24 Nisan 2015 Cuma

466.İSLAM'I ANLAMADA VE YAŞAMADA DOĞRULAR -YANLIŞLAR- BİD'ATLAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Çoğumuzun bildiği bir hadis-i şerif var. Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyuruyor ki:

“Kim güzel bir çığır açarsa, bu işin ve o çığırda yürüyenlerin sevabı (onlardan da eksiltilmeksizin) o kimseye verilir. Her kim de kötü bir çığır başlatırsa, bu işin ve o çığırdan yürüyenlerin günahı (onlardan da eksiltilmeksizin) kendisine yazılır.”


Yaşadığımız çağda, Allah’ın Son Elçisi’nin koyduğu bu ölçüyü bir kez daha, dikkatlice düşünmek zorundayız. Zorundayız, çünkü çığırlar, icatlar, akımlar, modalar çağında yaşıyoruz.

Günlük hayatta, sanatta, edebiyatta, giyim-kuşamda, ekonomide, fikir ve düşüncede çığırlar, akımlar... Yüzlerce,binlerce...

Bu çığırlar çağında dinî yaşantımız ve anlayışımız da nasibini almakta. Allah’ın Dini’ne mal edilen sayılamayacak kadar uygulama ve anlayış... Kafalarımız karışık; doğru ne, yanlış ne?..

İşte tam bu noktada karşımıza genellikle hatırlamadığımız bir kavram çıkıyor: Bid’at.

Şimdi bid’atı yeniden hatırlama, güzelini çirkininden ayırdetme vakti. Yanlışı doğrudan ayırmak için. Zihin ve gönül karmaşasından kurtulmak için...

Rasul-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)Efendimiz’in hayatta olduğu “saadet dönemi”nde yüce dinimiz en güzel şekliyle yaşanmış, toplum ve fert plânında Yüce Allah’ın muradı en ideal tarzda hayata aksettirilmiştir. İnsanlık alemi, bu dönemde “Allah’ın razı olduğu” hayat modeline bütün ihtişam ve güzelliğiyle şahit olmuştur.

Efendimiz 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)döneminde hayatın ideal ölçülerde yaşanması, şüphesiz ki dinimizin temel değerlerinin titizlikle korunması ilkesine riayetle mümkün olmuştur.

O’nun gözetim ve terbiyesinde yetişen Sahabe nesli de, Allah hepsinden razı olsun, yüce dinimizi en güzel biçimde yaşamış ve yabancı herhangi bir unsurun İslâm’a girmesine izin vermemiştir.

Sahabe neslinin eğitiminde yetişen Tabiûn da dinî yaşantıya yabancı unsurların karışmamasına aynı hassasiyetle dikkat göstermiş ve böylece yüce dinimiz bizlere kadar ölçüleri, kaynakları ve hayat tasavvuru ile ideal bir hayat modeli olarak intikal etmiştir.

Bununla birlikte Sahabe döneminin sonlarından itibaren, aşağıda açıklayacağımız sebeplerle ilk dönemlerde bulunmayan bazı inanç, kültür ve gelenek unsurlarına da rastlanmaya başlanmıştır.

BİD’AT NEDİR?  

Sahabe döneminden itibaren, Arap olsun, başka kavimlerden olsun, İslâm’ı yeni kabul eden topluluklar, eski inanç, gelenek ve kültürlerini ilk anda bütünüyle terkedememişler, gerek cahiliye dönemi Arabistan’ında, gerekse İran, Hint ve eski Yunan’da görülen bazı anlayış ve uygulamaları da beraberlerinde İslâm toplumuna taşımışlardır.

Öte yandan Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) döneminde bulunmayan birtakım anlayış ve uygulamaların da yeni gelişmelerle birlikte zamanla dinî hayat içinde vücut bulduğunu görüyoruz.

İşte, Rasul-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)Efendimiz döneminde rastlanmayan ve din kemale erdikten sonra ortaya çıkan bu “yabancı unsurlar”ın tümüne biz, sözlük anlamıyla “bid’at” diyoruz. (İbn-i Manzûr, Lisânu ’l-Arab)

Buradaki “Din kemale erdikten sonra” ifadesi, “Efendimiz
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ahirete intikal ettikten sonra” demektir. Bu dönemden sonra ortaya çıkmış olan ve O’nun hayatında bir örneği bulunmayan herşeye sözlük anlamıyla “bid’at” denir. Bu tanım, “bid’at” kelimesinin özünde mevcuttur.

Bid’at kelimesinin sözlük anlamından hareketle herhangi birşeyin iyi ya da kötü olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir başka deyişle, Din kemale erdikten sonra ortaya çıkan her türlü uygulama ve anlayış “bid’at” kelimesinin sözlük anlamı içine girer. Bu uygulama ve anlayışın iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu belirlemenin ölçüsü ise, onun sözlük anlamı değil, Kur’an ve Sünnet’e uygun olup olmaması, yani kavramsal anlamıdır.

Zira dinî hayat ile doğrudan ilgili olmadığı halde zamanla ortaya çıkan ve bilgisayardan otomobile, telefondan uzaya fırlatılan çok amaçlı uydulara kadar günlük hayatımıza girmiş bulunan her türlü teknolojik icat da bu kelimenin anlamına dahildir. Yani bunlar da sözlük anlamıyla birer “bid’at”tır.

Öyleyse “bid’at” kelimesinin kapsamına giren hususların hepsini aynı kalıpta değerlendirmek yanlıştır. Başka bir ifadeyle söylersek; bid’atlar içinde dinî hayatı hiç ilgilendirmeyen hususlar bulunduğu gibi, dinî hayatı yakından alakadar eden hususlar da vardır. İşte bu noktada önümüze “bid’at” kelimesinin, dinî hayat ile yakından irtibatlı olan ıstılahî (terim) anlamı çıkmaktadır.

Herhangi bir hususun dinî anlamda bid’at olarak nitelendirilebilmesi için, Kur’an ve Sünnet’te yer alan ölçülere uygun olup olmadığına bakılır.

Şu halde burada ikinci bir noktanın daha altını çizmeliyiz: Herhangi bir hususun ıstılahî anlamda “bid’at” olması da, tek başına o şeyin iyi veya kötü olduğunu göstermez. İşte bu sebeple alimlerimiz, ıstılahî bid’ati de iki ana kısma ayırarak ele almıştır.

GÜZEL BİD’AT – ÇİRKİN BİD’AT AYRIMI

Alimlerimizin, bid’atın Kur’an ve Sünnet ölçülerine uygun olup olmaması noktasında yaptığı sınıflandırmaya göre ıstılahî anlamda bid’at iki kısma ayrılır:

1-Güzel (övülmüş, teşvik edilmiş veya övgüye layık) bid’at; yani bid’at-ı hasene.

2-Çirkin (yerilmiş, sakındırılmış veya yerilmesi gereken) bid ’at; yani bid’at-ı seyyie.

Meşhur hadis ve lugat alimlerinden İbnu’l-Esîr, bu ayrımı “bid’at-ı hidayet” ve “bid’at-ı dalâlet” diye ifade etmiş (en-Nihâye) ve bu nefis tesbit üzerine konuyu şöyle detaylandırmıştır:

“Allah Tealâ’nın ve Rasulü 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in emrettiği hususlara aykırı olan şeyler, kötülenen ve sakındırılan bid’at kapsamına girer. Allah Tealâ’nın ve Rasulü’nün umumi teşviklerine dahil olan hususlar ise övülen bid’atlardandır. Daha önceki uygulamalarda mevcut bir örneği bulunmayan–kerem, cömertlik ve ma’ruf kapsamına giren fiiller gibi – hususlar da övülmüş fiillerdendir. Bu gibi şeylerin, dinin öngördüğü hususlara aykırı olması düşünülemez. Zira Rasul-i Ekrem(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunların sevap olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Kim güzel bir çığır açarsa, bu işin ve o çığırda yürüyenlerin sevabı (onlardan da eksiltilmeksizin) o kimseye verilir.”

Bunun zıddı olan hususlar hakkında da, “Kim kötü bir çığır başlatırsa, bu işin ve o çığırdan yürüyenlerin günahı (onlardan da eksiltilmeksizin) kendisine yazılır.”

Bu ikinci durum, Allah Tealâ’nın ve Rasulü’nün emrine aykırı olan çığır için sözkonusudur.

Hz.Ömer 
(radıyallahu anh)’ın teravih namazının mescitte tek cemaat halinde kılınmasını temin ettikten sonra bu uygulama için “güzel bid’at” tabirini kullanmış olması bu bakımdan son derece önemlidir.

Bilindiği gibi Hz.Ömer 
(radıyallahu anh) zamanına kadar halk mescitte teravih namazını ya münferit olarak, ya da aynı anda namaz kıldırmakta olan birkaç imamdan birisine uyarak ayrı cemaatler halinde kılıyordu. Hz.Ömer (radıyallahu anh)bu küçük cemaatleri tek bir imamın arkasında toplamış ve bu uygulaması için “güzel bid’at” tabirini kullanmıştır.

Rasul-i Ekrem 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)Efendimiz’in, teravih namazını birkaç gece cemaate kıldırdığı, sonra farz zannedilir endişesiyle terkettiği bilinen bir husustur. (Buharî, Müslim, Nesaî, Ahmed b.Hanbel.) Ancak yine bilinen bir başka husus da, Efendimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in bu namazın cemaatle kılınmasını teşvik ettiği ve şöyle buyurduğudur: “Bir kimse, imam çekilinceye kadar onunla birlikte namaz kılarsa, bu namaz, geceyi ihya etmiş olmak için yeterlidir.” (Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, vd.)

Bu hadisi nakleden sahabi Ebu Zerr el-Gıfarî 
(radıyallahu anh), Ramazan ayında Rasul-i Ekrem Efendimiz’in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)birkaç gece mescide çıkarak kendilerine teravih kıldırdığını ve kendisinin, “Ey Allah’ın Rasulü! Bu namazı bize nafile bir namaz olarak devamlı kıldırsanız” demesi üzerine Rasul-i Ekrem Efendimiz’in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yukarıda zikrettiğimiz cevabı verdiğini söylemiştir.

Hz.Ömer 
(radıyallahu anh)’ın bu uygulamasının, dinde yasaklanmış çirkin bir iş olduğunu söylemek (yukarıda zikrettiğimiz Nebevî uygulama ve teşvik dolayısıyla) mümkün olmadığına göre, bunun “güzel bid’at” olduğunu söylemek zorunlu olur.

Hz.Ömer 
(radıyallahu anh)’ın bu uygulaması için “çirkin bid’at” tabirini kullanmanın doğru olmadığını gösteren bir diğer delil de, yine Efendimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in şu hadisidir:

“Benim sünnetime ve benden sonra gelecek olan raşid halifelerin sünnetine sarılın.” (Ebu Davud, Tirmizî,İbnu Mâce)

Bu hadis, raşid halifelerin uygulamalarının Rasul-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in sünnetine aykırı olmak şöyle dursun, ona uygun olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Bunda garipsenecek bir nokta da yoktur. Zira “raşid halifeler” dediğimiz ilk dört halife, zamanlarının büyük çoğunluğunu Rasul-i Ekrem Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ile birlikte geçirmiş, O’nun tavır, davranış ve uygulamalarının özünü ve ruhunu yakalamış, Kur’an ve Sünnet’e vakıf dirayetli ve yetkin kimselerdir. Böyle olduğu için onların yapıp ettikleri bir anlamda Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in onayından geçmiştir demek yanlış olmaz.

GÜZEL BİD’AT ÖRNEKLERİ

Güzel bid’at (bid’at-ı hasene veya bid’at-ı hidayet), yüce dinimizin gözettiği hedefleri gerçekleştirmeye yönelik olarak sonradan ortaya çıkmış olan her türlü faaliyettir.

-Rasul-i Ekrem
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)Efendimiz döneminde kürek kemikleri, hurma lifleri, deri parçaları gibi yazı malzemeleri üzerine yazılmış olan ve dağınık parçalar halinde bulunan Kur’an ayetlerinin bir kitap haline getirilerek iki kapak arasında toplanması,

-Hadislerin sıhhat durumunu tesbit etmemizi sağlayan Hadis Usulü,

-Kur’an ve Sünnet’ten hüküm çıkarma metotlarını pratik kaideler halinde düzenleyen Fıkıh Usulü,

-İslâm itikadına aykırı yabancı fikir akımlarının önünü kesmek için aklî metotlar geliştirerek bize İslâm düşmanlarıyla ve itikadî bid’at gruplarıyla fikrî mücadele etme imkanı veren Kelam gibi ilim dallarının geliştirilmesi birer güzel bid’attır.

-Aynı şekilde, teravih namazının camide tek cemaat halinde kılınması da dinî bir gayeyi gerçekleştirmeye yönelik olduğu için güzel bid’atlar cümlesindendir.

-Yerleşim merkezlerinin büyümesi sonucu camilerde okunan ezanın uzak mesafelerden duyulmasını mümkün kılan teknolojik imkanların kullanılması,

-Camilerde namazın aksamadan cemaat halinde kılınması ve bu mukaddes mekânların temizlik, bakım gibi ihtiyaçlarının düzenli olarak yürüyebilmesi için ücret karşılığı cami görevlileri tayin edilmesi gibi uygulamalar da güzel bid’atlardandır.

Bütün bu hususlar ve daha pek çok benzerleri, “kim güzel bir çığır açarsa...” diye başlayan hadis-i şeriften ilham alınarak geliştirilen “bizi dinin maksatlarına götüren ve dinî herhangi bir ilkeye aykırı olmayan vesileler güzeldir” şeklindeki Fıkıh Usulü kaidesine dayanarak hükme bağlanmıştır.

ÇİRKİN BİD’AT ÖRNEKLERİ

“Bizi dinin maksatlarına uymayan yollara götüren ve dinî ilkelere aykırılık teşkil eden vasıtalar da kötüdür” şeklindeki kaideye dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

Kur’an ve Sünnet’te yer alan herhangi bir ilke ile çatışma halinde olan her türlü dinî uygulama ve anlayış çirkin bid’attır.

Çirkin bid’atlara şu örnekleri zikredebiliriz:

-Türbelere ve kabirlere mum dikmek, ağaçlara ve türbe pencerelerine bez bağlamak, tuz serpmek.

-Haftanın bazı günlerinde yolculuğa çıkmanın, siyah kedi görmenin, baykuş ötmesinin, merdiven altından geçmenin uğursuzluk getireceğine inanmak.

-At nalı, nazar boncuğu gibi şeylerin, kötülük ve uğursuzluk savdığına inanmak, bu inançla bu gibi şeyleri evine, arabasına, işyerine asmak.

-Ruh çağırmak, büyü yapmak ve yaptırmak, fal bakmak, yıldızların durum ve hareketlerinden hüküm çıkarmak, burçlara inanmak, kurşun döktürmek. (Nazar ve büyünün varlığını inkâr etmek doğru değildir. Bizim burada vurgulamak istediğimiz husus, varlığını Kur’an ve Sünnet’ten öğrendiğimiz bu iki hususun tedavisinde başvurulan yolların asılsızlığıdır. Nazar ve büyünün tedavisi için başvurulması gereken yöntem, Kur’an okumaktır.)

-Ölülere bağışlanmak üzere önceden Yasin okuyup şişelere doldurduğunu söyleyen bazı istismarcılara aldanarak bu şekilde “hazır Yasin” satın almak ve bunu ölülere bağışlamak.

-Gece tırnak kesmenin kısmet eksilmesine veya ömür kısalmasına sebep olacağına inanmak.

-Gece ev süpürmenin fakirliğe sebep olacağına inanmak.

-Bazı camilerin bahçelerinde bulunan şadırvanlara para atarak niyet tutmak.

-Türbelerin bahçesinde veya eşiğinde, önem verilen birisinin gelişini kutlamak için ya da yeni alınan ev, araba vs. gibi şeyler için “kan akıtmak” adı altında kurban kesmek, kanını kendi alnına veya yeni alınan şeylere sürmek.

-Ay ve güneş tutulması esnasında (ayı ve güneşi tuttuğuna inanılan şeytanları kovmak için!) teneke veya davul çalmak, silah atmak.

-Kötü bir olaydan söz eden kişinin, o olay kendi başına gelmesin diye kulağını çekmesi ve ahşaba, duvara vurması.

-Kırkını doldurmamış çocuğun tırnaklarını kesmenin, o çocuğun arsız ya da hırsız olmasına yol açacağına inanmak.

-Cinden, şeytandan, nazardan vs. korumak için yeni doğmuş çocuğun kundağının veya beşiğinin altına kurumuş insan pisliği veya mezarlıktan getirilmiş toprak koymak.

-Boyu ölçülen çocuğun kısa kalacağına inanmak.

-Gece köpek uluyan veya damında karga yahut baykuş öten ya da kapısında çıkarılan ayakkabılardan birisinin ters döndüğü evden cenaze çıkacağına inanmak.

-Yolculuğa çıkan kimsenin arkasından su serpmek.


