12 Mart 2015 Perşembe

452.SÜNNETİN ÖNEMİ-2-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


İslam Dininin iki ana esasa, yani Kur'an ve Sünnete, dayandığı hususu İslam'ın açık ve kesin ilkelerindendir. Cenab-ı Hakk her iki kaynağı koruması altına alarak muhafaza etmiştir. Dolayısıyla Allah Rasûlu 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Kur'an'ın korunup, ezberlenmesini emir ve teşvik ettiği gibi, sünnete de önem verilmesini emir ve teşvik etmekle görevliydi.
Nitekim Peygamber 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kadın-erkek, küçük-büyük, hür-köle demeden bütün ashabına sünnetini talim ve telkin etmiştir. Ancak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bununla yetinmemiş, ashabını buna teşvik ettiği ve bu doğrultuda çok açık direktifler ve sözlü emirler verdiği sabittir. Konuyla ilgili rivayetlerin bazısı konuyu açıkça (sarahaten) bildirirken, bazısı dolaylı olarak (delâleten) ifade etmektedir. Mesela, ilmi öğrenmek ve dinde derinleşmek (tefakkuh) ile ilgili hadisler bu kabildendir. Çünkü özellikle Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) döneminde ilim öğrenmek ve dinde derinleşmek ancak hadislere gereken önemi vermek ve onlardan hüküm çıkarmakla mümkün olabiliyordu.

Kaldı ki, İslam öğretim tarihinde birkaç asır boyunca "ilim" kelimesi hadisleri, hadislerin araştırılmasını ve hadislerle ilgili mevzuları ifade için kullanılmaktaydı. Selef uleması hadis öğrenimi(tahammulu'l-hadis) için tahammulu'l- ilm" ifadesini kullanıyordu. Nitekim sünnet kaynakları bu konuyu kitabu'l-ilm" başlığı altında incelemişlerdir. Hatib el-Bağdadî kitabına "Takyidu't-İlm" adını vermiş, İbni Ebi Hayseme eserini "Kitabu'l-İlm" şeklinde adlandırmıştır. İbn-i Abdilberr de kitabı için "Camiu Beyan'ul-Ilm ve Fadlihi" ismini seçmiştir.


Devam edeceğim inşallah...

Şeyh Hasan Karakaya, Fıkıh Usulu/İslam-tr


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Mart 2015 Salı

451.KUR'AN VE SÜNNET-1-

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Kur'ân ve sünnetin vahye mustenid olmalarına rağmen her ikisi arasında fark olduğuna şuphe yoktur. Kur'ân, manâ ve lafız olarak vahyedilmiştir. Bu sebeple onun manen rivayeti veya nakli caiz değildir. Peygambere gönderilişinden bugüne kadar, nasıl tebdîl, tağyir ve tahriften korunmuş ise, kıyamete kadar da o şekilde korunacaktır. Çünkü onun korunmasını Allahu Ta'âlâ bizzat tekefful etmiş ve "Kur'ân'ı biz, evet biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz." [Hicr 9] buyurmuştur. 
Lafzı ve manâsı ile mu'ciz olan Kur'ân, beşer kelâmı ile kıyaslanamayacak kadar üstün vasfa sahipdir. Hiç kimse onun bir benzerini getirmeye muktedir olamaz. Allahu Ta'âlâ bu gerçeği açık ve kesin bir ifade ile şöyle açıklamıştır: 
"De ki: İnsanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere biraraya gelseler, biribirlerine de yardım etseler, onun bir benzerim yine getiremezler." [İsra 88]

İşte bu vasıflarıyle Kur'ân-ı Kerîm, namazda ve namaz dışında okunması ibadet hükmünde olan bir kitapdır.
Vahye mustenid olduğuna işaret ettiğimiz söz, fiil ve takrirlerden ibaret olan sünnete gelince; Onu Kur'ân-ı Kerîm'den ayıran en büyük özellik, lafzan vahyedilmiş olmamasıdır. Bu sebepledir ki, sünnetin lafızları Kur'ân lafızları gibi mu'ciz değildir; bu lafızlara ve manâlarına hakkı ile vâkıf olanlarca manen rivayet edilmesi caizdir; okunması ibadet hükmünde sayılmaz.


Devam edeceğim inşallah...

(Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulu, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, sf: 2-3)



"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Mart 2015 Pazar

450.PEYGAMBER EFENDİMİZİN (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) TAVSİYESİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Peygamber Efendimizin (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir başka  tavsiyesi daha. Rabbim(Celle celaluhu) amel edenlerden eylesin. Amin.

“Rasulullah(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) , Muâz’ın elinden tutup:
‘Ey Muâz! Allah’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Sonra sana şunu gerçekten tavsiye ederim;
her namazın sonunda:


 ‘Allahümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetike’ 

(Allahım! Seni anmak, sana şükretmek, sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et) demeyi terk etme’ buyurdu.”

[Ebu Davud, Vitr 26 (1522). Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 60; İbn Hibban, es-Sahîh, (2345)]


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

6 Mart 2015 Cuma

449.HADİSLERE BAKIŞIMIZ NASIL OLMALI?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Haftalardır hadislerle ilgili Nurettin Yıldız'ın ders videolarını izliyorum ve notlar alıyorum .Hadislerle ilgili başka hocalardan da önemli yazılar paylaşmıştım. Bu konuyu çok önemsiyorum ve devamlı geri dönüp tekrar araştırıp kendime ders notları çıkarıyorum. Benim için hazine değerinde olan bu notları da sizinle paylaşıyorum. Bu notların , ders videolarını izlemeye vakit bulamayanlara faydalı olmasını Rabbimden dilerim.

Genel olarak hadise bakışımız nasıl olmalı? Okuduğumuz veya dinlediğimiz hadislerin sahihliğini nasıl anlayabiliriz gibi soruların cevaplarını aşağıdaki yazıda bulabilirsiniz:


Allah Teâlâ’nın kullarına cennet yolunu göstermek için gönderdiği peygamberi Muhammed aleyhisselamın sözlerine HADİS denmektedir. Peygamber aleyhisselam efendimiz, kendisinden sonrasına iki kaynak bırakarak gitmiştir. Bu kaynakların biri Kur’an diğeri de hadislerinden oluşan Sünnet’idir. Sünnet, bir manada hadislerin toplu olarak bulunduğu kültürün adıdır.

Müslüman’ın Sünnet’e bakışı, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme bakışı gibidir. Sözün sahibi muteber ama sözü muteber olmayan bir durum çelişkidir. Bu çelişki ise imanla ilgili sıkıntılar oluşturur. Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme iman etmek ama onun sözlerini sıradan insan sözü gibi değerlendirmek nasıl mümkün olabilir?

Elimizdeki hadislere bakışımızı şu kurallar ölçüsünde ele alabiliriz:
1- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin yirmi üç yıllık nübüvveti süresince sürekli kendisine inen Kur’an ayetlerini ve o ayetleri açıklayacak nitelikteki hadisleri (ona ait sözleri) ashabına söylediği sabittir. Yirmi üç yıllık sürenin ardından büyük bir Kur’an ve Sünnet birikimi oluşmuştur. Bu hususta herhangi bir tartışmaya mecal yoktur.

2- Bizzat Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz, kendisine inen ayetleri ‘vahiy kâtipleri’ olarak bilinen sahabiler aracılığı ile yazdırdığı da bilinen bir gerçektir. Ancak hadisler için yani Kur’an dışında Peygamber aleyhisselama ait sözler için bu yazılma gerçekleşmemiştir. Bizzat kendisi hadislerin yazılmamasını emretmiştir.

3- Kur’an ayetlerinin yazılması, hadislerin ise yazılmaması daha sonraki dönemlerde Kur’an’ın tek bir kelimesine bile zarar gelmeden saklanmasını, hadislerin ise korunabildiği kadarıyla bir sonraki kuşağa intikal etmesini doğurmuştur. Bu da ikinci bir gerçektir.

4- Ashabı kiramın idrakinde Kur’an, mümin olmanın yüzde yüz şartı görüldüğünden, onu muhafaza etme, ona hizmet etme gibi oluşumlar büyük bir alaka görmüş, Kur’an’ın anıldığı yerde adeta nefesleri kesilmiştir. Aynı heyecan ve hizmetin hadisler için o oranda yapılmadığını görüyoruz. Bu durum aslında hadislerin hafif görülmesinden kaynaklanmamıştır. Bilakis, Kur’an ve hadis arasında ‘Allah ile Peygamber’i arasındaki oranlamaya benzer bir oranlama’ yaptıklarından neticede hadisler, Kur’an’dan sonraki kaynak durumunda kalmıştır. Filhakika durum da böyledir. Kur’an ilk ve tek, hadisler ise Kur’an’dan sonraki ikinci durumundadır. İmanımız da böyledir, imanımız gereği oluşturduğumuz hukuk ve ilmi oluşum da böyledir. Birinci kaynağımız Kur’an, ikinci kaynağımız Peygamber aleyhisselamın hadisleridir.

5- Bir Müslüman olarak Kur’an’ımıza bakışımız şu şekildedir:

a- Kur’an’ımız bize, Allah’tan indiği şekilde hiçbir harfi eksilmeden ve tek bir harf ilave edilmeden ulaşmıştır. Bu bir iddia değil, imandır. Böyle inanıyoruz. Kur’an’ımızın bize intikalinde eksilme azalma olabileceği iddiasında bulunanın imanını arızalı görürüz. Böyle bir tartışmayı kabullenmeyiz.

b- Kur’an’ımız, dinî, hukuki, ahlâkî, siyasî ve sosyal hayatımız için ilk ve öncelikli bir belgedir. Kur’an’da var olan her şey bizim için nihaî bağlayıcı niteliğe haizdir. Onu tartışmaya açamayız, ihtimalli bir kaynak olarak göremeyiz.

c- Allah için yapacağımız/yapmamız gereken en önemli cihat eylemlerimizin başında Kur’an’ı ebediyete kadar muhafaza etme görevi vardır. Kur’an için yapılacak her ne varsa onu lütfen değil iman gereği olarak yaparız. Ona hizmeti, onu okumak, onunla amel etmek düzeyinde bir görev telakki ederiz.

6- Kur’an’ımızdan sonra gelen ikinci kaynağımız olan hadisler hakkında ise şu hususları ilkelerimiz olarak belirleyebiliriz:

a- Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yirmi üç yıllık konuşmaları, olaylara tepkileri, örnekliğini oluşturduğu eğitimi olarak bize ulaştırılan kültürün bütününü aktaran hadisler, bizim açımızdan bir dindir. Dinimizin ayrıntılarını bu hadislerden öğrenmekteyiz. Zira Kur’an’ımız, bir Müslüman için yeterli olacak düzeyde ayrıntı ve izah getirmemiş, izah ve ayrıntıya Peygamber aleyhisselama yani onun hadislerine bırakmıştır.
Müslüman olarak hadisleri sahiplenmemiz bir anlamda Kur’an’ımızın anlaşılmasını, uygulanmasını kolaylaştırma demektir. Hadisler olmadan ele alınan bir Kur’an, onu ele alanın beynine göre şekillendirilmiş Kur’an’dır. Çünkü hadisler, Allah Teâlâ’nın ‘açıklayıcı’ kimliği ile gönderdiği peygamberinin açıklamalarından oluşmaktadır. Eğer bir hadis bize, sorunsuz bir şekilde ulaşmış ise teslim olmamız, Müslüman ismini hak etmemizin adeta bir şartıdır. Peygamber aleyhisselama iman edip, onun sözlerini sıradan bir insan sözü yerine koymanın Müslüman olmakla bir arada tutulamayacak bir sorun olacağını anlamak zor değildir.

b- Hadislerin bize ulaşması ile, Kur’an’ımızın bize ulaşması aynı olmamıştır. Kur’an, tek bir harfinde bile sıkıntı olamadan bize ulaşmıştır. Bütün mü’minlerin imanı böyledir.

Hadislerde ise şöyle bir süreç vardır:

– Peygamber aleyhisselam ilk önce ashabın hadisleri yazmasını yasaklamıştı. Daha sonra hadislerinin yazılmasına izin verdiğini söyledi.

– Ashabı kiram, Kur’an yazar gibi hadis yazmadılar ama hadisleri annelerinin babalarının adları gibi ezberlediler. Bu ezberde onların yöresel yaşantılarının da etkisi oldu. Ezber zekâlarının iyi olması işe yaradı. Ashabı kiram Allah onlardan razı olsun, köy köy dünyayı dolaşmaya denk bir azimle Peygamber aleyhisselamdan duydukları tek bir hadisi öğretmek için yollara, çöllere düştüler. Binlerce sahabi, bildiği hadisi on binlerce insana ulaştırdı. Bu ikinci nesil yani tabiin nesli, sahabiden öğrendikleri hadisleri (ve onun paralelinde Kur’an’ı) iyice hıfzettiler, başkalarına da öğretme heyecanı ile geceleri gündüzleştirdiler. Fakat bu nesilde de ciddi bir hadisleri Kur’an gibi yazma, kitaplaştırma hamlesi olmadı. Tek tük denecek gelişmeler oldu.

– Hadislerin sadece dilden dile aktarılarak taşınması iki sorunu gündeme getirdi. Ya da iki sorun, mü’minlerin endişelenmelerine neden oldu. Birinci sorun, hadis bilenlerden birinin ölmesi, ihtiyarlaması bir kaynağın kaybolması sonucunu doğurdu. İkinci sorun da, hadislerin yazılı bir belge hâline getirilmemiş olmasının tabii sonucu olarak, ‘bu hadistir’ diyerek, hadis olmayan sözleri hadis gibi uyduran iyi niyetli veya kötü niyetli kimselerin yaptığı işler ortaya çıktı. Böylece uydurma hadis faciası korkuttu. Bunun yanında zikredilebilecek bir sıkıntı da, herhangi bir kasıt olmadan bir hadisin yanlış aktarılması ihtimali de sıkıntı veriyordu.

– Müslümanların elindeki HADİS HAZİNESİ, Peygamber aleyhisselamın vefatından bir asır sonra ‘kaybolma ve içine hadis olmayanın karıştırılması’ tehlikesi ile karşı karşıya kalmış oldu. Kur’an için ise böyle bir tehlike yoktu. Çünkü Kur’an bir yandan yazılı nüshaları ile korunuyor bir yandan da Müslümanların büyük bölümü tarafından harflerine bile sadık kalınarak ezberleniyordu. Kimsenin bir harf ilave veya eksiltme yapamayacağı muazzam bir koruma altında idi.

– Birinci asrın sonunda Raşid Halife Ömer bin Abdülaziz’in gayreti ile ilk HADİSLERİ YAZIP KORUMA ALTINA ALMA hamlesi başladı. Bu tarihten önce de tek tük yazan bulundu ise de ilk defa yazma girişimi devlet eliyle başlatılmış oldu. Ömer bin Abdülaziz, bu işin sonunu göremeden vefat etti ama İslam topraklarında bir HADİSLERİ YAZMA SEFERBERLİĞİ başlamış oldu. On binlerce ilim mücahidi mü’min, üç asra yakın bir zaman adeta bütün dünyayı bir medreseye çevirdi. Binlerce kilometrelik yollar defalarca kat edildi. Buhara’dan Yemen’e, oradaki yirmi hadisi bilen birinden o bildiği hadisleri öğrenmek için insanlar, binekli bineksiz, aç tok seferlere çıktılar. Bilen bildiğini öğretti, bilmeyen bilmediğini öğrendi. İnsanlık tarih yazdığından beri bugüne kadar öyle bir ilim hamlesi gerçekleştirememiştir. Binlerce kitap çıktı ortaya. Bu kitaplarda on binlerce PEYGAMBERE İZAFE EDİLMİŞ HADİSLER yazılıydı. Hadisler kaybolmasın diye endişe edilirken, bir hadis kütüphanesi kurulmuş oldu.

– Hicretin üçüncü asrından itibaren ise, Peygamber aleyhisselama aittir denerek kitaplara yazılan bu hadislerin hangisinin ne oranda gerçek olduğunun irdelenmesi ihtiyacı belirdi. Bu sefer de hadisler üzerinde, Peygamber aleyhisselama ait olup olmama oranına göre bir değerlendirme hamlesi başlamış oldu. Âlimlerin bir kısmı hadis derlemeye çalışırken bir kısmı da derlenenlerin niteliğini araştırmaya koyuldu. Bu ikinci hamle daha uzun sürdü. Günümüze yakın zamanlara kadar da devam etti.

– Neticede hadisleri SAHİH OLANLAR VE OLMAYANLAR diye tasnif edebileceğimiz bir hadis kültürü oluştu. Başta Buharî ve Müslim olmak üzere bazı âlimler sadece sahih olan hadisleri derlemeyi ilke edindiler. Bu amaçla eserler yazdılar. Kimi bunda muvaffak oldu kimi de olamadı. Kiminin eserinde yüzde şu kadarı iddiaya uymayan sonuçlar gösterdi kimininkinde de yoğunluk sorunlu hadislerde oldu. Toplanmış hadisleri Sahih olan ve olmayan diye ele alanların çalışmaları da başkaları tarafından ele alındı. Büyük bir ilim hamlesi asırlarca sürdü. On binlerle ifade edilebilecek bilim ilim ordusu kuruldu. On asır denebilecek bir zaman bütün İslam coğrafyası bu çalışmaya şahit oldu.

– Hicretin altıncı asrından itibaren, yazılmış eserler üzerinde de yüzlerce tahkik, inceleme, araştırma yapılmış oldu. Tenkit eden oldu, beğenen oldu. Ortaya bir beğenilenler, tartışılanlar, reddedilenler çıktı. Elbette bütün bunlar, basından izlenen bir süreçte değil medreselerde bu işe ömür vermiş erbabının yaptığı bir iş olarak sürdü. On binlerce âlimin çalışmasını yine on birlerce âlim, hür bir şekilde tenkit etti, yazıp çizerek daha doğru olanını gösteren bir tepki ortaya koyarak ele aldı.

– Sonunda bir beğenilen eserler listesi oluştu. Bu listeye ALTI KAYNAK anlamına KÜTÜBİ SİTTE adı verildi. Bunların dışındaki eserler ise dışlanmış olmadı ama ileriki zamanda araştırılmaya devam edilmesi gereken eserler olarak görüldü. Bu altı eserin içinden ikisi BUHARİ ve MÜSLİM en öne çıkan eserler oldu.

– Buharî ve Müslim’deki hadislerin TAMAMININ sahih olduğu kabul edildi. Hadisin sahih olması ise, Peygamber aleyhisselama ait olduğunda tereddüt bulunmaması anlamına kullanılan bir kavram olarak ortaya çıktı. Peygamber aleyhisselama ait olduğunda şüphe bulunulan hadislere ise ZAYIF hadis dendi. Hiçbir şekilde Peygamber aleyhisselama ait olmayacağı kararı verilene ise MEVZU dendi.

– Ümmet bunu bu şekilde kabul etti. Ta ki Müslümanlar çocuklarını, İslam’a düşmanlığı olan Batılı ülkelerin üniversitelerine hadis, fıkıh öğrenmek için gönderinceye kadar. Papazların ve hahamların ders okuttuğu fakültelerde Müslümanların çocukları İslam öğrenip geldikten sonra on asra yakın bir zamandan beri bütün Ümmet’in söz birliği ettiği kaynaklarımızın bir yığın ayıbı olduğu ortaya çıktı. Müslümanlardan hayâ etmeden, onların yüzüne baka baka Buharî, Müslim tenkit edildi. Kusurlu olduğu söylendi. Bazen, Kur’an’ı savunma bahanesi ile bazen da ilmi gerçekler adı ile bu tenkit yapıldı.


Bizim için kâfirlerden İslam öğrenmişlerin ne dediği hiç de önemli değildir. 

Müslümanların Bağdat’taki medreselerinde hadis okuyarak âlim olmuş Zehebi’ler gerçek ölçüdür.

 Sahih olan her hadisi din kabul ederiz.

 Dinimizi de ilim için değil amel etmek için öğreniriz.

Buhari ve Müslim, bu Ümmet’in iki büyük kitabıdır. Filancanın tenkidi bizim için bir değer ifade etmez. Bizim yolumuz bellidir. Bu Ümmet’in medreselerinde okuyup âlim olanların yolundan gideriz. Onları önder kabul ederiz ve bizim yolumuz olan Buharilerin Müslimlerin yolunu takip ederiz. Dünyada onların yolunda olmayı, onlarla beraber de haşrolmayı temenni ederiz. Velev ki kâfirler beğenmesin, bilimsel bulmasın, çağdaş görmesin! 

N.Yıldız'ın "Hadislerle Diriliş" videosunun özetidir.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Mart 2015 Salı

447.PEYGAMBERİMİZİN (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ABDESTTEN SONRA OKUNMASINI TAVSİYE ETTİĞİ DUA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 Peygamberimizin 
(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) abdest sonrası  tavsiyesidir. Çok kolay ve ecri büyük.

Ukbe b. Amir demiştir ki: “Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ya­nında iken kendi işimizi kendimiz görürdük, kendi develerimizi de sı­rayla güderdik. (Bir gün) deve gütme sırası bende idi. Develeri akşamleyin ağıllarına götürdüm. Resûl-ü Ekrem’e halka hitap ederken yetiştim. (Şunları) söylediğini işittim:

 “Sizden biriniz abdesti güzelce alır, sonra kalbi ve yüzüyle (namaza) yönelerek iki rekât namaz kılarsa (Allah celle celâluh o kimsenin cennete girmesine) kesin­likle hükmeder.” Ben, “Oh oh ne güzel şey” dedim, önümde bulunan bir kimse de, “Ey Ukbe bundan önceki bundan daha da güzeldi.” de­di. Bir de baktım ki bu Ömer radıyallahu anh… “Ey Ebû Hafs, bundan öncekiler neydi?” diye sordum.
 O da -Sen gelmeden biraz önce Resûlullah: “Sizden biriniz güzelce abdest alır, abdestini aldıktan sonra da:   "Eşhedü en la ilahe illallahü vahdehu la şerike leh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasülühü"  derse, o kimseye cennetin sekiz kapısı (birden) açılır, istedi­ğinden girer” buyurdu, diye cevap verdi. (Müslim, Taharet 17 (234); Ebu Davud, Taharet, 65; Nesai, Taharet, 109) 

Önemli not:Abdest tuvalette alındıysa çıkınca okunmalıdır.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR   

2 Mart 2015 Pazartesi

446.SAHABE KUŞAĞININ DİNDEKİ YERİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Müslüman bilincinde Sahabe kuşağının (Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı bir yeri vardır. Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki kabullerimize kadar hayatımızın her alanında Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve Sünnet’ten sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer almış olması da, bu açıdan son derece tabii bir husustur.

Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci referans kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki, herhangi bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine başvurulması -bir de aralarında görüş birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu değildir.

Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı” olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir. Bu dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk tutulabilir?

İşte bu sebeple Ehl-i Sünnet, sahabîlik faziletinin peygamberlik dışındaki diğer bütün hususiyetlere üstün geldiğini kabul etmiştir. Daha sonra gelen kuşaklar arasında ilimde birçok sahabîden (özellikle Efendimiz s.a.v. ile uzun süre birlikte bulunma imkânına sahip olamamış sahabîlerden) ileri seviyede bulunanlar çıkabileceğini, ancak Sahabe’den sonra gelen kuşaklara mensup hiçbir ferdin sahabîlik faziletinden doğan üstünlüğe ulaşamayacağını söylemiştir. Bunun için biz, herhangi bir sahabînin adını yazdığımız veya söylediğimiz zaman, hemen arkasından “Allah ondan razı olsun” anlamında “radıyallâhu anh (kısaca r.a.)” dua cümlesini ekleriz.

Sahabe’yi ayrıcalıklı kılan
Kur’an ve Sünnet’in Sahabe’ye yaptığı vurgu hepimizin malumudur. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri toplayan ve açıklayan sayısız eser yazılmıştır. Sahabe kuşağının Yüce Allah nezdinde farklı bir değere sahip olduğunu ifade buyuran ayetlerden biri şöyledir: “Muhacirun ve Ensar’dan sâbıkûn-i evvelûn ve bir de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 100)

Bu ayette yer alan bir inceliğe kısaca dikkat çekerek devam edelim: Ayette geçen “sâbıkûn-i evvelûn” ifadesi “önce geçen ilkler” demektir. Bu ifadeyle iki anlam kastedilmiş olabilir:

1. Muhacirun ve Ensar arasında salih amellerde önce davranıp diğerlerini geride bırakanlar. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: "Muhacirun ve Ensar’dan, hem salih amel işlemede önce davranıp diğerlerini geride bırakanlardan, hem de ihsan şuuruyla onlara tabi olanlardan Allah Tealâ razı olmuştur."

2. Salih amel işlemede önce davranıp diğer insanları geride bırakanlar, Muhacirun ve Ensar’ın tamamıdır; “onlara ihsan şuuruyla tabi olanlar” ifadesi de, Tabiun’dan başlayarak kıyamete kadar gelecek olan bütün Ümmet fertleri arasından bu özelliği taşıyanları anlatmaktadır.

Görüldüğü gibi ayeti nasıl anlarsak anlayalım, Sahabe kuşağının Allah Tealâ’nın rızasına nail olduğu gerçeği değişmemektedir. Bu özellik sebebiyledir ki Efendimiz s.a.v., ümmetini onlar konusunda ikaz etmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Ashabım hakkında uygunsuz söz söylemeyin. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizden birinin Uhud dağı kadar altını olsa ve o bunun tamamını Allah yolunda infak etse, onların bir-iki avuçluk infakın(ın sevabın)a, hatta yarısın(ın sevabın)a bile ulaşamaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Sahabe’siz dinlerin akıbeti
Şüphesiz her şey ilâhi takdir iledir. Kur’an’dan önceki ilâhi kitapların tahrif olması da elbette ilâhi takdir çerçevesinde cereyan etmiştir. Ancak ilâhi takdirin “sebepler” vasıtasıyla cereyan ettiği de bir vakıadır. Söz konusu tahrif faaliyetini ve o kitaplara inandığını söyleyen kitlelerin zamanla haktan bâtıla sapmasını sebepler zemininde mercek altına aldığımızda, Sahabe’nin nasıl kilit bir rol üstlendiğini yakından müşahede etme imkânına kavuşuruz. Özellikle Efendimiz s.a.v.’den önceki son iki büyük peygamber Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) sahabelerinin durumu bu noktada son derece dikkat çekicidir.

Hz. Musa a.s. ve İsrailoğulları

Hz. Musa a.s., Yüce Allah’tan, İsrailoğulları’nı Mısır’daki zelil kölelik hayatından kurtarma emri aldığında hemen harekete geçmiş, Mısır’ı terk etmek üzere İsrailoğulları ile birlikte yola çıkmıştı. Firavun bu durumu fark edip arkalarından kovalamaya başlayınca, İsrailoğulları hayli ilginç bir tepki gösterdiler. Tevrat durumu şöyle anlatıyor:

“Ve Firavun yaklaştı ve İsrailoğulları gözlerini kaldırdılar ve işte, Mısırlılar arkalarından yürüyorlardı; ve çok korktular ve İsrailoğulları Rabb’e feryat ettiler. Ve Musa’ya dediler: Mısır’da kabirler bulunmadığı için mi çölde ölmek üzere bizi getirdin? Bizi Mısır’dan çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana, ‘Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim!’ diye söylediğimiz söz bu değil midir? Çünkü çölde ölmektense Mısırlılar’a kulluk etmek bizim için daha iyi olurdu.” (Çıkış, 14/10-12)
İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkıştan itibaren yol boyunca gösterdiği tavır, yukarıdaki Tevrat pasajında da görüldüğü gibi, her sıkıştıklarında isyan etmek olmuştur. İşte bir örnek daha:

“Ve İsrailoğulları’nın bütün cemaati (…) Refidim’de kondular; ve kavme içecek su yoktu. Ve kavim Musa ile çekişip dediler: Bize su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabb’i deniyorsunuz? Ve kavim orada susadı; ve kavim Musa’ya karşı söylenip dedi: ‘Bizi, oğullarımızı ve hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye bizi Mısır’dan çıkardın?’ Ve Musa Rabb’e feryat edip dedi: Bu kavme ne yapayım? Az daha beni taşlayacaklar. (…) Çünkü İsrailoğulları (Musa ile) çekiştiler, ve çünkü acaba Rab aramızda mı yoksa değil mi diyerek Rabb’i denediler.” (Çıkış, 17/1-7)

Tevrat incelendiğinde baştan sona bu türlü örneklerle dolu olduğu görülecektir. Son örneği, Hz. Musa a.s. Tevrat’ı almak üzere Tur dağına gittiğinde olanlar konusundaki Tevrat pasajlarını aktararak vermiş olalım.

Hz. Musa a.s., Tevrat’ı almak üzere Tur’a gittiğinde, İsrailoğulları’ndan yoldan sapmayacaklarına dair söz almıştı. Ancak sözlerine sadık kalmadılar ve altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar. Muharref Tevrat bu buzağıyı Hz. Harun a.s.’ın yaptığını söylerse de, gerçekte buzağıyı yaparak İsrailoğulları’nın ona tapınmasını sağlayan kişi Samirî’dir. (Kur’an-ı Kerim, Tâ-Hâ, 85). 


Dolayısıyla burada Tevrat’ın bir başka tahrifi söz konusudur. Hz. Harun ise bu şirke mani olmak istemişti; ancak kendisini ölümle tehdit ederek dinlememişlerdi. (Kur’an-ı Kerim, A’râf, 150). Esasen İsrailoğulları Nil nehrinden kurtulduktan sonra yola devam ettiklerinde, pagan (puta tapan) bir kavme rastlamış ve Hz. Musa’dan, kendileri için böyle putlar yapmasını istemişlerdi. (A’râf, 138). Kur’an’ın, altından buzağı yapma işini İsrailoğulları’na nisbet eden ayetleri (Bakara 51-54, 92-93; Nisâ, 153…) de dikkate alındığında, Samirî’nin bu suçta yalnız olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Hz. İsa a.s. ve Havariler
Hz. İsa a.s. tebliğine başladığında Filistin bölgesinde Roma İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Yahudi idaresi hakimdi. Dolayısıyla Hz. İsa a.s. terk-i dünya ettikten sonra, onun sahabisi olan Havariler, bir taraftan işbirlikçi Yahudi gruplarla, bir taraftan da Roma idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı.

Bir süre sonra Pavlus isimli yahudinin ortaya attığı müşrik Hıristiyanlık modeli de rağbet görmeye başladı. Dolayısıyla Havariler üç cephe ile aynı anda mücadele etmek zorunda kaldılar. Yahudiler ve Romalılar tarafından kovuşturmalara uğratıldılar, yargılandılar. Bir süre sonra kimi öldürüldü, kimi de Filistin’i terk etmek zorunda kaldı.

Bu baskı ve zulüm ortamında Havariler, ne Hz. İsa a.s.’ın tebligatını, ne de İncil’i gereği gibi muhafaza edebildiler. Gerek sayılarının azlığından, gerekse yaşadıkları ortamın olağanüstü hareketliliğinden, Tevhid akidesini ve İncil’in mesajını kendilerinden sonra gelenlere gereği gibi aktaramadılar. Hz. İsa a.s.’dan kısa bir süre sonra Havariler de birbiri ardınca dünyadan göçünce, meydan yahudilere ve müşrik hıristiyanlara kaldı.

Hz. İsa a.s.’ın tebliği, kendisinden sonra aradan bir nesil dahi geçmeden Pavlus tarafından “üçlü ilâh modeli”ne dayanan şirk itikadına nasıl dönüştürüldü? Elimizde mevcut muharref (tahrif edilmiş, aslından uzaklaştırılmış) İncillerde bile Hz. İsa a.s.’ın, kendisi için “Tanrının oğlu” ifadesini kullandığı zikredilmezken, bakınız Pavlus bu inancı nasıl yerleştiriyor:

“Çünkü şimdi insanların rızasını mı, yoksa Tanrı’nın rızasını mı arıyorum, yahut insanları hoşnut etmeye mi çalışıyorum? Eğer hâlâ insanları hoşnut etseydim, Mesih’in (İsa’nın) kulu olamazdım. Çünkü ey kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan vaz olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu insandan almadım ve öğretilmedim; fakat İsa Mesih’in vahyi ile aldım. Fakat Tanrı (…) milletler arasında onu vaz edeyim diye kendi oğlunu bende keşfetmeye razı olunca…” (Galatyalılar’a Mektup, 1/10 vd.)
Adına Hıristiyanlık denen bu dinin Hz. İsa a.s. ve onun sahabesi olan Havariler ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hal böyle iken nasıl olmuştur da kısa bir zaman içerisinde Hz. İsa a.s.’ın saf Tevhid’e dayalı tebligatı ve İncil kaybolmuş, yerini şirk esaslı Hıristiyanlık dinine bırakmıştır?

Sahabe’nin kilit rolü
Eğer Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam olsun), Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in Sahabesi gibi bir ilk ve örnek nesle sahip olabilselerdi, tebliğ ettikleri din ve kitap tahrif edilemez, tebligatları aslından uzaklaştırılamazdı.

Bu kesin yargıya nereden varıyoruz? Şüphesiz ki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “ilk/örnek nesil” yetiştirme konusundaki gayret ve hassasiyetinden, bir de Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur’an ve Sünnet’in muhafazası uğruna gösterdiği yeri doldurulamaz feragat ve fedakârlıklardan..

Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.

Onlar ki, İsrailoğulları en küçük bir zorluk karşısında “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız!” (Maide, 24) derken, Bedir Savaşı öncesinde Efendimiz s.a.v.’e şöyle seslenmişlerdi:

“Ya Rasulallah! Allah sana ne emir buyurduysa, onu yap. Ne tarafa gidersen git, biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi, ‘Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. (…) Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Bu durumda sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız, içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. (…) Yoluna devam et. İstediğin kimseyle bağ kur, istediğin ile de alakayı kes. İstediğinle düşmanlık et, istediğinle barış yap. İstediğin kadar mallarımızdan al ve dilediğini de bize ver. Mallarımızdan aldığını, bize bıraktıklarından daha çok severiz. Bize ne emredersen ona tabi oluruz.” (İbn Kesîr, 3/557)

Efendimiz s.a.v.’in hassasiyeti

Kur’an’ı ve Nebevî örnekliği gelecek kuşaklara aktaracak kilit bir neslin yetiştirilmesinin öneminin elbette farkında olan Efendimiz s.a.v., Sahabe’nin her bakımdan tam arzu edilen kıvamı kazanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mescid-i Nebi’nin sofasında barınan “Ashab-ı Suffe”ye özel bir itina gösteriyor, onların mükemmel birer eğitici/öğretici vasfına sahip olması için alabildiğine titizleniyordu. İslâm’ın diriltici soluğunu ruhlarında henüz hissedememiş kabilelere gönderilmek üzere tebliğci ve eğitici bir ekip istendiğinde bu güzide kadrodan 70 kadar sahabîyi göndermiş, ancak sahabîler, Bi’r-i Maune kuyusunun başında pusuya düşürülerek şehid edilmişlerdi.

Hayatı boyunca beddua ettiği nadir olarak nakledilen Efendimiz s.a.v. bu olaydan o derece müteessir olmuştur ki, kaynaklar, Efendimiz s.a.v.’in, o 70 seçkin sahabîye suikast düzenleyen Ri’l, Zekvân ve Usayye kabilelerine bir ay süreyle beddua ettiğini nakletmektedir. (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk, 2/81, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/71)

Ashabını dinî meseleleri nasıl çözüme kavuşturacakları konusundan, aile efradına karşı nasıl muamele edeceklerine, ibadetlerinden beşerî münasebetlere kadar her alanda müstesna bir itina ile yetiştiren Efendimiz s.a.v., şüphesiz Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) yaşadığı olaylardan ve kendilerinden sonra neler olup bittiğinden haberdardı ve Sahabe’sini böyle bir arka planı dikkate alarak yetiştirmişti.

Pek çok hadisinde Sahabe’yi ilim öğrenmeye, edebe, ahlâka, toplumsal ve ailevî sorumluluklara riayete… teşvik etmiş, onların da öğrendiklerini kendilerinden sonra gelenlere aynı şekilde aktarmalarını emir buyurmuştu.

Tevrat ve İncil’in başına gelenler
Tevrat tek nüsha olup ezberlenmemiş ve çoğaltılmamıştı. Sadece 3 veya 7 senede bir, bulunduğu Ahit Sandığı’ndan çıkarılıp halka okunuyordu. Üstelik Hz. Musa a.s.’dan uzun yıllar sonra tam yedi kere topluca dinden dönmüş bulunan İsrailoğulları’nın Tevrat’ı gerektiği gibi muhafaza ettiğini söylemek de imkânsızdır. (G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 231)

Havariler’in başına gelenleri de yukarıda özet olarak zikretmiştik. Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra İncil adıyla kaleme alınmış birçok metin dolaşıma çıkmıştır. 325 yılındaki İznik Konsili’nde 4’e indirilene kadar mevcut İncillerin sayısının 100’ü aşkın olduğu bilinmektedir. (Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları, Çelişkileri, 124)

Bu durumları göz önünde bulunduran Efendimiz s.a.v.’in, Sahabe’nin Kur’an’ı ezberlemesine, hükümlerini öğrenmesine, buna ilaveten Sünnet’i de iyice kavrayıp bellemelerine özel bir itina göstermiş olmasına şaşırmamalıdır. Gerçek şu ki, Sahabe de (Allah hepsinden razı olsun) bu kritik görevi hakkıyla ifa etmiş, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir ihmal ve kusur göstermemiştir.

Ulemanın, ilim öğreniminde kitaptan okumayla yetinilmeyip, hoca-talebe ilişkisine riayette ısrar etmesinin hikmeti burada yatmaktadır. Kur’an ve Sünnet ilimlerini Sahabe, Efendimiz s.a.v.’den almıştı. Onlar Tabiûn’a, onlar Tebe-i Tabiin’e… aktardı ve bize kadar böylece devam edip geldi. Anlaşılmış olmaktadır ki, icazetli bir hocanın dizinin dibine oturan kimse ondan sadece ilim almamakta, ilimdeki senedini Efendimiz s.a.v.’e kadar dayandırmakla Nebevî feyizden de nasipdar olmaktadır.

Günümüzde Sahabe hakkında ölçüsüzlük sergilediği görülen kimseler acaba Sahabe kuşağına bir de bu açıdan bakmayı denemişler midir?..

E.Sifil


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR   

26 Şubat 2015 Perşembe

445.KUR’AN’DA DUA ÖRNEKLERİ: Peygamber Duaları

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


KUR’AN’DA DUA ÖRNEKLERİ

1. PEYGAMBER DUALARI
Kur’ân’da hem isim zikredilerek, hem de isim zikredilmeden
peygamberlerin yaptığı dua örneklerine yer verilmiştir.
İsim zikredilmeden peygamberlerin yaptığı duaya
şu örneği verebiliriz: 

 “Rabbeneğfir lenâ zünûbenâ ve isrâfenâ
fî emrinâ ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ‘alel-kavmilkâfirîn.”
Anlamı: “Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sabit kıl, kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!” (Âl-i İmrân, 3/147)

Bu dua, Kur’ân’da peygamberler ve onunla birlikte Allah
yolunda savaşan, bu konuda gevşeklik göstermeyen ve
sabreden Allah dostlarının duası olarak geçmektedir. (Âl-i
İmrân, 3/146) 

Peygamberler ve Allah dostları dualarında; yüce
Allah’tan;
- Günahlarının ve işlerindeki aşırılıklarının bağışlanmasını,
- İmanda kendilerini sebat ettirmesini,
- Kâfirlere karşı yardım etmesini istemektedirler.

Bu dua örneği ile yüce Allah
(Celle celaluhu), hem mü’minlere nasıl dua edeceklerini öğretmekte hem de günahlara tövbe edilmesini, imanda sebat edilmesini ve düşmanla mücadeleye hazırlıklı olunmasını, zaferin ve başarının ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olacağını bildirmektedir.

Bu duayı yapanların, dualarının kabul edildiği ve onların
ödüllendirildiği bir sonraki ayette; “Allah da onlara hem
dünya nimetini, hem de ahiretin güzel mükâfatını verdi. Allah, güzel davrananları sever” (Al-i İmran, 3/148) şeklinde haber
verilmektedir.

Âdem (Aleyhisselam)  , Nuh (Aleyhisselam)  , Lût (Aleyhisselam)  , İbrahim (Aleyhisselam)  , Yusuf (Aleyhisselam) Şuayp (Aleyhisselam)  , Musa (Aleyhisselam) Zekeriya (Aleyhisselam)  , Süleyman(Aleyhisselam)  ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ’in 
yaptığı ve Kur’ân’da geçen dualarından şu örnekler seçilmiştir:


a) Âdem  (Aleyhisselam) ve Eşi Havvâ’nın Duası
Âdem (Aleyhisselam)  ve eşi, cennette kendilerine yasaklanan
ağacın meyvesinden yedikten sonra cennetten yeryüzüne
indirilince şöyle dua etmişlerdir:

“Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve il-lem teğ-
fir lenâ ve terhamnâ le-nekûnenne minel-hâsirîn.”
Anlamı: “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayacaklardan oluruz!” (A’râf, 7/23)

Bu duayı Âdem  (Aleyhisselam) ve eşi, cennette kendilerine yasak edilen
ağacın meyvesinden şeytana uyarak yedikten sonra
yapmışlardır. (A’râf, 7/19-22; Bakara, 2/35-36)

“Âdem (Aleyhisselam)  (vahiy yoluyla) Rabbi’nden birtakım kelimeler aldı, (bu kelimelerle amel edip Rabb’ine tövbe etti ve affı için yalvardı.) Allah da bunun üzerine tövbesini kabul etti.

Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.” (Bakara, 2/37)

Yüce Allah (Celle celaluhu), Âdem  (Aleyhisselam)  ve eşinin dualarını kabul etmiş ve onları affetmiştir. İnsanların atası Âdem ve Havva’nın tövbe ve duası, nesli için örnek olmuştur.
Bu duada yüce Allah (Celle celaluhu), mü’minlere; insanın hata edebileceğini,

yasak bir fiili işlediği zaman kendi nefsine zarar vermiş olacağını, bu durumda günahtan derhal tövbe edip affedilmesi için yalvarması gerektiğini, böyle yaparsa bağışlayacağını bildirmektedir.


b) Nuh(Aleyhisselam) ın Duası
Nuh (Aleyhisselam)  , kendisine iman etmeyen oğlu suda boğulunca (Hûd, 11/43); “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum da ailemdendir.
Senin vaadin elbette haktır, Sen hâkimler hâkimisin” diye Rabbine seslenmiş, bunun üzerine yüce Allah (Celle celaluhu), “Ey Nuh! O, asla senin ailenden değildir, onun yaptığı iyi olmayan bir iştir. O hâlde hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı öğütlerim” (Hûd, 11/45-46)
buyurmuştur.

Bu uyarı sonunda Nuh (Aleyhisselam) , Allah’a şöyle dua etmiş-
tir:

“Rabbi innî e’ûzü bike en es’eleke mâ leyse
lî bihî ’ılm. Ve illâ teğfirlî ve terhamnî eküm-minelhâsirîn.”
Anlamı: “Ey Rabbim! Bilmediğim şeyi istemekten Sana
sığınırım. Eğer Sen, beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen
ben hüsrana düşenlerden olurum!” (Hûd, 11/47)

Nuh (Aleyhisselam) ’ın bu duasından, Allah’tan bir istekte bulunurken dikkat edilmesi gerektiğini, dînen uygun olmayan, Allah’ın razı olmayacağı şeyleri istemenin doğru olmadığını, bunun cahillik olduğunu, böyle bir istek için de af dilenmesi gerektiğini öğreniyoruz.

Kur’ân’da Nuh (Aleyhisselam) ’ın şu duaları da zikredilmiştir:

“Rabbinsurnî bimâ kezzebûn.”
“Ey Rabbim! (Kavmimin) beni yalanlamalarına karşı
bana yardım et!” (Mü’minûn, 23/26)
ْ
“Rabbiğfirlî veli-vâlideyye ve limen dehale
beytiye mü’minen ve lil-mü’minîne vel-mü’minâti ve lâ
tezidiz-zâlimîne illâ tebârâ.”
Anlamı: “Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mü’min
olarak evime girene ve bütün mü’min erkek ve mü’min kadınlara mağfiret eyle. Zalimlerin de sadece helâkini artır.” (Nûh, 71/28)

Nuh (Aleyhisselam) , İslâm düşmanlarına karşı Allah’ın yardım
etmesini; kendisinin, anne-babasının ve bütün mü’minlerin
bağışlanmasını istemekte, zalimlere de beddua etmektedir.

Dolayısıyla biz, bu dua örneklerinden; kendimiz için dua
ettiğimiz gibi yakınlarımız ve mü’minler için de dua etmemizi, insanlara zulmedenlere beddua edebileceğimizi öğreniyoruz.

c) Lût (Aleyhisselam) ’ın Duası
Lût kavmi, âlemde kendilerinden önce kimsenin yapmadığı
ahlâksızlığa (homoseksüelliğe) düştüler. (A’râf, 7/80-81) 

Lût peygamberin (Aleyhisselam)  ikazına rağmen bu çirkin işlerinden vazgeçmediler, üstelik Peygamberi de yalanladılar.Kavminin bu tutumuna karşı Lût (Aleyhisselam)  
Allah’a şöyle dua etmiştir:


 “Rabbi! Neccinî ve ehlî mimmâ ya’melûn.”
Anlamı: “Rabbim! Beni ve âilemi bunların yaptıklarından
kurtar!” (Şu’arâ, 26/169).

 “Rabbi’nsurnî ‘alel-kavmil-müfsidîn.”
Anlamı: “Ey Rabbim! Bozguncu / ortalığı fesada veren bu kavme karşı bana yardım et.” (Ankebût, 29/30)

Lût (Aleyhisselam) , Allah’ın emir ve yasaklarını kavmine tebliğ
etmiş, ahlâksızlığa saplanan kavmini bu bataklıktan 
kurtarmaya çalışmıştır. Ancak kavmi edepsizlikte ısrar edince, aynı toplumda yaşayan ailesini, mü’minleri ve kendisini bu kötülüklerden korumasını, kavminin azgınlıklarına ve zulümlerine karşı yardım etmesini yüce Allah’tan istemiştir.

Biz, bu duadan kötü ahlâktan, haramlardan ve kötü
davranışlı insanların kötülük, ahlâksızlık ve zararlarından
korunmamız ve bu konuda Allah’tan yardım istememiz
gerektiğini anlıyoruz. 


 ç) İbrahim (Aleyhisselam) ’in Duası
Azim sahibi peygamberlerden biri olan Hz. İbrahim
(Aleyhisselam) ; tanrı diye putlara tapan kavmini tevhide/Allah’ın
bir tek ilâh olduğu inancına çağırmış, putperestlikle 
mücadele etmiştir. Bu mücadele sürecinde putperest hükümdar Nemrut tarafından ateşe atılmış, ancak ilâhî lütfa mazhar olmuş, ateş onu yakmamış, güllük gülüstanlık olmuştur. 

İşte bu ulu Peygamberin Kur’ân’da bize örnek olacak duaları zikredilmiştir. İbrahim Peygamberin beş ayrı duası şöyledir:

“Rabbi! Heblî hukmevve elhıknî bissâlihîn.”Anlamı: “Ey Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler arasına dâhil et.” (Şu’arâ, 26/83)

“Rabbi! Heblî mines-sâlihîn.”
 “Ey Rabbim! Bana sâlihlerden (bir oğul) ihsan et!” (Sâffât,37/100)

 “Rabbic’alnî mükîmes-salâti ve min zürriyyetî Rabbenâ ve tekabbel du’âe.”
Anlamı: “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazını dosdoğru kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! Duamı kabul et!” (İbrahim, 14/40) 365

“Rabbene’ğfirlî veli-vâlideyye ve lilmü’-minîne yevme yegûmül-hısâb.”Anlamı: “Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba çekileceği günde beni, ana-babamı ve mü’minleri bağışla!” (İbrahim, 14/41)

İbrahim (Aleyhisselam) , oğlu İsmail (Aleyhisselam)  ile Kâbe’yi inşa edince şöyle dua etmişlerdir:

“Rabbenâ tekabbel minnâ inneke entessemî’ul-‘alîm.
Rabbenâ vec’alnâ müslimeyni leke ve min zürriyyetinâ ümmetem müslimetelleke ve erinâ menâ-sikenâ ve tüb ‘aleynâ inneke entet-tevvâbürrahîm.”
Anlamı: “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur, hiç şüphesiz Sen işitensin, bilensin. Ey bizim Rabbimiz! Hem bizim ikimizi yalnız senin için boyun eğen müslümanlar kıl, hem de soyumuzdan yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet meydana getir ve bize ibadetimizin yollarını göster, tövbemize rahmetle bakıver. Hiç şüphesiz tövbeleri kabul eden,
çok merhametli olan ancak sensin.” (Bakara, 2/128)

İbrahim peygamber (Aleyhisselam) dualarında Allah’tan şunlar istenmiştir:
- Hikmet, 
- Salihler arasında olma,
- Salih / Müslüman evlat,
- İbadetlerinin kabul edilmesi,
- Dualarının kabul edilmesi,
- Neslinin Müslüman olması,
- İman ve İslâm’da sebat,
- Tövbesinin kabul edilmesi,
- Affedilmesi.

İbrahim peygamber (Aleyhisselam) kendisi için dua ettiği gibi, anne babası,nesli ve bütün mü’minler için de dua etmiş, kendisi gibi onların mü’min olmalarını, imanda sebat etmelerini ve ahirette bağışlanmalarını istemiştir. Bu dualar Kur’ân’da zikredilmek suretiyle biz mü’minlere yol gösterilmiş, nasıl dua edeceğimiz, duada neler isteyeceğimiz öğretilmiştir.

d) Yusuf  (Aleyhisselam) ın Duası
Yusuf (Aleyhisselam) , kardeşleri tarafından kıskançlık sebebiyle
bir kuyuya atılmış, burada yolcular tarafından bulunmuş,
Mısır’a götürülüp satılmıştır. Çok güzel ve sevimli olan
Hz. Yusuf ’u (Aleyhisselam) Mısır Hazine bakanı almıştır. Bakanın evinde yaşarken bakanın eşi Zeliha, Hz. Yusuf ’a (Aleyhisselam) ahlâksız teklifte bulunur. Yusuf Peygamber (Aleyhisselam) kabul etmeyince de kendisine
iftira eder. (bk. Yûsuf, 12/4-57) Bunun üzerine hapse girmesi söz
konusu olunca şöyle dua eder:

َ“Rabbis-sicnü ehabbü ileyye mimmâ yed’ûnenî ileyhi ve illâ tasrif ‘annî keydehünne asbü ileyhinne ve ekümminel-câhilîn.”Anlamı: “Ey Rabbim! Zindan bana bunların davet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer Sen, bu kadınların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, ben onların sevdasına düşer, cahillerden olurum.” (Yûsuf, 12/33)

Hapisten kurtulup Mısır’a Hazine bakanı olunca şu
duayı yapmıştır:

“Rabbi kad âteytenî minel-mülki ve ‘allemtenî min te’vîlil-ehâdîsi fâtıras-semâvâti vel-ardı ente veliyyî fiddünyâ vel-âhıreti teveffenî müslimevve elhıknî bissâlihîn.”Anlamı: “Ey Rabbim! Sen bana dünya mülkünden nasip verdin ve bana rüyaların tabirinden bir ilim öğrettin. Ey gökleri ve yeri yoktan var eden Rabbim! Benim velim sensin, benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlih kulların arasına kat!” (Yûsuf, 12/101)

Yusuf peygamberin  (Aleyhisselam)  şu hususların öne çıktığını görüyoruz:

Allah’ın haram kıldığı bir fiili işlememek için hapse  
girmeyi göze alan Hz. Yusuf, haram fiilden ancak Allah’ın
yardımı ile kurtulmanın mümkün olduğunu dile getiriyor
ve bu konuda Allah’tan yardım istiyor. Allah da onu bu
kötülükten koruyor. (Yûsuf, 12/24)
Mısır’da hazine bakanı olduktan sonra, Allah’ın kendisine
verdiği mülkü ve ilmi itiraf ediyor, kendisinin velisi ve
yardımcısı olduğunu dile getiriyor ve Allah’tan Müslüman
olarak ölmeyi ve sâlihlerin arasına dâhil etmesini istiyor.

e) Şuayb (Aleyhisselam) ’in Duası
“Rabbeneftah beynenâ ve beyne kavminâ bil-hakkı ve ente hayrul-fâtihîn.”Anlamı: “Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” (A’râf, 7/89)

Vemâ tevfîkî illâ billâhi ‘aleyhi tevek-keltü ve ileyhi ünîb.Anlamı: “Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben yalnızca O’na dayandım ve ancak O’na döneceğim.” (Hûd,11/88)

Şuayb (Aleyhisselam) ’ın peygamber gönderildiği toplum (Medyen
halkı) fesada uğramış, sosyal düzeni bozulmuş, insan
hakları ihlal edilir olmuştu; özellikle tartı ve ölçüde, alım
ve satımda hile ve sahtekârlık doruk noktaya çıkmıştı.
Allah’a ortaklar koşuyorlardı, çoğu mütekebbir insanlardı;  
özellikle ileri gelenleri, toplumun azgınları Peygamberin
davetine icabet etmediler, peygamberi yalanladılar, yalanlamakla kalmadılar, peygamberi ve iman edenleri, kendi putperest dinlerine dönmedikleri takdirde taşlayacaklarını ve ülkelerinden çıkaracaklarını söylediler. İşte böyle bir ortamda kavminin hidayete yanaşmadığını anlayan Şuayp (Aleyhisselam) ; kavminin teklifini kabul etmedi, Allah’a güvendiğini ve O’na yöneldiğini, başarısının ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olduğunu bildirdi, yüce Allah’a yalvardı, kavminin azgınlarını cezalandırması için dua etti, Allah da peygamberinin duasını kabul etti ve Medyen halkını korkunç bir gürültü ve deprem ile helâk etti. (A’râf, 7/85–93; Hûd, 11/84–95)

f ) Musa (Aleyhisselam) ’nın Duası
Musa (Aleyhisselam) , azim sahibi, ulu peygamberlerden biridir.
Firavunların idaresindeki İsraillilerin doğan erkek
çocuklarının öldürüldüğü bir zamanda Mısır’da doğmuş,
Allah’ın lütfu ile Firavun’un sarayında annesi ile birlikte
büyümüştür. İsrail oğullarına peygamber olarak gönderilmiş, kendisine Tevrat verilmiştir. Asa ve yed-i beyza mucizeleri vardır. Allah’ın kendisi ile konuştuğu bir peygamberdir.
Henüz peygamberlikle görevlendirilmeden önce
Mısır’da bir İsrailli’yi savunmak için bir kıptîye bir tokat
vurmuş, kıptî de bu tokat ile ölüvermiştir. (bk.Kasas, 28/3-42)

Bunun üzerine şu duayı yapmıştır:

 “Rabbi innî zalemtü nefsî feğfirlî fe-ğafera lehû innehû hüvel-ğafûrurrahîm.”
Anlamı: “Ey Rabbim! Ben nefsime zulmettim, beni bağışla! dedi. (Allah) onu bağışladı. Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (Kasas, 28/16)

Musa (Aleyhisselam) , bu duasında istemeyerek ölümüne sebep
olduğu bir kimseden dolayı kendisine zulmettiğini itiraf
etmekte ve bu kusurun bağışlanmasını Allah’tan istemektedir.
Yüce Allah da onu bağışladığını, kendisinin çok bağışlayan ve çok merhamet eden olduğunu bildirmektedir.
Bir kıptînin ölümüne sebep olduğundan, cezalandırılmaktan
korktuğu için Mısır’dan gizlice kaçmış ve Allah’a şöyle dua etmiştir:

“Rabbi neccinî minel-kavmiz-zâlimîn.”Anlamı: “Ey Rabbim! Beni zalimler güruhundan kurtar.” (Kasas, 28/21)

Allah (Celle celaluhu)da duasını kabul etmiş ve onu korumuştur.
Musa  (Aleyhisselam)  Tur dağından döndüğünde kavminin
Samirî’nin yaptığı buzağıya taptıklarını gördü. Kendisi
ile birlikte peygamber olan kardeşi Harun’a kızdı. Harun
(Aleyhisselam) , kavminin söz dinlemediğini, nerede ise kendisini
öldüreceklerini söyledi, bunun üzerine Musa (Aleyhisselam)  şöyle
dua etti:

“Rabbiğfirlî ve li-ahî ve edhılnâ fî rahmetike ve ente erhamür-râhımîn.” Anlamı: “Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetinin içine al. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (A’râf, 7/151)


İsrailoğullarına peygamber olarak görevlendirildiği süreçte kavminin Samirî’nin buzağıya tapmalarından sonra
yüce Allah kendisi ile Tur dağında buluşma vaad etti. Kavminden yetmiş kişi ile Tur’a gitti. Allah ile konuştu, seçtiği kimseler buna muttali oldukları hâlde, Allah’ı açıkça
görmeden inanmayız dediler. Yüce Allah da onları şiddetli
bir sarsıntı ile sarstı, bayıldılar. Bunun üzerine Musa
(Aleyhisselam) , Allah’a şöyle dua etti:
“Rabbi! Lev şi’te ehlektehüm min kablü ve iyyâye e tühlikünâ bimâ fe’ales-süfehâü minnâ in hiye illâ fitnetüke tüdıllü bihâ men teşâü ve tehdî men teşâü. Ente veliyyünâ feğfirlenâ verhamnâ ve ente hayrül-ğâfirîne vektüb lenâ fî hâzihid-dünyâ hasene-tevve fil-âhıreti innâ hüdnâ ileyke.”Anlamı: “Rabbim! Dileseydin daha önce beni ve onları yok
ederdin, aramızdaki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi yok mu edeceksin? Bu, Senin imtihanından başka bir şey değildir, bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin; bizim dostumuz Sensin; bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bağışlayanların en iyisisin. Bize bu dünyada da iyilik, güzellik ve nimet yaz, ahirette de. Biz sana yöneldik.” (A’râf, 7/156-157) 

Yüce Allah (Celle celaluhu), Musa (Aleyhisselam) ’a kendisini ilâh yerine koyan Firavun’a gidip onu imana davet etmesini emretti. Musa(Aleyhisselam) , bu görev üzerine şöyle dua etti:

“Kâle Rabbiş-rahlî sadrî ve yessirlî emrî vahlül ‘ukdetem millisânî yefkahû kavlî vec’al lî vezîran min ehlî Hârûne ahî üşdüd bihî ezrî ve eşrikhü fî emrî key nüsebbihake kesîran ve nezkürake kesîran inneke künte binâ basîra.”Anlamı: “Mûsâ, dedi ki: Ey Rabbim! Göğsüme genişlik
ver, işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çözüver de sözümü iyi anlasınlar. Bana âilemden bir vezir ver; Kardeşim Harun’u, onunla arkamı kuvvetlendir, onu da (elçilik) görevime ortak yap ki Seni çok tesbih edelim ve Seni çok analım. Şüphesiz Sen, bizi görensin.” (Tâ-hâ, 20/25-35)

Musa (Aleyhisselam) , Allah’ın emir ve yasaklarını tebliğ etmekle
görevlendirildiği insanları iman ve ibadete davet etti, onları
haram ve kötü davranışlardan sakındırdı. Sözüne kulak
vermeyenlere; ‘benim size söylediklerimi yakında anlayacak ve hatırlayacaksınız’, dedi (bk. Mü’min, 40/37-47) ve şöyle dua etti:
“Ve üfevvidu emrî ilallâhi innellâhe basîrumbil-‘ıbâdi”
Anlamı: “Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah, kullarını görür, gözetir.” (Mü’min, 40/44)

Musa (Aleyhisselam) ’ın dualarında şu unsurlar dikkatimizi çekiyor:

Musa (Aleyhisselam) ;
- İstemeyerek bir hata işleyince, hemen tövbe edip
Allah’tan affını istemiştir.
- İnsanların kendisine zarar vermemesi için Allah’a sı-
ğınmış ve kendisini korumasını talep etmiştir.
- Kavminden birtakım azgınların davranışları sebebiyle
helâk edilmemesi için dua etmiştir.
- Dünya ve ahirette Allah’ın kendisine ve mü’minlere
iyilik, güzel ve nimet (hasene) vermesini istemiştir.
- İslâm’ı tebliğ görevini yerine getirebilmesi için başarı,
kolaylık ve konuşma yeteneği istemiştir.
- İşlerini ve başarısını Allah’a havale etmiştir.
- Dua ederken Allah’ın güzel isimlerini zikretmiştir.

g) Zekeriya (Aleyhisselam) ’nın Duası
Hz. Musa (Aleyhisselam) ile Hz. Hârûn’un (Aleyhisselam) babası olan İmrân’ın hanımı hamile kalınca, “Rabbim! Karnımdakini sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et, şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilesin” (Al-i İmrân 3/35) diye dua eder, çocuğu doğunca “Meryem” adını verir. Meryem’in teyzesinin kocası ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden olan Zekeriyya (Aleyhisselam) Allah’ın emri ile Beyt-i Makdis’te çocuğun bakımını üstlenir. Zekeriyya (Aleyhisselam) , çocuğun bulunduğu bölmeye
her girişinde yanında bir yiyecek bulur. “Meryem, bu
sana nereden geldi?” diye sorar. Daha sonra babasız olarak
Hz. İsa’yı (Aleyhisselam) dünyaya getirecek olan Meryem de “Bu, Allah katından” diye cevap verir. (bk. Âl-i İmrân, 3/35–37; Enbiya, 21/89)

Zekeriyya (Aleyhisselam) , burada Allah’a şöyle dua eder:

“Rabbi heblî milledünke zürriyyeten tayyibeten inneke semî’uddü’âi.”Anlamı: “Ey Rabbim! Bana katından temiz bir soy ihsan eyle, şüphesiz sen duayı işitensin!” (Âl-i İmrân, 3/38)

 “Rabbi lâ tezarnî ferden ve ente hayrulvârisîn.”
Anlamı: “Rabbim! Beni yalnız başıma bırakma (bana bir çocuk ver), Sen varislerin en hayırlısısın.” (Enbiyâ, 21/89)

Yüce Allah (Celle celaluhu), Zekeriya (Aleyhisselam) ’nın duasını kabul eder ve kendisine yaşlı olmasına rağmen Yahya’yı ihsan eder. (bk.Âl-i İmrân, 3/39–41; Enbiyâ, 21/90)

ğ) Süleyman(Aleyhisselam) ’ın Duası
Kuş ve karınca dilini bilen, hükümdar peygamberlerden
biri olan, insanlardan, cinlerden ve kuşlardan ordusu
bulunan, Davud peygamberin (Aleyhisselam) oğlu Süleyman (Aleyhisselam) , ordusu ile karınca vadisine gelir, bir karıncanın, “Ey karıncalar!  Yuvalarınıza girin, Süleyman (Aleyhisselam) ve orduları farkında olmadan
sizi ezmesin” dediğini duyar, karıncanın sözüne güler (Neml,27/15–19) ve Allah’a şöyle dua eder:

"Rabbi evzi’nî en eşküra ni’metekelletî en’amte ‘aleyye ve ‘alâ vâlideyye ve en a’mele sâlihan terdâhü ve edhılnî bi-rahmetike fî ‘ıbâdikes-sâlihîn.”Anlamı: “Ey Rabbim! Bana ve anama-babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın iyi iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve rahmetinle, beni iyi kulların arasına dâhil et.” (Neml,27/19)

Süleyman (Aleyhisselam) , şiddetli bir hastalığa yakalanır, cansız
ceset denecek hâle gelir, sonra tekrar sağlığına kavuşur ve
Allah’a şöyle dua eder:

“Rabbiğfirlî ve heblî mülkellâ yembeğî li ehadimmin ba’dî inneke entel-vehhâb.”Anlamı: “Ey Rabbim! Beni bağışla ve bana benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülk / hükümranlık bahşet. Şüphesiz, Sen çok bahşedicisin.” (Sâd, 38/35)

Yüce Allah (Celle celaluhu), duasını kabul eder. Rüzgârı emrine verir,cinleri ona boyun eğdirir. (bk. Sâd, 36–38) 

Süleyman (Aleyhisselam) ’ın duasında yüce Allah’tan;
- Nimete şükredebilmeyi nasip etmesini,
- Salih ameller işleyebilmesini,
- Salih kulları arasına dâhil etmesini,
- Bağışlamasını,
- Mülk / saltanat vermesini istemiştir.

Süleyman (Aleyhisselam) ın Allah’tan hem dünya, hem ahiret,
hem maddî hem manevî isteklerde bulunduğunu ve duasında Allah’ın güzel isimlerini zikrettiğini öğreniyoruz.

h) Peygamberimiz Hz.Muhammed(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’in Duası
Miladî 571 yılında Mekke’de dünyaya gelen, 610 yılında
peygamberlik ile görevlendirilen, 13 yılı Mekke’de 10
yılı Medine’de olmak üzere 23 yıl peygamberlik yapan Hz.
Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)diğer peygamberlerden farklı olarak bir topluma değil bütün toplumlara, bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilmiş, kendisi ile peygamberlik sona ermiştir. O, her konuda mü’minlere örnektir, âlemlere rahmettir. İlk muhatapları olan müşrik Mekke halkını İslâm’a davet etmiş, ancak dirençle karşılaşmış, insanların Müslüman olması için her türlü gayreti sarf etmiş, halkı Müslüman olmuyorlar diye çok üzülmüştür. (İsrâ, 17/6; Şu’arâ, 26/3) Yüce Allah, peygamberini teselli etmiş, görevinin sadece tebliğ etmek olduğunu müteaddit defalar kendisine bildirmiş, iman etmekten yüz çevirirlerse şöyle dua etmesini buyurmuştur:

“Hasbiyellâhü lâ ilâhe illâ hû. ‘Aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül-arşil’azîm.”
Anlamı: “Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben
O’na güvendim ve O, büyük Arş’ın Rabbidir.” (Tevbe, 9/129)

“Rabbihküm bilhakkı ve RabbünerRahmânül-müste’ânü
alâ mâ tesıfûn.”
Anlamı: “Ey Rabbim! Aramızda gerçekle hükmet ve Rabbimiz O Rahmân’dır ki, isnat ettiğiniz (yalan) vasıflarınıza karşı yardımına sığınılacak olan ancak O’dur.” (Enbiyâ, 21/112).

“Rabbi immâ türiyennî mâ yû’adûn. Rabbi
felâ tec’alnî fil-kavmiz-zâlimîn.”
Anlamı: “Rabbim! Eğer onlara vaad edilen azabı bana
mutlaka göstereceksen, Rabbim! Bu durumda beni, o zalimler topluluğunda bulundurma.”(Mü’minûn, 23/93–94)

“Rabbi e’ûzü bike min hemezâtiş-şeyâtîn.Ve e’ûzü bike rabbi eyyahdurûn.”
Anlamı: “Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” (Mü’minûn, 23/97–98)

“Rabbiğfir verham ve ente hayrürrâhımîn.”Anlamı: “Rabbim! Bağışla, merhamet et, Sen merhamet
edenlerin en hayırlısısın.” (Mü’minûn, 23/118)

Beş vakit namaz ve kendisine mahsus olan teheccüt namazı emrinin akabinde
(İsrâ, 17/78–79) şöyle dua etmesini
istemiştir.


“Rabbi edhılnî müdhale sıdkıvve ahricnî muhrace sıdkıvec’allî milledünke sültânen nasîra.”
Anlamı: “Rabbim! Gireceğim yere doğrulukla girmemi
sağla, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkmamı nasip et ve
benim için kendi katından yardım edici bir kuvvet ver.”(İsrâ, 17/80)

Vahyedilen henüz tamamlanmadan Kur’ân’ı acele okumaması konusunda uyardıktan sonra yüce Allah, şöyle dua etmesini emretmiştir:


“Rabbi zidnî ‘ılmâ
“Rabbim, ilmimi artır!” (Tâ-hâ, 20/114)

Yüce Allah’ın (Celle celaluhu)
peygamberimize emrettiği dualarda,
dünyevî ve uhrevî isteklerini özellikle yardım ve ilim isteme,
şeytan ve zalimlerden uzak kalma arzusunun öne çıktığını
ve dualarda Allah’ın güzel isimleri ve nitelikleri ile
övüldüğünü görmekteyiz.

Peygamber duaları, Allah’tan ne isteyeceğimiz ve nasıl
dua edeceğimiz konusunda bizim için birer örnektir.
Peygamberlerin yaptığı duaların dışında Kur’ân’da
Havârilerin, Ashab-ı A’râf ’ın, Hz. Musa’ya (Aleyhisselam)  iman edenlerin, Ashab-ı Kehf ’in, Tâlut’un ve sâlih mü’minlerin yaptığı dua örnekleri de vardır.

dua.diyanet.gov.tr

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR