâtıma da olduğu halde, Muhâcirler, Ensâr ve Medine’ye gelen kabilelerden oluşan Müslümanlarla birlikte yola çıktı. Zülhuleyfe’de ihrama girdi. Yolda kendisine katılanlarla birlikte 4 Zilhicce’de Kasvâ (Kusvâ) adlı devesinin üzerinde olduğu halde Mekke’ye ulaştı; umre yaptıktan sonra Ebtah mevkiinde kendisi için kurulan çadırda kaldı. 8 Zilhicce Perşembe günü Mekke’den ayrılıp Mîna’ya gitti ve orada geceledi; 9 Zilhicce Cuma günü güneş doğduktan sonra, Müzdelife yoluyla Arafat’a hareket etti ve kendisi için Nemire’de kurulmasını emrettiği çadıra yerleşti. Öğle üzeri Arafat vadisinde sayıları 120.000’i aşan ashabına Veda Hutbesi diye anılan konuşmasını yaptı.

Hz. Peygamber, konuşmasında Allah’a hamd ü senâdan sonra bütün insanların Allah’ın kulu olup aynı anne-babadan türediklerini hatırlattı; ırk, renk, dil ve sınıf farkı gözetilmeksizin bütün insanların eşit olduğunu, Allah katında üstünlük ölçüsünün “takva” olduğunu belirtti. Genellikle insan hakları üzerinde duran Rasûlullah can, mal ve ırz güvenliğine vurgu yaparak kul hakkı konusunda dikkatli davranılmasını, zulümden ve haram lokmadan kaçınılmasını, emanete riayet edilmesini, eşler arasında karşılıklı hak, görev ve sorumlulukların gözetilmesini istedi. Bütün Müslümanların kardeş olduğunu ifade ederek birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekti. Kur’ân ve Sünnet’in vazgeçilmez hidayet kaynağı olduğunu belirten Rasûl-i Ekrem namaz, oruç, zekât ve hac gibi dinî ibadetlerin yerine getirilmesi ve ahlak kurallarına uyulması konusunda hassasiyet gösterilmesini istedi. Hz. Peygamber Cahiliye dönemine ait bazı anlayış ve geleneklere de işaret ederek ribânın ve kan davasının yasaklandığını, hacılara su temini vazifesi (sikâye) ile Kâbe’nin perdedarlığı ve anahtarlarının muhafazası (sidâne) dışında kalan, başta nesî (ayların yerlerini değiştirmek) olmak üzere Mekke ve hac idaresine dair Câhiliye çağı kurumlarını ve uygulamalarını kaldırdığını ilan etti. Kendisini dinleyen ashabına sık sık “Tebliğ ettim mi?” diye sorup söylediklerini tasdik ettiren Hz. Peygamber, “Şahit ol yâ Rab! Şahit ol yâ Rab!” diyerek konuşmasını tamamladı. Hz. Peygamber, Arafat’tan ayrılmadan önce nazil olan ayette de dinin kemale erip tamamlandığı ve Hakk’ın rızasına uygun dinin İslam olduğu açıkça zikredilmektedir: “Bugün size dininizi kemale erdirip nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (el-Mâide 5/3).

Rasûlullah, devesinin terkisinde Üsâme b. Zeyd olduğu halde Arafat’tan indi. Muzdelife’ye ulaştığında akşam ve yatsı namazlarını burada kıldı. Sabah namazını da burada eda ettikten sonra Cemretü’l-Akabe’ye vardı ve her defasında tekbir getirerek yedi taş attı (şeytan taşlama). Oradan Mina’ya geçti ve burada da ashabına bir konuşma yaptıktan sonra kurbanını kesti. Sonra tıraş olup ihramdan çıktı ve Kâbe’ye gelerek tavaf yaptı. Tekrar Mina’ya dönüp cemreleri (şeytan taşlamayı) tamamladı. Ertesi gün Mekke’ye döndü ve güneş doğmadan önce veda tavafını yaptı. Bayramın beşinci günü Hz. Peygamber’in müsadesiyle Mekke ve Medine dışından gelen hacılar memleketlerine gitmek üzere ayrıldı. Ardından Rasûlullah, Muhâcirler ve Ensârla birlikte hac vazifesini ifa etmiş, aynı zamanda bu ibadetin nasıl yapılacağını Müslümanlara öğretmiş olarak Medine’ye döndü.

Hz. Peygamber’in Arafat’ta yaptığı konuşmada, “Bu yıldan sonra sizinle burada belki de bir daha buluşamayacağım” buyurması ve bir süre sonra da vefat etmesi dolayısıyla onun bu haccına “Veda Haccı”, hutbeye de “Veda Hutbesi” denilmiştir. Esasen Hz. Peygamber’in bu hac sırasında çeşitli yer ve zamanlarda birden fazla konuşma yaptığını da belirtmek gerekir.




14 Eylül 2020 Pazartesi

Müşriklere Son Çağrı


Mekke’nin fethiyle şehrin ve Kâbe’nin idaresi Müslümanların eline geçmiş ve birçok müşrik Arap kabilesi İslam’a girmiş olmakla birlikte putperest inançlarını devam ettirenler hâlâ mevcuttu. Bu müşrik kabilelerin bir kısmı Müslümanların müttefikiydi. Mekke’nin fethinden sonra, Hz. Peygamber, Hicret’in 1. yılından itibaren iyi münasebetler kurduğu Medine’ye komşu Damre, Gıfâr, Cüheyne ve Eşca‘dan başka Huzâa ve Müdlic gibi müşrik kabilelerle, hac ve umre amacıyla Kâbe’yi ziyarete gelenlere engel olunmayacağına ve haram aylarında kimsenin korku içinde bulunmayacağına dair antlaşmalar yapmıştı. Tebük Seferi’nden döndükten sonra Mekke’de hâlâ müşriklerin bulunacağını ve bazılarının âdetleri olduğu üzere çıplak bir şekilde Kâbe’yi tavaf edeceğini bildiğinden, bu yıl içinde farz olan hacca bizzat gitmeye gönlü razı olmadı. Hz. Ebû Bekir’i emîr-i hac tayin ederek 300 kadar sahabe ile birlikte Mekke’ye gönderdi (Zilkade-Zilhicce 9/ Mart 631). Ardından müşriklerin genel konumu ve onlarla Hz. Peygamber arasındaki antlaşmalar hakkında Tevbe suresinin ilk yirmi sekiz ayeti nazil oldu. Rasûl-i Ekrem, bu ayetlerin hükümlerini tebliğ için -antlaşmalar üzerinde başkan veya ailesinden birinin söz sahibi olabileceği şeklindeki yaygın Arap geleneğine uyarak- Hz. Ali’yi görevlendirdi. Ali, Mekke’ye gitmekte olan Ebû Bekir’e yolda ulaşıp durumu anlattı ve kendisine emîr-i hac olarak vazifeye devam edeceğini bildirdi. Hz. Ali, 10 Zilhicce yani bayramın birinci günü Mina’da toplananlara, Tevbe suresinin müşriklere “ihtar” mahiyetindeki ilk ayetlerini okudu ve şu hususları açıkladı: “Kâfirler ebedî kurtuluşa eremeyecek ve cennete giremeyecektir. Bu yıldan sonra müşrikler haccedemeyecek ve Mescid-i Harâm’a yaklaşamayacaktır; kimse Kâbe’yi çıplak tavaf edemeyecektir, Hz. Peygamber’le antlaşmaları bulunanlar, antlaşmanın süresi nihayete erinceye kadar haklarını kullanabilecekler, daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır.” Bu bildiri etkisini göstermiş, orada bulunan müşriklerin bir kısmı itiraz etmişse de ardından “Kureyş bile Müslüman oldu” diyerek dört ay beklemeye gerek duymaksızın hemen hepsi Müslüman olmuştur. Böylece Arap yarımadasındaki putperestlik ortadan kaldırılmış, Kâbe Hz. İbrâhim ile Hz. İsmail’in kurduğu esasa uygun olarak yalnızca tevhid inancına sahip müminlere tahsis edilmiş oldu. Aynı surenin 29. ayetiyle de başta Ehl-i kitap olmak üzere diğer din mensuplarına cizye ödemeleri şartıyla can ve mal güvencesi sağlanması ve kendi dinlerinde kalma hürriyeti verilmesi şeklindeki temel İslami anlayış uygulamaya konulmuştur.



13 Eylül 2020 Pazar

Kıyamet alametlerinden olan Dabbetül Arz ile ilgili ayet ve hadisler


“Dâbbe”, yeme ve içmeye muhtaç olan varlıklara denir. Dâbbetü’l-arz, “yerden çıkacak canlı” demektir. Kıyâmetin büyük alâmetlerinden olan “Dâbbetü’l-Arz” hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

“O söz başlarına geldiği (kıyâmet veya azap yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız da, bu onlara, insanların âyetlerimize kesin bir îman getirmemiş olduklarını söyler.” (en-Neml, 82)

DABBETÜL ARZ NE ZAMAN GELECEK, NE YAPACAK?

Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Üç şey vardır ki onlar çıktığı vakit «önceden inanmayan veya îmânıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık îmânı fayda vermez». Bunlar; Güneş’in battığı yerden doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’dır.” (Müslim, Îman, 249; Ahmed, II, 445)

“Dâbbetü’l-Arz, beraberinde Süleyman’ın -aleyhisselâm- mührü ve Mûsâ’nın -aleyhisselâm- asâsı olduğu hâlde çıkar. Mü’minin yüzünü asâ ile parlatır ve kâfirin burnunu mühürle damgalar. Öyle ki, sofra ehli toplanınca biri diğerine (yüzündeki parlaklıktan dolayı) «Ey mü’min!» der, diğeri de (öbürüne, burnundaki mühür damgası sebebiyle) «Ey kâfir!» der. (Yani mü’min de kâfir de yüzünden tanınır.)” (Tirmizî, Tefsîr, 27/3187; İbn-i Mâce, Fiten, 31)

“Ortaya çıkış itibâriyle kıyâmet(in büyük) alâmetlerinin ilki, Güneş’in battığı yerden doğması ve kuşluk vakti insanlara Dâbbetü’l-Arz’ın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de hemen onun peşinde ve yakındır.” (Müslim, Fiten, 118; Ebû Dâvûd, Melâhim, 12)

Dâbbetü’l-Arz, yerden çıkacak bir canlıdır. Ama bunun nasıl bir canlı olduğu, sahih hadislerde açıklanmamıştır. Konuşarak insanları îkaz edeceği anlaşılmaktadır. Emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’in terk edildiği bir zamanda ortaya çıkacağı ve İslâm’dan başka bütün dinlerin bâtıl olduğunu îlân edeceği nakledilmektedir.

Ayrıca bu hâdise, inkâr edenlere, Allah Teâlâ’nın ölüleri nasıl dirilttiğini de açıkça göstermiş olacaktır.

Dâbbe, inkârcılara kıyâmetin yaklaştığını haber verecektir. Allah Teâlâ bu canlıyı konuşturarak, kâfirleri rezil rüsvâ edecektir. Çünkü onlar, en fasih lisân ile konuşan ve insanlığın en şereflisi olan Peygamber Efendimiz’in getirdiği en beliğ kelâmı, yani Kur’ân-ı Kerîm’i kabul etmekten yüz çevirmiş bedbahtlardır. Cenâb-ı Hak da onlara farklı bir canlının lisânından, onların anlayacağı üslûpla hakîkatleri bildirecektir. Kâfirlerin bundan sonra îman etmeleri, artık onlara fayda vermeyecektir.

Arap Kabile Temsilcilerinin Medine'ye Gelişi


Hicretin 9. (630-631) yılı “elçiler yılı” (senetü’l-vüfûd) olarak bilinir. Mekke’nin fethedilmesi, ardından büyük ve güçlü bir kabile olan Hevâzinlilerin İslamiyet’i benimsemesi, bir yıl sonra, Tâif’te yaşayan Sakîflilerin Medine’ye gelerek biat etmesi ve Kuzey Arabistan’ın Tebük Seferi ile İslam hakimiyeti altına girmesi, yarımadanın çeşitli yerlerinde yaşayan Arap kabilelerinin Medine’ye heyetler gönderip itaatlerini arzetmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu gelişmeler arasında Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş kabilesinin Müslüman olmasının ayrı bir yeri vardır. Arap kabileleri, çok değer verdikleri ve Müslümanların en ciddi muhalifi olan Kureyş’in İslam’ı kabul etmesiyle kendi güç ve tutumlarını gözden geçirerek Allah’ın dinine girmeye başladılar. Nasr suresinde bu hususa şöyle işaret edilmektedir: “Allah’ın yardımı ve zaferi (Mekke’nin fethi) gelip de insanların Allah’ın dinine dalga dalga girmekte olduklarını görünce Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır” (en-Nasr 110/1-3). Kabileleri adına Medine’ye gelip Hz. Peygamber’le görüşen heyetler, Müslüman olduklarını bildiriyor, kendileri ve kabileleri adına biat ediyor, dini bizzat tebliğcisinden öğrenmek istiyor, bazan da kabile mensuplarına öğretmen gönderilmesini talep ediyordu. Bu heyetler arasında Sakîf ve Hanîfe kabilelerinin temsilcileri gibi İslam’ın bazı temel ibadetlerinden muaf olup yasaklarından kaçınmamaya yönelik kabul edilemeyecek şartlar ileri sürenler veya menfaat elde etmek isteyenler de bulunabiliyordu. Bu arada Necranlı ve Tağlib kabilesine mensup Hıristiyanlarda görüldüğü üzere Müslüman olmaksızın cizye vermek suretiyle İslam devletinin hâkimiyeti altına girenler de vardı. Kabile heyetlerinin Medine’ye gelişleri, İslamiyet’i anlatmak için Rasûl-i Ekrem’e iyi bir imkân sağlıyordu. Sözü edilen heyetler Abdurrahman b. Avf, Remle bint Hâris, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Hâlid b. Velîd gibi sahabelerin evlerinde, bazan da ashâb-ı Suffe’nin yerinde veya mescidin avlusunda kurulan çadırlarda ağırlanıyordu. Rasûlullah, heyet üyelerine değer veriyor, kendilerine Kur’ân okuyup öğretiyor, dinin esaslarını ve ahlâk kurallarını anlatıyordu. Medine’den ayrılırken çeşitli hediyelerle uğurlanan heyetlere, dikkat edilmesi gereken hususlara dair bilgiler veriliyor, ayrıca vali, zekât veya cizye tahsildarı olarak ya da İslamiyet’i öğretmek üzere görevliler tayin ediliyor, bu hususlara dair yazılı belgeler düzenleniyordu. Elçi ve heyetlerin bu ziyaretleri Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan kabilelerin Müslüman olduğunu ve Medine’nin, yarımadanın başşehri olarak benimsendiğini göstermektedir. İbn Sa‘d, eserinde, 9 (630) ve 10. (631) yıllarda Arabistan’ın muhtelif yerlerinden gelen yetmiş bir heyeti bir arada zikretmiş, bunların her biriyle ilgili çeşitli bilgiler vermiştir.

Çok sayıda Arap kabilesinin Müslüman olmasına rağmen başta Gatafân ve çeşitli kolları ile Hanîfe ve Esed gibi bedevi kabileleri arasında İslamiyet’in tamamen yerleşmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara düşman olan bedeviler eleştirilmiş, onların büyük çoğunluğunun takındığı olumsuz tavırlara daha çok “a‘râb” kelimesi etrafında temas edilmiştir (bk. et-Tevbe 9/90, 93-99, 101-102, 107-110, 120; el-Ahzâb 33/20; el-Feth 48/11-17; el-Hucurât 49/14-18). Bedeviler, Hendek Gazvesi’nden itibaren İslamiyet’e karşı tavır almaya başlamıştı (el-Ahzâb 33/20). Rasûlullah umreye giderken (6/628) Cüheyne, Müzeyne, Eşca‘ ve Eslem gibi Medine çevresinde yaşayan bedevî kabilelere haber göndererek kendisine katılmalarını istemiş fakat onlar İslam’a ve Rasûlullah’a bağlılıklarını tam olarak özümseyemediklerinden emrini yerine getirmemiş, umreden sonra da özür dilemişlerdir (bk. el-Feth 48/11-12, 16). Benzer bir durum Tebük Gazvesi sırasında da yaşanmıştır (bk. et-Tevbe 9/90, 97, 101, 120). Bedevi Gatafânoğulları’na mensup çeşitli kollar, hicretin 3. (624) yılından itibaren Medine çevresinde çeşitli yağmalama ve öldürme olaylarına karışmış, bu kabilenin İslamlaşması ancak elçiler yılında (9/630-631) sathi bir şekilde gerçekleşmiştir. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in vefatından sonra Fezâre kolunun reisi Uyeyne b. Hısn irtidad ederek peygamberlik iddiasında bulunan Tuleyha b. Huveylid el-Esedî ile birleşti. Bunlardan başka büyük çoğunluğu bedevi hayatı yaşayan Benî Hanîfe de İslamiyet’ten uzak durmaya çalıştı. Bu kabilenin Seleme b. Hanzale başkanlığındaki heyeti, Hicret’in 10. yılında (631) Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Ancak siyasi ve ekonomik emellere sahip bu kabile mensupları, Rasûl-i Ekrem’in rahatsızlığı esnasında, Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğe kendisini de ortak ettiği yalanını ileri sürerek peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetülkezzâb’ın etrafında toplanarak irtidad ettiler.

Öte yandan Benî Esed, Uhud Gazvesi’nden sonra Hz. Peygamber ve Müslümanların güç kaybettiklerini düşünerek Medine’ye ani bir saldırı yapmayı tasarladığı gibi Hendek Gazvesi esnasında da Tuleyha b. Huveylid kumandası altında bir birlikle düşman grupların ittifakı içinde yer aldı. 9 (630) yılında ise aralarında Tuleyha’nın da bulunduğu bir heyetle Medine’ye gelerek Müslüman görünmek zorunda kaldılar; kıtlık sebebiyle malî yardım talebinde bulundular ve zekâtlarını kendi aralarında toplayıp dağıtmak için izin istediler. Onların bu görüşmeler esnasında kaba tutum ve davranışlar sergilemeleri, menfaatlerini ön plana almaları, iman etmedikleri halde öyle görünüp Rasûl-i Ekrem’i minnet altında bırakmak istemeleri üzerine Hucurât suresindeki ayetler nâzil oldu (49/14-18). Hz. Peygamber’in rahatsızlığı sırasında Tuleyha peygamberliğini ilân etti, ardından da kendi kabilesinin dışında Fezâre, Zübyân, Tay ve Abs gibi bedevi kabilelerinden bazı kimselerin desteğini alarak Hz. Ebû Bekir’in halifeliği döneminde ayaklandı.


12 Eylül 2020 Cumartesi

Tebûk Gazvesi


Hicret’in 9. yılında (m. 630) Bizans İmparatoru Herakleios’un, Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gassânîler gibi müttefik Hıristiyan Arap kabilelerinin de desteğini alarak Müslümanlara karşı savaş hazırlığına başladığına dair haberler Medine’ye ulaştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kuraklık ve kıtlık hüküm sürmesine rağmen savaş hazırlıklarına başladı. Amacı, düşman saldırılarını yerinde bastırıp muhtemel tehlikeyi savmaktı. Kur’ân-ı Kerîm’de (bkz. et-Tevbe 9/38-106) ve İslam tarihi kaynaklarında, İslam toplumundaki savaş hazırlıklarıyla ilgili haberlerden; Sâsânîlere karşı kesin bir üstünlük sağlamış olan Bizans’ın Müslümanlar tarafından oldukça ciddi bir güç olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber genellikle sefer için gideceği yeri gizli tuttuğu halde bu defa hedefin Bizans ordusu olduğunu açıkça belirtti çünkü gidilecek yol uzun, düşman güçlü ve büyüktü. Ayrıca mevsim çok sıcaktı ve ürün toplama zamanıydı.

Sefer hazırlıkları sırasında Hz. Osman başta olmak üzere birçok sahabe İslam ordusunun donatımı için ciddi katkılarda bulundu. Hz. Osman 1.000 adet binek hayvanı verdiği gibi her birine birer altın harcayarak 10.000 askeri donattı. Abdurrahman b. Avf ve Talha b. Zübeyr yüklü miktarda bağışta bulundu. Hz. Ömer mal varlığının yarısını, Hz. Ebû Bekir de tamamını bağışladı. Hemen herkes elinden gelen gayreti gösterip İslam ordusuna yardım yarışına katıldı.

Samimi, fedakar ve gayretli Müslümanlar yanında her zaman olduğu gibi bu seferde de münafıklar bozgunculuk yapmaktan geri durmadılar. Bizans’ın gücünü hatırlatıp bu sıcak, kıtlık ve kuraklık mevsiminde sefere çıkmanın yersiz olduğunu söyleyerek Müslümanların morallerini bozmaya çalıştılar. Buna karşılık yoksul oldukları için binek bulamayan ve bu yüzden sefere katılamadığı için gözyaşı döken samimi Müslümanlar da vardı.

Rasûl-i Ekrem kendi döneminde hazırlanan orduların en büyüğünü teşkil eden, 10.000’i süvari olmak üzere 30.000 kişilik orduyla Medine’ye kuzeyden 700 km kadar uzaklıkta Suriye yolu üzerindeki Tebük’e kadar ilerleyip orada karargâh kurdu (Receb 9/Ekim 630). On beş-yirmi gün burada kalındı ancak Bizans ordusuna rastlanmadı. Tebük’te bulunduğu sırada Hz. Peygamber, İslamiyet’e davet amacıyla batı istikametinde çok geniş bir sahaya yayılan, çoğunluğu Hıristiyan ve bir kısmı Yahudi olan Cerbâ, Eyle, Ezruh, Maknâ ve Maan’a birlikler gönderdi. Onların temsilcileri gelip İslamiyet’i kabul etmeyeceklerini ancak vergi (cizye) ödeyeceklerini bildirdiler; böylece can, mal ve inanç hürriyetlerinin güvence altına alınması şartıyla İslam devletinin tebaası olmayı kabul ettiler. Rasûlullah bu yerleşim merkezlerinin her biri için birer antlaşma metni yazdırıp kendilerine verdi. Bu arada Hâlid b. Velîd’in kumandası altındaki 400 kişilik askerî birlik Irak yolu üzerinde önemli bir merkez olan Dûmetülcendel’e gönderilmişti. Hâlid, Dûmetülcendel kalesini ele geçirdi ve Müslümanlara düşmanlık eden Hıristiyan emiri Ukeydir b. Abdülmelik’i esir alarak Hz. Peygamber’e getirdi. Hz. Peygamber, Ukeydir ile cizye ödemesi şartıyla bir anlaşma yapmış ve onun memleketine dönmesine izin vermiştir. Böylece Dûmetülcendel halkının da cizye ödemek suretiyle İslam devletinin hakimiyetini kabul etmesi sağlanmıştır.

Tebûk’te bulunan Hz. Peygamber’in, o sırada Hıms veya Dımaşk’ta olduğu belirtilen Bizans İmparatoru Herakleios’a, Dihye b. Halife el-Kelbî vasıtasıyla ikinci kez İslam’a davet mektubu gönderdiği nakledilir. Mektupta imparatora İslam’a girme, cizye ödeme veya savaş alternatifleri teklif edilmekte, bunun yanında hiç olmazsa halkından İslam’ı seçecek olanlara engel olmaması istenmekteydi. Mektubu alan imparator dinî ve askerî çevresiyle istişare ettikten sonra Hıristiyan Arap kabilelerinden Benî Tenûh’a mensup bir elçiyi Hz. Peygamber’e gönderdi. Elçi sefer şartlarının müsaade ettiği ölçüde ağırlanmış ve kendisine Hz. Osman tarafından kıymetli bir elbise hediye edilmiştir.

Hz. Peygamber’in bizzat katıldığı son gazve olan Tebûk seferi, Müslümanlar için ciddi bir sınav olmuş, zor bir zamanda (sâ‘atü’l-usra) yapıldığına işaret eden Ayetten (et-Tevbe 9/117) hareketle, sefere katılan orduya “zor zamanların ordusu” anlamında “ceyşü’l-usra” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu sefere katılan veya mazeretine binaen ya da mazeretsiz katılamayan Müslümanlar ile savaşa destek vermedikleri gibi katılmak isteyenleri de vazgeçirmeye çalışan münafıkların tavrı hakkında birçok ayet yer almaktadır (bk. et-Tevbe 9/38-106, 117-118).

Hz. Peygamber, Tebûk seferinden Medine’ye dönünce Mescid-i Nebevi’ye gidip şükür namazını kıldıktan sonra mazeretleri sebebiyle savaşa katılamayanların tebriklerini kabul etti. Çeşitli mazeretler ileri sürerek sefere katılamadıklarını beyan eden münafıkların tebriklerini de kabul eder göründü. Aslında onlar sahte mazeret uyduruyor ve yalan söylüyorlardı (et-Tevbe 9/94-97). Bu arada Resûlullah’ın meşhur şairlerinden biri olan Ka‘b. Mâlik ile Bedir gazilerinden Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî’, malî durumu ve sağlığı elverişli olup hiçbir meşru mazereti bulunmadığı halde ihmalkâr davranarak sefere katılmamışlardı. Bunlar Hz. Peygamber’e gelip durumu itiraf ettiler. Hz. Peygamber onlara son derece soğuk davranıp haklarında Allah’ın hükmü gelinceye kadar beklemelerini söyledi; diğer Müslümanların onlarla konuşmasını yasakladı ve bir süre sonra da hanımlarından ayrı durmalarını istedi. Bu duruma düşmek onlara oldukça ağır geldi. Toplum içine çıkamaz, insan yüzüne bakamaz oldular. Öyle ki “yer yarılsa da içine girip kaybolsak” diyorlardı. Bu şekilde yemekten içmekten kesilip günlerce gözyaşı dökerek Allah’a yalvardılar. Nihayet elli gün süren boykottan sonra nazil olan ayetlerde onların bu süreçteki ruh halleri tasvir edilerek Allah’ın kendilerini bağışlayıp tevbelerini kabul ettiği bildirildi (et-Tevbe 9/118). Bu ilahî af başta bu üç sahabe olmak üzere Hz. Peygamber’i ve diğer Müslümanları çok sevindirdi. Ka‘b b. Mâlik, tevbesinin kabul edilmesi üzerine bütün mal varlığını fakirlere bağışlamak istedi ancak Rasûlullah, malının bir kısmını elinde tutmasının daha hayırlı olacağını söyledi. O da Hayber’deki arazisini kendine ayırıp diğerlerini dağıttı.

Hz. Peygamber’in Tebûk dönüşü yaptığı faaliyetlerden biri, münafıkların Müslümanlara karşı bir komplo merkezi olarak inşa ettikleri ve Mescid-i Dırar adıyla meşhur olan binayı yıktırmasıdır. Tebûk seferinin son hazırlıklarıyla meşgul olduğu sırada münafıklardan bir grup Hz. Peygamber’e gelip yağmurlu ve soğuk gecelerde yaşlı, hasta ve özürlü olanların namaz kılması için bir mescid inşa ettiklerini söylediler ve kendilerine namaz kıldırarak burayı ibadete açmasını istediler. Hz. Peygamber sefere çıkmakta olduğunu belirtip dönüşte namaz kıldırabileceğini ifade etti. Tebûk seferi dönüşü Rasûlullah, ordusuyla Zûevan’da konakladığında bazı münafıklar gelerek onu mescidlerine götürüp namaz kıldırmak istediler. Bu sırada bu sözde mescid ve onu yapanların niyetleri hakkında ayetler nazil oldu (et-Tevbe 9/107-110). Bu ayetlerde, mescidi inşa edenlerin yalancı oldukları beyan edilip niyetlerinin müminlere zarar vermek, hakkı inkâr etmek ve müminlerin arasını ayırmak olduğu vurgulanıyordu. Ayrıca burası Mescid-i Dırâr (zarar, tefrika ve nifak mescidi) diye tavsıf edilerek Hz. Peygamber’e burada asla namaza durmaması, buna karşılık takva üzerine kurulmuş mescidde (Mescid-i Kubâ veya Mescid-i Nebevî) namaz kılmasının daha uygun olacağı bildiriliyordu. Böylece burasının mescid adı altında Müslümanlara karşı inşa edilmiş bir komplo ve fesat yuvası olduğu ortaya çıkınca Hz. Peygamber iki sahabeyi görevlendirerek bu binayı yıktırdı.


Prof. Dr. Casim Avcı

11 Eylül 2020 Cuma

Peygamber Efendimiz namazdan sonra veya boş zamanlarda tesbih kullanılmış mıdır?


Ebû Davud, Tirmizî, Nesaî ve Hakim'in kaydına göre Rasûl-i Ekrem Efendimiz, her namazdan sonra ümmetine de tavsiye ettiği zikirlerini (otuz üçer defa tesbih-sübhanallah- tahmid-elhamdülillah- ve tekbir-allahuekber-) parmak
eklemleriyle yapardı. Yani sağ elinin parmaklarını, tesbih sayısını tesbit için kullanırdı. Nitekim muhacir bir kadına tesbihlerini sayma hususunda fikir veren Efendimiz:
- Parmaklarının eklemleriyle tesbihlerini say. Çünkü parmaklar ahirette ne iş yaptıklarından sual olunacaklar, onlar da tesbih ettiklerini söyleyeceklerdir, buyurmuştur.
Demek ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz parmakları tesbih esnasında kullanmış, bunu ümmetine de tavsiye etmiştir. Ancak yine sahih eserlerin kaydından anlamaktayız ki, ashabdan birçoğu zeytin veya hurma çekirdeği, ufak taşlar gibi maksada yardım eden şeyleri ceplerine, keselerine doldurup tesbih sayısını tespitte kullanmışlar, Rasûl-i Ekrem Hazretleri de bunları menetmemiştir. Nitekim Ebû Hüreyre (ra)'ın bir ipe birçok düğüm düğümleyip tesbih yerine kullandığı, Hz. Safiyye validemizin bir zenbil içine çakıl taşları koyup zikir ve
tesbih için kullandığı Rasûl-i Ekrem Efendimiz'in bilgisi dahilinde olmuş, bunlara mani olmamıştır. Demek ki ashab-ı kiram bugün tesbih denince akla ilk gelen bir ipe dizili, çeşitli maddelerden yapılmış sayılı tanelerden oluşan aleti kullanmamışlarsa da okumayı âdet edindikleri dua ve zikirlerin sayısını karıştırmamak için bir takım yöntemler geliştirmişlerdir.
Tesbihde aslolan Allah-u Teâlâ'yı her yerde, her fırsatta yalnız başına veya insanlarla birlikte iken anmaktır. Allah'ı anıp zikretmeyen kalbi ölü bir organa benzeten Hz. Peygamber evlerin de Kur'ân ve namazla şenlendirilerek mezarlığa benzetilmemesini tavsiye etmektedir. Aslında "hatırlama" anlamına gelen zikir, insanın zihninin ve dilinin Allah ile meşgul olması anlamına gelir ki böylelikle mümin, elde ettiği nimetlere hamd eder, sıkıntılarına dua ile destek ister, bir işe başladığında Allah'ın adını anar, bir yanlış yapacağı zaman Allah'ı hatırlayarak vazgeçer. Bu anlamda zikir ve tesbih için ise elimizde her hangi bir materyali taşımaya/kullanmaya ihtiyacımızın olmadığı açıktır.


Meral Günel (Uzman İlahiyatçı)

10 Eylül 2020 Perşembe

Peygamber Efendimiz'e sağlığında imamlık yapan sahabiler kimlerdir?


Peygamber Efendimiz, mecbur kalmadıkça imamlık görevini bir başkasına bırakmamıştır. Kendisinin imamlık yapamadığı durumlarda imamete ehil olanları bizzat seçmiş ve görevlendirmiştir. İmamlık yapacak sahabeleri belirlerken Kur'ân'ı iyi okuyup anlamalarına önem vermiştir.

Hicretten önce Medine'ye gönderilen Musab b. Umeyr ile Esat b. Zürare orada vakit ve cuma namazlarını kıldırıyorlardı. Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Salim, Kuba'da imamlık yapıyordu ve Muhacirlerin imamı olarak tanınıyordu. Hz. Peygamber Medine'den ayrılacağı zaman yerine bir imam tayin ederdi. Abdullah ibni Ümmü Mektum bunlardandır. Son dönemdeki hastalık zamanlarında Hz. Ebû Bekir'i imamete vekil tayin etmiştir. Mekke fethinde Mekke imamlığını Hübeyre b. Sebel'e vermiştir.

Bu konu ile ilgili geniş bilgiyi Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nin 22. cildindeki "İmam" maddesinde kaynaklarıyla beraber bulmanız mümkündür. Aynı zamanda editörlüğünü Vecdi Akyüz'ün yaptığı Asrı Saadette İslam isimli eserin 3. cildindeki "Asrı Saadette Mescidler Camiler ve Fonksiyonları" bölümüne de bakılarak detaylı bilgi elde edilebilir.


Nimet Yılmaz (Uzman İlahiyatçı)

9 Eylül 2020 Çarşamba

Vefk yaptırmak caiz mi? 2


vefk, ebced harfleri olarak bilinen, harflerin sayı değerlerinden yola çıkarak, değişik ve çoğu anlaşılmaz şekiller yapılarak duaların rakamlara, geometrik çizim ve biçimlere dökülmesi şeklinde de olabiliyor. Bunu yapan kişiler daha sonra buradan şifa, bir derman ve kurtuluş çaresi ürettiklerini ileri sürüyorlar. İşin ilginç ve endişe veren yönü, vardıkları sonuçları Kur’ân âyetlerine, esmâ-i hünsâya, ledün ilmine, gayb bilgisine, Levh-i Mahfuz gibi ilahi kaynaklara dayandırarak, bir çeşit inandırıcı yaklaşım sergilemeleridir.

Bir çeşit Hurufilik olan bu yolun, vefkten başka muammâ, remil, fâl, cifr, azâyim ve nucûm gibi daha birçok değişik metotları ve uygulama alanları da vardır. Zaten fal, azayim ve nücum gibi uygulamalar açıkça hadislerde Peygamberimiz Efendimiz (asm) tarafından haram sayılarak yasaklanırken, geriye kalan, buna benzer gizemli, örtülü ve sırlı şeyler de caiz görülmüyor.

Sorularla İslamiyet

Fal, kehanet, astroloji, matematik ve astronominin verilerinden yararlanılarak yapılan bir tılsım türü olan vefkin temelinde harf ve rakamların özel güçlere ve niteliklere sahip olduğu inancı yatmaktadır. Bu sanal bilgi dalı, mitoloji ve düzenli bilgi öncesine ilişkin bir uygulamadır. Hint, Sumer ve Bâbil toplumları gibi Araplar da halk kültüründe bunu yaşatmıştır. İslâmî dönemde ulemâ cevaz vermese de bu uygulamalar halk arasında devam edegelmiştir. İslâm inancına göre bütün yaratıklar Allah’ın emir ve kanunlarına boyun eğmekte, âlemin işleyişi Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kanunlara göre yürümektedir. Gayb âlemiyle irtibat peygamberler ve onların getirdiği vahiyler yoluyla olmaktadır. Dolayısıyla sünnetullahı göz önünde bulundurmayan bu tür uygulamaların ciddiye alınması ve bu yolla ortaya konan iddiaların onaylanması dinen doğru değildir.

tdv islam ansiklopedisi

7 Eylül 2020 Pazartesi

Bir soru


Soru: Peygamberimiz'in yatak elbisesi ayrı mıydı? Bir geceliği var mıydı? Yoksa gündüz giydiği elbise ile mi uyurdu? Bu konuda kaynaklı bilgi verebilir misiniz?


Şemail kitaplarının Hz. Peygamber'in giyim tarzıyla ilgili kısımlarında verilen bilgiler daha çok giyinmede esas aldığı prensipler, giyim tarzı, tercihleri gibi konularda yoğunlaşmaktadır. Uyurken giyilen, bizim pijama olarak tanımladığımız kıyafetinin varlığına işaret olacak bir rivayet, akrabası ve aynı zamanda dönemin kadın doktorlarından olan Şifa b. Abdullah'ın evine Hz. Peygamber'in sık sık ziyaret amaçlı gittiği, genellikle öğle istirahatlarını bu hanımın evinde yaptığı, onun da bu sebeple Rasul-i Ekrem için özel bir döşek ve pijama (izar) temin ettiği yönündedir. Şifa Hatun tarafından saklanan bu kıyafetler oğluna bırakılmış, daha sonra da dönemin Medine valisi Mervan b. Hakem tarafından satın alınarak devlet zimmetine intikal edilmiş ancak daha sonraki durumu takip edilememiştir. (bkz. Şemail, Prof. Dr.Ali Yardım)
Ayrıca Muhammed Hamidullah'ın İslam Peygamberi adlı eserinde Rasulullah (sav)'ın geceleri giyilen bir elbisesi olduğu ve gün boyu üzerinde taşıdığı elbiseleri yatmadan evvel çıkarıp duvara astığı nakledilmektedir. (c.II,1077)


Meral Günel (Uzman İlahiyatçı)

6 Eylül 2020 Pazar

Bir soru


Soru: Hz. Musa ve Hz. İsa’nın getirdikleri dinler Hıristiyanlık ve Yahudilik diye bildiğimiz dinler midir? Yoksa isimlendirilme sonradan mı yapılmıştır?

Yüce Allah'ın Hz. Adem'den Hz. Muhammed (sav)'e kadar insanlara bildirdiği din İslam'dır. Peygamberler ve inananları da Müslüman'dır. Yahudilik ve Hıristiyanlık isimleri insanların kullandığı isimlerdir. Kur'an "ehli kitap", (Yahudilik için) "İsrailoğulları", (Hıristiyanlık için) "Nasara" isimlerini kullanır. Hz. Musa ve Hz. İsa'ya gelen vahiylerin orijinal halleri İslam'dır. Bozulmuş şekilleri de bugün kullandığımız değişik din isimleriyle adlandırılır.


Nimet Yılmaz (Uzman İlahiyatçı)


5 Eylül 2020 Cumartesi

Peygamberimiz sas'in beslenme şekli


Peygamberimiz'in şemaili ile ilgili kaynaklarda yeme içme âdeti başlığında işlenen pek çok konu bulunmaktadır. Bu rivayetleri incelerken o dönemin coğrafî ve kültürel şartlarını göz önünde bulundurmak sağlıklı bir yaklaşım olacaktır.

Hz. Peygamberin yemekte aradığı başlıca özellik onun helal ve temiz oluşu ile vücuda yararlı olup olmadığıdır. Yemek seçme ve yemeğe kusur bulma âdeti kesinlikle yoktur. Hiç bir yemeğe karşı aşırı düşkünlüğü olmadığı gibi canı çekme denilen halleri de olmamıştır

Hz. Peygamber daima arpa unundan yapılmış ekmek yemişler, kepeği iyice ayıklamış has undan mamul ekmek yememişlerdir. Kepeği iyice ayıklamak için elek kullanılmamış, kepekler üflenerek veya savrularak giderilmiştir.

Hz. Peygamber'in buğday ununa rağbet etmeyişini, buğdayın zararlı oluşundan veya buğday unu yemenin dinî sakıncasının bulunuşundan çok o dönemde Hicaz bölgesinde buğdayın ithal edilen pahalı bir yiyecek olmasına, Hz. Peygamber'in de lükse karşı kesin tavır koymasına bağlamak daha doğru olacaktır. Buna ilave olarak arpa unundan yapılan ekmeği tercih edişlerinde iktisadi sebepler yanında arpa ekmeğinin doyurucu ve besleyici oluşunun da bu tercihte payı vardır. Kepeğin iyice ayıklanmayışını sindirim sistemine faydası ile açıklamak mümkündür.

Hz. Peygamber, sofrasında iştah açıcı olarak kullanılan salata, turşu baharat vb için bir kap bulundurmazdı. Hiçbir zaman alıştığı miktardan daha fazla yemek yemezdi.
Kaynakların verdiği bilgiye göre Peygamber Efendimiz en fazla iki öğün yemek yemişlerdir. Bu iki öğünden birisi daima hafif yiyecekler şeklinde olmuştur. Onun hafif yiyeceği ise hurmadan oluşurdu. Akşam öğününün ihmal edilmemesini tavsiye eden Hz. Peygamber'in "akşam öğünü" olarak nitelediği yemek gün batımından veya akşam namazından hemen sonra yenen günün ikinci yemeğidir.

Alınan her gıdanın, insanın iyi ya da kötü davranmasına yol açan enerjiye dönüştüğünün farkında olan Hz. Peygamber ve ashabı, yedikleri yemeğin nasıl bir davranışa vesile olacağının endişesini taşımışlar, hayırlı işler yapmalarına vesile kılması için Allah'a şükür ve niyazda bulunmuşlardır

Yenilecek yemeğin miktarı olarak "midenin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefes payına" ayırmanın tavsiye edildiği hadisten, iyice doymadan ve iştahı tam kesilmeden sofradan kalkmanın tavsiye edildiği anlaşılmalıdır.

Hz. Peygamber'in yemekte aradığı başlıca özellik onun helal ve temiz oluşu ile vücuda yararlı olup olmadığıdır. Yemek seçme ve yemeğe kusur bulma âdeti kesinlikle yoktur. Hiç bir yemeğe karşı aşırı düşkünlüğü olmadığı gibi canı çekme denilen halleri de olmamıştır.

Misafirlikte kendisine yapılan ikramları severek yiyen Hz. Peygamber "Sirke ne güzel katıktır, Ya Rabbi, sirkeyi mübarek kıl. Zira o benden önceki peygamberlerin de katığı idi. Sirke bulunan ev, muhtaç duruma düşmez" buyurmuş, kendisine et çorbası ve kabak yemeği ikram eden bir terzinin evinde kabağı iştahla yemiş bir başka davette et ikram edilince "et, dünya ve cennet yemeklerinin şahıdır" buyurmuştur. Bir başka münasebetle de hurma varsa başka katığa ihtiyaç yoktur anlamında "hurma bulunmayan ev, yemeksiz (katıksız) ev gibidir." buyurmuştur.

Eldeki vesikalar özetlenirse, Hz. Peygamber'in katık olarak yediği yemeklerin bir kısmı şöylece sıralanabilir: Koyunun ön kolu ve sırt eti, pirzola, kebap, tavuk, toy kuşu,et çorbası, tirit, kabak, zeytin yağı, çökelek, kavun, helva, bal, hurma, pazı, anber balığı.

Yine kaynaklardan Peygamber Efendimiz'in meyvelerden kavun, karpuz, salatalık, üzüm ayva, acur ve misvak ağacının meyvesini yediğini öğreniyoruz. Aslında ashab-ı kiramdan bu konuda gelen rivayetlerin içeriği, Efendimizin yediği ve yemediği, hoşlandığı veya hoşlanmadığı meyveleri anlatmaktan çok O'nunla geçen beraberlikleri içinde "meyve"lerle ilgili bir hatıra varsa bu arada onu da dile getirmek şeklinde olmuştur.
Asr-ı Saadet döneminin içeceklerinin başında bal şerbeti, hurma ve kuru üzüm şırası ve süt gelmekteydi.
Alınan her gıdanın, insanın iyi ya da kötü davranmasına yol açan enerjiye dönüştüğünün farkında olan Hz. Peygamber ve ashabı, yedikleri yemeğin nasıl bir davranışa vesile olacağının endişesini taşımışlar, hayırlı işler yapmalarına vesile kılması için Allah'a şükür ve niyazda bulunmuşlardır.


Meral Günel (Uzman İlahiyatçı)

4 Eylül 2020 Cuma

Bir soru


Soru: Bizlerin İslamiyet'in yayılışı zamanında olmadığımızdan ve Hz. Muhammed (sav)'i göremeyişimizden dolayı dezavantajlarımız var mı? Bu fark nasıl kapanır?


O'nu dünyada görememek, meclisinde ve sohbetinde bulunamamak elbette büyük kayıptır. Ama çevre bozulduğu, insanlar dünyevileştiği, dindarlar garip karşılandığı zamanlarda O'nun yolunda sebat edenlere yüz şehit sevabı veriliyor ve O'nu sevenlere, cennette O'na yakın olma ödülü vaad ediliyor.


 Prof. Dr. Hayrettin Karaman

3 Eylül 2020 Perşembe

Şükür duası nasıl yapılır?


Kaynaklarda "şükür duası" adıyla zikredilen özel bir dua olmamakla birlikte Hz. Peygamber'in şükretme maksadıyla gece namaz kıldığı (Buhari, 48,2; Müslim, Münafikîn 81), sevineceği bir haber aldığında hemen şükür secdesine kapandığı (Ebu Davud, Cihad, 152) kaynaklarda belirtilmektedir.
Duaya -ve her önemli işe- "elhamdulillah" diyerek, Allah'a hamd ederek başlamanın müstehap olduğunu belirten âlimler dil ile yapılanın, şükrün sadece bir kısmı olduğuna dikkat çekmişler, beden ve kalp ile yapılan şükründe en az dil ile yapılan dua ve tesbihler kadar önemli olduğunu belirtmişlerdir. Buna göre her nimet için bir şükür gerekir; şükür de nimeti vereni bilip takdir etmek (kalp ile şükür), Allah'ın emir ve yasaklarına uygun bir yaşam sürmek (beden ile şükür), O'nu sıkça anarak verdiği nimetler karşılığında dua etmek (dil ile şükür) gerekir. Dua ile ilgili kaynaklarda Hz. Peygamber'den gelen çokça rivayet vardır. Size yardımcı olmasını umduğumuz bir rivayeti burada zikredelim: Ebu Ümame (r.a.) şöyle dedi:
Rasulullah (sav) birçok dua okudu; fakat biz ondan hiçbir şey ezberleyemedik. Bunun üzerine:
-Ya Rasulallah! Pek çok dua okudun; biz onları ezberleyemedik, dedik. O zaman Rasulullah şöyle buyurdu:
-O duaların hepsini içine alan bir duayı size öğreteyim mi? Şöyle deyiniz:
Allahümme innî es'elüke min hayri mâ seeleke minhü nebiyyüke Muhammedün. Ve ne'ûzü bike min şerri meste'âzeke minhü nebiyyüke Muhammedün. Ve ente'l Müsteân, ve aleyke'l belâğ, ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.

(Allah'ım, Peygamberin Muhammed s.a.in senden istediği hayırları ben de dilerim. Peygamberin Muhammed s.a.in sana sığındığı şerlerden biz de sana sığınırız. Yardım ancak senden beklenir. İnsanı dünya ve ahret muradına ulaştıracak sensin. Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak Allah'ın yardımıyla kazanılabilir. --Tirmizi, Daavat 89--)

Önemli bir iki hatırlatma yapmakta yarar var:
1.Dualar Türkçe ifadelerle de yapılabilir, dil dönmüyorsa zorlamak gereksizdir.
2.İllâ şu dua olacak şeklinde düşünmemek gerekir, içten geldiği gibi dua etmektir önemli olan.
3.Hz. peygamberin hayatının her anına bir dua yerleştirmiş olmasından anlıyoruz ki kul, her anı için Rabbi ile irtibat halinde olmalıdır.


Meral Günel (Uzman İlahiyatçı)

2 Eylül 2020 Çarşamba

Cahiliye devri tam olarak hangi dönemdir?


Soru: Cahiliye devri tam olarak hangi dönemdir? Eğer Peygamber Efendimiz'den önceki dönem ise bu dönem ne kadar geriye gitmektedir? Hz. İsa’dan sonraki bütün dönem (tüm o zaman, fetret dönemi olarak kabul edilebilir mi?) Cahiliye dönemi midir? Fetret ile Cahiliye dönemi arasında bir bağ var mıdır? Bedevi Araplarla, yani onların yaşayış ve inanışları ile bu dönem özdeş kabul edilebilir mi?

Câhiliye dönemi, özel ve yaygın anlamıyla İslâm'dan önce Araplar'ın dinî ve sosyal hayat telakkilerini ifade eder. Bu dönem "ilah olarak sadece Allah'ı kabul etmek, ondan başkasına asla tapmamak" anlamındaki tevhidin yerini "Allah'a ortak koşmak, onun yanısıra putlara vb. şeylere tapmak" anlamındaki şirkin aldığı; adaletin yerini zulme bıraktığı; güçlünün güçsüzü ezdiği; kölelerin insandan sayılmadığı; kız çocuklarına sahip olmanın utanç vesilesi olarak görüldüğü ve hatta bazan diri diri toprağa gömüldüğü; mal, can ve namus güvenliğinin kalmadığı; üstünlüğün soy sop, zenginlik, kabile, ırk ve renklerde arandığı; kısacası hem dinî hem de ferdî ve toplumsal açıdan kötülüklerin hâkim olduğu bir dönemdir. Bu dönem Hz. Peygamber'den (önceki dönem olup Hz. Peygamber'e vahyin indirilişiyle sona ermiştir. (Bu dönemin Câhiliye zihniyetinin merkezi haline gelen Mekke'nin fethiyle (h. 8/m. 630 yılı) son bulduğunu ileri sürenler de olmuştur.) Bununla birlikte İslâm'dan sonra da yukarıda sayılan olumsuz tavır, anlayış ve davranışların fert veya toplum bazında kendisini hakim bir şekilde göstermesi Câhiliye terimi ile ifade edilir. Bu açıdan bakıldığında Câhiliye özelde bir zaman dilimini yani Hz. Peygamber'den önceki dönemi ifade etmekle birlikte esasen genel olarak olumsuz nitelikleri ve kötülüklerin hâkim olmasını ifade eder ve İslâm'dan sanra da söz konusu olabilir. Kısacası buradaki vurgu döneme ve zamana değil, nitelikleredir.
Câhiliye döneminin ne kadar geriye gittiği konusunda ise farklı görüşler bulunmaktadır: Genel ve yaygın kullanıma göre Câhiliye dönemi Hz. İsa'dan sonra başlayıp Peygamber Efendimiz arasında geçen dönem veya İslâmiyet'in zuhurundan az önceki, yani V. yüzyıldan Hz. Peygamber'in İslâm'ı tebliğe başladığı zaman dilimidir. Bununla birlikte Ahzâb sûresinin 33. âyetinde geçen "ilk câhiliye" (el-câhiliyyetü'l-ûlâ) tabirinin açıklanmasında bazı müfessirler tarafından "İlk Câhiliye"nin Hz. Âdem-Nuh, Hz. Âdem-İbrahim, Hz. Huh-İdris, Hz. Nuh-İbrahim, Hz. Dâvûd-Süleyman veya Hz. Mûsa-İsa arasında geçen dönemleri ihtiva ettiği şeklinde değişik zaman dilimleri ileri sürülmüştür.
Fetret ise "iki peygamber arasında hak dine davetin kesintiye uğradığı dönem" demektir. Daha ziyade Hz. İsa'dan sonra Hz. Peygamber dönemine kadar geçen tebliğsiz dönemi ifade eder. Bu haliyle Hz. İsa'dan sonra başlayıp Peygamber Efendimiz arasında geçen dönemi ifade eden Câhiliye dönemi ile aynıdır. Nitekim Câhiliye döneminde yaşadığı halde tevhid ehli olup putlara tapmayan ve Hanîfler diye anılan kimselere bunları müşrik Câhiliye halkından ayırmak için "fetret ehli" denilmiştir.
Câhiliye sadece bedevî Araplarla ilgili olmayıp göçebe (bedevî) veya yerleşik (hadarî) olsun ferdî veya toplumsal anlamda kötülüklerin galip geldiği müşrik Araplar'la ilgilidir.


Daha geniş bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi'ndeki (DİA) şu maddelere bakılabilir. Mustafa Fayda, "Câhiliye", DİA, c. VII, s. 17-19; Metin Yurdagür, "Fetret", DİA, c. XII, s. 475-480.

Doç. Dr. Casim Avcı


1 Eylül 2020 Salı

Bir soru


Soru: Bir hadiste; Hz. Peygamber'in isim ve sıfatlarını yazan, okuyan ve asan kimsenin evine bela, hastalık, dert, illet, göz değmesi, haset, büyü, yangın ve yıkıntı gibi şeylerin yaklaşamayacağı gibi; ismi şeriflerinin orada bulunduğu sürece ev halkının fakirlik, zehirlenmek, gam gibi sıkıntıların da gelemeyeceği belirtilir. Bunun doğruluk değeri nedir?

Anlatılan manada bir hadis bilinmemektedir. Herhangi bir dinî dayanağı tesbit edilmemekle birlikte içinde hilye bulunan evin felakete uğramayacağı ve üzerinde hilye bulunduran kişinin her türlü musibetten korunacağına inanılmış ve halk arasında evde hilye bulundurma ve üzerinde taşıma bir âdet halini almıştır. İfade ettiğimiz gibi bunun dinî bir alt yapısı yoktur. Tamamen sosyal yaşantı ve edebî kültürün bir ürünüdür. Peygamber sevgisinin bir tezahürü olarak var olmuştur. Bizzat o yazının koruyucu olacağına inanmak ve medet ummak İslam akidesiyle uyuşmaz. Sevgi belirtisi ve İslam sanatlarına ilgi gereği eve asılmasında ise hiç bir mahsur yoktur.

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Muhakeme ve karar

Aşağıdaki yazı da doğruya ulaşmak isteyenlere bir rehber niteliğinde;

Bizim sıkıntımız bilmemek değil, bilmek istememek. Araştırma yapmadan doğduğumuz toplum içinde neyi bulduysak, kulağımıza ve nefsimize neyi hoş görmüşsek onu devam ettirmek. Belki de doğruları bulmaktan korkuyoruz. Eğer doğru bilgi edinirsek onu yapmak zorunda olacağız ama ya çevre, içinde bulunduğumuz toplum? Bize ne derler, hakkımızda ne düşünürler? Birde dışlarlarsa? 


Doğruyu kabullenmek istemeyişimiz Allah-u Teala tarafından Maide suresinin 104. ayetinde bize bildiriliyor.

(Onlara, “Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’ e gelin” denildiğinde onlar, “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter” derler. Peki ya babaları bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamamış olsalar da mı?)

… Müjdele o kulları ki, onlar sözü dinlerler de en iyisine, en güzeline tabi olurlar. Onlardır Allah’ın hidayet verdikleri, onlardır o temiz akıllılar.”(Zümer, 17, 18)

Söz karşısında en iyi olana tabi olma sorumluluğumuz bize neleri hatırlatmalı? En iyiye tabi olmak için hangi safhalardan geçmeliyiz?

Ayet-i kerime bizi “dinleme” ye dikkat çekiyor.

Dinlemek anlamanın, anlamak da bütün zihin ve kalp faaliyetlerinin ön şartıdır.

Dinlemek temelde bir had bilmektir. “Bilmiyorsam, zaten bir bileni dinlemeliyim. Eğer biliyorsam, benden daha iyi bilen olabilir. Ola ki bu söz benden daha iyi bilen birinin sözüdür. Öyleyse onu dinlemeliyim” deme erdemidir. Bir yerde herkes konuşuyor, kimse kimseyi dinlemiyorsa orada bir “had bilmeme” probleminden söze başlayabiliriz.

Demek ki ilk aşama had bilmek…

Peki En iyiyi, en doğruyu nasıl tespit edeceğiz?

Bunu tespit etmek için iki şeye ihtiyacımız olacak: Muhakeme ve karar.

Muhakemeye ihtiyacımız olacak. Çünkü en iyi, en güzel tabiri, etimolojisi gereği tafdîl gerektirir. Tafdîl, bir şeyi/fikri diğer bir şeyden/fikirden daha kıymetli, daha doğru ve hatta ayetteki örneğiyle daha iyi-güzel görmektir. Bunun için iki ya da daha çok fikri karşılaştırmak icap ediyor. Bunun adı muhakeme…

İyi bir muhakeme için duyduğunuz sözün içerdiği fikir her ne ise onu da, zıddını da bilmek lazım.

Baştan başlayalım, eğer hiçbir şey bilmiyorsanız size yargı imkânı sunacak en ufak bir malzemeye sahip değilsiniz demektir.

Eğer sadece duyduğunuz sözün içerdiği fikri biliyorsanız yine muhakeme yapamazsınız. Çünkü muhakeme “hüküm vermekten” farklıdır. İki kişinin ortak fiilidir muhakeme. Bir siz hüküm veriyorsunuz, bir karşınızdaki. Ortada iki hüküm, iki taraf var. Bunun için tek kendi fikrinizi hesaba katarak gerçekleştirdiğiniz akıl yürütmeye değil, hem kendi adınıza hem de karşı görüş adına düşünüp her iki fikri de tartarak yürüttüğünüz akıl yürütmeye muhakeme denir. Kısacası “düz yargı” ya değil, “karşılaştırmalı yargı” ya ihtiyacımız var. Zıt fikri bilmeden de karşılaştırma yapamazsınız.

Hatta bazen “doğru-yanlış” şeklinde çift kutuplu karşıtlık yerine “doğru-daha doğru-yanlış” olmak üzere bir karşıtlık ilişkisi de söz konusu olabilir. Bu durumda göreviniz sadece doğruyu değil, ayette de geçtiği gibi “en doğru”yu, “daha doğru”yu tespit etmektir.

Bir alt katmana daha iniyoruz: “En doğru”ya neye göre karar vereceğiz? Kararlarımızın zihin planında birikmiş yargılar ve bu yargıların mayaladığı prensipler vardır. Şuna ya da buna dair doğru-yanlış, iyi-güzel gibi en temel yargılarımızı hep bu stoklarla gerçekleştiririz.

Yeni olan, gerek dış duyularla, gerek iç duyularla oluşturduğumuz “anlık idrakler”imizdir aslında… “Elde ettiğimiz” değil, özellikle “oluşturduğumuz” demek doğru olur…

Öyle anlık idrakler vardır ki, bazen gerekli psiko-sosyal alt yapısı oluştuğunda birkaçı zihin dünyanızda büyük patlama etkisi yapabilir, bildiğiniz ne varsa hepsini sarsıp sizi küçük ve hatta büyük öncüllerinizi yeniden kurmaya itebilirler…

Dua ve ubudiyet burada en kritik rolünü oynuyor… Allah’ım, değişen yargılarım arasında imanıma, samimiyetime halel bulaştırmama fırsat verme! kalbimin batıla doğru eğrilmesine fırsat verme! Elimden tut, beni bana bırakma! Ne hakka sırt döneyim, ne hak bellediğim vehimler uğruna senin nurundan mahrum kalayım!

Demek oluyor ki, anlık idraklere kapıları kapatmamak, zihin stoklarımızı sürekli elden geçirmek lazım… Kalbimizin iman, tevazu ve tevekkül kaynaklarını secdelerle besleyerek…

Ve  işin karar safhası …

Karar vermek basit bir şey değildir. Bunun için hem zihni bir katiyete hem de kalbi bir itminana kavuşmak gerekir. Fikrimizin mantık-usul-bilgi boyutlarını sorgulayıp bileşenleri eleme-ayıklamadan geçirdikten sonra zihin katiyetine; dua, secde ve gerekirse istişare- istihare eşliğinde Allah’a iltica ederek kalb itminanına kavuşuruz.

Son adım, tabi olmak/ittiba için her türlü bedeli göze alarak en iyi, en doğru ve en güzel olana yüreğini açıp harekete geçmektir…

Ama her şey önce dinlemekle başlıyor…

Eğer amacınız en iyiyi, en doğruyu bulmaksa bir mukayese yapmalısınız … Mukayese yapmak adına dinleyin, anlayın ve sonra düşünün…

Ne reddederken ne de kabullenirken acele etmeyin. Aşamaları sabırla ve duayla hazmede hazmede geçmeye bakın…


Talha Hakan Alp

30 Ağustos 2020 Pazar

Neden son Peygamber'e inanmalıyız? Yahudi ya da Hıristiyan kalamıyoruz?

Çünkü;

*Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'i son elçisi olarak seçmiş, O'na iman etmeyi kendisine imanın şartı saymış, O'nu inkar edeni kendisini inkar etmiş olarak görmüş.
De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O’ndan başka tanrı yoktur. O hayat verir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî peygamber olan resulüne -ki o Allah’a ve O’nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız."(Araf, 158), 

*Allah'a ve Peygamber'e itaati bir arada şart koşmuş. 
"Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin, sizden olan ülü’l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah’a ve peygambere götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir."(Nisa, 59), 

*Allah'ı sevmenin ölçüsü olarak Peygamber'e tabi olma gerekli kılınmış 
De ki: "Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir."(Al-i İmran, 31), 

*örnek alınacak en güzel numune olarak gösterilmiş 
"İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır."(Ahzab, 21), 

*âlemlere rahmet olarak gönderilmiş 
"Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."
(Enbiya, 107), 

*Allah'ın ve meleklerin O'na daima salât-u selam ettikleri bildirilmiş
"Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun."
(Ahzab, 56), 

*Kur'ân'da sayısız yerde ve İslam'a giriş cümlesi olan kelime-i tevhide kendi adı ile Rasûlü'nün adını bir arada zikretmiş, O'nun sünnetini dinin ikinci kaynağı olarak ikame etmiştir 
"...Peygamber size ne vermişse onu alın ve size neyi yasaklamışsa ondan kaçının. Allah’a karşı saygısızlık etmekten sakının. Kuşkusuz Allah cezalandırmada çok çetindir."(Haşr, 7).

19 Ağustos 2020 Çarşamba

Tâif Kuşatması


Huneyn Savaşı Müslümanlar tarafından kazanılmışsa da savaştan kaçanlar İslam karşıtı başka kabilelerle birleşerek yeni bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Bunların başında Tâifliler geliyordu. Tâif halkı İslam’a karşı olan tavrını zaman zaman küstahlığa varacak şekilde ortaya koymuştu. Hz. Peygamber’i ve Müslümanları hicveden şairler, İslamiyet aleyhine tertip kurmaya çalışanlar başları sıkıştıkça Tâif’e kaçıp sığınıyordu. Dolayısıyla Tâif, düşmanın bir yığınak yeri haline gelmişti. Nitekim Evtâs’ta yenilgiye uğrayan Hevâzinliler de buraya sığınmışlardı. Rasûlullah Huneyn Savaşı’nın hemen ardından kendisinin başında bulunduğu bir askerî güçle Tâif üzerine yürümeye karar verdi. Hâlid b. Velîd kumandasında 1.000 kişilik bir öncü kuvvetin ardından Tâif’e gelen Hz. Peygamber kalelere sığınan Sakîfliler ve diğer Hevâzinlileri bir ay kadar muhasara etti. Tâifliler kalelerinde bulundukları için, açıktan hücum eden Müslümanları sürekli ok yağmuruna tutma avantajını kullanarak güçlü bir savunma yapıyorlardı. Çeşitli strateji ve taktiğin uygulandığı bu kuşatmada Müslümanlar mancınık ve debbâbe gibi askerî malzemelerden yararlanmışlardır. Rasûlullah, Tâiflilerin bir yıl yetecek kadar erzak depoladıklarının anlaşılması ve haram ayların yaklaşması üzerine muhasarayı kaldırdı ve ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye geldi. Tâif kuşatmasında Müslümanlar 12 şehit vermiş, öldürülen düşman sayısı ise 3 olarak zikredilmiştir.

Hz. Peygamber, Tâif’ten sonra esirlerin ve ganimetlerin bekletildiği Ci‘râne’ye döndü. Esirlerin sayısı kadın ve çocuklar dahil 6.000 kişi idi. Ganimetler arasında 24.000’den fazla deve, 40.000’den fazla koyun, 4.000 ukıyye gümüş bulunmaktaydı. Elbise ihtiyacı bulunan esirlere elbise giydirilmesini emreden Hz. Peygamber ganimetlerin dağılımını hemen yapmaksızın bir süre bekledi. Niyeti Müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinlilere bu ganimetleri iade etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç kalınca bazı münafıklarla İslamî bir şuura sahip olmayan yeni Müslüman olmuş bir kısım bedevîler ganimetleri hemen dağıtması için Hz. Peygamber’i incitecek şekilde ısrarda bulundular.

Hz. Peygamber, ganimetten beytülmâl hissesi olarak beşte birini (humus) ayırdıktan sonra geri kalan esir ve ganimetleri bölüştürdü. Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olmak için dört ay süre isteyen ve kaynaklarda “müellefe-i kulûb” diye anılan bazı Kureyşlilere gönüllerini İslam’a ısındırmak için daha fazla hisse verdi. Ganimetlerin taksiminden sonra Hevâzinlilerden gelen bir heyet Müslüman olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının kendilerine iade edilmesini istedi. Hz. Peygamber kendilerine ganimet taksiminden önce bir süre beklediğini hatırlatarak bu aşamada isteklerini yerine getirmenin zor olduğunu ifade etti ve esirleriyle malları arasında tercih yapmalarını söyledi. Onlar esirlerini tercih edince ashabın rızasını alarak isteklerini yerine getirdi. Bedevilerden bazı Müslümanlar, ellerindeki esirleri vermek istemedilerse de Rasûl-i Ekrem kazanılacak ilk zaferde daha fazla hisse vereceği vaadiyle onları ikna etti. Bu arada Rasûl-i Ekrem’in müellefe-i kulûba fazla hisse vermesi, O’nun Kureyşlilere iltimas yaptığı hatta Mekke’de kalıp Ensârı terkedeceği yolunda bazı söylentilere sebep oldu. Bunun üzerine Ensârı toplayan Hz. Peygamber müellefe-i kulûba niçin fazla hisse verdiğini anlattı, ayrıca Ensârın faziletini dile getirerek daima onlarla birlikte olacağını söyledi, kendilerine ve çocuklarına dua etti. Bunun üzerine yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan Ensâr üzüntülerini dile getirip kendisinden razı olduklarını söylediler.

Ci‘râne’de iki hafta kalan Rasûlullah ganimet taksiminden sonra burada ihrama girip Mekke’ye gitmiş; umreden sonra da Medine’ye dönmüştür.

Hz. Peygamber, Huneyn yenilgisinden sonra Tâif’e kaçmak zorunda kalan Hevâzin ordusu kumandanı Mâlik b. Avf’ın ev halkı ve mallarının Ümmü Abdullah bint Ebû Ümeyye’nin yanında bir müddet tutulmasını istemiş ve Mâlik’e haber göndererek Müslüman olduğu takdirde ailesini ve mallarını geri vereceğini, ayrıca 100 deve ihsan edeceğini bildirmişti. Bunun üzerine Mâlik b. Avf, Hz. Peygamber’in yanına gelerek İslam’ı kabul edince vaad edilenler kendisine verildi. Mâlik b. Avf’ı müellefe-i kulûba dahil eden Rasûlullah, onu kendi kabilesi ile Tâif ve çevresinde oturan bazı kabilelere âmil tayin etti. Sakîflilerin 9 (631) yılında Medine’ye gelerek Müslüman olmalarında Mâlik b. Avf’ın önemli katkısı olmuştur.



18 Ağustos 2020 Salı

Huneyn (Hevazin) Gazvesi


Mekke’nin fethinden sonra Rasûl-i Ekrem’i meşgul eden kabile topluluklarından biri de Hevâzinliler’di. Birçok kola ayrılan Hevâzin, Mekke ile Necid arasında ve güneyde Yemen’e kadar uzanan bölgelerde yaşıyordu. Kabilenin önemli bir kolunu oluşturan Sakîfliler, Tâif’te bulunuyordu. Hevâzin kabile topluluklarıyla Kureyş arasında ticari münasebetlerin de tesiriyle Cahiliye döneminden beri süregelen düşmanlık, Kureyş kabilesinden olan Rasûlullah’a ve O’nun getirdiği İslamiyet’e de yönelmişti. Kabilenin bazı kolları Hudeybiye Antlaşması’nın yol emniyetiyle ilgili hükümlerini ihlal ettiklerinden Hz. Peygamber, onlar üzerine bazı küçük seriyyeler göndermişti. Ancak kin ve düşmanlıkları artarak devam ettiği için Hevâzinliler, Mekke fethi sırasında Resûlullah’ın Kureyş’ten sonra en önemli hedeflerinden biri haline gelmişti. Mekke’de bulunduğu sırada Rasûl-i Ekrem, ele geçirilen bir casustan Hevâzinlilerin Müslümanlara karşı savaşa girişmek üzere büyük bir hazırlık yaptıklarını öğrendi. Diğer taraftan Sakîfliler de Tâif yolu üzerindeki Uzzâ putunun yıktırılması üzerine kendi putları Lât’ın da tahrip edileceğinden korkup Evtâs’ta toplanan Hevâzinlilere katıldılar. Hevâzin ordusunun kumandanlığını otuz yaşlarındaki Mâlik b. Avf en-Nasrî yapıyordu. Mâlik b. Avf tecrübeli kişilerin muhalefetine rağmen askerlerini savaş meydanında tutabilmek için kadın, çocuk, mal ve hayvanların da cepheye getirilmesini emretmişti. Böylece Müslümanlara karşı topyekûn bir savaş durumu ortaya çıkmıştı.

İstihbarat için gönderdiği Abdullah b. Ebû Hadred el-Eslemî’nin, Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin Evtas vadisinde toplandıkları haberini doğrulaması üzerine Hz. Peygamber, savaş hazırlıklarına başladı. Ardından Mekkeli Müslümanlardan yeni katılan 2.000 kişi ile birlikte asker sayısı 12.000’e ulaşan ordusuyla Mekke’nin fethinden on yedi gün sonra 6 Şevval 8 (27 Ocak 630) tarihinde yola çıktı. İslam ordusunda Ümmü Umâre, Ümmü’l-Hâris ve Ümmü Süleym gibi sahabe hanımlar da bulunuyordu.

11 Şevval 8 (1 Şubat 630) Perşembe günü Evtâs’a yönelen İslam ordusu geceleyin Huneyn’e ulaştı ve burada şafak sökünceye kadar bekledi. Fecir vakti Süleymoğullarından 100 süvarinin oluşturduğu Hâlid b. Velîd kumandasındaki öncü birliğin arkasından harekete geçti. Huneyn vadisine Müslümanlardan önce gelip vadinin en dar ve kumlu yerine pusu pusu kuran Hevâzinlilerin öncü birliğini oka tutmasıyla savaş fiilen başladı. Havanın henüz karanlık olması yüzünden pusudaki düşmanların yerini tesbit etmek çok zordu. Bunun yanı sıra ürken at ve develerin meydana getirdiği karışıklık ve panik havası öncü birliğin dağılmasına, merkezdeki birliklerin de düzensiz bir şekilde geri çekilmesine sebep oldu. Öyle ki Hz. Peygamber’in etrafında çok az sayıda asker kaldı. Kur’ân-ı Kerîm’de bozgunun sebebi olarak Müslümanların sayı bakımından kendilerini üstün görmesine, dolayısıyla Allah’a tevekkülün tam manasıyla gerçekleşmemiş olmasına dikkat çekilmiş fakat yaşanan acı tecrübeden sonra Allah’ın manevi desteğiyle zaferin kazanıldığı ifade edilmiştir (et-Tevbe 9/25-26). Dağılan ordu, Rasûlullah’ın uyarısı, cesur ve kararlı müdahalesiyle kısa zamanda toparlandı ve şiddetli bir savaştan sonra zafere ulaşıldı. Hevâzinlilerin büyük bir kısmı, kumandanlarıyla birlikte Tâif’e bir kısmı da Evtâs’a sığındı, geri kalanlar ise Nahle’ye kaçtı. Böylece bedevi Arapların Müslümanlara karşı mücadelelerinin son zirvesini teşkil eden bu savaş da Müslümanların zaferiyle sonuçlanmış oldu.

Bu savaşta dört Müslümanın şehid olduğu, düşman askerinden de meşhur şair ve cengâver Düreyd b. Simne’nin de aralarında bulunduğu 70 kişinin öldüğü rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber; ashabına çocuk, kadın, hizmetçi ve kölelerin öldürülmemesini emretmiş ve o gün öldürülen bir kadına çok üzülmüştü.

Yenilginin ardından kaçan Hevâzinlilerin büyük kısmı kumandanları Mâlik ile birlikte Tâif’e bir kısmı da Evtâs’a sığındı geri kalanlar ise Nahle’ye yöneldiler. Rasûl-i Ekrem savaşın ertesi günü kendisi Tâif üzerine yürürken Evtâs ve Nahle’ye de birer birlik gönderdi. Nahle’ye gönderilen birlik, kaçanların dağa çıkmaları üzerine takipten vazgeçerek geri döndü. Evtâs’a gönderilen Ebû Âmir el-Eş‘arî kumandasındaki birlik ise burada Hevâzinlilierle yaptığı savaşı kazandı. Ancak Ebû Âmir şehid düştü. Kumandayı alan Ebû Mûsâ el-Eş‘arî, ele geçirdiği esirlerle ganimetleri Hz. Peygamber’in talimatı gereği Huneyn Gazvesi’nde elde edilen ganimetlerin toplandığı Ci‘râne’ye getirdi.

17 Ağustos 2020 Pazartesi

Mekke'nin Fethi


Mekke çevresinde yaşayan Benî Bekir b. Abdümenât ile Huzâalılar arasında Cahiliye döneminden beri devam edegelen kan davası, Hudeybiye Antlaşması’yla ortadan kaldırılmış, Benî Bekir Kureyş ile, Huzâalılar da Hz. Peygamber’le ittifak kurmuşlardı. Ancak Benî Bekir, Kureyşlilerden de destek alarak Huzâalılara bir gece baskın düzenlemiş ve kabilenin reisi Ka‘b b. Amr ile bazı kabile mensuplarını öldürmüştü. Huzâalılar Medine’ye bir heyet göndererek Hz. Peygamber’den yardım istediler. Aslında Huzâalılar Rasûlullah’a ve O’nun tebliğ ettiği dine başlangıçtan itibaren sıcak bakmış, Müslümanlara özellikle istihbarat alanında önemli yardımlarda bulunmuş ve Hudeybiye Antlaşması’na kadar kabilenin tamamı İslamiyet’i benimsemişti. Rasûl-i Ekrem, Kureyşlilere bir mektup yollayarak Benî Bekir ile ittifaktan vazgeçmelerini veya öldürülen Huzâalıların diyetini ödemelerini istedi. Aksi takdirde antlaşmanın ihlal edilmiş olması sebebiyle kendilerine savaş açabileceğini bildirdi. Kureyşliler hem diyet ödemeyi hem de Bekiroğulları’yla ittifaklarını bozmayı reddedip Hudeybiye Antlaşması’nı yenilemek üzere Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler. Ancak Ebû Süfyân, Medine’deki girişimlerinden olumlu bir sonuç alamadan Mekke’ye döndü.

Mekke seferine karar veren Hz. Peygamber, kan dökmemek ve düşmanı hazırlıksız yakalamak için, gideceği yeri gizli tutarak hazırlıklara başladı; Müslüman kabilelere haber gönderip onların Medine’de toplanmalarını istedi. Ordusunun gerçek gücünü saklamak amacıyla bazı kabilelerin yol boyunca orduya katılmasını emretti. Medine’den çıkış yasaklandı ve Medine-Mekke arasındaki önemli geçitlere nöbetçiler yerleştirilerek Mekke’ye gidişe izin verilmedi. Yapılan hazırlıkları Kureyşlilere bildirmek isteyen Hâtıb b. Ebû Beltea’nın gönderdiği haberci, bu durumdan vahiy yoluyla haberdar olan Resûlullah’ın görevlendirdiği sahabeler tarafından yakalandı. Ayrıca Mekkelileri şaşırtmak için Mekke-Medine yolu üzerinde bulunan Batn-ı Idam’a Ebû Katâde el-Ensârî kumandasında bir keşif birliği gönderildi.

Medine’de idari işler için Ebû Rühm’ü, imamet için Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil bırakan Hz. Peygamber, ordusuyla 13 Ramazan 8 (4 Ocak 630) tarihinde şehirden ayrıldı. Askerî harekatın hedefini gizli tuttuğundan mîkat yeri Zülhuleyfe’de ihrama girmeyerek yola devam etti ve Mekke yakınındaki Merrüzzahrân’da konakladı. İslam ordusu, yol boyunca katılanlarla birlikte 10.000 kişiye ulaşmıştı. İslam ordusunun Mekke kapısına dayandığını bu sırada öğrenip paniğe kapılan Kureyşliler, Ebû Süfyân başkanlığında bir heyeti Rasûlullah’a gönderdiler. Heyeti bir gece karargâhında tutup ordusunun resmi geçidini seyrettiren Hz. Peygamber, onları Müslüman olmaya çağırdı. Böyle bir orduyla savaşmayı göze alamayan Ebû Süfyân ve heyet üyeleri İslam’ı kabul etmiş olarak Mekke’ye döndüler. Bu durum karşısında Mekke halkı İslam ordusuna karşı konulamayacağını anladı. Ebû Süfyân, Kâbe’nin avlusunda toplanan Kureyşlilere kendisinin Müslüman olduğunu ve teslim olmaktan başka çarelerinin kalmadığını, Mescid-i Harâm’a veya kendi evine sığınmalarını tavsiye etti. Bu bir bakıma Mekke’nin teslimi anlamına geliyordu. Hz. Peygamber başta Ebû Süfyân olmak üzere Ümmü Hânî, Hakîm b. Hizâm, Ebû Ruveyha ve Büdeyl b. Verkâ gibi Mekkelilerin evine sığınanlara himaye hakkı verip bu kişileri onurlandırdı ve gönüllerini İslam’a ısındırmak istedi. Ebû Süfyân’dan sonra Mekke’ye gelen Hz. Peygamber’in amcası Abbas da Mekkelilere aynı şeyleri söyledi; onlar da Mescid-i Harâm’ın içerisine ve evlerine dağıldılar.

Dört koldan aynı anda Mekke’ye girilmesini planlayan Rasûl-i Ekrem, kumandanlarına mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralı ve esirleri öldürmemelerini ve Safâ tepesinde kendisiyle buluşmalarını bildirdikten sonra ilk önce sağ kol birliğinin kumandanlığını yapan Hâlid b. Velîd’in harekete geçmesini emretti. Mekke müşriklerinin Safvân b. Ümeyye kumandasında İkrime b. Ebû Cehil ve Süheyl b. Amr gibi Mekke eşrafı ile çoğunluğu müttefik kabilelerin kuvvetlerinden oluşan birliğinin yerleştirildiği güneydeki Lît adı verilen yerden şehre giren Hâlid b. Velîd bu kuvvetleri bozguna uğratarak şehrin fethi sırasındaki tek mukavemeti kırmış oldu. Canlarını kurtaranlar evlerine kapanarak ya da silahlarını bırakarak emân dilediler. Çatışmalarda Mekkeliler’den on iki veya yirmi sekiz kişi ölmüş, Müslümanlardan ise iki veya üç kişi şehit düşmüştü. Kumandanlığını Sa‘d b. Ubâde’nin yaptığı Ensâr birliği Mekke’nin batı tarafından, Zübeyr b. Avvâm’ın kumanda ettiği Muhacirlerden oluşan sol kol birliği de kuzeyden şehre girdi. Merkezî birliğin başında bulunan Hz. Peygamber ise Mekke’nin yukarı kısmından kuzeybatıdaki Ezâhir yolunu takib edip etrafındaki Muhacirîn ve Ensârla birlikte, Allah’a hamd ve şükürler ederek Mekke’ye girdi; Hacûn’da konakladı ve diğer birliklerle Safâ tepesinde buluştu (20 Ramazan 8/11 Ocak 630).

Daha sonra Mescid-i Harâm’a giden Hz. Peygamber, Hacer-i Esved’i selamlayıp öptü ve Kâbe’yi tavaf etti. Yaptığı konuşmada Mekke’nin harem olduğunu ve bu statüsünün devam edeceğini; hac ve Kâbe idaresiyle ilgili hicâbe (sidâne) ve sikâye dışındaki bütün görevleri ilga ettiğini, hicâbe görevini Osman b. Talha’ya, sikâyeyi de amcası Abbas’a bıraktığını belirtti. Arkasından umumi af ilan etti. Mescid-i Harâm’a, daha önce belirtilen kişilerin evlerine ve kendi evine sığınanlarla silahlarını bırakanların emniyette olduğunu, esir alınanların öldürülmeyeceğini ve hiç kimsenin takibata uğramayacağını bildirdi. Rasûlullah, cezalandırma imkânı eline geçtiği halde, yirmi yıldır her fırsatta kendisine ve Müslümanlara düşmanlık yapmış olan Kureyşlileri affederek insanlık tarihinde eşine az rastlanır bir merhamet örneği gösterdi. Fetih günü aynı zamanda gerçek bir “merhamet günü” oldu. Kimsenin malına dokunulmadı ve esirler serbest bırakıldı. Sadece”demi heder edilenler” diye anılan ve Hz. Peygamber ile Müslümanlara karşı şiddetli düşmanlıklarıyla tanınan on kadar kişi umumi af kapsamının dışında bırakıldı. Bu on kişiden yakalanan üç kişi öldürülmüş, İkrime b. Ebû Cehil gibi bir kısmı Mekke’den kaçmış, bir kısmı da affedilmiştir.

Hz. Peygamber, Tevhid inancının sembolü olan Kâbe’nin içindeki ve çevresindeki putları ve diğer şirk alametlerini temizlettikten sonra Kâbe’nin içinde iki rekat namaz kıldı. Bilâl-i Habeşî’den Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumasını istedi. Bilâl i Habeşî’nin ezan okumasıyla Kureyşliler, kadınlı erkekli Rasûl-i Ekrem’in huzuruna gelerek Müslüman oldular. Kendilerine esir muamelesi yapılmayarak serbest bırakılan bu kişilere “tulekâ” denilmiştir. Bu arada Safvân b. Ümeyye gibi süre isteyenlere de dört ay mühlet verilmiştir.

Rasûl-i Ekrem, Mekke’de kaldığı sürece Hacûn’da kurulan çadırda ikamet etti. Kendisine evinde kalması teklif edilince Medine’ye hicretinden sonra, henüz Müslüman olmayan amcasının oğlu Akîl b. Ebû Tâlib’in evini satmış olduğuna işaret ederek “Akîl bize ev mi bıraktı!” şeklinde serzenişte bulundu ve şehrin fatihi olmasına rağmen evini geri almayı düşünmedi. Hz. Peygamber “Fetihten sonra hicret yoktur” (Tirmizî, “Siyer”, 33) sözüyle Mekke’nin fethiyle birlikte Medine’ye hicretin sona erdiğini ve bir zorunluluk olmaktan çıktığını ifade etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in 110. suresi olan Nasr suresine adını veren “nasr” (yardım) kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye, aynı suredeki “feth” kelimesinin Mekke’nin fethine işaret ettiği kaydedilmektedir. Feth suresi de Hudeybiye antlaşmasına ve dolayısıyla Mekke fethine işaret etmektedir.

Fetihten sonra bir süre daha Mekke’de kalan Hz. Peygamber, Attâb b. Esîd’i Mekke’ye vali tayin edip Muâz b. Cebel’i de yeni Müslüman olanlara Kur’ân’ı ve dinî esasları öğretmekle görevlendirdikten sonra Hevâzin kabilelerine karşı aşağıda bahsedilecek olan Huneyn Gazvesi’ni gerçekleştirdi. Ardından Muhacirlerle birlikte Medine’ye döndü. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş müşriklerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlara karşı olan düşmanlığı sona ermiş, yarımadanın Hicaz bölgesinde İslam’ın yayılışı önündeki engeller kalkmıştı.

Hz. Peygamber, Mekke’de kaldığı süre içinde bazı sahabeleri şehrin çevresindeki kabilelere ait putları yıkmak üzere görevlendirdi. Yıkılan putlar arasında Menât, Süvâ‘ ve Uzzâ da bulunuyordu. Ardından yine şehre yakın bazı kabileleri İslamiyet’e davet etmek için seriyyeler düzenlemeye başladı. Şevval 8 (Şubat 630) tarihinde Hâlid b. Velîd’i 350 kişilik bir birliğin başında, Mekke’nin güneyinde yaşayan Cezîme b. Âmir kabilesine gönderdi. Hâlid onlardan silahlarını bırakıp Müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra silahlarını bırakmaya rıza gösterdiler ve Müslüman olduklarını ifade etmek üzere “dinimizi değiştirdik” anlamında “sabe’nâ” dediler. Ancak onların bu sözleriyle net bir tavır ortaya koymadıklarını düşünen Hâlid daha önceki düşmanlıklarını da hesaba katarak kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti, ertesi sabah da öldürülmelerini emretti. Süleymoğullarına mensup askerler emri yerine getirerek otuz kadar esiri öldürdü. Muhacir ve Ensâra mensup sahabeler ise Müslüman olduklarına kanaat getirerek esirlerini serbest bıraktılar. Bu gelişmeleri Mekke’ye kaçıp gelen bir esirden öğrenen Hz. Peygamber çok üzüldü; Hâlid’i, onların Müslüman olup olmadıklarının tesbit hususunda acele etmekle suçladı ve “Allahım, ben Hâlid’in yaptıklarından berîyim!” buyurarak onun bu davranışını tasvip etmediğini gösterdi. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddi zararı fazlasıyla tazmin ederek gönüllerini aldı.