E. Sifil 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

21 Nisan 2015 Salı

465.SAHİH bir HADİS için GEREKLİ ŞARTLAR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


"Sahih hadisler" konusunu da ele aldıktan sonra "Riyazüs salihin" den çıkardığım ibadete yönelik tüm sahih hadisleri yayınlamaya başlıyacağım inşallah. (Sahih hadisle amel etmek, zorunlu olan bir husustur. Alimlerin ittifakına göre, şartlarını taşıyan Sahih bir hadis, işitende bilgi ve kat'î kanaat meydana getirir ve kişinin, hadisin gereği ile amel etmesini zorunlu kılar.)

Rabbim hepimize amel etmeyi nasip etsin. Amin.

SAHİH hadis
, ameli gerektiren yani kendisiyle amel etmek vacib olan makbul hadis.

Hadis usulü alimlerinin ittifaklı olarak yaptıkları tarife göre sahih hadis; "Şazz ve illetli olmayarak, isnadı Rasûl-i Ekrem'e veya Sahabeden yahut daha sonrakilerden birine varıncaya kadar adâlet ve zabt sâhibi kimselerin yine kendileri gibi adâlet ve zabt sahibi kimselerden muttasıl senedlerle rivayet ettikleri hadistir" (İbn Kesir, İhtisaru Ulumil-Hadîs, thk, Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut 1951, s. 21).

Sahih hadisle ilgili yapılan bu tariften kendisiyle amel etmeyi gerektiren sahih bir hadisin, metin ve isnadında başlıca beş şartı taşıması gerektiğini göstermektedir.

1. Sahih hadisin isnadı muttasıl olmalıdır. Yani isnadda yer alan ilk raviden son ravisine varıncaya kadar isnadı muttasıl, kesintisiz olmalıdır. Bu nedenle sahih hadisin vasıfları anlatılırken "muttasıl" veya "mevsul" ifadeleri kullanılır. İsnadda ittisalin şart koşulması ile munkatı, mu'dal, mürsel ve müdelles gibi çeşitli inkitalarla gelen hadisler, sahih hadis tarifi dışında bırakılmıştır. Makbul olan görüşe göre mürsel hadis sahih değil, zayıftır. Aynı şekilde munkatı hadis de sahih değildir. Zira onun da isnadında bir kişi düşmüştür veya senedinde müphem olan bir kişi zikredilmiştir. Sened'de müphem bir ravinin yer alması ise, ondan bir kişinin düşmesine benzemektedir. Mu'dal da bu durumdadır; zira mu'dal hadis, senedinden iki veya daha fazla râvisi düşen hadistir (Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Trc. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1981, s. 119).

2. Sahih hadis şazz olmamalıdır. Şazz hadis, ravileri adâlet ve zabt yönünden güvenilir, muttasıl isnadla gelmiş olan fakat daha kuvvetli isnadla gelen aynı hadisin diğer rivayetine veya rivayetlerine muhalefetle münferid kalan hadistir. Böyle durumlarda, daha güvenilir olan ravinin rivayeti tercih olunur; diğer rivayet ise sahih olma vasfını kaybeder.


 3. Sahih hadis muallel olmamalıdır. Muallel, dış görünüşü itibariyle (zahiren) illetten salim gibi görünse de metni veya isnadında sıhhatini zedeleyen gizli bir illeti ortaya çıkan hadis demektir.

İllet, hadisi zaafa düşüren bir kusurdur. Bu kusur tesbit edilinceye kadar, zâhirî olarak sahih olduğu sanılan hadis, kusurun anlaşılmasından sonra sahih olma özelliğini kaybeder.

4. Sahih hadisin ravileri âdil yani adâlet vasfına haiz olmalıdır. Adâlet ise, insanı takva ve mürüvvet sahibi yapan bir melekedir. Zira insanın şirk, fısk ve bid'at gibi her türlü büyük ve küçük günahlardan sakınması, ancak bu meleke sâyesinde mümkün olabilir. Bu nedenle takva ve mürüvvet sâhibi râvilere, hadis ıstılahında adl veya âdil denilmiştir (Nureddin Itr, Mu'cemill-Mustalahâtil-Hadîsiyye, Dımaşk 1977, 5-64).

5. Sahih hadisin râvileri zabt sâhibi kimseler olmalıdırlar. Zabt, ravinin, rivayet ettiği hadiste, yahut hadisi yazmış ise, kitabında fazla hata yapmayacak derecede hâfız, dikkatli ve titiz olmasını sağlayan bir melekedir (Nureddin Itr, a.g.e., s. 60). Ravilerde zabt vasfının şart koşulması, galatı çok, gafleti fâhiş olan kimselerin hadislerini sahihin dışında bırakmak içindir (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1981, s. 384).

Hadis alimlerine göre, sahih hadisle ilgili aranan bu şartları kendisinde bulunduran hadisin sahih olduğuna hükmedilir. Diğer taraftan bazı hadislerin sıhhati üzerinde hadis alimleri arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkmış olması da bir gerçektir. Bu durum, aranan bu beş şartın o hadislerde bulunup bulunmadığı hususunda ortaya çıkan görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır. Çünkü bazı muhaddislerin tadil ettikleri bir ravi, diğer bazıları tarafından cerhedilmiş ise, ravi üzerinde hasıl olan bu görüş ayrılığı, o ravinin rivayet ettiği hadisin sıhhati üzerinde de ortaya çıkar. Raviyi tadil edenler hadisi sahih kabul ederken; cerhedenler, onun sıhhati üzerinde tereddüd gösterirler.

Adalet ve zabt şartı, her ravide ve her insanda aynı derecede bulunmaz. Bazı kimseler, çok daha âdil ve çok daha hâfız oldukları halde, diğer bazıları, bunlara nisbetle daha az âdil ve daha az hafızdır. Bu azlık, onları zayıf hadis râvileri seviyesine düşürmese bile, diğerlerine kıyasla daha aşağı derecede olduklarına kolayca hükmedilebilir. Bu sebeple, denebilir ki, ne kadar sahih hadis râvisi varsa, o kadar da birbirinden farklı adalet ve zabt dereceleri vardır. İşte râvilerin adâlet ve zabt yönünden bu farklı durumları, onlar tarafından rivayet edilen hadislerin de birbirinden farklı sıhhat derecelerinde bulunması sonucunu doğurur. Buna göre, ravileri adâlet ve zabt yönünden en üstün derecede bulunan bir hadisin, sıhhat yönünden de en üstün derecede bulunduğuna hükmedilir. Bu hüküm, bazı muhaddisleri, adâlet ve zabt yönünden en üstün seviyede bulunan hadis ravilerinden müteşekkil isnadları esahhu'l-esânîd (isnadların en sahîhi) vasfı ile belirtmelerine yol açmıştır (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1981, s. 386).

Sahih hadis için aranan şartların her râvide farklı şekilde olması sebebiyle, sahih hadisin de kısımları bulunabilmektedir. İbnü's-Salah'a göre sahih hadis; isnadı yönünden, meşhûr, azîz veya garip olur (İbmi's-Salah Ulumul-Hadîs, Tahkik. Nureddin Itr, Beyrut 1981, s. 11). Ancak hadis ehlinin sıhhati üzerinde ittifak ettiği (müttefekun aleyh) hadislerin yanında, mezkûr vâsıfların bulunması üzerindeki ihtilafları sebebi ile sıhhati üzerinde ihtilaf ettikleri (muhtelefûn fîh) hadisler de bulunmaktadır.

Sahih hadis, "sahih lizatihi" ve "sahih ligayrihi" olmak üzere iki kısma ayrılır.

Sahih lizâtihi, makbuliyet ve sahihlik şartlarını en üstün derecede kendisinde bulunduran hadistir.


 Sahih ligayrihi, bazı kusur sebebiyle bu sıfatların en üstün derecesine şâmil olmaz, fakat isnadının çokluğu gibi mevcut kusuru giderecek hususiyetleri bulunursa, bu çeşit hadisler de sahihtir; ancak bunlara sahih lizatihi değil, sahih ligayrihi denir. Hasen hadisler de sahihin altında bulunan hadislerdir (İbn Hacer, Nüzhetü'n-Nazar, Medine (t.y), s. 29; Kasimî, Kavaidıı't-Tahdîs, Dimaşk 1925, s. 56).

Sahih hadise müsned, muttasıl dendiği gibi; mütevatir ve ahâd da denir. Ayrıca garib ve meşhur demek de mümkündür (İbn Kesir, a.g.e., s. 22).

Sahih hadislerin Buhârî ve Müslim'in kitaplarına göre kısımlara ayrılması da muhaddisler arasında meşhur olan bir değerlendirme tarzıdır. Zira hadis âlimleri, Buhârî ve Müslim'in sahih hadisleri seçip kitaplarına almak hususunda büyük dikkat ve titizlik göstermiş oldukları görüşü üzerinde ittifak etmişlerdir.


Bu sebeple Buharî ve Müslim'in "Sahih"leri, tasnif olunmuş hadis kitapları arasında en güvenilir kitaplardır. 

İslâm âlimlerinden bunun aksine bir görüş ileri süren kimse yoktur. Ancak müsteşrikler ve onların etkisinde kalmış olan bazı yazarların görüşünde bu ittifakın bir önemi olmaz. Mısırlı yazarlardan Mahmud Ebu Reyye, Buhârî ve Müslim'in zayıf hatta mevzû hadislerle dolu olduğu intibaını vermek için zihin ve hakikatleri saptırmaya başvururken hayli yorulmuştur (Mahmud Ebu Reyye, Adva ale's-Sünnetil-Muhammediyye, Mısır 1957, s. 296, terc. Muharrem Tan, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, İstanbul 1988, s. 355-356).

Araştırmacı ve gerçek hadis alimlerine göre, Buhârî ve Müslim (Sahihayn)'deki bütün hadisler sahihtir. Hiç birinde tenkid veya zayıflık sebebi yoktur (Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisul-Hasîs, Beyrut 1951). Darekutni ve başka hadis alimlerinin Sahihayn'ın bazı hadislerini tenkid etmiş olmaları, o hadislerin zayıf veya mevzu olduğu anlamına gelmez. Binaenaleyh Dârekutnî ve başkaları Buhârî ve Müslim'in kitaplarında gerekli gördükleri hadisleri tenkit etmişlerdir. Yapılan tenkit, hadislerin isnadı ile ilgili olup metinlere yönelik değildir.

Bilindiği gibi sahih hadisleri ilk defa toplayan ve tasnif eden muhaddis, Buharî"dir. Buhârî'yi talebesi Müslim takib etmiştir. Gerek Buharinin gerek Müslim'in kitaplarında bulunan hadislerin sıhhat bakımından dereceleri, yine onların ittifak etmelerine ve infirad etmelerine göre tesbit edilmiştir.


Sahih hadisler için yapılan dereceler yedi kısımda mütalaa edilmiştir. Bu dereceler şöyledir:

1. Buhârî ve Müslim'in müştereken kitaplarına aldıkları hadisler bunlara "müttefakun aleyh" denir. Bu konuda yapılmış bazı çalışmalar bulunmaktadır. En son çalışma Muhammed Fuad Abdülbâkî tarafından "El Lü'lü vel-Mercân fima't-tefaka aleyhiş-Şeyhân" adıyla yapılmıştır. Bu çalışma Türkçeye de tercüme edilmiştir. Bu araştırmaya göre müttefekun aleyh niteliğinde ve birinci derecede sahih hadis miktarı 1906'dır.

2. Buhârî'nin yalnız başına rivâyet ettiği hadisler;

3. Müslim'in yalnız başına rivâyet ettiği hadisler;

4. Her ikisinin de şartlarına uymakla beraber Buhârî ve Müslim'in kitaplarına almadıkları hadisler;

5. Buhârî'nin, şartlarına uymakla beraber kitabına almadığı hadisler;

6. Müslim'in, şartlarına uyduğu halde kitabına almadığı hadisler;

7. Her ikisinin de şartlarına uymamakla beraber, diğer hadis imamlarına göre sahîh olan hadisler.

Bu derecelere göre, her kısımda bulunan hadisler, kendilerinden sonraki kısımlara dâhil hadislerden daha sahihtir (Tahir el-Cezâirî Tevcîhu'n-Nazar, Beyrut (t.y)., s. 119).

Sahih hadisle amel etmek, zorunlu olan bir husustur. Alimlerin ittifakına göre, şartlarını taşıyan Sahih bir hadis, işitende bilgi ve kat'î kanaat meydana getirir ve kişinin, hadisin gereği ile amel etmesini zorunlu kılar. İsterse bu tür bir sahih, mütevatir değil ahad hadis olsun. Haber-i vahidlerin de bilgi ifade ettiklerini savunan alimler bulunmaktadır. Burada mühim olan, bilgi ifadesi değil, sahih haberin amelde esas olmasıdır (İbn Hazm, El-İhkam fî Usulil Ahkam, Beyrut 1983, I,119; Serahsi, Usul, İstanbul (t.y), I, 112; Ali Osman Koçkuzu, Hadis İlimleri ve Hadis Tarihi, İstanbul 1983, s. 112).

Sabahaddin YILDIRIM

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

15 Nisan 2015 Çarşamba

462.HADİSLER KUR'AN'A HİZMETTE 1 NUMARADIR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim   


Hadisler konusunu ele alırken bir yandan Nurettin Yıldız Hoca'nın "Hadislerle Diriliş" videolarını izliyorum. Etkilendiğim bölümleri aktarmaya çalışacağım inşallah.

Hadisler Kurana hizmette 1 numaradır.Kuran hidayettir.Kur'an'a hizmet edenler için sıralama yaparsak eğer hadis-i şerifler ilk sıradadır.
İlimler Kurana hizmet yarışı yaptığına göre en iyi hizmeti ve resmiyeti en yüksek olan hizmeti direkt hadis-i şerifler yapmaktadır.  Hadisler hizmet ederken Kuranı açıklarken o iş  için görevlendirilmiş bir peygamberin görevi olarak yapıyor.Bu nedenle diyoruz ki hadis-i şerifler Kuranın etrafında dönen ,ona hizmet eden bir merkezde 1 numaradır.Bu sebeple Kuran öğrenen bir müslüman için  ne düşünüyorsak hadis öğrenen bir müslüman içinde onu düşünebiliriz. Mesela hadis öğrenen bir müslümana Kuran öğreniyor diyebiliriz. Kur'an'a ulaşacağı yolu öğreniyor çünkü. Bu alfabe öğrenmeden bir dilin yazı şeklini  öğrenemeyen insana benzer . Alfabe o dil demektir. Kur'an'ımızın alfabeside hadis-i şeriflerdir. Eğer hadisleri kaldırırsak Kur'an'ın dilini çözmek için başkalarının alfabesini kullanmamız gerekecek. Hadis-i şerifleri kaldırma hamlelerinin tamamında alfabe olarak "benim kriterlerim kullanılsın" anlayışı vardır. O zaman Kur'an-ı Kerim ortada kalır ; işlemeye muhtaç bir maden gibi kalır
;değerli ama nasıl kullanılacağı bilinmeyen.

Hadis-i şerife hizmet direkt Kurana hizmettir. Hadis okumakta neticede Kuran okumaktır. ama Kuran tek kitaptır ; sonra hadis, fıkıh, siret... gelir. Şu an 4 kitap yoktur;4 indirilmiş kitap vardır. Kur'an tektir. Hadis Kur'an'a en resmi destektir,resmi yetkili kişinin açıklamasıdır; Kuran-ı Kerim'in indiği günlerin sıcak mesajlarıdır. Saat 8 de inmiş bir ayetin 9 da yapılmış açıklamasıdır. 
Bu Kuran-ı Kerim hadislerin açıklamalarıyla anlaşılır duruma geliyor demektir.

Hadisler ibadet için değil uygulama içindir. Kuran-ı Kerim hem uygulama hem ibadet içindir. Örneğin namazda Kurandan zammı sure okuruz ama hadislerden okumayız. 

Hadisler kuranın kullanma kılavuzu gibidir.  

Biz Kuran'a alternatif aramıyoruz biz Kuran'ı bizden iyi bileni arıyoruz.

Sahabe efendilerimiz, hadis-i şerifleri Kuran'ı anlamanın kaynağı olarak görmüşler. Bundan şu anlaşılıyor; biz Kuran'ı peygamberimiz(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) olmadan anlamaya çalıştığımızda karşımıza çıkacak sonuç İncil ve Tevrat sonucudur. Hz İsa  (Aleyhisselam)gökyüzüne kaldırıldığında Hıristiyanların elinde incil vardı . İznikte İncilleri toparlamak için 70 sene sonra biraraya geldiklerinde 300 İncil vardı ellerinde. İncil'deki anlayamadıkları bölümleri anlatan papazlar ve azizlerin sözlerini İncilleştirdiler.

Bu ümmet Kuran-ı Kerimi hadis-i şeriflerle bir tutmayarak içine müdahaleyi önledi.

 Sonra hadis-i şerifleri, Kuran'ı anlaşılmadan ilahi olarak okuma seviyesinden alıp herkesin nasibi kadar istifade edeceği ilim kitabı haline getirdiler. Böylece Allahın kitabına peygamber dahil hiç bir insanın sözünü sokmamayı başardılar. Müslümanlarında ilim açısından da bir eksiklik yaşamamasını sağlamış oldular.

Bu noktada hadisleri ele alırsak Kuran diyemeyiz kimse demedi de zaten. Ne dediler:
Biz Kuran'a alternatif aramıyoruz biz Kuran'ı bizden iyi bileni arıyoruz; bu da Resulullahtır.

Ya cahilce ve iman sorunu yaşıyacak bir mantıkla "ben de Resulullah kadar anlarım" (haşa) ya da "Resulullah anlasın biz de anlayalım" deyip kendisini peygamberle eşit hale getirecek ya da "Ebubekir , Ömer(radıyallahu anh) 'Resullullah böyle dedi' derken Enes, Aişe, Abdullah ibni Mesud, Abdullah ibni Abbas(radıyallahu anhum) 'Resullullah böyle açıklamıştı bu ayeti' derken "onlar yanlış söylediler doğruyu ben söylüyorum" diyecek.

 Hayır Allah doğru ,peygamber yetkili, ibni Abbas güvenli,ibni Abbasın talebesi İkrime de güvenli!

 O zaman sonuç Allah kitabında konuşacak peygamber bize açıklayacak. Biz amel etmekle görevliyiz; Kuran'a şekil verme görevimiz yok. O dönemde veya bu zamanda Kuran'a şekil vermek Hıristiyanların ve Yahudilerin yaptığını yapmaktır.

Birileri hadisleri ezip geçiyor .Hadise dil uzatmak Mescid-i Aksaya yahudilerin girmesinden daha tehlikeli olduğunu anladığımız zaman biz imanımızı korumuş oluruz.
ibni Abbas'ı basit görmek Hz. Aişenin (radıyallahu anha)sözlerini yalancılıkla itham etmek kıyamete kadar kalkmaz.

 Bu dünyaya biz Resulun (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)miracgahı olan Kudüsü onun emaneti olarak korumak için geldik.
Aynı şekilde O'nun Kuranını bütün mukaddesliği ile kıyamete kadar korumak için geldik.
 Aynı şekilde Onun hadis-i şeriflerini emanet olarak yüreğimizde kıyamete kadar saklamak için geldik.
 Eğer bir hata yapıp  sadece Mescid-i Aksayı kurtarılması gereken bir emanet olarak görürsek, Mescid-i Aksanın önemini anlatan ,miracı anlatan hadis-i şeriflerin önemini anlamazsak ne Mescid-i Aksayı koruyacak cihad üreten bir enerjimiz kalır ne de kıyamet günü Resullullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ile yüzleşecek yüzümüz kalır.

Ebu Hanife'yi değersizleştirdiğin zaman hadislere giden yolu tıkarsın; direkt ya da dolaylı hadislerle mücadele ettiğin zamanda Kuran'ı zeminsiz anlaşılmaz bir kitap haline getirirsin.

 Neticede kazanan şeytan olur . Bizim ise Kuranımızın zaferi için ,yaşasın anlaşılsın diye Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)sözlerini ayağa kaldırmamız gerekiyor.

N.Yıldız'ın "hadislerle diriliş" dersi videosunun bir bölümünün özetidir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

13 Nisan 2015 Pazartesi

461.HAKKIN TAMAMI RASÜLÜN GETİRDİĞİNDEDİR;O YETERLİ VE MÜKEMMELDİR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Her kim din ile ilgili herhangi bir hususta Rasûlün getirdiğinden başkası ile hükmetmeye kalkışır, bunun da güzel bir iş olduğunu zanneder; böylelikle Rasûlün getirdikleri ile ona muhalif olan şeyleri birbiriyle uzlaştırmaya çalışırsa münafıklarla ilgili zikredilen özelliklerden bir payı vardır.

Halbuki Rasûlün getirdikleri yeterli ve eksiksizdir. Ne kadar hak varsa onun kapsamına girmektedir.

Ancak ona bağlananların birçoğu kusurlu hareket etmişlerdir. Rasûlün getirdiği kelâmî, itikadî hususların, ibadet ile ilgili hallerin, yönetim ve siyaset ile ilgili hükümlerin bir çoğunu öğrenmemişlerdir. Veya kendi zanları ve başkalarını taklid etmeleri sebebiyle Rasûlün getirdiği şeriate, o şeriatten olmayan şeyleri nisbet ettiler ve gerçekte şeriatın kendisinden olan bir çok şeyi de şeriatın dışına çıkardılar.Bir taraftan bunların cahillikleri, delaletleri ve kusurlu davranışları sebebi ile diğer taraftan ötekilerin haksızlıkları, cahillikleri ve iki yüzlülükleri dolayısıyla, münafıklık çoğalmış ve risalet ilminin pek çoğu ortadan kalkmıştır.

Halbuki yapılması gereken Allah Rasûlünün getirdikleri şeylerin tam anlamıyla araştırılması, onlar üzerinde güçlü bir şekilde ve dikkatle durulması, eksiksiz bir şekilde gayret edilmesidir. Ta ki gerekli bilgi elde edilsin, itikad olunsun ve onun getirdikleri gereğince zahiren ve batınen amel edilsin. Böylelikle Kitap hakkıyla okunmuş olur ve ondan hiçbir şey ihmal edilmemiş olur.


Eğer kul bunların bir bölümünü bilmekten yahut  amel etmekten aciz olursa, Allah Rasûlünün getirdikleri arasından kendisinin acze düştüğü şeyleri başkalarına

yasaklamamalıdır. Aksine o âcizliği dolayısıyla kınanmaktan kurtulmuş olmakla yetinmelidir. Bununla birlikte başkalarının, kendisinin âciz olduğu şeyi yerine getirmelerinden dolayı sevinmeli, buna memnun olmalıdır ve kendisi de bunları yerine getirmeyi arzu etmelidir.

 Kitabın bir bölümüne iman ederken, bir bölümünü terk etmemelidir. Aksine Kitabın tümüne iman etmelidir ve ondan olmayan herhangi bir rivayet yahut ta herhangi bir görüşü ona sokmaya karşı kendisini korumalıdır, yahut ta Allah tarafından gelmemiş olan bir şeye itikad veya amel ederek tabi olmamalıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendiniz bilip dururken hakkı batıla karıştırmayın ve hakkı da gizlemeyin." (el-Bakara, 2/42)

İşte bu, hayırda öne geçenlerin izlediği yoldur. Kıyamet gününe kadar güzel bir şekilde onlara tabi olanların yolu da budur.Ki bunların ilkleri, tabiinin ilklerinden oluşan selef’tir. Sonra onlardan sonrakiler ve bu ümmet nezdinde imam olduklarına tanıklık edilmiş bulunan dinin imamları gelir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

El - Akidetu't - Tahaviyye ve şerhi (İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi)

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Nisan 2015 Cumartesi

460.SÜNNETİN HÜCCET OLUŞUYLA ilgili SAHABE TATBİKATINDAN deliller-9-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


IV. Sünnetin Hüccet Oluşuyla İlgili Sahabe Tatbikatından Deliller Ve Sünnete Başvurmadan Kuranla Amel Etmenin İmkansızlığı

Sahabe, dinî hükümleri bazen Kur'an-ı Kerim'den alıyordu. Ancak çoğu kez Kur'an ayetleri uzak bir şekilde mucmel olarak ve takyîcfe gitmeden mutlak bir şekilde nazil oluyordu. Mesela Kur'an'da namazı emreden ayetler mucmel olarak varid olmuştur. Bu ayetlerde namazın rekat sayısı, şekli ve vakti açıklanmış değildir. Keza zekatı emreden ayetler de mutlak olarak nazil olmuştur. Zekatın hangi mallarda vacib olduğu, vacib olduğu malın alt sınırı ve hangi miktar ve şartlarda vacib olduğu beyan edilmemiştir.


Kur'an-ı Kerim'de varid olan ahkamın çoğu bu kabildendir. Bunları izah eden şart ve rükünlere bakmadan, bunlarla amel etmek mümkün değildir. Bu açıklayıcı bilgiler Kur'an'da yer almamaktadır.


Kur'an, bu emirlerle ilgili detaylı bilgi edinmek ve amel etmek için Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i referans gösterir.

"İnsanlara, kendilerine indirileni beyan etmen için ve düşünüp anlasınlar diye sana bu zikri (Kur'an'ı) indirdik[389] gibi pekçok ayet bu manaya delalet etmektedir.

Allah Rasûlu 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)de ayetteki "tebyin"i kendi sözleri şeklinde tefsir etmiştir.

"Benim namaz kıldığım şekilde namaz kılınız. [390]

"Hac ibadetlerinizi benden alınız. [391]


Kur'an-ı Kerim, insanlar arasında vuku bulan bütün anlaşmazlıklarda -Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hükmünde ifadeye kavuşan- ilahî hükme başvurmalarını gerekli görmektedir.

"Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana kitabı hak ile indirdik. [392]

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar. [393]


Cenab-ı Hakk, ilahî hükümler haricinde başka hükümlere başvurmaktan sakındırmış ve bunu şirk addetmiştir.


"Tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağutun önünde mahkemeleşmek istiyorlar. Halbuki, şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. [394]


"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortakları mı var? [395]


Bir başka ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk, Allah'ı bırakıp rahiplerin ve hahamların vaz'ettiği dine uyan müşrikler hakkında şöyle buyurmaktadır:


"[Onlar] Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını), rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler.[396]


Zira onlar, din adamlarının helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram sayıyorlardı.


Cenab-ı Hakk, müslümanların bütün anlaşmazlıklarda ilahî şeriata başvurmaları gerektiğini belirtmektedir. Söz konusu anlaşmazlıkların muamelât, mîras, vasiyet, evlenme veya ceza hukukuyla ilgili olması sonucu değiştirmez.


Öte yandan kesin olarak biliyoruz ki, Kur'an'da bu konulara ilişkin ayetler, konuya dair hükümlerden pek azına yetebilecek orandadır. Bunun da ötesinde bunların önemli bir kısmı detaylandırılmaya ihtiyaç duyan mucmel ayetlerden oluşmaktadır. Bu nedenle Cenab-ı Hakk, Kur'anî vecibeleri yaşayabilmeleri için mukellef kimseleri Kur'an ahkâmının tafsilatını öğrenmek üzere kendi Rasûlu'ne havale etmiştir. Ona tabi olmayı vacib kılmış; ona yapılacak itaati kendisine itaatla özdeşleştirmiştir.


"Ey iman edenler, Allah'a ve Rasûlu'ne itaat ediniz. [397] 


"Andolsun ki, Rasûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir. [398]

"De ki eğer Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. [399]


"Kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince seni onların başına bekçi göndermedik. [400] 


Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)de aynı muhtevayı bir önceki bölümde bir kısmını naklettiğimiz hadisleriyle teyid buyurmuştur.

Dolayısıyla müslümanın ilahî emir ve nehiyleri yaşayabilmek için Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in sünnetine başvurmaktan başka bir çaresi yoktur.

Burada sünnetin hücciyetini ispatlayan başka bir delil daha ortaya çıkmaktadır: Sünnete başvurmadan Kur'an'la amel etmenin imkansızlığı.[401]

Allah Rasûlunün 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)çevresinde bulunan sahabîler, konuyu böyle anlamış ve konuya böyle inanmışlardır. Onlar, Peygamber'in emir ve nehiylerine bağlanmış ibadât, muamelât ve diğer bütün işlerde onu izlemişlerdir. Ancak Peygamberin şahsına münhasır olduğunu bildikleri hususları müstesna tutmuşlardır. Bu bağlılık öyle bir düzeye varmıştı ki sebebini bilmeden veya illet ve hikmetini sormadan Peygamber'in yaptıklarını yapıyor ve terkettiklerini de terkediyorlardı.

İbni Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)altından bir yüzük edindi. Bunun üzerine insanlar da altın yüzük edinmeye başladı. Sonra Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'Ben artık bunu ebediyen takmayacağım' diyerek onu attı. Bunun üzerine insanlar da yüzüklerini attılar. [402]

Ebu Said el-Hudrî (radıyallahu anh) şöyle der: Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ashabıyla namaz kıldığı bir esnada ansızın nalînlerini çıkarıp soluna bıraktı. Diğerleri bunu görünce onlar da nalinlerini çıkarıp attılar. Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)namazı bitirince "sizi nalinleri çıkarıp atmaya sevkeden neydi?" diye sordu. Ashab "senin nalinleri çıkarıp attığını görünce biz de nalinlerimizi çıkarıp attık."diye cevap verdi. Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurdu: "Cibril gelip nalinlerîmde pislik veya rahatsız edici bir şeyin olduğunu söyledi.[403]

Sahabenin Peygamber'e ait söz ve davranıştan izleme arzusu o kadar ileriydi ki, bazıları nöbetleşerek gün aşırı Peygamber'in meclisine devam etmeye çalışıyordu. Mesela Ömer b. el-Hattab 
(radıyallahu anh) Buharî'nin kendisinden aktardığı bir rivayette şöyle der: "Ben ve Ensardan bir komşum Benî Umeyye b. Zeyd denen semtte idik. Nöbetleşerek Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in yanına varıyorduk. Bir gün o gidiyordu, bir gün ben. Ben gittiğimde o güne ait haberleri naklederdim. O gittiğinde aynısını o yapardı. [404]

Aynı şekilde Medine'den uzak olan kabileler İslamî hükümleri öğrenip, kavimlerine tebliğ etmek ve onları irşad etmek üzere bazı elemanlarını Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
'e gönderiyorlardı. Hatta sahabeden bîri sadece nazil olan bir meseleyi veya şer'î bir hükmü sormak için uzun mesafeler katedip Allah Rasûlu'ne gelebiliyordu.
Ukbe b. el-Haris' 
(radıyallahu anh)ten nakledildiğine göre kadının biri Ukbe ile hanımını emzirdiğini söyler. Bunun üzerine Mekke'de oturmakta olan Ukbe, bineğine atlayıp Medine'ye doğru yola çıkar. Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ne varıp: "süt kardeşiyle bilmeden evlenip daha sonra emziren kadının haber vermesiyle bunu öğrenen kişi hakkında Allah'ın hükmü nedir?" diye sorar. Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)bunun, verilen bir haber olduğunu [ve gereğiyle amel etmek gerektiğini] söyleyerek cevap verir. Ukbe'nin bu kadından ayrılması üzerine kadın başka biriyle evlenir. [405]

Öte yandan kadınlar, Allah Rasûlu'nün eşlerine, zaman zaman da Allah Rasûlu'ne gidip gelmek suretiyle ve sormak istedikleri hususları sorarak dinlerini öğreniyorlardı. Kadına açıkça söylenemeyen bir durum olduğunda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)zevcelerinden birini sözkonusu meseleyi açıklamakla görevlendirirdi. Hayızdan nasıl temizlenilmesi gerektiğini anlatan Aişe hadisini buna örnek olarak zikredebiliriz.[406]

İşte, en hayırlı dönemin insanlarının sünnet-i mutahharaya gösterdiği hassasiyet bu tarzdaydı. Sahabe, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e tam olarak itaat edip onun emir ve nehiylerine uymuş, onun hükmüne teslim olup onun davranış ve hayat tarzına bağlı kalmış ve onun sünnetini öğretme konusunda son derece istekli ve hırslı davranmıştır.

Bu hassasiyet Peygamberin hayatıyla sınırlı kalmamış, vefatından sonra da devam etmiştir. Bunun devam ettiğini gösteren birkaç örnek vermek yerinde olacaktır: [407]


A. Peygamber  
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in Sünneti ve Ebubekr es-Sıddık (radıyallahu anh)      

Kabîse b. Zueyb (radıyallahu anh)anlatıyor: Ninenin biri Ebubekir'e gelip mirastan pay istedi. Ebubekr "Allah'ın Kitabı'nda sana ait bir pay yoktur. Peygamberin sünnetinde de senin durumunla ilgili bir şey bilmiyorum. Sen dön git. Ben bunu insanlardan sorayım" deyip konuyu insanlara sordu. Muğire kalkıp şöyle dedi: "Ben Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'nün nineye altıda bir verdiğine şahid oldum." Ebubekr: "Bu konuda sana eşlik edecek kimse var mı?" diye sordu. Bunun üzerine Ensar'dan Muhammed b. Seleme kalkıp Muğîre b. Şu'be'nin söylediklerine benzer şeyler söyledi. Ebubekr, söylenen hükmü uygulayıp nineye altıda bir pay verdi. [408]

Ebubekir' (radıyallahu anh)"Peygamberin sünnetinde seninle ilgili bir şey bilmiyorum" demesi ve Peygamber  (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in nineye altıda bir verdiğini öğrendikten sonra onun da nineye altıda bir vermesi sünnetin Ebubekr nezdindeki Hüccet değerini ispat açısından yeterli bir örnektir.

Buharî, Müslim ve Ebu Davud'un naklettiği bir rivayette Ebubekir (radıyallahu anh)şöyle buyurmaktadır: "Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'nün kendisiyle amel ettiği hiçbir şeyi terketmedim. Peygamberin emirlerinden herhangi birini terketme durumunda haktan ayrılıp sapmaktan korkarım." [409]


B. Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
in Sünneti ve Ömer b. el-Hattâb (radıyallahu anh)      

Ömer 
(radıyallahu anh), şehid edilmeden birkaç gün evvel kalkıp şöyle der: "Allahım, Ensardan olan yöneticiler (umerd) konusunda seni şahid tutuyorum. Ben onları, sadece insanlara dini ve Peygamberin sünnetini öğretip, ganimetleri insanların arasında paylaştırmak ve adaletle hükmetmek üzere gönderdim. Kimin bir muşkili olduysa bana getirdi.[410]

Ömer' 
(radıyallahu anh)in Kadı Şurayh'a gönderdiği mektup meşhurdur. Bu mektup, sünnetin Hüccet olduğunu ve insanlar arasında yargıda bulunurken ona başvurmak gerektiğine dair birtakım konular içermektedir.

Nesâî der ki: Bize Ahmed b. Muhammed b. Beşşâr, o Abbastan, o Süfyandan, o da Şeyban aracılığıyla Şureyh'ten naklettiğine göre Şureyh, Ömer'e bir mektup yazıp ona birtakım şeyleri sorar. Karşılığında Ömer 
(radıyallahu anh)   şunları yazar:

 "Allah'ın Kitabı'ndakilerle hükmet. Şayet Allah'ın Kitabı'nda yoksa, Allah Rasûlu (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)nun sünnetiyle hükmet. Şayet Allah'ın Kitabı ve Rasûlu'nün sünnetinde yoksa salih kimselerin verdiği hükümlerle hükmet. Şayet Allah'ın Kitabı ve Rasûlu'nun sünnetinde olmayan ve salih kimselerin hakkında hüküm vermediği bir konuysa, dilersen öne geçip hüküm verebilirsin, dilersen hüküm vermekten çekinebilirsin. Ben şahsen hüküm vermekten huccet Değeri ve Tedvin Açısından Sunnet çekinmeni daha uygun görüyorum. Allahın selamı üzerine olsun.[411]

Nitekim Ömer 
(radıyallahu anh) birkaç olayda Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in sünnetine vakıf olduktan sonra görüşünü değiştirmiştir.

Örnek olarak Şafiî'nin kendi senediyle aktardığı şu olayları zikretmek mümkündür:
Bize Sufyân, o Zuhrî'den, o da Said b. Museyyeb'ten Ömer b. el-Hattâb'ın şöyle dediğini nakletti: "Diyet, âkileye düşer. Kadın, kocasının diyetinden bir şey alamaz." Dahhâk b. Sufyân, Allah Rasûlu(s.a.v.)'nün Eşyem b. ed-Dibâbî'nin diyetinden eşine pay verilmesi emrini yazılı olarak kendisine gönderdiğini söyleyinceye kadar Ömer, bu görüşteydi. Dahhâk'ın rivayeti üzerine Ömer, kendi görüşü bırakıp buna yöneldi. [412]


Bu gerçeği pekiştiren bir olay daha zikredelim.
Sufyân b. Amr, Becâle'nin şöyle dediğini duyduğunu nakleder: Abdurrahman b. Avf, Peygamber'in Hecer Mecûsîlerinden cizye aldığını haber verinceye kadar Ömer, mecûsîlerden cizye almıyordu. [413]


C. Selef-i Sâlihînin Sözlerinde Sünnetin Hüccet Değeri

1. Hasan Basrî'nin aktardığına göre İmrân b. Husayrı arkadaşlarıyla oturduğu bir sırada içlerinden biri şöyle der:
"Bize sadece Kur'an'dan bahsediniz." İmrân, adama: "Yaklaş" der. Adam yaklaşınca şunları söyler: "Söyle bakayım, şayet seni ve arkadaşlarını Kur'an'la başbaşa bırakırsak onda öğle ve ikindi namazlarının dört, akşamın üç rekat olduğunu ve sadece ilk iki rekatında kıraatin bulunduğu şeklinde bir bilgiye rastlayabilir misiniz? Şayet seni ve arkadaşlarını Kur'an'la başbaşa bırakırsak onda Ka'be tavafının yedi olduğunu, Safa ve Merve'yi tavaf etmeye dair bilgi bulabilir misiniz?" İmrân şöyle devam eder: "Ey insanlar, bizden [hadis] alınız. Allah'a yemin olsun ki, böyle yapmazsanız dalâlete düşersiniz.[414]


2. Muhammed b. Kesîr, Evzâî aracılığıyla Hassan b. Atiyye'nin şöyle dediğini nakleder:
"Cibril, Peygamber (s.a.v.)'e Kur'an'ı indirdiği gibi Sünneti de indiriyordu. [415]


3. Eyyûb es-Sahtiyânî'den nakledildiğine göre adamın biri Mutarrif e şöyle der: "Bize sadece Kur'an'da yer alan şeylerden bahsediniz." Bunun üzerine Mutarrif şunları söyler: "Allah'a yemin olsun Kur'an'a bir alternatif (bedel) aramıyoruz. Ancak Kur'an'ı bizden daha iyi bilen bir zatın beyanlarını arıyoruz..."


4. Evzâî, Eyyûb es-Sahtiyânî'nin şöyle dediğini nakleder: Bir adama Sünnetten bahsettiğiniz zaman, şayet adam "bunu bırak, bize Kur'an'dan bahset" diyorsa bilmiş ol ki o, [hakktan] sapan ve saptıran bir kimsedir. [416]


5. Evzâî, Mekhûl, Yahya b. Ebi Kesîr ve daha pek çok kimse şöyle söylemiştir:
"Kur'an'ın Sünnete olan ihtiyacı, Sünnetin Kur'an'a olan ihtiyacından daha fazladır. Sünnet, Kitab'a hükmeder ama Kitap, Sünnete hükmetmez. [417]


6. Fadl b. Ziyâd der ki: Ebu Abdillah'a yani Ahmed b. Hanbel'e "Sünnet, Kitaba hükmeder" sözü sorulduğu zaman onun şöyle dediğini işittim: "Ben bu ifadeyi kullanmaya cesaret edemem. Ancak şunu söyleyebilirim: Sünnet, Kitabı tefsir edip tanıtır ve onu beyan eder.[418]


İmam Ahmed'in kaçındığı husus mezkur ifadeyi kullanmaktır. Yoksa aynı ifadedeki manayı (sünnetin Kur'an'ı açıkladığı hususu) kendisi de açıkça belirtmektedir.[419]


D. Sünnetin Hüccet Değerinin icmâ' ile Subûtu ve Dinin Bedahetle Bilinen Esaslarından Oluşu

Raşid Halifeler döneminden günümüze kadar selef ve halef alimlerinin eserlerine baktığımızda kalbinde zerre kadar iman ve bir nebze ihlas olduğu halde Sünneti, Sünnet olması itibariyle inkar eden; Sünnetle istidlalde bulunmayı inkar eden ve onun gereğiyle amel etmeyi reddeden hiçbir imama rastlayamayız. [420] Aksine hepsinin Sünnete bağlı, Sünnetle amel etmeyi teşvik eden, ona muhalefet ermekten sakındıran, gerek kendi nefsi için gerek başkası için Sünneti delil kabul eden, ona karşı çıkmayı ve onu hafife almayı yadırgayan, onu Kur'an'ın tamamlayıcı ve açıklayıcısı olarak addeden kimseler olduğunu görürüz. Rivayet edilen herhangi bir hadis onların ileri sürdüğü sıhhat şartlarını taşıyan muteber bir hadis ise kendi kişisel içtihadları sonucu vardıkları görüşten vazgeçerlerdi. Nitekim "hadis sahih ise benim mezhebim odur. [Hadise aykırı] görüşlerimi duvara çarpın.[421] şeklindeki ifade meşhurdur. Bu ibarenin mana itibariyle Şafiî'ye nisbeti tevatürle sabittir. Bir çok müçtehitten buna yakın ifadeler aktarılmıştır.


Onlar, hadisin değerini yüksek tutar ve hadis meclislerinde edebe son derece dikkat ederlerdi. Hadîs ehline saygı ve tazimde bulunup onlardan övgüyle bahsederlerdi. Onların varlığını, din için en büyük yardım ve dinsiz çevrelerin saldırılarını püskürten en güçlü amil olarak görüyorlardı. Sadece bidatçı ve facir kimselerin ya da ilhad ve küfür ehli olanların onlardan buğzedebileceklerine inanıyorlardı. Onların rivayetlerine büyük bir ihtimam gösterip bu uğurda ömürlerini tüketmişlerdir. İşinden, yuvasından, arzu ve isteklerinden, yurdundan, mal ve evladlarından ayrılarak memleket memleket dolaşmışlardır. Bütün bunları hadisleri rivayet edip derlemek, tahkik edip muhafaza altına almak, hadis tarihini öğrenip sahihini zayıf ve mevzu olanından ayırmak için yapıyorlardı.


Şüphesiz bu, önemi büyük ve sonuçları yüce olan bir şey uğruna; yani İslam'ın esaslarından biri olan Kur'an'ın anlaşılmasına ve ahkamın genelinin subûtuna esas teşkil eden bir kaynak (sünnet-i nebevîyye) uğruna yapılıyordu. 

Onlar, sünnetin hüccet değeri konusunda fikirbirliği halindedirler. Aralarında vuku bulan ihtilaf sadece iki alana münhasırdır:

a. Hadisin Peygamber'e isnadının sahih olup olmadığı,


b. Hadisin söz konusu edilen hükme delâlet edip etmediğidir.


Şafiî (r. anh) der ki: "Kendisine Allah Rasûlu (s.a.v.)'nün Sünneti ayan olduktan sonra herhangi bir kimsenin sözünden ötürü o Sünneti terketmenin caiz olmadığı konusunda bütün insanlar ittifak halindedir. [422]


"İnsanların âlim saydığı ya da kendisini ilme nisbet edenlerden hiçbirinin Cenab-ı Hakk'ın, Rasûlunün emrine itaati farz kıldığı konusunda muhalefet ettiğini duymadım[423]  


"Sahabe ve tabiindan olup Allah Rasûlu (SAV.)'nden haber verdiğinde haberi kabul edilmeyen, kendisine başvurulmayan ve verdiği haber Sünnet olarak tesbit edilmeyen kimseyi bilmiyorum. [424]


"Eğer Peygamber'den sabit olan bir hadise [farkında olmadan] muhalefet edersek, umarım bundan dolayı muaheze edilmeyiz inşaallah. Kimsenin (bilerek) bunu yapmaya hakkı yoktur; fakat insan bazen sünnete muhalefet kasdı taşımadığı halde sünnetten haberdar olmaz ve ona muhalif söz söyler. Bazen de gaflet sebebiyle tevilde hata eder. [425]


Şayet birinden hadise aykırı bir söz varid olmuşsa bu, mutlaka bir mazerete ve gerekçeye dayanmaktadır. 

Konuyla ilgili gerekçeleri üç şıkta toplamak mümkündür:

a- Peygamber (s.a.v.)'in o hadisi söylemiş olabileceğine inanmama,


b- Peygamber (s.a.v.)'in o hadisle sözkonusu meseleyi kasdettiğine inanmama,


c- Sözkonusu edilen hükmün mensuh olduğuna inanma. [426]


Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr

[389] Nahl, 44

[390] Buharı, Ezan, 18, hadis nr: 631; Fethu'1-Bârî, 3/11
[391] Muslim, Hac, 51, hadis nr: 3124
[392] Nisa, 105
[393] Nisa, 65
[394] Nisa, 60
[395] Şura, 21
[396] Tevbe, 31
[397] Enfal, 20
[398] Ahzab, 21
[399] Al-i İmran, 31
[400] Nisa, 80
[401] Bu açıklamalar ışığında "Ayetlerde emredilen Peygamber (S.A.V)'e itaâttan maksat Kur'an'da yer alan ilahî emirlere itaattir." şeklindeki iddianın geçersizliği de anlaşılmış olmalıdır. Bu iddianın geçersizliğine dair deliller pek çok olmakla beraber biz bir kaç hususu aktarmakla yetineceğiz:
1-Böyle bir yaklaşım, Kur'an dili olan Arapçanın üslûp ve özelliğine aykırıdır. Zira Kur'an'da [ısrarla] iki müstakil merciye, Allah'a ve Resulüne, itaat emredilmektedir.
2- Bu yaklaşım, genelde peygamberlere özelde Hz. Muhammed {S.A.V)'e itaati emreden ayetlerin ruhuna aykırıdır. Zira ilgili ayetlerin sadece Allah'a itaati emretmemekle [bunun yanısıra] bizzat peygamberlere itaatin de emredildiğine delalet etmektedir.
3- Şayet iddia edildiği gibi ayetler, Peygamber'e ve nebevi sünnete itaati emretmeksizin sadece Kur'an'a itaati emretmekle yetinmiş olsaydı -Sünnetin bağlayıcılık vasfını kaybetmesi nedeniyle- Kur'an, uygulanması imkansız bir kitap haline gelirdi. Kur'anî emirlerin önemli bir kısmı anlamını ve hikmetini kaybedip zayi olurdu. Zira hiç bir mükellefin bu [kapalı] emirleri uygulama imkanı olmayacaktı.
[402] Buharî, Libâs, 46-47, hadis nr: 5866-7; Fethu'l-Bâri, 10/318
[403] Ebu Davud, Salât, 88, hadis nr: 646; İbni Sa'd hadisi bir kaç tarikle rivayet etmektedir. Bkz. İbni Sa'd, Tabakat, 1/480
[404] Buharî, İlrn, 27, hadis nr: 89; Fethu'1-Bârî, 1/185
[405] Buharî, İlm, 26, hadis nr: 88; Fethu'1-Barî, 1/184
[406] Buharı, Hayz 13, hadis nr: 314; Fethu'1-Bârî, 1/414
[407] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 159-164.
[408] Malik, Muuatta; Tirmizî, Ferâiz, 10, hadis nr: 2182
[409] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 164-165.
[410] Darimî, Sünen, 1/72; Mervezî, es-Sünne, 8
[411] Nesâî, 8/204; Ayrıca bkz. Darimî, Sünen, 1/60; Vekf, Ahbâru'l-Kudât, 2/189-190; Hilyetu'l-Evliya, 4/136; es-Sünenu'1-Kubra, 10/115; İ'iâmu'I-Muvakkiîn, 1/65-90
[412] Şafiî, er-Risâle, 426
[413] Şafiî, er-Risâie, 430-431 Şafiî der ki: Becâle'nin hadisi mevsûldur. Bccâle yetişkin biri olarak Ömer b. ei-Hattâb'ı görmüş ve onun valilerinden bazılarına katiplik yapmıştır. er-Risâle, 432 Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 165-166.
[414] Beyhakî, Delâil (Giriş kısmı), 1/25; Hafîb ve İbnİ Abdilber bu hadisi birkaç kanaldan rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Hatîb, el-Kifâye, 48; İbni Abdilber, el-Cami', 2/191
[415] Darimî, es-Sünen, es-Sünnetu Kâdiyetun aiâ Kitâbullâh, 1/117, hadis nr. 594; Hatîb, el-Kifâye, 48; İbni Abdilber, el-Câmi', 1/191
[416] Beyhakî, Delâil (Giriş kısmi); Hucciyyetu's-Sünne, 331; İbni Abdilber, el-Câmi1, 1/191
[417] Beyhakî, Delâii (Giriş kısmı); Hucciyyetu's-Sünne, 332; Hatîb, e/-Kıfâye, 49
[418] el-Hatîb, el-Kifâye, 47; İbni Abdilber, el-Câmi' 2/191-192
[419] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 166-168.
[420] İlk dönem alim ve İdarecilerinin Kur'an yorumunda çok serbest davrandıkları, lıncak İmam Şafiî'nin buna tepki olarak ortaya çıkıp yorum için İçtihad ve kıyas yerine genel olarak hadislerin temel alınması gerektiğini savunduğu iddiası, tarihî gerçeklere tamamen aykırı bir iddiadır. Özellikle oryantalistler tarafından ileri sürülen hadis hareketinin İmam Şafiî'yle başladığı tezi tamamen kurgusal olup hilaf-ı hakikattir. (Geniş bir değerlendirme için bkz. M. Mustafa el-A'zamî, islam Fıkhı ue Sünnet)
Sünnetin Kur'an'dan sonra ikinci kaynak olarak görülmesi istisnasız bütün müçtehid imamların içtihad usûlünde karşılaştığımız bir vakıadır. Hatta Şafiî'nin mezhebini tedvin etmeden önce İmam Malik'ten Muvatta dinlediği Irak'a gidip İmam Muhammed'den bir deve yükü ilim aldığı kaynaklarda geçmektedir. Şafiî'den daha önce yaşayan İmam Ebu Yusuf ve Leys b. Sa'd'ın elimize ulaşan beyanlarından mevcut hadis anlayışının ilk dönemlerden itibaren var olduğu ve Şafiî'nin belirleyiciliğinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır.-Çeviren-
[421] Bu sözün izahı için Takiyyuddin es-Subkî'nin Mecmûatur-Resâili'l-Mumriyye içinde basılan açıklamalarına bakılabilir. Bu eser, çok değerli ve nadir bulunan açıklamalar içermektedir.
[422] Bkz. İ'lâmu'l-Muvakiîn, 2/361
[423] Bkz. İ'Iâmu'I-MuvaJtiîn, 2/364
[424] Bkz. Suyûtî, Miftâhu'lCenne, 24
[425] er-Risâle,219
[426] Hucciyyetu's-Sünne, 341-343 Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları: 168-170.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR