21 Ağustos 2015 Cuma

VE ÇAĞRILDIK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Nureddin Yıldız’ın 03.05.2015 tarihli (251.) Hayat Rehberi Dersi’dir. 


 Aziz Kardeşlerim, Rabbimize ne kadar şükretsek O’nun layık olduğu şükrü yapmış olmayız. Esasen hak etmediğimiz ve bize bir borcu olmadığı hâlde Kerîm, Rahîm ve Latîf olduğu için ve O, uygun bulduğu için bize nimetler yağdırmaktadır. Biz, bu nimetlerin içerisinde ömür geçiriyoruz. Allah dileyip bizi etten, kemikten, irinden, kandan yarattı. Bedenlerimiz yoruluyor, aklımız zorlanıyor, gözümüz yaşarıyor, duygulanıyoruz, yer yer çocuklaşıyoruz. Bütün bunlar bir yanlışlık olduğunu göstermiyor. Allah Teâlâ’nın kudreti ve hâkimiyeti dışında bir iş olduğunu da asla göstermiyor. Gerek bütün dünya üzerinde cereyan eden olaylara baktığımızda ve gerekse kendi özel hayatımıza baktığımızda bunaltan, hatta çıldırtan zorluklar görüyor olabiliriz.

Kardeşlerim, Bir gerçeği paylaşmak zorundayız. Dedik ki: Rabbimizin mülkünde ve O’nun planında herhangi bir yanlışlık ve aksaklık yoktur. Bugün Müslümanların veya sıradan insanların yaşadığı coğrafyalardaki bunaltan ve çıldırtan görüntüler, bizim annemizin karnından dünyaya gelip bu zamana ve bu yaşa kadar yaşadıklarımız, çektiklerimiz keyif bozucu şeylerdir şüphesiz. Ancak bir gerçeği bilmek ve kabul etmek zorundayız. Biz sosyal güvenceler, devletin sağlık hizmetleri, kazandığımız paralar, taksitlerini ödeyip maliki bulunduğumuz modern evler, akan sularımız, ısındığımız doğalgazlarımız, yazın serinlendiğimiz klimalarımız, yazlık ve köylük evlerimiz, mülklerimiz, bahçelerimiz; her ne kadar “Bütün bunları yaptık, ettik, rahatladık.” diye düşünüyorsak ortada büyük bir yanlışlık var. Kardeşlerim, O yanlışlık nedir? Biz, bu dünyaya cennete gelmek için gelmedik. Bu dünyaya cennete gitmek için geldik. Allah’ın hiçbir kuluna bu dünyada keyif vaadi yoktur. 
Hatta ve hatta “Allah’a yaklaştıkça çilen artacak.” diye bile söylemiştir. Allah azze ve celle sözünden caymış değildir. Allah, bir cennet ortamı vaat etmedi ki “Nedir bu doğranan Müslümanlar?” diyesin. Allah “Karşılığınızı dünyada vereceğim, dünyada adalet yerini bulacak.” diye bir sözü bir kere dedi mi ki “Senelerdir oruç tuttuğum, namaz kıldığım hâlde bu çilem nedir?” diyesin. Allah tek bir ayetinde, peygamberleri aleyhimüsselam tek bir sözlerinde “Mü’minin burnunu kanatmam.” dedi mi yoksa “Burnu kanamayan bana nasıl gelecek mi?” dedi. 

 Bizim, bu dünyanın aslını tanımamız gerekiyor. Nuh aleyhisselama yâr olmayan dünya, İbrahim aleyhisselamı ateşe atan dünya, Lut aleyhisselamı diyarından eden dünya, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yirmi üç yılını binlerce çileyle geçiren dünya, babamız Âdem’i çileden çileye sıçratan şu fani dünya bizim neyimiz oluyor? Dünya; babamız Âdem’in, peygamberimiz Musa’nın, İsa’nın, Lut’un, Nuh’un, Şuayb’ın, Salih’in, Dâvud’un, Süleyman’ın -aleyhimüsselam- çilehanesi de bizim sosyal güvenceli otelimiz mi? 

Bu dünyanın dert olmayan bir yiyeceği var mı? Sonrası meçhul olmayan bir sevgisi ve aşkı var mı? Dünya, kimin yüzüne güldü ki yirmi birinci asırdaki mü’minin yüzüne gülsün.
 Rabbim bu dünyayı çilehane olarak yarattı. En çok sevdiği kullarına da en çok çileleri çektirdi. En çok beş kişiyi sevdi; dönüp bakıyoruz ki o beş kişiye çektirdiğini bugün beş milyara çektirmiyor. Sevdikçe çile veriyor; buğz edip defterden sildikçe de rahat bırakıyor. Doktorların iyi olmayacaklarını anladıkları hastayı “Eve götürüp her şeyi yedirebilirsiniz.” dedikleri gibi ;ama iyi olacağını anladıkları hastanın başında bekçi gibi bekliyorlar. Musa aleyhisselam ki “Kelimullah”tır, Allah ile bu fani dünyada konuşmuş insandır. Allah onu kâinatın en şerli Firavun’uyla baş başa bıraktı. Firavun’dan kurtulduğu gün ona iman edenleri, Firavun’u aratmaz bir bela olarak başına sardı. Sosyal güvence, ekonomik rahatlık, yaygın çevre, sağlıklı bir beden yeterli olacak olsaydı Musa aleyhisselam gibi bir insan bu dünyada çile içindeyken gurbette ölmezdi. Kimini altı ay su üstünde bıraktı, kimini ateşin ortasına attı, kimini müşriklerin bağrında hançerlenecek bir şekilde yatağa yatırdı, kimini de yüzlerce sene “tövbesini kabul edecek mi, etmeyecek mi?” diye yeryüzünde süründürdü ama bunda milyarda bir bile bir işkence yok. Çünkü bunlar cennetten gelmiş babanın çocuklarına sunulmuş projelerdir. Allah bunları cennette yapmadı, cennetten gönderdiği yerde yaptı. 
Nasıl Hıristiyanlar, “İsa -hâşâ- Allah’ın oğludur.” diye yanıldılarsa ve yanlış anladılarsa bir de bu yanlış algılama üzerine cennete gireceklerini ve bununla daha çok sevap kazandıklarını zannedecek bir gaflete düştülerse biz de şu dünyayı bağıra basılacak ve peşinden koşulacak bir şey zannederken yanıldık. Onlar “İsa Allah’ın oğludur.” dediler battılar, biz de “Dünya cennettir!” zannettik, batıyoruz. Dünya cennet değildir. Cennette Allah’ın hurilerle vaat ettiği mutlu hayatı; dünyada fani bir kadınla fani bir kocayla yaşanır zanneden, akide olarak değilse de pratik olarak tıpkı Hıristiyanların bu bataklığına düşen biri gibidir.

Kanun: Dünya mutlu olma yeri değil, mutluluğu hak etme yeridir.

Eğer dünya; hem mutluluğu hak edip cenneti kazanacağın, hurilerle yaşayacağın hem de dünyada da onun avansını alacağın bir yer olsaydı Levh-i Mahfuz’un eteklerine kadar yükselip miraç gören Abdullah’ın oğlu Muhammed aleyhisselatu vesselam bunu trilyonlarca kere hak etmişti. 
 Sevgili Peygamberimiz aleyhisselatu vesselam, kâinat üzerinde melekler bile dâhil Allah’ın rahmetine ve lütfuna en müstehak olan insandır ancak O, rahat bile ölemedi. Ölümün bile rahatı vardı ama “Kıvranıyorum, eziyetler çekiyorum.” diyerek öldü. Bugün aile huzursuzluğu ve sıkıntısı olan, geçinemeyen; eşinden, kocasından, hanımından şikâyeti olan bütün dünya Müslümanları, çocuklarından dert çektiğini zanneden anneler ve babalar, Müslüman olup geçen sene teheccütte dua ettiği ve bir önceki sene de Kadir Gecesi’nde camideki dualara yüksek sesle “Âmin!” dediği hâlde bu sıkıntıların başına niye geldiğini anlayamayanlar, duası Levh-i Mahfuz’da yapılmış Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından birkaç dakika önce Âişe’sine söylediği söze baksınlar: “Nedir bu? Yusuf’a yapılmış işkenceleri bana yapıyorsunuz.” dedi.

 Biz, niye gerçekçi olmuyoruz? Allah bizi dünyaya mı davet etmişti? Bizim çağırıldığımız yer dünya mıdır? Allah, bir kere bile “On dakikanız keyif içinde olacak.” dedi mi? Böyle bir sözü var mı Allah’ın? Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kâinatın efendisi olduğu hâlde Uhud’da mübarek dişi ve çenesi yaralandı da Allah O’na bir hafta rapor verdi mi? Bir hafta dinlenme alabildi mi? Yoksa üç kilometrelik Uhud’dan Medine’ye gelip Mescid-i Nebi’nin yanındaki evine girmeden ikinci bir savaş talimatı verip üstünü bile değiştirtmeden cepheye mi gönderdi? Allah’ın dünyası bu mudur? Gerçek dünya; bizim sosyal güvencelerimize ve keyfimize güvenip şu kerametler, bu menkıbeler ve bu hikâyelerden dolayı güvenli olarak yola çıkarak ete süte karışmadan, tuzlu biberli yemeden keyif içerisinde meleklerin törenle bizi karşılayacağı cennete doğru konvaylar hâlinde gittiğimiz şu törenli dünya mıdır? Sabahtan akşama kadar kanlar içerisinde kalmış bir peygamberi gömleğini değiştirmeye fırsat bırakmadan ikinci göreve gönderen rahman ve rahim olan Allah değil miydi? Rahmetellilâlemin olarak gelmenin bedeli; gömleğini bile değiştirmeden işe devam etmekti. Doğru olan buydu. Onun nazik ve narin Ümmet’i güller, destanlar ve bahçeler içerisinde keyif sürmeyi hayal edebilirler ama gerçek o değil. Yanılıyoruz kardeşlerim. 
 Bu dünya İşkenceler ve eziyetler altında bizim ütüleneceğimiz yerlerdir. Mü’min gerçekçidir. Evlilik, mutluluğu hak etmek için elli sene eşlerin birbirlerine tahammülünün adıdır. Gerisi de yalandır. Yalandır, Allah’ın böyle bir vaadi yoktur. Biz, cenneti kazanmak içi namaz kıldığımız gibi evlenmeyi de onun için yaparız. 

Yanılıyoruz. Allah’ın “çöplük” dediği şeye “Cennet” ismini veriyoruz. Melekler bizi yuhlayıp duruyorlar. Melekler “Babanızın sürgün toprağını nasıl vatan edindiniz?” diye bizi yuhluyor. Elbette hiçbir Müslüman “Ey dünya! İlahımsın benim.” demiyor. Taksit öderken böyle itiraf ediyor. Evliliği cennette huri ve gılman ile buluşmak zannettiğinde bu vehn ortaya çıkıyor. Hastalığa gerekçe bulamadığında, Allah’ı Teâlâ’nın bizi niye hasta ettiğini anlayamadığında, çocuğu sakat doğduğunda, komşuları ona kin güttüğünde, sabrın bile sabra muhtaç olacağı kadar eziyetlere katlandığında, bir haber bültenindeki yüz haber maddesinden doksanının neredeyse Müslümanları kahreden şeyler üzerine yoğunlaşmış olmasını gördüğünde “Nedir bu dünya?” diye feryat-u figan ediyor ya, yanındaki melekler de “Ne zannetmiştin ki?” diyorlar. Ne zannetmiştin dünyayı? Çileli bir Peygamber’in Ümmet’i olarak sen koltuklara gerilecektin de doğru olan bu muydu? Sürgün görmüş bir Peygamber’in Ümmet’isin, O’nun mihrabında hoca efendisin, mikrofonların önüne çıkıyorsun; sen sürgün yemeyeceksin, iftiraya uğramayacaksın! Öyle mi zannediyorsun? Sen kitap yazacaksın, konferans vereceksin İskilipli rahmetullahi aleyh bir kitabından dolayı ipe gitmiş olacak, senin kitapların baskı üstüne baskı yapacak ama sen, İskilipli ile aynı yere randevulaşmayacaksın; cennette buluşacaksınız! Sen otelden gideceksin, o darağacından gidecek ama buluşmanız cennet olacak. Bunun da adı “Adalet!” olacak. Dünya böyle bir yer midir? Bu mudur dünya? Allah böyle bir dünya vaat etmedi ki “Şimdi ne yapıyor?” diye soru sorulsun. Allah bizi buraya çağırmamıştı. Çağırıldığımız yer burası değildir. Çağırıldığımız yer İskilipli rahmetullahi aleyhin gittiği yerdir. Gerçek randevu yerinde o durdu. Kardeşlerim, Önce Allah’ın sinek kanadı kadar değer vermediği şu dünyayı tanımayı bilmeliyiz. Bütün nimetlerini avucumuzun içine alacak kadar mal mülk sahibi olabiliriz. Yeter ki o nimetler yüreğimize girip orayı işgal etmesin. Sorun buradadır. Dostlarımız olsun, eşlerimiz olsun, akrabalarımız olsun ama bizim, Allah’tan değerli kimsemiz olmasın. Dünyanın tuzak oluşu budur. Kardeşlerim, Rabbimiz hepimizi çağırmıştır. Hepimiz davetliyiz ama davete katılanların üstünü başını arıyorlar. Herkesi almıyorlar. “Bütün vatandaşlar davetlidir.” diyorlar ama üstünü başını aramadan kimseyi almıyorlar. Biz, inşallah hatamızı anlayıp İbrahim aleyhisselama yâr olmayan dünyanın bize de yâr olmayacağını idrak edip iman ettiğimiz Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve selemin rahat ölmeyi bile bulamadığı bu dünyada, rahat koltuğu bulmamızın hayra alâmet olmadığını anlayacağız inşallah. Bir nebze cahillik ettik elbette. Allah affı mağrifet eylesin, toparlanacağız. Çocuklarımızın mutlu bir geleceği olması için çalışacağız yoksa nankör baba, anne oluruz ama mutlu gelecek evimiz değil ki. Evdeyiz zaten, bunun geleceği neresi? Zaten evdeyiz. Mutlu gelecek dediğimiz şey; Adn Cennetleri’dir inşallah. Bizim hasretimiz, ailece koltuklara yaslanacağımız diyardır. Ondan önceki her şey geçicidir. Buna iman ediyoruz ama gel gör ki bu imanımızın üzerinde bir miktar çim bağladığı ve otlar büyüdüğü için altı görünmüyor. Şeytan bizi imandan koparmak istedi, beceremedi elhamdülillah fakat imanımızın yosun tutmasını da becerip sağladı. Hareketlenmek zorundayız. 

  Rabbimizin kitabını dinleyelim. Bakalım çağrıldığımız yerle bulunduğumuz yer aynı mı ve Allah’ın vaadinde bir yanlışlık var mı? Allah bize sağ gösterdi de soldan mı bizi imtihan etti? Bir bakalım. Kardeşlerim, Sizden istirhamım inşallah şu bir haftamızı, on günümüzü Kur’an-ı Kerim’imizin Al-i İmran Suresi’nin 185-186. ayetlerini, Ra’d Suresi’nin de 21, 22, 23 ve 24.ayetlerini bu yılın gündemi yapalım. Evimizin gündemi yapalım. Üç beş gün okuyalım, düşünelim, tekrar okuyalım, tekrar düşünelim. Ezberleyelim, namazda okuyalım sonra çocuklarımıza ezberletelim. Bu süreç içerisinde tedavi uygun olsun diye medya ve fasit çevremizle şöyle bir on gün bağlantımızı keselim. Kulaklarımıza zehir akıtan, gözlerimize necaset bulaştıran şu şehir atmosferinden kurtulalım. Gerekiyorsa evlerimizin perdesini açmayalım. Bir hafta on gün tedavi gerçekleşinceye, bedenlerimiz dezenfekte oluncaya kadar, kanımızdaki ve damarlarımızdaki zehir idrarlar çekip gidinceye kadar Rabbimin şu ayetlerini okuyalım, okuyalım, okuyalım sonra da tefekkür edelim. Bakalım on gün sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin önünde vücutları parça parça olurken kebap yer gibi zevk alan adamlar meğer bu yola nasıl gitmişler?  “Sana Peygamber bunu hediye olarak gönderdi.” dendiğinde “Ben Peygamber’den hediye almak için bu yola çıkmadım. Şu boğazıma bir ok isabet etsin de şehit olup Rabbime gideyim diye yola çıktım.” diyen adamlar; hangi kampa gitmişler, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hangi serumla bunların kanını yıkamış da ailece ölümü kebap yer gibi lezzetle yiyip cennete ve Rablerine kavuşmuşlar? Kardeşlerim, Bizim sorunumuz; bizi Allah’a çağıran Kur’an’ımızı “Ramazan’dan Ramazan’a biri okur, biz dinleriz. Sesi güzel olandan daha güzel dinleriz, ücretini de veririz, Kur'an sorumluluğundan da kurtuluruz.” mantığına havale ettiğimizden kaynaklandı. Yoksa Al-i İmran Suresi’nin bu ayetleri, düğüne gider gibi ölüme giden adamları yetiştirdi. Aynı Kur'an şimdi elimizdedir. Eşiyle bir arada olduğu gece sahnesinden sonra gusletmeye bile vakit ayırmadan Resûlullah’ın yanında cihada gidip şehit olmuş adamlar Âl-i İmran Suresi’ni dinleyip bu işi yaptılar. Aynı antibiyotik, aynı serum bizim de damarlarımıza takıldığı hâlde biz; diğer damarımızdan da medyadan zehir aldığımız için, arkadaşlarımızdan ve dünyaya tapınmışlardan sürekli telkinatlar, zehir gibi bir kolumuzdan girdiği için Al-i İmran Suresi, Bakara Suresi Ramazan’da girmiş, Kadir Gecesi’nde çıkmış bir şey değişmiyor. Bir koldan zehir alınca diğer koldan serum, bir fayda etmiyor. 
  Kardeşlerim, Bizim sıkıntımız, elimizdeki nimeti değerlendirememekten kaynaklanıyor. “Gelin!” diye Allah çağırıyor, “Biz istediğimiz zaman gideriz.” diye oyalanıyoruz. Hâlbuki bu davet bir keredir. “La ilahe illallah Muhammed’un Resûlullah.” dediğimiz zaman “Geliyorum!” demiştik. Hâlbuki ayak sürçüp duruyoruz. “Geliyorum!” dedik, gitmiyoruz. 

Kardeşlerim, İnşallah Kerîm olan Rabbimden niyazım şudur ki; bu ayeti celileleri burada telaffuz ettiğimiz gibi sadece nostaljik bir hatıra olsun, “O günleri bir analım.” diye inşallah cennetlerde de okuyacağız ve dinleyeceğiz. Bugün eğitimini göreceğiz, uygulamasını yapacağız. Bu, “beni çağıran Rabbime gitmeyi becerebileceğim” demektir. Kardeşlerim, Al-i İmran Suresi’nin 185 ve 186. ayetlerini dinliyoruz. Bu ayetler vücudumuza serum gibi girsin. herkesin kulağı imanına ayarlıdır. Hiç kimse imanından fazla duyamaz. Ebu Cehil lanetullahi aleyh yanı başındaki Resûlullah sallalahu aleyhi ve sellemi duyamadı. Uveys el-Karnî ise bin kilometre öteden Yemen’den duydu. Kulaklarımızın ayarı imanımızın ayarıdır. Az duymak, çok duymak organ meselesi değil, iman meselesidir. Buna göre dinleyelim, tefekkür edelim. Rabbimiz konuşuyor, dinliyoruz. İçindeki konuların dizilişine dikkat edeceğiz. Allah; Hakîmdir, Ayetler nasıl başlıyor, nasıl bitiyor, nasıl vaat ediyor? Çok dikkat edeceğiz; davetiyemizi, çağrıldığımız yeri okuyoruz. Davetiyedeki adresi yanlış okursan yanlış düğüne gidersin. Çok dikkatli dinleyeceğiz. Ve unutmuyoruz, kulaklarımızın ayarı kalbimizdeki imanla bağlantılıdır.

 ْو ِت لُ َ كُ ْم نَْفٍس ذَآِئَقُة ال “Her canlı ölümü tadacaktır.” 185. ayet böyle başlıyor. ِة َ ام َ ِقي ْ ال َ ْم َو ْم ي ُك َ ُجور ُ َن أ ْ فَو َ ا تُو َ ِإن َم َ و İki: “Kıyamet günü karşılığınızı bulacaksınız. َ ْن فَم ُ أ َ َاِر و ِ َح َع ِن الن َج زُ ْحز نَةَ فََق ْد فَازَ ْ ْد ِخَل ال Üç: “Kim ateşten sıyrılır cennete girerse kazanan odur.”

Allah celle celâluhu nereden bahsediyor? Öleceksiniz, karşılık bulacaksınız, cehennemden atlayıp cennete giderseniz kurtulacaksınız.

“Tamam ya Rabbi!” “Huriler nerede karşılayacaktı bizi? Oradaki bizim köşk kaç katlı olacak?” diye ayrıntılara girmedi. Şimdi konu ne oldu? Nasıl başladık? Ayet; öleceksiniz, karşılık bulacaksınız, ateşten kurtulursanız, kazanacaksınız dedikten sonra َ َم و وِر ُ ُغر ْ َا ُع ال ت َ م ا ِإل َ َ ْني اُة ال دُ َ َحي ْ ا ال “Dünya hayatı basit bir aldanıştan başka bir şey değildir.” diyor.

 Bu ayet ne konuşuyordu? Ölüm, karşılık, cehennem, cennet, dünya hayatı aldanıştan başka bir şey değildir!Allahuekber.İşte sosyal güvence şimdi sorun oldu! Şimdi hastanenin yanı başındaki dairenin neden daha pahalı olduğu anlaşıldı. Şimdi insanların büyük şehirlerde “trafikten bunaldık, dert oldu, gürültü, havası kirli, burada yaşanmaz.” dedikleri hâlde bir çuval borçla niye oradan daire aldıkları anlaşıldı. َما و وِر ُ ُغر ْ َا ُع ال ت َ م ا ِإل َ َ ْني اُة ال دُ َ َحي ْ ال “Dünya hayatı aldanıştan başka bir şey değildir.” Allah, cennetin kapısını açtı, “cehennem sıratından geçin, buraya gelin.” buyurdu. َ َا ُع َم َ و ت م ا ِإل َ َ ْني اُة ال دُ َ َحي ا ال وِر ْ ُ ُغر ْ ال dedi. Dikkat edin! Cehennem, cennet; bundan önce halletmeniz gereken şey nedir? Dünyanın sizi kasıp kavurması. Dünya barikatını geçmeden cennet yok. Demek ki; sırattan önce dünya var. َ َم و وِر ُ ُغر ْ َا ُع ال ت َ م ا ِإل َ َ ْني اُة ال دُ َ َحي ْ ال ا “Dünya hayatı basit bir aldanıştır.” 

 Zaten benim sıratım dünyadadır. Sırat köprüsü dünyada geçilecek veya kalınacak. Kur’an, Âl-i İmran Suresi. 

 Bu; “Dünya hayatı basit bir tuzaktan ibarettir.” ayeti nereden sonra geliyor? َ ْن نَاِر ِ َح َع ِن فَم ال حزْ ُز “Ateşten kurtulan cennete girecek.” ayetinden sonra geliyor. Allah “Açın gözünüzü, Sırat Köprüsü dünyada başlıyor.” buyuruyor. 

185. ayet bitti ama Allah’ın sözü bitmedi. ن ُفِس ُك ْم َ أ َ اِل ُك ْم و َ ْمو َ َن ِفي أ ُ َلو ْ ُب ت َل “Sizin mallarınız ve canlarınızda sınamalar yapacağız. Hazır olun!” Rabbim “Kim sırattan geçerse…” buyurmuştu ya, devam ediyor. “Mallarınız ve canlarınızda hazır olun.” Ve bitmedi. َن ال َ ِم َ ِل ُك ْم و ْ َب ِمن قَب َا ِكت ْ ال ْ وتُوا ُ َن أ ِذي َن ال َ َن ِم َ ُع َ ْسم ت لَ َ و ً ذًى كَِثي َ أ ْ ُكوا َ ْشر َ َن أ ِذي ا Allah “Müşriklerden, Hıristiyanlardan, Yahudilerden pek çok propaganda dinleyeceksiniz, hazır olun.” buyuruyor. 

O zaman yukarıdan sayalım. Rabbim Ne buyurmuştu?
 Bir: Herkes ölecek çare yok.
 İki: Herkes karşılığını muhakkak bulacak.
 Üç: Cehennem ateşinden kurtulan cennete girecek.
 Dört: Bütün bunlar için bilin ki dünya hayatı bir tuzaktır.
Beş: Muhakkak mallarınız ve canlarınız tehdit konusu olacak.
Altı: Müşrik ve kâfirlerden sürekli propaganda dinleyeceksiniz. İmanınızı ve namusluluğunuzu ayıplayacaklar, namazınızla alay edecekler, gürültü edecekler. Allah; canın tehlikedeyken şehadete hazır olup olmadığını, malını Allah yolunda infak edip edemediğini görecek. Ama bitmedi. Müşrikler senin dinine sataşırken “İslam’da kol kesiliyor, zinaya şöyle ceza veriliyor. Haklara, hürriyetlere aykırılar, bu ne biçim İslam! Kabadır.” diyecekler. Allah, eriyip erimeyen bir iman olduğunu da görecek. Çare yok. Demek ki sadece Uhud’da şehit olma meselesi değilmiş. İşin ucunda bir de ne varmış? Radyodan, televizyondan ve internetten senin Şeriat’ına saldırılırken, Âişe anana iftira edilirken sen nerede hangi imanla ayakta duruyorsun? Allah bunu da görmek istiyor. Hiç çare yok. Şimdi 186. ayet bitiyor. نْ إِ َ ُ و وِر م ْن َع ْزِم األُ فَِإ َن ذَِل َك ِم ْ َُقوا تَت َ ْ و وا ُ تَ ْصِِب “Dayanabilirseniz, takvanız bozulmazsa büyük adamların işleri bunlardır işte.” 

Mal, can ve propaganda, kulaklarına bomba sesi gibi kötü kötü haberler dayandığında “Asıldı, kesildi, yıkıldı, dağıldı, şöyle oldu, böyle oldu, hocaları böyle, hacıları böyle, Kur’an’ları böyle, propagandaları böyle, İmam Azam’ın fıkhı kötüymüş de şu böyle yapmış.” Allah! Bin dört yüz senelik Ümmet’imin servetini on dört kelime ile yok sayan münafığı, zındığı dinlediğin zaman senin enerjin erimiyorsa “Ben Allah ile beraberim, mağlubiyet nedir bilmem.” ,diyorsan.sen o zaman kazanırsın
Kardeşlerim,Bu yaşam tarzıdır. Allah, böyle bir hayat vaat etti. Bunun dışında Allah’ın bir vaadi yoktur. Bu Allah’ın Kur’an-ı Kerim’in ilk cüzlerindeki vaadidir. Kadir gecesindeki propagandalardan önce Kur’an’daki bu ayet var. “İslam, din, Şeriat, Allah, Peygamber” kelimelerinin denklemindeki hayat budur. Bunun dışında bir hayat yoktur. 
 İslam basiret dinidir. Müslüman basiretli insandır. Allah hiç kimseye yanlış şey söz vermemiştir. Allah’ın sözü budur. Başka bir sözü de yoktur. Ebu Cehil’in kırbacına karşı da sabredeceksin; propagandaya ve dininin hafife alınmasına karşı da sabredeceksin. Allah seni o zaman bak ne yapacak. Kardeşlerim, Kur’an-ı Kerim’imizin bir suresinden iki ayet okuduk. Bir başka suresinden de Allah’ın şu vaat ettiği şeyi; نْ َ نَاِر ِ َح َع ِن فَم ال حزْ ُز “Ateşten kurtulan.” dediği şeyi gerçekleştiren mü’min kullarına da Allah’ın davetiyesi var. Şimdi Râ’d Suresi’ne dönelim. Râ’d Suresi’nin 21. ayetini, şu biraz önce kalbimizdeki imanla ayarladığımız kulaklarımızla tekrar dinleyelim kardeşlerim. Davetiyemizdeki protokol maddelerini sayıyoruz. ُ ا لل ٰ َ َر م َ ا أ َ ِصُلوَن م َ َن ي ِذي ال َ و ْن َ َ ِ أ ِ َصَل ه ُو ي “Allah’ın ‘Dik durun’ dediği yerde dik duran kulları” شَ يََْ َ ْم و ُه َ ه َ َن ر ْ و “Rabbim Allah’tır, diye dikkat edenler” ْ َ ال ُسوء ََيَافُوَن َ ِب و َسا حِ “Kıyamette benim hesabım kötü olur diye endişe taşıyanlar” وا ُ َن َصَِب ِذي ال َ َ و “ve dayanabilenler, sabredenler” مْ ِ ِه ه َ َ ْجِ ر Rabbimin hatırı olsun diye” اْهِتَغاء و sabredebilenler.” Rabbimin hatırı diye bir derdi olanlar. Eşinde, çocuğunda, ülkesinde, şirketinde, vakfında, derneğinde, seyahatinde, namaz kıldığı camide; karşısına çıkanları aslında iki elinin arasında kıyma yapacak kadar kudreti olduğu hâlde ِ ِه م ا ب ربَ هِ ج وَ اءَغِت “Benim Rabbim Allah’tır, O’nun hatırı vardır. O hatır için sabrediyorum.” diyenler, yirmi sene eşinin çilesine bu niyetle katlananlar, çocuğunun katlanılmaz eziyetlerine karşı “Belki yirmi sene sonra namaz kılar, secde eder.” diye sabredenler. “Rablerinin hatırını umarak, Rabbinin hatırını kırmamak için sabredenler.” 

Tekrar yukarıdan alalım:
 -Allah’ın “Dik durun!” dediği yerde dik duranlar,
- “Rabbim var.” diye utananlar,
 -“Ahirette hesap veririm.” diye çekinenler, 
-“Rabbimin hatırı için sabrediyorum.” diyenler, 
-“namaz kılanlar”  
-“toplu, gizli, açık infak َِedenler
 َ-“ellerinden, dillerinden bir kötülük çıktığı zaman onu bir kenara bırakmayıp ‘üç günah işledim üç de sevap işleyim’ diye bir çırpınış içinde olanlar…” 

Bakınız, dikkat ediniz! Allah “günah işlemeyenler” demiyor. Rabbimiz biliyor ki; yüzlerce bankanın reklamına dayanmak zor, Müslüman bir kere faize batabilir. Allah, bunu biliyor. Onun için ne diyor? “Bir kere faize battım diye, iki kuruş kredi aldım diye elli kuruşu Allah yolunda infak edip bir tür kendisini cezalandırarak kötülüğe karşı iyilik bekçiliği yapanlar” رِ ََب ال دَا ْم ُعْق ُه ْولَِئ َك لَ ُ أ “Mutlu topraklar onların olacaktır, cennet bunlarındır.” Neresi bu mutlu diyar? نٍدْ عَ تُ َا جنَ Adn Cennetleri’ne Allah bunları koyacak. Kardeşlerim, Yukarıdaki ayetler “Ebubekir, Ömer, Osman, Uhud şehitleri, Bedir gazileri, ashabı kiram, tabiin, şeyhler, âlimler, şehitler…” diye saymamıştı. Ne saydı? Allah’ın “Dik durun!” dediği yerde dik duranlar, “Rabbimden korkarım” diyenler, “Benim ahiretim var, hesabım var.” diyenler, “Rabbimin hatırı olsun; sustum, sabrettim” diyenler, namaz kılanlar, infak edenler ve kötülüğe karşı iyiliğin savaşçısı olanlar bu mutlu diyara, mutlu topraklara gidecek. Sahabiler değil, sahabilerde de bunlar bulunduğu için sahabiler. Eğer sadece “sahabiler” deseydi biz ne yapacaktık? Bizim kapımız kapanmış olacaktı. Kapı bize de açık ve Allah’ın daveti, çağırması işte bizim için de geçerlidir.

Bu kadar mı? Bu kadar değil. مْ ِه َاِئ ْن آه َح ِم َ ْن َصَل َم و “Babaları ve dedelerinden işe yarar kim varsa onları da buluşturacağız.” ْم ِجِه ا َ ْزو َ أ َ و “Ve eşleri de yanlarında olacak.” مْ ِه َاِت ِي َذُر و “Çocuklarını da ayırmayacağız.” حَ َ ْن َصَل َم و ama “bu standartlarda olanlardan” Çağrıldığı yerin kıymetini bilenlerden. Kardeşlerim, Biz ne için bu kadar çileye katlanıyoruz? Rabbimin hatırı olsun “Sustum.” diyenler, Rablerinin hatırı diye bir hatır tanıyanlar, bunlar; çoluk çocuk, babaları, dedeleri, kendileri, eşleri, oğulları, kızları, torunları Adn Cenneti’nde yerleştiklerinde ne olacak? ْ ال ٍب َ َا لِ و ه ِن كُ ْ ِهم م ْد ُخُلوَن َعَلي َ َالَِئ َك ُة ي م Şimdi Kardeşlerim, Akşama kadar dinlediğimiz yetmiyormuş gibi bizi her akşam facia bombardımanı altına bırakan bu dünyanın gerçek akıbetinin ne olacağını Allah’tan dinliyoruz. “Hep filancalar eziliyor, hep bizim işlerimiz ters gidiyor.” propagandasına karşı cevabımız var. “Melekler bu babasıyla, dedesiyle, kayınpederiyle, amcasıyla, torunlarıyla, eşiyle koltuklara gerildiklerinde her taraftan kapıları açıp ‘Selamünaleyküm’ diyeceklerdir.” buyuruyor Allah. Ama ْم ?niye َصَِْبتُ ا َ ِم ُكم ه ْ ٌ َعَلي َسالَم “Şu dünyadaki sabrınızın karşılığı olan bu cennete hoş geldiniz.” ِر .Diyeceklerdir ََب ال دَا َ ُعْق ْعم نَِف “Bu ne muhteşem bir güzellik, ne güzel bir sonuç sizin için.” Kardeşlerim, Çağrıldığımız yerin sırrı; مْ ِ َما َصبَ ْرتُ ب Melekler “Sabretmenizin karşılığı olarak bulduğunuz bu sonuç, size kutlu olsun ey cennet ahalisi!” diyeceklerdir.

 Kardeşlerim, Bunun gereği olan sabrı ve ayetin bahsettiği azametli gerçekleri uygulayabilmeyi bize müyesser kılsın. Kardeşlerim, Birbirine hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler; kurtulanlardır.  Kardeşler, Allah’ın vaadi haktır. Yüzde yüzden fazla haktır. Allah mübalağa etmez, oyalamaz, teselli için konuşmaz. Allah hakkı ve hakikati söyler, acı ama gerçeği söyler. İşte Allah’ın Al-i İmran ve Râ’d Suresi’ndeki bize bildirdiği mesajı budur. Kardeşlerim, Allah bütün mü’minler olarak bizi çağırmıştır. Bu çağrıyı bugün duyduk. Kesinlikle bu duyduğumuzu melekler kaydettiler. Ya hafızamızı kaybedip Al-i İmran Suresi’nin gerçek tablosunu çizdiği ve “Ancak sabrederek bunun adamı olabilirsiniz.” dediği gerçekleri yok kabul edeceğiz - Maazallah- ya da “Hayatın gerçeği budur, bu dünyanın sosyal veya faşist bir gerekçesi olmaz. Hiçbir şekilde güvencesi olmaz. Bu dünya sonuç bulma yeri değil, sonuca kavuşma yeridir. Sadece bu dünya basit bir aldanma ve tuzak merkezidir.” diyeceğiz. Gerçeğe göre mü’min olacağız inşallah. 

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

19 Ağustos 2015 Çarşamba

514. 4 FORMÜL

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Yaptığımız işlere Allah-u Teala'nın değer vermesi için 4 Formül:

1. Yaptığın iş ihlaslı olacak; sadece ALLAH istedi diye yapacaksın.Başkasının yanında başka; yanlızken başka olmayacak.

2. Yaptığımız iş Resulullah(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve ashabının yaptığı iş olacak; Senin yaptığın veya icat ettiğin şeyle sevap kazanılmaz.

3. Dengeli iş yapacaksın. Gereken ve senin takatinle uyumlu olan bir iş olacak. Zor iş illa sevap olacak değildir.

4. Amellerimizi korumak zorundayız. Amellerimizden emin olmayacağız ama umudumuz arş-ı ala kadar olacak. Boynumuz bükük, günahlarımızı bilerek, itiraf ederek umut taşıyacağız.


Nureddin Yıldız Hoca'nın "Boş İşler" videosundan alıntıdır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

16 Ağustos 2015 Pazar

513.SÜNNETE UYGUN İBADET-29-Kargaşa Ve Fitne Zamanında İbadetin Fazileti

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

1369. Ma'kil İbni Yesâr radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Ortalık kargaşa içindeyken ibadet etmek, bana hicret etmek gibidir."
[1]

* Fitne ve kargaşalıkların çoğaldığı dönemlerde müslümanın yine Allah'a kulluk ve ibadetini aynı tempoda devam ettirmesi çok zordur, böyle dönemlerde insanlar, ibadet ve kulluk görevlerini yerine getirmekten gafil olurlar, bundan dolayı peygamberimiz (s.a.v.) böyle zamanlarda ibadet ve taate aynı şekilde devamı becerebilen kimseler adeta bana hicret etmiş gibi sevap kazanırlar buyurmaktadır.

Yine başka bir hadiste de böyle fitne zamanlarında sünnete uyan kimselerin yüz şehid sevabı kazanacaklarını öğreniyoruz. Fitne zamanında meydana gelecek hadiseleri yine hadislerden öğrenmek gerekirse şöylece özetleyebiliriz:

Fitne zamanında din lafta kalır. 

Fitne zamanında eve ve dağa çekilmek gerekir. Fitne zamanında herkes kendi görüşünü beğenir, cehalet artar ve şaşkınlık meydana gelir.
 Fitne zamanında irtidat = dinden dönmeler çoğalır.
 Fitne zamanında öldürme hadiseleri artar. Fitne zamanında kişi kendisiyle ilgilenmeli, başkasının sapıklığının ona zarar vermemesi gerçeğini bilmelidir.[2] 
Fitne zamanı öldürmektense ölmeyi tercih etmenin gerektiği de bilinmelidir.
 Fitne zamanında ölüm istenir, ganimet helal sayılır.
 Fitne zamanı yalan ve zenginlik artar, ümmeti helak edecek belanın fitne olduğu hadis kitaplarımızda yazılıdır.[3]

sadakat.net/riyazus-salihin- 239) Kargaşa Ve Fitne Zamanında İbadetin Fazileti

[1] Müslim, Fiten 130. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 31; İbni Mâce, Fiten 14.
[2] Bkz. Maide: 5/105.
[3] Kütüb-ü Sitte Terc. 18/71.
Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 393.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

14 Ağustos 2015 Cuma

512.SÜNNETE UYGUN İBADET-28-Her Ay Üç Gün Oruç Tutmak

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

1261. Ebû Hüreyre radıyallahu anh şöyle dedi: Dostum sallallahu aleyhi ve selllem bana şu üç şeyi; her ay üç gün oruç tutmayı, iki rek'at kuşluk (duhâ) namazı kılmayı ve uyumadan önce vitir namazını edâ etmeyi tavsiye etti.[1]

1262. Ebü'd–Derdâ radıyallahu anh şöyle dedi:

Sevgilim sallallahu aleyhi ve sellem bana, yaşadığım sürece asla terketmeyeceğim üç şeyi; her ay üç gün oruç tutmayı, kuşluk namazını kılmayı ve uyumadan önce vitir namazını eda etmeyi tavsiye etti.[2]

1263. Abdullah İbni Amr İbni'l–Âs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu:

"Her ay üç gün oruç tutmak, bütün seneyi oruçla geçirmek demektir."[3]

* Bu hükümler her hayırlı işin en az on kat sevap ile değerlendirileceği esasına dayanır. [4]

1264. Muâze el–Adeviyye'den rivayet edildiğine göre kendisi, Hz. Âişe'ye:

– Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, her ay üç gün oruç tutar mıydı? diye sordu. Âişe:

– Evet, dedi. Bu defa Muâze :

– Ayın hangi günlerinde tutardı? diye sordum, diyor. Âişe:
– Ayın hangi günlerinde tutacağına pek ehemmiyet vermezdi,
cevabını verdi.[5]

1265. Ebû Zer radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"(Ey Ebû Zer!) Ayda üç gün oruç tutacağın zaman, on üç, on dört ve on beşinci günleri tut."[6]

1266. Katâde İbni Milhân radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bize eyyâm–ı bîz'da, ayın on üç, on dört ve on beşinde oruç tutmayı emretti.[7]

1267. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazarda ve seferde eyyâm–ı bizı oruçsuz geçirmedi.[8]

* Tavsiyesi ile yaptıkları arasında tam bir uyum olan Rasûlullah (s.a.v.)’ın nafile oruçlarla alakalı tavsiye ve yaptıkları böylece gözler önüne serilmiş oldu. Farzların yanı sıra yapılması gereken bu tür nafile ve tatavvu 
(Sözlükte "teberru" anlamına gelen tatavvu', dinî bir kavram olarak, farz ve vacip olmayan ibadetleri ifade etmektedir. Hanefîlere göre tatavvu', farz ve vaciplerin dışında meşru kılınan ibadet ve taatlardır. Nafile, mendûb, müstehab tatavvu'un kapsamına girmektedir.)ibadetlerle de kişi Allah’a yaklaşmaya ve sevabını artırmaya çalışmalıdır. [9]


sadakat.net/riyazus-salihin- 230) Her Ay Üç Gün Oruç Tutmak

[1] Buhârî, Savm 60; Teheccüd 33; Müslim, Müsâfirîn 85. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 7; Nesâî, Sıyâm 81, Kıyâmü'l–leyl 28.
1140’da geçmişti.
[2] Müslim, Müsâfirîn 86. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir.
[3] Buhârî, Savm 59 ; Müslim, Sıyâm 197. Ayrıca bk. Nesâî, Sıyâm 78, 82.
[4] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 367.
[5] Müslim, Sıyâm 194. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 70; Tirmizî, Savm 54; İbni Mâce, Sıyâm 29.
[6] Tirmizî, Savm 54. Ayrıca bk. Nesâî, Sıyâm 84.
[7] Ebû Dâvûd, Savm 68. Ayrıca bk. Nesâî, Sıyâm 84; İbni Mâce, Sıyâm 29.
[8] Nesâî, Sıyâm 70.
[9] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 367.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

511-SÜNNETE UYGUN İBADET-27-Pazartesi – Perşembe Orucu

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu iki bölümdeki on hadisten, Rasulullah’ın doğduğu, peygamber olduğu ve vahyin ilk geldiği günün Pazartesi olduğunu, amellerin Pazartesi ve Perşembe günleri Allah’a arzedildiğini, Rasulullah’ın her aydan üç gün oruç tutmayı, kuşluk ve vitir namazını tavsiye ettiğini ve bu üç günlük orucu herhangi bir günde tuttuğunu ve kameri ayların 13, 14, 15.’inde tutulmasını emrettiğini ve kendisinin de bizzat bu günlerde tuttuğunu öğreneceğiz. [1]

1258. Ebû Katâde radıyallahu anh şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e pazartesi günü oruç tutmanın fazileti soruldu. O da şöyle buyurdu:

"O gün, benim doğduğum, peygamber olduğum (veya bana vahiy geldiği) gündür."[2]

1259. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Pazartesi ve perşembe günleri ameller (Allah'a) arz olunur. Ben, oruçluyken amellerimin arz olunmasını isterim."[3]

1260. Âişe radıyallahu anhâ şöyle dedi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem pazartesi ve perşembe günleri orucuna özen gösterirdi.[4]

* Amellerin haftada iki sefer Allah’a arzolunduğu ve cennetin kapılarının da aynı günler açıldığı[5] gerçeğine dayanarak bu günleri oruçlu geçirmek nafile ibadetler cümlesinden olarak güzel görülmüştür. [6]
sadakat.net/riyazus-salihin- 229) Pazartesi – Perşembe Orucu

[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 366.
[2] Müslim, Sıyâm 197, 198.
[3] Tirmizî, Savm 44. Ayrıca bk. Müslim, Birr ve's–sıla 36 (ancak burada oruçla ilgili kısım yer almamaktadır); Nesâî, Sıyâm 70.
[4] Tirmizî, Savm 44. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd 60; Nesâî, Sıyâm 70; İbni Mâce, Sıyâm 42.
[5] Müslim, Birr ve’s-Sıla, 35.
[6] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 366.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

12 Ağustos 2015 Çarşamba

510."NİYET"hadisi

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Mü'minlerin emîri Ebü Hafs Ömer ibni Hattab radıyallahu anh, Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem'i şöyle buyururken dinledim, dedi:

"Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah'a ve Resülü'ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah'a ve Resülü'ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir."[1]

Açıklamalar :

"Yapılan işler niyetlere göre değerlenir" hadisi, insanın kazanacağı sevap ve günahlar ile yakından ilgili ve son derece önemlidir. Ahmed İbni Hanbel, Ebü Davud, Tirmizî, Darekutnî gibi büyük alimler, bu hadisle, İslamiyet'in üçte birini anlamanın mümkün olduğunu söylemişlerdir. İmam Şafiî, bu hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi bulunduğunu, bu sebeple de onu din ilminin yarısı saymak gerektiğini belirtmiştir. İmam Buharî ise, kitap yazanlara bir nasihatte bulunarak, eserlerine bu hadisle başlamalarını tavsiye etmiştir.

Şimdi niyetin ne olduğunu görelim:
Niyet, bir işi Allah rızası için yapmayı kalbden geçirmektir. İş ya kalble, ya dille veya diğer organlarla yapılır. Kalbimizle yaptığımız işler, niyet ve düşüncelerimizdir. Dilimizle yaptıklarımız konuşmalarımızdır.

Organlarımızla yaptığımız işler de fiil ve davranışlarımızdır. Sözler ve davranışlar çoğu zaman niyete bağlı olduğu için, iyi niyet bazen başlı başına bir ibadet olur.

Ameller yani yapılan işler niyete göre değer kazanır sözü, çoğu zaman organlarımızla yaptığımız işleri kapsar. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermesin düşüncesiyle ve sevap kazanmak ümidiyle kaldırıp atmak bir ibadet sayılır. Birinin malını meşru olmayan yollardan elde etmeye karar vermişken, Allah korkusuyla bu düşünceden vazgeçmesi de aynı şekilde sevap kazanmaya vesile olur.

Kalbden geçen düşünceler, iyi niyete dayandığı zaman Allah katında değer kazanır. Bu esnada kalbin uyanık ve şuurlu olması gerekir.

Dil bir şeye niyet ederken kalb bu düşünceye katılmazsa, niyet makbul olmaz. Çünkü Allah Teala bizim şeklimize, kalıbımıza değil, kalblerimize bakar, niyetlerimize değer verir.

Abdullah İbni Ömer'in alim ve zahid oğlu Medine'nin yedi fakihinden biri olan Salim, halife Ömer İbni Abdülaziz'e yazdığı mektupta şöyle demişti:

"Şunu iyi bil ki, Allah Teala'nın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır. Kimin niyeti tam olursa, Allah'ın ona yardımı da tam olur. Niyeti ne kadar azalırsa, Allah'ın yardımı da o kadar azalır."

Herkesin yaptığı işin karşılığını niyetine göre alması şu gerçeği vurguluyor: Yapılan bir ibadet ve herkesin takdirini kazanan bir hizmet görünüş bakımından kusursuz olabilir; ancak o ibadet ve güzel hizmetin samimi bir niyetle ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılması şarttır. İnsanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allah rızasını hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. 


Yapılan işleri Allah katında değerli kılan bizim ihlas ve samimiyetimiz, yani o işleri sadece Allah rızası için yapmış olmamızdır. Mesela insanlar beni görsün ve takdir etsin diye namaz kılmak, zekat vermek şirk derecesinde büyük bir günahtır. Fakat gösterişi aklından geçirmeyen bir mü'minin, başkalarını o ibadeti yapmaya teşvik etmek niyetiyle herkesin göreceği bir yerde namaz kılıp zekat vermesi faziletli bir davranıştır. Böyle bir mü'min hem görevini yapmış hem de iyi niyetinden dolayı ayrıca sevap kazanmış olur.

İyi niyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların Allah katında hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz ibretli bir misalle ortaya koymuştur. Bu hadis-i şerife göre kıyamet gününde ilk defa bir şehid hakkında hüküm verilecek. Allah Teala ona ne yaptığını sorduğunda:

- Senin uğrunda çarpıştım, şehid edildim, diyecek. Fakat Cenab-ı Hak ona:
- Yalan söyledin. Sana cesur adam desinler diye çarpıştın, buyuracak ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
Daha sonra ilim öğrenip öğreten ve Kur'an okuyan bir kimse getirilecek. Ona da ne yaptığı sorulacak.
- İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızanı kazanmak için Kur'an okudum, diyecek. Allah Teala ona:
- Yalan söyledin. İlmi, sana alim desinler diye öğrendin. Kur'anı ise, güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim öyle de denildi, buyuracak. O adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.


Hadis-i şerifin devamında zengin bir kimsenin huzura getirileceği, onun da malını Allah rızası için harcadığını söyleyeceği, ona, "cömert adam" desinler diye malını sarfettiği söyleneceği ve diğerleri gibi onun da cehenneme atılacağı belirtilmektedir.[2]

Bu niyet hadisinden şöyle bir sonuç da çıkmaktadır:
Aslında ibadet olmayan bazı işler, iyi niyetle yapıldığı takdirde ibadete dönüşebilir. Mesela yemek yiyen kimse, bu gıdalardan elde edeceği kuvvetle ibadet edeceğini düşünürse, yemek yerken bile sevap kazanmış olur. Normal ticaretini yapan kimse, işini en iyi şekilde yaparak insanlara hizmet etmeyi, onları aldatmamayı düşünürse, hem para hem de sevap kazanabilir.

Hadis-i şerifimizde "Kimin niyeti Allah'a ve Resülü'ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah'a ve Resülü'ne hicret sevabıdır" buyuruluyor. Hicret, bir şeyi terketmek demektir. Allah Teala'nın yasak ettiği şeyleri terkedip yapmamak da genel manada hicret sayılmaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz:

"Muhacir, Allah'ın yasakladığı şeyleri bırakan kimsedir" buyurur.[3]

Hadiste sözü edilen hicretten maksat, kafirlerin elinde bulunan vatanı bırakıp İslam yurduna göçmek demektir. Hz. Peygamber ile ashabı, Mekke'den Medine'ye bu maksatla göçmüşlerdir. Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ue sellem'in söylemek istediği şudur:

Bir adam hicret ederken dünyevî bir çıkar düşünmemiş, sadece Allah'ın rızasını kazanmayı ve Resülullah'ı hoşnut etmeyi hedef almışsa, hicreti makbul olmuştur; Allah ve Resulü'ne hicret etme sevabını elde etmiştir. Kim de hicret ediyor görünse bile, aslında bir dünyalık elde etme veya bir kadınla evlenme arzusuyla yola çıkmışsa, onun hicreti makbul sayılmaz ve hiçbir sevap kazanamaz. Bu gerçeği Allah Teala şöyle belirtmiştir:

"Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz; ama onun ahirette bir nasibi olmaz". [4]

Bu hadis-i şerifin söylenmesine şöyle bir olayın sebep olduğu anlatılır:

Sahabîlerden biri, Ummü Kays adlı bir hanımla evlenmek ister. Fakat o günlerde Ümmü Kays Medine'ye hicret etmeyi düşünmektedir. Kendisiyle evlenmek isteyen sahabîye, niyeti ciddi ise Medine'ye hicret etmeyi ve orada evlenmeyi teklif eder. Mekke'deki kurulu düzenini terketmeyi henüz düşünmeyen o sahabî Ümmü Kays'la evlenmek arzusuyla Medine'ye hicret etmek zorunda kalır. Bu durumu bilen sahabîler, Ümmü Kays'ın muhaciri anlamında "Muhaciri Ümmü Kays" diye takıldıkları o zatın, hicret sevabı kazanıp kazanmadığını tartışmaya başlarlar. İşte o zaman Peygamber Efendimiz, bu hadis-i şerifle meseleye açıklık getirerek herkesin niyetine göre sevap kazanacağını belirtir.

Hadisten Öğrendiklerimiz:

1. Yapılan işlerden sevap kazanabilmek için o işlere iyi niyetle başlamak gerekir.
2. Niyetin kalben yapılması önemli olduğu için, bunu ayrıca dille söylemek şart değildir.
3. Allah rızası gözetilmeden yapılan işlerden sevap kazanılamaz.
4. İnsan göründüğü gibi olmalı, dünyevî bir çıkar için dini kullanmamalıdır.
5. İhlas, niyet sağlamlığı demektir.

http://www.enfal.de/hadisler/niyyet.htm

[1] Buharî, Bed'ü'1-vahy l, İman 41, Nikah 5, Menakıbu'l-ensar 45, İtk 6, Eyman 23, Hiyel l; Müslim, İmaret 155. Ayrıca bk. Ebü Davud, Talak 11; Tirmizî, Fezailü'l-cihad 16; Nesaî, Taharet 60; Talak 24, Eyman 19; İbni Mace, Zühd 26
[2] Müslim, İmare 152
[3] bk. 1569 nolu hadis
[4] Şura süresi (42), 20

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

509.Niyette çok iş var




“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Videoyu izlemenizi tavsiye ederim. Nureddin Hoca yine çok güzel örneklerle etkileyici bir şekilde anlatmış "niyet" konusunu.Vaktim yok diyorsanız aşağıdaki küçük notlardan faydalanabilirsiniz.

-Allah-u Teala, mümini yaptıklarına göre değil yapmak istediklerine göre değerlendiriyor. Bizim işlerimizden çok niyetlerimiz bizi cennet cehennemde tutuyor.Örneğin hacda yaptığımız tavafa göre değil tavafı yaparken ki kalbimizin hoplaması bizim niyetimizi gösteriyor.

-"Niyet"le içimizdeki kararları kasdediyoruz. Girersek inşallah cennete niyetlerimizle gireceğiz. Çocuğu hangi okulda okuttuğun veya hangi hafızlık kursuna verdiğin çok önemli değil. Anne hamile kaldığında onu Hz. Meryem gibi Allah'a adayıp adamadığın çok önemli. Senin niyetinde bu çocuğu ne yapmaya karar verdiğin önemli. O çocuk şarapçı bile olsa o öldüğünde sen şehit annesi/babası olarak yazılacaksın.Allah-u Teala, çocuğunu alim yapmak Kur'an ehli yapmak isteyen kararları görmek istiyor.

-Allah-u Teala, dilimizin ne dediğine bakmıyor yüreğinin ne düşündüğüne bakıyor.

- Allah'ı düşünen, niyetinde Allah'ın aradığı şeyler bulunan müslümanlar olmalıyız.

-Allah cc elin ne yaptığına değil, kafan o elle ne yapmak istediğine bakıyor.

-Allah'tan korkmayı düşünmek bile sevap. Bu günaha niye bulaşıyorum diyorsun sevap yazıyor Allah-u Teala.

-İstemek ile hayal etmek başka şeyler. İsteğimizi gerçekleştirmemizi istiyor Allah. Önce niyet edeceğiz sonra hazır vaziyette şartların oluşmasını bekliyeceğiz. Şartlar oluştuğu vakit hemen uygulayacağız.

-Allah cc niyetlerimize cennet veriyor.

-Yaptığınız ibadetler cennete girmenize yetmez buyuruyor.

-Sevdan herkese Kur'an öğretmekse bir kimseye öğretemesen bile o sevap yazılır sana.

“Mü’minin niyeti amellerinden daha hayırlıdır.” Hadis-i şerifinde buyrulduğu gibi insanın yaptığı ibadetlerden ziyade, bu ibadetleri ne niyetle yaptığı önemlidir. Niyeti samimi olmayan işler boş işlerdir.

Tek başına niyet, Sünnetullah gereği Ümmeti Muhammed’in kurtuluşu olamayacaktır. Çaresiz durumda olunduğunda niyet için gösterilen gayret, yüreklerde tutuşan sevda ve sızı şahit olacaktır. Allah sadece içini doldurmadan ağızdan çıkan sözlere değil yüreklerdeki samimiyete bakar.

Dünyayı imar edebilecek kapasitedeki insanın hedefini ve niyetini küçük tutması kendine yapabileceği en büyük zulümlerdendir. Mü’min okyanusu hedef almışken su damlacıklarının peşinde olamaz. Mü’min okyanusta yol almak için mücadele eden adamın adıdır.

Niyet Allah Teâlâ’nın rahmetinin tecellilerindendir ve insanın sonsuz hayatının akıbetini belirler niteliktedir.

“Desinler!” hastalığı, niyetteki samimiyetin bir numaralı düşmanıdır. “Kim ne der?” değil “Allah ne der?” bilincine sahip olunarak bu hastalığın önüne geçilebilir.

Mü’min imtihan yolculuğunda önüne çıkacak hedeflerini küçülten, moral kıran her ne engel varsa niyetiyle bunların üstesinden gelmelidir. Zira verilen kararlar, zihinlerde planlanan hedefler ve bunlar için tutuşan bir kalp Allah katındaki değeri belirler. Başarı Allah Teâlâ’nın elindedir. Müslüman’ın görevi bu hedef ve kararları için heyecanı diri tutarak ve ümitsizliğe düşmeden gayret etmektir.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

1 Ağustos 2015 Cumartesi

502.Sahih-i Buhâri Kitabını Tanıyalım (Hadis Kaynağı Olarak)


501.RABBİMİZİN cc 27.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar!

Siz nasıl oluyor da Allah'a isyan ediyorsunuz? Halbuki siz daha güneşin verdiği hararete feryat ediyorsunuz, cehennemin ateşine nasıl dayanacaksınız?

O cehennemin yedi tabakası vardır. İçindeki ateşin harareti birbirini yer.

Her bir tabakasında yetmiş bin ayrı ateş bölümü vardır. Her bölümde yetmiş bin bina vardır; her binada yetmiş bin ev vardır. Her evde, yetmiş bin kuyu vardır. Her kuyuda ateşten yetmiş bin tabut ve her tabutta ateşten yetmiş bin akrep vardır. Tabutların her birinin üstünde de yetmiş bin adet zakkum vardır.

Bu ağaçların her birinin altında ateşten yetmiş bin görevli ve her bir görevlinin emrinde ateşten yetmiş bin melek ile ateşten yetmiş bin koca yılan bulunmaktadır.

Bu ateşten yılanların boyu yetmiş bin zirâ-dır. Her bir yılanın karnında öldürücü siyah zehirden bir deniz bulunmaktadır.

Her bir akrebin bin tane kuyruğu vardır. Kuyruklardan her bir tanesinin boyu yetmiş bin zirâdır. Kuyruklarda yetmişer bin rıtl öldürücü zehir bulunur. 'Zâtıma, Tûr'a, yayılmış ince deri üzerinde yazılı kitaba (Kur'an'a), Beyt-i Ma'mur'a, yükseltilmiş göğe, dolan denize andolsun ki rabbinin azabı muhakkak vuku bulacaktır.' 
Tur 52/1-6.

Ey âdemoğlu! Ben bu ateşi ancak kâfir, kovucu, riyakâr, malının zekâtını vermeyen, zina eden, faiz yiyen, içki içen, yetimlere zulmeden, ölünün ardından dövünenler ile komşusuna eziyet eden ve işçi çalıştırdığı halde ücretini ödemeyenler için yarattım. 'Ancak tövbe edip iman ederek salih amel işleyenler müstesnadır.

İşte onlar, Allah'ın kötülüklerini iyiliklerle değiştireceği kimselerdir. Allah çok affedici ve çok acıyandır.' 
Furkân 25/70. 

Ey kullarım! Nefislerinize acıyın; zira bedenler zayıf, yol uzun, yük ağır, sırat incedir. Hepinizin hesabını görecek olan zât ise, her şeyi görendir. Hüküm verecek olan hâkim, âlemlerin rabbidir."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

29 Temmuz 2015 Çarşamba

500.SELEF VE SELEFİLİK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Tarih içinde izine rastlanmadığı halde, günümüzde birçok fırka ve fikir akımı dikkat çekmektedir. Modernistler, Reformistler, Ehl-i Kur’an (Kur’aniyyun, Mealciler) ve İslâm’ın saf haline dönme iddiasında bulunan Selefîler bunlardan başlıcalarıdır.

Günümüzde ilmin zayıflaması ve doğru ile yanlışın birbirine karıştırılmış olması sebebiyle bu tür akımlar, bazı iyi niyetli müslümanların aldanmasına, yanlış yollara sapmasına vesile olmaktadır.

Bu yazı, son dönemlerde ortaya çıkan akımlardan biri olan Selefîliği kısaca tanıtmak ve yanlışlıklarını ortaya koymak maksadıyla kaleme alınmıştır. Bu akımın görüşleri, temsilcileri ve onların tenkidi, hakkında müstakil kitaplar yazılacak kadar ayrıntılı ve önemlidir. Biz burada sadece konuyu ana hatları ile ele alacak ve kısa değerlendirmeler yapacağız.

Selef kime denir?
Hz . Peygamber s.a.v.’in “En hayırlı nesil benim dönemimde yaşayanlardır. Sonra onları izleyenler, sonra onların ardından gelenlerdir.”[1] şeklindeki hadisinde “en hayırlı nesiller” oldukları haber verilen ilk üç kuşağa Selef denir.

Bu ilk üç kuşak, sırasıyla Sahabe, Tabiun ve Tebe -i Tabiîn’dir . Bunlar imanda, ilimde ve amelde bütün müslümanlar için örnek nesillerdir.

Sahabe kuşağı, Hz . Peygamber s.a.v.’in vefatından sonra İslâm’ın biricik temsilcileri olarak yaşamış, gerek Hicaz bölgesinde, gerekse fethedilen yeni bölgelerde İslâm’ı hakkıyla tebliğ etmiş, öğrenciler yetiştirmişlerdir. Kur’an’ı, hadis-i şerifleri ve İslâmî uygulamaları bütün müslümanlar Sahabe kanalıyla öğrenmiştir. Bu sebeple Sahabe’nin İslâm ilim tarihinde olduğu kadar, iman, amel, edep, zühd , vera , takva ve ahlâkta da müstesna bir mevkii vardır.

Onlardan sonra gelen kuşağa Tabiun denir. Bu kuşak da Sahabe’nin dizinin dibinde yetişmiş, imanı, ilmi ve ameli onlardan almıştır. Bu kuşağa Tabiun (izleyenler, tabi olanlar) denmesinin sebebi, Sahabe’ye uymakta gösterdikleri titizlik, ciddiyet ve özendir.

Sahabe’nin önemi, Kur’an’da hayırla yad edilmiş olmaları, Hz . Peygamber s.a.v.’in yaşantısının ilk ve en önemli temsilcileri olmaları hasebiyle İslâm’ı en doğru şekilde anlayıp yaşamanın kıstası olmaları… gibi hususlardan kaynaklanmaktadır. Tabiun’un önemi ise temelde şu iki noktaya dayanmaktadır:

1. İslâm’ı, Sahabe kuşağından, yani en doğru şekilde anlayıp yaşamış olan kuşaktan öğrenmiş olmaları.

2. Sahabe zamanında rastlanmayan, sonradan karşılaşılmış yabancı birçok fikir akımı, kültür ve inanç şekliyle ilk defa onların muhatap olması.

Başta felsefî akımlar ve Mu’tezile , Cebriye, Mürcie gibi bid’at fırkalar olmak üzere pek çok kültür, inanç ve cereyan ilk defa Tabiun döneminde İslâm toplumuna girmiş ve önemli fikrî ve akidevî sarsıntılara sebebiyet vermiştir.

İşte Tabiun nesline mensup büyük alimler, bu akımlarla mücadele ederek Sahabe’den devralınan sahih İslâm anlayışının zedelenmeden yaşamasına ve gelecek nesillere aktarılmasına sebep olmuş ve çok büyük hizmette bulunmuşlardır. Dolayısıyla İslâm’ın özüne yabancı her türlü cereyan karşısında nasıl bir tavır takınacağımızı, Tabiun neslini örnek alarak tesbit etmekteyiz.

Tabiun dönemi, aynı zamanda fıkhî mezheplerin temellerinin atıldığı ve müstakil mezheplerin ortaya çıktığı dönem olarak da dikkat çeker. Bu dönemde yaşamış olan Hasan-ı Basrî , Süfyan -ı Sevrî , İbrahim en- Nehaî , Şa’bî … gibi pek çok büyük alim, birer müçtehid olarak, müstakil mezhep sahibi idiler. Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanîfe de bu kuşağa mensuptu. (Allah hepsinden razı olsun)

Tabiun’dan sonra gelerek onlara öğrencilik etmiş olan kuşağa da Tebe -i Tabiîn veya Etbau’t -Tabiîn (Tabiun neslini izleyenler) denir. Bu dönem de ilmî ihtisaslaşmanın yaşandığı, hadis-i şeriflerin yaygın olarak müstakil kitaplarda toplandığı, itikadî ve fıkhî mezheplerin iyice yerleşip müesseseleştiği bir zaman dilimidir.

Kısaca tanıttığımız bu üç nesil, gerek Kur’an ve Sünnet’te övgüye mahzar olmaları, gerekse sahih İslâm anlayışının bize kadar kesintisiz olarak gelmesinde kilit rol üstlenmiştir. Bu sebeple, daha sonraki asırlarda devamlı olarak merkezî bir yer tutmuş ve adeta doğru-yanlış ayrımının ölçüsü olarak algılanmıştır.

Tarih boyunca İslâm toplumlarında ne zaman bir sarsılma, gevşeme ve bozulma görülmüşse, bu üç neslin temsil ettiği İslâm anlayışına dönüş gayretleri sayesinde toparlanma olmuş ve doğru çizgi muhafaza edilmiştir.
Bu sebeple “Selef-i Salihîn”, İslâm Ümmeti için vazgeçilmez bir nirengi noktası ve ölçü olmuştur.

Selefîlik nedir?
Selefilik, İslâm’ı, yukarıda tanıttığımız Selef-i Salihîn’in anlayıp yaşadığı gibi anlayıp yaşama iddiasının vücut verdiği bir akımdır. İlk defa Mısır’da Cemaleddin Efganî ve öğrencisi Muhammed Abduh tarafından başlatılan “ İslâmî ıslah” hareketi, daha sonra Selefîlik adıyla anılan zümrenin doğmasına kaynaklık etmiştir.

Aşağı yukarı aynı dönemde bugünkü Suudi Arabistan’ın sınırları içinde bulunan Necid bölgesinde ortaya çıkan ve Mısır’daki hareket ile benzer söylemleri dillendiren Muhammed b. Abdilvehhab’ın yürüttüğü “ Vahhabîlik ” hareketine de daha sonra Selefîlik denmiştir.

Bu iki hareket arasında temelde önemli farklılıklar bulunmamakla birlikte, söz konusu iki akım şu noktalarda birbirlerinden ayrılır:

1. İtikadî sahada Vahhabîler Kelâm mezheplerini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet’in iki büyük kelâm alimi Ebu Mansur el-Maturidî ve Ebu’l -Hasan el- Eş’arî Vahhabîler’e göre, saf İslâm akidesini kelamî deliller kullanmak ve aklı nakle (ayet ve hadislere) hakem kılmak suretiyle bulandırmışlardır. Özellikle müteşabih [2] ayet ve hadislerin Allah Tealâ’nın şanına ve yüceliğine uygun olarak tevil edilmesine şiddetle itiraz eden Vahhabîler, tasavvufa da aynı şiddetle karşı çıkarlar.

Efganî - Abduh çizgisi ise itikadî sahada kelâm alimlerinin kullandığı metoda temelde itiraz etmez; Felsefe, mantık ve kelâm gibi ilimleri reddetmez ve müteşabih ayet ve hadislerin, Allah Tealâ ile mahlukat arasında benzerlik kurulmaması için tevil edilmesi taraftarıdır.

2. Vahhabîler, fıkhî mezhep olarak İbn Teymiyye ve öğrencisi İbnu’l -Kayyım’ın çizgisini izler. Diğer mezhepleri ise istihsan, ıstıslah, mesalih-i mürsele … gibi delillere yer verdikleri için bid’atçilikle itham ederler.

Efganî - Abduh çizgisi ise genel olarak bir tek mezhebe mensubiyeti reddederek, bütün fıkhî mezhepleri birleştirme eğilimindedir.

Aralarındaki ihtilafları kısaca zikrettiğimiz bu iki cereyan, zaman içinde birbirine yaklaşarak “Selefî” diye anılmışlardır. Ortaya çıkış döneminden günümüze doğru ilerledikçe, Selefîlik akımının içine başka görüşler de katılmıştır. Dolayısıyla “ Selefîlik ” dendiği zaman akla her ferdinin aynı şekilde düşündüğü homojen bir gruptan ziyade, aşağıda zikredeceğimiz görüşleri benimseyen kozmopolit bir kitle gelmektedir.

Selefîlerin görüşleri

Müteşabih ayet ve hadislerle ilgili görüşleri:

Selefîliğin en bariz vasıflarından birisi, müteşabih ayet ve hadisleri lugat anlamını esas alarak olduğu gibi kabul etmek şeklinde kendisini göstermektedir.

Buna göre Kur’an’da ve hadislerde Allah Tealâ hakkında zikredilen “el, yüz, gelme, oturma, inme, Arş’a istiva etme, gazaplanma , gülme…” gibi sıfatlar, mahlukat hakkında ne ifade ederse, Selefîler’e göre Allah Tealâ hakkında da aynı şeyi ifade eder.

Oysa Kur’an’da yer alan pek çok ayet, Allah Tealâ’nın bu gibi sıfatlarını mahlukatın sıfatlarına benzetmenin doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Her ilim dalında, o sahanın mütehassıslarının söylediklerine itibar edileceği açıktır. Bu gerçekten hareketle tefsir sahasında müfessirler, hadis sahasında muhaddisler , fıkıh sahasında fukaha ve akaid sahasında kelâm/ akaid alimleri ne demişse ona itibar edilir. Ömrünü fıkıh ilminin meselelerine vakfetmiş bir kimsenin akaid alanında söyledikleri, bir akaid aliminin söyledikleri gibi değerlendirilmez. Yahut yıllarını tefsir alanında çalışarak geçirmiş bir alimin, hadis ilminin derinlik ve inceliklerini bir hadis alimi kadar bilmesi beklenmemelidir.

Tasavvuf hakkındaki görüşleri:
İslâm dünyasının bazı yerlerinde tasavvuf adı altında sergilenen birtakım yanlış anlayış, Selefîler’in tasavvufun özüne düşmanlık beslemesine gerekçe teşkil etmiştir. Oysa Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’ten asla ayrı düşünülemeyecek olan gerçek tasavvuf, Batınîlik, Hurûfîlik gibi sapık cereyanlardan uzaktır. Ehl -i Sünnet çizginin muhafazasında ve yayılmasında son derece büyük katkıları bulunan gerçek tasavvuf ehli, müslümanların kalbî ve ruhî hayatının inkişafında, ahlâkın güzelleştirilmesinde ve erdemli fertlerin yetişmesinde Sahabe döneminden itibaren izlenen yolu izlemiş ve tamamen onlara uymuştur. Gerek itikadî , gerekse amelî sahada gerçek tasavvuf büyüklerinin eserleri ve görüşleri ortadadır.

Taklid hakkındaki görüşleri:
Bir kısım Selefîler, fıkhî meselelerde herhangi bir müçtehid imamın taklid edilmesine de şiddetle karşı çıkarak, bunun da kişiyi şirke ve küfre götüreceğini iddia ederler. Bu iddialarını ispat için de birtakım ayet ve hadisleri delil olarak öne sürerler.

Oysa bu ayet ve hadislere yakından bakıldığında taklidin haramlığı iddiasına uygun hale getirmek için zorlama yoluyla tevil edildikleri görülür. Tıpkı tevessül konusunda olduğu gibi, taklidin haramlığı konusunda da bu ümmetin tatbikatı Selefîler’in iddialarının geçersiz olduğunu gösteren en büyük delildir.

Hadis alimleri arasında ittifakla dile getirilen bir husus vardır: Hadislerin sahih, hasen veya zayıf olduğu konusunda hadis alimleri tarafından verilen hükümler, onların kendi içtihadlarının sonucudur. Dolayısıyla onlardan sonra gelen ve onların kitaplarında yer alan hadisleri delil kabul edenler, onların bu hadislerin sıhhati konusundaki içtihadlarını taklid etmiş olmaktadırlar.

Bugün bizlerin, bizden bin ikiyüz , bin üçyüz sene önce yaşamış hadis ravilerinin ahvalini ve durumlarını bilmemizin bir tek yolu vardır. O da hadis alimlerinin bu konudaki görüşlerini bize nakleden kitaplara başvurmaktır. Şu halde bizim, herhangi bir hadisin güvenilir olup olmadığı yolundaki değerlendirmemiz, tamamen hadis alimlerinin içtihadına dayanmaktadır ve bu da tamamıyla bir “ taklid”dir . Her hususta Selef’e tabi olduklarını iddia eden Selefîler dahi bu konuda hadis alimlerini taklid eden birer “ mukallid”dir .

Eğer herhangi bir alimin bir görüşünü, delilini bilmeden kabul etmek demek olan taklid haramsa, bu haramı Selefîler de işlemektedir. Eğer hadis alimlerinin hadislerin sıhhati-zaafı konusundaki kanaatlerini taklid etmek caiz ise, müçtehid imamların fıkhî konulardaki içtihadlarını taklid etmek niçin haram olsun?

Kıyas konusundaki görüşleri:
Günümüzde Selefîler olarak anılan grup içinde, kıyasın şer’î bir delil sayılamayacağını, çünkü kıyasın, “Allah’ın dininde şahsi görüş ile hüküm vermek” olduğunu söyleyenler mevcuttur.

Oysa fıkıh usulü kitaplarında ayrıntılı bir şekilde açıklandığı gibi, gerek Kur’an ayetleri, gerekse hadisler, vakıa olarak sınırlıdır ve insanlığın karşılaştığı her olayın hükmünün, ayetlerde ve hadislerde zikredilmiş olması mümkün değildir. Kur’an ve Sünnet konusunda biraz malumatı olan herkes bu noktayı kabul ve itiraf eder.

Şu halde hükmü Kur’an ve Sünnet’te zikredilmeyen olaylar hakkında yapılabilecek iki seçenek var. Ya bu olaylar hakkında İslâm’ın herhangi bir hükmünün ve açıklamasının olmadığını söylemek, ya da karşılaştığımız olayın bizzat kendisi olmasa da, benzeri hakkında Kur’an ve Sünnet’te yer alan bir hükmü, aralarındaki benzerlik dolayısıyla yeni olaya da tatbik etmek.

Bu seçeneklerden ilkinin doğru olduğunu söylemek, İslâm’ın evrensel olduğunu, bütün zaman ve mekânların problemlerine çözüm getirme özelliğini haiz bulunduğunu inkâr etmek demektir.

Kıyas’ı inkâr eden İbn Hazm , bu iddiası sebebiyle, bırakalım bir “İslâm alimi”ni, aklı başında sıradan bir kimsenin bile gülüp geçeceği şeyler söylemiştir. Mesela Kur’an ve Sünnet’de domuz etinin haram olduğu zikredilmiştir. Ama domuzun yağının haram olduğuna dair ne Kur’an’da , ne de Sünnet’te herhangi bir hüküm yoktur. Sırf bu gerekçeyle İbn Hazm , domuzun yağının haram olmadığını söylemiştir.

İşte kıyasın reddedilmesi sonucunda varılacak komik nokta budur.

Ehl-i Sünnet ne diyor?
Her ne kadar Selefîler, yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerinde Selef-i Salihîn’i örnek aldıklarını söylüyorsa da, bunun sadece bir iddia olduğunu söylemek durumundayız. Esasında mesela İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri de Selef’tendir ve onun gerek itikadî , gerekse fıkhî görüşlerini benimsemek, gerçek Selefîliktir . Bu söylediğimiz diğer büyük imamlar için de söz konusudur.

Ebu’l -Muzaffer el- İsferâînî , Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadî çizgisini ortaya koyan özellikleri zikrettikten sonra şöyle der:

“ Bilmiş ol ki, Fırka-i Naciye’nin (kurtuluşa eren grubun) akaidinin özellikleri olarak zikrettiğimiz bütün bu hususlar, imanın sıhhati babında bilinmesi gereken hususlardır. (…)

“ Ehl -i Sünnet ve’l -Cemaat’in itikadı olarak zikrettiğimiz hususların hiç birisi hakkında Şafi’î ile Ebu Hanîfe ; (Allah her ikisine de rahmet eylesin) arasında herhangi bir ihtilaf yoktur. Sadece bu iki imam değil, Malik, Evzaî , Davud ez-Zahirî, Zührî , Leys b. Sa’d , Ahmed b. Hanbel , Süfyan es- Sevrî , Süfyân b. Uyeyne , Yahya b. Maîn , İshak b. Rahuye , Muhammed b. İshak el- Hanzalî , Muhammed b. Eslem et- Tûsî , Yahya b. Yahya en- Nisaburî , Hüseyin b. Fadl el- Becelî , Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Züfer b. Hüzeyl , Ebu Sevr ve Hicaz, Şam, Irak imamları, Horasan ve Maveraunnehir imamları gibi Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis’in tümü ile onlardan önce yaşamış olan Sahabe, Tabiun ve Etbau’t -Tabiîn de bütün bu konularda görüş birliği içindedir. Bu iki fırka ( Ehl -i Rey ve Ehl -i Hadis) arasında bütün bu konularda herhangi bir ihtilaf bulunmadığını tahkik etmek isteyenler, Ebu Hanîfe’nin Kelâm sahasında yazdığı Kitabu’l -Âlim ( ve’l - Müte’allim )’e, el- Fıkhu’l - Ekber’e (…) ve Osman el- Bettî’ye yazdığı (…) el- Vasıyye’sine baksın. Keza Şafiî’nin yazdığı eserlere baksın. Bu ikisinin mezhebi arasında herhangi bir farklılık bulamayacaktır.

Bütün bu imamlardan, burada zikrettiğimiz hususlar ile çelişik olarak nakledilen görüşlerin tümü, bid’atçilerin , kendi mezheplerini güzel ve doğru göstermek için uydurduğu yalanlardır. (…) Bu kimseler, Ehl -i Sünnet’in kılıçlarından korktukları için kendi habis akidelerini ihtiva eden sözleri Ebu Hanîfe’ye nisbet etmiş ve onun arkasına gizlenmişlerdir….” (et- Tabsîr fi’d -Dîn, s. 113-114)

Bu ifadeler bize şunu göstermektedir: Selefîler’in “Selef” anlayışı ile gerçek Selef arasında büyük farklılık var. Dolayısıyla adına Selefîlik denen akım, her ne kadar Selef’in anlayış ve uygulamalarını esas aldığını söylüyorsa da, aslında Selef’in anlayış ve uygulamalarıyla bağdaştırılması hayli zor olan fikirler benimsemiştir. Onların reddedici, dışlayıcı, katı ve tekelci anlayışı, ne “ Ehl -i Sünnet-i Hâssa” dediğimiz Selef’te, ne de “ Ehl -i Sünnet-i Âmme” dediğimiz Halef’te görülür.

Ebubekir Sifil

[1] Basta Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok hadis alimi tarafindan rivayet edilmistir.
[2] “Allah Teala’nin eli, yüzü, gelmesi, gülmesi, gazaplanmasi , Ars’a istiva etmesi…” gibi ilk bakista mahlukata ait özellikler ile benzerlik arz eden, ancak mahiyet olarak farkli olan hususlarin zikredildigi ayet ve hadisler.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR