11 Ağustos 2020 Salı

Hendek Gazvesi


Kureyşlilerin Medine’ye karşı son saldırı hareketi olan Hendek Gazvesi, düşmanın hücumundan korunmak için Medine’nin etrafına hendek kazılması sebebiyle bu adla anılmıştır. Bu gazveye, düşman güçleri Kureyş’ten başka Gatafan, Fezâre, Süleym, Kinâne ve Sakîf gibi çeşitli Arap kabileleri ile Medine’den çıkarılan Benî Nadîr ve o sırada Medine’de kalan Benî Kurayza Yahudilerinin ittifakıyla oluştuğu için “Ahzâb” (“gruplar, zümreler”) Gazvesi de denilmiştir. Hem siyasi hem de strateji ve taktik bakımından diğer savaşlardan farklılık arzeden bu gazve tek veya belli bir düşmana karşı değil o gün itibariyle Arap yarımadasında bulunan bütün düşman guruplarına karşı yapılan bir savunma savaşı olmuştur. Bu savaş, Müslümanlara düşmanlık eden ve onlara karşı tek başına başarılı olamayacaklarını anlayan Yahudiler ile Kureyş ve diğer Arap kabilelerini bir araya getirmiş olması bakımından da önemlidir.

Daha önce Medine’den çıkarıldıktan sonra Hayber’e yerleşen Benî Nadîr’in Huyey b. Ahtab ve Sellâm b. Ebü’l-Hukayk gibi ileri gelenleri Mekke’ye giderek Kureyş liderleriyle görüştüler ve onları Müslümanlar aleyhine kışkırttılar. Buna hazır olan Mekkeliler kendi müttefikleri olan çevredeki kabilelerin de katılımıyla büyük bir ordu oluşturdular. Durumdan haberdar olan Rasûlullah, ashabıyla yaptığı istişare sonucunda Selmân i Fârisî’nin tavsiyesine uyarak Medine’nin, süvari birliklerinin hücumuna açık bulunan kuzey kısmında hendek kazılmasına karar verdi. Hz. Peygamber’in de bizzat çalıştığı ve Müslümanların özverili gayretleriyle birkaç hafta içinde tamamlanan hendek, Muhammed Hamidullah’ın tespitlerine göre yaklaşık 5,5 km. uzunluğunda olup genişliği 9 m., derinliği ise 4,5 m. kadardı.

Hendek kazımı sona erdiği sırada genel kumandanlığını Ebû Süfyân b. Harb’ın yaptığı, sayıları 10.000’e (veya 12.000) ulaşan düşman kuvvetleri Medine’ye ulaştı ve karargâhını şehrin kuzeyinde Uhud savaşının yapıldığı alanda kurdu. Müşriklerin sancağını Benî Abdüddâr’dan Osman b. Talha taşıyordu. Müslüman askerlerin sayısı ise 3.000 kadardı ve Muhacirlerin sancaktarı Zeyd b. Hârise, Ensârınki ise Sa‘d b. Ubâde idi. Düşman askerinin sayıca üstünlüğünü göz önüne alan Hz. Peygamber, kan dökülmesini de istemediği için bir meydan savaşı yapılmasını doğru bulmadı. Kadın ve çocukların kale ve hisarlara yerleştirilmesini emretti, ordunun arkası dağa, ön tarafı da hendeğe bakacak şekilde Sel’ dağının eteklerine karargâhını kurdu. Hendeğin derin olmayan zayıf noktaları ile bazı geçiş yerlerine nöbetçiler yerleştirdi. Onun Kureyş’e karşı uyguladığı strateji, Müslümanların gücünü göstermek, ticaret yolu dolayısıyla onların kendisine muhtaç olduklarını hissettirmek, İslam dininin ve Medine’deki yeni oluşumun varlığını kendilerine benimsetmekti.



Medine çevresine gelen Kureyşliler bir savunma aracı olarak Arabistan’da bilinmeyen hendekle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Kuşatma sırasında hendeğin her iki yanında bulunan taraflar birbirlerine ok ve taş yağdırmaktaydı. İslam ordusu bir yandan düşmanların başka noktalardan şehre sızmasına engel olmaya bir yandan da onları hendek boyunca etkisiz hale getirmeye çalışıyordu. Müşrikler aralarında nöbetleşe hücuma geçiyorlar, bu birliklere Ebû Süfyân, Hübeyre b. Ebû Vehb, İkrime b. Ebû Cehil, Hz. Ömer’in kardeşi Dırâr b. Hattâb, Hâlid b. Velîd ve Amr b. Âs gibi ünlü savaşçılar kumanda ediyordu. Bir gün Hz. Peygamber’in çadırı müşrikler tarafından yoğun biçimde ok yağmuruna tutulmuş ancak ashabın ok ve taşlarla karşılık vermesi üzerine saldırı başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Bir ara Kureyş süvarilerinden birkaçı hendeğin dar bir yerinden İslam ordusunun bulunduğu tarafa geçtiler. Bunlardan biri Araplar arasında cesaret ve kahramanlığıyla bilinen Amr b. Abdüved idi. Amr b. Abdüved, mübâreze (teke tek mücadele) için bir savaşçı istedi. Karşısına henüz genç yaşta bulunan Hz. Ali çıktı. Rasûl-i Ekrem, Ali’ye kılıcını verdi ve sarığını sardı. Amr, başlangıçta küçümsediği Hz. Ali tarafından bir kılıç darbesiyle yere serildi. Onunla birlikte hendeği geçenlerden Nevfel b. Abdullah hendeğe düşerek öldü; diğerleri de geri çekilmek zorunda kaldılar.

Yirmi gün kadar süren kuşatma sırasında bazı küçük çatışmalar olduysa da müttefik güçler bir sonuç alamadı. Müşrikler kısa sürecek bir savaş için hazırlık yapmış olduğundan hem savaşçıların hem de binek hayvanlarının yiyecek kaynakları tükenmişti. Bu arada Hayber Yahudilerinin gönderdiği yirmi deve yükü yiyecek maddesi ve hayvan yemi Müslümanların eline geçti. Ayrıca hava iyice soğuduğundan Mekkeliler zor durumda kalmış, şiddetli bir fırtınada çadırları alt üst olunca paniğe kapılmışlardı. O sıralarda Şevval ayının sonuna gelinmişti; haram aylardan Zilkade girmek üzereydi ve hac mevsimi başlayacaktı. Bütün bu şartlar altında Ebû Süfyân sonuç alınamayacağını anlayıp Mekke’ye dönmek üzere kuşatmayı kaldırdı (Zilkade 5/Nisan 627).

İslam tarihinde bir dönüm noktası olan Hendek Gazvesi’nde altı Müslüman şehit oldu; buna karşılık sekiz düşman askeri öldürüldü. Müslümanlar, Hendek Gazvesi’nde büyük sıkıntılara maruz kalmış, kalabalık düşman ordusu karşısında endişeye kapılmışlardı. Hiçbir olayda namazını geçirmeyen Hz. Peygamber’in kuşatma sırasında bir gün öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını geceleyin topluca kılmak zorunda kalması O’nun ve ashabının ne kadar zor şartlar altında mücadele verdiklerini açıkça göstermektedir. Bu savaşa adını veren Ahzâb suresinde, Müslümanların müttefik ordular karşısında kapıldıkları korkudan bahsedilerek bunun bir iman sınavı olduğu belirtilmiş, Allah’ın Müslümanları görünmeyen ordularla desteklediği ifade edilmiştir (el-Ahzâb 33/9-12, 25).

Hendek Gazvesi ile müşriklerin Hz. Peygamber’i ve Müslümanları ortadan kaldırmaya yönelik son teşebbüsleri de başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Düşmanın başarısızlığında Hz. Peygamber’in Yahudiler ile onların müttefiği olan Arap kabilelerinin arasını açmak üzere uyguladığı siyaset ve diplomasinin yanında derin bir istihbarat çalışması yapmasının da önemli rolü olmuştur. Hz. Peygamber’in savaş sırasında düşman ittifakını bozmak için başvurduğu tedbirlerden biri, Nu‘aym b. Mes‘ûd’la ilgilidir. Benî Eşca‘ kabilesinin reisi olan Nu‘aym yeni Müslüman olmuş ancak bunu henüz kimse duymamıştı. Nu‘aym, Hz. Peygamber’in isteği üzerine ayrı ayrı Benî Kurayza ve Kureyş’e giderek onları birbirleri aleyhine kışkırttı. Böylece düşman saflarında ortaya çıkan ihtilaf, Benî Kurayza Yahudilerinin saf dışı kalmaları sonucunu doğurdu.

Bu savaştan sonra Hz. Peygamber savaş stratejisini gözden geçirdi. Müslümanlara saldırı hazırlığı içinde olan düşman kuvvetlerine onlardan erken davranıp hücum etmenin önemli olduğu görüldü. Bu doğrultuda Benî Kurayza üzerine sefer düzenlendi.



10 Ağustos 2020 Pazartesi

İfk Hadisesi


Hz. Peygamber, Benî Mustalik gazvesi için Medine’den ayrılırken yanına hanımı Hz. Âişe’yi de almıştı. Gazve dönüşü konakladıkları bir yerde sabaha karşı hareket hazırlıklarına başlandığı sırada ihtiyacını gidermek için ordugâhtan uzaklaşan Âişe geri dönerken ablasından veya annesinden hatıra olan Yemen (Zafâr) akiği gerdanlığını düşürdüğünü fark ederek aramaya koyuldu. Ancak karanlıkta onu bulup el yordamıyla tanelerini toplayıncaya kadar vakit kaybetmiş oldu. Konak yerine gelince kafilenin hareket ettiğini gördü ve yokluğunu anlayınca aramaya çıkacakları inancıyla orada beklemeye başladı. Ordunun artçılarından Safvân b. Muattal es-Sülemî, görevi gereği kamp yerini kontrol edince orada bekleyen Hz. Âişe ile karşılaştı ve onu devesine bindirip orduya yetiştirdi. Fakat kendisi yaya olduğu için, hızlı yürümekle birlikte kafileye ancak kuşluk vakti ulaşabildi. Başlangıçta kimsenin dikkatini çekmeyen bu sıradan olay, münafıkların reisi Abdullah b. Übey ve adamlarının dedikodusu yüzünden huzursuzluklara yol açan önemli bir mesele halini aldı ve dedikodu şehirde kulaktan kulağa yayıldı. Öyle ki, bazı Müslümanlar da bu fitne tuzağına düştüler. Sefer dönüşü rahatsızlandığı için bir ay kadar yatan Hz. Âişe, aleyhindeki konuşmaları sonradan öğrenmiş ve üzüntüsünden tekrar hastalanınca Hz. Peygamber’in kendisine önceki hastalıklarında olduğu kadar ilgi göstermediğini de dikkate alarak O’ndan izin alıp babası Hz. Ebû Bekir’in yanına gitmişti. Hz. Âişe ile birlikte başta Rasûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir olmak üzere ailesi çok üzüntülü ve sıkıntılı günler geçirdi. Kendisinden nakledildiğine göre Hz. Âişe, Hz. Peygamber’in tutum ve davranışlarından O’nun da dedikodulara inandığı izlenimi edinmiş ve kendisini aklamak üzere ne söylese şüphe ile karşılanacağı düşüncesiyle artık oğlu Yûsuf’un başına gelenler karşısında sabreden Hz. Ya‘kub gibi (bk. Yûsuf suresi 12/18) Allah’tan yardım dilemekten başka çaresi kalmadığını ifade etmiştir. Bir süre sonra nazil olan ve Nûr suresinin 11. ayetinden itibaren başlayıp devam eden ilahî beyan bu dedikoduların çirkin bir iftiradan (ifk) ibaret olduğunu, bu iftirayı ortaya atanların büyük bir azaba maruz bırakılacağını haber vermiş ve Müslümanların bu tür konularda basiretli davranıp dedikodulara alet olmamaları gerektiğini vurgulamıştır (en-Nûr 24/11-19). Hz. Âişe’nin masum olduğunu ilân edip onu aklayan Nûr suresinin ilgili ayetlerini Hz. Peygamber Mescid-i Nebevî’de Müslümanlara okudu. Ardından bu çirkin iftiraya karışıp yayılmasına katkıda bulunan sahabelerden Hassân b. Sâbit, Mistah b. Üsâse ve Hamne bint Cahş’ı Nûr suresinin 4. ayetine göre cezaya mahkûm etti. Rivayete göre meşhur şair Hassân b. Sâbit, iftiranın diğer kurbanı Safvan b. Muattal ile aralarında eskiye dayanan bir husûmet bulunduğu için; Mistâh b. Üsâse, akrabası Hz. Ebû Bekir’den sürekli yardım almış olmanın ezikliğiyle; Hamne bint Cahş da Rasûlullah nezdinde Hz. Âişe’nin itibarını düşürüp kız kardeşi Zeyneb’in konumunu güçlendirmek için bu fitneye karışmışlardır. Hz. Âişe kendisini fazlasıyla üzüp günlerce ağlatan iftira hadisesinin sonuç itibariyle hakkında hayırlı olduğunu anlamış ve şahsı vesilesiyle on ayetin birden inmesini ömrünün sonuna kadar hayatının en şerefli hadisesi olarak kabul etmiştir.

9 Ağustos 2020 Pazar

Benî Mustalik (Müreysî'') Gazvesi


Huzâa kabilesinin bir kolu olan Benî Mustalik, Mekke-Medine yolu üzerindeki Kudeyd bölgesinde, Mekke ile Medine arasında önemli bir liman şehri olan Râbiğ civarında ve Usfân ile Râhatüferva’da oturuyorlardı. Genel olarak bakıldığında Huzâa kabilesi İslam’a ve Hz. Peygamber’e karşı müsbet bir tavır takınmış olmakla birlikte Benî Mustalik kolu, Müslümanların savaş halinde bulunduğu Kureyş’in yanında yer almakta ve fırsat buldukça düşmanca tavırlarını ortaya koymaktaydı. Kureyşlilerin bütün müttefiklerini harekete geçirerek Hendek Gazvesi için hazırlık yaptığı sıralarda Mustalikoğulları reisi Hâris b. Ebû Dırâr, kabileye ait Müreysî‘ suyunun başında karargahını kurup çevredeki kabileleri de kışkırtarak Medine’ye saldırmak üzere asker toplamaya başlamıştı. Hz. Peygamber istihbarat için bölgeye Büreyde b. Husayb el-Eslemî’yi gönderdi. Büreyd, Mustalikoğullarının hazırlıkları hakkındaki haberin doğru olduğunu gördü ve gerekli bilgileri edinerek geri döndü. Rasûl-i Ekrem, 2 Şâban 5 (27 Aralık 626) tarihinde otuzu süvari olmak üzere 700 kişilik bir orduyla sefere çıktı. O’nun büyük bir kuvvetle yaklaştığını öğrenen bazı kabileler, düşman saflarından ayrılıp gittiler. İslam ordusu Müreysî‘ suyunun yanına gelince kabile mensupları Müslüman olmaya davet edildi. Onların bu davete ok atmak suretiyle karşılık vermesi üzerine başlayan savaş, Müslümanların kesin zaferiyle sonuçlandı. Müşriklerden on kişi öldürüldü; geri kalan 600 veya 700 kişi esir alındı. Arasında 2.000 deve ve 5.000 koyunun da bulunduğu bol miktarda ganimet ele geçirildi. Bu sefer esnasında Müslümanların, düşman sanılarak yanlışlıkla öldürülen Hişâm b. Subâbe el-Kelbî’den başka kayıpları olmadı. Hz. Peygamber zaferden sonra esir ve ganimetleri Müslümanlar arasında paylaştırdı. Önemine binaen Ebû Neml et-Tâî’yi, zafer müjdesini vermesi için Medine’ye gönderdi ve kendisi de 1 Ramazan 5 (24 Ocak 627) tarihinde Medine’ye döndü. Meydana geldiği yere nispetle Müreysî Gazvesi olarak da bilinen Benî Mustalik Gazvesi’nin Hendek Gazvesi’den sonra vuku bulmuş olabileceği de ileri sürülmektedir.

Benî Mustalik’ten alınan esirler arasında kabilenin lideri Hâris b. Ebû Dırâr’ın kızı Cüveyriye de bulunmaktaydı. Müslümanlığı kabul etmesi üzerine Hz. Peygamber, Cüveyriye’yi azad etti ve onunla evlendi. Bu evlilik, savaşın doğurduğu düşmanlığı hafifletti. Evlilik dolayısıyla Mustalikoğullarının Hz. Peygamber’in hısımları durumuna geldiğini gören Müslümanlar kendi paylarına düşen bütün esirleri serbest bıraktılar. Müslümanların bu davranışı karşısında Benî Mustalik kabilesinin hemen tamamı Müslüman oldu; kabilenin reisi Hâris b. Ebû Dırâr Hz. Peygamber’in yanına gelerek İslam’ı kabul etti.

Bu savaşa Abdullah b. Übey b. Selûl gibi çok sayıda münafık da katılmıştı. Sefer dönüşü Muhacirler ile Ensâr arasında su kuyusu yüzünden başlayan bir gerginlik yaşanmış, münafıkların da devreye girmesiyle fitne büyümeye yüz tutmuştu. Durumu gören Hz. Peygamber, hemen hareket emri vererek orduyu gece gündüz demeden ertesi gün öğle vaktine kadar durmadan yürüyüşe mecbur etmiş, bu kadar uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra askerler mola yerine varınca hiçbir söz söylemeye ve sohbet yapmaya imkân elde etmeden yorgunluklarını çıkarmak için uyumuşlardı. Böylece bir gün önce ortaya çıkan gerginlik ortadan kalkmış oldu. Münâfikûn suresinin bu olaylar üzerine nazil olduğu rivayet edilmektedir. Münafıklar Medine’ye dönüldükten sonra da boş durmamış ve tarihe “İfk Hadisesi” olarak geçen Hz. Âişe’ye iftira olayında fitnenin başını çekmişlerdir.


8 Ağustos 2020 Cumartesi

Benî Nadîr Gazvesi


Medine’deki üç Yahudi kabilesinden biri olan ve şehirden yarım günlük mesafede müstahkem kalelerde oturan Nadîroğulları büyük hurmalıklara sahip olup özellikle ziraatle meşgul idiler. Yahudi kabileleri içerisinde Benî Nadîr, diğer kabilelere karşı ayrı bir üstünlük kurmuştu. Bu sebeple öldürme vak‘alarında öldürülen kişi Benî Nadîrden ise tam diyet, Benî Kurayzadan ise yarım diyet ödenmekteydi. İki kabile arasında diyet konusundaki bu dengesizlik daha sonra Benî Kurayzanın müracaatı üzerine Hz. Peygamber tarafından kaldırılmış ve eşit hale getirilmiştir.

Benî Nadîr, Hicret’ten sonra düzenlenen Medine sözleşmesine Evs kabilesinin müttefiki olarak katılmıştı. Başlangıçta Müslümanlara karşı bir tavır içine girmemekle birlikte Bedir Gazvesi’nden sonra ve Benî Kaynukâ’nın şehirden sürülmesiyle açıktan düşmanlık yapmaya başladılar. Özellikle meşhur şairleri Ka‘b. Eşref, güçlü şiir kabiliyeti ve etkili hitabetiyle Hz. Peygamber’i ve ashabını hicvetmekte, ayrıca Mekke’ye kadar giderek Ebû Süfyan ve diğer müşriklerin intikam duygularını harekete geçirip onları Müslümanlara karşı kışkırtmakta, servetini de bu uğurda harcamaktaydı. Onun İslam aleyhine giderek artan bu açık faaliyet ve hakaretlerinden rahatsız olan Hz. Peygamber bu duruma bir son verilmesini ve kendisinin eziyetten kurtarılmasını istedi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme ile birkaç arkadaşının yaptıkları bir planla Müslümanların kutsal değerlerine açıkça hakaret etmekten çekinmeyen Ka‘b b. Eşref öldürüldü (Rebîülevvel 3/Eylül 624). Benî Nadir Yahudileri, Uhud Savaşı esnasında da müşriklerin karargâhına gidip onları Müslümanlara karşı tahrik ettiler. Bunun yanında zaman zaman Müslümanlarla çatışmak istemiş ve Hz. Peygamber’e suikast teşebbüslerinde bulunmuşlardı. Hz. Peygamber kendilerini uyarıp antlaşmaya riayet etmelerini istemişse de olumlu sonuç alamamıştı.

Bi’rimaûne Faciasından sağ kurtulan Amr b. Ümeyye ed-Damrî Medine’ye dönerken yolda Benî Âmir b. Sa‘saa kabilesinden iki kişiyi, şehit arkadaşlarının intikamını almak için gece uyurlarken öldürmüştü. Ancak Amr bu iki kişinin Müslüman olup Hz. Peygamber’den eman aldıklarını bilmiyordu. Hz. Peygamber himayesine aldığı insanların öldürülmesine son derece üzüldü ve Amr’ın yanlışlıkla katlettiği iki kişinin diyetini ödeyeceğini bildirdi. Rasûl-i Ekrem, Medine sözleşmesi gereği Benî Nadîr’den de diyete ortak olmalarını istemek üzere Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte yanlarına gitti. Nadîroğulları kendilerini iyi karşılamakla birlikte oturdukları yerin damından taş yuvarlamak suretiyle onları öldürmeye teşebbüs ettiler. Durumu fark eden Hz. Peygamber, beraberindekilerle birlikte oradan ayrılarak şehre döndü. Benî Nadir Yahudilerinin Kureyş’ten aldıkları teklif üzerine Hz. Peygamber’e başka suikast planları yaptıkları da nakledilmektedir. Benî Nadîr’in bu teşebbüsleriyle Medine antlaşmasını bozmuş olmaları neticesinde Hz. Peygamber haber göndererek on gün içinde şehri terk etmelerini istedi. Nadîroğulları, Medine’yi terk etmek üzere hazırlıklara başlamışken Abdullah b. Übey kendilerine yardımcı olacağını söyleyerek onları vazgeçirdi. Bunun üzerine Rasûlullah onları muhasara ederek antlaşmaya davet etti (Rebîülevvel 4/Ağustos 625). Önceleri direnmeye karar veren Yahudiler on beş gün süren kuşatmadan sonra götürebilecekleri mallarıyla birlikte kadın ve çocuklarını da yanlarına alarak 600 deve yükü ile kafile halinde Medine’yi terk etmeye razı oldular. Bir kısmı Hayber’e bir kısmı da Suriye’ye gidip Ezriât’a yerleşti.


Prof. Dr. Casim Avcı

7 Ağustos 2020 Cuma

Bi'rimaûne Faciası


Recî‘ Vak‘ası’ndan kısa bir süre sonra (Safer 4/Temmuz 625) Âmir b. Sa‘saa kabilesinin reisi Ebû Berâ Âmir b. Mâlik Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’den İslamiyet hakkında bilgi aldı. Kendisi Müslüman olmamasına rağmen kabilesine İslam’ı anlatacak bazı kimselerin gönderilmesini istedi. Bunun üzerine Rasûlullah, can güvenlikleri konusunda kesin söz aldıktan sonra Münzir b. Amr el-Hazrecî başkanlığında Kur’ân’ı iyi bilen, çoğu Ensâr ve Ehl-i Suffe’den 70 (veya 40) kişilik bir grubu bu iş için görevlendirdi. Heyet, Medine-Mekke yolu üzerindeki Bi’rimaûne’ye gelince içlerinden Harâm b. Milhân adlı sahabe Hz. Peygamber’in mektubunu Âmir b. Sa ‘saa kabilesinin reisine götürmekle görevlendirildi. Bu sırada Âmir b. Mâlik’in öldüğüne dair bir haber üzerine Harâm b. Milhân mektubu Âmir b. Mâlik’in yeğeni Âmir b. Tufeyl’e verdi ve yanındakileri İslam’a davet etti. Öteden beri Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara karşı kin besleyen Âmir b. Tufeyl, elçiyi öldürttüğü gibi Birimaûne’de bulunan İslam heyetine saldırmak üzere kabile mensuplarını kışkırttı. Ancak Âmir b. Mâlik heyettekilerin hayatlarını garanti altına aldığını ilan etmiş olduğu için halk, Âmir b. Tufeyl’in saldırı teklifine olumlu cevap vermedi. Bunun üzerine Âmir b. Tufeyl aralarında dostluk bulunan Benî Süleym kabilesinin bazı kollarına başvurdu. Onun kışkırtmasıyla civardaki kabilelerden toplanan silahlı guruplar hiçbir şeyden habersiz Bi’rimaûne’de beklemekte olan Müslümanlara saldırdılar. Ağır yaralı olduğu için öldüğü sanılıp bırakılan Ka‘b b. Zeyd en-Neccârî ile olay sırasında kafilenin develerini otlatmakta olan Münzir b. Muhammed (veya Hâris b. Sımme) ve Amr b. Ümeyye ed-Damrî hariç hepsini şehit ettiler. Münzir b. Muhammed (veya Hâris b. Sımme), arkadaşlarının başına gelenlere tahammül edemeyerek müşriklere saldırdı ve o da şehit edildi. Esir alınan Amr b. Ümeyye ise Mudar kabilesine mensup olduğunu söyleyince Âmir b. Tufeyl tarafından annesinin bir köle azat etme adağını yerine getirmek için serbest bırakıldı.

Bu çok acı hadiseyi vahiy yoluyla öğrenen ve ashabına haber veren Rasûlullah, hiçbir felaket karşısında hissetmediği derecede elem duymuş ve otuz veya kırk gün süreyle sabah namazında bu faciaya yol açanlara beddua etmiştir. Bi’rimaûne faciasına sebep olan Benî Âmir b. Sa‘saa’nın cezalandırılması amacıyla Hz. Peygamber, Şücâ‘ b. Vehb kumandasında yirmi dört kişilik bir kuvveti Rebîülevvel 8 (Temmuz 629) tarihinde onların üzerine gönderdi. Ani bir gece baskınıyla birçok kadınla beraber kabilenin hayvanları da ele geçirildi. Bir süre sonra Benî Âmir b. Sa‘saa’dan Müslüman olan bir heyet, Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve esir alınan kadınların iade edilmelerini istedi. Şücâ‘ b. Vehb ve arkadaşlarıyla istişare eden Hz. Peygamber kadınların da İslamiyet’i kabul etmeleri üzerine serbest bıraktı.

6 Ağustos 2020 Perşembe

Reci' Vakası


Uhud Gazvesi’nden birkaç ay sonra Adal ve Kare kabilelerinden bir heyet Medine’ye gelip kabilelerinde İslamiyet’in yayılmaya başladığını belirterek Rasûlullah’tan kendilerine Kur’ân okumayı ve İslamiyet’i öğretecek kimseler göndermesini istediler. Hz. Peygamber’in Âsım b. Sâbit (veya Mersed b. Ebû Mersed) başkanlığında gönderdiği on kişilik heyet Mekke ile Usfân arasında Hüzeyl kabilesinin topraklarında bulunan Recî‘ suyu yanında konakladı. Bu sırada Hz. Peygamber’den irşad heyeti isteyen ve O’nun gönderdiği heyetle birlikte yol alan kabile temsilcilerinden biri Hz. Peygamber’e düşman olduklarını bildiği Benî Hüzeyl’in kolu Lihyanoğullarına giderek heyetin yerini onlara haber verdi. Hemen harekete geçen Lihyânoğulları’ndan 100 kişilik silahlı bir grup, Müslümanlara baskın düzenledi (Safer 4/Temmuz 625). Âsım b. Sâbit ve Mersed b. Ebû Mersed dahil yedi sahabe şehit edildi. Kalan üç kişiden Abdullah b. Târık yolda öldürüldü; Hubeyb b. Adî ile Zeyd b. Desine ise Mekke’ye götürülerek Bedir’de öldürülen yakınlarının intikamını almak isteyen Kureyşlilere satıldı. Mekkeli müşrikler bir müddet hapiste tuttukları bu iki sahabeyi haram aylar çıktıktan sonra şehir dışındaki Ten‘im mevkiine götürdüler. Burada kalabalık bir seyirci gurubunun önünde serbest bırakılmaları karşılığında İslam’dan vazgeçmelerini istediler. Her ikisi de bu zor şartlar altında dahi İslam’a ve Hz. Peygamber’e bağlılıklarını bir kez daha ifade ederek Allah ve Peygamber yolunda ölümden korkmadıklarını gösterdiler. Bunun üzerine müşrikler tarafından işkenceyle şehit edildiler. Hubeyb b. Adî öldürülmeden önce iki rek‘at namaz kılmak için izin istemiş ve ölüm korkusuyla namazı uzattı demesinler diye mümkün olduğu kadar kısa sürede bitirmiştir. Onun bu namazı, İslam tarihi boyunca haksız yere öldürüldüklerine inanan Müslümanların uyguladığı bir gelenek olmuştur.

Recî‘ hadisesi ve sonrasındaki gelişmeler Medine’de büyük bir üzüntüyle karşılandı. Bir savaş sebebi teşkil eden bu saldırı ve katliam dolayısıyla Hz. Peygamber “misillemede bulunmak” amacıyla 20’si atlı 200 kişilik bir kuvvetle Benî Lihyân kabilesi üzerine sefer düzenledi (Rebîülevvel 6/Temmuz-Ağustos 627). Ancak İslam ordusunun gelişini haber alan Lihyânoğulları dağlara çekilmiş olduklarından Hz. Peygamber iki gün onların topraklarında kaldıktan sonra geri döndü.

Prof. Dr. Casim Avcı

5 Ağustos 2020 Çarşamba

Uhud Gazvesi


Bedir’de ağır bir yenilgiye uğrayan Kureyşliler, Müslümanlardan intikam almak için reisleri Ebû Süfyân’a savaş hazırlıklarına hemen başlaması hususunda baskı yapıyorlardı. Bedir Gazvesi’ne sebep olan kervanın malları Dârünnedve’de muhafaza ediliyordu ve Müslümanlara karşı kullanılmak üzere Ebû Süfyân’ın emrine verilmişti. İntikam hisleri yanında, Müslümanların, Suriye-Mısır ticaret yolunu kesmeleri ve kervanlarına baskınlar düzenlemeleri de onları endişeye sevkediyordu. Kureyşliler, çevredeki dost ve akraba kabilelerden de yardım alarak topladıkları 3.000 kişilik bir orduyla Bedir Gazvesi’nden bir yıl sonra Medine’ye doğru yürüdüler. Rasûl-i Ekrem, Cahiliye döneminin kin ve nefret duygularıyla Bedir’in intikamını almak isteyen Kureyş ile Medine dışında savaşmak istemiyordu. Ancak Bedir Gazvesi’ne katılmamış bazı gençler ile düşman ordusunun ekili arazi ve bahçelerini tahrip etmesine kızan Ensârdan bazılarının ısrarı üzerine 1.000 kişilik orduyla şehre 5,5 km. uzaklıktaki Uhud’a gitmeye karar verdi. Yolda, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl 300 kadar adamıyla ordudan ayrılıp şehre geri döndü. Yanında kalan 700 sahabesiyle Uhud dağı eteklerine gelen Rasûlullah, Müslümanların en büyük sancağını Mus‘ab b. Umeyr’e, Evs’in sancağını Üseyd b. Hudayr’a, Hazrec kabilesinin sancağını Sa‘d b. Hubâb’a teslim etti. Arka tarafı emniyete almak için Ayneyn tepesine Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçu yerleştirdi ve onlara, savaşın seyrine bakmaksızın, kendisinden bir emir gelmedikçe yerlerinden ayrılmamalarını emretti. İki ordu 7 Şevval 3 (23 Mart 625 ) Cumartesi günü karşılaştı ve Müslümanlar başlangıçta Kureyşlileri püskürtüp geri çekilmeye mecbur bıraktılar. Düşmanın bozulup kaçmaya başladığını gören okçular, kumandanları Abdullah b. Cübeyr’in bütün ısrarlarına rağmen yerlerinden ayrılarak ganimet peşine düştüler. Ayneyn tepesinin stratejik önemini tıpkı Rasûlullah gibi takdir eden Kureyş ordusunun süvari birliği komutanı Hâlid b. Velîd, Müslüman okçuların yerlerinden ayrıldığını görünce, savaşın kaderini değiştirecek bir hamle ile yerinde kalan birkaç okçuyu şehit ederek İslam ordusuna arkadan saldırdı. Bu hamlenin ardından savaşın seyri bir anda değişti ve başta Hz. Peygamber’in amcası Hz. Hamza olmak üzere yetmiş Müslüman şehit oldu. Şehitler arasında Abdullah b. Cahş, Mus‘ab b. Umeyr ve Abdullah b. Cübeyr de vardı. Rasûlullah miğferinin halkaları iki şakağına battığı için yüzünden yaralandı, alt dudağı kanadı ve dişi kırıldı. Ayrıca Rasûlullah’ın öldürüldüğüne dair yayılan yalan haberin etkisiyle çatışmalar yavaşladı. Müslümanlar Uhud dağının eteklerine çekilerek Hz. Peygamber’in; müşrikler ise Ebû Süfyân’ın etrafında toplandılar; iki ordu birbirinden ayrıldı ve savaş sona erdi.

Savaşta 37 veya 22-23 kişi kayıp verdikleri rivayet edilen Kureyşliler, Bedir’in intikamını aldıklarını hissettiler; Rasûlullah’ı öldürememişlerdi ama O’nun amcası Hz. Hamza’yı şehit etmişlerdi. Ebû Süfyân’ın karısı Hind bint Utbe, Bedir’de öldürülen babası Utbe, kardeşi Velîd ve amcası Şeybe’nin intikamını almak üzere Hz. Hamza’nın ciğerini alıp çiğnemiş ve Hz. Hamza’ya attığı mızrakla şehit eden Vahşî b. Harb’e vaad ettiği ödülü vermiştir.

Uhud’da şehitlerin cesetlerinin müşrikler tarafından parçalanması, kulak ve burun gibi uzuvlarının kesilmesi (müsle) Müslümanları büyük acıya boğmuş, bazı Müslümanlar da buna karşılık olmak üzere müşrik cesetlerine aynı muameleyi yapmak istemişlerdi. Fakat bu konuda nazil olan Nahl suresinin 126. ayeti ve Hz. Peygamber’in uyarısı üzerine bu düşüncelerinden vazgeçtiler.

Hz. Peygamber Uhud şehitlerini ve Uhud’da yaşananları hayatı boyunca unutmamış, Uhud şehitlerini her yıl ziyaret etmiş, ömrünün son günlerinde de bu ziyaretini tekrarlamıştır. Uhud Gazvesi daha sonraki dönemlerde de Müslümanlar tarafından gerekli derslerin çıkarılması açısından ibretle yâd edilegelmiştir.

Uhud savaşına on civarında kadın sahabe katılmış ve askerlere su dağıtımı, yaralıların tedavisi gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber’in azatlısı Ümmü Eymen, Ümmü Umâre, Hz. Fâtıma, Hz. Âişe ve Ümmü Süleym bunlar arasındadır. Özellikle Ümmü Umâre, Müslümanların zor durumda kaldıkları sırada Hz. Peygamber’in etrafında düşmanla yalınkılıç vuruşmuş, Hz. Fâtıma da Hz. Peygamber’i yaralandığı sırada tedavi etmiştir.

Uhud Gazvesi’yle ilgili olarak şu hususu belirtmek gerekir; şayet Müslümanlar tıpkı Bedir’deki gibi Uhud’da da Kureyşlilere büyük bir darbe indirmiş olsalardı, Rasûlullah’ın esas hedefine ulaşması, Kureyş’i İslam’a kazandırması belki de çok zorlaşacak, Cahiliye zihniyetinin beslediği kin ve intikam duyguları daha canlı bir şekilde bu kabilede yaşamaya devam edecek, mesela Hudeybiye Antlaşması’nın sağladığı imkânlar gerçekleşmemiş olacaktı. (Uhud Gazvesi’yle ilgili olarak bazı ayetler nazil olmuştur bk. Âl-i İmrân 3/120 vd., bilhassa 139-142, 156, 165).

Uhud Gazvesi’nden Medine’ye dönen Hz. Peygamber ertesi gün, Kureyşliler’in geri dönüp Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Bunun üzerine hem muhtemel bir baskını önlemek hem de Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek amacıyla Kureyş ordusunu takip etmeye karar verdi. Bu sefere, sadece bir gün önceki Uhud savaşına iştirak etmiş olanların katılmasını istedi.

Hamrâülesed Gazvesi

Uhud Gazvesi’nden Medine’ye dönen Hz. Peygamber ertesi gün, Kureyşliler’in geri dönüp Medine’ye baskın düzenleyeceklerine dair bir haber aldı. Bunun üzerine hem muhtemel bir baskını önlemek hem de Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek amacıyla Kureyş ordusunu takip etmeye karar verdi. Bu sefere, sadece bir gün önceki Uhud savaşına iştirak etmiş olanların katılmasını istedi. Uhud gazileri savaştan henüz döndükleri, yorgun ve hatta bir kısmı yaralı oldukları halde bu sefer çağrısına memnuniyetle uydular. Bu arada Uhud’a katılamayan Câbir b. Abdullah, Hz. Peygamber’e gelerek bu sefere iştirak için izin istedi. Câbir’in babası Abdullah b. Amr Uhud’da şehit düşmüştü. Câbir b. Abdullah Uhud’a katılmak istediği halde babasının, yedi (veya dokuz) kız kardeşine bakacak kimseleri olmadığı gerekçesiyle kendisini onların başında bıraktığını ve bu sebeple katılamadığını belirtince Hz. Peygamber ona özel izin verdi. Hz. Peygamber 500 kişilik bir kuvvetle, Medine’ye 8 mil uzaklıktaki Hamrâülesed’e kadar gitti. Durumu öğrenen Kureyşliler, Medine’ye dönmekten vazgeçip Mekke’ye gittiler. Orada beş gün kalan Hz. Peygamber 17 Şevval 3 (2 Nisan 625) tarihinde Medine’ye döndü. Bazan Uhud gazvesi ile birlikte bazan da müstakil bir gazve olarak anlatılan bu seferin, İslam devletinin Uhud’da zedelenen itibarının kurtarılması amacına yönelik olduğu ifade edilmektedir. Bu gazve ile Müslümanlar, Uhud yenilgisiyle sarsılan otoritelerini yeniden pekiştirmiş, başta Kureyş olmak üzere Arap kabilelerine, ayrıca Medine’de bulunan Yahudi ve münafıklara karşı hâlâ güçlü oldukları, kendilerine güvendikleri mesajını vermişlerdir.

Prof. Dr. Casim Avcı


http://sonpeygamber.info/21-uhud-savasi-uhud-gazvesi

4 Ağustos 2020 Salı

Benî Kaynuka' Gazvesi


Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği sırada şehrin yarıya yakın nüfusunu Benî Kaynuka‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza kabilelerine mensup yahudiler teşkil ediyordu.

Yahudiler’in Arabistan yarımadasına veya daha özelde Medîne’ye ne zamandan itibaren yerleşmeye başladıkları konusunda kesin bilgi yoktur. Arap yarımadasındaki yahudilerin dışarıdan gelmiş olmayıp Yahudiliği kabul etmiş Araplar olduklarına dair görüşler de bulunmaktadır. Bununla birlikte genellikle yarımadaya dışarıdan geldikleri kabul edilmekte ancak ne zaman geldikleri konusunda farklı fikirler ileri sürülmektedir. Bazı rivâyetlere göre Babil kralı Buhtunnasr (m.ö. 605-562) tarafından Kudüs’ün işgal edilmesi ve Süleyman mabedinin yıkılmasından sonra (m.ö. 586) veya daha sonraki çeşitli saldırılarda Filistin’den çıkarılan Yahudiler Arabistan yarımadasının Hicâz, Vâdi’l-kurâ, Hayber, Teymâ, Yesrib ve Eyle gibi çeşitli bölgelerine dağılmışlardı. Bunlardan Yesrib’e gelenler başlangıçta şehrin kenar kısımlarına yerleşmişler, zamanla güçlenerek burada oturan Amâlika ve Cürhümlüler’i dışarı çıkarmışlar ve böylece şehrin hâkimiyetini ellerine geçirmişlerdir.

Milâdî II. Yüzyılda Yemen’de Seylü’l-‘arim denilen sel felaketinin yaşanması üzerine bölgeyi terkeden Kahtânîler’in Ezd koluna mensup Hârise b. Sa‘lebe b. Amr Muzaykıya, kabilesiyle birlikte Yesrib’in çevresine yerleşmiş ve onun soyundan gelen Evs ve Hazrec kabileleri zamanla Yahudilere karşı üstünlük sağlayarak şehre hâkim olmuşlardı. Evs ve Hazrec’e karşı üstünlüklerini kaybeden Yahudiler, bu iki kabile arasında çıkan anlaşmazlıklarda bazısı Evs’ın bazısı da Hazrec’in yanında yer alarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Meselâ hicretten beş yıl önce (m. 617) meydana gelen Buâs harbinde (Yevmü Buâs) Benû Kurayza ve Benû Nadir yahudileri Evs’lilerle, Benû Kaynukâ da Hazrec’lilerle ittifak kurmuş ve savaş Hazreclilerin mağlubiyetiyle sonuçlanmıştır. Öte yandan Benî Kaynukâ ile diğer Yahudi kabileleri arasında çeşitli anlaşmazlıklar ve çatışmalar da yaşanmaktaydı.

Siyasî alandaki durumun tersine Yahudi kabileleri ekonomik alanda Araplardan daha fazla söz sahibi idiler. Ziraat, ticaret, demircilik, silah yapımı, kumaş dokumacılığı ve kuyumculuk gibi meslekler Yahudilerin elinde idi. Benî Kaynukâ kuyumculuk, Benî Nadîr ziraat, Benî Kurayza da dericilik alanında meşhurdu. Yahudiler panayırlara katılarak zengin olmuşlar, faizle verdikleri borçlarını tahsil edemedikleri durumlarda borçlunun mülk ve arazilerine el koymuşlar ve bu sayede refah içinde yaşamaya başlamışlardı. Ayrıca falcılık ve kehânetle meşgul olup para kazananlar da vardı. Yahudiler Medine’de dinî eğitim ve öğretim yeri olan Beytülmidrâs’a da sahip idiler. Hz. Peygamber’in ve bazı sahabîlerin İslâm’ı tebliğ vs. sebeplerle buraya gittikleri bilinmektedir.

Medîne’nin güneybatı tarafında oturan Benî Kaynukâ Medîne’de çok sayıda bulunan ve utum adı verilen kalelerde yaşamaktaydı. Benî Kaynukâ Medîne’deki yahudi kabîleleri içerisinde cesaret ve savaşçılığıyla meşhur olup geçimini ticaretle, silah imalatı ve özellikle kuyumculukla sağlamakta idiler. Bu sebeple tarım arazileri yoktu. Medîne’de Sûk-u Benî Kaynukâ adı verilen çarşıları bulunmakta, hem yahudiler hem müslümanlar bu çarşıdan alışveriş yapmakta idiler. Bu tür faaliyetleri sebebiyle Benî Kaynukâ diğer yahudi kabîlelerine nazaran daha zengin idi.

Hz. Peygamber’in Medîne’ye hicretten sonra buradaki Arap ve Yahudi kabîleleriyle yaptığı, Medîne vesîkası/sözleşmesi denilen antlaşmaya Benî Kaynukâ yahudileri Hazrec kabîlesinin müttefiki olarak katılmışlardı. Bu antlaşmada Medîne’ye herhangi bir saldırı söz konusu olduğunda Yahudîler’in de savunmaya birlikte katılmaları, taraflardan birine yapılacak saldırının diğerine de yapılmış sayılarak ortak karşılık verilmesi, ayrıca Yahudiler’in Kureyş’le ve müslümanların diğer düşmanlarıyla herhangi bir ittifak içerisinde yer almamaları öngörülmüştü.

Hz. Peygamber’in Medine’de yahudilere karşı takındığı tavır bazı olumlu sonuçlar vermiş, Benî Kaynukâ’ya mensup âlim şahsiyetlerden Abdullah b. Selâm ailesiyle birlikte müslüman olmuştur. Ancak Yahudiler, genel olarak yakın zamanda gelecek peygambere tâbi olacaklarını ve düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını söyleyerek Evs ve Hazrec mensuplarını tehdit ettikleri halde bekledikleri peygamber yahudilerden gelmediği için Resûl i Ekrem’in risâletini benimsemediler. Ayrıca müslümanları dinlerinden döndürmek için çeşitli faaliyetlere girişiyor, zaman zaman Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’le alay ediyorlardı. Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki eski düşmanlıkları hatırlatarak fitne uyandırmaya çalışıyor ve münafıklara cesaret veriyorlardı. Bir kısmı da İslâmiyet’e girdiklerini söyleyip münafıklar arasına katıldılar. Müslümanların Bedir Gazvesi’nde sayıca az olmalarına rağmen Mekke müşrikleri karşısında başarı elde etmeleri Yahudileri rahatsız etti. Onlar çeşitli davranışlarıyla bu memnuniyetsizliklerini açığa vurdular ve taşkınlık yapmaya başladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir gün Benî Kaynukâ çarşısında Yahudiler’i toplayarak onlara kendisinin beklenen hak peygamber olduğunu belirtti ve Kureyş'in başına gelenlerden de ders alarak müslüman olmalarını istedi. Buna karşılık Yahudiler Hz. Peygamber’e harp sanatından anlamayan Kureyş’e karşı kazandığı zaferden dolayı kendisini aldatmamasını, kendileriyle harbe girmesi halinde savaşın ne olduğunu ve kendilerinin ne kadar savaşçı olduklarını göreceğini ifade etmek suretiyle küstahça bir cevap verdiler. Kısa bir süre önce meydana gelen Bedir Gazvesi’ne dikkat çekilmek suretiyle inkâr edenlerin Allah’ın yardımıyla yakın bir zaman içerisinde mağlup edileceklerini belirten âyetlerin (Âl-i İmrân 3/12-13) Benî Kaynukâ’nın bu cevabına karşılık nâzil olduğu rivâyet edilmektedir.

Bu gerginlik devam ederken Benî Kaynukâ çarşısında yaşanan bir olay bardağı taşıran son damla oldu. Alışveriş için Benî Kaynukâ çarşısına giden ensârdan bir müslümanın hanımı uğradığı kuyumcu dükkanında orada bulunan Yahudilerin tacizine maruz kaldı. Kadının etraftan yardım istemesi üzerine müslümanlardan biri yardıma koştu ve kendisini tutamayarak Benî Kaynukâ’lı yahudi kuyumcuyu öldürdü. Kendisi de orada bulunan Yahudiler tarafından öldürüldü. Aynı zamanda daha önce yapılmış olan anlaşmanın artık bir öneminin kalmadığını ve bozulduğunu gösteren bu durum Hz. Peygamber’le birlikte müslümanlara çok ağır geldi. Hz. Peygamber yahudi kabîleler içerisinde ahdini bozan ilk kabîle olan Benî Kaynukâ’nın her an bir ihanet içerisinde bulunabileceğinden endişe etmeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in, herhangi bir topluluğun anlaşmaya hiyanet edeceğinden korkması halinde, aynı şekilde karşılık vererek anlaşmayı bozabileceğini belirten âyet nâzil oldu (el-Enfâl 8/58).

Hz. Peygamber hicretten 20 ay sonra Şevval ayının ortasından itibaren kendi yerine Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir el-Ensârî’yi Medîne’de vekil bırakarak Benî Kaynukâ’nın bulunduğu mahalleyi kuşattı. Kendisi Zâtü’l-fudûl adı verilen zırhını giymiş, beyaz sancağı amcası Hamza b. Abdülmuttalib’e vermişti. Zilkade ayının başına kadar on beş gün devam eden kuşatma sırasında herhangi bir çatışma veya ok atma yaşanmamakla birlikte dışarı ile bağlantıları tamamen kesilerek kalelerinde mahsur kalan Benî Kaynukâ yahudileri teslim olmaya mecbur kaldılar ve serbest bırakılmaları isteğine olumsuz cevap veren Hz. Peygamber’in vereceği hükme razı oldular (Zilkâde 2/Nisan 624). Hz. Peygamber’in, esirlerden sayılarının 700 civarında olduğu nakledilen savaşçı erkeklerin öldürülmesine karar vermesi üzerine Hazrec kabîlesi reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, Benî Kaynukâ’lıların Hazrec kabilesinin müttefiki olduklarını, kendisine geçmişte özellikle Buâs harbinde çok yararları dokunduğunu belirtti ve affedilmelerini istedi. Abdullah b. Übey’in münafıkların başı olduğunu bilmesine rağmen Rasûlullah onun kendisini rahatsız eden ısrarlı yalvarmaları karşısında öldürme kararından vazgeçti ve malları müslümanlara kalmak üzere Benî Kaynukâ yahudilerinin hepsinin Medîne’den sürgün edilmelerini emretti. Benî Kaynukâ’ya Medîne’den ayrılmaları için üç gün süre tanıyan Hz. Peygamber onların mallarını teslim almak için Muhammed b. Mesleme’yi, Medîne’den uzaklaşıncaya kadar kontrol edip düzen sağlamakla da Ubâde b. Sâmit’i görevlendirdi. Bu arada Benî Kaynukâ’nın isteği üzerine alacaklarını tahsil etmelerine müsaade edildi. Hz. Peygamber Benî Kaynukâ’ya her zaman için çeşitli işlerini görmek amacıyla Medîne’ye gelip üç gün kalabileceklerini de belirtti. Benî Kaynukâ yahudileri çok sayıda silah, silah yapımında ve kuyumculukta kullanılan malzeme bırakarak Ubâde b. Sâmit’in gözetiminde Medîne’den ayrıldılar. Vâdi’l-kurâ’da bir ay kadar kaldıktan sonra da Suriye taraflarına gidip Ezriât’a yerleştiler.

Hz. Peygamber Benî Kaynukâ’dan ele geçirilen ganimetlerden üç adet kılıç, üç mızrak, iki zırh ve iki yay ile ganimetin beşte birini (humus) aldıktan sonra kalan beşte dörtlük kısmını müslümanlar arasında paylaştırdı. Ayrıca Muhammed b. Mesleme ve Sa‘d b. Muâz’a da birer zırh hediye etti. İslâm tarihinde humusun ilk defa ne zaman uygulandığı tartışılırken bu uygulamanın ilk defa Benî Kaynukâ gazvesinde ele geçirilen ganîmetlerin taksiminde yapıldığına dair görüşler bulunmakta, ancak daha önce gerçekleşen Abdullah b. Cahş seriyyesi ve Bedir Gazvesi ganimetlerinin taksimi ile ilgili rivâyetler de dikkate alınarak daha öncekilerde mevcut gelenek doğrultusunda humus uygulandığı, ilgili âyetin (el-Enfâl 8/41) nüzûlünden sonraki ilk humus uygulamasının ise Benî Kaynukâ’da olduğu belirtilmektedir.

Münafıklar

Rasûl-i Ekrem’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. İslâm’a ve Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine inanmadıkları halde kendilerini mü’min gösteren bu iki yüzlü zümrenin başını Abdullah b. Übey b. Selûl çekmekteydi. Abdullah b. Übey Hazrecliler’in reisi olup Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki savaşların sonunda Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere mutabakata varılmışken Hz. Peygamber’in hicretiyle bu gelişme suya düşmüş ve bu sebeple hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir.

Rasûl-i Ekrem’in Medine’de karşılaştığı büyük problemlerden biri de nifak hareketiydi. İslâm’a ve Hz. Muhammed (sav)’in peygamberliğine inanmadıkları halde kendilerini mü’min gösteren bu iki yüzlü zümrenin başını Abdullah b. Übey b. Selûl çekmekteydi. Abdullah b. Übey Hazrecliler’in reisi olup Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki savaşların sonunda Yesrib’in idaresi kendisine verilmek üzere mutabakata varılmışken Hz. Peygamber’in hicretiyle bu gelişme suya düşmüş ve bu sebeple hayatının sonuna kadar ona karşı düşmanlık beslemiştir. Şehirde yaşayan yahudiler ile Mekke’deki Kureyşli müşrikler de onun bu düşmanlığını tahrik ediyorlardı. Abdullah b. Übey’le birlikte diğer münafıklar, hemşehrilerine muhacirlere hiçbir şekilde destek olmamalarını tavsiye ederek onların şehirden ayrılmalarını sağlamak istiyorlardı. Münâfıklar Medine döneminde yaşanan birçok olayda her zaman fitneden yana olmuş ve müslümanların birliğini zedelemeye çalışmışlardır. Kur’ân-ı Kerîm’in altmış üçüncü sûresi olan Münâfıkûn sûresi bu zümre ve benzer özellikler taşıyanlar hakkında nâzil olmuştur.


25 Temmuz 2020 Cumartesi

Bedir Gazvesi


İç ve Dış Tehlikeler - Bazı Gazve ve Seriyyeler

Mekke döneminde Hz. Peygamber kendisine ve müslümanlara düşmanlık yapan Kureyşli müşriklere karşılık vermemiş, onlardan intikam alma yoluna gitmemiş, hakaret, işkence ve sıkıntılara mâruz bırakılan müslümanlara sabretmelerini tavsiye etmiştir. Bu dönemde inen âyetler de devamlı olarak sabır tavsiyesinde bulunmuştur. Hicretten sonra Medine’de başlayan yeni dönemin özellikle ilk yıllarının kendisine has ferahlıklarının yanında sıkıntıları da mevcuttu. Mekke müşrikleri müslümanlara Medine’de de rahatlık vermeme hususunda kararlıydı. Medine’deki yerli halkın çoğunluğu samimiyetle müslüman olmuşsa da içlerinde münafıklar da vardı. Şehrin etrafında yaşayan yahudi kabileleri görünüşte antlaşmaya katılmışlardı, fakat hemen her fırsatta problem çıkarıp ihanete varan davranışlar sergilemeye hazır bulunuyorlardı.

Hicretten kısa bir süre sonra Kureyş ileri gelenlerinden Ebû Süfyân ile Übey b. Halef Medineli müslümanlara gönderdikleri mektupta, Hz. Muhammed (sav)’i güven ve koruma altına alıp ona yardım etmelerinin utanılacak bir şey olduğunu, bu davranışlarından vazgeçmeleri gerektiğini, aksi takdirde aralarında savaş çıkabileceğini bildirdiler. Buna karşılık olmak üzere ensâr adına Ka‘b b. Mâlik bir şiirle müşriklerin isteklerini reddetmiştir. Bu arada Kureyşliler Medine’ye karşı bazı ekonomik baskı tedbirleri de almaya başladılar. Diğer taraftan Hz. Peygamber ve ashabının hicret haberi Arabistan yarımadasının hemen her yerine ulaşmıştı. Birçok kabile yeni peygamberin davranış ve tepkilerini takip ediyor, hatta hicret etme imkânı bulamayan veya Müslümanlığını gizleyen kimseler de vuku bulacak gelişmeleri bekliyordu. Bu arada zulme mâruz kalan müminlerin silâhla mukabelede bulunmalarına izin verildiğini beyan eden âyet de nâzil olmuştu: “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir ve şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar ki, sadece “bizim Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için yurtlarından çıkarıldılar...” (el-Hac 22/39-40). Hz. Peygamber hicretten yedi ay sonraki (Ramazan 1/Mart 623) dönemden başlamak üzere bir yıla yaklaşan bir süre içinde, Medine’ye sığınmış bulunan müslümanları Kureyşliler’in tehdidinden korumak, onlara müslümanların da bir güç olduğunu göstermek amacıyla bazı askerî operasyonlar gerçekleştirmiştir (Hz. Hamza kumandasında Sîfülbahr Seriyyesi, Ubeyde b. Hâris kumandasında Râbiğ Seriyyesi, Sa‘d b. Ebû Vakkâs kumandasında Harrâr Seriyyesi, Ebva [Veddân]Gazvesi, Buvât Gazvesi, Uşeyre Gazvesi). Bu müfrezeler Kureyş kervanlarının güzergâhları civarında dolaşmışsa da herhangi bir baskın düzenlememiş, diğer kabile ve gruplara ait kervanları da rahatsız etmemiştir. Bu askerî hareketlerle birlikte esasen savaş halinde olan Medine ile Mekke, savaş hükümlerinin yürürlükte bulunduğu bir dönemi yaşamaya başlamış ve bu durum Hudeybiye Antlaşması’na kadar devam etmiştir. Hicretten on yedi ay sonra (Receb 2/Ocak 624) Abdullah b. Cahş kumandasında Batn ı Nahle’ye gönderilen seriyye Yemen’den dönen bir Kureyş kervanına, Mekke’nin güneyinde baskın yapmış, bir kişi öldürülmüş, iki kişi esir alınmış ve bazı ganimetler ele geçirilmiştir. Bazı rivayetlerde istihbarat amaçlı olduğu bildirilen bu seriyye ile Hz. Peygamber Kureyşli müşriklere gözdağı vermeyi hedeflemiştir.

Bedir Savaşı (Bedir Gazvesi)

Bedir Gazvesi, daha sonra yapılan Uhud ve Hendek Gazveleri ile birlikte Hz. Peygamber’in Kureyş müşriklerine karşı verdiği tevhîd mücadelesinin en meşhur savaşlarından biridir. Bedir, Medine’nin 160 km. kadar güneybatısında, Kızıldeniz sahiline 30 km. uzaklıkta Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan küçük bir kasaba idi. Başta Hz. Peygamber olmak üzere Mekkeli müslümanların, on yıl boyunca zulüm ve işkencelerine mâruz kaldığı, nihayet canlarını kurtarmak için ancak birkaç parça eşyalarını yanlarına alarak kendilerinden kaçtığı Kureyşliler, müslümanlardan kalan malları da servetlerine katarak yarımadanın güney ve kuzey istikametlerine doğru ticaret kervanları düzenliyordu. Resûl i Ekrem, Ebû Süfyân’ın idaresinde Kureyşliler’den birçok kimsenin katıldığı büyük bir ticaret kervanının Suriye’den dönmekte olduğu haberini aldı. Mekkeliler’den her kesime ait olan 1.000 develik kervanın 50.000 dinar değerinde olduğu kaydedilmektedir. Kureyş kervanına Bedir’de baskın düzenlemeyi planlayan Hz. Peygamber 12 Ramazan 2 (9 Mart 624) tarihinde Medine’den hareket etti. Yerine Abdullah b. Ümmü Mektûm’u vekil olarak bıraktı. İslâm ordusu yetmiş dördü muhâcir, geri kalanı ensârdan olmak üzere 305 kişiden oluşuyordu. Sancaktarlık görevine Mus‘ab b. Umeyr, Hz. Ali ve Sa‘d b. Muâz tayin edildi. Orduda yetmiş deve ve iki de at bulunuyordu. Müslümanlar bir veya iki gün oruçlu olarak yola devam ettikten sonra Hz. Peygamber’in emri üzerine oruçlarını açtılar.

Öte yandan Ebû Süfyân Hicaz topraklarına girince Hz. Muhammed’in baskın teşebbüsünü öğrendi, yardım istemek üzere Mekke’ye adam gönderdi, kendisi de kervanın pusuya düşmemesi için Bedir’den uzak olan ve daha az kullanılan sahil yolunu takip etti. Kureyşliler, Ebû Süfyan’dan gelen yardım talebi üzerine yoğun bir şekilde hazırlıklara başladılar. Daha sonra kervanın kurtulduğunu öğrenmelerine rağmen, Ebû Cehil kumandasında 1000 kişilik bir kuvvetle Bedir’e doğru hareket ettiler. Müşrik ordusunda 700 deve, 100 de at vardı.

Aslında Rasûlullah ve ashabı Kureyş ordusunun Mekke’den çıkıp Bedir civarına geldiğini henüz bilmiyorlardı; Kur’ân-ı Kerîm’de Bedir karşılaşmasının, iki tarafın beşerî planlarının ötesinde Allah’ın kudret ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret edilerek müslüman ordusuyla müşrik ordusunun birbirinden habersiz olduğu, ticaret kervanınınsa ikisinden de uzak bir yerde, sahil yolunda bulunduğu haber verilir (el-Enfâl 8/7, 42).

17 Ramazan 2 (13 Mart 624) Cuma sabahı erken saatlerde her iki ordu Bedir’e doğru yola çıktı. Hz. Peygamber Bedir’deki su kuyularına Kureyşliler’den daha önce ulaştı ve Habbâb b. Eret’in tavsiyesi üzerine düşmanın geliş istikametine göre kendilerine en yakın kuyuyu bırakarak diğerlerini kumla kapattırdı. Fakat daha sonra Hz. Peygamber müşriklerin açık bırakılan kuyudan su almalarına izin vermiştir. Savaştan önce Hz. Peygamber Câhiliye devrinde de elçilik görevini yürüten Adî kabilesinden Hz. Ömer’i Kureyşliler’e göndererek savaş yapılmadan Mekke’ye dönmelerini teklif etti ise de Kureyşliler savaşmakta ısrar ettiler. Eski Arap âdetine göre savaşı kızıştırıp başlatmak üzere her iki taraftan birer kişi meydana çıktı. Mübâreze adı verilen bu meydan okuyuş sırasında Hz. Hamza hasmı Esved b. Abdülesed el-Mahzûmî’yi öldürdü. Bunun üzerine Kureyşlilerden Utbe b. Rebîa, kardeşi Şeybe ve oğlu Velîd, İslâm ordusundan da Ubeyde b. Hâris, Hz. Hamza ve Hz. Ali meydana çıktılar. Hz. Hamza ve Hz. Ali hasımlarını öldürdükten sonra ağır yaralanan Ubeyde’nin yardımına koşup Utbe’yi öldürdüler. Ubeyde b. Hâris savaşta aldığı yaralardan dolayı Bedir dönüşü yolda şehid olmuştur. Mübârezelerden sonra başlayan savaş aynı gün ikindiye doğru müslümanların kesin zaferiyle sonuçlandı. Müşriklerden başta İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in en büyük düşmanı Ebû Cehil olmak üzere yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi esir alındı. Müslümanlardan şehid olanların sayısı da on dörttü.

Hz. Peygamber şehidlerin namazını kılarak onları defnettirdi. Kureyş’in ölülerini de gömdürdü. Esirlere karşı iyi davranılmasını emreden Hz. Peygamber onlardan sadece ikisini, Ukbe b. Ebû Muayt ile Nadr b. Hâris’i vaktiyle müslümanlara yaptıkları işkenceye karşılık ölüme mahkum etti, diğer esirlere yapılacak muamele konusunda da ashabın görüşünü aldı. Hz. Ebû Bekir’in teklifini benimseyerek esirleri malî durumlarına göre ödeyecekleri 1000-4000 dirhem fidye karşılığında serbest bıraktı. Bazı esirler karşılıksız, okuma yazma bilenler ise on müslümana okuma yazma öğretmeleri şartıyla serbest bırakıldı. Müşriklerden elde edilen ganimetler bir araya toplanarak savaşa katılanlar arasında eşit şekilde bölüşüldü. Hz. Peygamber ramazan ayının sonu veya şevval başında Medine’ye döndü.

Bedir’de ele geçirilen esirler arasında Hz. Peygamber’in damadı Ebü’l-Âs b. Rebî‘ de bulunuyordu. Hz. Peygamber’in en büyük kızı Zeyneb ile evli olan Ebü’l-Âs hanımı müslüman olduğu halde kendisi İslâm’ı kabul etmemiş, bununla birlikte müşriklerin Zeyneb’i boşaması yolundaki telkinlerine de olumlu cevap vermemişti. Bedir’de müşrikler safında savaşa katılıp esir düşünce, Mekkeliler esirler için fidyelerini gönderirken hanımı Zeyneb de bir miktar para ile annesi Hz. Hatice’nin düğün hediyesi olarak kendisine vermiş olduğu gerdanlığı göndermişti. Gerdanlığı tanıyan Hz. Peygamber son derece duygulandı; Hz. Hatice’yi ve İslâm’a hizmetlerini bir kez daha hatırlayarak Ebü’l-Âs’ın serbest bırakılması ve gerdanlığın da Hz. Zeyneb’e iade edilmesi hususunda ashabından izin istedi. Serbest bırakılan Ebü’l-Âs Mekke’ye döndü ve Hz. Peygamber’e verdiği söz doğrultusunda hanımı Zeyneb’i Medine’ye gönderdi. Kendisi de daha sonra müslüman olup Medine’ye hicret edince Hz. Peygamber Zeyneb’i ona iade etmiştir (Muharrem 7/ Mayıs 628).

Kur’an’da Bedir’de elde edilen zaferin Allah’ın yardımıyla gerçekleştiği ve müslüman ordusunun meleklerle desteklendiği ifade edilmektedir (el-Enfâl 8/8-12; krş. Âl i İmrân 3/123-127). Bedir Gazvesi, İslâm cemaatine Arap yarımadasında büyük bir itibar kazandırmış ve Hz. Peygamber’e İslâmiyet’i tebliğ için geniş imkânlar açmıştır. Savaşı kaybeden Mekkeliler Ebû Cehil’in yerine başkanlığa Ebû Süfyan’ı getirmişler ve müslümanlardan intikam almak üzere yemin ederek bunun yollarını aramaya başlamışlardır. Bu arada hastalığı sebebiyle Bedir’e katılamayan ve yerine Âs b. Hişâm’ı gönderen Ebû Leheb, Bedir yenilgisi haberini aldıktan sonra daha da fenalaşmış ve ölmüştür. Ebû Süfyân Bedir yenilgisinden iki buçuk ay kadar sonra iki yüz kişilik bir kuvvetle Medine’ye kadar gelip şehrin dış mahallelerine saldırdı. İki müslümanı şehid edip tarlalarını ateşe verdikten sonra kaçtı. Hz. Peygamber iki yüz kişilik bir birlikle kendisini takibe çıktıysa da Ebû Süfyan ve askerleri, beraberinde getirdikleri kavrulmuş un (sevîk) torbalarını ağırlık teşkil etmesin diye yerlere atıp uzaklaşmıştı. Bu sebeple bu takip Sevîk Gazvesi olarak bilinmektedir.

24 Temmuz 2020 Cuma

Hz. Muhammed (sav)'in Medine'de İlk Faaliyetleri


Hicret, Hz. Peygamber’in risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesini ve İslâmiyet’in yayılmasını sağlayan çok önemli bir olaydır. Son peygamberin en büyük hedefi, Kur’an âyetlerini tebliğ etmek, dini yaşayarak öğretmek, dinin gelecek nesillere değiştirilmeden intikalini sağlayacak müminlerin sayısını arttırmaktı. O bu amaçla bazı düzenlemeler yapmaya ve tedbirler almaya karar verdi. Müslümanları Allah’ın rızasını kazanmış iyi birer kul olmaya teşvik ederek aralarında gönül birliği ve sosyal dayanışmayı sağlamaya yönelik faaliyetler yaptı; emir ve tavsiyelerde bulundu. Bu bağlamda selamlaşmanın yayılmasını, fakirlerin gözetilmesini, akraba ziyaretlerinin ihmal edilmemesini, geceleri insanların uykuda olduğu sırada namaza kalkılmasını istedi ve böyle yapanları cennetle müjdeledi.

Her şeyden önce müslüman toplumun merkezi olacak bir camiye ihtiyaç vardı. Mekke döneminde müslümanların bir araya gelip ibadet etme ve Rasûlullah’ı dinleme imkânları çok kısıtlıydı. Medine’de özellikle Birinci Akabe Biatı’ndan sonra müslümanların sayısı artınca Es‘ad b. Zürâre, daha sonra Mescid-i Nebevî’nin inşa edileceği arazideki hurma kurutma yerinin etrafını çevirerek kıblesi Kudüs’e doğru olan bir mescid yaptırmıştı. O sıralarda Mekke’deki müslümanlar henüz cuma namazı kılamazken, Medineliler burada cemaatle namaz kılıyorlardı. Rasûl-i Ekrem Medine’ye girişinde devesinin çöktüğü ilk yere mescid yaptırmaya karar verdi ve bu amaçla Sehl ve Süheyl adlı iki yetim çocuğa ait araziyi satın aldı. Yedi ay kadar süren Mescid i Nebevî’nin inşaatı sırasında Rasûlullah, Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin evinde misafir kaldı ve burada Medineli müslüman erkeklerden, bir başka evde de kadınlardan biat aldı. Bizzat Hz. Peygamber tarafından yaptırılan iki mescidden biri olan (diğeri Kubâ) Mescid-i Nebevî üç kapılı olup kıblesi Kudüs’e yönelikti. Hicretten on altı veya on yedi ay sonra nâzil olan âyetler (el-Bakara, 149-150) doğrultusunda kıble Kâbe’ye çevrilinceye kadar namazlar Kudüs’e doğru kılınmıştır.

Mescid-i Nebevî her şeyden önce bir ibadet yeri idi. Ancak Asr-ı saâdet’te, başta eğitim ve öğretim olmak üzere Rasûlullah’ın hemen bütün faaliyetlerinin merkezi yine burası olmuştur. Siyasî ve askerî gelişmelerin konuşulup çeşitli kararların alındığı, yaralıların tedavi edildiği, savaş esirlerinin veya suçluların göz altında tutulduğu, ganimetlerin saklandığı, müslüman olan kabile heyetlerinin, elçi ve misafirlerin kabul edilip ağırlandığı, adlî davaların görüldüğü, nikâhların ilânı veya çeşitli gösteri ve merasimlerin yapıldığı yer yine Mescid-i Nebevî idi. Rasûlullah, peygamberlik vazifesinin bütün gereklerini mescidi ile bitişiğindeki evinde yerine getiriyor, yeni nâzil olan Kur’an âyetlerini burada tebliğ edip öğretiyordu. Bu arada kimsesiz müslümanlarla ilim tahsil etmek isteyen sahâbîlerin barınması için Mescid-i Nebevî’nin arka kısmında Suffe adı verilen, üzeri hurma dallarıyla örtülü bir gölgelik yapıldı. Burada barınan ve eğitim-öğretim görenlere ehl-i suffe veya ashâb-ı suffe denilmiştir. Rasûlullah, Medine dışına gönderilecek irşad veya diplomasi heyetleri oluştururken ehl i Suffe’den faydalanıyordu.

Hz. Peygamber hicretten hemen sonra muhacirleri, Evs veya Hazrec kabilesinden birer müslümanla kardeş ilân etti. “Muâhât” adı verilen bu düzenlemeyle, İslâm toplumunun bütünleşmesi, bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen muhacirlerin maddî ve mânevî ihtiyaçlarının karşılanması yolunda büyük bir imkân sağlanmış oldu. Medineli müslümanlar Akabe biatlarında Rasûl-i Ekrem’e verdikleri söz doğrultusunda muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul edip ellerindeki imkânları ve bir süre evlerini onlarla paylaştılar. Medineliler mülkiyet hakları ile birlikte muhacirlerle hurmalıklarını ve diğer mal varlıklarını paylaşmak istemişlerse de onlar bu asil davranışa teşekkürle karşılık vererek kabul etmemişlerdir. Sonuçta Hz. Peygamber, mülkiyeti Medinelilerde kalmak üzere muhacirlerin emekleri karşılığında ürüne ortak olabileceklerini bildirmiş, böylece birlikte çalışıp elde edilen kazanç paylaşılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de Medîneli müslümanlarla muhâcirîn arasındaki bu dayanışma “İman edip hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihad edenler ile bunları barındırıp yardım elini uzatanlar, işte onlar birbirlerinin gerçek dostlarıdır” (el-Enfâl 8/72) ifadesiyle açıkça övülmüştür. Muhacirlere yardım eden Medineli müslümanlara Ensâr (yardım edenler) adı verilmiştir. Kardeşlik tesisinden sonra kardeşler arasında bir süre miras hükümleri de geçerli sayılmış (el-Enfâl 8/72), ancak Bedir Gazvesi’nden sonra buna son verilerek miras sadece nesep yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir (el-Enfâl 8/75). Hz. Peygamber sözü edilen kardeşlik bağını kurmak suretiyle yalnızca zor durumda olan muhacirlerin ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamış, kabile esasına dayalı kardeşlik anlayışı yerine din kardeşliği anlayışının geçmesini de sağlamıştır. Muâhâtın (kardeşlik) miras hukuku dışında kalan yardımlaşma, birbirine destek olma, karşılıklı tavsiyelerde bulunma tarzındaki hükümleri daima yürürlükte kalmış, bu anlamıyla kurum genelleştirilerek bütün mü’minler kardeş ilân edilmiştir (el-Hucurât 49/10).

Medine’ye hicret hareketleri Mekke’nin fethine kadar uzanan süreç içinde devam etti. Rasûlullah, Medine döneminin ilk yıllarında, gerek Mekke’den gerekse Medine çevresinden biat etmek üzere huzuruna gelenlere Medine’ye hicret etmelerini şart koşuyordu. Ayrıca Medine’ye hicret edenlerin daha sonra oradan ayrılmalarını da hoş karşılamıyor, hicretin kararlı ve semereli olması için Allah’a dua ediyordu. Rasûlullah son peygamber olmanın sorumluluğuyla, tebliğ ettiği dinin büyük bir cemaat tarafından yaşanarak öğrenilmesi, sonraki nesillere en doğru bir şekilde aktarılması, kıyamete kadar değişmeden ve bozulmadan korunması için gerekli şartları hazırlamak istiyordu. Nitekim onun bu gayretleri meyvesini vermiş, Medine’de sayıca artarak güçlenen müslümanlar, düşmanlarına karşı siyasî ve askerî mücadelelerinde başarılı sonuçlar elde etmişlerdir. Nihayet 8 (630) yılında Mekke’nin fethi ile müslümanların zaferi taçlanınca Hz. Peygamber “Fetihten sonra hicret yoktur” (Tirmizî, “Siyer”, 33). buyurarak İslâm’ı kabul edenlerin Medine’ye hicret etme zorunluluğunu kaldırmış, ancak çağrılmaları halinde cihada katılmalarını istemiştir.

Hz. Peygamber’in Medine’ye hicret ettiği dönemde bütün Hicaz bölgesinde olduğu gibi burada da teşkilâtlanmış bir devlet yoktu; her kabile kendi reisinin idaresinde yaşıyordu. Yesrib’de Evs ve Hazrec kabileleri yanı sıra şehre ne zaman geldikleri kesin olarak bilinmeyen Benî Kaynuka‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza adlı üç yahudi kabilesi de vardı. Evs ile Hazrec’in sürekli çatışma içinde olduğu, yahudilerin bir kısmının Evs’i, diğer kısmının da Hazrec’i tuttuğu bilinmektedir. Bütün şehir halkını içine alan idarî bir yapı mevcut değildi. Rasûl-i Ekrem, muâhât ile müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı sağladıktan sonra yahudi kabileleriyle henüz müslüman olmamış Araplar’ın ve müslümanların şehirde barış ve güven içinde yaşamalarının şekil ve şartlarını müzakere etmek üzere tarafları Enes b. Mâlik’in evinde topladı. Bütün grupları bir şehir devleti şeklinde teşkilâtlanmaya ikna eden Rasûlullah kararlaştırılan hususları yazılı bir metin haline getirdi. Kaynaklarda “kitab”, “sahîfe” gibi adlarla anılan, günümüzde bazı ilim adamlarınca “yazılı ilk anayasa” diye nitelendirilen ve metni zamanımıza kadar ulaşan bu anlaşmada şehrin iç huzurunun sağlanması, dıştan gelebilecek tehlikelerin önlenmesi, fertler arasındaki hukukî anlaşmazlıkların çözülmesinde yargı merciinin belirlenmesi ve bazı ekonomik yükümlülüklerin tesbiti gibi hususlar yer alıyordu. Özellikle Medine’ye yönelik dış tehlikeler karşısında yahudilerden, müslümanlarla işbirliği içinde olmaları ve Kureyşliler’le ittifak kurmamaları istenmiştir. Her grubun savaş masrafları, fidye ve diyet gibi malî hususları kendi imkânlarıyla karşılaması, yargı görevini kendi içinde bağımsız olarak yürütmesi, farklı gruplara mensup kişilerin anlaşmazlıklarında ise son yargı merciinin Hz. Peygamber olması da karar altına alınmıştı. Ayrıca yahudilerle müslümanların din ve vicdan hürriyetine sahip oldukları da açıkça belirtilmiştir. Bu arada Resûl i Ekrem anlaşmada yer alan “Yesrib vadisi bu sahîfede adı geçenler için haremdir” maddesi doğrultusunda Kâ‘b b. Mâlik’i Mescid-i Nebevî merkezde olmak üzere Medine’nin sınırlarını tesbitle görevlendirmiştir. Bundan sonraki siyasî ve askerî faaliyetler bu sınırlara göre yürütülmüştür. Hz. Peygamber Medine’de müslümanlar için bir pazar yeri yaptırmış, Bakı‘ mevkiini de mezarlık olarak belirlemiştir. Böylece o, sonraları İslâm dünyasında klasikleşecek olan, merkezinde cami bulunmak üzere emîr evi, çarşı, mezarlık ve mahallelerden oluşan şehir planının ilk örneğini gerçekleştirmiş oluyordu.


Hicretin 1. (milâdî 622) yılındaki düzenlemelerden biri de müslümanlara namaz vakitlerinin geldiğini haber vermek üzere ezan okunmaya başlanmasıdır. Ezanın hicretin 2. (m. 623) yılında meşrû kılındığı da rivâyet edilmektedir Namaz Mekke döneminde farz kılındığı halde Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar namaz vakitlerini bildirmek için bir yol düşünülmemişti. Esasen Mekke dönemi şartları da buna müsait değildi. Medine’de ise müslümanlar açıktan ibadet edecek bir ortama kavuşmuş ve sayıları da gün geçtikçe artmaya başlamıştı. Hz. Peygamber müslümanların namaz vaktinin girdiğini anlayıp cemaate yetişmelerine imkân sağlamak için neler yapılabileceği hususunda ashâbıyla istişare etti. Çeşitli görüşlerin ileri sürüldüğü istişare sonucunda kesin bir karara varılamadı. Rivâyete göre bu sıralarda Abdullah b. Zeyd b. Sa‘lebe’ye rüyasında ezan öğretilmiş, o da Hz. Peygamber’e gelerek durumu haber vermiştir. Hz. Peygamber Abdullah’tan ezan cümlelerini sesi gür olan Bilâl-i Habeşî’ye öğretmesini istedi, ardından Bilâl-i Habeşî yüksek bir evin üstüne çıkıp ilk olarak sabah ezanını okudu. Daha sonra Mescid-i Nebevî’nin arka tarafına ezan okumak için özel bir yer yapıldı. Böylece ezan, İslâm’ın şiârı ve müslüman varlığının bir sembolü oldu. Günümüze kadar da yeryüzünde günün hemen her vaktinde insanları Allah’a kulluğa davet vasıtası olarak okunmaya devam etmektedir.

23 Temmuz 2020 Perşembe

Medine'ye Hicret


Rasûlullah İkinci Akabe Biatı’ndan sonra ashabına Yesrib’e hicret için izin verdi. Bunun üzerine ilk defa Âmir b. Rebîa ile hanımı Leylâ bint Hasme buraya göç ettiler; daha sonra da diğer sahâbîler kafileler halinde Mekke’den ayrılmaya başladılar. Bu arada işaret etmek gerekir ki, daha önce Mekke’den Medine’ye gitmiş birkaç sahabî bulunmaktaydı. Bunlar Akabe biatlarından önce Medine’ye hicret eden Ebû Seleme el-Mahzûmî ve hanımı Ümmü Seleme ile Birinci Akabe Biatı’ndan sonra Hz. Peygamber tarafından Medine’ye İslâm’ı tebliğ için gönderilen Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm idi.

Genel olarak hicret gizlice yapılmaktaydı. Çünkü Kureyşli müşrikler müslümanların Mekke’den ayrılmalarına dahi müsaade etmek istemiyor, çeşitli zorluklar çıkartıp ellerinden geldiğince hicreti engellemeye çalışıyor, hatta bazı müslümanları hapsediyorlardı. Meselâ, Ebû Seleme ile hanımı Ümmü Seleme Habeşistan’dan Mekke’ye döndükten sonra çocukları Seleme’yi de yanlarına alarak Medine’ye hicret için yola çıktıklarında Ümmü Seleme’nin ailesi onun gitmesine izin vermedi. Bu sebeple Ebû Seleme hanımı ve çocuğunu Mekke’de bırakarak Medine’ye yalnız gitmek zorunda kaldı. Öte yandan Ebû Seleme’nin ailesi de Ümmü Seleme’nin ailesinin yaptıklarına karşılık olarak Seleme’yi annesinin elinden aldılar. Hem kocasından hem de oğlundan ayrı kalmanın verdiği derin üzüntüyle Ümmü Seleme bir yıl boyunca göz yaşı döktü. Sonunda akrabaları insafa gelerek Medine’ye gitmesine izin verdiler. Ebû Seleme’nin ailesi de Seleme’yi annesine teslim etti. Ümmü Seleme çocuğunu yanına alarak Medine’ye gitmek üzere tek başına Mekke’den ayrıldı. Yolda karşılaştığı Osman b. Talha’nın refakatinde Kubâ’ya ulaştı ve Ebû Seleme ile buluştu. Hişâm b. Âs, hicret için hazırlık yapmış, ancak babası Âs b. Vâil başta olmak üzere müşrikler tarafından zincire vurulup hapsedilmişti. Ayyâş b. Ebû Rebî‘a hicret için yola çıkıp Kubâ’ya kadar gelmiş, ancak burada kendisine yetişen ana-bir kardeşleri Ebû Cehil ve Hâris b. Hişâm yaşlı annesinin onun ayrılığı yüzünden perişan hale geldiğini ileri sürüp Mekke’ye dönmesini sağlamışlar ve burada hapsetmişlerdi. Hişâm b. Âs ve Ayyâş b. Ebû Rebî‘a hicretin 7. yılında (milâdî 629) müşriklerin elinden kurtulup Medine’ye gidebilmiştir. Suheyb b. Sinân er-Rûmî’nin hicret edeceğinden haberdar olan Mekkeliler ona olan borçlarını ödemedikleri gibi mal varlığına da el koymuşlar, Suheyb o güne kadar elde ettiği bütün kazancını Mekkeliler’e bırakmak suretiyle ancak hicret edebilmiştir. Bu noktada Hz. Ömer’in hicreti ise farklı bir mahiyet arzeder. O, Kâbe’yi tavaf edip iki rekat namaz kıldıktan sonra müşriklere açıkça meydan okuyarak yola çıkmıştır.

Hicret izninden sonra kısa denilebilecek bir sürede ashabın büyük bir kısmı Yesrib’e göç etmiş; geride Hz. Peygamber ile Hz. Ebû Bekir ve aileleri, Hz. Ali ve annesi, ayrıca hicret etmeye gücü yetmeyenler ile gidişleri engellenmiş olanlar kalmıştı. Bu arada Hz. Ebû Bekir Rasûlullah’a müracaat ederek hicret için izin istiyor, o da her defasında “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan eder” cevabını veriyordu.

Müslümanların inançları uğruna görülmemiş bir fedakârlık anlayışı içinde evlerinden, mal ve mülklerinden vazgeçip Yesrib’e hicret ettiklerini gören Kureyş müşrikleri, Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı tehlike ve tehdit oluşturacağından endişe duymaya başladılar. Gelişmeler karşısında nasıl bir yol takip edeceklerini belirlemek üzere Dârünnedve’de toplandılar. Hz. Peygamber’in mensup olduğu Hâşimoğullarından kimsenin alınmadığı toplantıda Hz. Muhammed (sav)’in sürgüne gönderilmesi veya hapsedilmesi gibi görüşler ileri sürüldü. Sonunda Ebû Cehil’in teklifiyle onu öldürmeyi, Hâşimoğulları’nın kan davası gütmesini önlemek için de bu işin bir kişi tarafından değil, bütün kabilelerden birer kişinin katılacağı bir topluluk tarafından yerine getirilmesini kararlaştırdılar. Bu suikast kararını vahiy yoluyla öğrenen Hz. Peygamber, hemen harekete geçip Hz. Ebû Bekir’in evine gitti ve onunla birlikte hicret hazırlığına başladı. Kendilerine kılavuzluk yapmak üzere Abdullah b. Uraykıt ile anlaştılar. Abdullah b. Uraykıt müşrik olmakla birlikte güvenilir ve mert bir kişiydi. Hz. Ebû Bekir hicret için önceden hazırladığı iki deveyi kılavuza verdi ve üç gün sonra Sevr dağının eteğinde buluşmak üzere onunla sözleşti. Hz. Peygamber, evinden ayrıldığını müşriklere fark ettirmemek ve kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine vermek üzere Hz. Ali’yi görevlendirdi. Gece yarısı yola çıkan Hz. Peygamber ve Hz. Ebû Bekir Mekke’nin güney-batısında bulunan Sevr dağındaki bir mağaraya vardılar ve burada gizlendiler. Burada kaldıkları üç gün boyunca Hz. Ebû Bekir’in oğlu geceleri gelip şehirdeki gelişmeleri onlara haber veriyordu. Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in koyunlarının çobanlığını yapan Âmir b. Füheyre de sürüsünü mağaraya doğru sürerek süt ve yiyecek getirmiş, daha sonra da onlarla birlikte hicret etmiştir.

Kureyş müşrikleri Hz. Peygamber’in evinde onun yerine Hz. Ali ile karşılaşınca şaşkına döndüler. Hz. Ali’ye nerede olduğunu sordularsa da cevap alamayınca onu dövüp bir süre tutukladıktan sonra serbest bıraktılar. Ardından Hz. Ebû Bekir’in evine gidip kızı Esma’dan bilgi almaya çalıştılar. Esmâ’dan istediği bilgiyi alamayan Ebû Cehil onu tartaklamaktan çekinmedi. Hz. Peygamber’i Mekke’de bulamayan ve şehirden ayrıldığını anlayan müşrikler bütün çevreyi taramaya, etrafa haberciler göndermeye başladılar. Bir ara Sevr mağarasının önüne kadar geldiler. Ancak Yüce Allah’ın emriyle mağaranın girişi bir örümcek ağıyla kaplanmış olduğundan içeride kimsenin bulunmadığı kanaatine vararak geri döndüler. Müşrikler mağaranın önünde iken, fark edilecekleri korkusuna kapılan Hz. Ebû Bekir’i Rasûlullah Kur’an’da ifade edildiği üzere: “Korkma! Elbette Allah bizimledir” (et-Tevbe 9/40) buyurarak teskin etti. Mağarada geçirilen üç günün sonunda daha önce kararlaştırıldığı şekilde kılavuz Abdullah b. Uraykıt, develerle birlikte Sevr’e geldi. Sevr’den Yesrib’e doğru sahil istikametinde yola çıkıldı. Bir tehlikeye maruz kalmamak için kafile, bilinen işlek ve mutat yollar yerine farklı bir güzergâhı, zaman zaman sarp dağ geçitlerini veya çölün ortasını tercih etti. Hz. Muhammed (sav)’i bulmak için çeşitli yollara başvuran Kureyşliler onu yakalayana 100 deve ödül vaad ettilerse de hiçbir sonuç elde edemediler. Kureyşliler’in koyduğu ödülü kazanabilmek için Hz. Peygamber’i aramaya koyulan ve iz sürmekte maharetli olan Sürâka b. Mâlik kafileye ulaştı; ancak bir mucize eseri atının ayakları kuma gömülünce takipten vazgeçti. Benzer bir tehlike Eslem kabilesinin topraklarından geçerken yaşandı. Kabile reisi Büreyde b. Husayb kafilenin önünü kesti; ancak Rasûlullah ile yapılan kısa sohbetten sonra, kendisi ve kabilesi müslüman oldu. Büreyde, kendi topraklarından ayrılıncaya kadar kafileye eşlik etti. Hicret yoluyla kervan yolunun kesiştiği Cuhfe adlı mevkiye gelince, Rasûlullah Mekke yolunu hatırladı ve şehre duyduğu özlemle hüzünlendi. Bunun üzerine, uğradığı zulümden dolayı hicrete mecbur bırakıldığı Mekke’ye, düşmanlarına üstünlük sağlayıp tekrar döndürüleceğini müjdelen âyet nâzil oldu (el-Kasas, 28/85). Hicret esnasında bazı güzel olaylar da yaşandı. Meselâ, kafile Kudeyd’de yiyecek bir şeyler almak üzere Ümmü Ma‘bed Âtike bint Hâlid’in bulunduğu çadıra uğradı. Burada Hz. Peygamber, sürüye katılamayacak kadar zayıf, sütten kesilmiş bir keçiyi besmele çekerek sağmaya başladı. Keçi oradakilere yetip artacak kadar süt verdi. Ümmü Ma‘bed daha sonra çadıra dönen kocasına olayı anlatıp onun isteği üzerine Hz. Peygamberi edebî bir dille tavsif etti. Onun ifadeleri hilye edebiyatına konu olmuş ve günümüze kadar gelmiştir.

Yesrib’de bulunan müslümanlar Rasûl-i Ekrem’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmiş, gecikmesinden dolayı da endişelenmişlerdi. Her sabah Mekke yolu üzerindeki Harre mevkiine çıkıp sıcağın şiddetlendiği vakte kadar yolunu gözlüyorlardı. Yine 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) pazartesi günü de böyle yapmış ve evlerine dönmüşlerdi ki, üç katlı bir evin damında bulunan bir yahudi kızı yaklaşmakta olan kafileyi görünce, bunun beklenen misafir olduğunu anladı ve bağırarak durumu ilân etti. Bunun üzerine müslümanlar Rasûl-i Ekrem’i karşılamak için Harre’ye koştular. Hz. Peygamber, Yesrib’e bir saatlik mesafede bulunan Kubâ’da Külsûm b. Hidm’in evine misafir oldu. Birkaç gün bu kasabada kaldı ve burada bir mescid yaptırdı. Bu arada Hz. Peygamber’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine iade edip yine onun emri doğrultusunda Mekke’den ayrılan Hz. Ali, gündüz gizlenip gece yol almak suretiyle Kubâ’ya geldi ve burada Hz. Peygamber’le buluştu. Hz. Ali ile birlikte annesi Fâtıma bint Esed, Hz. Peygamber’in hanımı Sevde bint Zem‘a, kızları Hz. Fâtıma ve Ümmü Külsûm ve Hz. Ebû Bekir’in ailesinin de Kubâ’ya geldiği rivâyet edilmektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in ve Hz. Ebû Bekir’in ailelerinin daha sonra Medine’den gönderilen Zeyd b. Hârise ve Ebû Râfi‘in refakatinde hicret ettikleri de kaydedilmektedir. Hz. Peygamber yanındakilerle birlikte 12 Rebîülevvel 1 (24 Eylül 622) Cuma günü Kubâ’dan Yesrib’e hareket etti. Cuma namazı vakti girince Rânûnâ vadisinde Sâlim b. Avf kabilesine uğradı; ilk Cuma hutbesini okudu ve namazını kıldırdı. Rasûlullah bu hutbesinde Allah’a hamd ü senâdan sonra insanların âhirette mutlaka hesaba çekileceğinden, herkesin emri altındakilerden sorumlu tutulacağından, öldükten sonra insana dünyada yaptığı iyi davranışlardan başka bir şeyin fayda etmeyeceğinden bahsetti ve büyük-küçük demeden iyilik yarışına girerek âhiret için hazırlıklı olmalarını tavsiye etti. Namazdan sonra Yesrib’e hareket eden Hz. Peygamber şehir halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Medine’de görülmemiş bir şenlik ve bayram havası yaşanıyordu. Yolun iki tarafında sıralanan yediden yetmişe herkes, kadınlar ve çocuklar büyük bir sevinç içerisinde Allah’ın yüce elçisini karşılıyordu. Bu sırada defler çalınıyor ve “Veda tepelerinden ay doğdu üzerimize/Allah’a davet sürdükçe şükretmek vacip bize/Ey gönderilen kutlu elçi/Sana itaat etmek düşer hepimize/Aramıza hoş geldin, şeref verdin şehrimize” şeklindeki mısralarla duygular dile getiriliyordu. Hemen herkes Rasûlullah’ın kendi evlerine misafir olmasını istiyor, davette bulunup ısrar ediyordu. Rasûlullah Kasvâ adlı devesinin üzerinde halkı selamlayıp kendilerine teşekkür ederken, devesinin çöktüğü yere en yakın eve misafir olacağını söyleyerek şehre girdi ve Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (Hâlid b. Zeyd) evine misafir oldu. Böylece çile ve ıstırap dolu Mekke dönemi sona ermiş, İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamış oldu. Yesrib de artık Peygamber şehri anlamında Medînetü’r-Resûl veya el-Medînetü’l-münevvere adıyla anılmaya başladı.

Kaynaklarda Hz. Peygamber’in Mekke’den çıkışı, Kubâ’ya varışı ve Medine’ye girişi hakkında farklı tarihler verilmektedir. Bu konudaki rivayetlerin incelenmesi sonucunda Mekkeliler’in 26 Safer (9 Eylül 622) Perşembe günü Hz. Peygamber’e suikast kararı aldıkları, durumu öğrenen Resûl-i Ekrem’in o gece şehirden ayrılarak Sevr mağarasına gittiği, 27-29 Safer (10-12 Eylül 622) günlerini mağarada geçirdiği, 1 Rebîulevvel (13 Eylül 622) Pazartesi günü mağaradan yola çıktığı, 8 Rebîulevvel (20 Eylül 622) Pazartesi günü Kubâ’ye vardığı ve 12 Rebîulevvel (24 Eylül 622) Cuma günü Medine’ye girdiği anlaşılmaktadır.


22 Temmuz 2020 Çarşamba

Akabe Biatları


Hz. Peygamber hac ve umre için dışarıdan Mekke’ye ve ticaret için panayırlara gelenlere İslâm davetini ulaştırmak amacıyla risâletinin ilk yıllarından itibaren gayret gösteriyordu. Bunlar arasında en verimli olanı Yesrib (Medine) halkıyla kurduğu temaslardı. Peygamberliğin 11. yılı (620) hac mevsiminde Yesrib’den gelen altı kişilik bir grupla Mina’nın tenha bir yeri olan Akabe’de karşılaştı, kendilerine İslâmiyet’i tebliğ etti. Hazrec kabilesine mensup bu kişiler Müslümanlığı benimsediler. İçlerinden Es‘ad b. Zürâre Yesrib’e dönüp yeni dini hem kendi kabilesine hem de Evsliler’e anlatıp bir yıl sonra yeniden Akabe’de Hz. Peygamber’le buluşma sözü verdi. İslâm dinine büyük hizmetler ifa eden ensar zümresinin çekirdeğini oluşturan bu altı Yesribli’nin faaliyetleri sonucunda birçok kişi müslüman oldu. Ertesi yıl (peygamberliğin 12. yılı Zilhicce /Temmuz 621) onu Hazrecli, ikisi Evsli olmak üzere on iki kişi Resûlullah’la gizlice Akabe’de buluştular. Yesribliler, “Hiçbir şekilde Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık ve zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine, birbirlerine iftira etmeyeceklerine, Rasûlullah’ın emirlerine uyacaklarına” söz verip kendisine biat ettiler. Bu biat “Birinci Akabe Biatı” adıyla anılmaktadır. Hz. Peygamber Yesrib halkına Kur’an’ı ve İslâm’ı öğretmesi, henüz müslüman olmayanları dine davet etmesi ve namaz kıldırması için Mus‘ab b. Umeyr’i onlarla birlikte gönderdi. Es‘ad b. Zürâre’nin evinde misafir olan Mus‘ab’ın bir yıl içindeki faaliyetleri, Evs kabilesinin reisleri Sa‘d b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr da dahil olmak üzere Yesrib ileri gelenlerinin müslüman olmasını ve şehrin hicret yurdu haline gelmesini sağladı. Nitekim peygamberliğin 13. yılının (622) hac mevsiminde, ikisi kadın yetmiş beş Yesribli müslüman, henüz müslüman olmamışların da bulunduğu hac kafilesiyle birlikte Mekke’ye geldi. Hacdan sonra yine Akabe’de, Hz. Peygamber’le gizlice buluştu. Hz. Peygamber henüz müslüman olmayan amcası Abbas’la oraya gelmişti. Yesribliler’in kendisini şehirlerine davet etmeleri üzerine, Rasûl-i Ekrem önce Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu, kendilerini İslâm’a kuvvetli bir şekilde bağlanmaları gerektiği hususunda teşvik edici sözler söyledi. Sonra İkinci Akabe Biatı’nın şartlarını sıraladı: Hicret ettiği takdirde kendisini ve Mekkeli bütün müslümanları kendi canlarını, çocuklarını, kadınlarını ve mallarını korudukları gibi koruyacaklarına, iyi günlerde de sıkıntılı zamanlarda da kendisine itaat edeceklerine, bollukta da darlıkta da malî yardımda bulunacaklarına, iyiliği emredip kötülüğe engel olacaklarına, kimseden korkup çekinmeden hak üzere bulunacaklarına dair söz verip biat etmelerini söyledi. Yesribliler’in hepsi şartları kabul edip biatta bulundu. Rasûlullah, kendisiyle irtibat sağlayabilmeleri için aralarından on iki temsilci (nakîb) seçmelerini istedi. Onlar da dokuzu Hazrecli, üçü Evsli olmak üzere nakîblerini seçtiler. Hz. Peygamber Hazrec’ten Neccâroğulları’nın temsilcisi Es‘ad b. Zürâre’yi aynı zamanda diğer onbir temsilcinin de başkanı tayin etti. İkinci Akabe Biatı savaşla ilgili hususları da kapsadığı için “bey‘atül-harb” (savaş biatı) diye de anılmıştır. Aslında Yesrib, Kureyşliler’in aleyhine gelişmelerin olmasını sağlayacak stratejik bir mevkide bulunuyordu; kuzeyden Suriye, Filistin ve Irak’a gidecek kervanlar bu şehir civarından geçmek mecburiyetindeydi. Diğer taraftan Evs ve Hazrec kabileleri arasında 120 yıl kadar süren savaşların sonuncusu olan Buâs’ta çok kayıp verilmişti. Yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın sona ermesi ümit ediliyordu. Nitekim Hz. Âişe “Buâs, Allah’ın resûlü için hazırladığı bir gündü” değerlendirmesini yapmıştır.


20 Temmuz 2020 Pazartesi

Taiflileri İslam'a Davet


Gelişen olaylar çizgisinde Kureyşliler’in Hz. Peygamber’e karşı sergiledikleri sert davranışlar artış gösteriyordu. Esasen İslâmiyet’i tebliğ açısından Kureyşliler’e yapabilecek bir şey de kalmamıştı. Peygamberliğin 10. yılından hicrete kadar geçen süre içinde Rasûl-i Ekrem, başka insanlara ulaşıp davetine devam etmek üzere gözünü Mekke dışına çevirdi. Yanına Zeyd b. Hârise’yi alarak Sakîf kabilesinin yaşadığı Tâif’e gitti. Kabilenin ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr’in üç oğlunu, Abdüyâlîl, Mes‘ûd ve Habîb’i, ayrıca kabilenin diğer bazı önemli kişilerini İslâmiyet’e davet etti. Kureyşliler’le akrabalık ve ticarî bağlantıları bulunan Sakîfliler’den hiçbiri onun çağrısını benimsemediği gibi Hz. Peygamber’in hiç olmazsa davetini gizli tutmalarını istemesine de itibar etmedi. Ayrıca onu ve Zeyd b. Hârise’yi şehrin ayak takımına taşlattılar. Atılan taşlarla ayakları kanayan Rasûlullah’ı korumaya çalışan Zeyd’in de başı yaralandı. Tâifliler’in maddî ve mânevî eziyeti Hz. Peygamber’in Kureyşli Utbe b. Rebîa ve kardeşi Şeybe’nin bağına girmesine kadar devam etti. Bu zor anlarında Rasûlullah Rabbine sığınıp teslimiyetini ifade etmiş, onun rızâsını ve yardımını talep etmiştir. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü yemeye başlarken “Bismillâh” demesi Addâs’ın dikkatini çekince konuşmaya başladılar. Addâs Ninovalı bir hıristiyan olduğunu ifade edince Hz. Peygamber Ninova’nın Hz. Yûnus’un memleketi olduğunu söyledi. Addas, bunu nerden bildiğini sordu. Rasûlullah: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs orada müslümanlığı kabul etti.


Hz. Peygamber bir süre dinlendikten sonra Mekke’ye dönmek üzere Tâif’ten ayrıldı. Onun Mekke’ye yeniden girebilmesi için himayesine gireceği bir Kureyşli bulması gerekiyordu. Bunun için Hira dağında beklerken başvurduğu pek çok kimse talebini yerine getirmedi. Nihayet Kureyş’in kollarından Nevfeloğulları’nın reisi Mut‘im b. Adî’nin himayesine girerek Mekke’ye girebildi. Çeşitli hadis rivayetlerinde kaydedildiğine göre Hz. Âişe sonraları, hayatında Uhud Gazvesi’nden daha zor bir gün yaşayıp yaşamadığını Rasûlullah’a sormuş, o da Tâif dönüşünü hatırlatarak sözlerine şöyle devam etmişti: O zaman şaşkınlığımın hafiflediği bir sırada başımı yukarı kaldırdım, beni gölgelendiren bir bulutun içinde Cebrâil’i gördüm. Cebrâil, istediğim takdirde Mekkeliler’i helâk edecek meleğin emrime verildiğini söyledi, melek de yanıma geldi. Bense, “Hayır, istemem; ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız Allah’a kulluk eden, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler meydana getirmesini arzu ederim” diye cevap verdim.


19 Temmuz 2020 Pazar

Hüzün Yılı


Peygamberliğin 10. yılında, Hz. Peygamber’i her zaman desteklemiş olan amcası Ebû Tâlib ve kendisiyle yirmi beş yıl mutlu bir hayat sürdüğü hanımı Hz. Hatice (10 Ramazan/19 Nisan 620) üç gün arayla vefat ettiler. Onların ölümü Rasûl-i Ekrem’i ve müslümanları son derece üzdü. Bu sebeple bu yıla senetü’l-hüzn (âmü’l-hüzn, üzüntü yılı) adı verilmiştir. Ebû Tâlib’in vefatı üzerine Hâşimoğulları’nın başkanı olan Ebû Leheb, kız kardeşlerinin ısrarları sonucu, peygamberliğini kabul etmediği Rasûl-i Ekrem’in himayesini üzerine almaya rıza gösterdi. Ancak bir müddet sonra, Ukbe b. Ebû Muayt ile Ebû Cehil’in tahrikleriyle bu kararından vazgeçti. Bundan dolayı Hz. Peygamber Tâif dönüşünde bir başka Kureyşli müşrikin himayesi sayesinde Mekke’ye girebilecektir.


18 Temmuz 2020 Cumartesi

Kureyş'in Boykotu


Kureyşliler, Hamza ile Ömer’in İslamiyet’i benimseyişi ile güç kazanan Rasûl-i Ekrem’i etkisiz hale getirmeye karar verdiler; bu amaca ulaşıncaya kadar Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’yla mevcut olan akrabalığa ve hukuka riayet etmeyeceklerini söyleyip bu iki zümreyi düşman ilan ettiler; kendileriyle konuşmamaya, kız alıp vermemeye ve alışveriş yapmamaya karar verdiler; boykotun şartlarını bir kağıda yazıp Kâbe’nin duvarına astılar. Bu sosyal boykot karşısında Ebû Talib, yeğenini ve mensuplarını emniyet altına almak amacıyla Şi‘bü Ebû Talib’de (Ebû Talib mahallesinde) topladı. Hz. Peygamber tebliğ faaliyetlerini sürdürdüğü Daru’l-Erkam’dan oraya taşındı. Müşrikler safında yer almayı tercih eden Ebû Leheb ve oğulları hariç, Müslüman olsun olmasın bütün Haşimîler ve Muttaliboğulları oraya taşınıp üç yıla yakın bir süre (616-619) boykot altında yaşamak zorunda kaldılar. Hz. Hatice ile Ebû Talib bu sıkıntılı günlerde bütün servetlerini tükettiler. Ticari faaliyetlerde bulunmak, hac mevsimi ve haram aylar dışında dışarı çıkıp alışveriş yapmak mümkün olmuyordu. Müşrikler alışveriş yapılabildiği günlerde de zorluk çıkarıyor, fiyatları artırıyordu. Sonunda aralarında Ebû Talib’in kız kardeşinin oğlu Züheyr b. Ümeyye ve Hişam b. Amr gibilerinin bulunduğu bazı insaflı kimseler Kureyş’in ileri gelenlerinden Mut‘im b. Adî ve Zem‘a b. Esved ile konuşup desteklerini aldıktan sonra Ebû Talib mahallesine gittiler ve mahsur olanları oradan çıkartıp boykota son verdiler.

17 Temmuz 2020 Cuma

Habeşistan'a Hicret


Yukarıda kısaca bahsedildiği gibi İslâmiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin müslümanlara karşı tavırları da sertleşmiş, onların sözlü tepkilerine fiilî müdahaleleri de eklenmişti. Ashabının mâruz kaldığı zulüm ve işkencelere son derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen Rasûlullah, müslümanlara, dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak Habeşistan’a gitmeyi tavsiye etti. Habeşistan’ın hıristiyan kralı Ashame en-Necâşî hakimiyeti altında yaşayanlara iyi davranan adaletli bir hükümdardı. Bu duruma işaretle Hz. Peygamber ashabına şöyle buyurdu: “Şayet isterseniz Habeşistan’a gidin. Zira orada ülkesinde hiç kimseye zulmedilmeyen bir hükümdar iş başındadır. Orası bir doğruluk ve dürüstlük ülkesidir. Allah bir kolaylık verinceye kadar orada kalın.” Bu tavsiye üzerine on bir erkek ile dört kadından oluşan müslüman kafilesi, 615 yılında Şuaybe Limanı’ndan Habeşistan’a hareket etti. Kafilede Hz. Osman ve eşi Rasûlullah’ın kızı Rukıyye, Zübeyr b. Avvâm, Mus‘ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Seleme ve eşi Ümmü Seleme gibi İslâm tarihi açısından önemli isimler yer almaktaydı. İslâm’da ilk hicret olarak önem taşıyan bu gelişme Rasûlullah’ın, peygamberliğinin ilk yıllarında Afrika ile temasa geçmesini de sağlamış oluyordu. Bir yıl sonra Mekke’ye dönen Hz. Osman’ın anlattıklarından müslümanların orada iyi karşılanmış oldukları anlaşıldı. Bu sebeple ikinci bir büyük kafile Ca‘fer b. Ebû Tâlib başkanlığında Habeşistan’a hicret etmiştir. Sonuçta buraya göç edenlerin sayısı 108’e ulaşmıştır. Müslümanların sayısının gittikçe artması üzerine Kureyşliler, hicret edenlerin iadesi talebiyle Habeşistan’a bir heyet gönderdiler. Necâşî her iki tarafı da dinlemek için müslümanların temsilcilerini de huzuruna çağırdı. Habeş muhacirleri adına Necâşî ile Ca’fer b. Ebû Tâlib konuştu. Onun sözleri İslâm’ın ilk muhataplarında meydana getirdiği değişimi göstermesi bakımından önem taşımaktadır. O şöyle dedi: “Ey hükümdar! Biz Câhiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik”. Tarafları dinleyen Ashame iade isteğini reddetti.

Müslümanlar Habeşistan’da bir süre kaldılar. Habeş muhacirlerinden otuz üç kişi aşağıda bahsedilecek olan Şi‘bü Ebû Tâlib’deki boykotun sona ermesinden sonra (620) Mekke’ye döndü. Geriye kalan Habeş muhacirlerinin bir kısmı hicretten sonra, son kafile ise hicretin 7. (628) yılında kendi isteğiyle Medine’ye dönmüştür. Bu arada Kureyşliler, Bedir Gazvesi’nden sonra yeni bir heyet göndererek müslümanların iade edilmesini istemişlerse de Ashame bu taleplerini de daha önce olduğu gibi reddetmiştir.

16 Temmuz 2020 Perşembe

Açık Davetin Başlaması


Mekke’de nübüvvetin 4. yılından itibaren İslam daveti açıktan yapılmaya başlandı. Hz. Peygamber’in ilk ve en önemli muhatabı Kureyşliler oldu. Putlarını Kâbe’nin içine ve çevresine yerleştiren Kureyşliler Hz. İbrahim (as) ve İsmail (as)’den beri devam eden hac ve umre ibadetlerini de idare ediyor ve bundan dolayı diğer kabileler arasında bir imtiyaz ve itibara sahip bulunuyorlardı. Onlar Kâbe’yi ziyarete gelenlerden azami derecede faydalanmak amacıyla çeşitli kabilelerin putlarını da Kâbe ve çevresine dikmişlerdi. Aile fertlerini ve güvendiği yakın dostlarını İslamiyet’e davet etmeye devam eden Hz. Peygamber’i zor günler bekliyordu. Çünkü vahyedilen gerçekleri müşriklerden çekinmeden açıkça tebliğ etmesi kendisinden istenmiş (el-Hicr 15/94) ve en yakınlarından başlamak üzere erişebildiği herkesi uyarması emredilmişti (eş-Şuarâ 26/214). Rasûl-i Ekrem (sav) bu günlerden itibaren Mekke’nin fethine kadar yaklaşık yirmi yıl kadar sürecek olan bu çetin mücadeleye yakın akrabalarını bir ziyafete davet etmekle başladı. Kureyş’in Hâşim ve Muttaliboğulları kollarına mensup yaklaşık kırk beş kişi bu davete katıldı. Ancak yemekten sonra amcası Ebû Leheb, O'nun konuşmasına fırsat vermeden söze başlayıp “Kabilesine senin getirdiğin gibi kötü şey getiren birini görmedim” deyince davetliler dağıldı. Bu olumsuz sonuca çok üzülen Rasûlullah (sav) birkaç gün sonra bir toplantı daha tertip etti. Burada yaptığı konuşmada Allah’ın bir olduğunu, O’nun eşi ve benzerinin bulunmadığını, O’na inanıp güvendiğini belirterek davetlilerine asla yalan söylemeyeceğini açıkladıktan sonra konuşmasına şöyle devam etti: “Ben özellikle size ve bütün insanlara gönderilmiş olan Allah elçisiyim. Allah’a yemin ederim ki uykuya daldığınız gibi öleceksiniz, uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz, yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyilikleriniz karşılığında iyilik, kötülükleriniz karşılığında da ceza göreceksiniz. Cennet de cehennem de ebedîdir. İlk uyardığım da sizlersiniz.” Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib, O'nun sözlerini güzel bulduğunu ve kendisini destekleyeceğini ancak atalarının dininden ayrılamayacağını bildirdi. Diğer amcası Ebû Leheb ise akrabalarının ona engel olmasını, davetini kabul ettikleri takdirde zillete düşeceklerini, kendisini himaye ederlerse öldürüleceklerini söyledi. Bunun üzerine Ebû Tâlib, sağ olduğu sürece yeğenini himaye edeceğini ilan etti. Ebû Leheb, karısıyla birlikte Rasûl-i Ekrem (sav)’e daima muhalefet etmiş, düşmanlık göstermiş, bilhassa Mekke’ye dışarıdan gelenlerle konuşması esnasında onu takip etmiş, söylediklerini yalanlamış, O'nun bir sihirbaz olduğunu ve kabilesini birbirine düşürdüğünü söylemiştir. Bu sebeple Kur’ân’da adının geçtiği bir sûre nazil olmuş ve karısıyla birlikte cehennemlik olduğu ifade edilmiştir (Tebbet 111/1-5). Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber ve Müslümanlara düşmanlık yapanların sözlerine, fiillerine ve hatta niyetlerine dair açık ifadeler bulunmasına rağmen Ebû Leheb dışında hiçbirinin adı zikredilmemiştir.

Rasûl-i Ekrem (sav) bir gün Safâ tepesine çıkarak bütün Mekkelilere İslamiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şöyle seslendi: “ Ey Kureyşliler! Size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?” “Evet, senin yalan söylediğine şahit olmadık” cevabını alınca konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba duçar olacağınızı size haber veriyorum... Allah bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. ‘Allah’tan başka ilah yoktur’ demedikçe size ne bu dünyada ne de âhirette bir faydam dokunur ...”

Kureyş ileri gelenleri Rasûlullah (sav)’ın İslam’a davetine önceleri pek karşı çıkmamışlardı. Ancak Hz. Peygamber puta tapıcılığı eleştiren ayetleri okumaya, puta tapanların cehennemlik olduğunu ilan etmeye başlayınca mesajını büyük bir tehlike olarak görmeye, O'na karşı düşmanca tavır almaya, davetini engellemek için ellerinden geleni yapmaya başladılar. Ayrıca onlar, bir tek yaratıcının varlığına dayanan tevhid ilkesinin hâkim olması, dolayısıyla putperestliğin yıkılması halinde Arap kabileleri nezdindeki üstünlüklerinin, ticari imkân ve menfaatlerinin kaybolacağından da endişe ediyorlardı. Diğer taraftan kabile asabiyetinin tabii bir sonucu olarak atalar kültüne sahip bulunan Kureyşliler, atalarından intikal eden geleneklere büyük değer atfediyordu. Onlar için putperestlik mutlaka korunması gereken bir külttü, onlar bu hususu sık sık dile getirerek atalarının inanç ve ibadetlerinden ayrılmayacaklarını söylüyordu. Kureyşliler’in ahlâkî durumları da Son Peygamber'in davetini kolayca kabul edebilecek bir seviyede değildi. Cahiliye zihniyetinin hâkim olduğu Mekke toplumunda içki, kumar, zina, yalan söylemek gibi kötü alışkanlıkların yanında maddi güç ve kabile asabiyetine dayanan üstünlük anlayışının beslediği haksız kazanç, insanları sömürme ve ezme zihniyeti hâkim durumdaydı. Kur’ân-ı Kerîm bu çirkin davranışları eleştiriyor, insanlar arasında üstünlüğün ancak yaratana saygı, yaratılmışlara şefkatle oluşabileceğini bildiriyor (el-Hucurât 49/13), aksi davranış sergileyenlerin ahirette cezaya çarptırılacağını haber veriyordu.

Hz. Peygamber’in gittikçe taraftar topladığını, inanç ve davranışlarını eleştirdiğini gören Kureyşliler O'nu küçümsemeye ve O'na hakaret etmeye başladılar; bir süre sonra da şiddete başvurmaktan çekinmediler. Kaynaklar müşriklerin Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara uyguladıkları acımasız eza, cefa ve işkencelerden ayrıntılı olarak bahsetmektedir. Özellikle Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebû Leheb, Ümeyye b. Halef, Velîd b. Mugîre, Ukbe b. Ebû Mu‘ayt ve Hakem b. Ebü’l-As gibi azılı müşriklerin yaptığı işkenceler insanlık adına utanç vericiydi. Onların yaptıklarından en çok etkilenenler Mekke’ye dışarıdan gelmiş aileler ile köle ve cariyelerdi. Bunlar aç bırakılıyor, kızgın kumlara yatırılıyor, üzerlerine kaya parçaları konularak işkenceye tabi tutuluyordu. Bu işkencelerin en ağırını Yâsir ailesi yaşadı. Kaybolan kardeşini aramak için Mekke’ye gelen Yâsir burada Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Huzeyfe’nin himayesine girmiş ve onun Sümeyye adlı cariyesiyle evlenmişti. Bu evlilikten meşhur sahabî Ammâr b. Yâsir dünyaya geldi. Yâsir, Sümeyye ve Ammâr, ilk Müslümanlardan olup müşriklerin işkencelerine sabırla karşılık verdiler. Sonunda Sümeyye, Ebû Cehil’in acımasız işkenceleri altında can vererek İslam tarihinde ilk şehid unvanını kazandı. Yâsir de aynı gün işkence ile şehid edildi. Sağ kalan Ammâr, müşriklerin ağır işkencelerine tahammülü kalmadığı bir sırada Lât ve Uzza lehinde, Hz. Peygamber’in de aleyhinde konuşmak zorunda kaldı. Müşriklerin elinden kurtulur kurtulmaz Hz. Peygamber’in yanına giderek durumu anlattı. Ammâr’ın büyük bir sıkıntı yaşadığını gören Rasûlullah (sav) ona bu sözleri söylerken neler hissettiğini sordu. Ammâr da iman dolu kalbinde her hangi bir değişiklik olmadığını söyledi. Bunun üzerine Hz. Peygamber imanını koruduğu sürece zor durumda kaldığı için böyle davranmasında bir sakınca bulunmadığını belirterek aynı durumda kalırsa yine aynı şekilde davranmasını tavsiye etti. (Ayrıca bk. Nahl sûresi 16/106) Bilâl-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Habbâb b. Eret ve Ebû Fükeyhe gibi köleler ile Zinnîre, Ümmü Übeys, Nehdiye ve Lübeyne gibi cariyeler de inançları uğruna büyük sıkıntılarla karşı karşıya kaldılar. Köleler içerisinde İslam’ı kabul eden ilk kişi olan Bilâl-i Habeşî, özellikle efendisi Ümeyye b. Halef tarafından ağır işkencelere tâbi tutuldu. Boynuna ip takılıp çocukların eline verilmek suretiyle Mekke sokaklarında dolaştırıldı. Ümeyye b. Halef onu öğle vakti sıcak kumların üzerine yatırıp göğsüne kızgın ve büyük taşlar koyar, tek Allah’a imandan vazgeçmesini, Lât ve Uzzâ putlarına iman etmesini isterdi. Bütün bunlara karşı Bilâl ise zor nefes alır bir vaziyette “ahad!” “ahad!” (Allah birdir) diyerek imanındaki kararlılığı vurgulardı. Diğer taraftan varlıklı Müslümanlar da çeşitli eza ve cefalara maruz bırakıldılar. Mesela, Hz. Osman’a amcası Hakem b. Ebü’l-As tarafından baskı yapıldı ve malî harcamalarına kısıtlama konularak dinden döndürülmek istendi. Sa‘d b. Ebû Vakkas, annesinin direnişi ile yüz yüze geldi. Hatta bu sebeple, Allah’ı inkâra zorlayan anne-babalara itaat etmek gerekmediğine dair ayet nazil oldu (Lokman sûresi 31/15). Ebû Ubeyde b. Cerrah Müslüman olduktan sonra babasının büyük düşmanlıkları ile karşılaştı. Abdullah b. Mes‘ûd Kâbe avlusunda Allah’ın ayetlerini açıkça okuduğu için bayılıncaya kadar dövüldü. Mus‘ab b. Umeyr zengin bir ailenin refah içinde yetişmiş bir oğlu iken Müslüman olduğu için ailesinin şiddetli tepkisi ile karşılaşmış, hiçbir maddi ihtiyacı karşılanmadığı gibi elbiseleri bile elinden alınmıştı. Gifâr kabilesinden Ebû Zer, Müslüman olduğunu açıkladığında müşrikler tarafından üç kere bayıltılıncaya kadar dövüldü. Mekke’de itibar sahibi olan Hz. Ebû Bekir, açıkta namaz kılması ve duyulacak şekilde Kur’ân okunması yasaklandığı için, evinin bahçesine kalın duvarlarla örülü bir mescid yaptırarak ibadetlerini orada yapmaya başlamıştı. Bunların ötesinde bizzat Hz. Peygamber’in geçtiği yollara pislikler ve dikenler atılmış, evi taşlanmış, hatta namaz kılarken üzerine deve işkembesi atılarak secdede boğulmak istenmişti. Bilhassa amcası Ebû Leheb ile Ebû Süfyân’ın kızkardeşi olan karısı Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’e çok sıkıntı verdiler. Ümmü Cemîl, Hz. Peygamber’in kızları ile evli olan iki oğluna baskı yaparak boşanmalarını sağlamıştı. Bunun üzerine Ebû Leheb hakkında aşağıdaki sûre nazil olmuştur: “Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da! Malı ve kazancı kendine fayda vermedi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır o! Karısı da boynunda ip olduğu halde odun taşıyarak ateşe girecektir." (Tebbet sûresi 111/1-5)

Müşriklerin baskı ve tehditleri, eza, cefa ve işkenceleri Müslümanları dinlerinden çevirmek şöyle dursun, onların imanlarını daha da kuvvetlendirmekteydi. Allah yolunda Müslümanların katlandıkları sıkıntılar, mücadele azimlerini artırmakta ve imanın ne kadar kıymetli bir hazine olduğunu göstermekteydi. İnsanın zihnine ve gönlüne hitap eden Kur’ân’ın etkileyiciliği karşısında ne yapacaklarını şaşıran Kureyşliler aleyhte birtakım sözler yaymaya başladılar. Hz. Muhammed (sav)’in kâhin, mecnun veya şair olduğunu, getirdiği Kur’ân’ı bir Hıristiyandan öğrendiğini ve bu kitabın bir büyü veya eskilerin masalı olduğunu ileri sürdüler. Fakat Hz. Peygamber’e indirilen ayetler ve ilahî beyanlarla sürekli olarak müşriklerin bu gerçek dışı iddiaları çürütüldü.

Kureyşliler, Hz. Muhammed (sav)’in İslam’a davet faaliyetlerine engel olması amacıyla amcası Ebû Tâlib ile ayrı ayrı zamanlarda üç defa görüştüler. Ebû Tâlib birinci müracaatı yatıştırıcı ve gönül alıcı bazı sözlerle savuşturdu. İkincisinde Kureyşliler tehdit edici ifadeler kullanınca Rasûlullah (sav)’ı çağırdı ve kabilesine karşı daha fazla direnemeyeceğini söyledi. Amcasının kendisini artık himaye etmeyeceğini düşünen Hz. Peygamber, “Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime ayı da sol elime verseler hiçbir şey değişmez, Allah bu dini üstün kılıncaya kadar çalışacağım veya bu uğurda öleceğim” şeklinde kararlı bir cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Tâlib yeğenini, “Git istediğini söyle, Allah’a andolsun ki seni asla onlara teslim etmeyeceğim” sözleriyle teselli etti. Kureyşliler üçüncü defa başvurularında Ebû Tâlib’e şöyle bir teklif sundular: “Yeğenini bize teslim et, onun yerine Velîd b. Mugîre’nin oğlu Umâre’yi sana evlât olarak verelim.” Ebû Tâlib bu teklifi şiddetle reddetti. Bu arada bazı Kureyşliler bizzat Hz. Peygamber’le görüşüp O'nu davasından vazgeçirmeye çalıştılar. Meselâ Utbe b. Rebîa Hz. Peygamber’e gelerek “... Şayet maksadın zengin olmaksa sana mal mülk verelim. Makam ve itibar peşindeysen seni başımıza yönetici yapalım” dedi. Hatta daha da ileriye giderek “Eğer ruhsal bir rahatsızlık sonucu böyle davranıyorsan seni tedavi ettirelim” şeklinde teklifte bulundu. Utbe sözlerini bitirdikten sonra Hz. Peygamber Fussılet sûresinin ilk âyetlerini okuyarak (Fussılet 41/1-6) Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber olduğunu söyledi. Utbe âyetlerden ve Hz. Peygamber’in sözlerinden etkilenmekle birlikte Müslümanlığı kabul etmedi.

Hamza b. Abdul Muttalib ve Ömer b. Hattab'ın Müslüman Oluşu

Mekke dönemindeki tebliğ faaliyetleri sırasında iki kişinin Müslüman olmasının ayrı bir önemi vardır. Onlardan biri Hz. Peygamber’in amcası Hamza diğeri de Ömer b. Hattâb’dır. Nübüvvetin 6. (616) yılında, Ebû Cehil ve adamlarının Rasûlullah (sav)’a hakaret ettiğine şahit olan bir cariye, gördüklerini, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeye gelen Hamza’ya anlattı. Öfkeye kapılan Hamza elindeki yay ile orada bulunan Ebû Cehil’in başına vurdu, ardından “İşte ben de Muhammed’in dinini benimsiyorum, cesareti olan varsa gelsin dövüşelim” diyerek Müslümanlığını ilan etti. O sırada Dârülerkam’da bulunan Hz. Peygamber amcasının Müslüman oluşuna çok sevindi. Tebliğ faaliyetlerini yürütürken Müslümanların karşılaştığı zorlukları hafifletmek için büyük gayretler gösteren Hz. Peygamber, aynı zamanda İslam’ın zaferi için bazı güç ve nüfuz sahibi şahsiyetlere hidayet nasip etmesi için Rabbine niyazda bulunuyordu. Bu şahsiyetlerden biri de Ömer’di. İbn İshak’ın naklettiğine göre Ömer bir gün Hz. Muhammed (sav)’i öldürmek üzere evinden çıkmış, yolda kız kardeşi Fâtıma’nın da İslamiyet’i benimsediğini öğrenince önce onun evine gitmiş, Tâhâ suresinin ilk ayetlerini okuduklarını duyunca eniştesini ve kız kardeşini dövmüştü. Fâtıma’nın kararlılığını ve kanlar içinde kaldığını görünce pişmanlık duyarak okudukları sayfaları istemiş, Tâhâ ve Abese suresinin ilk ayetlerinin etkisi altında kalarak Dârülerkam’da bulunan Rasûl-i Ekrem (sav)’in huzuruna çıkıp Müslüman olmuştu. Ömer’in Müslüman oluşuna tekbir getirerek karşılık veren Hz. Peygamber’in yanısıra orada bulunanlar da tekbir getirdi ve hep beraber Dârülerkam’dan çıkıp Kâbe’ye gittiler.