23 Ağustos 2016 Salı
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Kaynağımız Kur’an ve sünnet ise fıkıh ilmiyle helal-haram nasıl belirlenebiliyor?
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Allah Teâlâ, insanlara dinini öğretsin diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gönderdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisine inen Kur’an’ı ayet ayet, sure sure iman eden ilk nesle öğretti. Kur’an’ın yanında kendisi de açıklamalarda bulundu. İlk nesil onun elinden yetişti. Sadakatleri ve gayretleri sayesinde ilk nesil mükemmel bir kadro olarak çıktı ortaya. Dini tatbik etmede ve gayrette Allah’ın rızasına erdiler. Allah Teâlâ Kur’an ayeti indirip, onlardan razı olduğunu bildirdi. Onlar da Allah’tan razı idiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sağlığında din adına gereken cevapları bizzat kendisi veriyordu. Onun vefatından sonra ise ashabı, din adına ortaya çıkan soruların cevabını verdiler. Bir anlamda şöyle oldu: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin getirdiği dinin ne olduğu, ashabın ağzından öğrenildi. Çünkü onlar din konusunda güvenli idiler. ‘Bu ayettir, bu hadistir!’ diyerek yönlendirdiler. Yerine göre kendileri de yorum yaptılar. Yaptıkları yorumun kendilerine ait olduğunu da vurguladılar.
Ashaptan sonraki nesil gayet tabii olarak, ashabın taklidini yaptı. Onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gördükleri ve ondan din öğrendikleri için, yaptıkları ve söylediklerinin vahye yakınlığı tartışılmayabilirdi. Onlardan sonra gelenlerden kimsenin yaptığının o derece vahye yakınlığı iddia edilemezdi. İkinci nesil, ashaptan din öğrendi. Muhteşem bir gayret sergilediler; insanüstü denebilecek bir himmet ve çalışmayla dini öğrendiler, öğrettiler. Talebe oldular, talebe yetiştirdiler. Ciddi ilim halkaları tesis edildi. Sahabilerin ardından yaygınlaşan ilim halkaları bir zaman sonra belirli isimlere mal olmaya başladı. Medine’de Malik bin Enes’in ismi sivrildi. Kufe’de Ebu Hanife öne çıktı. Basra’da bir başka isim duyuldu. Yoğun ve yaygın bir ilim çalışması yapılırken, konuları işleme ve öğretmeden kaynaklanan farklılıklar da yavaş yavaş belirdi. Malik bin Enes’in, Ebu Hanife’ye göre üslup farkı; Ebu Hanife’nin de ona göre farkı dikkat çekti. Kur’an’ı anlamak ve yaşamak ana hedefinde hepsi müttefik oldukları halde ‘nasıllığı’ konusunda farklı üsluplar yerleşti. Kesin olan bir hakikat vardır ki o da şudur: Bu ilk kadrolar arasında, memuriyetini dikkate alarak, tayininden çekindiği için en rahat fetvayı arayan, evirip kıvırarak konuşan kimse yoktur. Allah’ın dinini yayma ve yaşatmadan başka bir hedefleri olmamıştır.
Aralarında, geçinmek zorunda olduğu bir iş olarak ilmi çalışmalar yaptığı söylenebilecek kimse yoktur. Onlar ilmi din olarak gördüler, cihad olarak uyguladılar. Ümmet onlara itimat etti, onlar da o itimadın altında kalmadılar. Sözlerinin bedeli olarak zindana açılan bir yol önlerine çıkınca tereddüt etmediler. Ölümle yüzleşince ondan çekinmediler. Onların bu çalışmaları genişletmeleri zorunluydu. Çünkü İslam toprağı gitgide büyüyor, Müslüman sayısı her gün artıyordu. Buna göre de fitneler dal budak salıyordu. Bu ilmi çalışmalarda yüzlerce âlimin adı anıldı. Pek çoğunun ders halkaları binlerce ‘din bilen’ insan yetiştirdi. Dinin tahrip görmesini engellediler. Fakat o dönemde bu çalışmaları yapanların adlarının ebedileşmesi herkes için mukadder olmadı. Pek azının adı bir ekolün başı olarak anıldı. Bunlardan dördü de bir mezhep olarak yerleşti. Müslümanların bu dört mezhepten birine bağlı olması, İslam’ın şartlarından bir şart kesinlikle değildir. Böyle bir iddia batıldır. Bu mezhepleri aşıp elde edilebilecek bir fıkıh da yoktur.
Kâğıt üzerinden yürütülen bir tartışmada mezhepleri aşmak mümkündür. Mezhepleri aşmak veya yok saymak, sahiplerinin isimlerini yok saymaksa bu onların hadis ve Kur’an konusundaki aktarmalarını da yok saymak gibi bir sonuca götürür bizi. Hiç bir Müslüman, Ebu Hanife’yi veya Ahmed bin Hanbel’i takvasında, güvenilirliğinde itham etmemiştir. Söylenebilecek olan söz, onların da beşer olmaları hasebiyle yanılma ihtimalleridir. Bu da doğrudur. Yanılabilirler; yanıldıkları da olmuştur. Yanıldıklarını anlayıp görüş değiştirmişlerdir. Bizim için yine bir sorun yoktur. Biz onlara bağlı değiliz; bağlı olduğumuz Kur’an ve sünnettir. Onlar bize Kur’an ve sünneti verdikçe alırız, kayma gösterdikleri yerde de onları bırakır kitabımıza sahip çıkarız. Kur’an ve sünnet elhamdülillah elimizdedir.
Nurettin Yıldız-Fetva Meclisi
Fıkıh ilminin Gerekliliği
İlgi çekici bir örnek zikredelim: Bir ilahiyat profesörü “Kur'an'da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” demişti. Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur…
alıntı- Mumsema
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Allah Teâlâ, insanlara dinini öğretsin diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gönderdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisine inen Kur’an’ı ayet ayet, sure sure iman eden ilk nesle öğretti. Kur’an’ın yanında kendisi de açıklamalarda bulundu. İlk nesil onun elinden yetişti. Sadakatleri ve gayretleri sayesinde ilk nesil mükemmel bir kadro olarak çıktı ortaya. Dini tatbik etmede ve gayrette Allah’ın rızasına erdiler. Allah Teâlâ Kur’an ayeti indirip, onlardan razı olduğunu bildirdi. Onlar da Allah’tan razı idiler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sağlığında din adına gereken cevapları bizzat kendisi veriyordu. Onun vefatından sonra ise ashabı, din adına ortaya çıkan soruların cevabını verdiler. Bir anlamda şöyle oldu: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin getirdiği dinin ne olduğu, ashabın ağzından öğrenildi. Çünkü onlar din konusunda güvenli idiler. ‘Bu ayettir, bu hadistir!’ diyerek yönlendirdiler. Yerine göre kendileri de yorum yaptılar. Yaptıkları yorumun kendilerine ait olduğunu da vurguladılar.
Ashaptan sonraki nesil gayet tabii olarak, ashabın taklidini yaptı. Onlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemi gördükleri ve ondan din öğrendikleri için, yaptıkları ve söylediklerinin vahye yakınlığı tartışılmayabilirdi. Onlardan sonra gelenlerden kimsenin yaptığının o derece vahye yakınlığı iddia edilemezdi. İkinci nesil, ashaptan din öğrendi. Muhteşem bir gayret sergilediler; insanüstü denebilecek bir himmet ve çalışmayla dini öğrendiler, öğrettiler. Talebe oldular, talebe yetiştirdiler. Ciddi ilim halkaları tesis edildi. Sahabilerin ardından yaygınlaşan ilim halkaları bir zaman sonra belirli isimlere mal olmaya başladı. Medine’de Malik bin Enes’in ismi sivrildi. Kufe’de Ebu Hanife öne çıktı. Basra’da bir başka isim duyuldu. Yoğun ve yaygın bir ilim çalışması yapılırken, konuları işleme ve öğretmeden kaynaklanan farklılıklar da yavaş yavaş belirdi. Malik bin Enes’in, Ebu Hanife’ye göre üslup farkı; Ebu Hanife’nin de ona göre farkı dikkat çekti. Kur’an’ı anlamak ve yaşamak ana hedefinde hepsi müttefik oldukları halde ‘nasıllığı’ konusunda farklı üsluplar yerleşti. Kesin olan bir hakikat vardır ki o da şudur: Bu ilk kadrolar arasında, memuriyetini dikkate alarak, tayininden çekindiği için en rahat fetvayı arayan, evirip kıvırarak konuşan kimse yoktur. Allah’ın dinini yayma ve yaşatmadan başka bir hedefleri olmamıştır.
Aralarında, geçinmek zorunda olduğu bir iş olarak ilmi çalışmalar yaptığı söylenebilecek kimse yoktur. Onlar ilmi din olarak gördüler, cihad olarak uyguladılar. Ümmet onlara itimat etti, onlar da o itimadın altında kalmadılar. Sözlerinin bedeli olarak zindana açılan bir yol önlerine çıkınca tereddüt etmediler. Ölümle yüzleşince ondan çekinmediler. Onların bu çalışmaları genişletmeleri zorunluydu. Çünkü İslam toprağı gitgide büyüyor, Müslüman sayısı her gün artıyordu. Buna göre de fitneler dal budak salıyordu. Bu ilmi çalışmalarda yüzlerce âlimin adı anıldı. Pek çoğunun ders halkaları binlerce ‘din bilen’ insan yetiştirdi. Dinin tahrip görmesini engellediler. Fakat o dönemde bu çalışmaları yapanların adlarının ebedileşmesi herkes için mukadder olmadı. Pek azının adı bir ekolün başı olarak anıldı. Bunlardan dördü de bir mezhep olarak yerleşti. Müslümanların bu dört mezhepten birine bağlı olması, İslam’ın şartlarından bir şart kesinlikle değildir. Böyle bir iddia batıldır. Bu mezhepleri aşıp elde edilebilecek bir fıkıh da yoktur.
Kâğıt üzerinden yürütülen bir tartışmada mezhepleri aşmak mümkündür. Mezhepleri aşmak veya yok saymak, sahiplerinin isimlerini yok saymaksa bu onların hadis ve Kur’an konusundaki aktarmalarını da yok saymak gibi bir sonuca götürür bizi. Hiç bir Müslüman, Ebu Hanife’yi veya Ahmed bin Hanbel’i takvasında, güvenilirliğinde itham etmemiştir. Söylenebilecek olan söz, onların da beşer olmaları hasebiyle yanılma ihtimalleridir. Bu da doğrudur. Yanılabilirler; yanıldıkları da olmuştur. Yanıldıklarını anlayıp görüş değiştirmişlerdir. Bizim için yine bir sorun yoktur. Biz onlara bağlı değiliz; bağlı olduğumuz Kur’an ve sünnettir. Onlar bize Kur’an ve sünneti verdikçe alırız, kayma gösterdikleri yerde de onları bırakır kitabımıza sahip çıkarız. Kur’an ve sünnet elhamdülillah elimizdedir.
Nurettin Yıldız-Fetva Meclisi
Fıkıh ilminin Gerekliliği
Kur'an ve Sünnet'in bizden istediği hayat tarzının yaşanması, öncelikle bu iki kaynağın doğru biçimde anlaşılmasına bağlıdır. Bu “doğru anlama” faaliyeti ise sistemli ve bilinçli bir gayreti gerekli kılar. Ulema bunun için, “anlama metodu” demek olan Usul-i Fıkıh ilmini ortaya koymuş, bu ilmin kriterlerini ve ilkelerini belirlemiştir.
Burada iki yönlü bir faaliyetin varlığı dikkat çekmektedir: Birincisi Kur'an ve Sünnet nasslarının yapısı, hitap şekilleri, doğrudan ve dolaylı anlatım tarzları ile hükümlere delalet biçimleri üzerindeki çalışmalardır. İkincisi ise hakkında belli ve özel bir nass (ayet, hadis) bulunmayan hususlarda nasıl hareket edileceğini belirleyen ilkelerin tayinidir.
Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.
Fıkıh sahasında faaliyet gösteren ulemanın kendi aralarında dereceleri vardır ki, bunların en başında Mutlak Müçtehid olan alimler, en sonunda ise Taklid Ehli ulema gelir. Bunların ve aralarındaki kademelerde yer alan alimlerin her birinin fonksiyonları belli kitaplarda açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur'an'ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.
Daha sonra bireysel ve toplumsal alanlara tekabül eden nasslardan Usul-i Fıkıh ilmi doğrultusunda hüküm çıkarma faaliyeti gelir ki, “Fıkıh ilmi”nin iştigal sahasını bu nokta oluşturmaktadır.
Fıkıh sahasında faaliyet gösteren ulemanın kendi aralarında dereceleri vardır ki, bunların en başında Mutlak Müçtehid olan alimler, en sonunda ise Taklid Ehli ulema gelir. Bunların ve aralarındaki kademelerde yer alan alimlerin her birinin fonksiyonları belli kitaplarda açıklığa kavuşturulmuştur.
Kur'an'ın ihtiva ettiği “ahkâm ayetleri”nin nasıl anlaşılması gerektiği, mesela “şunu yapın” tarzındaki emirlerin kesin vücubiyet mi, yoksa teşvik mi ifade ettiği; keza “şunu yapmayın” tarzındaki yasakların haramlık mı, yoksa daha hafif bir sakındırma mı ifade ettiği ancak Usul bilgisi ve Fıkıh melekesi ile bilinebilir.
İlgi çekici bir örnek zikredelim: Bir ilahiyat profesörü “Kur'an'da yer alan bütün emirler farziyet ifade eder” demişti. Bu tesbit doğru kabul edildiğinde, “Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için” (Bakara, 187) ayetinde yer alan emir ifadesi gereğince, sahur yemeği yemenin farz olduğunu söylememiz gerekir. Oysa sahur yemeğinin farz olmadığı herkesin malumudur…
alıntı- Mumsema
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
21 Ağustos 2016 Pazar
Berzah (kabir) hayatı
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Bedenler genellikle çürüyüp toprak olduğu ve ruhlar baki kaldığı için "ruhlar âlemi" de denilen ölümden sonraki hayat, gaybi konulardandır. Hayatta olan insan ile berzah âlemine göçmüş olan kişi ayrı ayrı âlemlerdedir.
Berzah âlemindekilerin de kendilerine göre bir hayatı vardır, lezzetleri, elemleri, ferah ve sevinçleri hisseder. Fakat henüz madde âleminde bulunanlar, ruhun bedenden sonraki hayatını ve orada kişinin neler hissettiğini, nelerle karşılaşacağını normal duyularıyla hissedip bilemez. Bu hususu, ancak ilahi gerçeklere vakıf olan Peygambermizden öğreniriz.
Mümin ruhların berzah âleminde birbirleriyle görüştüklerini Peygamberimizin hadislerinden anlamaktayız. Ayrıca ölülerin hayattakilerden haber aldıkları ve kabirlerinin başına giden kimseleri gördükleri yine rivayetlerde vardır. Onlar için yapılan dua ve manevi hediyelerin kimlerden geldiğini bilebilirler. Mümin ruhlar nimet içinde oldukları için ve ruhları serbest oldukları için serbest dolaşabilirler. Ancak kâfirlerin ruhları ve günahları fazla olan müminlerin ruhları azabla meşguldurlar.
Ölülerin Berzah Âleminde Birbirleriyle Görüşmeleri:
Berzah âlemindeki ruhlar iki kısımdır: Nimet içinde olanlar ve azapta olanlar. İbnü'l-Kayyim'in açıklamasına göre azapta olan ruhlar birbirleriyle görüşmeye fırsat bulamazlar. Onlar bir nevi tutuklu gibidirler. Ama tutuklu olmayıp serbest olan, yani nimet içindeki ruhlar birbirleriyle buluşup görüşürler, birbirlerini ziyaret ederler. Dünyadaki olmuş ve olacak şeyleri müzakere ederler. Her ruh, amelde kendi dengi ve kendi derecesinde olan arkadaşlarıyla beraber olur. Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in ruhu ise Refiku'l-A'lâ (en yüksek mertebe) dadır.
Nisa sûresi'nde:
"Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar."(1)
buyurulmuştur ki, bu beraberlik dünyada, berzahta ve âhirette olmak üzere üç yerdedir. Bu üç âlemin hepsinde de kişi sevdiği ile beraberdir.(2)
Bu âyet-i kerimede ruhların berzah âleminde birbirlerine kavuşacakları haber verilmektedir. Çünkü bu âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır:
Ashaptan biri, öldükten sonra Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in makamının kendilerinden çok yüce olacağını ve Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den ayrı kalacaklarını düşünerek üzülmüş ve ağlamış. Üzüntüsünün sebebini soran Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e: "Biz dünyada senden ayrılmaya hiç tahammül edemiyoruz ya Rasulullah. Öldükten sonra senin merteben bizden yüce olacağı için seni göremeyeceğiz. Senin ayrılığına nasıl tahammül edebilirim?" diye derdini açar. Bu olay üzerine yukarıdaki âyet nâzil olmuş(3) ve Allah'ı ve Rasulullah'ı sevenlerin berzah âleminde ve âhirette de, dünyadaki gibi, Hz. Rasûl ile birlikte olacakları bildirilmiştir.
Allah Tealâ Âl-i îmrân Suresi'nde şehitlerin diri ve Rabbleri indinde rızıklanmakta olduklarını, arkalarında bulunanlara da korku ve üzüntü olmadığının müjdelenmesini istediklerini, Allah'ın nimet ve keremiyle sevinç duyduklarını haber vermiştir.(4) Bu âyet-i kerime de berzah âlemindeki ruhların birbirleriyle buluşup konuştuklarına delâlet eder. Çünkü âyette geçen "yestebşirûn" kelimesi, "müjde verilmesini isterler" anlamına geldiği gibi, "sevinirler ve birbirlerini müjdelerler" manasına da gelir. (5) Birbirlerine müjde verdiklerine göre demek ki birbirleriyle görüşüp konuşmaktadırlar.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh), Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in:
"Muhakkak Cennet ehli orada (Cennet'te) birbirlerini ziyaret ederler." buyurduğunu söylemiştir.(6) Mü'min ruhlarının berzah âleminde Cennet'te olacakları bildirilmiştir. Buna göre bu hadis-i şerifteki Cennet ehliyle, berzah âleminde Cennet'te olanlar kastedilmiş olabilir. Hadisin bu şekilde anlaşılmasını, Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hâni'den (40/ 660) rivayet edilen şu hadis de doğrulamaktadır:
Ümmü Hâni (radıyallahu anha)bir gün Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e şöyle soruyor:
"Ölünce de birbirimizi görür ve ziyaretleşir miyiz?"
Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in cevabı şudur:
"Ruh, Cennet meyvelerinden yiyen bir kuş olur. Kıyamet günü olunca da her ruh kendi cesedine girer."(7)
Bu cevaptan da anlaşılan, mü'minlerin ruhlarının Cennet'te birbirleriyle görüştükleridir.
İbn Ebi'd-Dünyâ'nın naklettiği bir haberde de Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e:
"Ölüler birbirini bilir mi?" diye sorulunca Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in cevabı:
"Evet, nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki onlar, kuşların ağaçların tepelerinde birbirlerini bildiği (tanıdıkları gibi) birbirlerini bilirler."
şeklinde olmuştur.(8) Bu soruyu ashaptan Bişr b. Berâ' b. Ma'rûr'un annesi sormuş ve ölülerin birbirleriyle tanışıp biliştiklerini öğrenince hemen Beni Seleme'den ölmek üzere olan birinin yanına varıp, oğlu Bişr'e onunla selâm göndermiştir.(9) Hadisin bir diğer rivayetinde Cennet'te kuşlar gibi birbirleriyle buluşup tanışacak olan ruhların "iyi ruhlar "oldukları zikredilmiştir.
Ashaptan Bilâl b. Rebâh (radıyallahu anh) (v. 20/641) vefat edeceği zaman hanımı ah, vah etmeye başlar. Hz. Bilâl (radıyallahu anh) ise: "Ne büyük neşe ne büyük sevinç. Yani sevgililere, Muhammed'e ve onun gurubuna kavuşacağım." demeye başlar,(10) Burada Bilâl berzahta Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e ve ashabına kavuşacağını ve tıpkı dünyadaki gibi, orada da onunla bir arada olacaklarını müjdelemektedir.(11) ve hanımının ah, vah edip üzülmemesi gerektiğini, aslında sevinmesi gerektiğini hatırlatmaktadır bu sözüyle.
Beyhakî'nin hasen bir senetle İbn Abbas'dan tahric ettiği kabir suâliyle ilgli bir hadis-i şerifte, kabirdeki sorgulama sırasında iyi cevap veren mü'minin ruhunun diğer mü'minlerle beraber olacağı haber verilmiştir.(12)
Yine Beyhakî'nin "Şu'abu'l-İman" da Ali b. Ebi Tâlib'den (radıyallahu anh) tahric ettiği haberde Hz. Ali (radıyallahu anh)şöyle demiştir:
"İki mü'min ve iki kâfir dost vardı. Bunlardan mü'min olanların biri öldü. Cennetle müjdelenince arkadaşını hatırlar ve:
"Allah'ım, benim falan arkadaşım bana her zaman sana ve Rasulûne itaati emreder, hayırla tavsiye eder, kötülükten nehyederdi..." diyerek onun kendisinden sonra sapıtmaması ve kendisine verilen nimetlerin ona da verilmesi için dua eder. Sonra öbür arkadaşı da ölünce ruhları bir araya gelir ve birbirlerine:
"Ne güzel kardeş, ne güzel arkadaş ve ne güzel dost" derler.
Kâfir olan iki arkadaştan birisi ölüp de azapla müjdelenince diğer arkadaşını hatırlayıp şöyle der:
"Allahım, arkadaşım bana hep sana ve senin Rasulûne isyanı emrediyor, kötülüğü yapıp iyiliği yapmamamı söylüyordu. Allahım, onu benden sonra hidayete erdirme ki, benim gördüğüm azabı o da görsün ve bana kızdığın gibi ona da kızasın." Sonra diğeri de ölür, ruhları bir araya gelince birbirlerine:
"Ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaş." derler."(13)
Bundan da iyi ve kötülerin ruhlarının berzahta birbirleriyle buluştukları anlaşılmaktadır.
Ebû Katâde ve Câbir'den tahric edilen, ölülerin kefenlerinin güzel yapılması ile ilgili hadis-i şerifin Suyûtî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen şeklinde:
"Muhakkak ki onlar kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler."
cümlesi de yer almaktadır.(14)
Beyhakî "Şu'abu'l-Iman" da Ebu Katâde'den (54/673) hadisi naklettikten sonra, bu hadisin şehitler hakkındaki onların rızıklandırıldıklannı haber vererir Âl-i îmrân, 3/169-170 âyetiyle mutabakat arzettiğini söylemiştir. (15)
Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Miraç gecesinde semâda Hz. Âdem
(Aleyhisselam) ile karşılaştığında Hz. Âdem'in
(Aleyhisselam) sağ ve solunda bir takım karartılar görmesi ve bunların kimler olduğunu sorunca, cennetlik ve cehennemlik olanların ruhları olduklarının bildirilmesi de,(16) berzahta iyi ve kötülerin -Hz. Ali'nin (radıyallahu anh) de, dediği gibi- bir arada olacaklarına delildir.
Ruhların berzah âleminde birbirleriyle görüştükleri ve konuştuklarının bir delili de, ölümü müteakip semâya yükseltilen mü'min ruhunun rahmet ehli tarafından karşılanıp, dünyadan ve dünyadakilerden haber soracaklarını bildiren hadis-i şeriftir. Ebu Eyyûb el-Ensârî'den (radıyallahu anh) rivayet edilen hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Mü'minin ruhu kabz olunca onu Allah katında rahmet ehli karşılarlar."(17)
Müminlerin ruhları, gelen müminin ruhuna birinizin uzaktaki sevdiği birine kavuşmasından daha çok sevinirler ve o şekilde karşılarlar ve falan filan nasıldır, diye sorarlar.
Bu esnada yeni ölmüş olanın ruhunu getiren melekler) derler ki:
- Onu bırakın, fırsat verin de bir dinlensin. Çünkü o büyük bir sıkıntı içinde idi. Ona:
- O benden önce ölmüştü, derse;
- İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn (biz Allah'a aidiz ve yine ona döneceğiz), ebedi kalış yeri olan Hâviye'ye (kızgın ateşli Cehennem'e) gitmiş. O ne kötü yer ve ne kötü terbiyecidir, derler.(18)
Bu hususta Abdullah b. Mübârek'in de şöyle dediği rivayet edilir:
"Kabir ehli haberleri beklerler. Bir ölü oraya gittiği zaman ona falan ne yaptı, filan ne yaptı diye sorarlar. Birisi için:
"O öldü, size gelmedi mi?" deyince:
"İnnâ lillâh ve İnnâ İleyhi Râciûn" derler ve: "Bizim yolumuzdan başka yola gitti o." diye ilave ederler."(19)
Tabiinden Sa'id b. el-Müseyyeb (v. 94/712) de:
"Bir adam öldüğü zaman (daha önce ölmüş olan) çocuğu onu, seferden dönen gaibin karşılandığı gibi karşılar." demiştir.(20)
Ölülerin berzahta birbirleriyle görüştüklerini ve yeni ölüp de aralarına katılanlardan haber aldıklarını bildiren bu hadis ve haberleri, evlât, torun ve yakın akrabaların amellerinin kabirdeki baba ve yakınlarına arz olunacağını, onların da amelleri kendilerine arz edilen akrabalarının iyiliklerinden ötürü sevineceklerini, kötülükleri sebebiyle de üzüleceklerini bildiren haberler de desteklemektedir.
Kabir ehli, geride bıraktıkları akraba ve arkadaşlarının yaptıkları işlerden haberdar olup, iyi amellerinden ötürü sevinir, kötülüklerine de üzülürler.(21) Mücâhid'in bu hususta şöyle dediği sahih rivayetle gelmiştir:
"Kişi kabrinde kendinden sonra çocuğunun iyilikleri (salahı) ile müjdelenir."(22)
Sa'id b. Cübeyr'in (radıyallahu anh) (v. 95/714) de şöyle dediği rivayet edilir:
"Muhakkak ki ölülere dirilerin haberleri gelir. Daha önce bir yakını ölmüş, olan hiç bir kimse yoktur ki ona geride kalan akrabalarının haberleri gelmesin. Eğer gelen haber iyi ise sevinir ve ferahlar; kötü ise o zaman da üzülür."(23)
Ashaptan Ebu'd-Derdâ (radıyallahu anh) (v. 32/652) da şöyle dua ederdi:
"Allahım, ölülerimin rezil olacağı bir iş yapmaktan sana sığınırım.''(24)
Abdullah b. Mübarek de ashaptan Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin (radıyallahu anh) şöyle dediğini rivayet eder:
"Dirilerin amelleri ölülere arz olunur. Eğer bir iyilik görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce de, Allah’ım onu ondan geri çevir, derler."(25)
Yukarıdaki yeni gelen ölüden haber sormalarından da anlaşılacağı üzere, ölülerin dirilerden bizzat haberdar olduklarını -Allah'ın diledikleri müstesna- söyleyemeyiz. Bu sebeple buradaki haberdar oluşlarını, yeni gelen ve aralarına katılanlardan öğrenirler şeklinde anlıyoruz. Yeni gelenlerden haber alışları da, ruhların berzahta birbirleriyle görüşüp konuştuklarına delâlet eder.
- Ölmüş olanların ruhları, berzah âleminde birbirleriyle görüşüp konuşuyorlar. Acaba henüz ölmemiş ve dünyada yaşamakta olanların da berzahtakilerle görüşüp konuşmaları mümkün müdür? Ve ölülerin dirilerle bir takım münâsebetleri var mıdır?
Hayattakilerin Berzahtakilerle Görüşmeleri:
Henüz hayatta olanların berzahtakilerle görüşmeleri uyanık ve uyku halinde olmak üzere iki şekildedir.
Uyanıkken görüşmenin en büyük misâli ve olabilirliğinin delili, Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Miraç'ta bazı peygamberlerin ruhlarıyla karşılaştığını haber veren ve kabir ziyaretini öğreten hadislerdir.
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e hitaben:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor ki; biz, Rahman'dan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız?"(26) buyurmaktadır. Müfessirlerden bir kısmı buradaki sorma fiilinin sadece İsrâ ve Miraç gecesine has olduğunu söylerken,(27) bazıları da her istediği zaman Allah Tealâ'nın Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e önceki peygamberlerle konuşma imkânı verdiği şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu ikinci görüşte olanlara göre âyetteki mutlak lafzı (sözü), İsrâ ve Miraç gecesi ile takyid etmek (kayıtlamak) hatalı bir te'vil olur. Ve âyetin olduğu gibi anlaşılıp, her istediği zaman Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e bu imkânın verileceğini söylemek daha isâbetlidir.(28)
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in önceki peygamberlerle daha kendisi hayatta iken görüşmesi, vukuu mümkün olan işlerdendir. Ve Allah'ın kudretine göre bunda hiç bir zorluk yoktur. Allah Tealâ görüştürünce de bu olay gerçekleşmiştir ki, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Miraç gecesinde, uyanık halde iken diğer peygamberlerin ruhlarıyla Beytü'l-Makdis'de (Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da) bir araya gelmiştir. Daha sonra semâvât (gökler) âleminde de onlardan bazıları ile bir araya gelip konuştuğuna sahih haberler delâlet etmektedir,(29)
Yine Hz. Ömer'den (radıyallahu anh) rivayet edilen bir hadisinde Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Hz. Musa(Aleyhisselam) ın Allah Tealâ'ya dua edip, Hz. Adem (Aleyhisselam)ile görüşmeyi dilediğini ve Yüce Allah'ın, henüz hayatta iken ve uyanıkken, Âdem(Aleyhisselam)ı Hz. Musa'ya
(Aleyhisselam) gösterip ve birbirleriyle konuşmuş olduklarını haber vermiştir, (30)
Peygamberlerden başkasının hayattayken ve uyanıkken berzahtakilerle görüşmeleri ise, ancak Allah'ın ikram ettiği kimselere nasip olmuştur ki, bu hususta Allah'ın veli kullarının, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve bazı büyük zevatla görüştüklerine dair pek çok olay anlatılmaktadır. (31)
Kabir ziyaretinde ziyaret edene "zâir", ziyaret edilene "mezür" denilmesi de, ziyaret edilenin ziyaret esnasında ziyaretçisini duyup bildiğine delildir. Çünkü ziyaret edilen, ziyaretçisini bilmezse buna "mezûr= ziyaret edilen" denmez. Kaldı ki, Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ziyaret adabını öğretirken, kabristana varınca ölülere selâm verilmesini öğretmişlerdir ki, bu da onların dirilerle olan münâsebetleri cümlesindendir.(32)
Hayattakilerin berzahtakilerle rüyada görüşmeleri ise, İbnu'l-Kayyim'in belirttiğine göre, nübüvvetin bir parçası olan sâlih rüyalardandır ve İlim ifade eder.(33) Erzurumlu İbrahim Hakkı da:
"Ölüleri rüyada hayırla veya şerle görmek, onların halini aynen bilmektir. Bu, ölünün halini bildirmek veya uyanık olmayı sağlamak içindir,.."(34)
diyerek ölüleri rüyada görmenin, sâdık rüyalardan olduğuna işaret etmiştir.
Rüya ya da keramet yoluyla -peygamberlerden gayri için- olan bu görüşmeler ve görülenler, kelâm âlimlerine göre umum için değil, ancak sahibi için (gören kişinin kendisi için) delil olabilir. Ancak bizim burada onlardan bahsedişimiz, sadece imkânını belirtmek içindir.
Hayattakilerle berzahtakilerin rüyada görüşmeleri, ikisinden birinin arzusu ve bazı gayeler için bu görüşmeyi Allah Tealâ'dan istemesiyle, Allah'ın bir lütfu olarak meydana gelmektedir. Hayattakilerin görüşmeyi istemesine -hepimizin en büyük arzusu olan ve pek çok mü'mine nasib olan- Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i rüyada görmek istemeyi ya da çok sevdiğimiz yakınlarımızdan âhirete göçmüş olanları, rüyada olsun görmek isteyişimizi misâl verebiliriz.
Dipnotlar:
1- Nisa, 4/69.
2- Îbnu'l-Kayyim, s. 17; Suyûti, Büşra'1-Keîb, v. 147 b; Hasan el-'Idvî, s. 74; Rodosîzâde, Ahval-i âlem-i Berzah, elyazma, İst. Süleymaniye Küt. v. 19 a.
3-İbnu'lKayyim, a.g.e, s. 17; Ibn Kesir, Tefsir, c. I, s. 522; Rodosîzâde, a.g.e. v. 19 b.
4-bkz. Al-u Imran, 3/169-170.
5-Mu'cemu'l-Vasit, c. I, s. 57; Atay Kardeşler. Arapça Türkçe Büyük Lügat, c. I. s. 128; Abnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 18.
6- Ab. Hanbel, Müsned. c. II, s. 335.
7- A b. Hanbel. Müsned. c. VI, s. 425; A Siracuddin, a.g.e, s. 106-107.
8- Suyûtî, B. el-Keib, v. 144 b.
9- A. Siracuddin, a.g.e. s. 107; tbnu'l-Kayyim, e.g.e, s. 19.
10- Suyûtî, B. el-Keib, v. 148 b.
11- Abdullah Siracuddin, a.g.e. s. 107.
12- bkz. Suyûtî, Şerhu's-Sudûr. v. 53 a.
13- Suyûtî, Şerhu's-Sudûr, v. 38 b; v. 173 b.
14- Suyûtî, Büşra'1-Keib, v. 147 b; Suyûtî, Şerhu Süneni'n-Nesâî, c. IV, s. 34; Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 73; Abdullah Siracud
15- Suyûti Ş.Sünen'n-Nesâî, c. W, s. 34; H. el-'Idvî, a.g.e, s.73.
16- Miraç hadisi için bkz. Buhârî. Sahih, Salât, l, c. I. s. 91-92; Müslim, Sahih, imân, 74. c. I, s. 148; A. b. Hanbel. Müsned, c. V. s. 143; ibn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihaye, c. I, s. 97, Beyrut, 1977.
17- Hadis-i Şerifin, ibn Hıbbân'ın Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen şeklinde: "Mü'minlerin ruhlarının yanına getirilir ve ğaib olan birini bulanların sevinci gibi sevinirler." denilmektedir, bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 106.
18- bkz. Nesâi, Cenâiz, 9, c. IV, s. 8-9; Suyûti, Ş. Sudur, v. 37 a; B. el-Keîb, v. 144 b; İbnu'l-Kayyim, a.g. e, s. 20; Rodosîzâde, a.g.e, v, 26a; A Siracuddin, a.g.e. s. 106.
19- İbnu'l-Kayyim, a.g.e. s. 19: Birgivî, R. FÎ Ah. Etfâlİ'l-Müslimin, s. 85; Birgivî bu konuyu işledikten sonra, vasiyyet etmeden ölenlerin berzahta konuşamayacaklarım ve berzah ehlinin sorularına cevap veremeyeceklerini ilave eder. (bkz. a.g.e, s. 85.)
20- İbnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 19; Rodosîzâde, a.g.e. v. 25 a.
21- Rodosîzâde, a.g.e. v. 7 b.
22- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 12.
23- Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 16, Mısır, 1316.
24- Aynı eser, a. yer.
25- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 7; Rodosîzâde, a.g.e, v, 8 b.
26- Zuhruf, 43/45. '
27- bkz. Ibn Kesir, Tefsir, c. IV, s. 129.
28- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 109-110.
29- Bu husustaki hadisler için bkz. Buhârî, Sahih, Salât, l, c. I, s. 91-92; Enbiyâ, 5, c. IV, s. 106-107; Müslim.Sahih.lman, 74, c.I,s.l48; Fezâil,42,c.IV,s.l845; Nesâî, Sünen, Kıyâmu'1-Leyl, 15, c. m, s. 215; A-b. Hanbel, Müsned, c. ffl, s. 120, 248; c. V. s. 59,143.
30- Ebu Davud, Sünen, Sünne, 17, c. W, s. 226.
31- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 110-113.
32- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 8; Rodosîzâde, a.g.e, v. 8 b; Vücûdî, Muhammed b. Abdulaziz, Ahvâl-i âlem-i Berzah, v. 9 a, elyazma, ist. Süleymaniye.Küt. Halef Ef. Böl. Nr. 237.
33- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 29; Rodosîzade, a.g.e, v. 39 b.
34- Erzurumlu ibrahim Hakkı, Mârifetname, c. I, s. 60.
(bk. Prof. Dr. Süleyman TOPRAK, Kabir Hayatı, s. 247-258)
Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Berzah âlemindekilerin de kendilerine göre bir hayatı vardır, lezzetleri, elemleri, ferah ve sevinçleri hisseder. Fakat henüz madde âleminde bulunanlar, ruhun bedenden sonraki hayatını ve orada kişinin neler hissettiğini, nelerle karşılaşacağını normal duyularıyla hissedip bilemez. Bu hususu, ancak ilahi gerçeklere vakıf olan Peygambermizden öğreniriz.
Mümin ruhların berzah âleminde birbirleriyle görüştüklerini Peygamberimizin hadislerinden anlamaktayız. Ayrıca ölülerin hayattakilerden haber aldıkları ve kabirlerinin başına giden kimseleri gördükleri yine rivayetlerde vardır. Onlar için yapılan dua ve manevi hediyelerin kimlerden geldiğini bilebilirler. Mümin ruhlar nimet içinde oldukları için ve ruhları serbest oldukları için serbest dolaşabilirler. Ancak kâfirlerin ruhları ve günahları fazla olan müminlerin ruhları azabla meşguldurlar.
Ölülerin Berzah Âleminde Birbirleriyle Görüşmeleri:
Berzah âlemindeki ruhlar iki kısımdır: Nimet içinde olanlar ve azapta olanlar. İbnü'l-Kayyim'in açıklamasına göre azapta olan ruhlar birbirleriyle görüşmeye fırsat bulamazlar. Onlar bir nevi tutuklu gibidirler. Ama tutuklu olmayıp serbest olan, yani nimet içindeki ruhlar birbirleriyle buluşup görüşürler, birbirlerini ziyaret ederler. Dünyadaki olmuş ve olacak şeyleri müzakere ederler. Her ruh, amelde kendi dengi ve kendi derecesinde olan arkadaşlarıyla beraber olur. Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in ruhu ise Refiku'l-A'lâ (en yüksek mertebe) dadır.
Nisa sûresi'nde:
"Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar."(1)
buyurulmuştur ki, bu beraberlik dünyada, berzahta ve âhirette olmak üzere üç yerdedir. Bu üç âlemin hepsinde de kişi sevdiği ile beraberdir.(2)
Bu âyet-i kerimede ruhların berzah âleminde birbirlerine kavuşacakları haber verilmektedir. Çünkü bu âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır:
Ashaptan biri, öldükten sonra Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in makamının kendilerinden çok yüce olacağını ve Hz. Peygamber(Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den ayrı kalacaklarını düşünerek üzülmüş ve ağlamış. Üzüntüsünün sebebini soran Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e: "Biz dünyada senden ayrılmaya hiç tahammül edemiyoruz ya Rasulullah. Öldükten sonra senin merteben bizden yüce olacağı için seni göremeyeceğiz. Senin ayrılığına nasıl tahammül edebilirim?" diye derdini açar. Bu olay üzerine yukarıdaki âyet nâzil olmuş(3) ve Allah'ı ve Rasulullah'ı sevenlerin berzah âleminde ve âhirette de, dünyadaki gibi, Hz. Rasûl ile birlikte olacakları bildirilmiştir.
Allah Tealâ Âl-i îmrân Suresi'nde şehitlerin diri ve Rabbleri indinde rızıklanmakta olduklarını, arkalarında bulunanlara da korku ve üzüntü olmadığının müjdelenmesini istediklerini, Allah'ın nimet ve keremiyle sevinç duyduklarını haber vermiştir.(4) Bu âyet-i kerime de berzah âlemindeki ruhların birbirleriyle buluşup konuştuklarına delâlet eder. Çünkü âyette geçen "yestebşirûn" kelimesi, "müjde verilmesini isterler" anlamına geldiği gibi, "sevinirler ve birbirlerini müjdelerler" manasına da gelir. (5) Birbirlerine müjde verdiklerine göre demek ki birbirleriyle görüşüp konuşmaktadırlar.
Ebu Hureyre (radıyallahu anh), Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in:
"Muhakkak Cennet ehli orada (Cennet'te) birbirlerini ziyaret ederler." buyurduğunu söylemiştir.(6) Mü'min ruhlarının berzah âleminde Cennet'te olacakları bildirilmiştir. Buna göre bu hadis-i şerifteki Cennet ehliyle, berzah âleminde Cennet'te olanlar kastedilmiş olabilir. Hadisin bu şekilde anlaşılmasını, Ebû Tâlib'in kızı Ümmü Hâni'den (40/ 660) rivayet edilen şu hadis de doğrulamaktadır:
Ümmü Hâni (radıyallahu anha)bir gün Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e şöyle soruyor:
"Ölünce de birbirimizi görür ve ziyaretleşir miyiz?"
Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in cevabı şudur:
"Ruh, Cennet meyvelerinden yiyen bir kuş olur. Kıyamet günü olunca da her ruh kendi cesedine girer."(7)
Bu cevaptan da anlaşılan, mü'minlerin ruhlarının Cennet'te birbirleriyle görüştükleridir.
İbn Ebi'd-Dünyâ'nın naklettiği bir haberde de Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e:
"Ölüler birbirini bilir mi?" diye sorulunca Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in cevabı:
"Evet, nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki onlar, kuşların ağaçların tepelerinde birbirlerini bildiği (tanıdıkları gibi) birbirlerini bilirler."
şeklinde olmuştur.(8) Bu soruyu ashaptan Bişr b. Berâ' b. Ma'rûr'un annesi sormuş ve ölülerin birbirleriyle tanışıp biliştiklerini öğrenince hemen Beni Seleme'den ölmek üzere olan birinin yanına varıp, oğlu Bişr'e onunla selâm göndermiştir.(9) Hadisin bir diğer rivayetinde Cennet'te kuşlar gibi birbirleriyle buluşup tanışacak olan ruhların "iyi ruhlar "oldukları zikredilmiştir.
Ashaptan Bilâl b. Rebâh (radıyallahu anh) (v. 20/641) vefat edeceği zaman hanımı ah, vah etmeye başlar. Hz. Bilâl (radıyallahu anh) ise: "Ne büyük neşe ne büyük sevinç. Yani sevgililere, Muhammed'e ve onun gurubuna kavuşacağım." demeye başlar,(10) Burada Bilâl berzahta Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e ve ashabına kavuşacağını ve tıpkı dünyadaki gibi, orada da onunla bir arada olacaklarını müjdelemektedir.(11) ve hanımının ah, vah edip üzülmemesi gerektiğini, aslında sevinmesi gerektiğini hatırlatmaktadır bu sözüyle.
Beyhakî'nin hasen bir senetle İbn Abbas'dan tahric ettiği kabir suâliyle ilgli bir hadis-i şerifte, kabirdeki sorgulama sırasında iyi cevap veren mü'minin ruhunun diğer mü'minlerle beraber olacağı haber verilmiştir.(12)
Yine Beyhakî'nin "Şu'abu'l-İman" da Ali b. Ebi Tâlib'den (radıyallahu anh) tahric ettiği haberde Hz. Ali (radıyallahu anh)şöyle demiştir:
"İki mü'min ve iki kâfir dost vardı. Bunlardan mü'min olanların biri öldü. Cennetle müjdelenince arkadaşını hatırlar ve:
"Allah'ım, benim falan arkadaşım bana her zaman sana ve Rasulûne itaati emreder, hayırla tavsiye eder, kötülükten nehyederdi..." diyerek onun kendisinden sonra sapıtmaması ve kendisine verilen nimetlerin ona da verilmesi için dua eder. Sonra öbür arkadaşı da ölünce ruhları bir araya gelir ve birbirlerine:
"Ne güzel kardeş, ne güzel arkadaş ve ne güzel dost" derler.
Kâfir olan iki arkadaştan birisi ölüp de azapla müjdelenince diğer arkadaşını hatırlayıp şöyle der:
"Allahım, arkadaşım bana hep sana ve senin Rasulûne isyanı emrediyor, kötülüğü yapıp iyiliği yapmamamı söylüyordu. Allahım, onu benden sonra hidayete erdirme ki, benim gördüğüm azabı o da görsün ve bana kızdığın gibi ona da kızasın." Sonra diğeri de ölür, ruhları bir araya gelince birbirlerine:
"Ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaş." derler."(13)
Bundan da iyi ve kötülerin ruhlarının berzahta birbirleriyle buluştukları anlaşılmaktadır.
Ebû Katâde ve Câbir'den tahric edilen, ölülerin kefenlerinin güzel yapılması ile ilgili hadis-i şerifin Suyûtî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen şeklinde:
"Muhakkak ki onlar kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler."
cümlesi de yer almaktadır.(14)
Beyhakî "Şu'abu'l-Iman" da Ebu Katâde'den (54/673) hadisi naklettikten sonra, bu hadisin şehitler hakkındaki onların rızıklandırıldıklannı haber vererir Âl-i îmrân, 3/169-170 âyetiyle mutabakat arzettiğini söylemiştir. (15)
Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Miraç gecesinde semâda Hz. Âdem
(Aleyhisselam) ile karşılaştığında Hz. Âdem'in
(Aleyhisselam) sağ ve solunda bir takım karartılar görmesi ve bunların kimler olduğunu sorunca, cennetlik ve cehennemlik olanların ruhları olduklarının bildirilmesi de,(16) berzahta iyi ve kötülerin -Hz. Ali'nin (radıyallahu anh) de, dediği gibi- bir arada olacaklarına delildir.
Ruhların berzah âleminde birbirleriyle görüştükleri ve konuştuklarının bir delili de, ölümü müteakip semâya yükseltilen mü'min ruhunun rahmet ehli tarafından karşılanıp, dünyadan ve dünyadakilerden haber soracaklarını bildiren hadis-i şeriftir. Ebu Eyyûb el-Ensârî'den (radıyallahu anh) rivayet edilen hadis-i şeriflerinde Peygamber Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
"Mü'minin ruhu kabz olunca onu Allah katında rahmet ehli karşılarlar."(17)
Müminlerin ruhları, gelen müminin ruhuna birinizin uzaktaki sevdiği birine kavuşmasından daha çok sevinirler ve o şekilde karşılarlar ve falan filan nasıldır, diye sorarlar.
Bu esnada yeni ölmüş olanın ruhunu getiren melekler) derler ki:
- Onu bırakın, fırsat verin de bir dinlensin. Çünkü o büyük bir sıkıntı içinde idi. Ona:
- O benden önce ölmüştü, derse;
- İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn (biz Allah'a aidiz ve yine ona döneceğiz), ebedi kalış yeri olan Hâviye'ye (kızgın ateşli Cehennem'e) gitmiş. O ne kötü yer ve ne kötü terbiyecidir, derler.(18)
Bu hususta Abdullah b. Mübârek'in de şöyle dediği rivayet edilir:
"Kabir ehli haberleri beklerler. Bir ölü oraya gittiği zaman ona falan ne yaptı, filan ne yaptı diye sorarlar. Birisi için:
"O öldü, size gelmedi mi?" deyince:
"İnnâ lillâh ve İnnâ İleyhi Râciûn" derler ve: "Bizim yolumuzdan başka yola gitti o." diye ilave ederler."(19)
Tabiinden Sa'id b. el-Müseyyeb (v. 94/712) de:
"Bir adam öldüğü zaman (daha önce ölmüş olan) çocuğu onu, seferden dönen gaibin karşılandığı gibi karşılar." demiştir.(20)
Ölülerin berzahta birbirleriyle görüştüklerini ve yeni ölüp de aralarına katılanlardan haber aldıklarını bildiren bu hadis ve haberleri, evlât, torun ve yakın akrabaların amellerinin kabirdeki baba ve yakınlarına arz olunacağını, onların da amelleri kendilerine arz edilen akrabalarının iyiliklerinden ötürü sevineceklerini, kötülükleri sebebiyle de üzüleceklerini bildiren haberler de desteklemektedir.
Kabir ehli, geride bıraktıkları akraba ve arkadaşlarının yaptıkları işlerden haberdar olup, iyi amellerinden ötürü sevinir, kötülüklerine de üzülürler.(21) Mücâhid'in bu hususta şöyle dediği sahih rivayetle gelmiştir:
"Kişi kabrinde kendinden sonra çocuğunun iyilikleri (salahı) ile müjdelenir."(22)
Sa'id b. Cübeyr'in (radıyallahu anh) (v. 95/714) de şöyle dediği rivayet edilir:
"Muhakkak ki ölülere dirilerin haberleri gelir. Daha önce bir yakını ölmüş, olan hiç bir kimse yoktur ki ona geride kalan akrabalarının haberleri gelmesin. Eğer gelen haber iyi ise sevinir ve ferahlar; kötü ise o zaman da üzülür."(23)
Ashaptan Ebu'd-Derdâ (radıyallahu anh) (v. 32/652) da şöyle dua ederdi:
"Allahım, ölülerimin rezil olacağı bir iş yapmaktan sana sığınırım.''(24)
Abdullah b. Mübarek de ashaptan Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin (radıyallahu anh) şöyle dediğini rivayet eder:
"Dirilerin amelleri ölülere arz olunur. Eğer bir iyilik görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce de, Allah’ım onu ondan geri çevir, derler."(25)
Yukarıdaki yeni gelen ölüden haber sormalarından da anlaşılacağı üzere, ölülerin dirilerden bizzat haberdar olduklarını -Allah'ın diledikleri müstesna- söyleyemeyiz. Bu sebeple buradaki haberdar oluşlarını, yeni gelen ve aralarına katılanlardan öğrenirler şeklinde anlıyoruz. Yeni gelenlerden haber alışları da, ruhların berzahta birbirleriyle görüşüp konuştuklarına delâlet eder.
- Ölmüş olanların ruhları, berzah âleminde birbirleriyle görüşüp konuşuyorlar. Acaba henüz ölmemiş ve dünyada yaşamakta olanların da berzahtakilerle görüşüp konuşmaları mümkün müdür? Ve ölülerin dirilerle bir takım münâsebetleri var mıdır?
Hayattakilerin Berzahtakilerle Görüşmeleri:
Henüz hayatta olanların berzahtakilerle görüşmeleri uyanık ve uyku halinde olmak üzere iki şekildedir.
Uyanıkken görüşmenin en büyük misâli ve olabilirliğinin delili, Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Miraç'ta bazı peygamberlerin ruhlarıyla karşılaştığını haber veren ve kabir ziyaretini öğreten hadislerdir.
Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e hitaben:
"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor ki; biz, Rahman'dan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız?"(26) buyurmaktadır. Müfessirlerden bir kısmı buradaki sorma fiilinin sadece İsrâ ve Miraç gecesine has olduğunu söylerken,(27) bazıları da her istediği zaman Allah Tealâ'nın Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e önceki peygamberlerle konuşma imkânı verdiği şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu ikinci görüşte olanlara göre âyetteki mutlak lafzı (sözü), İsrâ ve Miraç gecesi ile takyid etmek (kayıtlamak) hatalı bir te'vil olur. Ve âyetin olduğu gibi anlaşılıp, her istediği zaman Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e bu imkânın verileceğini söylemek daha isâbetlidir.(28)
Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in önceki peygamberlerle daha kendisi hayatta iken görüşmesi, vukuu mümkün olan işlerdendir. Ve Allah'ın kudretine göre bunda hiç bir zorluk yoktur. Allah Tealâ görüştürünce de bu olay gerçekleşmiştir ki, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Miraç gecesinde, uyanık halde iken diğer peygamberlerin ruhlarıyla Beytü'l-Makdis'de (Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da) bir araya gelmiştir. Daha sonra semâvât (gökler) âleminde de onlardan bazıları ile bir araya gelip konuştuğuna sahih haberler delâlet etmektedir,(29)
Yine Hz. Ömer'den (radıyallahu anh) rivayet edilen bir hadisinde Rasulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), Hz. Musa(Aleyhisselam) ın Allah Tealâ'ya dua edip, Hz. Adem (Aleyhisselam)ile görüşmeyi dilediğini ve Yüce Allah'ın, henüz hayatta iken ve uyanıkken, Âdem(Aleyhisselam)ı Hz. Musa'ya
(Aleyhisselam) gösterip ve birbirleriyle konuşmuş olduklarını haber vermiştir, (30)
Peygamberlerden başkasının hayattayken ve uyanıkken berzahtakilerle görüşmeleri ise, ancak Allah'ın ikram ettiği kimselere nasip olmuştur ki, bu hususta Allah'ın veli kullarının, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ve bazı büyük zevatla görüştüklerine dair pek çok olay anlatılmaktadır. (31)
Kabir ziyaretinde ziyaret edene "zâir", ziyaret edilene "mezür" denilmesi de, ziyaret edilenin ziyaret esnasında ziyaretçisini duyup bildiğine delildir. Çünkü ziyaret edilen, ziyaretçisini bilmezse buna "mezûr= ziyaret edilen" denmez. Kaldı ki, Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ziyaret adabını öğretirken, kabristana varınca ölülere selâm verilmesini öğretmişlerdir ki, bu da onların dirilerle olan münâsebetleri cümlesindendir.(32)
Hayattakilerin berzahtakilerle rüyada görüşmeleri ise, İbnu'l-Kayyim'in belirttiğine göre, nübüvvetin bir parçası olan sâlih rüyalardandır ve İlim ifade eder.(33) Erzurumlu İbrahim Hakkı da:
"Ölüleri rüyada hayırla veya şerle görmek, onların halini aynen bilmektir. Bu, ölünün halini bildirmek veya uyanık olmayı sağlamak içindir,.."(34)
diyerek ölüleri rüyada görmenin, sâdık rüyalardan olduğuna işaret etmiştir.
Rüya ya da keramet yoluyla -peygamberlerden gayri için- olan bu görüşmeler ve görülenler, kelâm âlimlerine göre umum için değil, ancak sahibi için (gören kişinin kendisi için) delil olabilir. Ancak bizim burada onlardan bahsedişimiz, sadece imkânını belirtmek içindir.
Hayattakilerle berzahtakilerin rüyada görüşmeleri, ikisinden birinin arzusu ve bazı gayeler için bu görüşmeyi Allah Tealâ'dan istemesiyle, Allah'ın bir lütfu olarak meydana gelmektedir. Hayattakilerin görüşmeyi istemesine -hepimizin en büyük arzusu olan ve pek çok mü'mine nasib olan- Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i rüyada görmek istemeyi ya da çok sevdiğimiz yakınlarımızdan âhirete göçmüş olanları, rüyada olsun görmek isteyişimizi misâl verebiliriz.
Dipnotlar:
1- Nisa, 4/69.
2- Îbnu'l-Kayyim, s. 17; Suyûti, Büşra'1-Keîb, v. 147 b; Hasan el-'Idvî, s. 74; Rodosîzâde, Ahval-i âlem-i Berzah, elyazma, İst. Süleymaniye Küt. v. 19 a.
3-İbnu'lKayyim, a.g.e, s. 17; Ibn Kesir, Tefsir, c. I, s. 522; Rodosîzâde, a.g.e. v. 19 b.
4-bkz. Al-u Imran, 3/169-170.
5-Mu'cemu'l-Vasit, c. I, s. 57; Atay Kardeşler. Arapça Türkçe Büyük Lügat, c. I. s. 128; Abnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 18.
6- Ab. Hanbel, Müsned. c. II, s. 335.
7- A b. Hanbel. Müsned. c. VI, s. 425; A Siracuddin, a.g.e, s. 106-107.
8- Suyûtî, B. el-Keib, v. 144 b.
9- A. Siracuddin, a.g.e. s. 107; tbnu'l-Kayyim, e.g.e, s. 19.
10- Suyûtî, B. el-Keib, v. 148 b.
11- Abdullah Siracuddin, a.g.e. s. 107.
12- bkz. Suyûtî, Şerhu's-Sudûr. v. 53 a.
13- Suyûtî, Şerhu's-Sudûr, v. 38 b; v. 173 b.
14- Suyûtî, Büşra'1-Keib, v. 147 b; Suyûtî, Şerhu Süneni'n-Nesâî, c. IV, s. 34; Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 73; Abdullah Siracud
15- Suyûti Ş.Sünen'n-Nesâî, c. W, s. 34; H. el-'Idvî, a.g.e, s.73.
16- Miraç hadisi için bkz. Buhârî. Sahih, Salât, l, c. I. s. 91-92; Müslim, Sahih, imân, 74. c. I, s. 148; A. b. Hanbel. Müsned, c. V. s. 143; ibn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihaye, c. I, s. 97, Beyrut, 1977.
17- Hadis-i Şerifin, ibn Hıbbân'ın Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen şeklinde: "Mü'minlerin ruhlarının yanına getirilir ve ğaib olan birini bulanların sevinci gibi sevinirler." denilmektedir, bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 106.
18- bkz. Nesâi, Cenâiz, 9, c. IV, s. 8-9; Suyûti, Ş. Sudur, v. 37 a; B. el-Keîb, v. 144 b; İbnu'l-Kayyim, a.g. e, s. 20; Rodosîzâde, a.g.e, v, 26a; A Siracuddin, a.g.e. s. 106.
19- İbnu'l-Kayyim, a.g.e. s. 19: Birgivî, R. FÎ Ah. Etfâlİ'l-Müslimin, s. 85; Birgivî bu konuyu işledikten sonra, vasiyyet etmeden ölenlerin berzahta konuşamayacaklarım ve berzah ehlinin sorularına cevap veremeyeceklerini ilave eder. (bkz. a.g.e, s. 85.)
20- İbnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 19; Rodosîzâde, a.g.e. v. 25 a.
21- Rodosîzâde, a.g.e. v. 7 b.
22- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 12.
23- Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 16, Mısır, 1316.
24- Aynı eser, a. yer.
25- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 7; Rodosîzâde, a.g.e, v, 8 b.
26- Zuhruf, 43/45. '
27- bkz. Ibn Kesir, Tefsir, c. IV, s. 129.
28- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 109-110.
29- Bu husustaki hadisler için bkz. Buhârî, Sahih, Salât, l, c. I, s. 91-92; Enbiyâ, 5, c. IV, s. 106-107; Müslim.Sahih.lman, 74, c.I,s.l48; Fezâil,42,c.IV,s.l845; Nesâî, Sünen, Kıyâmu'1-Leyl, 15, c. m, s. 215; A-b. Hanbel, Müsned, c. ffl, s. 120, 248; c. V. s. 59,143.
30- Ebu Davud, Sünen, Sünne, 17, c. W, s. 226.
31- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 110-113.
32- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 8; Rodosîzâde, a.g.e, v. 8 b; Vücûdî, Muhammed b. Abdulaziz, Ahvâl-i âlem-i Berzah, v. 9 a, elyazma, ist. Süleymaniye.Küt. Halef Ef. Böl. Nr. 237.
33- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 29; Rodosîzade, a.g.e, v. 39 b.
34- Erzurumlu ibrahim Hakkı, Mârifetname, c. I, s. 60.
(bk. Prof. Dr. Süleyman TOPRAK, Kabir Hayatı, s. 247-258)
Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
20 Ağustos 2016 Cumartesi
Peygamberimizin günlük sünnetleri, davranışları hal ve hareketleri
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
1-Selamı yaymak ,selam kelamdan önce gelir.
(Eve girince ilk iş selam vermek olmalıdır ev halkına ev boş olsa bile selam verilmelidir,
selamla birlikte samimiyetle,tebessüm ederek musafahada bulunmak.)
2-Yemekten önce elleri yıkamak.
3-Yemeğe besmele ile başlamak.
4-Hayırlı işlerde sağ tarafı ,adi işlerde sol tarafı kullanmak.
5-Yemekte tabağın kendi önümüze gelen tarafından yemek.
6-Yerde sofra bezinin üzerinde yemek .
7-Yemeğe sofradakiler ile beraber başlamak.
8-Tabağına az yemek alıp ,tabağında artık bırakmamak.
9-Acıkmadıkça yememek ,tam doymadan yemeği bırakmak.
10-Sofrada sağ dizi dikip ,sol dizi yatırmak.
11-İlmiyle adil din adamları ile Adil devlet başkanlarının eli öpülür ,beşeri hisleri fade olmuş yaşlı hanımlara selam verilebilir ,gerekirse eli de öpülebilir.Yeter ki fitneye sebep olmasın.
12-Hediyeleşmek ,gelen hediyeye daha güzeliyle karşılık vermek.
13-Az gülmek ,kahkaha ile gülmemek ,tebessüm ederek gülmek,mütebessim olmak.
14-Çoğu zaman susmak ,tefekkür etmek,ihtiyaç olunca konuşmak.
15-Tane tane ,orta bir ses tonuyla konuşmak.Çok mühim şeyleri (özellikle duada) 3 defa tekrar etmek.
16-Konuşmaya Allah’ın adıyla başlayıp bitirmek.
17-Nefsi ve dünyalık bir konu için öfkelenmemek .
18-Doğru sözle şaka ve mizah yapmak.
19-Boş işler ile uğraşmamak.
20-Yatağa girildiğinde;avuçları açık bir şekilde birleştirerek ihlas,felak ,nas surelerini okuyarak avucunun içine üfleyip vücudu sıvazlamak ,bunu 3 defa tekrarlamak.
21-Yatağa yatınca sağ tarafına yatmak ,sağ yanağını sağ avucunun içine koymak ve günün muhasebesini yapmak.
22-Yüzükoyun yatmamak.
23-Beyaz ve yeşil giymek.
24-Mest giymek.
25-Takke ve sarıkla başı örtüp öyle namaza başlamak.
26-Sarımsak ve soğan kokusuyla mescid ve camilere girmemek.
27-Üzerinde kudsi kelimeler ve ayetler yazılı eşya ile tuvalet ve pis yerlere girmemek.
28-Misafire elinde bulunandan ikram etmek.Misafir ve ziyaretçileri temiz bir kıyafetle karşılamak.
29-Davete icabet etmek ve gelen hediyeleri kabul etmek.
30-Sessiz ağlamak.
31-Kıyafetleri çıkarınca katlamak.
32-Sevdiği birisine ,sevdiğini söylemek.
33-Çocukların başını okşamak.
34-Sohbet etmek.
35-Affetmek.
36-Alçak gönüllü olmak.
37-Alışverişte pazarlık yapmak.
38-Çalışkan olmak.
39-Yapılan iyiliğe karşılık teşekkür etmek.
40-Yemeklerin ağzını kapalı tutmak.
41-Yünlü güzel elbiseler giymek.
42-Çok uzun giyinmemek.
43-Çatlak bardaktan su içmemek.
44-Ölümü hatırlamak.
45-Yoldaki engeli kaldırmak ve ayağa takılabilecek şeyleri kenara koymak.
46-Ezanı dinlemek.
47-Yemeğe tuzla başlamak.
48-Düzenli olmak.
49-Yemeği iki öğün yemek.
50-Yemekten ve su içtikten sonra “elhamdülillah” demek.
51-Yemeğin ortasında yemek duası etmek.
52-Sofraya büyüklerden önce oturmamak.
53-Sofraya dökülen kırıntıları sağ elinin şehadet parmağıyla yemek.
54-Sofrada yeşillik ve sirke bulundurmak.
55-Ekmeği elle bölmek.
56-Midenin üçte birini yemekle ,üçte birini su ile ,üçte birini ise havayla doldurmak.
57-Yemekte güzel şeylerden konuşmak.
58-Yemek yerken kendi önünden yemek ve başkalarının yediğine bakmamak.
59-Sıcak yemeği üflemeden yemek.
60-Paylaşırken çok olanı diğerine vermek.
61-Kötülüğe karşı iyilik ile mukabele etmek.
62-Aksırınca sesi az yükseltip “Elhamdülillah” demek.Böyle diyene “Yerhamükallah” demek.Bizedediklerinde “Yehdina ve Yehdikümullah” diye cevap vermek.
63-Esnemeyi mümkün olduğunca gizlemek.Ağzı elle kapayarak gidermeye gayret etmek.Ne zaman esneme gelirse ,ayakta iken sağ ,diğer ellerde iken sol elin tersi ile ağzı kapatmak münasip olur.
64-Kapıyı 3 defa vurmak ,cevap verilmezse geri dönüp gitmek.”Kim o ?” diye sorulduğunda “benim” dememek kendimizi açık bir şekilde tanıtmak ve maksadımızı belirtmek.Kapının tam karşısında durup içeriyi gözleme durumunda bulunmamak. Biraz kenarda durarak, ailedeki mahremiyeti görmekten içtinap etmek.
65-Ayakta bevletmemek. Tuvalette idrar saçıntısından, korunmak. Hadiste kabir azabının çoğunun idrar saçıntısından İleri geldiği bildirilmiştir. Tuvalete ihtiyaç için oturduğu vakit ön ve arkanın kıbleye Karşı dönük olmaması gerekir.
66-Banyo yapılan yere bevletmemek ,çünkü vesvesenin çoğu bundandır.
67-İnsanların istifade ettiği gölgeliklere, yol ve yol kenarlarına, Çeşme ve pınarlara bevletmemek, pisletmemek ve de tükürmemek. Hadiste, bunu yapanların lanetlenmesinden korkulacağı bildirilmiştir.
68-Yolda yürürken konuşmamak.
69-Cuma günü tırnak kesmek.Tırnak kesmeye şehadet parmağından başlamak.
70-Her cuma sadaka vermek.
71-Suyu üç yudumda içmek.
72-Bir şey yerken 3 parmakla yemek.
73-Orucu su veya hurma ile açmak.
74-Misafirliğe giderken tatlı götürmek.
75-Banyo ve tuvalete tükürmemek.
76-Hasta ve yaşlıları ziyaret etmek.
77-Meyvenin çekirdeğini sol elle çıkarmak.
78-Yüzme öğrenmek ve ok atmayı bilmek.
79-İnsanları yüzüne karşı övmemek.
80-Sabah kalkınca 3 kere burnunu sümkürmek.
81-Ayakkabıları düzüne çevirip giyinmek.
82-Yemek tabağının dibini sıyırmak.
83-Mezar başlarını okumamak.
84-Toplulukta gizli konuşmamak.
85-Kapıya gelen çocuğa bir şey vermek.
86-Yemekten sonra tatlı yemek.
87-Misafire hoşaf ikram etmek.
88-Arabaya binince “3 kere elhamdülillah, 3 kere allahu ekber, 1 kerede la ilahe illallah” demek.
89-Her gün 100 kere “Estağfirullah” demek.
90-Öğle uykusu uyumak.
91-Gülsuyu kullanmak.
92-Sıla-i Rahîm yapmak (akraba ziyareti).”Akrabayla alakayı Kesen bir kimsenin bulunduğu meclise Allah’ın rahmeti inmez.”
93-Her gece göze sürme çekmek.
94-Misvak kullanmak.
95-Gusülden sonra 2 rekat namaz kılmak.
96-Cuma gününde et yemek.
97-Tesbihat yapmak.
98-Kabristana selam vermek.
99-Emin ve Muttaki insanlarla istişare etmek, neticedeki karara tevekkülle uymak.
100-Kasık ve koltuk altı temizliğine titizlik göstermek. Buraları tıraş etmelidir.Buralardan ayrılan parçalar temizken ayrılmasına da dikkat etmeli ve cünüp iken bu tür temizlik caiz olmayıp sünnete uygun değildir.
101-Büyük ve umumi banyolarda tesettürle yıkanmalı, peştamal kullanılmalı.
102-Cömertlik. “Cömert Allah’a yakın, cimri Allah’a uzaktır. Cömertlik kokusu cennette olan bir ağacın dünyaya sarkmış dalıdır. Kim o dala tutunursa o dal onu cennete çeker.”
103-Bir yakını vefat eden Müslüman kardeşini teselli ederek taziyede bulunmak. “Allah merhuma rahmet etsin.” Şeklinde dua yapılır. Taziye ziyareti üç gün içinde yapılır. Üç günden sonraki ziyaretlerde vefatı hatırlatıp hüznü deşmek uygun olmaz. Evinden cenaze çıkan kimseler üzüntüden dolayı yemek hazırlayıp sofra kuramazlar. Bunun için vefalı komşular bir müddet arifesinde yemek getirirler bir araya gelirler. Böylece hüzünlerine ortak olduklarını fiilen göstermiş olurlar. Cenaze sahibi üç gün kendisine kolayca erişilebilecek bir ortam hazırlar ve böylece kardeşlerinin taziyede bulunabilmelerine imkan tanınmış olur.
104-Borçlanmalarda durumu yazıyla bir şahitle tevsik etmek. Böyle bir tedbir bilmek istiyorum ve bilmek itimatsızlık sayılmaz. Anlaşmalarda değişik tevil ve tefsirlere yol açacak boşluklar bırakılmamalıdır. Durumu net olarak tespit etmek lazımdır.
105-Anne-babaya itaat etmek, onlara ihsanda bulunmak, kalplerini kırmamak ve hayır dualarını almak.
106-Zemzem suyunu hürmeten ayakta ve kıbleye karşı dönerek içmek.
107-Sekerat halindeki hastalara “La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah.” Şeklinde telkinde bulunmak. Hastanın dudaklarını temiz ve ıslak bir bezle sulandırıp kurumamasını sağlamak. Ölüm vaki olup son nefes verilince, okumalar durdurulur ve cenazenin uzağında devam edilebilir. Çenesinin açık kalmaması için Mendil ve benzeri şeylerle başa bağlanır. Gözleri açık ise kapatılır.
108-Mevtanın ardından yüksek sesle ve çırpınarak, saç baş yolarak ağlamamak. Böyle yapmak kadere itiraz ve Cenabı Hakk’ın takdirini itham etmek olur.
109-Pazartesi-perşembe günleri oruç tutmak.
110-Gusülden sonra abdest almamak.
1-Selamı yaymak ,selam kelamdan önce gelir.
(Eve girince ilk iş selam vermek olmalıdır ev halkına ev boş olsa bile selam verilmelidir,
selamla birlikte samimiyetle,tebessüm ederek musafahada bulunmak.)
2-Yemekten önce elleri yıkamak.
3-Yemeğe besmele ile başlamak.
4-Hayırlı işlerde sağ tarafı ,adi işlerde sol tarafı kullanmak.
5-Yemekte tabağın kendi önümüze gelen tarafından yemek.
6-Yerde sofra bezinin üzerinde yemek .
7-Yemeğe sofradakiler ile beraber başlamak.
8-Tabağına az yemek alıp ,tabağında artık bırakmamak.
9-Acıkmadıkça yememek ,tam doymadan yemeği bırakmak.
10-Sofrada sağ dizi dikip ,sol dizi yatırmak.
11-İlmiyle adil din adamları ile Adil devlet başkanlarının eli öpülür ,beşeri hisleri fade olmuş yaşlı hanımlara selam verilebilir ,gerekirse eli de öpülebilir.Yeter ki fitneye sebep olmasın.
12-Hediyeleşmek ,gelen hediyeye daha güzeliyle karşılık vermek.
13-Az gülmek ,kahkaha ile gülmemek ,tebessüm ederek gülmek,mütebessim olmak.
14-Çoğu zaman susmak ,tefekkür etmek,ihtiyaç olunca konuşmak.
15-Tane tane ,orta bir ses tonuyla konuşmak.Çok mühim şeyleri (özellikle duada) 3 defa tekrar etmek.
16-Konuşmaya Allah’ın adıyla başlayıp bitirmek.
17-Nefsi ve dünyalık bir konu için öfkelenmemek .
18-Doğru sözle şaka ve mizah yapmak.
19-Boş işler ile uğraşmamak.
20-Yatağa girildiğinde;avuçları açık bir şekilde birleştirerek ihlas,felak ,nas surelerini okuyarak avucunun içine üfleyip vücudu sıvazlamak ,bunu 3 defa tekrarlamak.
21-Yatağa yatınca sağ tarafına yatmak ,sağ yanağını sağ avucunun içine koymak ve günün muhasebesini yapmak.
22-Yüzükoyun yatmamak.
23-Beyaz ve yeşil giymek.
24-Mest giymek.
25-Takke ve sarıkla başı örtüp öyle namaza başlamak.
26-Sarımsak ve soğan kokusuyla mescid ve camilere girmemek.
27-Üzerinde kudsi kelimeler ve ayetler yazılı eşya ile tuvalet ve pis yerlere girmemek.
28-Misafire elinde bulunandan ikram etmek.Misafir ve ziyaretçileri temiz bir kıyafetle karşılamak.
29-Davete icabet etmek ve gelen hediyeleri kabul etmek.
30-Sessiz ağlamak.
31-Kıyafetleri çıkarınca katlamak.
32-Sevdiği birisine ,sevdiğini söylemek.
33-Çocukların başını okşamak.
34-Sohbet etmek.
35-Affetmek.
36-Alçak gönüllü olmak.
37-Alışverişte pazarlık yapmak.
38-Çalışkan olmak.
39-Yapılan iyiliğe karşılık teşekkür etmek.
40-Yemeklerin ağzını kapalı tutmak.
41-Yünlü güzel elbiseler giymek.
42-Çok uzun giyinmemek.
43-Çatlak bardaktan su içmemek.
44-Ölümü hatırlamak.
45-Yoldaki engeli kaldırmak ve ayağa takılabilecek şeyleri kenara koymak.
46-Ezanı dinlemek.
47-Yemeğe tuzla başlamak.
48-Düzenli olmak.
49-Yemeği iki öğün yemek.
50-Yemekten ve su içtikten sonra “elhamdülillah” demek.
51-Yemeğin ortasında yemek duası etmek.
52-Sofraya büyüklerden önce oturmamak.
53-Sofraya dökülen kırıntıları sağ elinin şehadet parmağıyla yemek.
54-Sofrada yeşillik ve sirke bulundurmak.
55-Ekmeği elle bölmek.
56-Midenin üçte birini yemekle ,üçte birini su ile ,üçte birini ise havayla doldurmak.
57-Yemekte güzel şeylerden konuşmak.
58-Yemek yerken kendi önünden yemek ve başkalarının yediğine bakmamak.
59-Sıcak yemeği üflemeden yemek.
60-Paylaşırken çok olanı diğerine vermek.
61-Kötülüğe karşı iyilik ile mukabele etmek.
62-Aksırınca sesi az yükseltip “Elhamdülillah” demek.Böyle diyene “Yerhamükallah” demek.Bizedediklerinde “Yehdina ve Yehdikümullah” diye cevap vermek.
63-Esnemeyi mümkün olduğunca gizlemek.Ağzı elle kapayarak gidermeye gayret etmek.Ne zaman esneme gelirse ,ayakta iken sağ ,diğer ellerde iken sol elin tersi ile ağzı kapatmak münasip olur.
64-Kapıyı 3 defa vurmak ,cevap verilmezse geri dönüp gitmek.”Kim o ?” diye sorulduğunda “benim” dememek kendimizi açık bir şekilde tanıtmak ve maksadımızı belirtmek.Kapının tam karşısında durup içeriyi gözleme durumunda bulunmamak. Biraz kenarda durarak, ailedeki mahremiyeti görmekten içtinap etmek.
65-Ayakta bevletmemek. Tuvalette idrar saçıntısından, korunmak. Hadiste kabir azabının çoğunun idrar saçıntısından İleri geldiği bildirilmiştir. Tuvalete ihtiyaç için oturduğu vakit ön ve arkanın kıbleye Karşı dönük olmaması gerekir.
66-Banyo yapılan yere bevletmemek ,çünkü vesvesenin çoğu bundandır.
67-İnsanların istifade ettiği gölgeliklere, yol ve yol kenarlarına, Çeşme ve pınarlara bevletmemek, pisletmemek ve de tükürmemek. Hadiste, bunu yapanların lanetlenmesinden korkulacağı bildirilmiştir.
68-Yolda yürürken konuşmamak.
69-Cuma günü tırnak kesmek.Tırnak kesmeye şehadet parmağından başlamak.
70-Her cuma sadaka vermek.
71-Suyu üç yudumda içmek.
72-Bir şey yerken 3 parmakla yemek.
73-Orucu su veya hurma ile açmak.
74-Misafirliğe giderken tatlı götürmek.
75-Banyo ve tuvalete tükürmemek.
76-Hasta ve yaşlıları ziyaret etmek.
77-Meyvenin çekirdeğini sol elle çıkarmak.
78-Yüzme öğrenmek ve ok atmayı bilmek.
79-İnsanları yüzüne karşı övmemek.
80-Sabah kalkınca 3 kere burnunu sümkürmek.
81-Ayakkabıları düzüne çevirip giyinmek.
82-Yemek tabağının dibini sıyırmak.
83-Mezar başlarını okumamak.
84-Toplulukta gizli konuşmamak.
85-Kapıya gelen çocuğa bir şey vermek.
86-Yemekten sonra tatlı yemek.
87-Misafire hoşaf ikram etmek.
88-Arabaya binince “3 kere elhamdülillah, 3 kere allahu ekber, 1 kerede la ilahe illallah” demek.
89-Her gün 100 kere “Estağfirullah” demek.
90-Öğle uykusu uyumak.
91-Gülsuyu kullanmak.
92-Sıla-i Rahîm yapmak (akraba ziyareti).”Akrabayla alakayı Kesen bir kimsenin bulunduğu meclise Allah’ın rahmeti inmez.”
93-Her gece göze sürme çekmek.
94-Misvak kullanmak.
95-Gusülden sonra 2 rekat namaz kılmak.
96-Cuma gününde et yemek.
97-Tesbihat yapmak.
98-Kabristana selam vermek.
99-Emin ve Muttaki insanlarla istişare etmek, neticedeki karara tevekkülle uymak.
100-Kasık ve koltuk altı temizliğine titizlik göstermek. Buraları tıraş etmelidir.Buralardan ayrılan parçalar temizken ayrılmasına da dikkat etmeli ve cünüp iken bu tür temizlik caiz olmayıp sünnete uygun değildir.
101-Büyük ve umumi banyolarda tesettürle yıkanmalı, peştamal kullanılmalı.
102-Cömertlik. “Cömert Allah’a yakın, cimri Allah’a uzaktır. Cömertlik kokusu cennette olan bir ağacın dünyaya sarkmış dalıdır. Kim o dala tutunursa o dal onu cennete çeker.”
103-Bir yakını vefat eden Müslüman kardeşini teselli ederek taziyede bulunmak. “Allah merhuma rahmet etsin.” Şeklinde dua yapılır. Taziye ziyareti üç gün içinde yapılır. Üç günden sonraki ziyaretlerde vefatı hatırlatıp hüznü deşmek uygun olmaz. Evinden cenaze çıkan kimseler üzüntüden dolayı yemek hazırlayıp sofra kuramazlar. Bunun için vefalı komşular bir müddet arifesinde yemek getirirler bir araya gelirler. Böylece hüzünlerine ortak olduklarını fiilen göstermiş olurlar. Cenaze sahibi üç gün kendisine kolayca erişilebilecek bir ortam hazırlar ve böylece kardeşlerinin taziyede bulunabilmelerine imkan tanınmış olur.
104-Borçlanmalarda durumu yazıyla bir şahitle tevsik etmek. Böyle bir tedbir bilmek istiyorum ve bilmek itimatsızlık sayılmaz. Anlaşmalarda değişik tevil ve tefsirlere yol açacak boşluklar bırakılmamalıdır. Durumu net olarak tespit etmek lazımdır.
105-Anne-babaya itaat etmek, onlara ihsanda bulunmak, kalplerini kırmamak ve hayır dualarını almak.
106-Zemzem suyunu hürmeten ayakta ve kıbleye karşı dönerek içmek.
107-Sekerat halindeki hastalara “La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah.” Şeklinde telkinde bulunmak. Hastanın dudaklarını temiz ve ıslak bir bezle sulandırıp kurumamasını sağlamak. Ölüm vaki olup son nefes verilince, okumalar durdurulur ve cenazenin uzağında devam edilebilir. Çenesinin açık kalmaması için Mendil ve benzeri şeylerle başa bağlanır. Gözleri açık ise kapatılır.
108-Mevtanın ardından yüksek sesle ve çırpınarak, saç baş yolarak ağlamamak. Böyle yapmak kadere itiraz ve Cenabı Hakk’ın takdirini itham etmek olur.
109-Pazartesi-perşembe günleri oruç tutmak.
110-Gusülden sonra abdest almamak.
https://selamyayankiz.wordpress.com/sunnet-i-seniyye/
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
19 Ağustos 2016 Cuma
Kaza namazları ne zaman ve nasıl kılınır? Sünnetler de kaza edilir mi?
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
Farz bir namazı vaktinde kılmaya eda, vakti geçtikten sonra kılmaya kaza, bozulan bir namazı tekrar kılmaya da iade denir.
Bir namaz ya bile bile kasden kılınmayıp kazaya bırakılır veya bir özürden dolayı kazaya kalır. Bir vakit namazı kasdî olarak kılmayıp kazaya bırakmak büyük bir günahtır. Böyle bir hareketten uzak durmalıdır. Bu çeşit bir hatanın işlenmesi durumunda, bir an önce kaza edilmeli, borçtan kurtulmalıdır. Çünkü ölümün ne zaman gelip çatacağı belli olmaz. Ölüm gelip de hazırlıksız yakalarsa, âhirete borçlu olarak gidilmiş olur.
Bu şekilde kılınmayan bir namaz, her ne kadar kaza edilmekle borçtan kurtulunmuş olunsa da işlenen günah için ayrıca tövbe istiğfar edip, Allah'tan af dilemek lâzımdır. Bunun için hem kaza hem de tövbe edilmelidir.
Unutmak, uyku veya meşru bir mazeretten dolayı vaktinde kılınamayan namazlar da hatırlandığı veya meşru özür geçtikten sonra, fazla vakit geçirmeden kaza edilmelidir.
Bazı özürler vardır ki, bu hallerde kılınmayan namazlar daha sonra kaza edilmezler.Kadınların âdet ve lohusalık hali, beş vakit devam eden sar'a veya cinnet hali bu çeşit özürlerdendir. Zaten âdet gören ve lohusa olan kadının namaz kılması caiz olmayıp haramdır.
Vakti içinde kılınmayan beş vakit namazın kazası farz, vitir namazının kazası vacip,sünnetin kazası da sünnettir. Kazası sünnet olan, yalnız sabah namazının sünnetidir.Günün sabah namazı kazaya kalmış ise, öğleye kadar kılınınca farzıyla birlikte sünneti de kaza edilir; öğleden sonraya kalınca sünnet kılınmaz, sadece farz kaza edilir.
Zamanında kılınamayan bazı vakit sünnetleri de daha sonra kılınarak kaza edilir.Meselâ, cemaate yetişmek için öğle namazının ilk sünneti kılınamadığı takdirde, farzı kılıp iki rekât sünnetten sonra ayrıca kılınır. Cuma namazının ilk sünneti hutbeden önce kılınamadığı zaman, yine cumanın iki rekât farzından sonra kaza edilerek kılınır, îki rekât kılınarak yarıda bırakılan öğlenin ve cumanın ilk sünnetleri, aynen bu şekilde dört rekât olarak kaza edilir. Bu sünnetlerin dışındaki diğer vakit namazlarının sünnetleri kılınmadıkları zamanlar kaza edilmezler. Meselâ ikindi ve yatsı namazının sünnetleri farzdan önce kılınmadıkları zaman daha sonra kılınmazlar.
Kaza namazları, ne şekilde kazaya kalmış ise aynı şekilde kılınacaktır. Sabah iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört ve vitir üç rekat olarak kaza edilir.
Her kaza namazı için belirli bir zaman veya mekân tayin edilmez. Yani "ikindi namazının kazası ikindi vaktinde kılınır" diye bir sınır yoktur. İstediğiniz zamanda kılınabilir. Kaza namazını kılarken "ikindi namazının yatsıdan önce veya öğlenin sabahtan sonra kılınması gerekir" gibi bir şart da yoktur.
Fakat kerahet vakti dediğimiz zamanlarda kılınmamasına dikkat edilir. Bu vakitler de güneş doğduktan 45 dk sonraya, güneş batmadan 45 dk. önceye kadar ve güneş tam tepede olduğu zaman (öğle vaktinin 30 dk. öncesinden öğle namazı vakti girişine kadar) namaz kılınması hoş görülmemiştir. Bunların dışındaki bütün zamanlarda kaza namazı kılınabilir.
- Kaza namazları nasıl kılınır?
Vaktinde kılamayıp kazaya kalan namazları altı vakti bulan veya daha çok olan bir kimse, kaza namazları arasında bir sıra gözetmediği gibi, kaza namazları ile vakit namazları arasında da bir sıra takibi yapmaz. Namaz kılmanın mekruh olduğu üç kerahet vaktinin dışında, istediği ve müsait olduğu her zaman kılabilir. Çünkü kaza namazları için belli bir vakit yoktur. Meselâ, vaktinde kılınamamış olan bir ikindi namazı yatsıdan sonra, bir yatsı namazı da öğleden sonra kılınabilir.
Kaza namazlarını kılarken vakti belirlemeye gerek yoktur. Bu çok zor olacağından kolay olanı yapmak daha uygundur. Bir kaza namazı şöyle niyet edilerek kılınır:
Meselâ: "Niyet ettim Allah rızası için, vaktine yetişip de kılamadığım ilk öğle namazını"yahut "son öğle namazını kılmaya." Böylece kazaya kalmış olan namazlar, ya ilk kazaya kalmış olanından başlanmış olur veya en son kazaya kalmış olanından başlanmış olur ki, her iki halde de belli bir düzene göre geçmiş namazlar kılınarak azalmış olur.
Daha kolay olması bakımından "Üzerimde olan bir öğle veya ikindi namazını kaza ediyorum" şeklinde niyet etmek de yeterlidir.
Bir vaktin namazı kaza edileceği zaman önce bir ezan okunur, sonra ikamet getirilerek kılınır.(erkekler için geçerli)
Mehmet Paksu-Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Farz bir namazı vaktinde kılmaya eda, vakti geçtikten sonra kılmaya kaza, bozulan bir namazı tekrar kılmaya da iade denir.
Bir namaz ya bile bile kasden kılınmayıp kazaya bırakılır veya bir özürden dolayı kazaya kalır. Bir vakit namazı kasdî olarak kılmayıp kazaya bırakmak büyük bir günahtır. Böyle bir hareketten uzak durmalıdır. Bu çeşit bir hatanın işlenmesi durumunda, bir an önce kaza edilmeli, borçtan kurtulmalıdır. Çünkü ölümün ne zaman gelip çatacağı belli olmaz. Ölüm gelip de hazırlıksız yakalarsa, âhirete borçlu olarak gidilmiş olur.
Bu şekilde kılınmayan bir namaz, her ne kadar kaza edilmekle borçtan kurtulunmuş olunsa da işlenen günah için ayrıca tövbe istiğfar edip, Allah'tan af dilemek lâzımdır. Bunun için hem kaza hem de tövbe edilmelidir.
Unutmak, uyku veya meşru bir mazeretten dolayı vaktinde kılınamayan namazlar da hatırlandığı veya meşru özür geçtikten sonra, fazla vakit geçirmeden kaza edilmelidir.
Bazı özürler vardır ki, bu hallerde kılınmayan namazlar daha sonra kaza edilmezler.Kadınların âdet ve lohusalık hali, beş vakit devam eden sar'a veya cinnet hali bu çeşit özürlerdendir. Zaten âdet gören ve lohusa olan kadının namaz kılması caiz olmayıp haramdır.
Vakti içinde kılınmayan beş vakit namazın kazası farz, vitir namazının kazası vacip,sünnetin kazası da sünnettir. Kazası sünnet olan, yalnız sabah namazının sünnetidir.Günün sabah namazı kazaya kalmış ise, öğleye kadar kılınınca farzıyla birlikte sünneti de kaza edilir; öğleden sonraya kalınca sünnet kılınmaz, sadece farz kaza edilir.
Zamanında kılınamayan bazı vakit sünnetleri de daha sonra kılınarak kaza edilir.Meselâ, cemaate yetişmek için öğle namazının ilk sünneti kılınamadığı takdirde, farzı kılıp iki rekât sünnetten sonra ayrıca kılınır. Cuma namazının ilk sünneti hutbeden önce kılınamadığı zaman, yine cumanın iki rekât farzından sonra kaza edilerek kılınır, îki rekât kılınarak yarıda bırakılan öğlenin ve cumanın ilk sünnetleri, aynen bu şekilde dört rekât olarak kaza edilir. Bu sünnetlerin dışındaki diğer vakit namazlarının sünnetleri kılınmadıkları zamanlar kaza edilmezler. Meselâ ikindi ve yatsı namazının sünnetleri farzdan önce kılınmadıkları zaman daha sonra kılınmazlar.
Kaza namazları, ne şekilde kazaya kalmış ise aynı şekilde kılınacaktır. Sabah iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört ve vitir üç rekat olarak kaza edilir.
Her kaza namazı için belirli bir zaman veya mekân tayin edilmez. Yani "ikindi namazının kazası ikindi vaktinde kılınır" diye bir sınır yoktur. İstediğiniz zamanda kılınabilir. Kaza namazını kılarken "ikindi namazının yatsıdan önce veya öğlenin sabahtan sonra kılınması gerekir" gibi bir şart da yoktur.
Fakat kerahet vakti dediğimiz zamanlarda kılınmamasına dikkat edilir. Bu vakitler de güneş doğduktan 45 dk sonraya, güneş batmadan 45 dk. önceye kadar ve güneş tam tepede olduğu zaman (öğle vaktinin 30 dk. öncesinden öğle namazı vakti girişine kadar) namaz kılınması hoş görülmemiştir. Bunların dışındaki bütün zamanlarda kaza namazı kılınabilir.
- Kaza namazları nasıl kılınır?
Vaktinde kılamayıp kazaya kalan namazları altı vakti bulan veya daha çok olan bir kimse, kaza namazları arasında bir sıra gözetmediği gibi, kaza namazları ile vakit namazları arasında da bir sıra takibi yapmaz. Namaz kılmanın mekruh olduğu üç kerahet vaktinin dışında, istediği ve müsait olduğu her zaman kılabilir. Çünkü kaza namazları için belli bir vakit yoktur. Meselâ, vaktinde kılınamamış olan bir ikindi namazı yatsıdan sonra, bir yatsı namazı da öğleden sonra kılınabilir.
Kaza namazlarını kılarken vakti belirlemeye gerek yoktur. Bu çok zor olacağından kolay olanı yapmak daha uygundur. Bir kaza namazı şöyle niyet edilerek kılınır:
Meselâ: "Niyet ettim Allah rızası için, vaktine yetişip de kılamadığım ilk öğle namazını"yahut "son öğle namazını kılmaya." Böylece kazaya kalmış olan namazlar, ya ilk kazaya kalmış olanından başlanmış olur veya en son kazaya kalmış olanından başlanmış olur ki, her iki halde de belli bir düzene göre geçmiş namazlar kılınarak azalmış olur.
Daha kolay olması bakımından "Üzerimde olan bir öğle veya ikindi namazını kaza ediyorum" şeklinde niyet etmek de yeterlidir.
Bir vaktin namazı kaza edileceği zaman önce bir ezan okunur, sonra ikamet getirilerek kılınır.(erkekler için geçerli)
Birden fazla kaza namazı kılınacağı zaman da hepsi için bir ezan kâfi gelirken, her farz namazı için ayrı ayrı ikamet getirmek sünnettir.
Kazaya kalmış olan namazların kaç vakit olduğunu kesin olarak bilemeyen kimse, galip tahminine göre hareket eder. Sayı bakımından tam bir tahmin yapamıyorsa, üzerinde kaza namazı kalmadığı kanaatine varıncaya kadar kılar.
Aynı namazları kazaya kalmış olan kişiler, bu namazı cemaatle kılabilirler. Fakat farklı farklı namazları kılmaya kalkanlar tek bir cemaat olamazlar; ayrı ayrı kılmalarıgerekir.
Kaza namazlarını, mümkünse evde kılmayı tercih etmelidir. Şayet bu namazlar mazeretsiz olarak kazaya bırakılmışsa, bir günah sayılacağından bunu teşhir etmek uygun olmaz...
Kazaya kalmış olan namazların kaç vakit olduğunu kesin olarak bilemeyen kimse, galip tahminine göre hareket eder. Sayı bakımından tam bir tahmin yapamıyorsa, üzerinde kaza namazı kalmadığı kanaatine varıncaya kadar kılar.
Aynı namazları kazaya kalmış olan kişiler, bu namazı cemaatle kılabilirler. Fakat farklı farklı namazları kılmaya kalkanlar tek bir cemaat olamazlar; ayrı ayrı kılmalarıgerekir.
Kaza namazlarını, mümkünse evde kılmayı tercih etmelidir. Şayet bu namazlar mazeretsiz olarak kazaya bırakılmışsa, bir günah sayılacağından bunu teşhir etmek uygun olmaz...
Mehmet Paksu-Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
18 Ağustos 2016 Perşembe
MÜMİNİN MESELİ-Faruk Beşer
Mesel; benzer, örnek, misal demek. Resulüllah'ın hadisi şeriflerinde “müminin meseli şudur”diye başlayan bir hayli şerefli sözleri ve böyle benzetmeleri vardır. Onlardan zayıf olmayan bir kaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Müminin meseli arıdır. Yani mümin arı gibidir.Yerse temizini yer, bırakırsa temizini bırakır. Cılız bir çöpe konsa bile onu incitip kırmaz…”.
Bu hadisi şerifte müminin arıya hangi bakımdan benzediği söyleniyor, ama arıya benzetilmesinin başka sebepleri de olabilir. Neden özellikle arı? Çünkü arı:
Kendisine gelen vahye göre hareket eder. Ondan asla dışarı çıkmaz. Kuranıkerim'de bütün yeryüzüne vahdildiği söylenmekle beraber özellikle arıya vahyedildiğinin vurgulanması onun bu vahiy ile hareket etmesinin çok belirgin ve her aklıselim tarafından anlaşılabilir düzeyde açık olması sebebiyle olsa gerektir.
“Arı gireceği yola Rabbinin izniyle girer, ürettiği bal bütün insanlar için şifadır” (Nahl 16/68, 69), yani GDO lu değildir....
...Arının hayatında tam bir ihlas örneği vardır.Kimse işini kimse için yapmaz, onun Rabbinin vahyine uymaktan başka hedefi yoktur. İbn Kayyim'in dediği gibi ihlas; kişinin yaptığı işe Allah'tan başka şahit, O'ndan başka ödüllendirici aramamasıdır. İşte arı tam da böyledir.
Arı şu tehlikelerden şiddetle kaçınır: Karanlık, sis, rüzgâr, duman ve yağmur. İbnü'l-Esîr'in dediği gibi insan da bunlara mukabil şu tehlikelerden sakınmalıdır: Gaflet karanlığı, şüphe bulutları, fitne rüzgârları, haram dumanları, riya yağmurları…
Ve diğer hadisi şerifler:
“Müminin meseli altındır/mümin altın gibidir;ateşe koyup körük çeksen kızarır, ama çıkarıp tartsan asla eksik gelmez”. Bu ne demek olabilir? Mümin de fitnelere ve tahriklere maruz kalabilir. Ama ahlakından ve değerinden hiçbir şey kaybetmez. Bu hadis bir önceki hadisi şerifin devamdır.
“Mümin başak gibidir; rüzgâr onu eğer ama o hemen kalkar doğrulur. Kâfir ise çam ağacı gibidir. Dimdik durur ama bir devrildi mi bir daha kalkıp kendine gelemez”. Benzer bir hadisi şerifte “mümin ekin gibidir, bela ve musibetler onu sarsar ama o yine kalkıp doğrulur…” denmiş olması bunun aynı zamanda açıklamasıdır.
“Müminin imanla ilişkisi, atın bağlandığı halka ile ilişkisi gibidir. At halkasından sıyrılır, dönüp dolaşır ama yine ona gelir. Mümin de hata edebilir, ama döner ve tövbe edip eski haline gelir”...
...“Günah işleyen ve ardından iyilikler yapan mümin dar ve boğucu bir gömlek giyen adam gibidir. Her bir iyilik yaptığında onun bir düğmesi açılır, sonra öbürü, sonra öbürü, derken genişliğe çıkar”.
“Müminin kendi eceli ile meseli ise şudur: Üç dostu olan bir adam düşünün; biri malıdır, ben seninim, dilediğini al götür dilediğini bırak der. Diğeri akrabasıdır, senin yanındayız ama ölürsen senden ayrılırız der. Üçüncüsü amelidir; ben hep seninle beraberim, hayatında da ölümünden sonra da birlikteyiz der”.
Yazının tamamı için:
17 Ağustos 2016 Çarşamba
Dibi delik kovaya su dolmaz-Hayrettin Karaman
Hayrettin Karaman'ın Allah'a ve ahirete iman etmeyenlerle ilgili yazısını okumanızı tavsiye ederim.
Allah'a ve ahirete iman etmeyenlerin dünya hayatı bakımından kendilerine veya başkalarına faydalı olan işleri ve eserleri, ebedî hayatımızdaki geçerlik ve fayda bakımından dibi delik bir kovaya su doldurmaya benzer; ömür boyu doldursalar onu alıp gideceklerinde bir de bakarlar ki, kova bomboş...
...Hak dine inanmayanlar Allah'a ve ahirete de inanmazlar, bunların bir kısmı başkalarının inancına saygılıdır, bazıları ise kendilerini akıllı ve aydın, iman edenleri ise akılsız ve cahil olarak bilir, böyle değerlendirir, hatta onlarla alay ederler. Onları dünyada mutlu eden ve güvendikleri şeyler dostları, güçlü koruyucuları, faydalı işleri ve eserleri sebebiyle onları öven, isimlerini sözde ebedileştiren çevreleridir. Halbuki bunların tamamı dünyada kalır, ne dünya ebedîdir ne de dünyada ve dünya için yapılanlar; ebedî ve ebediyette değeri olan birinci kalb ameli imandır ve ondan sonra da müminin Allah rızası için yapıp ettikleridir. Bunlar “sevab ve ecir” denilen ve ahirette geçer akçe olan değerler olarak kaydedilir, kul ebedî âleme intikal edip de hesap defteri açılınca işte bu ecirler ve sevaplar -ki, iman edenlerin Allah rızası için yaptıklarıdır- önüne çıkar, onunla ve Allah'ın lütfu ile tarif edilemez mutluluklar yurdu olan cennete girerler.
Hak dine inanmayanlar dünyada kendilerine veya başkalarına faydalı olan şeyler yapmış olurlarsa bunların karşılığını dünyada görürler: Övgü ve takdir ile anılırlar, refah içinde yaşarlar, arzularının önündeki engelleri kolayca aşarlar… Ahirete gelince, inanmasalar da orada bulunacak ve hesaba çekilecek olduklarından defterlerinin boş olduğunu göreceklerdir; çünkü onlar Allah rızası için, ahiret için, ecir ve sevap olsun diye hiçbir şey yapmamışlardır.
Allah Teâlâ hayatı ve ölümü, kulların hür iradeleriyle imkanlarını kullanıp imtihanı kazanmaları için yarattığını bildiriyor (Mülk: 67/2). İmtihan, iman ve imanlı amel ile kazanılacaktır. Kullara bütün imkanlar bu maksatla lütfedilmiştir....
...Dünyada servet ve nimet ebedî saâdetin kazanılmasına vesile oluyorsa değerlidir, olmuyorsa Allah katında hiçbir değeri yoktur....
...Hak dine inanmayanlar Allah'a ve ahirete de inanmazlar, bunların bir kısmı başkalarının inancına saygılıdır, bazıları ise kendilerini akıllı ve aydın, iman edenleri ise akılsız ve cahil olarak bilir, böyle değerlendirir, hatta onlarla alay ederler. Onları dünyada mutlu eden ve güvendikleri şeyler dostları, güçlü koruyucuları, faydalı işleri ve eserleri sebebiyle onları öven, isimlerini sözde ebedileştiren çevreleridir. Halbuki bunların tamamı dünyada kalır, ne dünya ebedîdir ne de dünyada ve dünya için yapılanlar; ebedî ve ebediyette değeri olan birinci kalb ameli imandır ve ondan sonra da müminin Allah rızası için yapıp ettikleridir. Bunlar “sevab ve ecir” denilen ve ahirette geçer akçe olan değerler olarak kaydedilir, kul ebedî âleme intikal edip de hesap defteri açılınca işte bu ecirler ve sevaplar -ki, iman edenlerin Allah rızası için yaptıklarıdır- önüne çıkar, onunla ve Allah'ın lütfu ile tarif edilemez mutluluklar yurdu olan cennete girerler.
Hak dine inanmayanlar dünyada kendilerine veya başkalarına faydalı olan şeyler yapmış olurlarsa bunların karşılığını dünyada görürler: Övgü ve takdir ile anılırlar, refah içinde yaşarlar, arzularının önündeki engelleri kolayca aşarlar… Ahirete gelince, inanmasalar da orada bulunacak ve hesaba çekilecek olduklarından defterlerinin boş olduğunu göreceklerdir; çünkü onlar Allah rızası için, ahiret için, ecir ve sevap olsun diye hiçbir şey yapmamışlardır.
Allah Teâlâ hayatı ve ölümü, kulların hür iradeleriyle imkanlarını kullanıp imtihanı kazanmaları için yarattığını bildiriyor (Mülk: 67/2). İmtihan, iman ve imanlı amel ile kazanılacaktır. Kullara bütün imkanlar bu maksatla lütfedilmiştir....
...Dünyada servet ve nimet ebedî saâdetin kazanılmasına vesile oluyorsa değerlidir, olmuyorsa Allah katında hiçbir değeri yoktur....
Yazının tamamı için:
16 Ağustos 2016 Salı
İnsanı aldanmaya götüren sebepler nelerdir?
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim
Hz. Âdem (as)'dan beri insanlar birbirilerine zıd iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir. Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalâlet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, saadetler birinci yolun; bütün çirkinlikler ve şerler ise ikinci yolun meyveleridir.
İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevkederken, nefis, his ve hevâ da ikinci yola iterler. Bunun sonucu olarak insanın iç dünyası çalkantılara ve çarpışmalara sahne olur.
Bu iç harpler bir taraftan iman, salih amel ve istikameti, diğer taraftan küfür, isyan ve anarşiyi doğururlar.
Burada insanları aldatarak yanlış yollara sevk eden ve hakikati görmelerine perde olan sebebler üzerinde duracağız.
Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:
1. YÜZEYSEL BAKIŞ VE GAFLET
İnsanları hakikattan uzaklaştıran önemli bir sebeb şu muhteşem kâinata ve onda cereyan eden harika olaylara gaflet ile, üstünkörü bir nazar ile bakmaktır.
Çölde, uzaktan bakıldığında serabın su zannedilmesi gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hurafe de gaflet ile ve basit nazar ile hakikat zannedilir. Hem uzak mesafelerden bakıldığında bir yıldız mum kadar görüldüğü gibi, bir hakikat da uzaktan temaşa edildiğinde gereği gibi idrak edilemez. Rabbanî ve İlâhî hakikatlere karşı laubali kalmak ve lâkayd davranmak, hakikatleri perdeler ve sonunda insanı aldanışa götürür. Evet, insan gaflet ve yüzeysel bakmakla bu âlemi baştanbaşa kuşatan harika nizamı, mükemmel intizamı, gözler kamaştıran güzelliği göremez. Meselâ, bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine ve düzenine bakamaz. Hava ile bütün hayat sahiplerinin emzirilmesi, gece ve gündüzün ve mevsimlerin birbiri ardı sıra, hikmetle dizilmesi, bulutlardan yağmurun sağılması, güneşten ziyanın süzülmesi gibi harika icraatı temâşâ edemez. Elementlerin bitkilerin imdadına hikmet ve rahmetle koşturulmasını, bitkilerin hayvanların yardımına gönderilmesini ve hayvanların da insanların ihtiyacına hizmet ettirilmesini ibret nazarıyla seyredemez.
Bütün tohum ve çekirdeklerden çeşit çeşit bitkilerin ve ağaçların maharetle yaratılmasını tefekkür edemez.
Her bir çiçek ve yaprağın, her bir çekirdek ve meyvenin birer sanat harikası olduğunu idrak edemez. Bütün hayvanların ayrı ayrı mahiyetlerini, birbirlerinden farklı hissiyatlarını, çeşit çeşit cihazatlarını, muntazam beslenmelerini, doğup ölmelerini düşünemez.
Ve sonuç olarak, bu âlemde tecelli eden sonsuz kudretin bir Kâdir'den, bütün varlıkları kuşatan ilmin bir Alîm'den, bütün varlıkların hikmetli ve faydalı şekillerinin bir Hakîm'den geldiğini kavrayamaz.
Binbir ismin tecelligâhı olan bu muhteşem kâinata yüzeysel olarak bakan bir insan, ondaki İlâhî hikmetleri sezemez, kavrayamaz. Cenâb-ı Hakk'ın varlık ve birliğinden, azamet ve kudretinden, saltanat ve haşmetinden gaflet eder.
2. İNSANIN YARADILIŞINDAKİ GAYE VE SIRLARI DÜŞÜNMEMEK
Bir diğer aldanma sebebi de, insanın, kendi yüksek mahiyetinden gaflet etmesi, nereden gelip, nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu düşünmemesidir.
Cenâb-ı Hak, insanı bu kâinat içinde en mümtaz bir mahiyette yaratmış, ona âlemdeki hikmetleri teftiş edebilecek bir akıl, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı ayrıt edebilecek bir vicdan, bütün ilimlere ayna olabilecek bir istidad ihsan etmiştir. Ona bütün tatlar âlemini teftiş edebilecek bir dil, güzelliklerin bütün nevilerini temâşâ edebilen bir çift göz, her çeşit nağmeleri işiten kulak lütfetmiştir.
Hak Teâlâ, mümtaz olarak yarattığı bu insanı kendisine dost ve muhatab kılmış, gönderdiği semavî kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.
İnsan kendisine verilen bu ulvî cihazların kıymetini takdir edemezse, onları ihsan eden Rabbinden gaflet eder. O’nun bir mahlûku ve san'atı olduğunu ve her an O'nun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu ve O'nun nimetleriyle beslendiğini unutur. O'na karşı yapması gereken vazifelerden yüz çevirir. Kendisini başıboş zanneder. Allah’ı tanımak için verilen bütün istidad ve kabiliyetini yerinde kullanmamakla vehimlere ve hurafelere kapılır; hem dünya hem de ahiret saadetini mahveder.
3. DÜNYANIN FANÎ ZEVKLERİNE AŞIRI BAĞLANMAK
Cenâb-ı Hak, bu dünyayı kudsî sıfatlarına ve esmâ-i hüsnâsına bir tecelligâh kılmış, ilmini, san'atını, maharetini ve hikmetini onda göstermiştir. Dünyayı, insanın ebedî hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerin gelişmesi için bir imtihan meydanı, İlâhî sanatların düşünülmesi için bir sergi salonu olarak yaratmıştır.
Dünyanın bu mahiyetinden gaflet eden insanlar, onun fanî ve aldatıcı yüzüne âşık olurlar. Ebedî hayat için verilen akıl ve kalblerini, istidad ve kabiliyetlerini onun geçici zevklerine sarfederler. Kendilerine verilen sonsuz nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiği vehmine kapılırlar. Cenab-ı Allah'ın rızâsı yerine insanların teveccühüne itibar ederler. Ahiret mükafatları yerine, dünyevî makamları arar, onlara talip olurlar. Aşırı zevk ve sarhoş edici eğlencelerle ile istikametli düşünme kabiliyetlerini zayi ederler. Gitgide bu hayat tarzlarını bir dâva haline getirirler. Uhrevî ve manevî mes'elelere önce lâkayd kalır, daha sonra bunlara cephe alma vaziyetine girerler. Sonunda, İlâhî ve Rabbani hakikatlara karşı anlayışları kısırlaşır, muhakemeleri yüzeysel kalmaya başlar. Az bir dikkat ile muhal olduğu anlaşılabilecek bir vesveseyi, yahut bir hurafeyi muhakeme etmekten âciz kalırlar; hakikatsiz vehimlere çabuk aldanırlar.
4. PEYGAMBERLERİN TEBLİĞ VE TALİM BUYURDUĞU HAKİKATLARDAN MÜSTAĞNİ KALMAK
Önemli bir aldanma sebebi de insanın İlâhî ve Rabbanî hakikatları anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahü Azîmüşşân'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zât-ı Akdes'in bu kâinatı niçin yarattığı, insanları bu âleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu âlemden sonra nasıl bir âleme gidileceği gibi hakikatlar, bu sınırlı akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin aydınlığı altında görünebilir.
Allahü Teâlâ bu hakikatları bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan Allah, insanların da nübüvvet merkezi etrafında toplanmalarını irâde etmiştir. Tâ ki, onların kalbleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) eliyle terbiye edilsin ve kemâle ersinler.
Bilindiği gibi, insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlâhî ve Rabbani hakikate farklı şekillerde nazar edebilirler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri bâtıl görebilir. Sonunda, insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.
Ulvî bir hayata aday, ebedî bir saadete aşık olan insan için bu noksan ve sınırlı akıl kâfi bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere tâbi olması ile mümkündür. Bu hakikata binaen Cenâb-ı Hak insanlara peygamberler göndermiştir. Tâ ki, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.
Peygamberler (aleyhimüsselam), insanlara, Cenâb-ı Hakk’n varlığını ve birliğini bildirmişler, kendilerine tâbi olanları marifet tabakalarında yükseltmiş ve onları küfürden, şirkten ve bâtıl inançlardan kurtarmışlardır. O nuranî zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel âyna olmuşlar, O’nu hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları ebedî saadete teşvik etmiş, İlâhî azaptan sakındırmışlardır.
Kâinatta tecelli eden İlâhî isimleri onlara okutturmuşlar ve âlemin nasıl seyir ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Kâinatın yaratılış sırrını bildirmişler, varlıkların nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, İlâhî azaptan nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.
Allahü Teâlâ, Peygamberleri (aleyhimüsselam) en ulvî bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalblerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekilde bizzat terbiye etmiş ve o mümtaz zâtları insanlık âlemine birer yol gösterici ve muallim olarak göndermiştir. Bilhassa, Peygamberler Sultanı olan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) en güzel ve mükemmel bir surette terbiye etmiş, ona bütün hakikatlerin güneşi olan Kur'ânı göndermiş, onun bütün hakikatlarına, en ince sırlarına vâkıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri o Habib-i Edîb (asv)'inde toplamıştır. O'nu güzel ahlâkın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemâlat ve fazilette O'nu insanlık alemine en mükemmel bir rehber olarak göndermiştir.
Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik ve İbn-i Hanbel gibi büyük müctehidler; Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Rufaî ve Şazelî gibi kâmil mürşidler, Kur'ân-ı Azîmüşşân'm en ince sırlarına vâkıf olan Fahreddin-i Râzi, Taftazanî ve Seyyid-i Cürcânî gibi allâmeler; Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ, Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.
Asrımızda küfür ve inkârın toplumun manevî bünyesini tahrip etmesi, birçok şüphelerin, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşad ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinden dolayıdır.
Hatta fen ve teknolojinin bu gün ulaştığı ileri seviyesine rağmen, fert ve toplum hayatında huzuru temin edememesi, toplum hayatından sevgi, şefkat, merhamet ve adalet gibi ulvî esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebeb olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.
5. MATERYALİST PROPAGANDA VE TELKİNLERİN TESİRİNDE KALMAK
İnsan, dışarıdan gelen uyarılara daima açıktır. Bu haliyle boş bir kabı andırır. İçi doğru fikir ve hakikatlerle dolmazsa, onların yerini yanlış ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan ruhî bunalımların, fikrî ızdırapların asıl sebebi budur. Bu manevî ızdıraplardan kurtulmalarının tek yolu, akıl, kalb ve vicdanlarını, Kur'an' ın getirdiği ulvî hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!) daha çok meylederler. Manevî boşluklarını böylece doldurup huzura kavuşacaklarını zannederler.
Materyalistler onların bu halinden istifade ederek onları "adalet", "eşitlik" gibi hayalî slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizanları haline getirdikten sonra sosyol problemlerin çözümü için ileri sürdükleri hayalî reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyâtı sarsıcı şüpheler de atarlar. Belli bir noktadan sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle o zavallı gençlerin beyinlerini yıkaya yıkaya sonunda onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek hale sokarlar. Artık bu gençler mantık ve muhakemelerini kaybederek tamamen robotlaşırlar. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı bir hakikat iken, şu muhteşem kâinat sarayını sahipsiz kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu halde, her harfinde sonsuz hikmetler bulunan şu kâinat kitabını kâtipsiz telâkki ederler.
Hem bütün bitkileri, hayvanları ve insanları hayatsız, şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalâlete düşerler.
İnsanın mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insanî meziyetleri silerek onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren küfrün iç yüzündeki çirkinliği göremezler. Halbuki, kâinatta hükmeden hiçbir hakikat, küfür ve inkâr ile izah edilemez.
Şu soruların materyalist ve ateist felsefede tahmin ve varsayımdan öte net bir cevabı yoktur:
"Bu kâinatı ve içindeki harika varlıklar nasıl var olmuşlardır ?"
"Kâinatta atomdan en büyük galaksilere kadar cereyan eden bu mükemmel ve ölçülü sistem nasıl oluşmuştur?"
"Tüm kainatın elemenleri, su-toprak gibi unsurları, canlı-cansız varlıkları ile doğrudan veya dolaylı olarak insana hizmet etmesini nasıl açıklarsınız?"
"Bilimin şahitliği doğrultusunda gayesiz ve faydasız hiç bir şeyin olmadığı bu kainatta, insanın gaye ve amacı ne olmalıdır?"
"Kainatta hergün binlerce insanın vefatları ile tasdik edip doğruladıkları ölüm nedir? Ölüm celladından kurtulmanın çaresi var mıdır?"
İnsan ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur; dünyada rahata, âhirette saadet ve selâmete kavuşur.
Hem inkar etmek; kendi kendine muhaldir, mahiyeti yalandır. Meselâ, Selimiye Camii'nin mimarını inkâr etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Mükemmel plânı, hârika estetiği, san'atkârâne yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun mimarını inkâr etmek en büyük bir safsata ve en hakikatsiz bir hurafedir.
Aynen bu misâl gibi, şu muhteşem kâinat sarayının yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olan Cenab-ı Allah'ı inkâr etmek, bu misâlden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.
6. ALLAHÜ AZÎMÜŞŞÂNI MAHLÛKATINA KIYAS ETMEK
İnsanları dalâlete götüren bir diğer yanılma sebebi de Allah’ın zâtına ve sıfatlarına dair hakikatleri, yarattığı diğer varlıklara kıyas etmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak, vâcib-ül vücuddur, ezelî ve ebedîdir. Bütün sıfatları nihayet derecede kemâldedir. Aczden, ihtiyaçtan, mekân ve zamandan münezzehtir; hiçten yarattığı âciz, zelil, fani mahlûkatı ile hiçbir cihetle kıyasa girmez.
Malûmdur ki iki şeyin birbiriyle mukayese edilebilmesi için, aralarında ortak noktalar bulunması lâzımdır. Meselâ, insanın mahiyeti, taşın mahiyeti ile hiçbir cihetle kıyasa girmez. Farklı mahiyetteki iki mahlûk dahi birbiriyle kıyasa girmezken, vâcib, mümkin ile; Hâlık, mahluku ile nasıl mukayese edilebilir!
7. ALLAH’IN KUDSÎ MAHİYETİNİ AKLIN, ANLAYAMAYACAĞINI BİLMEMEK
Her insan, aklıyla Allahü Teâlâ'nın varlığını bilebilir. "Bir eser ustasız, bir bina mimarsız olamayacağı gibi ben de Hâlık'sız, Mâlik'siz olamam. Şu gökyüzü ve şu yeryüzü de Hâkim'siz, Sâni'siz olamazlar."diyebilir. Ancak, akıl Cenâb-ı Hakk'ın Zâtını anlamaktan âcizdir; bu vadide bir adım dahi atamaz.
Malûmdur ki, bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kâinatta çok şey vardır ki akıl onların varlıklarını apaçık bildiği halde, mahiyetlerini kavrayamamaktadır. Ruh, yer çekimi kanunu, elektrik, hayal, şefkat gibi nice hakikatlar vardır ki bunların varlıklarını bilmek bir hakikat olduğu gibi, mahiyetlerinin idrak edilemeyeceğini bilmek de ayrı bir hakikattir. Aklın idrak edemeyeceği mahiyetleri anlamaya zorlanmak cerbezedir, cehalettir. İnsan bu hali ile sırat-ı müstakimden sapar ve takatinin son derecede üstünde olan bir yükün altına girmekle kendisini helak eder.
"Eser, ustasını idrâk edemez" hakikatınca, akıl da Hâlık'ının hakikatini kavrayamaz. Çünkü, O'nun mahlukudur, eseridir. Her mahluk gibi akıl da sınırlıdır. Görmenin, işitmenin ve diğer bütün hislerin sınırlı birer sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrak sahası, belli bir intikal gücü vardır. Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrak etmek, aklın kavrama ve intikal sahası içinde değildir.
Bir insan, değil Allah'ın zâtını, kendi ruhunun, hayâlinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. Çünkü, bunlar cismanî olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.
Meselâ, hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir bir hudud çizemez ve onu kavrayamaz. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkâr da edemez.
Kendi mahiyetini bilmekten âciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların, meleklerin yaratıcısı olan Allah’ın Zâtını anlamaya zorlanması en büyük bir cehalet ve cerbezedir.
Allah' ın bütün sıfatları sonsuzdur, mutlaktır, ezelî ve ebedîdir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, sonradan yaratılmıştır. Kayıtlı olan mutlak olanı, sınırlı olan sonsuz olanı, sonradan yaratılan ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yâni Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrâkten âciz olduğunu anlaması gerçek idraktir.
Akıl, Allahü Teâlâ'yı "varlığı vâcib, kudreti sonsuz, iradesi sınırsız, ilmi her şeyi kapsıyan" olarak bilmekle mükelleftir. Zaten onun yaradılışının gayesi de budur.
O halde, Cenab-ı Hakk’ın kudsî mahiyeti ne idrâk edilebilir, ne hayal edilebilir, ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla hissedilen her şey mahlûktur. Allah'ın varlığı bu dünyada ancak akıl nuruyla görülür, kalbin ziyası ile sezilir.
Hakikat bu iken, insanın Allahü Teâlâ'yı zâtiyle anlamaya zorlanması vehimden başka bir şey değildir.
Evet, aklın vazifesi, Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta görünen büyüklüğünü, azametini, kudretini, hâkimiyetini, sonsuz hikmetini, inayetini, lütuf ve ikramlarını anlamak ve tüm bunlara kainattaki diğer varlıklarla beraber şuurlu bir şekilde tanıklık etmekden ibarettir.
Kur'ân-ı Mûcizü'l-Beyan birçok âyetlerinde ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) pek çok hadis-i şeriflerinde bize bu hakikati ders vermişlerdir.
İnsan için Allah'ın kudsî mahiyetini idrâk etmek şu cihetle de imkânsızdır: O Vahid-i Ehad'in misli, misâli yoktur ki insan, kıyas ve temsil ile veya tecrübe yoluyla O'nun kudsî hakikatini anlamaya yol bulabilsin.
Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su, semanın genişlik ve derinliğini hakikatıyla kavrayamayacağı gibi, insanın da, o sınırlı aklı, sonsuz âlemleri yoktan var eden bir Vâcibü'l-Vücud'un kudsî mahiyetini kavrayamaz.
8. BÜTÜN VARLIK ÂLEMİNİ BEŞ DUYU İLE KAVRAMAYA ZORLANMAK
Bazı insanları aldatan sebeblerden biri de beş duyu ile hissedemedikleri hakikatleri inkâr etmeleridir. Halbuki, varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilenlerden ibaret değildir.
Malûmdur ki, insan görme duyusu ile ancak maddî varlıkları görür. Dili ile, tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Halbuki melekler, ruhani varlıklar, elektrik, çekme ve itme kanunları gibi nice hakikatler vardır ki bunlar ne görülürler, ne işitilirler. Bununla birlikte bu hakikatların varlıkları da şüphe götürmez.
Bu hakikatten gaflet eden bir kısım insanlar "Görmediğime inanmam."diyerek bütün varlık âlemini sadece gözleriyle gördükleri maddi varlıklardan ibaret sanmakla büyük bir hataya düşerler. Halbuki, görünmemek olmamaya delil olamaz. Bu âlemde görmediklerimiz şeyler gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza, vicdan, sevgi, korku, merak gibi görünmeyen şeyler, görünenlerden kat kat fazladır.
"Görmediğim şeye inanmam." safsatasının altında, aklın vazifesini göze yükleme hurafesi yatmaktadır. Halbuki, insandaki her bir his ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenemez. Meselâ göz, kulağın; burun dilin vazifesini göremez. İnsan, gözü ile ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu azaların vazifelerini yapmaktan âciz iken, elbette aklın vazifesini yüklenemez.
Herhangi bir eser göz ile görüldüğü halde, ustası akıl ile idrâk olunur. Görmediğime inanmam, diyen bir kimse, bu eserin ustasını inkâr durumuna düşer. Aynen öyle de, bir insanın, şu muhteşem kâinatı seyr edip ondaki derin hikmetlere hayran kaldığı halde, onun san'atkârını "göremiyorum" diye inkâra kalkışması büyük bir cehalettir.
Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah'ın varlığını güneş gibi gösteren yaratma, hayat verme, rızıklandırma, büyütüp geliştirme, şekil verip güzelleştirme gibi sonsuz işleri ne ile açıklayacaktır?
Cenâb-ı Hakk'ın görünmemesi “şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundandır.” Meselâ, atmosferin küremizi her yandan kuşatması gibi güneşin de bütün uzay âlemini cismi ile kuşattığını farzetsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Artık güneş şiddet-i zuhurundan görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığı için zıddının yokluğundan güneş görülemez. Bununla beraber ziyâsıyla her yerde hazır ve nazır olan o güneşin varlığını inkâr etmek de büyük bir cehalet olur.
Allahü Azîmüşşân'ın "şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundan"görünmemesine bu misâlin ışığında bir derece bakılabilir.
Evet, "her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür."
9. İNSANIN FITRÎ VAZİFESİ OLAN İBADETİ TERKEDİP İSYANA GİRMESİ
Cenâb-ı Hak, bu kâinatı ve içindeki bütün mevcudatı insan için yaratmış ve onu bu âleme en büyük gaye ve netice yapmıştır. Elbette insanın da kâinatın ötesinde büyük bir gayesinin olması zarurîdir. Bu gaye ise ancak Allah'a iman ve O'na ibadet ve itaat etmektir.
İbadet, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğünü, sonsuz mükemmeliğini kusursuzluğunu anlama ve ilan etme; hadsiz lütuf ve ihsanına şükür ve hamd etmektir. İnsan, hakiki insaniyet mertebesine ancak ibadet ile çıkabilir. Zira, ibadet insanın hayvanî arzularını kayıt altına alır. Onu Rabbine yaklaştırır. Ruhunu ulvi hedeflere yükseltir, kalbini temizler. İnsanı yüksek ahlâk ve güzel seciye sahibi kılar.
İnsanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu vazifeyi terkeden insan, ahlaken çok alçalır ve hayvanî hislerinin mahkûmu olur. Hak ve hukuk dinlemez. Ruhen düşüşe geçer, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez. İşlediği günahlar onu adım adım inkâra doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idraki felç olur. Sağlam düşünme kabiliyetini kaybeder.
Bilindiği gibi, âmirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terkeder. Aynen bu misâl gibi insan da, Yaratıcı'sının emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, kalbinden Rabbine karşı muhabbet ve korku silinir, yerini kin ve düşmanlığa terkeder. İsyanda ısrar ettikçe ibadetten nefret etmeye başlar. Kadere itiraz eder, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini yargılamaya başlar.Yaptığı isyanları savunmaya başlar. Artık böyle bir insan, din ve mukaddes şeyler hakkındaki telkinlere ve propagandalara kapılmaya hazır hale gelmiştir. Böyle bir insan, ulûhiyet, âhiret, kader, haşir gibi imanî mes'elelerde küçük bir vesveseyi, kuvvetli bir delil olarak görmeye başlar. Böylece, sorumluluktan kurtulup selâmete çıkacağı vehmine kapılır. İfsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine bağlayabilirler.
10. DİNE AİT HAKİKATLARDA YETKİLİ KİŞİLERE MÜRACAAT EDİLMEMESİ
Günümüz insanı ilmî ve fennî sahalarda haklı olarak, yetkili kişilere müracaat etmektedir. Bu hassasiyeti, dini mes'elelerde çok daha fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada ehliyetsiz kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Halbuki, dinde ehil olmayan kişi başka sahalarda uzman bile olsa, onun sözü dinde delil kabul edilmez. Malûmdur ki, bir ilimde, alim olan kişi başka bir fende cahil kalabilir. Onun sözü bu fende geçerli sayılmaz.
Mesela, bir doktor tıp ilminde ne kadar ileri giderse gitsin, onun sözü mühendislikte delil kabul edilmez; bu sahada ona müracaat edilmez. Gerçek bu iken, akıl ile kavranılması mümkün olmayan "imanî, Kur'anî ve dinî hakikatlerde” insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkili olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu hususta ona düşen görev, dinî konularda yetkili kişilere müracaat etmek, yahut onların yazdığı eserlere başvurmaktır. Bunu yapmayanlar çoğu zaman kendi arzularını, vehim ve hayallerini fikir sanmakla hakikatten uzaklaşırlar.
Sorularla İslamiyet
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
Bismillahirrahmanirrahim
Hz. Âdem (as)'dan beri insanlar birbirilerine zıd iki ayrı yolda yürüye gelmişlerdir. Bunlardan birisi hak ve hidayet yolu, diğeri ise küfür ve dalâlet yoludur. Bütün güzellikler, hayırlar, saadetler birinci yolun; bütün çirkinlikler ve şerler ise ikinci yolun meyveleridir.
İnsandaki kalp, akıl ve vicdan onu birinci yola sevkederken, nefis, his ve hevâ da ikinci yola iterler. Bunun sonucu olarak insanın iç dünyası çalkantılara ve çarpışmalara sahne olur.
Bu iç harpler bir taraftan iman, salih amel ve istikameti, diğer taraftan küfür, isyan ve anarşiyi doğururlar.
Burada insanları aldatarak yanlış yollara sevk eden ve hakikati görmelerine perde olan sebebler üzerinde duracağız.
Bu sebeplerin başlıcaları şunlardır:
1. YÜZEYSEL BAKIŞ VE GAFLET
İnsanları hakikattan uzaklaştıran önemli bir sebeb şu muhteşem kâinata ve onda cereyan eden harika olaylara gaflet ile, üstünkörü bir nazar ile bakmaktır.
Çölde, uzaktan bakıldığında serabın su zannedilmesi gibi, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hurafe de gaflet ile ve basit nazar ile hakikat zannedilir. Hem uzak mesafelerden bakıldığında bir yıldız mum kadar görüldüğü gibi, bir hakikat da uzaktan temaşa edildiğinde gereği gibi idrak edilemez. Rabbanî ve İlâhî hakikatlere karşı laubali kalmak ve lâkayd davranmak, hakikatleri perdeler ve sonunda insanı aldanışa götürür. Evet, insan gaflet ve yüzeysel bakmakla bu âlemi baştanbaşa kuşatan harika nizamı, mükemmel intizamı, gözler kamaştıran güzelliği göremez. Meselâ, bu kâinatın bir fabrika gibi kolay ve ahenkli idare edilmesine ve düzenine bakamaz. Hava ile bütün hayat sahiplerinin emzirilmesi, gece ve gündüzün ve mevsimlerin birbiri ardı sıra, hikmetle dizilmesi, bulutlardan yağmurun sağılması, güneşten ziyanın süzülmesi gibi harika icraatı temâşâ edemez. Elementlerin bitkilerin imdadına hikmet ve rahmetle koşturulmasını, bitkilerin hayvanların yardımına gönderilmesini ve hayvanların da insanların ihtiyacına hizmet ettirilmesini ibret nazarıyla seyredemez.
Bütün tohum ve çekirdeklerden çeşit çeşit bitkilerin ve ağaçların maharetle yaratılmasını tefekkür edemez.
Her bir çiçek ve yaprağın, her bir çekirdek ve meyvenin birer sanat harikası olduğunu idrak edemez. Bütün hayvanların ayrı ayrı mahiyetlerini, birbirlerinden farklı hissiyatlarını, çeşit çeşit cihazatlarını, muntazam beslenmelerini, doğup ölmelerini düşünemez.
Ve sonuç olarak, bu âlemde tecelli eden sonsuz kudretin bir Kâdir'den, bütün varlıkları kuşatan ilmin bir Alîm'den, bütün varlıkların hikmetli ve faydalı şekillerinin bir Hakîm'den geldiğini kavrayamaz.
Binbir ismin tecelligâhı olan bu muhteşem kâinata yüzeysel olarak bakan bir insan, ondaki İlâhî hikmetleri sezemez, kavrayamaz. Cenâb-ı Hakk'ın varlık ve birliğinden, azamet ve kudretinden, saltanat ve haşmetinden gaflet eder.
2. İNSANIN YARADILIŞINDAKİ GAYE VE SIRLARI DÜŞÜNMEMEK
Bir diğer aldanma sebebi de, insanın, kendi yüksek mahiyetinden gaflet etmesi, nereden gelip, nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu düşünmemesidir.
Cenâb-ı Hak, insanı bu kâinat içinde en mümtaz bir mahiyette yaratmış, ona âlemdeki hikmetleri teftiş edebilecek bir akıl, iyi ile kötüyü, hak ile bâtılı ayrıt edebilecek bir vicdan, bütün ilimlere ayna olabilecek bir istidad ihsan etmiştir. Ona bütün tatlar âlemini teftiş edebilecek bir dil, güzelliklerin bütün nevilerini temâşâ edebilen bir çift göz, her çeşit nağmeleri işiten kulak lütfetmiştir.
Hak Teâlâ, mümtaz olarak yarattığı bu insanı kendisine dost ve muhatab kılmış, gönderdiği semavî kitaplarla ona emir ve yasaklarını bildirmiş, saadet ve istikamet yollarını göstermiştir.
İnsan kendisine verilen bu ulvî cihazların kıymetini takdir edemezse, onları ihsan eden Rabbinden gaflet eder. O’nun bir mahlûku ve san'atı olduğunu ve her an O'nun terbiye ve gözetimi altında bulunduğunu ve O'nun nimetleriyle beslendiğini unutur. O'na karşı yapması gereken vazifelerden yüz çevirir. Kendisini başıboş zanneder. Allah’ı tanımak için verilen bütün istidad ve kabiliyetini yerinde kullanmamakla vehimlere ve hurafelere kapılır; hem dünya hem de ahiret saadetini mahveder.
3. DÜNYANIN FANÎ ZEVKLERİNE AŞIRI BAĞLANMAK
Cenâb-ı Hak, bu dünyayı kudsî sıfatlarına ve esmâ-i hüsnâsına bir tecelligâh kılmış, ilmini, san'atını, maharetini ve hikmetini onda göstermiştir. Dünyayı, insanın ebedî hayatı için bir çiftlik, kabiliyetlerin gelişmesi için bir imtihan meydanı, İlâhî sanatların düşünülmesi için bir sergi salonu olarak yaratmıştır.
Dünyanın bu mahiyetinden gaflet eden insanlar, onun fanî ve aldatıcı yüzüne âşık olurlar. Ebedî hayat için verilen akıl ve kalblerini, istidad ve kabiliyetlerini onun geçici zevklerine sarfederler. Kendilerine verilen sonsuz nimetlerin, sadece nefislerinin tatmini için verildiği vehmine kapılırlar. Cenab-ı Allah'ın rızâsı yerine insanların teveccühüne itibar ederler. Ahiret mükafatları yerine, dünyevî makamları arar, onlara talip olurlar. Aşırı zevk ve sarhoş edici eğlencelerle ile istikametli düşünme kabiliyetlerini zayi ederler. Gitgide bu hayat tarzlarını bir dâva haline getirirler. Uhrevî ve manevî mes'elelere önce lâkayd kalır, daha sonra bunlara cephe alma vaziyetine girerler. Sonunda, İlâhî ve Rabbani hakikatlara karşı anlayışları kısırlaşır, muhakemeleri yüzeysel kalmaya başlar. Az bir dikkat ile muhal olduğu anlaşılabilecek bir vesveseyi, yahut bir hurafeyi muhakeme etmekten âciz kalırlar; hakikatsiz vehimlere çabuk aldanırlar.
4. PEYGAMBERLERİN TEBLİĞ VE TALİM BUYURDUĞU HAKİKATLARDAN MÜSTAĞNİ KALMAK
Önemli bir aldanma sebebi de insanın İlâhî ve Rabbanî hakikatları anlamakta kendi fikir ve muhakemesini yeterli görüp, nübüvvet kapısını çalmamasıdır. Halbuki, Allahü Azîmüşşân'a ve O'nun sıfat ve isimlerine nasıl iman edileceği, O Zât-ı Akdes'in bu kâinatı niçin yarattığı, insanları bu âleme hangi gayeler için gönderdiği, onlara ne gibi vazifeler verdiği, bu âlemden sonra nasıl bir âleme gidileceği gibi hakikatlar, bu sınırlı akıl ile kavranamaz. Bunlar ancak vahyin aydınlığı altında görünebilir.
Allahü Teâlâ bu hakikatları bildirmek için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Gezegenleri güneşin, elektronları çekirdeğin, arıları bir beyin, karıncaları bir emir'in etrafında toplayan Allah, insanların da nübüvvet merkezi etrafında toplanmalarını irâde etmiştir. Tâ ki, onların kalbleri, ruhları ve vicdanları, Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) eliyle terbiye edilsin ve kemâle ersinler.
Bilindiği gibi, insanların simaları gibi, fikir ve muhakemeleri, arzu ve hissiyatları da birbirinden farklı olduğundan aynı İlâhî ve Rabbani hakikate farklı şekillerde nazar edebilirler. Birisinin doğru gördüğüne diğeri yanlış diyebilir; birinin hak bildiğini diğeri bâtıl görebilir. Sonunda, insanlar sayısınca farklı görüş ve düşünceler, değişik değerlendirme ve hükümler ortaya çıkar.
Ulvî bir hayata aday, ebedî bir saadete aşık olan insan için bu noksan ve sınırlı akıl kâfi bir rehber olamaz. İnsan onunla belli bir noktaya kadar gidebilir. Hakikati bulması, dünyevî ve uhrevî saadete erişmesi ancak peygamberlere tâbi olması ile mümkündür. Bu hakikata binaen Cenâb-ı Hak insanlara peygamberler göndermiştir. Tâ ki, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, hakikat ile hurafeyi ayırabilsinler.
Peygamberler (aleyhimüsselam), insanlara, Cenâb-ı Hakk’n varlığını ve birliğini bildirmişler, kendilerine tâbi olanları marifet tabakalarında yükseltmiş ve onları küfürden, şirkten ve bâtıl inançlardan kurtarmışlardır. O nuranî zâtlar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarına en mükemmel âyna olmuşlar, O’nu hakkıyla sevip, ümmetlerine de sevdirmişlerdir. Kendilerine inananları ebedî saadete teşvik etmiş, İlâhî azaptan sakındırmışlardır.
Kâinatta tecelli eden İlâhî isimleri onlara okutturmuşlar ve âlemin nasıl seyir ve tefekkür edileceğini öğretmişlerdir. Kâinatın yaratılış sırrını bildirmişler, varlıkların nereden gelip, nereye gittiğini ve vazifelerinin ne olduğunu en güzel şekilde öğretmişlerdir. Kısacası, Allah'ın rızasını nasıl kazanacaklarını, İlâhî azaptan nasıl kurtulacaklarını bildirmişlerdir.
Allahü Teâlâ, Peygamberleri (aleyhimüsselam) en ulvî bir fıtratta yaratmış, onların akıl ve kalblerini bütün meleke ve hissiyatlarını en güzel bir şekilde bizzat terbiye etmiş ve o mümtaz zâtları insanlık âlemine birer yol gösterici ve muallim olarak göndermiştir. Bilhassa, Peygamberler Sultanı olan Peygamber Efendimizi (S.A.V.) en güzel ve mükemmel bir surette terbiye etmiş, ona bütün hakikatlerin güneşi olan Kur'ânı göndermiş, onun bütün hakikatlarına, en ince sırlarına vâkıf kılmış ve insanları en yüksek mertebeye çıkartacak bütün meziyetleri o Habib-i Edîb (asv)'inde toplamıştır. O'nu güzel ahlâkın bütün şubelerinde en ileri dereceye yükseltmiş, iman ve ubudiyette, kemâlat ve fazilette O'nu insanlık alemine en mükemmel bir rehber olarak göndermiştir.
Her biri birer hidayet yıldızı olan sahabeler; İmam-ı A'zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Malik ve İbn-i Hanbel gibi büyük müctehidler; Şâh-ı Geylânî, Şâh-ı Nakşibend, Rufaî ve Şazelî gibi kâmil mürşidler, Kur'ân-ı Azîmüşşân'm en ince sırlarına vâkıf olan Fahreddin-i Râzi, Taftazanî ve Seyyid-i Cürcânî gibi allâmeler; Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ, Şems-i Tebrizî gibi mutasavvıflar hep o hidayet güneşinin marifet ve imanından feyz almışlardır.
Asrımızda küfür ve inkârın toplumun manevî bünyesini tahrip etmesi, birçok şüphelerin, hurafe ve safsataların insan zihninde mecra bulması, bu hidayet güneşinin ders ve terbiyesinden, irşad ve feyzinden yeterli ölçüde istifade edilmemesinden dolayıdır.
Hatta fen ve teknolojinin bu gün ulaştığı ileri seviyesine rağmen, fert ve toplum hayatında huzuru temin edememesi, toplum hayatından sevgi, şefkat, merhamet ve adalet gibi ulvî esasların çekilip, yerini zulme, tecavüze ve anarşiye terk etmesi ve hiçbir felsefî doktrinin cemiyetin bu yaralarını teşhis ve tedavi edecek güce sahip olamaması, hatta bazı doktrinlerin bizzat zulüm ve tecavüze sebeb olması, hep nübüvvet mektebinin kapısını çalmamaktan kaynaklanmaktadır.
5. MATERYALİST PROPAGANDA VE TELKİNLERİN TESİRİNDE KALMAK
İnsan, dışarıdan gelen uyarılara daima açıktır. Bu haliyle boş bir kabı andırır. İçi doğru fikir ve hakikatlerle dolmazsa, onların yerini yanlış ideolojiler, hurafe ve safsatalar alır. Bugün gençliği sarsan ruhî bunalımların, fikrî ızdırapların asıl sebebi budur. Bu manevî ızdıraplardan kurtulmalarının tek yolu, akıl, kalb ve vicdanlarını, Kur'an' ın getirdiği ulvî hakikatlerle doyurmak iken, bir kısım gençler, ilim ve fikir yerine, aldatıcı sloganlara, sihirli reçetelere (!) daha çok meylederler. Manevî boşluklarını böylece doldurup huzura kavuşacaklarını zannederler.
Materyalistler onların bu halinden istifade ederek onları "adalet", "eşitlik" gibi hayalî slogan ve propagandalarla aldatır, kendilerine çekerler. Onları sempatizanları haline getirdikten sonra sosyol problemlerin çözümü için ileri sürdükleri hayalî reçeteler yanında yer yer bu gençlerin kafalarına maneviyâtı sarsıcı şüpheler de atarlar. Belli bir noktadan sonra, sürekli ve yoğun telkinlerle o zavallı gençlerin beyinlerini yıkaya yıkaya sonunda onları materyalist ve ateist düşünce dışında hiçbir hakikati kabul edemeyecek hale sokarlar. Artık bu gençler mantık ve muhakemelerini kaybederek tamamen robotlaşırlar. Basit bir hanenin dahi ustasız olamayacağı bir hakikat iken, şu muhteşem kâinat sarayını sahipsiz kabul ederler. Bir harfin kâtipsiz olması muhal olduğu halde, her harfinde sonsuz hikmetler bulunan şu kâinat kitabını kâtipsiz telâkki ederler.
Hem bütün bitkileri, hayvanları ve insanları hayatsız, şuursuz ve iradesiz tabiatın yaptığına, yahut bunların kendi kendine meydana geldiğine inanırlar. Kendilerini gayesiz, vazifesiz, başıboş ve sahipsiz zannederler, korkunç bir dalâlete düşerler.
İnsanın mahiyetini elmas derecesinden kömür derecesine indiren, bütün insanî meziyetleri silerek onu hayvandan çok aşağı dereceye düşüren küfrün iç yüzündeki çirkinliği göremezler. Halbuki, kâinatta hükmeden hiçbir hakikat, küfür ve inkâr ile izah edilemez.
Şu soruların materyalist ve ateist felsefede tahmin ve varsayımdan öte net bir cevabı yoktur:
"Bu kâinatı ve içindeki harika varlıklar nasıl var olmuşlardır ?"
"Kâinatta atomdan en büyük galaksilere kadar cereyan eden bu mükemmel ve ölçülü sistem nasıl oluşmuştur?"
"Tüm kainatın elemenleri, su-toprak gibi unsurları, canlı-cansız varlıkları ile doğrudan veya dolaylı olarak insana hizmet etmesini nasıl açıklarsınız?"
"Bilimin şahitliği doğrultusunda gayesiz ve faydasız hiç bir şeyin olmadığı bu kainatta, insanın gaye ve amacı ne olmalıdır?"
"Kainatta hergün binlerce insanın vefatları ile tasdik edip doğruladıkları ölüm nedir? Ölüm celladından kurtulmanın çaresi var mıdır?"
İnsan ancak bu sorulara cevap bulmakla tatmin olur, huzur bulur; dünyada rahata, âhirette saadet ve selâmete kavuşur.
Hem inkar etmek; kendi kendine muhaldir, mahiyeti yalandır. Meselâ, Selimiye Camii'nin mimarını inkâr etmek, hakikatsiz bir safsata ve büyük bir yalandır. Mükemmel plânı, hârika estetiği, san'atkârâne yapılışı ile akılları hayrete düşüren böyle muhteşem bir eser ortada iken, onun mimarını inkâr etmek en büyük bir safsata ve en hakikatsiz bir hurafedir.
Aynen bu misâl gibi, şu muhteşem kâinat sarayının yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olan Cenab-ı Allah'ı inkâr etmek, bu misâlden hadsiz derecede çirkin bir yalan, müthiş bir hezeyan, korkunç bir safsatadır.
6. ALLAHÜ AZÎMÜŞŞÂNI MAHLÛKATINA KIYAS ETMEK
İnsanları dalâlete götüren bir diğer yanılma sebebi de Allah’ın zâtına ve sıfatlarına dair hakikatleri, yarattığı diğer varlıklara kıyas etmektir. Halbuki Cenâb-ı Hak, vâcib-ül vücuddur, ezelî ve ebedîdir. Bütün sıfatları nihayet derecede kemâldedir. Aczden, ihtiyaçtan, mekân ve zamandan münezzehtir; hiçten yarattığı âciz, zelil, fani mahlûkatı ile hiçbir cihetle kıyasa girmez.
Malûmdur ki iki şeyin birbiriyle mukayese edilebilmesi için, aralarında ortak noktalar bulunması lâzımdır. Meselâ, insanın mahiyeti, taşın mahiyeti ile hiçbir cihetle kıyasa girmez. Farklı mahiyetteki iki mahlûk dahi birbiriyle kıyasa girmezken, vâcib, mümkin ile; Hâlık, mahluku ile nasıl mukayese edilebilir!
7. ALLAH’IN KUDSÎ MAHİYETİNİ AKLIN, ANLAYAMAYACAĞINI BİLMEMEK
Her insan, aklıyla Allahü Teâlâ'nın varlığını bilebilir. "Bir eser ustasız, bir bina mimarsız olamayacağı gibi ben de Hâlık'sız, Mâlik'siz olamam. Şu gökyüzü ve şu yeryüzü de Hâkim'siz, Sâni'siz olamazlar."diyebilir. Ancak, akıl Cenâb-ı Hakk'ın Zâtını anlamaktan âcizdir; bu vadide bir adım dahi atamaz.
Malûmdur ki, bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kâinatta çok şey vardır ki akıl onların varlıklarını apaçık bildiği halde, mahiyetlerini kavrayamamaktadır. Ruh, yer çekimi kanunu, elektrik, hayal, şefkat gibi nice hakikatlar vardır ki bunların varlıklarını bilmek bir hakikat olduğu gibi, mahiyetlerinin idrak edilemeyeceğini bilmek de ayrı bir hakikattir. Aklın idrak edemeyeceği mahiyetleri anlamaya zorlanmak cerbezedir, cehalettir. İnsan bu hali ile sırat-ı müstakimden sapar ve takatinin son derecede üstünde olan bir yükün altına girmekle kendisini helak eder.
"Eser, ustasını idrâk edemez" hakikatınca, akıl da Hâlık'ının hakikatini kavrayamaz. Çünkü, O'nun mahlukudur, eseridir. Her mahluk gibi akıl da sınırlıdır. Görmenin, işitmenin ve diğer bütün hislerin sınırlı birer sahası olduğu gibi, aklın da belli bir idrak sahası, belli bir intikal gücü vardır. Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrak etmek, aklın kavrama ve intikal sahası içinde değildir.
Bir insan, değil Allah'ın zâtını, kendi ruhunun, hayâlinin, vicdanının dahi mahiyetlerini kavrayamaz. Çünkü, bunlar cismanî olmadıklarından akıl onlara bir suret giydiremez, bir şekil veremez.
Meselâ, hayal için ne uzunluktan, ne kısalıktan; ne yaşlıktan, ne kuruluktan; ne büyüklükten, ne küçüklükten söz edilemeyeceği için akıl ona bir bir hudud çizemez ve onu kavrayamaz. Bununla birlikte hiçbir insan, mahiyeti meçhul olan bu varlığı inkâr da edemez.
Kendi mahiyetini bilmekten âciz olan insanın, bütün akılların, hayallerin, ruhların, hislerin, vicdanların, hafızaların, meleklerin yaratıcısı olan Allah’ın Zâtını anlamaya zorlanması en büyük bir cehalet ve cerbezedir.
Allah' ın bütün sıfatları sonsuzdur, mutlaktır, ezelî ve ebedîdir. Akıl ise sınırlıdır, kayıtlıdır, sonradan yaratılmıştır. Kayıtlı olan mutlak olanı, sınırlı olan sonsuz olanı, sonradan yaratılan ezelî ve ebedî olanı elbette kavrayamaz. İnsanın bunu bilmesi, yâni Cenâb-ı Hakk'ın kudsî mahiyetini idrâkten âciz olduğunu anlaması gerçek idraktir.
Akıl, Allahü Teâlâ'yı "varlığı vâcib, kudreti sonsuz, iradesi sınırsız, ilmi her şeyi kapsıyan" olarak bilmekle mükelleftir. Zaten onun yaradılışının gayesi de budur.
O halde, Cenab-ı Hakk’ın kudsî mahiyeti ne idrâk edilebilir, ne hayal edilebilir, ne de hissedilebilir. Akılla anlaşılan ve duygularla hissedilen her şey mahlûktur. Allah'ın varlığı bu dünyada ancak akıl nuruyla görülür, kalbin ziyası ile sezilir.
Hakikat bu iken, insanın Allahü Teâlâ'yı zâtiyle anlamaya zorlanması vehimden başka bir şey değildir.
Evet, aklın vazifesi, Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta görünen büyüklüğünü, azametini, kudretini, hâkimiyetini, sonsuz hikmetini, inayetini, lütuf ve ikramlarını anlamak ve tüm bunlara kainattaki diğer varlıklarla beraber şuurlu bir şekilde tanıklık etmekden ibarettir.
Kur'ân-ı Mûcizü'l-Beyan birçok âyetlerinde ve Peygamber Efendimiz (S.A.V) pek çok hadis-i şeriflerinde bize bu hakikati ders vermişlerdir.
İnsan için Allah'ın kudsî mahiyetini idrâk etmek şu cihetle de imkânsızdır: O Vahid-i Ehad'in misli, misâli yoktur ki insan, kıyas ve temsil ile veya tecrübe yoluyla O'nun kudsî hakikatini anlamaya yol bulabilsin.
Bir gül yaprağı üzerinde parlayan bir damla su, semanın genişlik ve derinliğini hakikatıyla kavrayamayacağı gibi, insanın da, o sınırlı aklı, sonsuz âlemleri yoktan var eden bir Vâcibü'l-Vücud'un kudsî mahiyetini kavrayamaz.
8. BÜTÜN VARLIK ÂLEMİNİ BEŞ DUYU İLE KAVRAMAYA ZORLANMAK
Bazı insanları aldatan sebeblerden biri de beş duyu ile hissedemedikleri hakikatleri inkâr etmeleridir. Halbuki, varlık âlemi sadece beş duyu ile hissedilenlerden ibaret değildir.
Malûmdur ki, insan görme duyusu ile ancak maddî varlıkları görür. Dili ile, tatlar âlemini, kulağıyla sesler âlemini, burnuyla kokular âlemini hisseder. Halbuki melekler, ruhani varlıklar, elektrik, çekme ve itme kanunları gibi nice hakikatler vardır ki bunlar ne görülürler, ne işitilirler. Bununla birlikte bu hakikatların varlıkları da şüphe götürmez.
Bu hakikatten gaflet eden bir kısım insanlar "Görmediğime inanmam."diyerek bütün varlık âlemini sadece gözleriyle gördükleri maddi varlıklardan ibaret sanmakla büyük bir hataya düşerler. Halbuki, görünmemek olmamaya delil olamaz. Bu âlemde görmediklerimiz şeyler gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta insan vücudunda akıl, hayal, hafıza, vicdan, sevgi, korku, merak gibi görünmeyen şeyler, görünenlerden kat kat fazladır.
"Görmediğim şeye inanmam." safsatasının altında, aklın vazifesini göze yükleme hurafesi yatmaktadır. Halbuki, insandaki her bir his ayrı bir âlemin kapısını açar; birinin vazifesi diğerinden beklenemez. Meselâ göz, kulağın; burun dilin vazifesini göremez. İnsan, gözü ile ne yemeğin tadına, ne bülbülün sesine, ne de gülün kokusuna bakabilir. Göz bu azaların vazifelerini yapmaktan âciz iken, elbette aklın vazifesini yüklenemez.
Herhangi bir eser göz ile görüldüğü halde, ustası akıl ile idrâk olunur. Görmediğime inanmam, diyen bir kimse, bu eserin ustasını inkâr durumuna düşer. Aynen öyle de, bir insanın, şu muhteşem kâinatı seyr edip ondaki derin hikmetlere hayran kaldığı halde, onun san'atkârını "göremiyorum" diye inkâra kalkışması büyük bir cehalettir.
Böyle bir insan, bu kâinatta her an tecelli eden ve Allah'ın varlığını güneş gibi gösteren yaratma, hayat verme, rızıklandırma, büyütüp geliştirme, şekil verip güzelleştirme gibi sonsuz işleri ne ile açıklayacaktır?
Cenâb-ı Hakk'ın görünmemesi “şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundandır.” Meselâ, atmosferin küremizi her yandan kuşatması gibi güneşin de bütün uzay âlemini cismi ile kuşattığını farzetsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Artık güneş şiddet-i zuhurundan görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığı için zıddının yokluğundan güneş görülemez. Bununla beraber ziyâsıyla her yerde hazır ve nazır olan o güneşin varlığını inkâr etmek de büyük bir cehalet olur.
Allahü Azîmüşşân'ın "şiddet-i zuhurundan ve zıddının yokluğundan"görünmemesine bu misâlin ışığında bir derece bakılabilir.
Evet, "her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür."
9. İNSANIN FITRÎ VAZİFESİ OLAN İBADETİ TERKEDİP İSYANA GİRMESİ
Cenâb-ı Hak, bu kâinatı ve içindeki bütün mevcudatı insan için yaratmış ve onu bu âleme en büyük gaye ve netice yapmıştır. Elbette insanın da kâinatın ötesinde büyük bir gayesinin olması zarurîdir. Bu gaye ise ancak Allah'a iman ve O'na ibadet ve itaat etmektir.
İbadet, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve büyüklüğünü, sonsuz mükemmeliğini kusursuzluğunu anlama ve ilan etme; hadsiz lütuf ve ihsanına şükür ve hamd etmektir. İnsan, hakiki insaniyet mertebesine ancak ibadet ile çıkabilir. Zira, ibadet insanın hayvanî arzularını kayıt altına alır. Onu Rabbine yaklaştırır. Ruhunu ulvi hedeflere yükseltir, kalbini temizler. İnsanı yüksek ahlâk ve güzel seciye sahibi kılar.
İnsanın fıtri vazifesi ibadettir. Bu vazifeyi terkeden insan, ahlaken çok alçalır ve hayvanî hislerinin mahkûmu olur. Hak ve hukuk dinlemez. Ruhen düşüşe geçer, günahların iç yüzündeki dehşetli çirkinliği göremez. İşlediği günahlar onu adım adım inkâra doğru götürebilir. Günahları işleye işleye kalbi ve vicdanı kararır. Latifeleri söner, idraki felç olur. Sağlam düşünme kabiliyetini kaybeder.
Bilindiği gibi, âmirinin verdiği vazifeleri yapmayan bir memur, ona karşı önce mahcubiyet duyar. Eğer itaatsizliğe devam ederse sonunda bu mahcubiyet yerini bir nevi düşmanlığa, isyana terkeder. Aynen bu misâl gibi insan da, Yaratıcı'sının emir buyurduğu kulluk vazifelerini terk ettiğinde önce sıkılır, mahcup olur. Günaha devam ede ede, kalbinden Rabbine karşı muhabbet ve korku silinir, yerini kin ve düşmanlığa terkeder. İsyanda ısrar ettikçe ibadetten nefret etmeye başlar. Kadere itiraz eder, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetini yargılamaya başlar.Yaptığı isyanları savunmaya başlar. Artık böyle bir insan, din ve mukaddes şeyler hakkındaki telkinlere ve propagandalara kapılmaya hazır hale gelmiştir. Böyle bir insan, ulûhiyet, âhiret, kader, haşir gibi imanî mes'elelerde küçük bir vesveseyi, kuvvetli bir delil olarak görmeye başlar. Böylece, sorumluluktan kurtulup selâmete çıkacağı vehmine kapılır. İfsat komiteleri bu tip insanları kolayca aldatıp kendilerine bağlayabilirler.
10. DİNE AİT HAKİKATLARDA YETKİLİ KİŞİLERE MÜRACAAT EDİLMEMESİ
Günümüz insanı ilmî ve fennî sahalarda haklı olarak, yetkili kişilere müracaat etmektedir. Bu hassasiyeti, dini mes'elelerde çok daha fazlasıyla göstermesi gerekirken, böyle yapmayıp ya kendi aklı ile yetinmekte, yahut bu sahada ehliyetsiz kişilerin sözlerine itibar etmektedir. Halbuki, dinde ehil olmayan kişi başka sahalarda uzman bile olsa, onun sözü dinde delil kabul edilmez. Malûmdur ki, bir ilimde, alim olan kişi başka bir fende cahil kalabilir. Onun sözü bu fende geçerli sayılmaz.
Mesela, bir doktor tıp ilminde ne kadar ileri giderse gitsin, onun sözü mühendislikte delil kabul edilmez; bu sahada ona müracaat edilmez. Gerçek bu iken, akıl ile kavranılması mümkün olmayan "imanî, Kur'anî ve dinî hakikatlerde” insan ne kendi aklına güvenebilir ve ne de bu sahada yetkili olmayan kimselerin sözüyle hareket edebilir. Bu hususta ona düşen görev, dinî konularda yetkili kişilere müracaat etmek, yahut onların yazdığı eserlere başvurmaktır. Bunu yapmayanlar çoğu zaman kendi arzularını, vehim ve hayallerini fikir sanmakla hakikatten uzaklaşırlar.
Sorularla İslamiyet
"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR
15 Ağustos 2016 Pazartesi
Müslüman Akaidi ve İnancı Nasıl Olmalı
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
1. Allah vardır ve birdir.
2. Melekler vardır.
3. Kitaplar haktır
4. Kuran-ı Kerim, Allah kelamıdır Kuran mucizedir
5. Peygamberler Allah’ın elçileridir Peygamberlik haktır
6. Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir Hz. Muhammed en son peygamberdir
7. Yeniden diriliş haktır Öldükten sonra dirilme vardır
8. Cennet ve Cehennem yaratılmıştır ve sonsuzdur
9. Kader vardır
10. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır
11. Allah geleceği bilir
12. Hadis-sünnet dinin kaynağıdır Hadis-Sünnet Allah’ın onayıdır
13. Sahabiler Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisidirler
14. Mezhep vardır ve haktır
15. Büyük günah işleyen kafir olmaz
16. Mümin olarak ölen cehennemde ebedi kalmaz
17. Mucize vardır ve haktır
18. Keramet vardır ve haktır
19. Rüyet, Allah’ı görmek haktır ve olacaktır
20. Şefaat vardır ve haktır
21. Cennet lütuftur, cehennem adalettir
22. Kabir hayatı vardır ve haktır
23. Mirac mucizesi haktır
24. Kıyamet alametleri vardır
25. Dirilerin ölülere duası haktır
26. Mest üzerine meshetmek haktır
27. Müslümanım diyene kafir denilemez
28. Muta nikahı haramdır
Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
1. Allah vardır ve birdir.
2. Melekler vardır.
3. Kitaplar haktır
4. Kuran-ı Kerim, Allah kelamıdır Kuran mucizedir
5. Peygamberler Allah’ın elçileridir Peygamberlik haktır
6. Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir Hz. Muhammed en son peygamberdir
7. Yeniden diriliş haktır Öldükten sonra dirilme vardır
8. Cennet ve Cehennem yaratılmıştır ve sonsuzdur
9. Kader vardır
10. Hayrı ve şerri yaratan Allah’tır
11. Allah geleceği bilir
12. Hadis-sünnet dinin kaynağıdır Hadis-Sünnet Allah’ın onayıdır
13. Sahabiler Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisidirler
14. Mezhep vardır ve haktır
15. Büyük günah işleyen kafir olmaz
16. Mümin olarak ölen cehennemde ebedi kalmaz
17. Mucize vardır ve haktır
18. Keramet vardır ve haktır
19. Rüyet, Allah’ı görmek haktır ve olacaktır
20. Şefaat vardır ve haktır
21. Cennet lütuftur, cehennem adalettir
22. Kabir hayatı vardır ve haktır
23. Mirac mucizesi haktır
24. Kıyamet alametleri vardır
25. Dirilerin ölülere duası haktır
26. Mest üzerine meshetmek haktır
27. Müslümanım diyene kafir denilemez
28. Muta nikahı haramdır
Sorularla İslamiyet
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)