27 Eylül 2022 Salı

AİLE HUZURU VE MUTLULUĞU İÇİN DUA

"“Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.’ diyenlerdir.”
(Furkan, 25/74.)

Kur’an’ın bazı ayetlerinde müminlerin doğru inanç ve davranışları örnek verilirken onların inkârcılarla karşılaştırılması istenmektedir. Bir tarafta kibir ve zorbalıkları, saldırgan tutumları öne çıkan kâfirler, diğer tarafta vakar ve tevazuları, barışçıl yaklaşımları ile öne çıkan müminler… İmanları, onları iffetli ve ahlaklı olmaya, başta hayat hakkı olmak üzere kul hakkına sebep olacak davranışlardan uzak durmaya sevk etmektedir. Mal ile olan ilişkileri inkâr ehlinin hilafına israf ve cimrilik arasında makul bir dengede seyretmektedir. Allah ile olan bağları samimi ve süreklidir. O’nun (c.c.) ayetleri kendilerine okunduğunda gönüllerini ilahi kelama açıp onu canla başla dinlemektedirler. (Furkan 25/63-73.) Allah’ın rahmet ve sevgisini kazanan bu kullar, sahip oldukları değerlerin tam olarak hayat bulması ve kendilerinden sonra da varlığının devamının aile kurumu ile mümkün olduğunu bildiklerinden, dillerinden şu duayı eksik etmemektedirler: “Onlar, ‘Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle’ diyenlerdir.” (Furkan, 25/74.)

Allah’ın sevgili kullarının aileleri için ettikleri dua, iki cümleden meydana gelmektedir. Bunların ilkinde onlar Rablerine, varlıkları ile sevinç veren eşler ve çocuklar lütfetmesi için dua etmektedirler. Onları sevindiren, aile efradının Allah’a itaat eden, ibadetlerini ihsan üzere yapan, salih, muttaki ve fazilet sahibi insanlar olmalarıdır. Çünkü ailesinin Allah’a itaat ettiğini gördüğünde bundan dolayı müminin kalbi sevinçle dolar. Eskiler; “Müslümanın, eşini, çocuğunu, torununu, kardeşini veya sevdiğini Allah’a itaat eder görmekten daha çok gözünü aydın edecek bir şey yoktur.” demişlerdir. Rivayetlerde ifade edildiği üzere İslam’ın ilk döneminde bir kişi Müslüman olur; ama onun bazen eşi, bazen çocuğu, bazen başka bir yakını küfürde ısrar ederdi. O kişi, sevdiği bir insanın İslam ile müşerref olamayıp imandan mahrum olarak ebedî hüsrana düşeceğini bilmekten ıstırap duyar; ayette geçtiği şekilde ona dua ederdi. (Taberi, Camiu’l-Beyan, XVII, 531.) Dolayısıyla müminlerin bu dua ile duymayı istedikleri sevincin sebebi, aile efradının maddi özellikleri, dünyevi kazanımları değil Allah’a itaat bilinci içinde olmalarıdır.

Duada geçen “göz aydınlığı”, (kurratü’l-a’yün) sevinçten kinaye olarak kullanılan bir tabirdir. “Gözlerin serin olması” anlamına gelen bu tabirin sevinç ifadesi olarak kullanılması, sevinç gözyaşlarının serin, üzüntü gözyaşlarının ise sıcak olmasından dolayıdır. Sevinç ve mutluluk en çok gözlerde tezahür ettiğinden, insanın duyduğu sevinç göze atfedilmiştir. Bu tabir ayrıca “gözlerin sabit olması” manasına gelmektedir. İnsan sevdiği ile bir araya geldiğinde sevincinden dolayı ona bakmaktan kendini alamaz, gözlerini ondan ayıramaz ve bakışlarını âdeta onda sabitler. (Alusi, Ruhu’l-Meani, XIV, 149.) Nitekim müminlerin eşleri için ettikleri bu dua, onlarda sekinet bulmayı, gözlerinin güzel ahlak ile muttasıf eşlerinden başkasını görmemesini, böylece Allah’ın haram kıldığı yollara tenezzül etmemelerini ifade etmektedir. Çocuklarına gelince; onlarda takvanın ve ahlakın güzelliğini gördüklerinden gözleri daha fazlasında değildir. Çünkü salih bir evlat, anne babasına dünyada iyi davranır. Onun iyiliği anne babasının ölümü ile sona ermez. Ölümlerinden sonra da dua ederek, salih ameller işleyerek onlara iyilik yapmaya devam eder. Çünkü insan öldüğü zaman kendisine dua eden salih evladı sayesinde amel defteri açık kalmaya devam edecektir. (Müslim, Vasiyyet, 14.)

Allah’ın sevgili kullarının aileleri için ettikleri duanın ikinci cümlesinde, önceki cümlenin devamı olarak onlar, Allah’tan, eşlerinin ve nesillerinin din konusunda kendilerine tabi olmasını istemektedirler. (Beydavi, Envaru’t-Tenzil, IV, 132.) İbadetlerinin onların ibadetleri ile birleşmesini, hidayetlerinin kendilerini aşıp onlara da fayda vermesini arzu etmektedirler. Eşleri ve çocukları kendilerine tabi olunca sahip oldukları kulluk bilincinde sebat ederek hayatlarını sürdüreceklerdir. Allah’a itaatte onların kendilerine tabi olmasını arzu etmeleri, onlarla cennette beraber olmayı istemelerindendir. Dünyada iken cennette beraber olma ümidinin verdiği sevince ahirette bu ümitlerinin tahakkuk etmesinin verdiği sevinç katılacak, sevinçleri böylece kemale erecektir. Onlar ayrıca bu dua ile Allah’tan kendilerini takva konusunda yüce mertebelere ulaştırmasını niyaz etmektedirler. Zira “Bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.” cümlesi, Allah’tan, muttakilerin kendilerine tabi olacağı bir mertebeye ulaştırmasını istemeleri anlamına da gelmektedir. Çünkü kişinin kendisine tabi olanlara örnek ve önder olabilmesi için onların ulaşmayı istediği en ileri makama ulaşmış olması gerekir.

Allah’ın sevgi ve rahmetine nail olmuş kulların ettikleri bu dua, aile huzur ve mutluluğu için edilebilecek örnek bir duadır. Bu duadan anlaşıldığına göre Rabbimizin övgüsüne mazhar olmuş bu insanlar, fertleri iman, itaat, takva ve ahlak gibi manevi değerlerle yoğrulmuş bir aile kurmak istemektedirler. Şu kadar var ki; bir duanın kabulü bu duaya fiili duaların eşlik etmesine bağlıdır. O hâlde onlar dua ve niyaz ehli oldukları gibi çaba ve gayret sahibidirler; aile hayatlarında meveddet ve merhamet, sevgi ve saygı, sabır ve anlayış, diğerkâmlık ve fedakârlık gibi ilkeleri kendilerine rehber edinmişlerdir. Değerler ve ilkeler üzerine kurulmuş aile fertleri, karşılaşılabilecekleri günlük sorunları çözecek, zorlukları aşabilecek bir bakış açısına ulaşacaktır. Nihayetinde bu aile dünyada âdeta cennet hayatı gibi huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamalarına; ahirette ise ebedî huzur ve mutluluk yurdu olan cennette buluşmalarına vesile olacaktır. Hak Teâlâ bunu şöyle ifade buyurmuştur: “İman eden, soylarından gelenlerin de aynı iman ile kendilerini izledikleri kimselerin yanlarına bu zürriyetlerini katacağız; bununla birlikte kendi amellerinden de bir şey eksiltmeyeceğiz. Herkes kendi yapıp ettiğinin hesabından kendisi sorumlu olacaktır.” (Tur, 52/21.)

Dr. Abdülkadir Erkut

26 Eylül 2022 Pazartesi

Kureyş Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 4 âyettir. Kureyş, Hz. Peygamberin mensup olduğukabilenin adıdır.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûredir. Tîn sûresinden sonra, Kāria sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede Kureyş’e Câhiliye döneminde sağlanan ticarî kolaylıklardan, güvenlik, zenginlik vb. imkânlardan bahsedilmekte, bunlardan dolayı yüce Allah’a minnettar olup kulluk etmek gerektiğine dikkat çekilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/106-kureys-suresi

25 Eylül 2022 Pazar

Fîl Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 5 âyettir. Sûre, fillerle donanmış ordusuylaKâ’be’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin helâk edilişinden bahsettiği için bu adı almıştır

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz beşinci, iniş sırasına göre on dokuzuncu sûredir. Kâfirûn sûresinden sonra, Felak sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede fil ordusu ile ilgili kıssa anlatılmaktadır. Kâbe’yi yıkmak isteyen Yemen’in genel valisi Ebrehe’nin fillerle Mekke’ye hücumunu, sonuçta yok olup gitmelerini (aş. bk.) konu edinmiştir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi

24 Eylül 2022 Cumartesi

Hümeze Suresi,Nuzülü,Konusu

Hümeze Suresi

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 9 âyettir. Hümeze, insanları arkadan çekiştiren,ayıplayan kimse demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz dördüncü, iniş sırasına göre otuz ikinci sûredir. Kıyâmet sûresinden sonra, Mürselât sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede insanları küçümseme, kusur arama gibi davranışlar eleştirilmekte; servete güvenme ve onu yanlış yolda kullanmanın kişiye ne büyük zararlar getireceği anlatılmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/104-humeze-suresi

23 Eylül 2022 Cuma

EYYÜB SABRI


Hz. Eyyüb mal mülk sahibi, varlıklı, ailesi ve çocukları ile birlikte sağlık sıhhat içinde hayatını sürdürmektedir. Zamanla o, önce sahibi olduğu malları, sonra çocuklarını sonra da sağlığını kaybetmekle imtihan edilir. Karşılaştığı zorluklara karşı gösterdiği tavır, sabırlı bir insan örneği olarak tarihe geçmesini sağlar. Müfessirler Hz Eyyüb’ün başına gelenlerle ilgili güvenilir olmayan pek çok rivayet nakletmişlerdir. (Kasımi, Mehasinü’t-Tevil, VII, 214.) Ancak Kur’an onun durumunu mücmel olarak ifade etmiştir. İlgili ayetler, onun başına gelenleri nasıl anlamlandırdığına dair mesajlar içermektedir. Bunlardan birinde Allah’a teslimiyetinin, hastalık ve musibetlere sabrının ifadesi olarak dilinden şu dua dökülmüştür: “Şüphesiz ki ben derde uğradım. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya, 21/83.)

Hz. Eyyüb’ün başına büyük dertlerin geldiği anlaşılmaktadır. Ayette geçen dert kelimesi (ed-durr), vücuduna, ailesine ve malına gelebilecek bütün musibetleri kapsayacak şekilde genellik ifade etmektedir. (Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, VIII, 193.) Hz Eyyüb’ün duasının yer aldığı şu ayet, onun başına gelen derde farklı bir boyut daha kazandırmaktadır: “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu.” (Sad, 38/41.) Müfessirler bu ayette yer alan şeytanın rolü ile ilgili onlarca görüş zikretmişlerdir. Bu görüşlerden bir kısmı peygamber için düşünülmesi uygun olmayan görüşlerdir. Ancak söz konusu cümle “Şeytan yorgunluk ve azap sebebiyle bana dokundu.” şeklinde de anlaşılmaya müsaittir. (İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, XXIII, 270.) Nitekim Kur’an’da şeytanın insan üzerinde bir gücünün olmadığı, onun rolünün sadece vesvese vermekten ibaret olduğu ifade edilmektedir. (İbrahim, 14/22; Nahl, 16/99.) Bu yoruma göre şeytan, ona, sahibi olduğu nimetleri kaybettiğini hatırlatmaktadır. Başına gelenleri gözünde büyütmekte, böyle bir azabı hak etmediğini söylemektedir. Onu hoşnutsuzluğa ve şikâyetçi olmaya teşvik etmekte, Allah hakkında su-i zanna veya öfkeye düşürmek istemektedir. Anlaşılan o ki Hz. Eyyüb, başına gelenlerden duyduğu acı ve ıstırap bir tarafa, şeytanın aklına düşürdüğü şüphe ve vesveselerle de mücadele içindedir.

Eyyüb peygamber bir taraftan maddi ve manevi zorluklarla mücadelesini sabırla sürdürürken diğer taraftan da dua ile Allah’a yönelmeyi terk etmemiştir. Duasında “Başıma bu dert geldi.” diyerek İlahi rahmeti celp edecek şekilde durumunu zikretmiş, son derece nezaketli bir üslupla halini arz etmekle yetinmiştir. Talebini açıkça belirtmesi caiz ise de o talebini belirtmemiştir. Onun bu duasında bir şikâyet, bir serzeniş söz konusu değildir. Çünkü Allah Teâlâ onu “sabırlı bir kul” olarak nitelemiştir. (Sa’d 38/44.) Onun bu sözlerinin şikâyet değil dua olduğunun delili, sonrasındaki ayette “Bunun üzerine biz onun duasını kabul ettik.” denmesidir. Çünkü icabet şikâyetten sonra gelmez, duadan sonra gelir. Bazı âlimler ise Eyyüb’ün bu duasında Allah’a şikâyet ettiğini ifade etmişlerdir. Ancak bu, Allah’tan şikâyet anlamına gelmemektedir. Zira Allah’tan şikâyet kulu O’ndan uzaklaştırırken Allah’a şikâyet kulu O’na yaklaştırır.

Hz. Eyyüb “Sen, merhametlilerin en merhametlisisin” niyazıyla Rabbini, rahmetini gerektirecek şekilde niteleyerek isteğine işaret etmiştir. Zira Allah onun hâlini bilmektedir. Rahmetini zikretmiş olması, onun Allah’a talebini bildirmesi demektir. Dertlerin devası “merhametlilerin en merhametlisi” olan Allah’tandır. Çünkü âlemde O’nun merhametine yaklaşacak başka bir varlık yoktur. Allah’ın merhameti karşısında insanların merhameti denizden bir katre gibidir. Bu yüzden “Merhametlilerin en merhametlisi” ifadesi bir mukayese değil, Allah’ın merhametinin, merhametin en yüce derecesinde olması anlamına gelmektedir. Diğer taraftan Allah kulun kalbinde merhameti irade etme imkânını var edendir. Başkasına merhamet eden kişi bunu ancak Allah’ın yardımı ile yapar. Çünkü bir başkasının ihtiyacını gideren veya onun başından bir belayı def eden kişi, Allah ihtiyacı karşılayacak maddeyi veya belayı defedecek gücü yaratmasaydı merhamet etmeye asla muktedir olamazdı. Allah bu davranışı rahatlama sebebi yapmasaydı ona muhatap olan da bundan bir fayda göremezdi. O hâlde kulların merhametinden önce de kulların merhametinden sonra da Allah’ın merhameti vardır. Ayrıca başkasına merhamet eden herkes ya dünyada övgü ya ahirette sevap ister ya da içinde hissettiği rikkati gidermek için merhamet eder. Dolayısıyla göstermiş olduğu merhametle, kendisine bir faydanın erişmesi söz konusudur. Ancak O’nun (cc), kullarına merhameti ile bir fayda elde etmesi söz konusu değildir. Ve bu merhamet O’nun kemal sıfatlarında fazlalık da noksanlık da meydana getirmemektedir. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XXII, 175.) İşte bu hakikatlerden dolayı Hz. Eyyüb “merhametlilerin en merhametlisi” olan Rabbine sığınmış, O da Eyyüb’ün duasını kabul ederek merhametini göstermiştir. (Enbiya, 21/84.)

Kur’an’da insanın sabırsızlık, acelecilik, tahammülsüzlük, yılgınlık ve sızlanma gibi olumsuz özelliklere sahip olduğu belirtilmektedir. (Mearic, 70/19-20.) Ancak Hz. Eyyüb bu tür insani zaaflardan uzak bir tavır sergilemiş, hastalık ve musibetlere sabır ve dua ile karşı koymuştur. O hâlde müminlere düşen, zamanının en faziletlisi olan bir peygamberin başına ne kadar büyük dertlerin geldiğini düşünmek, başına gelenlerin Allah’ın kulunu hakir görmesinden kaynaklanmadığını bilmektir. Konunun diğer boyutu da hastalık ve musibetin insanı itikadi açıdan bir çıkmaza sürükleyebileceğidir. Hz. Eyyüb’ün duası, konunun önemine işaret etmekte; sağlık ve sıhhati kaybetmekten daha büyük musibetin, inancını kaybetmek olduğuna işaret etmektedir. İnsan hastalık ve musibetle karşı karşıya olduğunda “Niçin ben?” diye sorarken, sağlık ve nimet içinde yaşarken kendisine bu soruyu sormaz. O hâlde doğru olan, hastalık ve musibet zamanında da böyle cevapsız bir sorunun peşinde koşmamaktır. Hz. Eyyüb gibi sağlığı verenin de hastalığı verenin de O olduğunun bilinci içinde olmak; O’nun, zorlukların arkasına gizlediği kolaylıkları, musibetlerin arkasına gizlediği nimetleri düşünmektir. “Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? (Tin, 95/8.)

Dr. Abdülkadir Erkut

22 Eylül 2022 Perşembe

Asr Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 3 âyettir. Asr, çağ, ikindi vakti, uzun zaman demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz üçüncü, iniş sırasına göre on üçüncü sûredir. İnşirah sûresinden sonra, Âdiyât sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Şevkânî, V, 579).

Konusu

Sûrede insanı ebedî hüsrandan kurtaracak yollar gösteril­mektedir.

Fazileti

Ashâb-ı kirâmdan iki kişinin karşılaştıkları zaman biri diğerine Asr sûresini okumadan ve ardından selâm vermeden ayrılmadıkları rivayet edilir (Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân, XI, 348).

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/103-asr-suresi

21 Eylül 2022 Çarşamba

Tekâsür Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 8 âyettir. Tekâsür, mal, mülk ve çoluk çocuğunçokluğuyla övünmek demektir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz ikinci, iniş sırasına göre on altıncı sûredir. Kevser sûresinden sonra, Mâ‘ûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (bk. Buhârî, “Rikāk” 10; Şevkânî, V, 575).

Konusu

Sûrede insanların, hayatın aldatıcı yönleriyle meşgul olmala­rından, dünya malını biriktirmeye olan düşkünlüklerinden ve âhiret hallerinden söz edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/102-tekasur-suresi

20 Eylül 2022 Salı

Kâria Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. “Kâri’a”, vuran, çarpan, kapıyı çalan,yürekleri hoplatan şey demektir. Burada, kıyamet gününü ifade etmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz birinci, iniş sırasına göre otuzuncu sûredir. Kureyş sûresinden sonra, Kıyâmet sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrede bazı kıyamet tasvirlerine yer verilmekte, âhiret sorumluluğu bilinci aşılayan uyarılarda bulunulmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/101-karia-suresi

19 Eylül 2022 Pazartesi

Âdiyât Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 11 âyettir. Âdiyât, hızlı koşan atlar demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüzüncü, iniş sırasına göre on dördüncü sûredir. Asr sûresinden sonra, Kevser sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 566).

Konusu

İnsanoğlunun nankörlüğü ve mala düşkünlüğü, ahiret hayatı için harcama yapmaması ve bu yüzden onu kötü bir sonucun beklediği söz konusu edilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/100-adiyat-suresi

18 Eylül 2022 Pazar

Zilzâl Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 8 âyettir. Zilzâl, sarsıntı, deprem demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan dokuzuncu, iniş sırasına göre doksan üçüncü sûredir. Nisâ sûresinden sonra, Hadîd sûresinden önce Medine’de inmiştir. Mekke’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 562).

Konusu

Sûrede kıyamet kopması sırasındaki şiddetli yer sarsıntısının ardından kıyamet gününde yaşanacak olan sıkıntı ve dehşet verici haller anlatılmaktadır; ayrıca dünyada işlenen hayır veya şerrin karşılığının âhirette ödül veya ceza olarak alınacağı bildirilmektedir.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/99-zilzal-suresi

17 Eylül 2022 Cumartesi

Beyyine Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 8 âyettir. Beyyine, apaçık delil demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan sekizinci, iniş sırasına göre yüzüncü sûredir. Talâk sûresinden sonra, Haşr sûresinden önce Medine’de inmiştir. Mekke’de indiğine dair rivayetler de vardır; ancak özellikle Buhârî’de yer alan bir hadis (“Tefsîr”, 98/1-3) sûrenin Medine döneminde indiğini göstermektedir.

Konusu

Sûrede Hz. Muhammed aleyhisselâmın peygamberliği karşı­sında Ehl-i kitap ve müşriklerin inkârcı tutumları eleştirilmekte; özellikle Ehl-i kitabın, bu tutumlarıyla kendi dinlerinin özüne de aykırı davrandıkları, çünkü İslâm’ın iman ve ibadete dair temel buyruklarıyla peygamberlik inancının o dinlerin asıllarında da bulunduğu bildirilmektedir. Sûre kötülerle iyilerin âhiretteki durumlarını özetleyen açıklamalarla son bulmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/98-beyyine-suresi

16 Eylül 2022 Cuma

Kadir Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 5 âyettir. Sûre, Kadir gecesini anlattığı için bu adıalmıştır. Kadr, azamet ve şeref demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada doksan yedinci, iniş sırasına göre yirmi beşinci sûredir. Abese sûresinden sonra, Şems sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Bir rivayete göre müfessirlerin çoğu Medine’de indiğini söylemişlerdir (bk. Şevkânî, V, 554).

Konusu

Kur’an’ın Kadir gecesinde indirildiği bildirilmekte ve bu gecenin önemi anlatılmaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/97-kadir-suresi

15 Eylül 2022 Perşembe

"Şu duayı çoğaltıp dağıtmazsanız musibete uğrarsınız." gibi iddialar güvenilir mi?

   
Soru Detayı
Geçenlerde bir kağıt atılmıştı aprtmanımıza. Kağıtta yazan bir dua vardı. "Eğer bu duayı çoğaltıp dağıtmazsam başımıza felaket geleceği" yazıyordu. Aynı şekilde cep telefonumuza da bu tip mesajlar geliyor. Bunlar ne kadar doğrudur? Uğursuzluk olur mu böyle şeylerden?
Cevap

Bu ve benzeri yazı ve mesajlara itibar etmemek gerekir. Dinimizin emirleri bellidir. Bunun dışındaki mektup ve yazılardan, mesajlardan ve rüyadaki bilgilerden sorumlu değildir. Bu gibi şeylerden uğursuzluk gelmez.

Saf ve nezih İslâm inancı, fal, kehanet, uğursuzluk gibi hertürlü hurafe ve boş âdetlerden uzaktır. Hiçbir faydası olmayan, aksine, Müslümanların sağlam itikadlarına zarar veren, kişinin hak ve hakikate olan bağlılığını zedeleyen inançlar hiçbir şekilde müsamaha ile karşılanmaz, onların yayılmasına göz yumulmaz.

İslâm nuru doğmadan önce bilhassa Araplar arasında o kadar hurafe ve mânâsız inançlar kol gezmekteydi ki, insanlar en ciddî ve hayatî meselelerini bile uydurdukları şeylere göre tanzim ederlerdi. Meselâ Cahiliye devrinde Araplar kuşları ve geyikleri ürkütürler, hayvan sağ tarafa giderse işlerine güçlerine veya yollarına devam ederler, sol tarafa giderse yapacakları şeyden dönerler, uğursuzluk yorumunda bulunurlardı. Böylece, yapacakları birçok işten geri kalırlardı.

İşte böyle şaşkın bir millet içinde çıkan Resul-i Ekrem Efendimiz, Araplar tarafından “nass” gibi kabul edilen hertürlü boş ve mânâsız alışkanlık ve inançlarla mücadele etti, insanları onlardan vazgeçirmeye çalıştı. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (a.s.m.),

“Hastalığının bir başkasına (Allah’ın takdiri olmaksızın) geçmesi, uğursuzluk, baykuş (un ötmesi), karındaki yılan diye bir şey yoktur.”1

buyurarak, o zamanlar yaygın halde bulunan yanlış inançların asıl ve esaslarının olmadığını bildirdiler. Yine Cahiliye Arapları baykuşun, ölünün ruhundan meydana geldiğine, insanın karnında bir yılanın bulunduğuna ve acıkınca insanı öldürdüğüne inanırlardı. İşte, hadis-i şerifte bunların bir mânâ ve tesirinin bulunmadığı, bir zarar ve menfaatinin de olmadığı bildirilmektedir.

Ayrıca bu uğursuzluk görüşü ne ilimle, ne de akıl ve gerçekle bağdaşmaz. Sadece kişinin bazı zaaflarına mağlûp olmasından ve o zaafın arkasından sürüklenerek vehmini doğrulamak için bahane aramasından ibarettir. Çünkü bir şeyi uğursuz saymakta belâyı beklemek vardır. Meselâ bacasına baykuş konan adam başına bir belâ geleceği zannına kapılır ve onu bekler. Burada ilâhî rahmetten ümidi kesme olduğu gibi, kadere imanın zayıflığı da ortaya çıkmaktadır.

Bir şeyi uğursuz sayarak ondan fayda ve zarar beklemek doğru değildir. Zira her türlü fayda ve zarar ancak Allah’ın takdiriyle meydana gelmektedir. Her memlekette ve her bölgede halk tarafından farklı ve değişik şeyler uğursuzluk alâmeti sayılmaktadır. Meselâ köpeğin ulumasını, merkebin anırmasını, geceleri baykuşun ötmesini uğursuz sayan yerler olduğu gibi, bazı günler temizlik yapmayı, tırnak kesmeyi ve çamaşır yıkamayı uğursuz gören bölgeler de vardır. Bunlar da hadiste zikredilen hususlara benzemektedir. Aslı astarı olmayan inançlardır. Bu lüzümsuz inançları hoş karşılamayan Peygamberimiz (a.s.m.),

“İslâmda teşeüm yoktur, en hayırlısı tefeüldür.”2

buyurarak teşeümün, yani bazı şeyin uğursuzluğuna inanmanın mânâsızlığını ifade ederken, uygun ve müsbet olanı da bildirmektedir. Ebû Hüreyre’den (r.a.) gelen bir rivayete göre,

“Peygamber (a.s.m.) güzel tefeülden hoşlanır, bir şeyi uğursuz saymaktan hoşlanmazdı.”3

“Tefeül” bir şeyi hayra yormak mânâsına gelmektedir. Tefeülün misâlini Peygamberimiz (a.s.m.)'de görmemiz mümkündür. Nitekim Hudeybiye sulhünde müşrikler, Müslümanları zor durumda bırakmışlardı. O sırada müşrikler tarafından anlaşma için Süheyl İbni Amr’ın başkanlığında bir heyetin gelmekte olduğu duyulunca, Resul-i Ekrem kolaylık ve yumuşaklık ifade eden “Süheyl” adıyla tefeül ederek ashabına “Artık işimiz kolaylaştı.” buyurmuştur.4

Yolculuğa çıkan bir kimsenin, yolda “Salim” diye birisinin çağırıldığını duyduğunda, bunu yolculuğunun selâmetle geçeceğine yorması, hasta bir kişinin doktora giderken yolda “Salim” isminin çağrıldığını duyarak bunu hastalıktan kurtulacağına tevil etmesi birer tefeüldür.

Rusullullahın (a.s.m.) tefeülü sevmesi, netice itibarıyla Allah Teâlâ'dan bir hayır ve fayda ummayı gösterdiği içindir. Çünkü insanın kuvvetli ve zayıf bir sebepten dolayı Allah’tan bir fayda beklemesi hayırdır. Fakat Allah’tan tamamıyla ümidini keserse, bu kendisi için şer olur.

İnsanın bir işin hayır veya şer olup olmadığını, menfaat veya zararını kestiremediği, yapıp yapmamada tereddüt ettiği meselelerde, bazı şeyleri uğursuz sayarak ona göre hareket etmek yerine istişarede bulunması, ehil kimselerin görüşünü alması tavsiye edilmiştir. Ayrıca hadiste geçen istihare namaz ve duâsına başvurabileceği de söylenmiştir. Böylece müşkül durumlarda istihare ruha ferahlık veren ilâhî bir çaredir.

Dipnotlar:

1. Müslim, Selâm: 102; Buharî, Tıb: 19.
2. Buharî, Tıb: 43.
3. İbni Mâce, Tıb: 43.

4. Tecrid Tercemesi, XII/93.

https://sorularlaislamiyet.com/su-duayi-cogaltip-dagitmazsaniz-musibete-ugrarsiniz-gibi-iddialar-guvenilir-mi

13 Eylül 2022 Salı

Burûc Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 22 âyettir. Sûre, adını birinci âyetteki “el-Bürûc”kelimesinden almıştır. Bürûc, burçlar demektir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen beşinci, iniş sırasına göre yirmi yedinci sûredir. Şems sûresinden sonra, Tîn sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Konusu

Sûrenin ana konusu kendilerine “ashâbü’l-uhdûd” (hendek topluluğu) denilen inkârcıların, inançlı insanlara inançları sebebiyle yaptıkları işkenceler ve müminlerin inançları uğrunda bunlara karşı gösterdikleri sabır ve dirençtir. Ayrıca inkârcıların âhiretteki kötü âkıbetleri ve inananların mutlu sonları, Allah’ın bazı sıfatları hakkında kısa açıklamalar yer almaktadır.

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/85-buruc-suresi

12 Eylül 2022 Pazartesi

HER SINAV ÖNEMLİDİR


“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”

(Bakara, 2/155)

Anne bedeninde dirilen insanoğlu oradaki ömrünü tamamlayınca dünyaya doğar. Dünyada ne kadar süreceğini bilmediği bir zaman verilmiştir kendisine, o tamamlanınca başka bir âleme geçer. Her seferinde bir yerde biten hayat, başka bir yerde yeniden başlayacaktır. Bu geçişlerde en anlamlısı nimetler ve musibetlerle dolu dünya hayatıdır. Çünkü varlığın bu aşamasında irade ve akılla desteklenir insanoğlu. Allah tarafından kendisine ahiret denen sonsuz hayatı burada düzenleme ve tercihleriyle sonunu şekillendirme fırsatı verilmiştir. Bu sistemli varlık döngüsünün aslında bir sınav olduğu Kur’an’ın bildirdiği gerçeklerdendir.

Yüce Allah (c.c.) bazen vererek bazen de verdiklerini geri alarak insanı sınar. Bakara suresi 155. ayet korkunun, açlığın, can ve mal kaybının sınav sorularından olduğunu dile getirirken sınavda başarmanın tek şartı olarak “sabır” kavramını zikretmektedir. Bir üzüntü ya da musibetle karşılaşan kimsenin ona karşı direnç göstermesi anlamına gelen sabır, kulun her şeyin sahibi olduğuna iman ettiği Rabbine karşı teslimiyet göstermesidir. Ayet, Medine’ye göç ederek Mekke müşriklerinden kurtulduğunu düşünen Müslümanlara hayatın devam eden bir imtihan olduğunu hatırlatmaktadır. Medine’de ortaya çıkan maddi sıkıntılar kısa süre içinde yerini savaş şartlarına bırakacak, inananlar müşriklerle peş peşe yaptıkları savaşlarda şehitler vereceklerdir. Buna göre Allah, Müslümanları o zaman denemiştir, dilediği her zaman da dener. Allah’a dayanıp sıkıntılar altında ezilmeyenler hem dinî hem de dünyevi bakımdan hep kazanmışlardır. (Kur’an Yolu, DİB, I, 241-242)

Bir acıyla karşılaştığımız zaman teslimiyetle “imtihan” der, dünyanın bir imtihan yeri olduğunu birbirimize sık sık hatırlatırız ancak imtihanı bütün boyutlarıyla algılayabildiğimizi söyleyemeyiz. İnsanın başına olumsuz bir şey geldiğinde “Neden ben?” sorusunu sorması imtihanın hikmetini kavramadığını gösterir. Oysa Allah’ın kullarını sınaması tek bir kişiye mahsus bir durum değildir. Hz. İbrahim’in Nemrut tarafından ateşe atıldığını, Hz. Eyyûb’un hastalıklarla boğuştuğunu, Hz. Yûnus’un balığın karnındaki karanlıklarda beklediğini, Hz. Muhammed’in Taif halkını İslam’a davet için gittiğinde taşlandığını düşünürsek Allah’ın en değerli kullarını dahi sınavlara tabi tuttuğunu görebiliriz.

Konuyu Kur’an’ın bütünlüğü içinde değerlendirdiğimiz zaman aslında her nimetin bizim için aynı zamanda bir imtihan vesilesi olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Yüce Allah “Her canlı, ölümü tadar. Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiyâ 21/35) buyurmaktadır.

Allah, kullarını bazen nimetini arttırarak bazen kısarak imtihan eder. Nimet verdiği zaman şükürle, zorluk karşısında sabırla duruş gösterebilen kimse sınavı kazanacaktır. Nimetin karşılığında sorumluluk yüklendiğinin bilincinde olan kul, sağlığına namaz ve oruçla, malına zekât ve sadakayla şükreder. Elindekinin emanet olduğunu, bir gün kaybedebileceğini bilerek hayatını sürdürür. Bir yoklukla karşılaştığı zaman bu durumun Allah’tan geldiğini idrak eder, geçici olduğunu bilir. O duruma temkinle ve sabırla yaklaşır. Musibete ilk an gösterilen sabrın zorluğu nedeniyle kıymetli olduğunu bilir.

İnsanın Rabbinden iyilik gördüğünde “Rabbim bana ikram etti.” (Fecr, 89/15) diye sevinip dara düştüğünde “Rabbim beni önemsemedi.” (Fecr, 89/16) demesi açık bir nankörlüktür. Oysa Rabbinin murakabesinde olduğunun bilinciyle hareket edene mükâfatı daha bu dünyada verilecektir. “Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı; bunu da müminlere kendinden güzel bir lütufta bulunmuş olmak için yaptı.” (Enfâl, 8/17) ayeti, Bedir Savaşı'nda zorlukla sınanan müminler için Allah’ın gönderdiği kolaylıkları ifade etmektedir. Müslümanların düşman askerinin sayıca üçte biri olduğu ve savaş için yeterli malzemelerinin bulunmadığı bir dönemde zafer kazanmaları tesadüf değildir. Allah tarafından destek için melek birliklerinin gönderilmesi, düşmanın kalbine korku salınması, düşmana hareket zorluğu getiren yağmurun yağdırılması gibi olağanüstü durumlar bu ağır imtihana boyun eğenler için dünyada verilmiş bir karşılıktır.

Devam eden imtihandır dünya. Ergenlikle açılan ölümle kapanacak olan ve aslında hayatın gerçek anlamı olan hesap için, artı eksi hanelerini kendi elimizle dolduracağımız mekândır aynı zamanda. Süresini kimsenin bilmediği sınavın adıdır, sınav yeridir. Karşılığını önemsemediğimiz, kendimizi denemek için girdiğimiz sıradan bir sınavda bile az da olsa bir telaş kaplar hepimizi. Kim bilir belki de Allah’ın bize takdir ettiği hayatın en eğlenceli yönü sınavdır da şimdiye kadar fark etmemişizdir. Sınavın tarihi ve saati yaklaştıkça hissettiklerimizin aslında bizi hayata bağlayan yönümüz olduğunu düşündük mü hiç? Hastalık sağlığın kıymetini, başarısızlık çalışmanın yöntemini gösteren bir öğretmen olamaz mı? Başarı kibre davetiye, her istediğini elde etmek tembelliğe aralanmış bir kapıdır belki de. Yüce Yaradan, soruların cevabını içinde gizlemiştir aslında.

Uzmanlar “Her gün aynı saatte aynı şeyi yerseniz, hep aynı şeyleri yaparsanız vücutta arızalar çıkmaya başlıyor. Aynı şeyi yemek metabolik stres yapıyor, aynı hareketleri yapmak kemik yapısını bozuyor. Beyni zorlamazsanız küçülüyor. Özetle bir müşkül ve çözülmesi gereken sorun varsa vücut ve beyin ayılıyor. Konfor bizi çürütüyor.” diyor. Bu sebeple Allah’a kul olmayı dert edinmek, onu razı edecek işlerin peşine düşmek, elinden gelen iyiliği ihmal etmemek, sonra da afiyet istemek gerekir. Bütün bunlar insanın kendisinde boşluk bırakmamasının en kolay yöntemi olabilir, denemek lazım.

Dr. Öğretim Üyesi Sema Çelem

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

11 Eylül 2022 Pazar

HAYAT KESİNTİSİZ İMTİHAN

 

İnsanoğlu hayatı boyunca çeşitli sorularla karşılaşır ve bu sorulara vereceği cevaplarla yolculuğunu, kimliğini, hatta kişiliğini tayin eder. Sorular bazen dışarıdan gelir bazen de içimizde kendi kendine büyür. Yıllarla birlikte kişinin peşinden koştuğu sorular da değişebilir. Örneğin çocukken masum, ergenlikte meraklı, gençlikte kışkırtıcı, yetişkinlikte manidar, yaşlılıkta dingin olabilir. Aslında bütün bilgilerimiz, düşüncelerimiz, tercihlerimiz, hassasiyetlerimiz; muhtelif konularda verilmiş cevaplarımızın toplamından ibarettir. İnsan, hayatı boyunca hem biyolojik hem psikolojik bakımdan pek çok evreden geçer. Bu evrelere, dışımızdaki şartların değişmesini de ilave edersek, yol boyu soruların ve elbette onlara bağlı olarak cevapların da değişmesi kaçınılmaz olur. Ama insanlık tarihinde değişmeyen bir soru vardır ki o soruya, yalıtılmış kabile fertlerinden modern metropollerin ortasında gürültülü bir yaşama ayak uydurmaya çalışan bireye kadar hemen her insanda rastlamak mümkündür: Hayatın anlamı nedir? Elbette bu soru, herkese aynı kılıkta görünmez; kişinin diline, bilgisine, kültürüne, meşrebine göre değişiklik arz eder. Hayatının baharında bir delikanlı için başka, çocukları için çalışıp duran ebeveyn için başka, hastanede şifa bulmak için gün sayan yaşlılar için başka libaslara bürünür.

Biz Müslümanlar için bu sorunun cevabı, hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim’de açık seçik bir şekilde verilmiştir. Allah kelamı, kullarına kıyamete kadar rehberlik edecek Kitabında, yarattığı ve yeryüzünün halifeliğiyle şereflendirdiği insanın bu en temel ve değişmez sorusuna açıklık getirmiş, insanın yaratılış gayesini “kulluk” olarak özetlemiş; kulluğun sergileneceği aşamaların toplamını ise imtihan olarak nitelendirmiştir: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 67/2) Bu ön bilgiye sahip olanlar, dünya hayatında başlarına gelen her zorluğun, her musibetin bir sınav ayrıntısı olduğunu bilir ve ona göre davranırlar. İmtihanın bilincinde olmak ona sabretmenin, sabretmek ise başa çıkmanın ilk adımıdır. Sabır asla teslim olmak değildir; aksine, musibetler karşısında yılgınlığa düşmeden mücadele etmenin olmazsa olmaz şartıdır. Bu yaklaşım, daha güzel bir dünya inşa etmenin, dünyayı Allah’ın rızası doğrultusunda güzelleştirmenin, imar ve ihya etmenin de anahtar fikridir. Nitekim bazı Müslüman düşünürler, bu ayette ölümün hayattan önce zikredilmesini yorumlarken buna dikkat çekmişlerdir: “Demek ki bir hayatın arkasından ölümün ve onun arkasından diğer bir hayatın karşıt olarak yaratılması, insanların bu ikisi arasında iyi bir çalışma gayretiyle Allah’ın mülkünde güzel bir işçi, yüksek bir görevli olmak üzere yarış için bir imtihan meydanına çıkarılmaları hikmetine, bu da hayattan hayata, güzellikten güzelliğe bir yükseliş nizamı ve en güzel amellere daha güzeliyle mükâfat vererek ileride bambaşka bir hayata ulaştırılmaları gayesine yöneliktir.” (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul: Azim, cilt 8, s. 178.)

Bazen Azalarak Bazen Çoğalarak

Dünya hayatı gelip geçicidir. Yaşamın bazı anlarında faniliğin bu dokunaklı boyutu, insanın içini hüzünle doldurur. Öte yandan bu fanilik, derinlerde saklı bir umudun da meşalesi olur. Çünkü sonlu hayat, ebedî hayatın kapısına çıkar. Zaten en büyük cevapları vahyin dizinin dibinde bulmamız, bu ebedî hayata olan inancımızla ilgilidir. Ebedî hayat motivasyonu, bizim imtihan esnasında dirayetli durmamızın da kaynağıdır.

Peki, ister istemez insanın aklına şu soru gelebilir. Neden imtihan? Neden bu beşikten mezara kadar dikkat gerektiren sınav? Büyük mutasavvıf Mevlana Celaleddin-i Rumi, Mesnevi’sinde hayat ve imtihanın gerekliliğini buğday mecazıyla anlatır: “Buğdayı toprak altına atarlar, sonra o topraktan başaklar elde ederler. Sonra bir kez de değirmende öğütürler, değeri artar, cana can katan gıda olur. Sonra ekmeği dişlerin altında ezerler de akıl sahibinin aklı, canı, anlayışı olur.” (Mevlana Celaleddin Rûmî, Mesnevi, Çev. Derya Örs, Hicabi Kırlangıç, 2010, Konya BB. cilt 1, s. 161) Değerin ortaya çıkması için bazı fırtınaların yaşanması kaçınılmazdır. Hayatı ve onunla birlikte gelen meşakkatleri bu anlayışla göğüsleyen Müslüman, başına ne gelirse gelsin, ayet-i kerimede haber verilen sınavlardan birini yaşadığını bilir: “Andolsun ki biz; korku, açlık, mallardan, nefislerden ve ürünlerden bir miktar eksiltme ile sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)

İmtihan, kimi zaman bollukla kimi zaman yoklukla gelebilir. Hiç ummadığımız yerlerden üzerimize yağabilir. Sevdiklerimiz en büyük sınavımız olabilir. Bugün varlığıyla gurur duyduğumuz bir nimet, yarın sırtımızdaki en ağır yüke dönüşebilir. Her doğan gün, insan için müjdeler de kederler de getirebilir. Sevinçler de kederler de insan içindir. Kaldı ki kaçınılmaz şekilde çevremizdekilerin, sevdiklerimizin yavaş yavaş azalmasına, ölümlerine şahit oluruz. Bütün bunlar için ayrı ayrı cevaplar bulmak yerine, vahye kulak verdiğimizde sadece aklımızın değil, kalplerimizin de yolunu kısaltmış oluruz: “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.” (Enbiyâ, 21/35) Ayet, açık bir şekilde insanların sadece kötülüklerle değil; iyiliklerle, varlıkla, nimetle de imtihan edileceğini haber vermektedir.

Kur’an-ı Kerim’de dünya hayatının imtihan oluşuna vurgu yapılır ve bu imtihandan başarıyla çıkmanın yolunun nefsin isteklerine karşı koyabilmek, onları meşru sınırlar çerçevesinde gidermekten geçtiğinin altı çizilir. Şeytanın kışkırtmalarına ve nefislerinin arzularına esir olanların, imtihanda kaybedeceği açıktır. Dünya ve içindeki nimetler gelip geçici, ahiretse sonsuzdur. Fani olanın peşinde koşanları daima hayal kırıklığı, daima hüsran bekleyecektir. Çünkü hayatın ve ölümün sahibi Yüce Allah, kullarına hem yürümeleri gereken istikameti hem de bu yürüyüş esnasında riayet etmeleri gereken kuralları bildirmiştir. Geçici dünya hayatını merkeze alarak bize ebedî hayatı unutturan, ihmal ettiren bütün meşguliyetleri, ilgileri, isyanları, dünya imtihanımızı kaybettirecek hatalar olarak görebiliriz.

Peygamberlerin İmtihanları

“Allah dağına göre kar verir.” sözünün imtihan alanında da tecelli ettiğini görürüz. Cenab-ı Allah’ın en seçkin kulları şüphesiz ki peygamberlerdir. Allah Teâlâ, onlar vasıtasıyla insanlığa mesajlarını ulaştırmış, emir ve yasaklarını bildirmiştir. Bu bakımdan onlar, Yaratıcı ile yaratılanın varoluşsal temas noktasını temsil ederler. Vahye ilk muhatap kılınan o peygamberler bile imtihandan muaf tutulmamıştır. Aksine onların hayatları ve yaşadıkları gerçekten akıllara durgunluk verecek cinstendir.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatına baktığımızda zorluk, sıkıntı ve imtihanın onun başından neredeyse hiç eksik olmadığını görürüz. Zaten peygamberler tarihi biraz da imtihanlar tarihidir. İlk insan, ilk peygamber Hz. Âdem (a.s.) önce yasak meyveyle, sonra oğullarıyla imtihan edildi. Kabil, haset ve kıskançlık yüzünden kardeşi Habil’i öldürdüğünde sadece yeryüzünde ilk cinayet işlenmemişti, aynı zamanda bir babanın oğluyla ilk imtihanı olmuştu. Hz. İbrahim (a.s.), rüyasıyla sınav edilmiş, yıllardır yolunu beklediği çocuğunu yani en sevdiğini Allah yolunda kurban edip edemeyeceğiyle sınanmıştı. Onun bir baba olarak yaşadığı sınavın gerçekliğine Kur’an, “Bu, kesinlikle apaçık bir imtihandı.” diyerek şahitlik etmiş (Sâffât, 37/106); sergilediği iman ve metanete karşı Cenab-ı Hakk’ın rızası selamıyla ödüllendirilmiştir (Sâffât, 37/109). Sabrın sembolü Eyüp (a.s.) ise malını, mülkünü ve sağlığını kaybedip uzun süren bir hastalığa yakalandığında imtihan edildiğinin bilincindeydi. Rabbine sığındı, sabretti, şeytanın ve nefsinin kışkırtmalarına kulak asmadı. Yaşadıkları onu kulluğundan bir an olsun vazgeçirmedi. Kur’an’da onun sabrı şu ifadelerle övülmüştür: “Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk. O ne iyi kul idi! Daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd, 38/44) Bu sabra karşılık şifalı bir suya vasıl edilmiş ve o suyla iyileşmişti. Yakup peygamber ise oğullarının kıskançlığıyla imtihan edilmiştir. Neticede kuyuya atılan Yusuf (a.s.) kadar, onu kuyuya itenler de Hz. Yakup’un çocuklarıydı. Oğlunun hasretiyle yıllar boyu ağlayan, âmâ olan ve hayatının son yıllarında oğluna yeniden kavuşan Yakup (a.s.) sabrın, beklemenin en güzel örneğidir.

Hz. Yusuf’un saray zindanlarında, Hz. Yunus’un balığın karnında yaşadıkları, kıyamete kadar bütün insanlara mesaj verir. Hz. Lut, tebliğle görevlendirildiği kavmiyle mücadelesinde, bir insanın yaşayabileceği en büyük zorluklardan birini yaşamış; eşinin taşkın şehir halkıyla aynı safta yer almasına ve onlarla birlikte helak olmasına şahitlik etmiştir. Tevhit mücadelesinde aile fertlerini yanında bulunmayan peygamberlerden biri de ululazm peygamberlerden Hz. Nuh’tur. Nitekim tufan koptuğunda eşi ve oğlu, gemidekilerin arasında olmayacaktır.

Meşakkat, Cevherleri Ortaya Çıkartır

Aslında tarih boyunca neredeyse bütün peygamberler, kavimleri tarafından zulme maruz kalmış, ölümle tehdit edilmiş, sürülmüş, yurdundan çıkarılmıştır. Ama onlar yollarından dönmemiş, her biri kendi meşrebinde zorluklarla mücadele etmiştir. Bugün bizlere düşen, peygamberlerin sabrını, metanetini, mücadelesini kendimize rehber edinmek; onların rol modelliğini esas alarak modern dünyadaki hayatlarımızı tanzim etmektir. Çünkü imtihanların şekilleri değişse de aslında Hz. Âdem’den beri özleri değişmez.

Çile ve meşakkatlerin insan ruhunu, kişiliğini nasıl olgunlaştırdığını, bu olgunluğun onun yaşamı için ne kadar hayati bir önem taşıdığını, kozadaki kelebek hikâyesi bizlere ne güzel anlatır. Ormanda kozasından çıkmaya çalışan kelebeği gören bir adam, kelebeğin uzun ve meşakkatli mücadelesini izledikten sonra dayanamayarak kozayı biraz açmış. Böylece kelebeğe yardım etmiş olacağını zannetmiş. Ama kozasından çıkan kelebek bir türlü uçamamış. Adamın iyi niyetle ama bilinçsizce yaptığı yardım, kelebeğin doğar doğmaz ölmesine neden olmuş. Çünkü kelebeğin doğasında, kozadan çıkarken çabalamasına, bedenindeki sıvının kanatlarına yürümesine, kaslarının bu şekilde gelişmesine yönelik hayati ve gerekli bir süreç vardır. Tıpkı kelebek gibi insanoğlunun da bu imtihan dünyasında karşılaştığı her nimet her meşakkat, ondaki cevherlerin ortaya çıkmasına imkân sağlar. Dünya hayatının anlamı ve gayesi budur. Emek vermeden, özveri sergilemeden ne bu dünyada ne de ahirette huzura ermek mümkündür.

Kaan Süleymanoğlu

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

10 Eylül 2022 Cumartesi

NEFİS TEZKİYESİNDE BİR PEYGAMBER: HZ. İSA


Hz. İsa, Kur’an-ı Kerim’de kendisine İncil’in verildiği ve kendisinin Hz. Muhammed’i müjdelediği bildirilen, “Allah’tan bir ruh ve kelime” olarak tavsif edilen, ancak esas itibarıyla kul olduğu vurgulanan bir peygamberdir. Aslında Kur’an-ı Kerim’de İslam’ın Hristiyanlık inancına, Hz. Meryem ve Hz. İsa’ya bakışını, Hz. Meryem’in adıyla anılan 19. surenin baş kısmında açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Nitekim Habeşistan muhacirlerinin sözcüsü sıfatıyla Cafer b. Ebu Talip adı geçen surenin başlangıç kısmındaki ayetleri Necaşi huzurunda okumak suretiyle İslam’ın Hz. İsa’nın kimliği hakkındaki görüşünü açıklamış, Kral da onun ifadelerini tasdik etmişti.

Hristiyan inancına göre İsa Allah’ın bedenleşmiş kelamı kabul edilir. Buna göre Tanrı’nın yaratılmamış olan ezelî mesajı bedenleşmiş olup İsa olarak insanlar arasında yaşamaktadır. Hristiyanlar bu nedenle İsa’ya “Tanrı oğlu, Rab, Mesih” unvanlarını vermektedir. İncillerde Tanrı’nın ondan “oğlum”, onun da Tanrı’dan “babam” şeklinde bahsetmiş olması İsa’nın ulûhiyetine delil olarak gösterilmektedir.

Kur’an’da hem İsa hem İbn Meryem hem de Mesih olarak adlandırıldığı gibi başka isimlerle de anılmaktadır: “Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır. Mesih’tir; dünyada da, ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.” (Âl-i İmran, 3/45.) “Meryem oğlu Mesih ancak bir resuldür. Ondan önce de (birçok) resuller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, onlara delilleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl (haktan) yüz çeviriyorlar.” (Maide, 5/75.)

Kur’an’daki mesih kelimesi esas olarak Hristiyanların bu kelimeye yüklediği anlamda değildir. Buna göre İsa Mesih diğer peygamberler gibi yaratılmıştır, bir kuldur. Dolayısıyla ona ulûhiyet nispet etmek, onu rab edinmek kesinlikle kabul edilemez. Kur’an’da Hz. İsa’nın annesi Meryem hakkında da bilgi bulunmaktadır. Buna göre Meryem, Allah’ın ruhunu (Cebrail) bir insan şeklinde karşısında görünce korkudan Allah’a sığınarak ondan kendisine dokunmamasını ister. Gelen melek ise ona tertemiz bir erkek çocuk bağışlamak üzere Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu söyler.

“Meryem: Bana bir insan eli değmediği, iffetsiz de olmadığım hâlde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. Melek: Öyledir, dedi; (zira) Rabbin buyurdu ki: Bu bana kolaydır. Çünkü biz, onu insanlara bir delil ve kendimizden bir rahmet kılacağız. Bu, hüküm ve karara bağlanmış (ezelde olup bitmiş) bir iş idi. Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine onunla (karnındaki çocukla) uzak bir yere çekildi.” (Meryem, 19/16-22.)

Hz. Meryem, Hz. İsa’yı dünyaya getirdikten sonra kavminin yanına döner. Kavmi, bakire Meryem’i kucağında çocukla görünce çocuğun gayrimeşru bir ilişkinin ürünü olduğunu sanarak kendisini suçlarlar: “Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın! Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.” (Meryem, 19/27-28.)

Hz. Meryem onlara cevap vermek yerine beşikteki İsa’ya işaret eder: “Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz? Çocuk şöyle dedi: Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana kitabı verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır. İşte, hakkında şüphe ettikleri Meryem oğlu İsa -hak söz olarak- budur.” (Meryem, 19/27-34.)

Kur’an’a göre Allah, İsa’ya kitap vermiş ve onu mübarek kılmıştır. Aynı zamanda o İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiştir: “İsrailoğullarına bir elçi olacak (ve onlara şöyle diyecek:) Size Rabbinizden bir mucize getirdim. Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o kuş oluverir. Yine Allah’ın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Ayrıca evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer inanan kimseler iseniz bunda sizin için bir ibret vardır.” (Âl-i İmran, 3/49.)

Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın doğduğundan, öleceğinden ve tekrar hayata döneceğinden söz edilir: “Doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak kabirden kaldırılacağım gün esenlik banadır.” (Meryem, 19/33.)

Bununla birlikte onun bahsedilen dirilişi, Hristiyanlıkta kabul edildiği gibi çarmıha gerildikten sonraki diriliş değil kıyamet sonrası diriliştir. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’e göre İsa çarmıha gerilmemiştir. Yahudiler, İsa’nın tebliğ ettiği mesajdan hoşlanmamışlar ve onu öldürmek için tuzak kurmuşlardır: “Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Âl-i İmran, 3/54.)

“Ve ‘Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük’ demeleri yüzünden (onları lânetledik). Hâlbuki onu ne öldürdüler ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisa, 4/157-158.) Binaenaleyh Hristiyanlıkta önemli bir dinî inanç olan, insanların günahına kefaret olmak üzere İsa’nın çarmıha gerilmesi hadisesinin İslam’da kabul edilmediği görülmektedir.

Diğer taraftan Kur’an’da Hz. İsa’nın öldürülmediğini ve çarmıha gerilmediğini bildiren ayette yer alan “şübbihe lehüm” ifadesi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Buna göre çarmıh ve çarmıha gerilen bir kişi vardır, ancak bu kişi Hz. İsa değil Hz. İsa’nın yerini Yahudilere ve Roma makamlarına gösteren Yahuda isimli kişidir.

Hz. İsa’nın, Yahudiler tarafından öldürülmediği ve asılmadığı Kur’an’da açıkça belirtilmekle birlikte akıbeti, ölüp ölmediği ve semaya ref‘inin nasıl olduğu konusu hem Müslümanlarla Hristiyanlar arasında hem de Müslümanların kendi aralarında tartışmalıdır. Hz. İsa’nın dünyevi hayatının sonuyla ilgili ayetlerde yer alan iki kavram üzerinde durmak gerekir ki bunlar “teveffî” ve “ref” kavramlarıdır. Âl-i İmran suresinin 55. ayetinde Allah, “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim (müteveffîke), seni nezdime yükselteceğim (râfiuke), seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım.” demektedir. Maide suresinde ise Allah İsa’ya, “Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin?” diye sorduğunda İsa, “Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de rabbim, sizin de rabbiniz olan Allah’a kulluk edin dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onları kontrol ediyordum. Beni vefat ettirince artık onların üzerine gözetleyici yalnız sen oldun.” diye cevap vermektedir. (Maide, 5/116-117.) Bu ayetlerden, önce teveffînin ve ardından ref’ hadisesinin olacağı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Nisa suresinde de Yahudilerin İsa’yı öldüremedikleri, asamadıkları, bilâkis Allah’ın onu kendi nezdine aldığı belirtilmektedir.

Kur’an’a göre İsa bütün üstün özelliklerine rağmen bir insan ve bir kuldur. Onun tanrı olduğunu iddia edenler ise küfre sapmış olarak kabul edilmiştir:

“Ne Mesih ve ne de Allah’a yakın melekler, Allah’ın kulu olmaktan geri dururlar. O’na kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini (Allah) yakında huzuruna toplayacaktır.” (Nisa, 4/172.)

“Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha etmek isterse Allah’a kim bir şey yapabilecektir (O’na kim bir şeyle engel olabilecektir)! Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah’a aittir. O dilediğini yaratır ve Allah her şeye tam manasıyla kadirdir.” (Maide, 5/17.)

Kaldı ki o hiçbir zaman kendisinin tanrı edinilmesini söylememiş ve yalnız Allah’a kulluğu öğütlemiştir: “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin diye sen mi dedin? buyurduğu zaman o, ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben senin zatında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin.’” (Maide, 5/116-117.)

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse Kur’an-ı Kerim’de takdim edilen Hz. İsa, İncillerde ve Hristiyan teolojisindekinden farklıdır. Bu farklılıklar, daha ilk dönemlerden itibaren Müslümanlarla Hristiyanlar arasında tartışmaların başlamasına sebep olmuş, iki taraf da birbirini reddeden ve tenkitlere cevap veren eserler kaleme almış, böylece geniş bir reddiye literatürü oluşmuştur. Nitekim Âl-i İmran suresinin ilk seksen ayetinin Medine’de Peygamber’i ziyaret eden Necran heyetiyle yapılan görüşme ve Hz. İsa ile ilgili tartışma sebebiyle nazil olduğu rivayet edilmektedir. (Harman, Ömer Faruk, “İsa”, DİA, XXII, 465-472; Karadaş, Cağfer, Hidayet Rehberleri Peygamberler, Bursa 2013, s. 121-129.)

Prof. Dr. Adem Apak

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

9 Eylül 2022 Cuma

İSLAM’IN DİRİLİŞ ÇAĞRISI


“Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Resulü’ne uyun. Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.”

(Enfal, 8/24.)

Bedir Savaşı’nda Müslümanlar, müşriklere karşı büyük bir zafer kazandılar. Ancak savaş sonrasında henüz konulmuş bir kural bulunmadığından elde edilen ganimetin taksiminde ihtilaf ettiler. Bu münasebetle nazil olan ayetler müminlere Allah’tan korkmalarını, Allah’ın ve peygamberinin hükmüne itaat etmelerini emrediyordu. (Enfal, 8/1-2.) Nitekim Bedir Savaşı’ndan önce de düşmanla karşılaşmayı değil kervana ulaşmayı istemişler; ancak Allah Resulü’ne itaati seçip düşmanla savaştıklarında itaatin bereketine erişmişler, ilahi yardımlara mazhar olmuşlardır. Enfal suresinde çeşitli münasebetlerle Allah ve Resulü’ne itaatin önemi vurgulanmaktadır ki bunlardan biri de şu ayettir: “Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resulü’ne uyun. Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal, 8/24.)

Ayet-i kerime her Müslümana, Allah ve Resulü’ne itaat için harekete geçme, kendisine dinî bir konu hakkında Allah’ın veya Resulü’nün sözü ulaştığında onunla süratle amel etme, ona muhalif olan görüşleri terk etme sorumluluğu yüklemektedir. Peygamberin davet ettiği şeye itaatin gerekliliği, “Peygamber sizi çağırdığı zaman Allah ve Resulü’nün çağrısına uyun.” diye ifade edilmiştir. (Yani davet fiili tekil olarak gelmiştir.) Çünkü daveti doğrudan icra eden, insanlara ulaştıran peygamberdir. Peygamberin çağrısına yapılan bu vurgu, aynı zamanda ona icabetin Allah’a icabet gibi olduğunu ifade etmektedir. (Nesefi, Medarikü’t-Tenzil, I, 639.) Peygamberin çağrısı, hayatta iken çağırdığında yanına gelmeyi de davetine icabet edip itaat etmeyi de içermektedir. (Buhari, Tefsir, 8.)

Müminler, Allah ve Resulü’nün çağrısına icabet etmelidir; çünkü bu çağrı onlara hayat verecek bir çağrıdır. Hayatta olan insanı diriltmek söz konusu olamayacağından ayette geçen “hayat verme” ifadesinin gerçek anlamının dışında kullanıldığı anlaşılır (istiare). Hayat verecek şeylerin ne olduğuna dair çeşitli görüşler vardır. Ana hatları ile ifade etmek gerekirse bunlardan birincisi imandır. Çünkü iman kalbin hayatı, küfür ise ölümüdür. İnsanlar küfür ile ölü hükmünde iken Allah onları iman ile diriltir. İkinci yoruma göre hayat verecek olan şey, Kur’an’dır. Onun çağrısına icabet eden için kurtuluş, güven, ebedî hayat ve sermedî nimet vardır. Ayrıca o, ilmin kaynağıdır. İlim ise hayattır. Hayatın sebebi, hayat olarak isimlendirilmiştir. Üçüncü yoruma göre hayat verecek olan şey, hak ve hakikattir. Hayat verecek olan şeyin hak ve hakikat olarak yorumlanması başta iman ve Kur’an olmak üzere diğer görüşleri de kapsayan bir görüştür. (Razi, Mefatihu’l-Ğayb, XV, 472.)

Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın sonuçları da vardır ki bunlar devamında şöyle ifade edilmiştir: “Ve bilin ki Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer.” Allah’ın kişi ile kalbi arasına girmesi, O’nun sıfatları ile ilgili olarak yorumlanır. Zira Allah mekândan münezzehtir. O’nun (c.c.) ilim sıfatı kişinin gizlediğini bilmesine, kudret sıfatı ise kişiye azmettiği şeyi yapma izni vermesine veya o fiili yapmayı engellemesine taalluk eder. İki şey arasına bir engelin girmesi gibi Allah’ın bilgisi de kişi ile kalbi arasına girer. Çünkü O, kuluna şah damarından yakındır. (Kaf, 50/16.) Allah’ın, kişi ile onun kalbi arasına girdiği vurgulanarak onun aklına gelen düşüncelere dikkat çekilmekte; müminler peygamberin davetine gevşeklik göstermek, ona icabet sorumluluğundan kaçınmak, ona muhalefet edişini gizlemek gibi düşüncelere kapılmaktan sakındırılmaktadır. Kişi Allah Resulü’nün çağrısına uyduğu takdirde Allah onu nefsine galip kılacak; onunla nefsinin çağırdığı şey arasına engel koyacaktır. Ancak bu çağrıya uymaktan imtina ederse de nefsini kalbinin çağırdığı şeyle arasına engel kılacaktır. (Maturidi, Tevilatü Ehli’s-Sünne, V, 178; İbn Aşur, et-Tahrir ve’t-Tenvir, IX, 315.) Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın sonucu, sonraki cümlede daha şiddetli bir üslupla şöyle ifade edilmektedir: “Ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” Zira ecel, ansızın gelip bu çağrıya icabet etme düşüncesinin önüne engel olabilir. Bu yüzden emri süratle uygulamalı, başka vakte ertelememelidir.

Allah Resulü’nün çağrısına uymamanın dünyevi sonuçları da vardır ki sonraki ayette bundan bahsedilmektedir. (Enfal, 8/25.) Müslümanlar hep birlikte Allah Resulü’nün çağrısına uymadıkları takdirde pek çok konuda ihtilafa düşerler. Yaşadıkları ihtilaflar zamanla çatışmaya dönüşür. Toplumsal düzenleri bozulur, durumları kötüleşir. Toplumun önderi konumunda olanlar gidişatı durdurmak için çaba göstermezse fitne ateşi her yere yayılır ve iyi kötü demeden herkesi yakar.

İslam hak dindir; insanlık için bir diriliş çağrısıdır. Bu çağrıya icabet eden, gaflet ve cehalet karanlıklarını izale eder, tembellik ve miskinlik illetlerinden kurtulur. Dünyada, iman ve salih amelle güzelleşen mutlu bir hayata ulaşır; ahirette ise güzelliği tasavvur dahi edilemeyecek ebedî bir hayata kavuşur. Ancak İslam’ın bu diriliş çağrısı, yaşadığımız yüzyılın bağrında tam olarak yankılanamamaktadır. Müslümanların bazı yanlış uygulamaları, istismar çevrelerinin fırsatçılıkları, terör örgütlerinin sapkınlıkları, İslam’ın gerçek yüzünün görülmesine mani olabilmektedir. Oysa Müslümanlar, beşerî zaafların, dünyevi ihtirasların ağırlığından kurtulup hep birlikte İslam’ın çağrısına koştuklarında, olanca saflığı ile gönüllerini Allah ve Resulü’ne açtıklarında İslam’ın hakikati ortaya çıkacaktır. Ve böyle bir seferberlik sayesinde onlar, kendi dirilişlerini tecrübe ederken başkalarının dirilişlerine de vesile olabileceklerdir. İslam’ın çağrısına icabet ederek dirilen ve elindeki diriliş meşalesiyle etrafını aydınlatanlar ile kendini bundan mahrum kılanların aşağıdaki tasviri bu hakikatin veciz bir ifadesidir: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu?” (Enam, 6/122.)

Dr. Abdülkadir Erkut

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#

8 Eylül 2022 Perşembe

ALLAH İÇİN TERK ETMEK: HİCRET


İnsanlar doğup büyüdükleri topraklardan neden ayrılırlar? Neden anılarının, acılarının, mutlu günlerinin, hüzünlü ve eğlenceli günlerinin geçtiği yurtlarını terk etme gereği duyarlar? Düşün ki her sokakta ayak izlerin var; her gölgede oturmuş, her dağda gezmiş, her mahalleyi karış karış dolaşmışsın. Çocukluğun orada geçmiş. Arkadaşların oralı, ahali seni tanıyor, sen ahaliyi tanıyorsun. Ama günün birinde burayı ister istemez terk etmek zorunda kalıyorsun. Kimi zaman makul nedenlerden dolayı kimi zaman istemeden çıkıp gidiyorsun. Kimi zaman, günün birinde yeniden dönme ümidiyle kimi zaman da bir daha dönmemek üzere ayrılıyorsun!

Terk-i diyar eyliyorsun. Her şeyi terk ediyorsun. Sokağını, büyüdüğün evini, sevdiklerini, anı ve acılarını geride bırakıp gidiyorsun! Bazen arkana bakarak bazen de bakmayarak gidiyorsun! Zor değil mi? Başını alıp gitmek... Yeni bir diyara gitmek, yeni bir yurda gelmek, yeni insanlar, yeni âdetler, yeni örfler ve yeni hayatlar...

Hicret, terk etmek ve ayrılmak demektir. Kimi zaman savaş ve baskı nedeniyle, kimi zaman zulümden kaçmak için kimi zaman da hicretlerin en güzeli olan dinini yaşamak için...

Hicret, pes etmek değildir. Teslim olmak değildir. Vazgeçmek değildir. Ümit kesmek değildir. Hicret, yeni bir davet sahası açmaktır. Yeni insanlara tebliği ulaştırmaktır. Yenilenmek ve yeniden başlamaktır. Eskiyi bazen kenara bırakıp bir daha bakmamak, bazen de eskiyi arzulamak ve yeniyi hedeflemektir.

Hicret, berekettir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gidecek birçok güzel yer ve bolluk (imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse artık onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah da çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.” (Nisa, 4/100.) Ameller niyetlere göredir. Allah, kullarından zafer değil sefer ister. Amaca ulaşmayı değil amaç için çalışmayı ister. Hicret eden kişi elinden geleni yapmıştır. Hicret ettiği diyara ulaşsa da ulaşmasa da ulaşmış gibi karşılığını görecektir.

Hicret, fedakârlık demektir. Allah için vermek ve feda etmek demektir. Dinini yaşamak için dünyasını bağışlamak ve ondan vazgeçmek demektir. Mala mülke bakmadan, kâr zarar hesabı yapmadan yola koyulmak demektir. Gerekirse bedel ödemek demektir. Tıpkı Suheyb er-Rumi’nin yaptığı gibi tüm kazancını hicret etmek için feda etmek demektir. Suheyb er-Rumi, Rabbinin rızası için tüm mülkünü Mekke’de bırakan ve onlardan vazgeçen bir tüccardı. Mekkeliler onun, malını da yanına alıp çıkmasına izin vermiyordu. Suheyb onlara bir teklif sundu: “Tüm malımı bırakırsam gitmeme izin verir misiniz?” Onlar da bu teklifi kabul etti ve Suheyb, Mekke’nin zenginliğini geride bırakıp Suffe ehlinden oldu. Varlığı bıraktı ve Mescid-i Nebevi’nin gölgesinde bir hayat sürdü. Yalıyı bıraktı, gölgeyi seçti. Evi ve bahçeyi bıraktı, mescidin duvarında gecelemeyi seçti. Maddi zenginliği bıraktı, fakir bir hayata geçti… (Maverdi Tefsiri, İbni Kesir, Bakara 207. ayetin tefsiri.)

Peki niçin? Bu fedakârlık niçindi? Allah’ın dinini yaşamak için bedel ödüyordu. Hem şehrini terk etti hem malını geride bıraktı. Ama gözü arkada değildi. Hicret onun için bir onurdu. Allah Teâlâ onun bu davranışını kabul etti. Onun hakkında şöyle buyurdu: “İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir.” (Bakara, 2/207.)

Hicret kimi zaman özlemdir. Geldiğin diyarları özlemektir. Taşını toprağını özlemektir. Oradan gelen birini, geldiği yerin kokusunu taşıyor diye ayrıca sevmektir. Ona, terk ettiğin diyar hakkında sorular sormaktır. Gözyaşı akıtmaktır. Nitekim Resulüllah’ın (s.a.s.) Medine’yi sevmesi, Mekke’ye özlem duymasına engel olmamıştı. Mekke’den gelen Usayl, Mekke’den söz edince Resulüllah (s.a.s.) şöyle dedi: “Ey Usayl, yeter! Bırak kalpler sızlıyor!”

Efendimiz, elli yılını geçirdiği şehrini özlemişti. Son on yılı Mekke’de zor, hem de çok zor geçmişti. Ama yine de gönüldür bu. Doğduğu, büyüdüğü, evlendiği ve yaşadığı toprakları

özlüyordu.

Hz. Bilal ise Mekke’ye olan özlemini şöyle dile getiriyordu: “Acaba bir gün Mekke vadisinde etrafımı ızhır ve celil otları sarmış olduğu hâlde geceleyebilecek miyim? Bir gün Ukaz’daki Mecenne sularının başına varır mıyım? Şame ve Tafil sularını görebilecek miyim?” (Buhari, 1889.)

Düşünün ki Bilal’in Mekke’deki anıları, acılarından ibaretti. Defalarca ölümün kokusunu ensesinde hissetmişti. Öldü diye bırakıldığı olmuştu. Mekke’de bir köle olarak hayatını sürdürmüştü. Buna rağmen Mekke özlemi çekiyordu. Suyu olmayan Mekke’nin, merhameti olmayan Mekke’nin, kayalık ve dağlık Mekke’nin...

Vatan sevgisi, toprak sevgisi, şehir sevgisi, ilçe, köy ve mahalle sevgisi budur işte... Hicret budur işte. Gittiğin yerde güzelce ağırlansan bile, dinini kolayca yaşasan bile doğduğun toprakları özlemektir. Allah Teâlâ kimseyi sevdiği topraktan mahrum eylemesin! Muhacire her şeyi verebilirsiniz, ona ev verebilirsiniz, iş verebilirsiniz, toprak verebilirsiniz. Ama onun toprağının yerine hiçbir toprak veremezsiniz. Onu bereketli topraklara koysanız da o, çorak toprağını ve yamaçtaki evini arzular...

Hicret, Allah’ın iltifatına, övgüsüne, rızasına nail olmaktır. Hicretin belki de en güzel yönü budur. O’nu kazandıktan sonra kaybettiğin hiçbir şey için üzülmüyorsun. O’nun iltifatını aldıktan sonra hiçbir hakareti umursamıyorsun. O’nun rızasına nail olduktan sonra hiçbir yergiye aldırmıyorsun. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat eden kimselerin dereceleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe, 9/20.)

Hicret, terk etmek demektir. Kötüyü bırakıp iyiye sarılmaktır. Kötülükten iyiliğe kaçmaktır. Haramlardan helallere kaçmaktır. Gayrimeşru işlerden meşru işlere kaçmaktır. Allah’ın yasaklarından uzak durmaktır. Bunları başarabilen, hicret ehlidir. Bu nedenle olsa gerek Peygamber Efendimiz “muhaciri” şöyle tanımlamıştır: “Muhacir, Allah’ın kendisine yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir.” (Buhari, 10.) Yine Peygamber Efendimiz hicret hakkında şöyle buyurmuştur: “Hicret iki çeşittir. Birincisi günahları terk etmendir. Diğeri ise Allah ve resulüne hicret etmendir. Tövbe kabul edildiği sürece hicret etmek kesintiye uğramayacaktır.” (Müsned, 1671.)

Murat Padak

https://yayin.diyanet.gov.tr/Category/GetArticles?id=4079&categoryId=142#