19 Şubat 2018 Pazartesi

Allah’ın (cc) Kelimesi Yücelsin Diye!

 Bu derste Muhammed Emin Yıldırım hocamız, ‘İ’lâ-yi Kelimetullah’ ifadesinin üzerinde ciddi bir şekilde durarak, bizlere çok önemli mesajlar verdi.

Dersten Cümleler

“Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına: ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi. Ve kâfir olanların kelimesini/sözünü alçalttı, alçak kıldı. Allah’ın kelimesi/sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe Süresi, 40)

Bir davanın sahibi Allah (cc) ise kim o davayı durdurabilir ki?

Küfrün kelimeleri bütün dünyayı kaplasa bile alçaktır, değersizdir.

Küfrü alçaltan Allah (cc) olduğu için onu yüceltecek hiçbir güç yoktur.

Allah’ın (cc) kelimesi zaten yücedir, hiçbir beşer ona yücelik adına bir şey kazandıramaz.

Allah’ın (cc) kelimesi zaten yüce olduğu için, o kelimeye az yada çok hizmet eden yücelir.

Eninde, sonunda yükselecek olan kelime/dava, sadece ve sadece Allah’ın (cc) kelimesidir/davasıdır.

Cenneti yüreğinde taşımaya başlarsan, dünya cehennem olsa ne yazar!

Ebû Musa el-Eş’ârî naklediyor, diyor ki:
“Biz Resulullah (sas) ile beraber oturuyorken Medine dışından bir adam yani bir bedevi geldi ve şöyle bir soru sordu: ‘Ya Resûlullah! Bir adam, bir savaşa ganimet elde etmek için çıksa, bir diğeri başkaları tarafından övülmek, anılmak, taltif görmek için çıksa, bir başkası mevki, makam, şan için yani kendi konumunu yüceltmek için çıksa ve bunlar için cihad etse, bunların hangisi Allah yolundadır?”

“Her kim sadece ve sadece Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye savaşırsa, onunkisi Allah yolundadır.”
(Buharî, Kitâbü’l-Cihâd, 16; Müslim, Kitâbü’l-İmâret, 42)

Abdullah b. Abbas (ra) naklediyor, diyor ki:
“Bir adam geldi ve Resûlullah’a (sas) şöyle dedi: “Ya Resûlullah! Ben öyle bir yerde duruyorum ki hem Allah’ın rızasını çok ama çok istiyorum, hem de yaptığım hizmetlerin başkaları tarafından görülüp takdir edilmesini istiyorum.” 

Hz. Peygamber (sas) cevap olarak şu ayeti okudu:
“Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih ameller işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.”
(Kehf, 110)

Şirkü’l-Asğar/Küçük Şirk yada Şirkü’l-Hafî/Gizli Şirk…

‘Ey Cübeyr! Bugün biz Allah’a kul olmayı terk eden bir topluluğun nasıl zelil bir duruma düştüğünü gördük. Korkarım ki yarın kulluğu gerçek manada yerine getiremeyelim de onların durumuna düşen biz olalım.”

Abdullah b. Abbas, ‘İ’lâ-yi Kelimetullah’ın La ilaha illallah Kelime-i Tayyibesi’ olduğunu söyler.

İ’lâ-yi Kelimetullah bir Müslüman için ne ifade eder?

1. İ’lâ-yi Kelimetullah, davaların en mukaddesidir.
2. İ’lâ-yi Kelimetullah, sevdaların en yücesidir.
3. İ’lâ-yi Kelimetullah, hedeflerin en yükseğidir.
4. İ’lâ-yi Kelimetullah, amellerin en bereketlisidir.
5. İ’lâ-yi Kelimetullah, hayallerin en güzelidir.

İ’lâ-yi Kelimetullah’ı bizler nasıl yüceltebiliriz?


1. Selim bir niyet, derin bir safvet ve engin bir sükûnetle
2. Büyük bir şefkat, eşsiz bir merhamet ve fevkalade bir fedakârlıkla
3. Doğru bir usul, düzgün bir üslup ve kuşatıcı bir lisanla
4. Güçlü bir iştiyak, sağlam bir hamiyet ve yakışır bir heybetle
5. Sarsılmaz bir istikamet, devamlı bir istikrar ve daimi bir istiğnayla

Üç sahabî efendimiz üzerinden örneklendirme:

Ukbe b. Âmir
Ukbe b. Nâfi
Abdullah b. Huzafe

Ukbe b. Âmir, Resulullah’ın (sas) mübarek lisanından bizlere 55 tane hadis rivayet etmiştir.

“Kim güzelce abdest alırsa, günahından temizlenerek annesinden yeni doğmuş gibi olur.”
(Müslim, Tahâret, 33;Nesâî, Tahâret, 84)

“Kim Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ölürse, Allah ona cennet kapılarını açar. O da istediği kapıdan cennete girer. Cennetin sekiz kapısı vardır.”

“Ey Allah’ın Resûlü! Anam babam size feda olsun! Niçin benden yüzünüzü çeviriyorsunuz?”dedim. Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Sence bir kişinin istifadesi mi daha kıymetli, yoksa 12 kişinin mi?” buyurdu. Hatamı anladım, hemen kalkıp; develerin başına doğru koştum.” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 9/307)

“Allah’ım! Eğer karşıma şu uçsuz bucaksız denizi çıkarmasaydın, senin yüce olan adını, gidebileceğim en son noktaya kadar götürecektim!”
Ukbe b. Nâfi, uzun bir ömrü olduğu için, Hicri 62’de vefat emiştir; birçok sefere ve cihada katılmıştır.

“Ey Allah’ın yarattığı hayvanlar! Bizler Resulullah’ın ashabıyız. Allah’ın yüce olan kelimesini gidebileceğimiz en son noktaya kadar götürmekle mükellefiz. Çekilin önümüzden, bize engel olmayın ki vazifemizi yerine getirelim.”

Abdullah b. Huzafe: “Değil bütün Bizans topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dinimden dönmem!” Kral: “Öyleyse öldürüleceksiniz!” dedi. Hz. Abdullah ise: “Buna gücünüz yetebilir. Ama imanımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!” diye cevap verdi.

“Ben korkumdan ağlamış değilim. Biz Müslümanlar, Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın sebebi şudur ki, şimdi şehit olup gideceğim. Keşke beni bir tane değil, bin tane canım olsaydı ve her gün birini Allah yoluna kurban verseydim.”

Hz. Abdullah, başından geçenleri gözyaşları içerisinde Halife Hz. Ömer’e anlattı. Hz. Ömer, Abdullah’ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben: “Abdullah, kralın başından öperek 80 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesile olmuştur. Onun için, Abdullah’ın başından öpmek, her Müslüman’a bir vazifedir. İşte ilk önce ben öpüyorum!” dedi ve başından öptü.
(İbn Esir, Üsdü’l-Ğabe, 3/142; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/297)

Ebû Said el-Hudri (radiyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize ikindi namazı kıldırdı. Sonra bir hutbede bulundu. Bu hutbede, Kıyamet vaktine kadar olacak birçok şeyi bize haber verdi. Bunu belleyen belledi, unutan unuttu. Söyledikleri arasında şunlarda vardı:“Dünya caziptir, tatlıdır. Allah sizi buraya halife olarak göndermiştir, nasıl amel edeceğinize bakmaktadır. Aman uyanık olun, dünyadan kaçının, kadından kaçının. Aman uyanık olun! İnsanlardan korkarak hakikati gizlemeyin; korkarak hakikatin üstünü örtmeyin.”

Tam burada rivayeti aktaran ravi diyor ki: Ebû Said el-Hudri ağladı ve sonra sözlerine devam etti: “Vallahi öyle şeyler gördük ki, korktuk. Resûlullah’ın söyledikleri arasında şu da vardı: “Haberiniz olsun! Kıyamet günü, her bir vefasız için vefasızlığı nispetinde bir bayrak dikilecektir. Devlet reisinin/Müslümanların başındaki idarecinin vefasızlığından daha büyük bir vefasızlık olmayacaktır. Onun bayrağı hemen yanı başına dikilecektir.”

Ebû Said el-Hudri devam ediyor, diyor ki: “O günkü işittiklerimizin arasında şunlarda vardı: “Resûlullah (sas) dedi ki: “Haberiniz olsun! İnsanoğlu çok çeşitli tabakalar halinde, farklı farklı yaratılmıştır: Onlardan kimi vardır; Mü’min olarak doğar, Mü’min olarak yaşar, ama kâfir olarak olur. Kimisi vardır, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar, ama mü’min olarak ölür. Kimisi de vardır ki, kâfir olarak doğar, kâfir olarak yaşar ve yine kâfir olarak ölür.”
(Tirmizi, Fiten, 26)


Videoyu izlemenizi tavsiye ederim:

http://www.siyervakfi.org/allahin-cc-kelimesi-yucelsin-diye-cihad-ahlaki/

18 Şubat 2018 Pazar

Vazifesi Sahabe Mesleği Olan Bir Alim

Dersten başlıca notlar:

“Salihlerin anıldığı meclise rahmet yağar.”
(Müsned, Ahmed b. Hanbel)

Alimler peygamberlerin varisleridir. Biz hangi alimden bahsedersek bahsedelim bir verasetten bahsederiz. Cenab-ı Hak 14 asırlık zaman içerisinde çok alim nasip etti. Alimler bizim yolumuzu aydınlatan rehberlerdir.

Sahabeden çok alim vardır. Bunlar da kendilerinden sonra gelen Tabiin nesline sancağı devrettiler. Onların arkasından gelen Etbai Tabiin nesli de tabiin neslinden aldı ve bu sancak günümüze kadar geldi.

“Bir alimde olması gereken vasıflar” dediğimiz zaman 5 kavram çıkar karşımıza. Alim, sadece malumat sahibi kişi demek değildir.

1. Haşyet: Eğer haşyet olmazsa gerçek manada alimlikten bahsedilemez.
2. Celâdet: Alime celadet yakışır. Hakkı haykıracağı yerde hiç korkmadan haykıracaktır.
3. Salâbet: Rüzgâr ne kadar eserse essin sarsılmadan durabilendir. İstikamet çizgisini koruyabilmektir. Bu ancak salâbetle olur.
4. Verâset: Rasûlullah’tan (sav) aldığı dini, büyük bir sadakatle, en ufak taviz vermeden kendinden sonraki nesle aktarır.
5. Zürriyet: Zürriyet deyince günümüzde salt manada anlaşılan “nesil” manası aklınıza gelmesin. Onlarca evlenmemiş alim vardır. Biz onlarca evlenmemiş alim biliyoruz ki zürriyeti devam etmiş. Onlara hakikat adına bağlanmışsanız maneviyat adına onun evladı sayılırsınız.

Unutmayalım ki Kur’an-ı Kerim bize ilaçları verir, Hz. Peygamber (sas) hangi ilacın hangi hastalığa iyi geleceğini gösterir, Sahabe (ra) o ilaçlar kullanılarak nasıl iyileşeceğini öğretirler. Alimler de bunu öğrenip, kavrayıp bize aktarırlar.

Gelin bir zamana gidelim. Osmanlı son zamanları, İslam adına ümitlerin tükendiği bir zamandır. “Şu istikbal-i inkılabat içinde en gür seda İslam’ın sedası olacaktır” nidasını haykırabilmiştir. Sadece ümitler yeşersin diye değil ilerde gerçekleşecek bu hakikati aktararak mesleğini sahabe mesleği olduğunu haykırır.

Sahabeyi Üstad bize 3 kavramla anlatır. Bu üç kavram şunlardır.
İnsibağ: Boyalanmak. Allah Resulünün (sas) elinde olan vahiy fırçasıyla, Allah’ın boyasıyla boyalanmaktır.
İn’ikas: Yansıtmak. Peygamber, dünyasında neyi yaşamışsa bize yansıtırlar. O aynaya bakarsanız peygamberin yaşantısı görülür. İdeal kulluğu biz onlardan öğreniriz.
İnzicab: Coşmak. Kur’anla, vahiyle muhatap olduktan sonra coştuklarında, atlarına binerek “Davam! Davam!” diyerek kendilerini dahi unutarak koşmuşlardır.

Sahabe mesleği deyince ne anlıyoruz?

1. Sahabe mesleği davaların en büyüğü olarak kendine iman davasını seçen bir meslektir. Allah Resulünün (sas) davası, Risâlet davasıdır. İman hakikatlerinin muhataplara aktarılma davasıdır. Eğer bizim davamız bu değilse sahabeyle bizim bağlantımız kesilmiştir. Bütün mesele iman hakikatlerini duyurma meselesidir. Onun davası da risalelerdir. İman hakikatleri adına bilgileri ihtiva eder.

2. Sahabe mesleği, kurtulma derdi olduğu için kurtarma adına çırpınmayı kendine asli iş olarak belirleyen bir meslektir. Sahabeler bu dini aldıktan sonra birçoğu bir daha Medine yüzü görmediler. İlâ’yi Kelimetullah’ı yayma adına dağıldılar. Öylelerini okuyoruz ki küfür toprakları olan uç topraklarda vefat etmişlerdi. 124 bin sahabe içerisinde sadece 10 bininin Medine’de metfun olduğunu bilsek, bu meselenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu görürüz. Şahıs bu davayı aldığı zaman önce kendini kurtarmak adına çalışır ve hemen arkasından başkalarını kurtarma adına çırpınmaya başlar. “Karşımda müthiş bir yangın var içinde evladım yanıyor.” Şu an yeryüzünde onlarca insan ölüyor. Biz, onlar iman hakikatleriyle buluşmadığı için sarsılmıyorsak bu işin anca dedikodusunu yapmış oluruz.

3. Sahabe mesleği; hiçbir olumsuzluğa takılmadan, bahanelere sarılmadan, çölde gül yetiştirme derdini kendine dert olarak edinen bir meslektir. Bahanelere sarılırsak Allah o bahanelere bizi mahkum eder. Eğer biz hedefimize kilitlenirsek Allah karşımızdaki dağları vadi yapacaktır.

4. Sahabe mesleği, her durumda müspet hareketi korumaya çalışan, şartlara göre değil usule göre hareket etmeyi kendine temel esas olarak kabul eden meslektir. Efendimiz (sas) bize doğru işi doğru zamanda yapmayı öğretir. Üstadın da hayatının gayesinde Medreset’üz-Zehra hayalini kuruyor çünkü o günün doğru işi buydu. Medreset’üz-Zehra’yı sadece binadan oluşan bir medrese olarak hayal etmeyin. Medreset’üz-Zehra hayali gerçekleşmiştir. Arapçayı vacip, Türkçeyi Lazım, Kürtçeyi caiz kabul eden bir eğitim modelini karşımıza çıkarıyordu. Düşünün bu proje bugün hayat bulsaydı terör belası karşımıza çıkar mıydı?

5. Sahabe mesleği, dünyevi hiçbir beklentiye girmeden hizmet burada, ücret orada ilkesini kendine en büyük ilke telkin eden bir meslektir. Sen Risâlet davası diyorsan gönülde iki sevda olmaz. Birileri “ne güzel koştu” desin diye, birileri “ne güzel konuşuyor” desin diye hareket edersen ücretini burada almış olursun. Bu riyadır ve Allah Resulü (sas) buna küçük şirk demiştir. Risalelerin sahibi de bu ufku yakalayarak “Ben beni beğenmiyorum, beni beğeneni de beğenmiyorum” diyor. Dünyaları değiştirmek isteyen adam olmak istiyorsan dünyadan hiçbir şey beklememen gerekiyor. Eğer böyle olursanız sahabilerle aynı mesleği paylaşmış olursunuz.

Üstadın 82 yıllık ömrünü şöyle özetleyebiliriz.
Mesleği; Sahabe mesleği
Hayali: Medresetü’z Zehra
Davası: İman hakikatleri
Derdi: Milletinin selameti
Dünyası: Sırtındaki bohçası
Menheci: Suffa mektebi
Ahlakı: Peygamber ahlakı
Akıbeti: Meçhul bir kabir
Terekesi: Milyonlara varan bir iman hizmetidir.


17 Şubat 2018 Cumartesi

Akıbet Karartan Hâl, Küçük Şirk; Riya - Muhammed Emin Yıldırım

Muhammed Emin Yıldırım Hocamız, iman ahlakının önemli bir bahsi olan ve Hz. Peygamber’in (sas) küçük şirk diye isimlendirdiği riya hastalığını anlattı. “Akıbet Karartan Bir Hâl Küçük Şirk Riya” başlığında bu manevi hastalığın muhtevası, sebepleri ve tedavisi üzerinde durdu.

Dersten Cümleler

Nefis, insanın içindeki tağuttur.

Şirkin çeşitleri:
1. Şirk-i istiklâl
2. Şirk-i teb‘îz
3. Şirk-i takrîb
4. Şirk-i taklîd
5. Şirk-i esbâb (Yeni İlm-i Kelâm, c. 2, s. 102-103)

Muhtevasına göre şirkin çeşitleri:
1. Hâkimiyet Şirki
2. Velayet Şirki
3. Tevessül / Vesile Şirki
4. İstiğaze / Yardım Dilenme Şirki
5. İtaat Şirki

Türleri açısından şirk:
1. Büyük Şirk
2. Küçük Şirk
Yada;
1. Açık Şirk
2. Gizli Şirk

Hüküm açısından büyük ve küçük şirkin farkları:

1. Büyük şirk kişiyi dinden çıkartır. Küçük şirk ise kişiyi dinden çıkartmaz.
2. Büyük şirk, kişinin ebedi olarak cehennemde kalmasına sebeptir. Küçük şirk ise kişinin cehenneme girse dahi ebedi olarak kalmasına sebep olmaz.
3. Büyük şirk bütün iyi amelleri boşa çıkartır, küçük şirk ise bütün amelleri boşa çıkartmaz. Sadece küçük şirkin karıştığı ameli yahut ta sadece dünya için yapılan ameli boşa çıkartır.
4. Büyük şirk sebebiyle can ve mal mubahtır, ama küçük şirk sebebiyle bunlar mubah olmaz.
5. Büyük şirk koşan bir kimse ile müminler arasında katıksız bir düşmanlık gerekir; Müminlerin böyle bir kimseyi sevmeleri ve onu veli edinmeleri caiz değildir.

Mahmud b. Lebid (ra) isimli sahabî efendimizin bize naklettiği bir hadis…

“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir.”
Ashab-ı Kiram dediler ki: “Ya Resûlallah! Küçük şirk nedir?”
Resûlullah (sas) buyurdular ki: “Riyadır. Başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allahu Teâla, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: “Ey Riyakarlar! Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?”
(Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c.5, s. 428)

“Riyanın en azı bile şirktir.”

Şeddad b. Evs isimli sahabi efendimiz naklediyor. Efendimiz (sas) bir gün şöyle buyurdu: “Ümmetim hakkında iki şeyden korkuyorum: Gizli şirk ve gizli şehvet.” Sahabe, dehşete kapıldı ve sordu: “Ey Allah’ın Resulü! Senden sonra ümmetin Allah’a ortak mı koşacak?” Efendimiz (sas) buyurdular ki: “Evet, ama onlar Güneş’e, Ay’a, taşa ve puta tapmayacaklar. Fakat amelleri ile gösteriş yapacaklar!” (Ahmed b. Hanbel, el- Müsned, c. 4, s. 124)

İffet, hududullaha riayet ederek yaşamaktır.

Riya, sözlükte “görmek” anlamına gelen “re’y” kökünden türeyen, “gösteriş” manasına gelen bir kelimedir.

“Dünyada en aziz şey ihlastır; riyayı kalbimden söküp atmak için ne kadar çok gayret ediyorum. Buna rağmen riya kalbimde, başka bir renkte bitmektedir.” Yusuf b. Hüseyin Kirmastî (ö. 900/1494)

Üç soruya cevap aranmalı:
1. Kur’an ve Hadisler ışığında Riya nedir?
2. İnsan neden riya hastalığına kapı açar?
3. Bu sinsi hastalıktan kurtulma yolları nelerdir?

Bakara Sûresi 264, Nisa Sûresi 38, Enfal Sûresi 47, kavram olarak; Nisa Sûresi 142, Maun Sûresi 107 ise fiil olarak riyayı doğrudan ele alır.

Kur’an ve Hadisler ışığında Riya nedir?
1. Riya, güzeli çirkin; tayyibi habis yapan bir ameldir.
2. Riya, “debîbü’n-neml/geceleyin yürüyen karıncanın ayak izi” gibi, gizli ve sinsi bir hastalıktır.
3. Riya, fıska, nifaka ve küfre insanı düşüren bir felakettir.
4. Riya, ‘desinler, demesinler, dediler, demediler, diyecekler’ şeklinde hayatı yaşamaktır.
5. Riya, Allah’ın (cc) hukukunu korumamak ve haddi aşmaktır.
6. Riya, basit ve küçük karşılıklara talip olup, değerli ve büyük mükâfatları kaybetmektir.
7. Riya, Allah’tan başkasının hoşnutluğunu kazanma düşüncesiyle, amelde ihlası terk etmektir.
8. Riya, iç-dış uyumsuzluğu; kalp-dil çatışması, ruh-madde ayrışmasıdır.
9. Riya, mutlak manada kurtuluşun, akıbetin hayr ile neticelenmesinin en büyük manisidir.
10. Riya, Allah’ın yapılan amelleri sahibinin yüzüne çarpıp, kabul etmeyeceği bir durumdur.

“Malını gösteriş için harcayan insanın durumu “safvanın aleyhi turab” üzerinde biraz toprak bulunan büyük bir kayaya benzer. (Dışarıdan bakan o toprağa aldanarak, o kayayı verimli bir arazi zanneder.) Ama üzerine biraz yağmur isabet edince o yağmur toprağı alır götürür, geriye sadece kaya kalıverir.” (Bakara Sûresi, 2/264)

“Rabbim şöyle ferman buyurdu: “İşlediği bir amelde benden başkasını bana ortak koşan kişiyi de, onun şirkini de reddederim/asla kabul etmem!” (Müslim, Zühd, 46; İbn Mâce, Zühd, 21)

İnsan neden riya hastalığına kapı açar?
1. İman zaafiyeti
2. Takdir edilme isteği
3. Tenkit edilme korkusu
4. Menfaat elde etme arzusu
5. Elindekileri kaybetme endişesi

Bu sinsi hastalıktan kurtulma yolları nelerdir?

1. İhsan ve İhlas ile örülü bir kulluk
2. Muhasebe ve kalp ayarına dikkat edilen bir bilinç
3. Beklentisiz ve pazarlıksız bir hayat
4. Salih ve sadıklarla beraber olunan bir meclis
5. İltica ve dua ile süren bir yürüyüş

“Riyanın Devası İhlas, İhlasın Kaynağı İhsan”


“Allah’ım! Beni halkın nazarında üstün/büyük, kendi nazarında alçak/küçük eyleme” (Müslim, Zühd, 14; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 174)

“Teveccüh-ü nâs istenilmez, belki verilir. Verilse de onunla hoşlanılmaz. Hoşlansa ihlâsı kaybeder, riyaya girer.” (Bediüzzaman, Lem’alar)

Akıllı adam, dünya ile tatmin olmayan adamdır. Akıllı adam, mükâfatını, ecrini, ücretini, ahirete bırakan adamdır.

“Ya Resulullah! Bir adam hayır adına bir iş yapsa ve bunun üzerine halk onu övse, ona teveccüh gösterse böyle bir adam hakkında ne buyurursun?”

Efendimiz (sas) dedi ki: “(Beklenti içerisine girmeden) Aldığı bu tarz karşılıklar o müminin acil müjdeleridir, yani dünyada aldığı bahşişlerdir.”
(Müslim, 2642)

“Ey insanlar! Şirkten/riyadan kaçınınız, çünkü o karıncanın taş üzerinde bıraktığı izden daha gizlidir!”

“Ey Allah’ım! Bildiğimiz halde şirk koşmaktan sana sığınıyoruz. Bilmediklerimizden ötürü de senin affını talep ediyoruz! deyin” buyurdu.”
(Ahmed, el-Müsned, c. 4, s. 403)

Uhud’dan bir tablo: Abdullah b. Cahş ve Kuzman b. Haris

Videoyu dinlemenizi tavsiye ederim:
http://www.siyervakfi.org/akibet-karartan-bir-hal-kucuk-sirk-riya-muhammed-emin-yildirim/

Şehitliği ne zannediyoruz?


Şehitlerin gerçekte ölmediklerini, bu dünyanın sıkıntılarından uzak, nimetler içerisinde yaşamakta olduklarını Kuranıkerim söylüyor ve bu kadarını herkes biliyor (Bkz. Âl-i İmran 171-72). Demek ki, şehitler bizim bildiğimizden başka bir varlık düzeyinde hayatlarını sürdürüyorlar..


..Allah yolunda, iyi bir niyetle ve savaşırken ölen şehit yıkanmaz, üzerindeki kanlı elbisesi çıkarılmaz ve öylece defnedilir. Çünkü o şehadetle öyle arınmıştır ki, kimsenin onu temizlemesine ihtiyacı yoktur. Hem hakikaten hem de ona uygulanacak hükümler bakımından, yani hükmen şehit budur. Ama böyle kanlı elbisesiyle defnedilmediği halde Allah katında şehit derecesini kazanan başka şehitlerin olduğunu da yine Resulüllah (sa) haber vermektedir. Mesela ‘karın ağrısı, taun (veba, kolera, verem, kanser) göçük altında kalma, yırtıcı hayvanlarca parçalanma, suda boğulma, yanarak ölme, doğum yaparken ölme’ gibi sebeplerle ölenlerin de şehit sevabı alacağı bildirilmiştir. Bu ölümlerin şehitlik vesilesi olmasının hikmeti, Allahualem, şudur: Eskiden bunlara müptela olanların öleceği kesin görülüyordu. Bugün için kanseri düşünelim, yakalanan birisi artık adım adım ölüme gittiğini bilmektedir ve dünya onun gözünde küçüldükçe küçülmektedir. Yanı başındaki herkes hiç ölmeyecekmiş gibi yiyip içip eğlenirken o her an ölümü beklemekte ve eğer Allah’a imanı varsa günahlarını hatırlayıp onlardan sürekli bir tövbe hali yaşamaktadır. Bu hal onda günahtan eser bırakmaz ve şehit sevabına denk sevap alır. Nitekim Resulüllah’a bir gün şehidin neden kabrin fitnelerine maruz kalmayacağı sorulduğunda o şöyle buyurmuştu: ‘Savaşırken başının üzerindeki kılıç şakırtıları fitne olarak ona yeter de ondan’. Yani o ölümün ayak seslerini her an duymaktadır. Bu tür hastalıklar da böyledir. Ölümle boğuşma insanı ölmeden önce temizler. Onun için Resulüllah Efendimiz (sa) ‘lezzetleri darmadağın eden ölümü çok hatırlayın’ (Tirmizî, sahih-l) buyurmuştur. Bugün bize şehit olmanın, Allah yolunda ölmenin çok zor gelmesi, dünyaya dalmış olmamız ve ölümü hatırlamak istememizdir.

Şehitlikle ilgili olarak şunları da bilmeliyiz:

Şehit olmayı candan isteyen birisinin, yatağında iken ölse bile şehit olarak öleceğini yine Resulüllah haber verir (Müslim)...


..Şehit için yine buyurulur ki, ‘vefat edip cennetteki yerini gördükten sonra, dünyanın tamamı bile kendisine verileceği söylense dünyaya tekrar dönmek isteyen kimse olmaz. Ama şehit öyle değildir. O şehitlikle elde ettiği karşılığı görünce onlarca kez dünyaya dönüp her seferinde şehit olarak ölmeyi arzular’ (Buhari, Müslim)...

Yazının tamamı için:


16 Şubat 2018 Cuma

Evlatlık almak


Soru:
Çocuğu olmayan bir aile evlatlık alma niyetinde, kadın 50 yaşına geldiğinde çocuk ergenlik çağına girmiş olacak. O yaşta, aldığı çocuğun kendisine mahrem olup olmayacağını merak ediyor ve ona göre çocuk alacaklar.

Cevap:
Evlatlık almak ancak bir çocuğu himaye altına alıp ona bakmak, yetiştirmek, kol kanat germek, ölmeden ona mal bağışlamak... mânasında olur. Çocuğun kendi ana babası ile soy ilişkisini keserek kendi kütüğüne kaydettirmek ve mirasçı kılmak mânasında evlat edinmek caiz değildir.
Sevgili Peygamberimiz, özellikle yetimlerin himaye altına alınmasını teşvik etmişlerdir. Çok çocuklu ve yoksul ailelerin çocukları için de bu teşvik geçerlidir.
Himaye altına alınan, aile içinde bakılan, yetiştirilen çocuk (nikah düşmeyecek kadar) yakın akraba değilse yabancıdır, namahremdir. Erkek veya kız olma durumuna göre ev içinde örtünme, başbaşa kalmama, dokunmama gibi sınırlara riayet edilmesi gerekir.


İmanın tabiatı ve haber-i vahidin akidedeki yeri meselesi-Faruk Beşer


Meselenin esası şu: Sahih olsa bile tevatür derecesine ulaşmayan hadislerle bildirilen şeylere iman etmek gerekli midir? ...

..İman bir kesin bilgi meselesidir. Şüphe ile iman olmaz. Kesin bilgi ya akılla oluşur; bir şey parçalarından büyüktür, ikinin yarısı birdir gibi. Ya duyularla oluşur; şu çiçek sarıdır, şu da kırmızıdır gibi. Ya da yalan olma ihtimali bulunmayan haberlerle oluşur. Bizde bunlara bilginin kaynağı değil, yolları ya da vasıtaları denir. İlk ikisi imanın değil, aklın, bilimin ve tecrübenin alanıdır. Dinin asıllarını, usulü’d-dini ve imanı öğreten bilgi ise üçüncüsüyle elde edilir.

Kuranı kerim’deki bilgilerin doğruluğu önce, hayatında hiç yalan söylemeyen birinin, yani Resulüllah’ın onun Allah’tan aldığı vahiy olduğunu söylemesiyle, sonra da insanların ona iman etmesiyle gerçekleşmiştir. Elbette kırk yaşına kadar hiç yalan söylemeyen birisinin ondan sonra söyleme ihtimali vardır. Ama hayatının sonuna kadar hiç söylememiş olmasına ilaveten, kendi dillerinde gelen bu kitabı duyanların onun beşer sözü olamayacağını gösteren icazını görerek ona iman etmiş olmaları müminler nezdinde onu kesin bilgi haline getirmiştir. O halde Kuranı kerim’in otoritesi ve kesinliği tecrübe, akıl ve iman iledir. Sadece tecrübe ve akılla olsaydı o zaman dinin gayb ve iman boyutunun bir anlamı kalmazdı.

Sünnetin otoritesi, yani kesinliği ve bağlayıcılığı ise önce Kuranıkerim’in ona uyulmasını istemesi, sonra da onunla ilk muhatap olan müminlerin onun lüzumunda ittifak etmeleriyledir. Arkadan gelenler de bu ittifakı/icmaı sürdürmüşlerdir.

Kesin bilgi oluşturmada üçüncü sırada icma vardır. Kuranıkerim’le ve Sünnetle tanışan ilk Müslümanların, yani sahabenin, dinin sabite alanında, yani aklın, bilimin ve içtihadın konusu olmayan akide ve ibadetler alanında, bu iki kaynağa, yani Kuran’a ve Sünnete göre bu mesele böyledir diye üzerinde ittifak etmelerine icma denir. Müslümanlar için bilimin ve aklın alanı dışındaki icma da kesin ve bağlayıcı bir bilgidir. İcmaın otoritesi, ise Kuranıkerim’in ve Sünnetin işaretleriyle ve yine bu işaretler üzerinde gerçekleşen icma iledir. Yani icmaın sadece kendisi ile değildir.

Bu üç kaynaktan sonraki bilgiler iman açısından ilim, yani zorunlu bilgi ifade etmezler.

Sünnet uyulması gereken kesin bilgi olmakla beraber kesinlik ifade edebilmesi için onun bize tevatürle, yani yalanın sızma ihtimali olmayacak bir yolla ulaşması gerekir. Böyle olmazsa Sünnet zorunlu bilgi oluşturmaz, ancak çeşitli kademeleriyle ‘zan’ oluşturur. Müçtehitlerin Kuranıkerim’e ve Sünnete dayalı içtihatları da yine zannî bir bilgidir, zorunlu bilgi değildir. Yani içtihatlar kesin bilgi oluşturmaz.

Zannın kademeleri şunlardır: Vehm, tahmin, za’m/zu’m, rayb, şübhe, şek ve zan. Bunların zan dışındakileri bilginin, kesinlik bakımından yüzde ellinin altındaki kademeleridir ve itibar edilmesi gereken bilgi adına bir şey ifade etmezler. Bazen bunların her birine zan dense bile ıstılah olarak zan bilgi derecesi bakımından yüzde ellinin üstündeki bir ihtimali ifade ettiği için çoğu zaman hesaba katılmak zorundadır. Yüzde doksanlardaki bir bilgi, zan olma noktasını yukarı geçmiş ve itminan derecesine ulaşmıştır. Yüzde yüz olursa ‘ilim’ olur, imanı oluşturur ve aksine düşünmek caiz olmaz. Yakîn de bunu ifade eder. Marifet ise bilginin genel adıdır ve hepsi için kullanılabilir. Bazen mutlak bilgi anlamında ‘ilim’ de hepsi için kullanılabilir olmakla beraber, kavram olarak ‘ilim’, yakîn bilgidir ve marifetten üstündür. Bilahare ‘marifet’ tasavvufta sezgi, dini tecrübe ve işrak ile oluşan kalbi yakîne ad kılınmıştır.

Konumuza dönelim: İman esaslarını belirleyen bilgilerin gayba ait ve zorunlu bilgi oluşturacak düzeyde olması şarttır. Bu da tevatürle gelen bilgilerle olur. Onun için imanın altı şartı vardır denir. Çünkü inanmamız gereken bu altı şeyin dinin esası olduğu mütevatir haberlerle sabittir. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahirete ve kadere iman. Gayba, yani sadece imanın konusu olan şeylere ilişkin bunun dışında da pek çok konu vardır, ama onlara inanmak imanın olmazsa olmaz şartı sayılmamıştır. Ancak iman için şart olmamaları, olmadıkları anlamına gelmez. İşte bizim üzerinde duracağımız alan da burasıdır. Acaba imanın bulunması için şart sayılmayan konulara iman etmemiz gerekmez mi? Ya da onlara yok diyebilir miyiz? Bu meselenin din ıstılahındaki adı; haber-i vahidle akidenin oluşup oluşmayacağı meselesidir. Gelecek yazımızda işte bu önemli meseleyi anlatacağız.


15 Şubat 2018 Perşembe

Şeriatsız tasavvuf olmaz


..Resulüllah Efendimiz arkadaşlarına şöyle buyurdu;
‘siz muhakeme olmak için bana geliyorsunuz, ama delil getirmede biriniz diğerinden daha dilbaz olabilir. Ben de onun konuşmasına bakarak onun lehine hüküm verebilirim. Ona hakkı olmayan bir şeyi vermişsem ateşten bir parça almış olur’ (Buhari). Yani Resulüllah bile mahkemeleşenlerin kalplerini bilmiyordu...

Bazı kabilelerin Resulüllah’ı aldatıp zarar vermek için ondan İslam’ı öğretecek muallimler istemeleri ve yetmiş kadar Kuran bilen sahabiyi pusu kurup öldürmeleri olayı meşhurdur. Resulüllah bundan o kadar üzülmüş ve etkilenmişti ki, bu kabilelere kunût ile iki ay beddua okudu, onlar da helak oldular. Medine gibi sekiz on bin nüfuslu bir kasabadan yetmiş tane seçkin insanın yok edildiğini düşünürsek olayın ne kadar vahim olduğunu anlarız. Hatta Enes, ben Resulüllah’ın bu kadar üzüldüğüne daha hiç şahit olmadım diyecektir. Resulüllah (sa) onların kalbindeki bu kötü niyetlerini bilmiş olsaydı bu kadar arkadaşını onlara kurban verir miydi?

Meselenin kerametle alakası

Ehlisünnet akidesine göre keramet haktır. Ama keramet insana Allah’ın özel alanına müdahale edebilme gücü vermez. Kalbi bilmenin bir gayb meselesi olduğunu daha önce söylemiştik. Daha doğrusu başta Ebu Hanife olmak üzere âlimler kalpteki bilgilerin gayb olduğunu söylüyorlar. Allah da buyuruyor ki, ‘biz seçtiğimiz peygamberler dışında gaybı hiç kimseye bildirmeyiz’. O halde bunun için ‘bir keramet olarak Allah bildirirse bilir’ demenin bir anlamı kalmaz, çünkü eğer o bir gayb ise bildirmeyeceğini söylemiştir. Bu tıpkı, ‘Allah dilerse beni peygamber yapabilir’ demek gibidir. Çünkü o artık peygamber göndermeyeceğini, Hz. Muhammed’in (sa) peygamberlerin sonuncusu olduğunu söylemiştir.

O halde meseleyi bir tasavvuf meselesi olarak görüp savunmanın bir anlamı yoktur. Bilinir deyince tasavvufu kabul etmiş, bilinmez deyince inkâr etmiş olmazsınız. Eğer böyle bir inanç, insanı ilahlaştırmaya doğru götürüyorsa bunun doğrusunu anlamaya çalışmak da abesle iştigal olmaz. Ayetler, hadisler, âlimler, hatta Kuşeyri gibi sufi önderler (Bkz. Letaif, Ta-ha 7. Ayetin tefsiri) bilinemeyeceğini söylerken, bilinebilir diyenlerin, dinin delil saydığı hiçbir delilleri yoktur. Söylenenler sadece, falan zatın yanına gittim ve kalbimden geçenleri söyledi, gibi nakillerden ibarettir. Kendini bilen hiçbir tasavvuf büyüğü, mürşidi, ben sizin kalbinizi bilirim dememiştir, diyemez.

Bu konu dinimizin bizi imtihan ettiği bir konu değildir. Dolayısıyla bunu savunmada hamasi refleksler göstermeye de gerek yoktur. Din bu değildir, tasavvuf da bu değildir. Farzımuhal bilinir diyelim, bu bizim mükellefiyetlerimizden hangisini değiştirir? Aksine böyle ezoterik inançlar sadece insanı yoldan çıkarmaya yarar. Ayrıca bütün ihtimallerle böyle bir konuda zahirden yana olma dinimiz açısından ‘eslem tarik’tir, yani en garantili yoldur. İmam Rabbanî’nin şu tespiti burada da yol göstericidir: ‘Zahirle batın arasında bir çatışma varsa, batın bilgi atılır, zahir alınır. Farklılık kıl kadar olsa bile’.

Ayrıca mesele bir inanma/iman mesesi ise ki, başka bir şey olamaz, o zaman bundaki iman çizgisini belirleme noktasında mütevatir, dalalet çizgisini belirleme noktasında da en azından sahih rivayetlere ihtiyaç duyulur. Oysa değil mütevatir ve sahih, zayıf bir dini delil bile bize böyle bir bilgi vermez, hatta tam aksini söyler.

Şimdi tekrar gelelim işin keramet yönüne: 1990 yılı olabilir, rahmetli Mehmet Emin Er Hoca (ki, hem fakih hem sufi idi, yani âlim bir mürşitti) bizim Hadis Enstitümüzü ziyarete gelmişti. Kendisiyle uzun uzun sohbet yaptık, bu meseleyi ona da sordum. Söyledikleri beni ikna etti ve hala o kanaate devam ediyorum. Dedi ki: ‘Kalbi Allah’tan başka kimse bilmez. Ancak Allah’ın veli kullarına şöyle bir ikramı olabilir. Siz Allah dostu bir zatı ziyaret edersiniz, Allah ona bir ikram olarak sizin kalbinizdeki şeyi söylettirir. Siz de onun kalbinizi okuduğunu sanırsınız. Oysa onun sizin kalbinizde böyle bir şey olduğundan haberi bile yoktur, bu bir tevafuktur, ama aynı zamanda bir keramettir’.

İşte meselenin keramet yönü burasıdır.

Sonuç: Mezhepçilikten kurtulmadan mezheplerin nimet olduğunu anlayamayacağımız gibi, tasavvufumuza giren batıni/ezoterik inançları ayıklamadan da Hasan Basri, Abdullah bin Mübarek ve Abdülkadir Geylani gibi sufilerimiz olmayacak ve tasavvuf uçsuz bucaksız Batıniliğe doğru sürekli kayacaktır. Tasavvuf şeriatı en hassas çizgilerle yaşamaksa doğrunun yegâne ölçüsü şeriat olmalıdır. Bunun başka da bir izahı yoktur.


12 Şubat 2018 Pazartesi

Afrin’de ölenler şehit değil mi?


Şehitliğin çokça konuşulduğu ve muhtemelen çokça yaşandığı bugünlerde şehidin kim olduğunu bilmek de önem kazanıyor...


..Şehitlik dini bir kavramdır bu dünyadan çok öbür dünya ile alakalıdır. Bu sebeple asgari dürüstlük, o dünyaya inanmayanların şehit adını ve şehitlik payesini kullanmamalarını gerektirir. Demokrasi şehidi, laiklik şehidi, devrim şehidi olmaz. Hem öbür âleme inanmayacaksınız, hem de böyle ulvi bir duygu ile kendi batılınızı teşvik için insanları motive edeceksiniz, bu ikiyüzlülük olur.

Şehit Allah’ın katında alacağı sevap, ya da dünyada uygulanacak ahkâm bakımından iki çeşittir. Mesela birisine Allah katında şehitlik payesi verildiğini biz bilmeyebilir ve onu şehit saymayabiliriz, ama o gerçekte, yani Allah’ın hükmünde şehit olabilir. Aksine, birisini biz kendi ölçülerimizle şehit sayar ona şehit muamelesi yaparız ama o Allah katında böyle olmayabilir. Biz zahire, yani görüp bilebildiklerimize göre hüküm veririz, nihai hüküm Allah’ındır. Bu sebeple hiç kimsenin Allah katında kesin olarak şehit sayıldığını bilemeyiz. Çünkü bu büyük ölçüde savaşanların niyetleriyle de alakalıdır.

Ama dinin işte açık ölçüleriyle şehidin Allah yolunda savaşırken öldürülen mümin olduğunu biliriz. Resulüllah’a, peki ‘Allah yolu’nda olan kimdir, diye sorulduğunda, ‘Allah’ın sözü, yani hükmü, nizamı, kanunları en yüce olsun diye savaşandır’ buyurur...

.. O halde ülkemizi Allah için savunmamız gerekir. İslam adına yaşanan olumsuzlukları da ancak bu yolla ve her bakımdan güçlenerek kademe kademe azaltıp bir gün tamamen ortadan kaldırabiliriz…

İşte bunları ya da bunlara yakın düşünceleri yaşarken niyeti, dinini, ülkesini, vatanını, ırzını, namusunu ve onurunu Allah için korumak olan, bu sebeple savaşan mümin bir askerin Afrin’de ya da başka bir cephede vurulması onu gerçek anlamda şehit yapar. İşin hakikatini bilen ise sadece Allah’tır. Biz insanların niyetlerini bilemeyiz. O halde askerin bu duygularla bilinçlendirilip motive edilmesi de önemlidir ve gereklidir.

Dini ahkâm açısından biz şunu da biliyoruz. Resulüllah Efendimiz (sa) asabiyet, ırkçılık yani kavmiyetçilik adına savaşanların, bizden olmadıklarını ve savaşırken ölürlerse cahiliyet ölümüyle ölmüş olacaklarını haber veriyor. Cahiliyet ölümü şirk üzere ölümdür. Biz Çanakkale’de, İstiklal Harbi’nde, Yemen’de, Filistin’de, Kûtü’l-amara’da ırk olarak değil, millet olarak, Türk, Kürt, Arap, Laz, Boşnak… hep beraber Allah için savaştık. Şimdi karşımızda İslam’ı tamamen reddeden ve bu özellikleri sebebiyle İslam’ı boğmak isteyenlerce de desteklenen kavmiyet savaşçıları var. Dolayısıyla sadece Kürtlük adına savaşanlar da, sadece Türklük adına savaşanlar da Resulüllah’ın bu beyanına muhataptırlar. Bu uğurda ve bu niyetle ölenlerin şehit olduğunu söyleyemeyiz.

İslam’ın şehitliğe bakış açısı budur. Başkaları başka türlü düşünebilir.


Yazının tamamı için:

10 Şubat 2018 Cumartesi

Çocuklara Allah-u Teala'yı nasıl anlatalım?

 Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

Çocuğun sorularına doğru, aynı zamanda basit ve açık cevaplar verilmeli. Size Allah'ı sorduklarında basit bir anlatımla  Allah'ın bütün kullarına vermiş olduğu nimetlerden örnekler vererek (onların anlayacağı şekilde basitleştirerek belki birlikte resim çizerek) mesela tabiattan yararlanarak göğün direksiz nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine; çivi vazifesi gördüğüne, yeryüzünün nasıl yayıldığından bahsederek O'nun kudretini, merhametini, rızıklandırmasını yani sıfatlarını anlatmaya çalışabiliriz.

Basit bir anlatımla, sabırla, geçiştirmeden, kısa cevaplar şeklinde onların hem Allah-u Teala'yı tanımalarına hem de sevmelerine de vesile olursunuz. 

Çocukların en çok sordukları sorulara şu şekilde cevaplar verilebilir:

*- Allah ölür mü?
Ölüm yaratılmışlar için geçerlidir. Başlangıcı olan varlıkların sonu olur. Bu başlangıcı başlatan , var eden bir varlık olmalıdır. O da Allah'tır. O'nu var eden bir varlık olmadığı gibi O'nu yok edecek , ölümüne karar verecek, buna güç yetirecek bir güç de yoktur. Çünkü Allah, varlığı kendindendir. O'ndan başka herşeyin varlığı kendinden olmayıp Allah'a dayanmaktadır.

*- Allah nerede?

“Allah’ı görmemiz mümkün değil… Nasıl mı? Örneğin bana «hava»yı gösterir misin? Gösteremezsin… Çünkü gözlerimiz her şeyi göremiyor… Göremiyoruz, ama havanın varlığını her an her yerde hissediyoruz.

İşte bunun gibi, Allah’ın varlığını, her an her yerde hissediyoruz… Çiçekleri yaratışından hissediyoruz ki, hemen yakınımızda… Kuşları yaratışından hissediyoruz ki, bizimle beraber… O her an, her yerde… Nefes alırken, uyurken, uyanıkken, hep bizimle…” 

*- Allah kimdir? neye benzer?

  Çocuğun bir çok sorularının cevabını Kuran'dan çıkarabiliriz; örneğin çocuğumuz bize Allah kimdir diye sorarsa şu âyeti ona okuyabiliriz:

"Allah gökleri ve yeri yaratan, gökten su indiren, onunla sizin için rızk olarak meyveler çıkarandır. O’nun emriyle denizde hareket etmesi için gemileri emrinize verdi, ırmakları emrinize verdi."
[ İbrahim, 64. ]

*(şöyle bir örnek verebilirsiniz)

- Bu masa kendi kendine olur mu?


- Olmaz.


- Yani bunu yapan biri var, diyorsun.


- Evet.


- Şu giydiğimiz terlikler ve ayakkabılar da kendi kendine olmaz, değil mi?


- Olmaz.


- Onları kim yapıyor?


- Adamlar.

- Evet, adamlar yapıyor. Biz onlara ayakkabıcı diyoruz.Ayakkabı kendisini yapan ayakkabıcıya hiç benziyor mu? Ayakkabıcının ağzı, gözü, kulağı, ayağı, kolu var, yürüyor ve konuşuyor. Ayakkabıya bakıyoruz, kendisini yapan ustaya hiç benzemiyor, ne gözü var ne de kulağı, ne yürüyebiliyor ne de konuşabiliyor, değil mi?

- Evet.


- Basit bir masa ve ayakkabı kendi kendine olmazken, gökyüzünde gördüğümüz güneş, ay, yıldızlar ve üzerinde yaşadığımız şu dünya kendi kendine olur mu?


- Olmaz.


- Demek onları yapan, yani yaratan biri var. Kimdir o?


- Allah.

- Evet, dünyayı ve üzerinde yaşayan canlıları yaratan yüksek bilgi ve güç sahibi Biri var ve biz Ona Allah diyoruz. Nasıl ayakkabıcı yaptığı ayakkabıya hiç benzemiyorsa, Allah da yarattığı varlıklardan hiçbirine benzemez. Yemek, içmek, uyumak, bir evde oturmak bize mahsus şeylerdir. Allah, bize benzemediği için bunlardan hiçbirine ihtiyacı yoktur. Allah'ın varlığını biliyoruz, ama Onu göremiyoruz. Duyularımız, aklımız ve bilgimiz sınırlı olduğu için her şeyi göremez, her şeyi duyamaz ve her şeyi bilemeyiz. 


Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR