6 Ocak 2014 Pazartesi

240.KUR'AN'IN “apaçık bir Kitap” OLMASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

 “Her kim, Allah’ın (azze ve celle) kitabını kendi reyiyle tefsir ederse, isabet etse de hata etmiştir."(Ebu Davud)


Kur’an, kendisini “apaçık bir Kitap” olarak nitelendirir.


 Bu nitelemenin böyle “mutlak” bir ifadeyle kapatılamayacak kadar önemli açılımları bulunduğunu söylemeye kalkıştığınızda hemen “Kur’an’a muhalefet etmek ve Allah’ın mesajıyla insanlar arasına engeller koymaya çalışmak”la suçlanabilirsiniz.

Acaba işin doğrusu ne?

Kur’an’ın kendisini “apaçık bir Kitap” olarak nitelediği doğru (mesela bkz. Bakara, 99; Hicr, 1; Şuarâ , 2…). Ama bizzat Kur’an’da müşahede edilen başka doğrular da var. Bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:

1. Kur’an, nazil olduğu dönemden bu yana insanoğlunun karşılaştığı her türlü problemin birebir çözümünü açık bir şekilde ihtiva etmekte midir? Bu soruya “evet” cevabı vermek mümkün olmadığına göre, “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olmasının, insanoğlunun karşılaştığı ve karşılaşacağı bütün meselelerin birebir çözüme kavuşturduğu anlamına gelmediği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Burada muhtemel bir yanlış anlamanın önüne peşinen geçmiş olmak için hemen bir parantez açalım: Yukarıda, “Kur’an, insanoğlunun meselelerine ‘birebir’ çözüm getirmemektedir” dedik. Bu, meselelerin çözümünün Kur’an’da kimi zaman somut biçimde, kimi zaman da ilke düzeyinde verildiği gerçeğini gözardı ettiğimiz anlamına gelmemektedir. Burada kasdedilen, her türlü meselenin somut çözümünün bir “şablon” olarak Kur’an’da yer almadığını anlatmaktır.

2. Bir önceki maddede belirtilen gerçek karşısında şöyle bir muhtemel itiraz ileri sürülebilir: “Kıyamete kadar vuku bulmuş ve bulacak bütün meselelerin tek tek çözümü Kur’an’da mevcut değildir, bu doğru. Ama bu durum, Kur’an’ın kendisini “apaçık bir Kitap” olarak tarif ettiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Bu demektir ki, Kur’an’da hiçbir kapalılık, anlaşılmazlık yoktur ve Kur’an’da yer alan her ayet, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilir yapıdadır.”

Bu itiraza şöyle mukabele ederiz:
Kur’an’ın kapağını açıp sureler ve ayetler arasında arı-duru bir zihin yapısıyla gezinmeye başladığımız vakit göreceğiz ki, bu “apaçıklık” durumu, bütün ayetler için geçerli değildir.
Söz gelimi Kur’an’da bazı surelerin başında “huruf-u mukattaa” dediğimiz birtakım harfler vardır ve bunların anlamı konusunda insanlar tarafından son söz hiçbir zaman söylenemeyecektir. Demek ki Kur’an, “huruf-u mukattaa” noktasında “apaçık bir Kitap” değildir.
Yine Kur’an, ihtiva ettiği ayetler arasında “muhkem” olanlar yanında “müteşabih” olanların da bulunduğunu (bkz. Âl -i İmran, 7) haber vermektedir. Eğer “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olduğu vakıasını, ihtiva ettiği her ayet hakkında geçerli kabul edersek bu durumu nasıl açıklayabiliriz? İlgili ayetin ifadesinin nerede bittiği konusundaki ihtilaftan sarf-ı nazar ederek konuşacak olursak, ister müteşabih ayetlerin anlamının sadece Allah Tealâ tarafından bilindiğini söyleyelim, isterse “ilimde rüsuh sahibi olanlar”ın da bu ayetlerin anlamına vakıf olabileceği görüşünü kabul edelim, problem varlığını sürdürmeye devam edecektir. Zira ikinci ihtimali kabul ettiğimiz takdirde bile Kur’an’ın bazı ayetlerinin sadece belli insanlar tarafından anlaşılabilecek bir yapıda olduğunu söylemiş oluruz ki, bu da “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olmasının her ayet hakkında geçerli bir durum olmadığını itiraf etmek demektir.

3. “Kur’an’ın apaçık bir Kitap” olduğu söylenirken, ilmî ve kültürel seviyesi ne olursa olsun her okuyanın Yüce Allah’ın muradını tam olarak rahatlıkla anlayabileceği kasdedilir ki, konu hakkında işlenen en önemli hata belki de budur.


Mesela Hz. Ömer r.a. gibi büyük bir sahabinin bile bazı ayetlerin/kelimelerin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda başkalarının görüşüne müracaat etmek zorunda kaldığını biliyoruz. Kaynaklar onun, Abese, 31 ayetindeki “ebbâ”, Nahl, 47 ayetindeki “tahavvuf” ve Nisâ , 12 ve 176 ayetlerindeki “kelâle” kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmediğini ve başkalarına sorduğunu nakletmektedir. (Belirtilen ayetlerin tefsirlerine bakılabilir.)
Yine tefsirlerde ve Ulûmu’l-Kur’an kitaplarında Sahabe’den pek çok kimsenin, manasını anlamadığı kelimeleri/ifadeleri bizzat Efendimiz s.a.v.’e sorarak öğrendiğini anlatan rivayetlerin varlığından haberdarız.


Bütün bunlar bize açık bir şekilde göstermektedir ki, Sahabe gibi Hz. Peygamber s.a.v.’in eğitim ve terbiyesinde yetişmiş, fasih Arapça konuşan ve Arap dilinin bütün inceliklerine vakıf olan neslin bile bazı ayetlerin (veya ayetlerdeki kelimelerin) manasını anlamadığı oluyordu.

Öte yandan Kur’an’da “mücmel” (tafsilatı verilmeyen) ayetler bulunması da önemli bir vakıadır. Mesela namazı ve zekâtı emreden ayetler böyledir. Namazın nasıl, ne vakit ve kaç rekât kılınacağı… ile zekâtın ne miktar, ne zaman ve ne şartlarda verileceği soruları Kur’an’da açıklığa kavuşturulmamıştır. Öyleyse bu ve benzeri konulardaki mücmel ayetlerin “apaçık” olduğunu söylemenin pratik bir anlamı bulunmadığını kabul etmek zorundayız.

Kur’an bizi neye yönlendiriyor?

Meselelerimizin birebir somut çözümü için kendimizi Kur’an ayetleriyle sınırlandırmanın doğru olmadığını ve Allah Tealâ’nın da bizden böyle bir şey istemediğini hem bizzat Kur’an’a dayanarak, hem de pratikten hareketle söylemek zorunda olduğumuza göre, başka hangi kaynaklara başvurabiliriz?

Kur’an’da Hz. Peygamber s.a.v.’e itaati emreden ve O’na muhalefeti yasaklayan pek çok ayet bu konudaki en temel açılımı önümüze koymaktadır. Bir diğer ifadeyle, Kur’an’ın ya hiç değinmediği veya değindiği halde kısa/kapalı geçtiği hususlarda yine bizzat Kur’an’ın emir ve yönlendirmesiyle Sünnet’e başvurmak durumundayız.
Hadis kaynaklarında Hz. Peygamber s.a.v.’in Kur’an ayetlerinin izah, tefsir ve beyanı sadedinde varit olmuş pek çok rivayet bulunduğunu biliyoruz. Bu rivayetler bize “Kur’an’ın en yetkili müfessiri” olan Efendimiz s.a.v.’in, vahyin ilk elden muhatabı ve vahyi açıklamakla görevli elçi olarak Kur’an dışı bir vahiy türüyle Kur’an’ı tefsir ve beyan ettiğini göstermektedir.
Buradaki “Kur’an dışı vahiy” kaydı son derece önemlidir. Kıyâme Suresi 18-19 ayetlerinde Kur’an’ın beyanının bizzat Yüce Allah tarafından yapılacağı vurgulanmaktadır. Beyana muhtaç Kur’an ayetlerinin tümünün yine bizzat başka Kur’an ayetleri tarafından beyan edildiğini söyleyemeyeceğimize göre, bu ayetlerin beyanının Kur’an dışı bir vahiyle Efendimiz s.a.v.’e bildirilmiş olduğunu söyleme zorunluluğu ortaya çıkmaktadır.
Keza Kur’an’ın beyan edilmesinin Hz. Peygamber s.a.v.’e verilmiş bir görev olduğunu ifade eden ayetler (örnek olarak bkz. Nahl, 44) de burada zikredilmelidir. Eğer Kur’an’ın “apaçık bir Kitap” olmasını, bütün ayetlerin herhangi bir izah ve beyana gerek duyulmadan herkes tarafından anlaşılabileceği şeklinde anlamak doğruysa, o zaman Hz. Peygamber s.a.v.’e Kur’an’ı beyan etme görevi veren ayetlerin ne anlamı olabilir? Dolayısıyla burada ya Hz. Peygamber s.a.v.’in, zaten açık olan ayetleri yeniden açıklamak gibi fuzuli ve gereksiz bir işle iştigal ettiğini -hâşâ- söyleyecek, ya da Kur’an’ın bazı ayetlerini ancak O’nun açıklamaları sayesinde gereği gibi anlayabileceğimizi itiraf edeceğiz demektir.

Kur’an’ın bizi yönlendirdiği ikinci önemli merci “alimler /bilenler”dir. (Zümer, 9; Nahl, 43; Fâtır, 28…) Kur’an’ın, Yahudi ve Hristiyan alimlerin Tevrat ve İncil üzerinde yürüttüğü tahrif faaliyetini sık sık gündeme getirmesi, ilim adamı sınıfının öneminin tersinden vurgulanması anlamına da gelir. Yani kitleleri doğruya sevk eden de, yanlışa yönlendiren de, “rehber” konumundaki ilim sahipleridir.
İşte bu gerçek, dikkatlerimizi, Kur’an’ın hakkıyla anlaşılması meselesinde ulemanın fonksiyonuna, yani İslâmî ilimlere çekmektedir.

İslâmî ilimlerin ortaya çıkışı ve vazgeçilmezliği

Özetle;
Kur’an’ı gereği gibi anlamak, başta Hz. Peygamber s.a.v.’in açıklamaları olmak üzere, kıraat vecihleri, Sahabe’nin izahları, Arap dili, nüzul sebepleri… ve daha pek çok hususu bilmeye bağlıdır.
Ulema, Kur’an’ın doğru anlaşılması için vazgeçilmez olan bu ilimleri Sahabe döneminden başlayarak belli bir tedricî gelişim içinde sistemleştirmiş ve uzun yıllar, hatta yüzyıllar süren gayretler neticesinde İslâmî ilimler bugünkü kıvamına kavuşmuştur.

Tefsir ilmi

Yukarıda da belirtildiği gibi Hz. Peygamber s.a.v ., vahyin kendisine yüklediği tebliğ görevine paralel olarak vahyi “beyan” görevini de yerine getirmiştir. İşte bu “beyan” görevi, aynı zamanda Kur’an’ın ilk ve bağlayıcı tefsirinin Hz. Peygamber s.a.v. tarafından yapıldığı anlamına gelmektedir.

Müfessirler, gerek Hz. Peygamber s.a.v.’in açıklamaları, gerekse Kur’an’ın anlaşılması için zaruri olan diğer disiplinlerden istifade ederek Tefsir ilmini oluşturmuş ve bu sahada ölümsüz eserler bırakmışlardır. Tefsir ilminde yukarıda zikredilen hususlar yanında Sahabe görüşleri ile müsbet ilimler de devreye sokulmuş ve böylece “rivayet tefsiri” ve “dirayet tefsiri” şeklinde ikiye ayrılan tefsir ilmi vücut bulmuştur.
Arap dilinin yapısından kaynaklanan bazı durumlarda bir kısım ayetlerin birkaç anlama gelebildiğini, ayetler ve sureler arasında belli bir uyum, insicam ve ahenk bulunduğunu, ayetler arasındaki nasih-mensuh ilişkisini, ayetlerin delalet şekilleri ve gramatik özellikleri gibi daha pek çok meseleyi Tefsir ilmi sayesinde kavrayabiliyoruz.

Hadîs ilmi


Bilindiği gibi Hz. Peygamber s.a.v ., Kur’an’ın yönlendirmeleri doğrultusunda hayatın her alanını kucaklayan evrensel bir önderlik ve örneklik ortaya koymuştur. İtikadî ilkelerden, birey ve toplum hayatına ve edep/ahlâka kadar İslâm dininin çerçevelediği bütün hususlar Sünnet’te en ideal şekliyle fiilî olarak ortaya konmuştur. Müminler, bizzat Kur’an’ın direktifleri doğrultusunda Hz. Peygamber s.a.v.’e uymakla ve hayatı O’nun örnekliğinde yaşamakla mükellef olduğuna göre şu söylenebilir: Allah Tealâ’nın bizden istediği hayat tarzı, ancak Hz. Peygamber s.a.v.’in ortaya koyduğu pratiği izlemekle mümkündür.

Yukarıda belirtildiği gibi Kur’an’ın, Hz. Peygamber s.a.v.’e yüklediği “beyan” görevi sebebiyle O’nun açıklamaları olmadan Kur’an’ın murad-ı ilahîye uygun olarak anlaşılması mümkün değildir.
Hz. Peygamber s.a.v.’in hangi konuda ne söylediği ve neyi nasıl yaptığı ancak Hadis rivayetlerinin belli bir ilmî disiplin çerçevesinde ele alınması ile öğrenilebilir. Dolayısıyla Kur’an’ın hakkıyla anlaşılması, Sünnet’in hakkıyla anlaşılmasını zorunlu kılmaktadır.

Kelâm/Akâid ilmi

Amellerimizin ve yaşantımızın makbul ve ebedi kurtuluşumuza müncer olabilmesi, hiç şüphesiz sahih/doğru bir inanca/itikada sahip olmamıza bağlıdır. Kısaca “Amentü” cümlesi ile formüle edilmiş olan itikad ilkeleri İslâm’ın temelidir ve itikad alanı en küçük bir yanlışı kaldırmayacak kadar hassastır.
Hicri II. yüzyılın ortalarından itibaren birçok itikadî fırkanın İslâm dünyasında boy göstermeye başlamasıyla birlikte Akaid/Kelam sahasında yüzyıllar süren ateşli tartışma ve cedel ortamlarının varlığını müşahede ediyoruz.
Ehl-i Sünnet Kelam alimlerinin ortaya koyduğu eserler sayesinde, sözü edilen (Haricîlik, Şia, Mu’tezile, Cebriye… gibi) bid’at fırkaların görüşleri tesirsiz hale getirilmiş ve etkileri kırılmış, böylece Ümmet’in günümüze kadar sırat-ı müstakim üzere yürümesi sağlanmıştır.

Bu bid’at fırkaların istisnasız her birinin, kendi görüşlerini dayandırdığı Kur’an ayetleri mevcuttur. Bu durum önümüze şöyle bir manzara koymaktadır:
Eğer Kur’an ayetleri herkesin aynı şekilde anlayacağı kadar açık ise, bu kadar itikadî fırka nasıl olup da birbirine zıt görüşlerini Kur’an ayetleriyle destekleyebilmiştir?


Fıkıh ilmi


Kur’an ve Sünnet’in bizden istediği hayat tarzının yaşanması, öncelikle bu iki kaynağın doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu “doğru anlama” faaliyeti ise sistemli ve bilinçli bir gayreti gerekli kılar. Ulema bunun için, “anlama metodu” demek olan Usul-i Fıkıh ilmini ortaya koymuş, bu ilmin kriterlerini ve ilkelerini belirlemiştir.

Burada iki yönlü bir faaliyetin varlığı dikkat çekmektedir: Birincisi Kur’an ve Sünnet nasslarının yapısı, hitap şekilleri, doğrudan ve dolaylı anlatım tarzları ile hükümlere delalet biçimleri üzerindeki çalışmalardır. İkincisi ise hakkında belli ve özel bir nass (ayet, hadis) bulunmayan hususlarda nasıl hareket edileceğini belirleyen ilkelerin tayinidir.
Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.
Fıkıh sahasında faaliyet gösteren ulemanın kendi aralarında dereceleri vardır ki, bunların en başında Mutlak Müçtehid olan alimler, en sonunda ise Taklid Ehli ulema gelir. Bunların ve aralarındaki kademelerde yer alan alimlerin her birinin fonksiyonları belli kitaplarda açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur’an’ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.

İlgi çekici bir örnek zikredelim: Bir ilahiyat profesörü “Kur’an’da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” demişti. Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur…

Tasavvuf ilmi

Şüphesiz bir biçimde biliyoruz ki Kur’an-ı kerim bize itikadî ve amelî konular kadar ruh terbiyesi, edep, ahlâk ve takva ile ilgili hususları da öğretmiştir ve bunların önemi diğerlerinden aşağı değildir. İslâm, ancak bütün yönleriyle hayata aksettiği zaman tam anlamıyla yaşanmış olur ve yine ancak bu takdirde hayatımızda kendisinden beklenen tesiri icra edebilir.
Kur’an ayetleri arasındaki zahir-batın dengesinin keşfi ve kalbî/ruhî hayatın tanzimi ancak konuya belli bir sistem dahilinde bakılması ile mümkün olur.
Tefsir, Hadis, Kelam ve Fıkıh ilimleri hayatımızın dış cephesinin ilahî rıza doğrultusunda şekillenmesini sağlarken, Tasavvuf ilmi de içimizin, kalbî ve ruhî hayatımızın arzu edilen kıvama gelmesini temin eder. Dolayısıyla Tasavvuf’suz bir hayat, sadece dış cephesi süslenmiş bir binaya benzer. Bizler, evlerimizin dış görünüşünün güzel olmasına dikkat ederiz; ancak evin bize lazım olan esas kısmı içerisidir. Hayatımızın büyük bir bölümünü iç mekânlarda geçirdiğimiz için asıl süslenmesi ve yaşanabilir hale getirilmesi gereken yer, iç mekânlardır.
Kelam ve Fıkıh gibi ilim dallarının ilgi sahasına giren ayetler nasıl ancak bu ilim dallarının sistemleri vasıtasıyla anlaşılabiliyorsa, Tasavvuf’un ilgi sahasına giren ayetler de ancak bu ilim dalının ortaya koyduğu sistemle bir bütün olarak anlaşılabilir. Diğer ilim dallarında olduğu gibi Tasavvuf’ta da ilgili ayetlerin anlaşılması, Hz. Peygamber s.a.v.’in Sünneti ve hadisler temelinde olacaktır.

Sonuç

Şurası bilinmelidir ki, İslâm alimlerinin bütün bu ilim dallarında ortaya koyduğu birikim, tesadüfen oluşmuş ya da tarihin belli bir döneminden sonra kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Bu ilim dallarının her biri, temel metot ve hareket tarzlarını Hz. Peygamber s.a.v.’in, ashabına yönelik yönlendirme ve uygulamaları oluşturmuştur. Bu itibarla söz konusu ilim dallarının her birinde gördüğümüz hoca-talebe ilişkisi, kesintisiz biçimde Sahabe’ye ve onlar vasıtasıyla Hz. Peygamber s.a.v.’e kadar uzanır.
Dolayısıyla bu ilim dallarının her biri, Kur’an’ın doğru anlaşılmasını ve yaşanmasını temin eden alternatifsiz vasıtalardır. Onlar olmadan Kur’an’ın, murad-ı ilahîye uygun biçimde anlaşılması da yaşanması da mümkün değildir. 

“İslâm akıl dini değil, nakil dinidir” şeklindeki söz de ancak bu şekilde doğru bir zemine oturabilir.
Bu ilim dallarında faaliyet göstermiş olan ulemanın tümü (hepsini minnet ve rahmetle anıyoruz) sadece Allah Tealâ’nın rızasını gözeterek hareket etmiş ve O’nun muradını keşfetmenin peşinde olmuştur.

Günümüzde Kur’an’ın, bu ilim dalları ve onlara vücut veren ulema olmaksızın da anlaşılıp yaşanabileceği (hatta ancak onları aradan çıkararak doğru biçimde yaşanabileceği) iddiası, bu ilim dallarının mahiyet ve karakteri hakkında bir parça malumat sahibi olan hiç kimse tarafından ciddiye alınmamaktadır. Ortaya çıkış biçimleri, mahiyetleri ve orijinaliteleri hakkında pek çok şey söylemek mümkün olmakla birlikte bu ilim dalları hakkında oluşturulmaya çalışılan şüphelere karşılık  tek bir şey söylenebilir:

Acaba Kur’an’ın ilahî koruma altında olması demek, sadece metninin tahriften korunması demek midir? Kur’an ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ortada yüzlerce-binlerce farklı yorumun bulunması halinde önümüzde şöyle bir manzara oluşacaktır
:

 Elimizde metni korunmuş, ama bize ne dediği belli olmayan bir metin var; herkes onu dilediği biçimde anlayıp yorumluyor !!.

Allah Tealâ’nın bize Kur’an’ı gönderirken murad ettiği gerçekten bu mudur? Yoksa onun nasıl anlaşılması gerektiği konusunda (mesela Sünnet’e ve “bilenler”e müracaat etmek gibi) bazı sabit ölçüler mi vardır?

Elbette Kur’an’ın korunması demek, sadece metninin korunması demek değildir. Aynı zamanda onun murad-ı ilahîye uygun olarak nasıl anlaşılabileceği ve nasıl yaşanabileceği de değişmez ilkelere bağlanmıştır. İşte İslâmî ilimlerin vücut bulduğu nokta burasıdır…

Ve son olarak :

Kur’an ayetlerinden mana çıkartmak yani tefsir ilmi herkesin yapacağı bir iş değildir. Tefsir âlimleri, bir insanın Kur’an’ı tefsir edebilmesi için o kişinin 15 ilim dalında ihtisas yapması gerektiğini vurgulamışlardır. 


İşte o 15 ilim dalı:
1- Lügat İlmi: Kur’an-ı Kerimdeki her kelimenin asıl manasını bilmeye yarayan ilimdir. Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki: “Allah’a ve kıyamet gününe iman eden kimsenin Arapça kelimelerin bütün manalarını iyice bilmeden Kur’an-ı Kerim hakkında ağzını açması caiz değildir.” Sadece bir kelimenin bir kaç manasını bilmek de yeterli değildir. Çünkü bir kelime birkaç manayı içine aldığı halde kişi bunlardan bir ikisini bilir. Halbuki orada gerçekten başka mana kastedilmiş olur. (Taha suresinde geçen “Allah arşı istiva etti” ayetinde istiva kelimesinin diğer ayetlerle çatışan “oturdu” manasını almak da böyle bir hatadır. Bu lügat ilmini iyi bilmemekten kaynaklanmaktadır.

2-Nahv (gramer ilmi): İrabın, yani harekelerin değişmesi ve başka şekle girmesiyle mana tamamen değişir. İrabı bilmek ise nahv ilmine bağlıdır.

3- Sarf İlmi: Bu ilmi bilmek gerekir. Çünkü kelimenin şekil ve binalarının değişmesi ile manaları tamamen değişir. İbni Faris (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki:“Sarf ilmini kaybeden çok şeyi kaybetmiştir.”

4- İştikak (kelime türetme) İlmi: Bir kelime iki ayrı kökten meydana gelmiş ise onların manası da değişik olur. “Mesih” kelimesinin dokunmak manasına gelen“mesh” ve ölçek manasına gelen “mesahet” kökünden geldiği gibi.

5- Mania İlmi: Bu ilimle sözün manaya göre dizilişi bilinir.

6- Beyan İlmi: Bu ilimle sözün açık ve kapalı manaları, benzetme ve kinayeleri bilinir.

7- Bedi İlmi: Bu ilimle sözün ifade etme bakımından güzellikleri bilinir. Bu üç ilme“İlmi belagat” denir ki, Kur’an tefsir edenin bilmesi gereken önemli ilim dallarındandır. Zira Kur’an-ı Kerim başlı başına bir mucizedir. Belağatı ile onun benzeri getirmekten herkesi aciz bırakan hali bilinir.

8- Kıraat İlmi:
Çeşitli okuyuşlar yüzünden farklı manalar anlaşılır. Böylece bir mananın diğeri üzerine tercihi bilinmiş olur.

9- Akaid İlmi: Kuran’ı Kerim’de bazı ayetler vardır ki, onların zahiri manalarını Allah’u Zülcelal için kullanmak doğru değildir. Bu bakımdan onlarda bir tevile ihtiyaç doğar. Mesela Fetih Suresi 10. Ayette geçen “Allah’ın eli” ifadesi gibi.

10- Usul-ü Fıkıh İlmi: Bununla bir delile dayanarak ve kaynağına inerek hüküm çıkarma yolları bilinir.

11- Sebe-i Nuzül: Ayetlerin iniş sebebini de iyi bilmek gerekir. İniş sebebini bilmekle mana daha açığa çıkar. Bazen mananın kendisini anlamak bile iniş sebebine bağlı olur.

12- Nasih ve Mensuh İlmi: kur’an’da lafzı ve manası sonradan başka bir ayet ile kaldırılan ayetler bulunmaktadır. Bu ilim bilinmezse o ayetleri anlamak imkansızdır.

13- Fıkıh İlmi: Bir şeyin teferruatı tam olarak kavranırsa onun bütünü tanınmış olur.

14- Hadis İlmi: Kur’an-ı Kerimde tafsilatı zikredilmeyen ayetleri tefsir eden hadisleri de bilmek gerekir.

15- Vehbi İlim: Bunların hepsinden sonra “Vehbi İlim” gerekir ki, Cenab-ı hakk’ın özel ihsanıdır. Onun hususi kullarına lutfeder.

Halk hazreti Ali (Radıyallahu Anh)’a “Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sana bazı özel ilimler öğretti mi veya başkalarına söylemediği, sana ait özel vasiyeti var mı?” diye sorduklarında bu konuyu işaret ederek şöyle buyurdu:“Cenneti yaratan ve Vücuda can veren (Allah)a yemin olsun ki, bu (bende olan şey) Allah’u Teâlâ’nın kendi kelamını anlamak bir kimseye lütfettiği anlayıştan başka bir şey değildir.”

Yukarıda anlatılan bu ilimler Kur’anı tefsir edecek biri için vasıta yerindedirler. Eğer bir kişi bu ilimleri bilmeden Kur’an’ı tefsir ederse, o kendi görüşüne göre tefsir yapmış olur ki, bu yasaktır ve bunu yapanlar için tehdit hadisleri vardır.


E.Sifil

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

239.RABBİMİZİN cc 17.NASİHATI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey âdemoğlu!

Sana emrettiğim gibi amel et ve seni sakındırdığım şeyden uzak dur. Böyle yaparsan sana öyle bir (manevî) hayat veririm ki (rahmetimle) ebediyen yaşarsın. Şunu bil, devamlı hayatta olup asla ölmeyecek olan benim. Ben bir şeye 'ol' dersem, o derhal olur.

Ey âdemoğlu! Sözün tatlı ama amelin çirkin olursa sen münafıkların başısın demektir.

Dışın güzel ama için çirkin olursa helak olanlardan olursun. Böyle olanlar Allah'ı kandırmaya çalışanlardır. Oysa Allah kendi oyunlarıyla onları kandırmıştır. 'Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve farkında değillerdir.
'
Bakara 2/9

Ey âdemoğlu! Cennete ancak benim azametime boyun eğen, gündüzlerini beni zikretmekle geçiren, yalnız benim için şehvetlerden el çekenler girer.

Ben (bana sığınan) garibi himaye ederim, fakiri emniyette tutarım, yetime ikramda bulunur, kendisi için merhametli bir baba gibi olurum. Dul kadınlara şefkatli kocaları gibi merhametle davranırım.

İşte her kim bu sıfatlara sahip olursa, onun duasına icabet ederim; bana dua ettiğinde karşılık verir ve benden bir şey istediğinde onun isteğini yerine getiririm."


Rabbimizin 104 Kitaptaki Öğütleri (Meva'ız-i Kudsiyye)

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

4 Ocak 2014 Cumartesi

238.BU DUAYI BÜTÜN MÜSLÜMANLARA OKUTALIM!!

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ey Rabbimiz! Bu geçici dünyayı en büyük kaygımız kılma. Üzerimizdeki dini ve dünyevi müsibetleri kaldır. Günahlarımız sebebiyle bize merhamet etmeyecekleri başımıza musallat etme. Biz müslümanları; inkarcılar için bir imtihan aracı kılma. Bizi onlar karşısında yenik düşürerek onların iyice azgınlaşmasına sebep kılma. Bizi zalimlerin baskı ve işkenceleriyle yüzyüze getirme. Altından kalkamayacağımız çetin belalarla bizi imtihan etme. Sana kulluk görevimizi hakkıyla yerine getiremedik bizi bağışla. Hiç kuşkusuz Sen tüm varlıklar üzerinde mutlak otorite sahibisin, hakimsin. Sonsuz ilim ve hikmetinle her konuda en mükemmel hükmü verir, yaptığın herşeyi yerli yerince yaparsın. Üzerimizdeki bütün olumsuzlukları gider ve müslümanlar için en hayırlı hükmü ver; bizim layık olduğumuzu değil Senin layık gördüğünü ver bizlere. Amin sonsuz kere amin.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

3 Ocak 2014 Cuma

237.İMAN-GÜNAH İLİŞKİSİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ebû Hanife’ye göre bir Müslüman, helâl saymadığı sürece büyük günahlardan birisini işlemesi ile kâfir olmaz. Bu durumdaki bir kimseden müminlik sıfatı kalkmadığı için ona gerçek anlamda mümin denir. Herhangi bir müminin kâfir olmadığı halde günahkâr olması caizdir. Allah’a ortak koşmamak ve inkar etmemek şartıyla büyük ve küçük günah işlediği halde tövbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu ile iman eden fakat namaz kılmayan, oruç tutmayan ya da amellerin hiçbirisini yapmayan kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennem’de azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 74, Muaz b. Cebel’de bu görüşü benimsemektedir, bkz. Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.53-54.)

Günah işleyenlerin cennetlik veya cehennemlik olduklarını söylemeden, onlarla ilgili hükmü geciktirmek ircadır. 

İnsanlar üç sınıfa ayrılır: Birincisi Peygamberler ve peygamberlerin cennetlik olduğunu bildirdikleri kimselerdir ki bunlar cennetliktir. İkincisi, müşriklerdir ki onların cehennemlik olduklarına şahadet edilir. Üçüncü ise; Allah’ın birliğine inananlardır ki bunlarla ilgili susup, onların cennetlik ve cehennemlik olduklarına şahadet etmeyiz. Onlar için Allah’ın affedeceğini ummakla birlikte, azaba çekileceklerinden de korkarız.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 31)

İrca’nın aslı meleklerden gelmiştir. Allah, meleklere eşyayı göstererek “Bana bunların isimlerini söyleyin,”(Bakara 2/31)buyurdu. Bütün melekler hatadan ve bilmeden söz söyleyerek delâlete düşmekten çekinip duraklayarak “Seni tenzih ederiz, senin öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur,”( Bakara 2/32) dediler. Böylece melekler bilmediği şeyi soran, sorduğu konuda aldırmayıp konuşan, isabet etmezse hatalı, isabet ederse bilgisizce söylediği için övülmeyen kimse gibi bidat işlemediler. Bunun için Allah, “Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumludur,”(İsra 17/36) buyurur. Yani, doğru olarak bilmediğin bir şeyi söyleme, demektir. Bu ayetle Allah, peygamberine bile kesin bilgi olmadan zan ile konuşmaya, incitmeye, iftira atmaya izin vermemişken, nasıl oluyor da insanlar, kesin bilgileri olmadan zanla birbirlerini ayıplıyor.( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 30-31)

Tevakkufun yani duraklamanın manası ise, haram, helâl veya bizden önceki ümmetler hakkında bilmediğin konularda, sorulanlar için “En güzelini Allah bilir” demektir. Eğer üç kişi, bilmediğimiz, tecrübe ve deneyimlerimizle de bilemeyeceğimiz bir sözü bize söylerlerse, bunun doğru bilgisini Allah’a havale edip tevakkuf ederiz. Bu tıpkı önceden iyi olan bir topluluğun aralarından ayrıldıktan sonra iki gruba ayrılıp birbirlerini öldürmesi, ortada bir cinayet olmasına rağmen başkada şahit olmadığından her iki gurubunda kendini haklı görmesi, senin de iki tarafın isabetli olmadığını bilmen gibidir. Bu durumda ya iki taraf da hatalı veya biri hatalı diğeri isabetlidir.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 30-31)

Ebû Hanife’ye göre günah işleyen kimsenin kafir olmadığını gösteren ayetler şunlardır: “Yûnus hakkında söylediğimizi de an. O, öfkelenerek giderken, kendisini sıkıntıya sokmayacağımızı sanmıştı; fakat sonunda karanlıklar içinde: “Senden başka tanrı yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim” diye seslenmişti.”(  Enbiya 21/87)Buna göre Hz. Yusuf kafir ve münafık değil zalim bir mümindir. Aynı şekilde Hz. Yusuf’un kardeşleri, “Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile, bizler hiç şüphesiz suçluyuz” dediler.”(Yusuf 12/97)Halbuki onlar kafir değil günahkardır. Hz. Peygamber hakkında, “Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar”( Fetih 48/2)buyrulmuş günahını yerine inkarını denmemiştir. Hz. Musa (as.) da kıptîyi öldürmesi dolayısıyla kâfir olmadı.

Mümin tevhitten ayrılmadığı sürece, bütün günahları da işlemiş olsa, yine Allah düşmanı olmaz. Çünkü düşman, düşmanına buğz ve nefret besler, ona noksanlık izafe eder. Oysaki mümin, büyük günah işlemiş de olsa Allah’ı her şeyden daha çok sever. Aynı şekilde mümin, ateşte yakılması ya da Allah’a iftirada bulunması durumuyla karşı karşıya kalsa ateşte yakılmayı tercih eder. Nasıl ki babasını seven çocuk bazen de ona isyan eder. Aynı şekilde mümin her ne kadar isyan etse de, Allah ona her şeyden daha sevgilidir. Şehvet gibi birçok şiddetli arzular üstün geldiği için, mümin bazen Allah’a isyan eder. Bir sultanın işini yapan vazifeli kimse, işini bırakırsa karşılığında çeşitli sıkıntılar yaşar. Serbest kalınca gücü yeterse işine tekrar döner. Aynı şekilde kadın, doğum esnasında çok büyük sıkıntılarla karşılaştığı halde, aradan zaman geçip iyi olunca çocuk istemesi buna benzer. Mümin, Allah’a isyan ettiğinde, ameli her ne kadar taat ve rıza bakımından şeytana uyuyorsa da işlediği bu isyan ile şeytana uyan, onun rızasını isteyen ve ona yönelen kimse olmaz.

Ebû Hanifeye göre Ehl-i kıbleden olan günahkâr biri için şirkin dışında işlediği günahlardan dolayı Allah’ın onu mutlaka cezalandıracağına dair şahitlik edilmez. Günahların bir kısmının affedileceği bilinse de bunların hangisi olduğu bilinmez. Zîra Kuran-ı Kerim’de “Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz”(Nisa 4/31) buyrulmaktadır. Büyük günahların tamamı ya da bağışlanacak kusurların hepsi bilinmez ama “Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar”(Nisa 4/48) ayetinin gereği Allah’ın şirkten başka bütün günahları affetmesi mümkündür. Bununla birlikte Yüce Allah’ın kimi affetmek isteyip kimi affetmek istemediği bilinmez.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 22)

Allah’a şirk koşmanın dışında kul günahlardan hangisini işlerse işlesin, onun affı için dua etmek daha iyidir. Fakat ona beddua etmekle günahkâr olunmaz. Bu, birisine karşı bir kötülük işleyen kimseye, beddua etmek yerine bağışlamanın daha iyi olması gibidir. Eğer bir kimse kendisi ile Allah arasında şirk koşmaksızın bir günah işlerse, ona merhamet edip şahadet hürmetine işlediği günahın affı için dua edilirse, bu daha iyidir. Eğer onun helak olması için “Yâ Rabbi, bu adamı günahından dolayı cezalandır,” şeklinde beddua edilirse, günaha girilmiş olur. Günahkâr kimse için Allah’tan af dilemek, iki sebepten dolayı daha faziletlidir. Birincisi, o kimse günahkâr da olsa mümindir. Öte yandan Allah’ın mutlaka ceza vereceğini bildirdiği kimse için af dilenmesi de haramdırZira Allah cehenneme göndereceği kimseler için af dilenmesini yasaklamıştır. Allah’ın, azap edeceğini bildirdiği kimse için af istenmesi ve “Yâ Rabbi, sadece beni öldürme” demek gibi Allah’ın vaadinden dönmesinin istenmesi yasaklanmıştır. Zîra Allah, Kur’an-ı Kerîm’de “Her insan ölümü tadacaktır,”(Al-i İmran 3/185)buyurmaktadır.

Şahadet kelimesine inananlar hakkında bağışlanmaları için dua etmek daha faziletlidir. Çünkü Allah’a itaat konusunda, şahadet kelimesini söylemekten daha faziletli bir şey yoktur. Allah’ın emrettiği tüm farzlar, bu şahadeti kabul ve tasdik açısından bir yumurtanın yedi kat gök ve yerler arasında bulunan şeylerle, karşılaştırılması gibidir. Nasıl ki şirk en büyük günah ise, şahadette en büyük sevaptır. Allah, şirkin ne kadar büyük bir günah olduğunu, hiç bir kötü amel için ifade etmediği bir şekilde belirtmiştir. “Şüphesiz şirk, büyük bir zulümdür.”( Lokman 31/13) Allah bundan başka adam öldürme(Bkz. Meryem 19/91; Hac 22/31.) vb hiçbir kötü amel için, böyle bir ifadede bulunmamıştır.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 24)

Mümin işlediği günahı, azaba çekileceğini bilerek değil Allah’ın bağışlayacağını ümit ettiği ya da hastalık ve ölümden önce tövbe edeceğini düşündüğü için işler. Kişi kendisinden korktuğu halde yiyecek, içecek, harp, deniz yolculuğu vs. gibi şeyleri yapar. Eğer batmadan kurtulmak
ümidi olmasaydı insan hiçbir zaman deniz yolculuğu yapmazdı.Ya da zafer ümidi olmasaydı, hiçbir zaman savaşmazdı.

Eğer Allah (cc) bir katili bağışlarsa, harama bir defa bakan kimsenin de affedilmeye daha çok layık olduğu bilinebilir. Bir bakıştan dolayı Allah azap ederse, öldürme fiilinden dolayı azaba çekmesi de daha uygundur. Zîra Allah,
“Allah katında en değerli olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır,”( Hucurat 49/13)buyurmaktadır. Şu halde bakma fiilini yapan, eğer adam öldürme fiilini işlememişse, katil olan kimseden daha fazla takvalıdır. Her ikisinin bağışlanması aynı seviyede değildir, büyük günah işleyen kimseye oranla, küçük günah işleyenin bağışlanması daha çok ümit edilir. Bu durum denizde ve küçük nehirde yolculuk yapan iki kişiye benzer. Her ikisinin de boğulmasından endişe edildiği gibi ikisinin de kurtulması umulur. Bununla birlikte denizdeki kimseye oranla, küçük nehirdeki kişinin kurtulacağı daha çok ümit edilir. Aynı şekilde, büyük günah işleyenin durumundan da, küçük günah işleyene oranla daha çok korkulur, küçük günah işleyenin, büyük günah işleyene oranla affedilmesi daha çok ümit edilir. Her ikisinin affı ümit edildiği gibi her ikisinin de amellerine göre akıbetlerinden korkulur.


Allah, kulunu işlediği bir günahtan dolayı cezalandırır ya da onu bağışlar. Allah, kulunu işlemediği günah sebebiyle cezalandırmaz, kulun işlediği farzları da günahlarını da yazar. Mesela, bir kişi malının zekâtından, daha fazla vermesi gerekirken, az miktarda verdi. Bu durumda Allah o kimseyi verdiği miktardan dolayı değil, vermediğinden dolayı cezalandırır. Zekâttan verdiği miktarı ise o kişinin lehinde değerlendirir. Aynı şekilde bir kimse namaz kılar, oruç tutar, hacca gider ama adamda öldürürse, bu konuda iyilikleri hesaplanır, kötülükleri ise aleyhine yazılır. Yüce Allah şöyle buyurur: “Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler; kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir.”( Bakara 2/286)“Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun, kadın olsun, iş yapanın işini boşa çıkarmam.”(
 Ali İmran 3/195) “İşlediklerinizden başkasıyla karşılık görmezsiniz.”(Yasin 36/54); “Ancak işlediklerinizin karşılığını görmektesiniz”Tahrim 66/7)“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.”(Zilzal 99/7) “Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.”(Zilzal 99/8) “Küçük ve büyük, hepsi satır satırdır.”(Kamer 54/53) Bu duruma göre, iyilik ve kötülükler az da olsa Allah tarafından yazılmaktadır. Nitekim Yüce Allah “Kıyamet günü doğru teraziler kurarız; hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar olsa bile yapılanı ortaya koyarız. Hesap gören olarak Biz yeteriz.”(Enbiya 21/47)buyurmaktadır. Bunların aksini söyleyen kimse Allah’ı zulümle vasıflandırmış olur. Hâlbuki Allah zulmetmeyeceği konusunda kullarına Kuran’da teminat vermiştir: “Yaptığınızdan başka bir şeyle cezalanmayacaksınız.”(Saffat 37/39) “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür.”( Zilzal 99/7) Ayetleri bu konuyu belirtmektedir. Nitekim Allah, iyiliklere karşılık verdiği için, kendisinin şekûr olduğunu ifade etmiştir. O, merhametlilerin en merhametlisidir. (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 34)

İman büyük bir azaptan koruduğu için mümine fayda verir. İnkardan daha büyük günah olmadığı için en çetin ceza kâfirin azabıdır. Allah’ı inkâr etmeyen Mümin ise sadece emrettiği şeylerin bazılarında isyana girer. Allah ise bu kişiye yapmadığı şeyler için değil sadece işlediği şeyler kadar ceza verir. Bu durum, adam öldürmüş ama hırsızlık yapmamış birinin, hırsızlıktan değil sadece cinayet suçundan cezalandırılmasına benzer. Zira Yüce Allah, “İşlediklerinizden başkasıyla karşılık görmezsiniz,”(
Yasin 36/54.)buyurmaktadır. Hastalığı küçük olan hastanın durumu daha az zararlıdır. Dünyada sıkıntı çekerek en şiddetli azaptan kurtulan kimsenin durumu, iki türlü azap çeken kimseden daha kolaydır. Mümin de böyledir, eğer işlediği bir günah için azap çekerse, bu iki günah için çekeceği azaptan daha hafif olur.(128 Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 39.)

Ebû Hanife’ye göre “Mümin zina edince, başından gömleğinin çıkarılması gibi, imanı da çıkarılır, sonra tevbe edince iman kendisine iade edilir”(
Tirmizi, “İman” 15; Ebu Davud, “Sunne” 15)rivayeti Kur’ân’a muhaliftir. Çünkü Allah; Kur’ân-ı Kerîm’de “Zina eden kadın ve erkeğin..”( Nur 24/1) âyetinde her ikisinden de iman vasfını kaldırmamıştır. Aynı şekilde, “Sizden zina eden iki kimseye...”(Nisa 4/16) âyetinde Allah “sizden” kaydı ile Müslümanları kastetmektedir. O halde Kuran-ı Kerim’in hilafına, Hz. Peygamber’den hadis rivayet eden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 33) Aynı şekilde “Allah, içki içen kimsenin kırk gün ve kırk gece kıldığı namazı kabul etmez,”(Tirmizi, “Eşribe”, 1) rivayetinin açıklaması da bilinmemektedir. Başka bir ifadeyle haksız yere birisini öldüren, hırsızlık ve facirlik yapan, günah işleyen, zina eden, içki içip sarhoş olan kişi günahkâr mümindir, kâfir değildir. Bu durumda olanlar işlediklerinden dolayı cehennemde azaba uğrarlar, fakat imanları sebebiyle cehennemden çıkarılırlar.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.53)

Ebû Hanife’ye göre Allah’a ortak koşmamak, inkâr etmemek ve helal saymamak şartıyla günah işleyen bir mümin kâfir sayılmaz. Günah işlediği halde tövbe etmeden ölen müminin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse bağışlar ya da cezalandırır. Hakkında kesin bilgi sahibi olunmayan konularda sorulanlar için en doğrusunu Allah bilir demek daha uygundur. Bu anlamda irca Allah’ın öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur diyen meleklerin yaptığı bir iştir. Hangi günahların bağışlanacağı bilinmez.


Sonuç

İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin akaidle ilgili beş eserinde iman ve imanla ilişkili temel kavramların incelendiği bu araştırmada elde edilen bilgileri şöyle değerlendirmek mümkündür: Ebû Hanife eserlerinde imanı Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere inanma şeklinde tanımlarken aynı zamanda hiç kimsenin kendi fiillerini yaratamayacağına inanmayı da vurgulamıştır. O’na göre imanın asıl mahalli kalptir, dil ile ikrar kişinin insanlar tarafından mümin olarak kabul edilmesi yönüyle önemlidir. İman, sadece tasdik ve amel yönünden artıp eksilebilir, imanda istisna da olmaz. İman ilk dönemlerde nasıl tanımlandıysa günümüzde de aynı şekilde tanımlanır. Kuran’ın bazı ayetlerinde mümin kavramı zalim, günahkar ve asi sıfatları ile birlikte kullanıldığına göre iman ile amel farklı şeylerdir. Günah işleyen ya da farzlardan birini terk eden mümin helal saymadığı sürece kâfir sayılmaz. Günah işlediği halde tövbe etmeden ölen mümini Allah dilerse bağışlar dilerse cezalandırır. Ebû Hanife iman konusunda belirlediği bu önemli prensipler ile günümüze kadar gelen ehl-i sünnet anlayışının temelini oluşturmuştur.

Ebû Hanife’ye göre insanlar iman ve küfrü Allah’ın zorlaması ile değil kendi iradeleriyle tercih ederler. İmanda Allah’ın yardım etmesi inkârda ise yardımını kesmesi söz konusu olabilir. İman ve inkar konusunda insanların söylediklerine, kıyafet ve ibadetlerine göre hüküm verilmelidir. Bu kişilerin gerçekte Allah katında farklı bir durumda olmaları herhangi bir cezayı gerektirmez. Nimetleri inkar etmek, Allah’ın izni olmadan birisinin fayda veya zarar vereceğine inanmak kişiyi inkâra götürür. Kuran’da açık ayetle anlatılan konulardan şüphe eden, namaz ve oruç gibi ibadetlerin farz olduğunu inkar eden kişi de kafir olur. Allah şirkten başka bütün günahları bağışlayabilir ancak O’nun kimi bağışlayıp kimi affetmeyeceği bilinmez. Allah’ın mutlaka cezalandıracağını bildirdiği kimse için af dilenmesi haramdır. Hz. Peygamber’den Kuran’a aykırı hadis rivayet eden bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber’i tekzip etmek anlamına gelmez. Ebû Hanife küfür ve günah kavramları hakkındaki bu görüşleriyle önemli ölçüler belirlemiş günümüze kadar pek çok ehl-i sünnet âlimine de bu konuda rehberlik etmiştir.

Netice itibariyle iman ve imanla ilişkili amel, günah ve küfür gibi temel kavramlar hakkında yaptığı bu açıklamalar neticesinde İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin ehl-i sünnet akaidinin oluşmasında çok önemli bir yeri olduğu söylenebilir. Ebû Hanife’nin iman ve imanla ilgili temel kavramlara yönelik belirlediği ölçüler isabetli olması yanında kendi içinde tutarlıdır. Pek çok kelam bilginine rehberlik eden Ebû Hanife ehl-i sünnet inancının sistemli hale gelmesinde büyük katkıları olan önemli bir kelam âlimidir.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

26 Aralık 2013 Perşembe

236.İMAN-KÜFÜR İLİŞKİSİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Arapça bir kelime olan küfür, inkâr ve yalanlama anlamına gelmektedir. Borçlu borcunu kabul etmeyip onu inkâr ederse Arapça “kâferanî” yani inkâr etti denir. Mümin red ve inkâr etmeksizin, bir farzı terk ederse günahkâr olarak isimlendirilir. Eğer, farzları inkâr ederek terk ederse, bu takdirde kâfir ve Allah’ın farzlarını inkâr eden kimse diye isimlendirilir.
Ebû Hanife’ye göre Allah Hz. Âdem’in soyunu insan olarak yaratmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, inkârı yasaklamıştır. İnsanlar da O’nun Rab olduğunu kabul etmişlerdir. İşte bu, insanların imanıdır ki onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Daha sonra inkâra sapanlar bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de bu fıtratında sebat etmiş olur. Allah, kullarından hiç birini iman veya inkâra zorlamamış, onları mümin veya kâfir olarak yaratmamıştır. Onları bir birey olarak yaratmıştır.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 72)Diğer bir ifadeyle Allah insanları iman ve küfür özelliği olmadan yaratmış, sonra onlara hitap ederek emir ve yasaklarını bildirmiştir. İnkâr eden; kendi fiili, hakkı kabul etmemesi ve Allah’ın yardımını kesmesiyle inkâra sapmıştır. Aynı şekilde iman eden de kendi fiili, ikrarı, tasdiki ve Allah’ın yardımı ile iman etmiştir.
İnsanlar, Yüce Allah’ı bilme ve tasdik etmeleri bakımından mümin, inkâr etmeleri yüzünden de kâfir olurlar. Allah’ın birliğini ve O’nun katından gelen şeyleri tasdik edip Allah’ın kulu olduklarını kabul edince, iman ve küfrün ne anlama geldiğini bilmeseler bile imanın iyi, küfrün de kötü bir şey olduğunu anladıklarında kâfir olmazlar. Meselâ kendisine bal ile acı bir madde verilen birisi her ikisini tattığında balın tatlı, diğerinin de acı olduğunu anlar. Acı ve tatlının isimlerini bilmediğinden dolayı bunları da bilmiyor denemez. İşte iman ve küfür isimlerini bilmeyen de böyledir. İmanın iyi, küfrün de kötü şeyler olduğunu bilen kimsenin Allah’ı bilmediği söylenemez.(Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 38)
Kalpler de olanı bilen Allah, insanları kalplerindeki şeylerden dolayı, mümin ve kâfir diye isimlendirmiştir. Biz de insanların, söyledikleri tasdik, tekzip, kıyafet ve ibadetleri ile mümin veya kâfir olduğunu söyleyebiliriz. Meselâ, tanımadığımız halde mescitlere gelen, kıbleye dönerek namaz kılan kimseleri gördüğümüzde onların mümin olduğunu söyler, kendilerine de selam veririz. Bununla birlikte onların gerçekte Yahudi veya Hıristiyan olmaları da mümkündür. Aynı şekilde Hz. Peygamber devrinde de dilleriyle iman ettiklerini söyleyen münafıkları, ashap mümin olarak kabul etmiştir. Hâlbuki onlar, Allah tarafından bilinen kalplerindeki inkâr ve yalanlamadan dolayı kâfirdirler. İşte bundan dolayı kâfir olmaları mümkün olduğu halde, insanların açığa vurdukları iman alâmetleri sebebiyle onların mümin oldukları söylenebilir.
Şekil ve kıyafetleriyle müminlere benzemeyen bazı insanlara da, kâfirlere benzeyen özellikleri gösterdikleri için kâfir diyebiliriz. Eğer bilinenin aksine bunların, Allah’a imanları ve namaz kılmak gibi bir ibadetleri varsa onlar Allah katında mümindirler. Fakat bizim onları kâfir olarak bilmemizden dolayı Allah bizi cezalandırmaz. Çünkü Allah bizi, kalplerde bulunanı ve gizli niyetleri bilmekle sorumlu kılmamış, amellerine göre onlara, mümin dememizi, ona göre sevip sevmememizi istemiştir. Zira kalplerde gizli olan şeyleri ancak Allah ve Allah’ın kendisine vahy ettiği peygamberler bilir. Kirâmen Kâtibin melekleri bile, insanların açığa vurdukları amelleri yazmakla görevlidir. Bu sebeple vahiy olmadan, kalplerde olanı bildiğini söylemek, Allah’ın ilmine sahip olduğunu iddia etmektir. Kalplerde ya da onun dışında, Allah’ın bildiğini, kendisinin de bildiğini söyleyen insan, büyük bir günah işlemiş, cehennemi hak etmiş, inkâra kaymış olur.
( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 30.)

Günümüzdeki küfür ilk dönemdeki inkarla aynı olduğu gibi bu günün münafıklığı da ilk dönemin münafıklığıyla birdir. Aynı şekilde bugünün İslâm’ı da ilk dönemin İslâm’ıdır. İlk münafıklık, kalple inkâr ve yalanlama, dille tasdik eder gibi görünme ve ikrar olarak tanımlanmıştır. Benzer özellikleri taşıyanlar için bu günde durum aynıdır. Yüce Allah, münafıkları, “İkiyüzlüler sana gelince: “Senin şüphesiz Allah’ın Peygamberi olduğuna şahadet ederiz” derler. Allah, senin kendisinin peygamberi olduğunu bilir; bunun yanında Allah, ikiyüzlülerin yalancı olduklarını da bilir” ( Münafikun 63/1)şeklinde anlatır. Burada Allah’ın münafıkları yalanlaması, onların dedikleri şeyin yalan olmasından dolayı değil, dilleri ile açıkladıkları gibi, ikrar ve tasdik durumunda olmamalarıdır. Aynı şekilde Yüce Allah onlarla ilgili “İnananlara rastladıkları zaman, “İnandık” derler, elebaşlarıyla baş başa kaldıklarında, “Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz” derler,”( Bakara 2/14)buyurmaktadır. Yani onların, Hz. Peygamber ve ashabına, dilleriyle ikrar ve tasdiki açıklamak suretiyle alay ettiklerini belirtmektedir.
Nimetleri inkar konusuna gelince; nimetlerden herhangi birini inkâr edip onun Allah tarafından verilmediğini söyleyen kimse Allah’ın nimetlerini inkar etmiş olduğu gibi O’nun katında da kâfir olur. Yüce Allah “Onlar Allah’ın nimetlerini hem bilirler, hem de inkâr ederler,”(Nahl 16/83)buyurmaktadır. Yani inkarcılar gecenin gece, gündüzün de gündüz olduğunu, sağlık, zenginlik, rahat ve bolluğun nimet olduğunu bildikleri halde bunları asıl sahibi olan Allah’a değil, taptıkları şeylere nispet ederler. Böylece onlar, nimetlerin hiçbir benzeri olmayan Allah’tan olduğunu inkâr etmişlerdir.

Korku ve ümit konusuna gelince; korku ve beklenti iki durumdan biriyle söz konusu olur. Bir kimseden beklentisi olan ya da korkan kimse, onun Allah’ın izni olmadan kendisine zarar veya fayda vereceğini düşünürse o kişi kâfir olur. Bunun dışında, bir kimse hayrı Allah’tan beklediği ya da Allah’ın kendisini başkalarının eline düşürüp bir şeyi vesile kılarak vereceği beladan endişe duyduğu için korkarsa bu kimse kâfir olmaz. Çünkü baba, çocuğunun kendisine faydalı olmasını, kişi hayvanının kendisini taşımasını, komşusunun kendisine iyilik etmesini, devlet başkanının kendisini korumasını bekler. Bu durumda kâfirlik bahis konusu olmaz. Çünkü gerçekte beklentiler Allah’tandır ki kendisine çocuğu ve komşusundan yararlandırmasını, içtiği ilaçtan şifa vermesini, Allah’tan bekleyen kimse kâfir olmaz.

İnsan bazen Allah’ın kendisini kötü şeylerle imtihan etmesinden korkup kaçar. Meselâ, Allah’ın peygamber olarak seçtiği Hz. Musa Allah ile arasında bir elçi olmadan “Beni öldürmelerinden korkuyorum”(Şuara 26/14)demişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) de mağaraya gizlenmişti. Bu durumlar onlar için kesinlikle inkar olmaz. Aynı şekilde insan vahşi hayvanlardan, yılan ve akrepten, evinin yıkılması, sel afeti ile zararlı yiyecek ve içeceklerden korkar. Bütün bunlardan korkan kişi şüpheli bir durumla kafir olmaz.
Müminin gerçekte Allah’tan başka hiçbir şeyden daha çok korkmaz. Zira mümin Allah’tan gelen kötü bir belaya uğradığı, ağır bir şekilde hastalandığı zaman bunu ne kötü yaptın Allah’ım demeyi içinden bile geçirmez. Tam aksine Allah’ı daha çok zikreder. Bu musibetin yüzde biri, bir kraldan gelmiş olsa onun zulmünü güvendiği insanlara söylemekten çekinmez. Mümin ise gizli, aşikâr, her yerde Allah’ın emrini gözetir. Hükümdarların emirleri gizli, açık, her yerde gözetilmez. Meselâ, bazen bir müminin soğuk bir gecede gusletmesi gerekir, hoşuna gitmese de uykusundan kalkıp sırf Allah’tan korktuğu için yıkanır. Aynı şekilde aşırı sıcakta, susuzluktan yandığı halde orucunu tutar. Hiç kimsenin olmadığı yerlerde bile Allah’ın emrini gözeterek sabreder, feryat etmez. Oysaki herhangi birisi sadece hükümdarın huzurunda bulunduğu sürece ondan korkar, uzaklaşınca korkmaz.

Ebû Hanife’ye göre: Eğer birisi başına gelen bir musibet karşısında bu Allah’tan mı yoksa benim kazancım mı, bu durum Allah’ın beni müptela kıldığı şeylerden değildir derse “Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir”(Nisa 4/79) ve “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür,”(Şura 42/30) ayetlerine göre o kimse kafir sayılmazsa da tevilde hata etmiştir. Zira Allah “Allah insan ile kalbi arasına girer,”(Enfal 8/24) buyurmaktadır ki ayetin manası Allah müminle küfür, kâfirle iman arasına girer, demektir.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 47)
İman esaslarına inanan, fakat İsa ve Musa peygamber mi yoksa değil mi? diyen kimse de kâfir olur. Aynı şekilde kâfir cennete mi, yoksa cehenneme mi gider, bilmem, diyen kimse de: “İnkar edenlere cehennem ateşi vardır,”( Fatır 35/36)ayetinden dolayı kâfir olur. Bir kimse kâfiri kâfir olarak bilmem, derse o kâfir gibidir. Eğer kâfirin son gideceği yer neresi olduğunu bilmem derse O, Allah’ın kitabını inkâr etmiş ve kâfir olmuş olur.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.51)Ben cennetliğim diyen ya da kendisinin cehennem ehli olduğunu söyleyen kimse yalan söylemiştir, o bunu bilmiyor. Cehennem ehli olduğu konusunda o Allah’ın rahmetinden ümit kesmiştir. Zira mümin imanı sebebiyle cennete giren, işledikleri sebebiyle ateşte azap gören kimsedir. (Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 18)

Ebû Hanife’ye göre: “De ki: “Gerçek Rabbinizdendir.” Dileyen inansın, dileyen inkâr etsin,”( Kehf 18/29)ayeti vaid ifade ettiği için istersem iman ederim istersem etmem diyen kişi yalancı olur. Çünkü Yüce Allah: “Hayır; şüphesiz bu Kuran bir öğüttür. Dileyen kimse öğüt alır. Allah dilemeksizin öğüt alamazlar”( Müddesir 74/54,55,56)ve “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz,”(İnsan 76/30) buyurmaktadır. Ne var ki bunu diyen kimse ayeti reddetmediği için kafir olmasa da ayetin tevilinde hata etmiş olur.Bununla birlikte insan tevhid ilminin inceliklerinde bir güçlükle karşılaşırsa, bunu öğreneceği bir âlim buluncaya kadar Allah katında doğru olana inanması gerekir. Böyle bir alimi arayıp bulmakta gecikmesi caiz değildir. Bu konuda tereddüt edilerek beklemek doğru değildir, bu sebeple tereddüt ederek beklerse, kâfir olur.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s.77)Aynı şekilde Allah’ın yarattığı bir şeyi inkar edip bunun yaratıcısını bilmem diyen kimse sanki o şeyin Allah’tan başka yaratıcısı vardır, demiş olacağından“Allah her şeyin yaratıcısıdır...( Enam 6/102)ayetine göre o kişi kafir olur. Aynı şekilde Allah’ın bana namaz, oruç ve zekâtı farz kıldığını bilmiyorum diyen kimse de “Namazı kılın, zekâtı verin”(Bakara 2/43,83, 110) ve “Oruç size sayılı günlerde farz kılındı,”(Bakara 2/183) ayetleri gereği o kimse kâfir olur. Eğer bu ayetlerin Allah tarafından indirildiğine inanıp tevil ve tefsirini bilmiyorum derse o kimse kâfir olmaz.

Ebû Hanife şöyle söyler: Benim kâfir olduğuma şahadet eden kimse bana göre yalancıdır. Ne var ki onun benim hakkımda yalan söylemesi, benim de onun hakkında yalan söylememi helâl kılmaz. Zîra Allah “Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin; adil olun; bu, Al-lah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır.,”( Maide 5/8)buyurmaktadır. Onun kendisiyle ilgili söylemiş olduğu yalanın, doğrulanmasının benim için gerekli olmadığını söylerim. Çünkü o, kendisinin eşek olduğunu söylese, benim doğrudur, demem gerekmez. ( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 35)Ancak Allah ile bir ilgisi olmadığını söyler veya ben Allah ve Resulüne inanmıyorum dediği halde kendisinin hala mümin olduğunu söylerse ben ona kâfir derim. Aynı şekilde Allah’ın birliğine ve Allah katından gelen her şeye iman eden kimse, kendisi için kâfir bile dese, ben ona mümin derim.( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 36)


Netice itibariyle Ebû Hanife’ye göre küfür, inkar ve yalanlama olarak tanımlanır. İnsanlar başlangıçta iman ve küfür vasfı olmadan yaratıldığından Allah hiç kimseyi iman ve küfre zorlamamıştır. İman ve inkar insanların kendi fiilleriyle gerçekleşir ancak bunlarda Allah’ın yardım etmesi veya yardımını kesmesi söz konusu olabilir. İman ve küfür kavramlarını bilmeyen birisinin, imanın iyi küfründe kötü bir şey olduğunu anlaması yeterlidir. İnsanların kalplerinde olanı Allah’tan başkası bilemeyeceğinden dolayı iman ve inkar konusunda insanların söylediklerine, kıyafet ve ibadetlerine göre hüküm verilebilir. Buna göre mescide gelip namaz kılanın mümin olduğu söylenebileceği gibi şekil ve kıyafet bakımından inkarcılara benzeyen kimselere de kafir denebilir. Hüküm zahire göre verildiğinden bu kişilerin gerçekte Allah katında farklı bir durumda olmaları herhangi bir sorumluluk gerektirmez.
İman, küfür ve nifak terimlerinin anlamları zamanla değişmez. İlk dönemlerde iman, küfür ve nifak nasıl tanımlandıysa günümüzde de aynıdır. Nimetlerin Allah tarafından verilmediğini söylemek, Allah’ın izni olmadan herhangi birisinin kendisine fayda veya zarar vereceğine inanmak kişiyi inkâra götürür. Kuran’da zikredilen peygamberlerden ya da kafirin cehenneme gideceği gibi hakkında açık ayet bulunan konulardan şüphe eden kişi kafir olur. Herhangi bir şeyin yaratıcısının Allah olduğunu ya da namaz ve oruç gibi ibadetlerin farz olduğunu inkar eden de kafir olur. Allah ve Resülü’ne inanmadığını söylediği halde ben müminim diyen kimseye kafir, aynı şekilde iman esaslarına inandığı halde kendisinin kafir olduğunu söyleyen kişiye de mümin denebilir. Tevhit konusunda bilmediklerini öğrenmek gerekir, bu konuda tereddüt ederek beklemek de inkara sebep olur.

Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

24 Aralık 2013 Salı

235.ALLAH cc İMAN ile AMELİ AYIRMIŞTIR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ebû Hanife’ye göre iman ve amel birbirinden ayrı şeylerdir. Müminin çoğu zaman bazı amellerden sorumlu tutulmaması buna delil gösterilir ki bu durumda müminden iman gitti denemez. Mesela adet gören bir kadın, namaz kılmakla sorumlu olmadığı halde ondan imanın muaf olduğu veya ona imanı terk etmesi gerektiği söylenemez. Allah’ın, oruç tutmayı bırakıp daha sonra kaza etmesini emrettiği kişiye imanı bırak, sonra onu kaza et denilmesi ise caiz değildir. Aynı şekilde fakirin zekât vermesi gerekmez demek caizken fakirin iman etmesi gerekmez demek ise caiz değildir.(
Ebû Hanîfe, el-Vasiyye, s. 87.)

Din; aslı itibariyle değişim ve dönüşüme uğramazken dinî hükümler ise zamanla değişebilir. Allah bazı insanlar için helâl kıldığı şeyleri bazılarına haram edebilir, bazılarına yapılmasını emrettiği şeyleri başkaları için yasaklayabilir. Şeriatlar, farz kılınan şeyler olduğu için çok ve çeşitlidir. Eğer din Allah’ın bütün emrettiklerini yapıp yasaklarından kaçınmak olursa bu durumda Allah’ın emirlerinden birini terk eden veya yasakladığı şeylerden birini yapan kimse, Allah’ın dininden çıkıp kâfir olmuş olur. Böylece kâfir olan kişi ile Müslümanlarla arasında gerçekleşen nikâhlanma, miras, cenazesinin ardından gitme, kestiklerini yeme gibi işler ortadan kalkmış olur. Oysaki Allah, müminlere iman ve dini kabulden sonra farz ve haram olan şeyleri emretmiştir: İnanan kullarıma söyle, namazı kılsınlar”;(
 İbraim 14/31) Ey inananlar, size kısas farz kılındı”;(Bakara 2/178) “Ey inananlar, Allah’ı çok anın...,”(Ahzab 33/41) ayetleri bu konuyu açıklamaktadır.

 Eğer farz kılınan şeyler iman olsaydı, bu amelleri işleyinceye kadar Allah kullarını mümin olarak görmezdi.

Allah cc, iman ile ameli ayırmıştır, “İnanıp yararlı iş işleyenler..”;(
Asr 103/3) “Hayır, kim iyilik yaparak imanıyla bütün varlığını Allah’a teslim ederse..”;(Bakara 2/112) “Kim de mümin olarak ahireti diler ve onun için ...”(İsra 17/19) ayetlerine göre iman amel değildir. O halde müminler imanlarından dolayı namaz kılar, oruç tutar, zekât verir, hacceder ve Allah’ı zikrederler. Müminler farzları yaptıklarından dolayı iman etmiş değillerdir. Şu halde farz ve ameller iman ettikten sonra ortaya çıkar. Bu durum, üzerinde borç olan bir kimsenin hâline benzer ki borçlu önce borcunu kabul edip sonra öder. Önce borcunu ödeyip, sonra bunu kabul etmez. Borcunu kabullenmesi ödemesinden dolayı değil aksine ödemesi borcunu kabul etmesinden dolayıdır. Aynı şekilde köleler, efendilerinin kölesi olduklarını bildiklerinden dolayı hizmet ederler, yoksa hizmet ettiklerinden dolayı onların kölesi olduklarını kabul etmezler. Başkalarının işinde çalışan pek çok insan vardır ki onların kölesi olduklarını kabul etmezler. Bunların çalışmaları da köle olduklarını kabul anlamına gelmez. Köleliği kabul ettiği halde çalışmayan birisinin çalışmaması, köleliğini kaldırmaz.( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 18)

Ebû Hanife’ye göre şirk diyarında yaşayıp icmali olarak İslâm’ı kabul eden, fakat farzları ve amelleri bilmeyen, Yüce Allah’ı cc ve imanı kabul ettiği halde İslâm’ın ve imanın gereklerinden herhangi bir şeyi bilmeyip amel etmeden ölen kimse de mümindir. Herhangi bir amele riya karıştığı zaman, o amelin sevabını yok eder. Aynı şekilde kendi amelini üstün görmek (ucüb) de böyledir. Mürcie gibi, iyilikler kabul edilmiş, kötülükler de bağışlanmıştır, denemez. Bununla birlikte kim şartlarına uygun, ayıp ve kusurlardan uzak amel işler ve onu inkâr ve dinden dönme gibi şeylerle boşa çıkarmayıp dünyadan mümin olarak ayrılırsa Allah onun amelini kabul edip zayi etmez ondan dolayı da sevap verir.(
Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 74)

Yapılan iyilikleri üç şey boşa çıkarır:
Birincisi, Allah’a ortak koşmaktır. Bu konuda Allah, “Kim imanı inkâr ederse, amelleri boşa gider,”(
Maide 5/5) buyurmuştur. İkincisi, bir kimseyi azad etmek, sıla-i rahimde bulunmak, Allah rızası için sadaka verdikten sonra kızdığından dolayı ya da iyilik yaptığı kimseyi minnet altında bırakmak için bunu başa kakma durumudur. Böyle durumlarda o kimsenin sevabı yüzüne çarpılır. Zîra Yüce Allah “Sadakalarınızı, başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın,”(Bakara 2/264) buyurmaktadır. Üçüncüsü, başkalarına gösteriş yapmak için, iş yapmaktır. Gösteriş için yapılan salih ameli Allah kabul etmez. Bu üç günahın dışındakiler, iyilikleri yıkıp boşa çıkarmazlar. 

Yüce Allah Hz. Muhammed’i (s.a.v.) göndermeden önce, insanlar Allah’a şirk koşuyorlardı. Hz. Muhammed sas, insanları İslam’a davet etti. İslâm’ı kabul eden mümin, şirkten uzak, malı ve canı haram olması gibi Müslümanların haklarına sahip oldu. Hz. Peygamber’in sas bu davetine uymayıp İslâm’ı terk eden kişi imandan çıkarak kâfir oldu, onun canı ve malı helal sayıldı. Allah’ın kitap ehli olanlar için verdiği, cizye alınıp dinlerinde serbest bırakılmaları hükmü dışında kalanlardan ise Müslüman olma veya öldürülmeleri dışında bir şey kabul edilmez. Bundan sonra da iman ve tasdik edenler için farzlar emredilmiştir. Böylece bu farzları imanla birlikte işlemek de amel oldu. Yüce Allah pek çok ayette “İnanıp, salih amel işleyenler(
Bakara 2/25,82,277) ve “Kim Allah’a iman eder ve iyi işler yaparsa(Talak 65/11)buyurmuştur. Şu halde amel olmadan da tasdik olabileceğinden ameli yapmayan kişi tasdiki terk etmiş olmaz. Böyle olsaydı tasdiki olmayanlar, imandan uzaklaşıp eski halleri olan şirke dönmüş olurlardı.

Aynı şekilde, tasdik bakımından birbirinden az veya çok farklı olmayan insanlar amel konusunda birbirinden farklı olabilir. Bu durum da tasdik ve amelin farklı şeyler olduğunu göstermektedir. İnsanlara emredilen farzlar farklıdır. Ancak sema ehli ile peygamberlerin dini aynıdır. Bunun için Yüce Allah “Allah Nuh’a buyurduğu şeyleri size de din olarak buyurmuştur. Sana vahy ettik; İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da buyurduk ki: "Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin.” buyurmuştur.(
Ebû Hanîfe, er-Risâle, s.81)

Ebû Hanife’ye göre Allah’ı ve peygamberlerini tasdikle meydana gelen hidayet farz olan amellerdeki hidayetle aynı değildir. Yüce Allah’ın kitabında da belirttiği gibi kişi tasdiki dolayısıyla mümin olurken farzların bir kısmını bilmediği için de cahil diye isimlendirilmektedir. Hâlbuki cahil olan kişi bilmediğini öğrenebilir. Dolayısıyla Allah ve Resulünü tasdiki bırakan ile cahil kişi bir olmaz.
 “Musa: “O işi kasten yaptımsa sapıklardan biri sayılırım.”Şuara 26/20)Yani cahillikle işledim demektir ki bu durum Allah’ın kitabında mümin için zâlim, günahkâr, asi, ve hatalı denildiğini göstermektedir. Nitekim Hz. Yakub’un oğulları, babalarına “sen, hala eski şaşkınlığındasın”(Yusuf 12/95)derken “sen hala eski küfründesin,” anlamını kastetmemişleridir. Eğer onların mümin olduklarını, haklarında Müslümanların hükümlerinin icra edileceği iddia edilirse, doğru söylenmiş olur. Onların kâfir olduklarını söyleyen bidatçi olup Hz. Peygamber ve Kuran’a muhalefet etmiştir. Bundan başka ehli bidatten, doğruyu kabul etmeyenlerin dediği gibi onun ne kâfir ne de mümin olduğunu söylenirse, bu düşünce de bir bidat olup Hz. Peygamber ve ashabına karşı bir muhalefet oluşturur. (Ebû Hanîfe, er-Risâle, s. 82)

Netice itibariyle
kıble ehli olanlar mümindir, yapmadıkları herhangi bir farzdan dolayı imandan çıkmaz. İmanla birlikte Allah’a itaat edip farzları yerine getiren kimse cennetlik, imanı ve ameli terk eden kimse ise kâfir ve cehennemlik olur. İmanı olduğu halde, farzlardan bazısını terk eden kimse de günahkâr mümindir. Bu kişinin azap görmesi de bağışlanması da Allah’ın dilemesini bağlıdır. Eğer Allah ceza verirse günahından dolayı azap eder, günahını, bağışlarsa onu affeder. Ebû Hanife burada nakli ve akli deliller kullanarak iman ile amelin farklı şeyler olduğunu ispat etmektedir. İman dinin bütün emirlerini yerine getirmek olarak tanımlanırsa o zaman her hangi bir ameli terk eden kafir olur. Farzlar ve ameller imandan sonra geldiğinden amellerini işlemeyen kişi tasdiki terk etmiş olmaz. Zira Kuran’da müminle ilgili zalim, günahkâr ve asi sıfatları kullanılırken onlardan iman vasfı kaldırılmamıştır.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

23 Aralık 2013 Pazartesi

234.İMANDA İSTİSNA

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Ebû Hanife’ye göre inanan bir kimsenin ben gerçekten müminim demesi gerekir. Çünkü mümin imanından şüphe etmez. Bu durumda onun imanı meleklerin imanı gibi olur. Amelde kusur etmiş olsa da gerçekten mümindir.(1)Eğer bir kimse, ben inşallah müminim derse, ona “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamberi överler: Ey inananlar! Siz de onu övün, ona salat ve selam getirin.”( Ahzab 33/56.)âyeti gereğince, eğer müminsen ona salâvat getir, değilsen getirme, denir. Yine Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha iyidir.”(Cuma 62/9)

Sahabeden Hz. Muaz (r.a) da, kişinin Allah hakkında şüphesi, onun bütün iyiliklerini boşa çıkarır, demiştir.( 
 Ebû Hanife, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 62)Kendisine sen Müslüman mısın? diye sorulan kişi, bilmiyorum, derse, ona bilmiyorum sözünün doğru mu, yanlış mı olduğu sorulur. Eğer doğru derse şöyle denir: Dünyada doğru olan ahirette doğru değil midir? Eğer buna evet derse ona kabir azabına, suale, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanıyor musun?” diye sorulur. Buna da evet derse ona sen mümin misin?” diye sorulur. Eğer hala bilmiyorum derse, o zaman da ona bilemeyesin, anlayamayasın, kurtuluşa eremeyesin, denilir.( Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.63) Eğer kendisine, sen mümin misin, diye sorulan kimse, Allah daha iyi bilir derse , o kimsenin imanında şüphe vardır. Bununla birlikte imanında böyle şüphe olan kimseye münafık denemez.(2)

Şüphenin zıddı olan yakin ifadesi ise bir şeyi kesin olarak, şek ve şüphe etmeden bilmek demektir. Bundan dolayı kelime-i şahadeti söyleyen bir Müslüman herhangi bir günah işlemiş de olsa Allah, kitaplar ve peygamberler hakkında şüpheye düşmez. Bir musibet anında bazen sürçme ve feryat olabilir ya da düşmandan korkabiliriz. Bu durumda iken Allah ve Allah katından gelen şeyler hakkında bizde herhangi bir şek ve şüphe olmaz. Bize göre, kendi halimiz ne ise, başkalarının durumu da öyledir.(
Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 20.)
Netice itibariyle İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye göre imanda istisna olmaz. Bir kimse ben gerçekten müminim demeli, iman konusunda inşallah müminim, Allah daha iyi bilir gibi şüphe ima eden ifadelerden kaçınmalıdır.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber
(1) Ebû Hanife buna Hz. Haris’in hadisesini delil gösterir. Hz. Peygamber nasıl sabahladın deyince Haris gerçek bir mümin olarak sabahladığını söyler. Resülullah imanının hakikati nedir deyince Haris, gündüz susuz gece uykusuz kalarak dünyadan vazgeçtiğini sanki Allah’ın arşını, cennetlik ve cehennemlikleri gördüğünü söyler. Hz. Peygamber de sas ona doğru yaptığını Allah’ın kalbini nurlandırdığını ifade eder. Bkz. Buhari, “Zekat”, 1; Müslim, “İman”, 15. bkz. Ebû Hanife, el-Fıkhü’l-Ebsat, s. 52.

(2)Ebû Hanife burada Hz. Muaz ile Haris’in hadisesini nakleder: Özetle Muaz vefat edince onun tavsiyesi üzerine Haris Kufe’de İbn Mesud’un yanına gelir. Namaza başlamadan önce kendisine sen mümin misin diye sorulunca Haris evet diye cevap verir. İbn Mesud ise bu durumun kendisinin cennetlik olduğunu söylemek olduğunu belirtir. Haris ona Hz. Peygamber döneminde insanların mümin, kafir ve münafık olmak üzere üç grup olduğunu İbn Mesud’un bunlardan hangisinde olduğunu sorar. O da gizli ve açık her durumda mümin olduğunu söyleyince Haris o halde niçin şüphesiz müminim dediğinden dolayı kendisini kınandığını sorar. İbn Mesud’da bu benim sürçmemdir der, bkz. Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ebsat, s.51-52.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

22 Aralık 2013 Pazar

233.İMANIN ARTMASI VE EKSİLMESİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Eğer Hanefi mezhebindenseniz imanla ilgili vereceğim yazıları mutlaka okumanızı tavsiye ederim. Daha önce 2 yazıda imamız Ebu Hanife'yi kısaca tanıtıp itikadımızın nasıl olması gerektiği ile başlangıç yapmıştık ben de okumaya devam ettikçe size bu bilgileri aktarmaya çalışacağım inşallah.

Ebû Hanife’ye göre iman artmaz ve eksilmez. Zira imanın artması küfrün azalmasını; eksilmesi de küfrün artması anlamına gelir. Bir şahsın aynı anda hem mümin ve hem de kâfir olması mümkün olmaz. Mümin gerçekten iman eden, kâfir de gerçekten inkâr eden kimsedir. Yüce Allah “İşte gerçekten inanmış olanlar bunlardır”(Enfâl 8/4.) ve “İşte onlar gerçekten kafir olanlardır,”(Nisâ 4/151)buyurduğu için imanda şüphe olmaz. Asi de olsa Hz. Muhammed’in sas ümmeti olan kimseler gerçekten mümin olup, kâfir değiller-dir.(Ebû Hanîfe, el-Vasiyye, s. 87.)

Gökte ve yerde olanların imanı, iman edilmesi gereken şeyler bakımından artmaz ve eksilmez,(Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s. 74.)ancak yakin ve tasdik yönünden artar ve eksilir. İnananlar, iman ve tevhit konusunda birbirlerine eşittirler. Ancak amel bakımından birbirlerinden farklıdırlar.(Ebû Hanîfe, el-Fıkhü’l-Ekber, s.75.) Daha geniş bir ifadeyle bütün müminler; marifet, yakin, tevekkül, muhabbet, rıza, korku, ümit ve iman konularında birbirlerine eşittirler. Ancak imanın dışındaki hususlarda birbirlerinden farklı olabilirler.Mesela bizim imanımızla meleklerin imanları aynıdır. Çünkü biz, Allah’ın birliğini, Rab olduğunu, kudretini ve ilâhî katından gelen her şeyi, meleklerin ikrar ettikleri,( Ebû Hanîfe, el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 19.)peygamberlerin de tasdik ettikleri gibi tasdik ettik. Bundan dolayıdır ki, bizim imanımız, meleklerin imanı gibidir. Çünkü biz, meleklerin görüp inandıkları, Allah’ın akıllara hayret veren ayetlerinin hepsine görmediğimiz halde tamamen iman etmiş bulunuyoruz.

Ebû Hanife’ye göre iman, inanılması gereken hususlar açısından artmaz ve eksilmez ama yakin ve tasdik yönünden artıp ve eksilebilir. İnanan herkes iman ve tevhit bakımından eşit olsa da amel bakımından farklı olabilir.


Ebû Hanîfe, el-Fıkhü'l-Ekber

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Aralık 2013 Perşembe

231.DİNİMİZE HİZMET EDELİM

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Allahü teâlânın bize nasıl muamele etmesini istiyorsak, biz de Onun kullarına öyle davranmalıyız. Eğer Onun kullarına zulmedersek, O da bize ceza verir. Eğer Onun kullarını affedersek, O da bizi affeder. Onun kullarına ihsan ve iyilikte bulunursak, O da bize mutlaka ihsanda ve iyilikte bulunur.

İnsanların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak, Cenab-ı Hakk’ın en çok sevdiği iyiliktir. Bugün insanların en çok dine ihtiyacı var. Günümüzde yapılacak en önemli hizmet, İslamiyet’e hizmettir. Bu da,  Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından çevremizdekilere vermek,dinimizi bildiğimiz kadarıyla anlatmakla olmalıdır.

İnsanların dünyalık ihtiyaçlarına yardım etmek çok kıymetli bir iyiliktir. Ama bunu bir kâfir de yapabilir. Yapılan bu iyilik,  bir an için kişiyi rahatlatır. Sonsuz olan ahireti ne yapacak? Sadece bu iyiliği yaparsak, aynı iyiliği yapan kâfirden iş olarak ne farkımız kalır?  Bugün her insanın en büyük ihtiyacı, ateşten kurtulmasıdır. 


İnsanın, bir kendisi için yaptığı ibadetler var, bir de sebep oldukları var. İnsan, kendisi için yaptığı kusurlu ibadetin, Allah katında makbul olup olmadığını bilemez. Ama bir kişinin kurtulmasına, bir kişinin hidayetine sebep olmak, bir kişinin gıyabında duasını almak, riyasız, gösterişsiz, kibirsiz olacağı için, çok makbuldür.


M.A.Demirbaş

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

230.TEVEKKÜL

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Tevekkül, meşrû sebeblere yapışarak, bütün işleri Allahü teâlâya ısmarlamak, Ona güvenmek, teslim olmak anlamındadır. Kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi demektir. Muhammed Bâkî-billah hazretleri buyuruyor ki:

"Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, edebsizlik olur. Allahü teâlâ ihtiyâçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Bizim vazifemiz, kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir."

Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri, sebeplere yapıştıktan sonra her şeyi Allahü teâlâdan bekler ve;

"Tevekkül, kalbin Allah'a güvenmesidir" buyururdu.

İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Mesrûk bin el-Ecdâ hazretlerinden alarak şöyle bir hâdise nakletmektedir:

"Çölde yaşayan bir bedevînin bir merkebi, bir köpeği, bir de horozu vardı. Horoz kendilerini sabah namazı için uyandırır, köpek bekçilik yapar, merkeb de yüklerini taşırdı. Bu bedevi, tevekkül sahibi, her şeyi hayra yoran bir kimseydi. Bir gün tilki, horozu alıp götürür. Âile fertleri üzülse de; 'Belki hakkımızda hayırlısı budur' der. Bir müddet sonra kurt merkebi parçalar ve yine 'Belki hayırlısı budur' der. Bir müddet sonra köpek de ölür ve adam yine; 'Belki hakkımızda hayırlısı budur' der. Bir sabah kalktıklarında görürler ki, etraflarındaki komşular, eşkıyâlar tarafından esir alınıp götürülmüşler. Gece komşuların hayvanları gürültü yaparak yerlerini belli edince, eşkıyalar da onların yerlerini kolayca tesbit ederler. Bunların hayvanı olmadığı için, eşkıyalar karanlıkta bunları fark edemezler ve böylece de kurtulurlar. Adamın dediği gibi, bunların hakkında hayırlısı, hayvanların ölmesi imiş. Allahü teâlânın gizli lütuflarını ve ihsânlarını bilen ve O'na tevekkül eden; O'nun işinden râzı olur, şikâyetçi olmaz."

Hamdûn-ı Kasâr hazretlerine;

-Tevekkül nedir? diye sorulunca;

-On bin dinar paran olsa, bir dinar da borcun olsa, bu borcun üzerinde kalmasından ölmeden önce emin olmamandır. Aynı şekilde on bin dinar borcun olsa, bunu ödeyecek hiçbir şey de bırakmasan, Allahü teâlânın o borcunu ödeyecek bir vesile vermesinden ümid kesmemendir, buyurmuştur.

Ahmed bin Hanbel hazretlerinin yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Akşam talebesine;

-Bu işçiye ücretinden fazla ver, diye tenbih eder. Talebe, o işçiye, ücretinden fazla para verir fakat işçi almaz ve gider. Ahmed bin Hanbel hazretleri talebesine;

-Arkasından yetiş ve ver, şimdi alır buyurur. Gerçekten de o işçi verilen fazla parayı alır. Talebesi, bunun sebebine Ahmed bin Hanbel hazretlerine suâl edince;

-Ücretini almadan önce, böyle bir fazlalık hatırından geçiyordu. Şimdi ise bu düşüncesi kalmadı. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı cevabını vermiş ve;

"Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi O'ndan bilip katlanabilmektir" buyurmuştur.

Bişr-i Hafî hazretleri buyuruyor ki:

"Allahü teâlâya tevekkül ettim diyen kimsenin; cenâb-ı Hakk'ın, kendisi hakkındaki muâmelesine, yâni takdîr ettiği şeylere, başına gelen sıkıntı ve musîbetlere de râzı olması lâzımdır. Aksi takdirde, yalan söylemiş olur."

Netice olarak tevekkül; sebeplere yapıştıktan sonra, Allahü teâlâdan başkasına güvenmemek ve O'ndan başkasından korkmamaktır. Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretlerinin buyurduğu gibi:

"Gerçek tevekkül sâhibi, her şeyi Allahü teâlâdan bekler, başkasına eziyet ve sıkıntı vermez. Başına gelen belâ ve musîbetlerden dolayı kimseden şikâyetçi olmaz. Mahrum kaldığı şeyler sebebiyle de kimseyi kötülemez. Çünkü o, hayrın da, şerrin de, Allahü teâlâdan olduğuna îmân etmiştir." 


O.Ünlü
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.


EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

18 Aralık 2013 Çarşamba

229.AHİR ZAMAN- Video


“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Bismillahirrahmanirrahim




"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR