11 Ocak 2020 Cumartesi

MÜSLÜMANIN DÜNYA HALİ


Allahu teala Kur’ân-ı Kerim'de, baştan sona insanların kalplerine “havf” ve “recâ” dengesini kurmayı öğretir. Bazen tek bir âyetin içinde hem korku verecek ifadeler, hem de ümit vaad eden müjdeler vardır.

Bir âyette “cennetliklerin kavuşacağı nîmetler” anlatılırken, hemen takip eden âyet “cehennemliklerin acıklı ahvâlini” haber verir. Bir âyet, “Allâh’ın rahmetini, lütuf ve ihsanının bolluğunu” izah ederken öbür âyet, bu nîmetlere “nankörlük edilince Allâh’ın gazabının nasıl tecellî edeceğini” gösterir. Bazen tek bir âyetin içinde hem korku verecek ifadeler, hem de ümit vaad eden müjdeler vardır:

“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler de kararır.” (Âl-i İmrân, 106)

“Gerçekten Rabbin, cezâyı çabuk vericidir (serîu’l-ıkâb) ve hem de sonsuz mağfiret ve rahmet sahibidir.” (el-A’râf, 167)

“Hiç şüphesiz, iyiler cennette, günaha dadananlar ise yakıcı ateşler içindedir.” (el-İnfitâr, 13-14)

“O gün tartıda kimi sâlih (iyi, faydalı) amelleri ağır basarsa, o hoşnut olacağı bir yaşayış içindedir. Kimin iyilikleri hafif gelirse, onun meskeni Hâviye (cehennem)dir.” (el-Kâria, 6-9)

HAVF VE RECÂ SARKACINDu

Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in insan psikolojisini çok iyi bilen “el-Hâlık”, “el-Alîm” ve “el-Habîr” olan Allah Teâlâ tarafından gönderildiğini ve insanların benzerini getirmekten âciz oldukları bir “mûcize” oluşunu gösteren en büyük delillerdendir. Ancak bu âyet-i kerîmeler içinde öyleleri vardır ki, insanın içini titretir; sarsar, kendine getirir. Yakasına yapışıp:

“-Nereye gidiyorsun? Hayatını tekrar gözden geçir!..” der, âdeta… Meselâ:

“O gün cehenneme, «Doldun mu?» deriz. O da, «Daha yok mu?» der.” (Kâf, 30)

“O gün kişi, kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün, onlardan her birinin, kendisine yetecek derdi vardır.” (Abese, 34-37)

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun; çünkü kıyâmet vaktinin depremi, cidden korkunç bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emziren emzirdiğinden geçer; her gebe yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa sarhoş değillerdir. Ama Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Hac, 1-2)

“Her insanın amelini boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız: «Kitabını oku, bugün nefsin sana hesap sorucu olarak yeter!» deriz.” (el-İsrâ, 13-14)

İnsan, bu âyetlerin dehşeti ile kendinden geçmişken, Rabbin merhamet eli uzanır, gözyaşımızı siler, bizi tesellî eder:

“Biz, nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?” (es-Sebe’, 17)

“Rahmetim, her şeyi kuşatmıştır.” (el-A’râf, 156)

“De ki: Ey nefislerine karşı haksızlık yapmakta aşırı giden kullarım! Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (ez-Zümer, 53)

“Allah, kendisine ortak koşulmasını aslâ bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar…” (en-Nisâ, 48; ayrıca bkz: en-Nisâ, 116)

Bu üslup ve denge, Peygamber Efendimiz’in fem-i saadetlerinden dökülen hadîs-i şerîflerde de gözetilmiştir. O da bazı hadîs-i şerîflerde insanları, günah işlemekten, şirk ve küfre düşmekten sakındırmakta, aksi hâlde insanın başına gelecekleri hatırlatmakta, bazı hadîs-i şerîflerde ise, kul, ne kadar günahkâr olursa olsun, Allâh’a yönelip pişmanlık duyduğunda Allâh’ın merhamet ve mağfiretinin her şeyi silip yok edeceğini bildirmektedir.

İKAZ MÂHİYETİNDEKİ HADÎS-İ ŞERÎFLERDEN

Numan bin Beşîr -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz kıyâmet gününde cehennemliklerin azâbı en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir. Oysa o, hiç kimsenin kendisinden daha şiddetli azap gördüğünü zannetmez. Hâlbuki kendisi, cehennemliklerin azâbı en hafif olanıdır.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Îman, 362-364)

Enes -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet etmektedir: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizlere benzerini hiç duymadığım bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu:

«Eğer sizler, benim bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.» Bunun üzerine Rasûlullah’ın ashâbı yüzlerini kapatarak hıçkıra hıçkıra ağladılar.” (Buhârî, Tefsîru Sûre (5), 12; Müslim, Fezâil, 134)

Ebû Zerr el-Gıfârî -radıyallâhu anh- de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den benzer bir rivâyet nakletmiştir:

“Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyor ve biliyorum. Gökyüzü gıcırdayıp inledi ve gıcırdayıp inlemekte de haklı idi. Gökyüzünde, alnını Allâh’a secde için koymuş bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bile boş yer yoktur. Allâh’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan da zevk almazdınız. Yüksek sesle Allâh’a yalvararak yollara ve kırlara çıkardınız.” (Tirmizî, Zühd, 9; İbni Mâce, Zühd, 19)

Bu ve yüzlerce benzeri bulunan hadîs-i şerîfler, her duyan insanı dehşete düşürmektedir. Ancak Peygamber Efendimiz, kulların ümitsizlik ve karamsarlık girdabında kaybolmaması için pek çok müjdeler de vermiştir:

MÜJDE DOLU HADÎS-İ ŞERÎFLER

“Allah varlıkları yarattığı zaman, kendi katında arşın üstünde bulunan kitabına, «Rahmetim gerçekten gazabıma üstün gelir.» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 14-16) Bu hadîsin başka rivâyetlerinde de; “Rahmetim, gazabımı aştı.” ifadesi geçmektedir. (Buharî, Tevhid, 22, Müslim, Tevbe, 15)

“Allâh’a ortak koşmadan ölen cennete girer; Allâh’a şirk koşarak ölen de cehenneme gider.” (Müslim, Îman, 151)

“Allah Teâlâ, rızâsını umarak «Lâ ilâhe illallah» diyen kimseyi cehenneme haram kılmıştır.” (Bkz: Buhârî, Salât, 45; Müslim, Îman, 54)

Peygamber Efendimiz:

“Kim, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın kulu ve peygamberi olduğuna içinden gelerek şehâdet ederse, Allah onu cehenneme haram kılar.” buyurmuş, Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh-’ın “Bunu insanlara müjdeleyeyim mi?” diye sorması üzerine de:

“O zaman onlar buna güvenir, (hayırlı işler yapmakta) tembel davranırlar.” demiştir. (Buhârî, İlim, 49; Müslim, Îman, 53)

O hâlde dinimiz, insanların nihayetsiz ümitler içinde kaybolmasını, hareketsiz, âtıl ve tembel kalmasını da istemiyor; karamsarlık ve panik havası içinde hayattan bezmiş bir hâlde olmasını da… İnsan, hata işlediğinde “celâl” sahibi bir Rabbi olduğunu bilecek ve tevbe edecek; ama O’nun cemâl ve rahmetinden de emin olacak… Ne “bana bir şey olmaz!” rahatlığı içinde olacak, ne de “bu hatalarımdan sonra benden bir şey olmaz!” diyecek!.. Son âna kadar îmanını kaybetme ve amellerinin bir anda boşa gidivermesi endişesi ile yaşadığı gibi, âhirete tevhid sırrına mazhar bir şekilde gidenlerin mutlaka cennete gireceği ümidini de muhafaza edecek… Kısaca son nefesimize kadar bütün hayatımız, korku ve ümit sarkacında sallanacak!.. Bir taraf ağır bastığında, hemen diğer tarafı hatırlayıp dengeleyeceğiz!..

Kaynak: Melike Şahin, Şebnem Dergisi, Mart 2015, 121. Sayı


10 Ocak 2020 Cuma

ZAN


Sanmak, farz ve tahmin etmek. Zan ile ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:

"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka birşeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) birşeyin yerini tutmaz" (Yunus, 10/36).

"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar" (en-Necm, 53/23).

"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez" (en-Necm, 53/2728).

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Zandan sakının. Zira şüphesiz zan sözün en yalan olanıdır. " Bu hadis-i şerifte sû-i zandan sakınma vardır. Üzerinde hiçbir kötülük alameti görülmeyen bir kimseyi kötülükle töhmet altına almaya "zan" denir. Bu yersiz ve sebepsiz yere birini kötülemektir. Bu şüphesiz kötü bir zandır. Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmede mü'minleri bundan sakındırmıştır: "Ey iman edenler, zandan çokça sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır" (el-Hucurat, 49/12).

Yasak edilen zannın içine, açıkça şüpheli yerlerde gezen kimse hakkındaki zan, dünya işlerinde yapılan zan ve Allah Teâlâ'ya karşı duyulan hüsnü zan girmez. Ancak Uluhiyetle ve Peygamberlikle ilgili zanlar haram olan zanlara dahildir. Çünkü iman ve tasdik hususunda yakîn (kesin bilgi) şarttır (Muhammed Abdülaziz el-Hûlî, el-Edebü'n-Nebevî, Terc. Sezai Özdemir, İstanbul 1982 218).

Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zan beslemek şarttır. Ebû Dâvud ve Müslim Cabir (r.a)'den şu hadisi rivayet etmişlerdir: Herhangi biriniz Allah Teâlâ hakkında hüsn-i zanda bulunmaksızın ölmez. Yani Allah'ın, hakkında merhametli ve şefkatli olduğuna inanarak ölür" (et-Tac, I, 337). Bir kudsi hadis de şöyledir: "Ben kulumun, bana olan zannının yanındayım. Beni zikrettiği yerde, ben onunla beraberim..." (Müslim Tercümesi, Kitabu't-Tevbe, Bab, I, XI, 87)

Abdulbaki TURAN


9 Ocak 2020 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (37) : Hidayet -Prof. Dr. Halis AYDEMİR


Bir işin ne için yapıldığı önemli değil kimin için yapıldığı önemlidir ameller niyetlere göredir.

Allah için yapılmayan her iş sıfır ile çarpılır ne kadar büyük olursa olsun yine sıfırdır. Allah için yapılan bir iş ise bir ile çarpılır ve artar.

Allah-u Teala'yı tanımayan biriyle ancak hakkı anlatmak için birarada olunabilir yoksa arkadaşlık sevgi için olunamaz.

"İman etmemiş olabilir ama o iyi bir insan" demenin hiç bir önemi yoktur. İyi bir kimse olsaydı Allah ona hidayet verirdi.


Allah kimlere hidayet etmez:
-Zalimlere (hakkı gördüğü halde itiraf etmiyorsa)

-musrif kimselere (hakkı ziyan ediyor, harcıyor, nice kere hakkı görüyor)

-şüphe içinde yaşıyor, ama işlerinin çok olduğunu bahane edip araştırmıyorsa.

Prof. Dr. Halis AYDEMİR


TEFSİR DERSLERİ- NAHL Suresi 125-126. ayetlerin Tefsirinden kısa notlar

8 Ocak 2020 Çarşamba

Namaz vakitleri, kutuplarda vakit takdiri, teyemmüm, namazların cemi


Soru:
1- Gecelerin çok kısa olduğu aylarda kuzey bölgelerindeki çalışanlar ve öğrenciler akşam ve yatsı namazlarını sürekli olarak cem edebilirler mi? Yine aynı kişiler kış aylarında takdir esasını dikkate alarak sabah namazını (kendi bölgelerinde vakit girmediği halde) erken kılabilirler mi?
2- Namaz vaktinin çıkmasına çok az bir süre kaldığı durumlarda su olduğu halde teyemmüm ederek kılınan namaz sonradan iade edilmek zorunda mı?

Cevap:

Namaz vakitlerinin alametleri oluşmadığı yer ve zamanlarda hangi namazın vakit işareti yoksa o namaz farz olmaz, kılınmaz diyenler hata ediyorlar. Çünkü müslümanlar vakit işaretlerine değil, Allah'a ibadet ediyorlar. Allah Teâlâ normal zaman ve mekanlarda kendisine belli ibadetlerin yapılması için uygun aralıklarda oluşan alametlerin esas alınmasını, bu alametler oluştuğunda ibadetin yapılmasını istemiştir. Alamet, mesela beyaz şafağın kaybolması oluşmadığında yatsı kılınmaz diyenler ibadeti bu alamete bağlamış oluyorlar. Halbuki doğrusu ibadetin, her anı Allah'ın nimetlerine mazhar olarak yaşayan kulun "günlük hayatına" paralel kılınmasıdır. İnsanlar, alametler bulunsun bulunmasın, geceler ve gündüzler haftalarca, aylarca sürsün sürmesin "yirmi dört saate göre belirlenen günlük hayat" yaşamakta, buna göre yemekte, içmekte, çalışmakta ve istirahat etmektedirler. Mesela gecenin bir ay sürdüğü bir yerde insanlar bir ay yemeden, içmeden, çalışmadan uyku uyuyarak yaşamıyorlar; ortalama sekiz saatlik mesâî yapıyorlar, sekiz saat uyuyorlar ve sekiz saat de başka şeylerle meşgul oluyorlar. İşte bu saatlerde insana ömür, sağlık ve imkan veren Allah'a -bu mânada günlük hayata paralel olarak- ibadet edilecektir. Bunun da mânası "namaz vakitlerini takdir yoluyla belirlemek ve buna göre ibadeti edâ etmektir. Meşhur Deccâl hadisi de bu uygulamanın doğru olduğunu göstermektedir (Bizim, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, isimli kitabımızda geniş bilgi vardır).
45. enlem derecesinden kuzeye doğru ilerledikçe nerede namaz ve orucu o mıntıkanın alametlerine göre kılmak zorlaşıyorsa veya alametler oluşmuyorsa orada 45. enlem derecesinin takvimi veya o mıntıkanın son normal takvimi uygulanır. Bu uygulama namaz bakımından zorluk çıkarırsa -zorluk bulunduğu yer ve zamanlarda- cem yoluna gidilir; çünkü namazların yolculuk dışında cemedilmesinin illeti zorluk, tehlike, ihtiyaç gibi durumlardır.
Sabah namazının son vaktinde uyanan kimsenin boy abdesti alması (gusletmesi) gerekiyor, fakat bunu yaptığı takdirde namaz geçiyorsa ve bu sebeple teyemmüm ederek sabah namazını kılmış, daha sonra boy abdestini almış ise sabah namazını yeniden kılması gerekmez. Abdest konusu da böyledir. Genel kural şudur: Su bulunmaz veya su bulunduğu halde onu kullanmaya bir engel bulunursa teyemmüm edilir ve namaz kılınır; bu namaz eda edilmiş, sahih bir ibadettir, onu iade etmek için bir sebep yoktur. Bizim meselemizde engel, zamanın darlığıdır, namaz vaktinde eda etmek için başka çare yoktur; şu halde mazeret meşrudur, bu yüzden teyemmüm edilmiştir, sahih olarak eda edilen namaz iade edilmez. Eğer bu durumda iade etmek gerekli olsaydı, soğuk yüzünden teyemmüm ederek namaz kılanın da iade etmesi gerekirdi; çünkü o da namazı geçirmeyi göze aldığı takdirde uygun yerde üşümeden gusledebilir ve namazını da vakti geçtikten sonra kılabilirdi; buna rağmen vaktinde kılmak için teyemmüme başvurdu, namazını eda etti ve iade de etmedi, etmiyor.


7 Ocak 2020 Salı

NAHL SÛRESİ 77.- 79. ayetlerin tefsiri


Allah'ın Gaybı Bilmesi İnsanı Ve Kuşları Yaratması


77- Göklerin ve yerin gaybı (gözle gö­rünmeyen taraflarını) sadece Allah'a aittir. Kıyametin kopması ancak bir göz kırpma gibidir, veya daha kısa bir zamandır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.

78- Allah, sizleri annelerinizin karnın­dan çıkardı. O zaman sizler hiçbir şey bilmiyordunuz. Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.

79- Onlar, gökyüzünde emre hazır kuş­ları görmezler mi? Onları boşlukta tutan sadece Allah'tır. Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için pek çok ayetler vardır.


Açıklaması

"Göklerin ve yerin gaybı sadece Allah'a aittir."
Yani göklerin ve yerin gay­bını Allah bilmektedir. Buradaki tabir Hasr (sadece bir kişiye ait olmayı) ifade etmektedir. 

Ayetin manası: Gaybî hususları bilmek sadece Allah'a aittir. Gaybı bilmek, O'na mahsustur. Buna hiçbir kimse muttali olamaz. Ancak dilediğini muttali kılarsa müstesnadır.

Bu ayet, Allah Teala'nın ilminin kâmil olduğunu haber vermektedir. Bundan sonra da kudretinin mükemmel olduğunu, bir şeyin olmasını isterse Ona "Ol!" demesiyle onun oluvereceğini bildirdi. Cenab-ı Hak şöyle buyurdu:

"Kıyametin kopması ancak bir göz kırpma gibidir veya daha kısa bir za­mandır. "
Yani kıyametin kopması (kıyametin kopacağı vakit) sürat bakımından gözün bir defa kırpması, üst kirpiğin alt kirpiğe dokunması gibidir. Yahut bun­dan da daha kısa ve daha çabuktur. Çünkü O'nun emri derhal meydana gelen ve tenfiz edilen bir emirdir. "Ol der, oluverir" (Bakara: 2/117) "Sizin yaratılmanız da, tekrar diriltilmeniz de bir tek kişininki gibidir." (Lokman, 31/28).

Allahu Teala, kıyameti en süratli bir anda bile koparmaya kadirdir. Bizim aklımızda ve düşüncelerimizde en sür'atli hadise göz kırpması olunca zihinlere yaklaştırmak için bu misali verdi.

Bu ayetin bir benzeri de "Bizim emrimiz bir defadır ve bir göz kırpması gi­bidir. " (Kamer, 54/50) Yani dilediği her şey bir göz kırpması gibi süratle olur.

Kıyametin kopması konusunda çok münakaşa yapıldığı ve birçok insan ta­rafından inkâr edildiği için bu olay gaybe dair haberler arasında özellikle zik­redilmiştir. Kıyamet dikkatlerin odak noktası, inkarcılar ve tevhid ehli arasın­da araştırma ve münakaşa konusudur.

Ayetten maksat şudur: Helâl ve haramı ancak neticeleri ve umumî menfa­atleri gayet iyi bilen bir kimse gayet güzel bir şekilde koyabilir. Siz ey müşrik­ler! Bunu bilemezsiniz, o halde niçin hüküm vermeye kalkışıyorsunuz?

Cenab-ı Hak, daha sonra bunun delilini zikretti: "Şüphesiz ki Allah her şe­ye kadirdir." Onun kudreti dahilinde olan şeylerden biri de Kıyametin bir göz kırpmasından ve göz açıp kapamaktan daha çabuk bir şekilde kopmasına muk­tedir olmasıdır.

Bundan sonra Cenab-ı Hak kudretinin bazı tecellilerini ve kullarına olan ihsanını zikrederek şöyle buyurmuştur:

"Allah sizi annelerinizin karnından çıkardı. O zaman sizler hiçbir şey bil­miyordunuz..." İnsan fıtratınıın başlangıcından eşyanın bilgisinden habersiz yaratılmıştır. Sonra Allah onu bilgiler, ilimlerle donatmış, O'na eşyayı anlama­sı, hayır ile şerri fayda ile zararı ayırması için aklı ihsan etmiş, ona sesleri du­yup idrak eden kulak, kişileri ve eşyayı gören göz ve olayları anlayan kalp gibi ilmin anahtarlarını hazırlamıştır. Bir ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur:

"De ki: Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne de az şükrediyorsunuz. De ki: Sizi yeryüzünde yaratan O'dur. Ve O'nun huzurunda toplanacaksınız." (Mülk, 67/23-24).

"Umulur ki şükredersiniz"
Yani bunlar her azayı yaratıldığı gaye uğ­runda kullanmak suretiyle üzerinizdeki Allah'ın nimetlerine şükretmeniz, Rabbinize ibadet etme imkânı bulmanız ve emrettiği hususlarda O'na itaat et­meniz için size verilmiştir.

Nitekim Sahih-i Buharı de Ebû Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i kutsî şöyledir: "Kim benim dostuma düşmanlık ederse bana savaş açmış olur. Ku­lum bana ona farz kıldığım ibadetleri eda etmekten daha faziletli bir şey ile yaklaşamaz. Kulum bazı nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Onu sevdiğim zaman ki onun işiten kulağı gören gözü, tutan eli, yürü­yen ayağı olur. Benden isterse ona veririm. Bana dua ederse ona icabet ederim. Bana sığınırsa ona sığınak olurum. Ben, mümin kulum ölümü istemez ben de ona kötü davranmayı istemediğim halde mümin kulumun canını almaya tered­düt ettiğim kadar yapacağım hiçbir şeyde tereddüt etmedim. Ama ölüm mutla­ka olacaktır."

Yani kul, Allah'a ihlâslı bir şekilde ibadet ve taatte bulunursa O'nun bü­tün fiilleri Allah için olur. Allah için işitir, Allah için görür yani Allah'ın meşru ve helâl kıldığı şeyleri görür ve sadece Allah'a taat olan şeylere dokunur ve bu şekilde yürür. Bütün bu hususlarda Allah'ın yardımını diler.

Bundan sonra Cenab-ı Hak kudretinin ve hikmetinin kemaline delâlet eden bir başka delil zikretti:

"Onlar gökyüzünde emre hazır uçan kuşları görmezler mi?" Yerle gök ara­sında emre hazır olan kuşlara bakmazlar mı? Allah gökyüzünde onları nasıl kanatlarıyla uçar kıldı? Onları düşmekten koruyup tutan sadece Allah'tır. Çünkü Allah kuşları uçması mümkün bir yaradılışta yaratmasaydı, havayı ya­hut gökyüzü boşluğunu uçuş mümkün olacak şekilde yaratmasaydı bu müm­kün olmazdı. Çünkü Allah kuşa suda yüzenin yaptığı gibi bazen açacağı bazan kapayacağı kanat vermiştir. İnmesine yardımcı olması için kuyruk vermiştir. Allah havayı yaratmış, havayı kuşu taşıyacak bir ağırlıkta yaratılmıştır. Bu ol­masaydı uçmak mümkün olmazdı.

"Onları (boşlukta) tutan sadece Allah 'tır."
Yani kuşun cismi ağırdır. Ağır cisim altında hiçbir dayanak olmadan boşlukta uçamaz. Onu hava vasıtasıyla boşlukta tutan Allah'tır.

"Şüphesiz bunda iman eden bir topluluk için pek çok ayetler vardır." Yani kuşun kanatlarının yaratılmasında ve onu taşımak için havanın hazır hale ge­tirilmesinde putları değil, Allah'a iman edenler için Allah'ın kudretine ve birli­ğine delâlet eden deliller vardır.

Burada müminler özellikle zikredilmiştir. Çünkü her ne kadar bu deliller bütün akıl sahipleri için olsa da bu delillerden, ayetlerden istifade edecek olan­lar müminlerdir.

Bu ayetin bir benzeri de şudur:

"Üstlerinde kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmüyorlar mı? On­ları havada tutan oncak Rahman olan Allah'tır. Şüphesiz ki O her şeyi çok iyi görür." (Mülk, 67/19). [21]


[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 7/397-399.

6 Ocak 2020 Pazartesi

ÖĞLE VE YATSI NAMAZLARININ SON SÜNNETLERİNİ 4 REKAT KILMAK

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Öğle ve yatsı namazının farzından sonra dört rekat nafile namaz kılmanın fazileti hakkındaki hadis-i şerifler:

"Her kim öğle namazından önce dört rekât, öğle namazından sonra da dört rekât namaz kılarsa, Allah Tealâ onun cesedini cehennem ateşine haram kılar." (1) 

 Taberanî'nin Evsat'ında rivayet edilen hadis söyledir:
"Öğleden önce dört rekât, yatsıdan sonra kılınanlara denktir. Yatsıdan sonra dört rekât, Kadir Gecesi'nde kılınanlara denktir."(2)

Bu 4 rekat namaz Yatsı namazının ilk dört rekatı gibi kılınır. Bununla beraber iki rekatta bir selam vermek sureti ile de kılınabilir. 


Öğle ve yatsı namazlarının farzından sonra son sünnetlere 2 rekat ekleme yaparak dört rekat kılmak müstehaptır.

 Müstehap yapıldığı zaman sevap, yapılmadığında kınanma ve ayıplanma olmayan şeylere denir. Peygamber Efendimiz sas bazen yaptıkları bazen terk ettikleri durumlar içinde bu tabir kullanılmaktadır. Bu sebeple iki rekatlı namazları dileyen yukarıda aktardığımız şekilde fazlaca kılabilir. Bu bir emir değildir. Yapılırsa fazladan sevap elde edilir, yapılmaz ise herhangi bir kınanma yoktur.

Dipnot:
1- Bu hadisi Buharî rivayet etmiştir. Ebu Dâvud, Tirmizî, İbni Mace ve İbni Huzeyme'nin Ebu Eyyub'dan rivayet ettiği şu hadis de bunu kuvvetlendirmektedir "Öğleden önce içinde selâm bulunmayan dört rekât namaz için göklerin kapıları açılır."

2- Sübülü's-Selâm, II, 4.

Kaynak: Vehbe ez-Zuhayli, Fıkhul İslam, c. II, s.173.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

Sevgi şirke varmadıkça

Dedik ki bir insan olarak Resulüllah’ı ne kadar övseniz onu abartmış olamazsınız, ama onda ilahi vasıflar görürseniz, işte o zaman onu sevmede ifrata düşmüş olursunuz. Mesela Resulüllah’ın sakalının bir teline canım feda olsun deseniz bunda bir abartı olmaz. Ama sakal-ı şerifi etrafında tavaf ederseniz, ya da ibadet cinsinden benzer bir hareket yaparsanız ifrata düşmüş olursunuz. Çünkü tavaf bir ibadet hareketidir ve ibadet sadece Mabud istemişse ve onun istediği gibi yapılabilir. Yoksa biz sahabe efendilerimizin, anam babam sana feda olsun ya Resulüllah, dediklerini biliyoruz.

Bırakalım onu, Resulüllah’a tazimi bizzat Allah’ın istediğini de biliyoruz. Bir şey ki, onu Allah istiyor, o halde o ibadettir. Ama biz bu ibadeti Allah’a yaparız, Resulüllah’a değil. Mesela Allah buyuruyor ki: ‘Allah da, melekler de o nebiye salat ediyor/değer veriyor, hayrını istiyor; ey müminler siz de ona salat edin ve çokça selam edin’. O halde ona salatü selam okumakla onu tazim etmek, Allah’ın bizden istediği bir ibadettir ama biz bu ibadeti dahi Allah’a ve O istediği için yapıyoruz.

İman ancak, kelime-i tevhidin, ya da kelime-i şehadetin her iki cümlesini birden söyleyip kabul etmekle gerçekleşir. İkinci cümlede Muhammed’in Allah’ın kulu ve resulü olduğunu ikrar ve buna şahitlik etme vardır. Buradaki ince nokta şudur: Biz Resulüllah’ı bu derece yüceltmenin imanın bir parçası olduğunu biliriz ama onu bir ilah, ya da ilahın bir parçası olarak görmeyiz, aksine onu ‘Allah’ın kulu ve elçisi’ olduğunu söyleyerek yüceltiriz. Yani o da bir kuldur, Allah’ın ortağı değildir. Allah ona kul olarak değer vermiştir, onun büyüklüğü ve şerefi de kâmil bir kul olmasındadır, en kâmil ve en mükemmel bir kul olduğu için değerlidir. Hatta insan-ı kâmil ifadesinin ondan başkası için kullanılması doğru değildir, çünkü bu imkânsızdır. İnsan kendi çabasıyla bu noktaya ulaşamaz. Onu bu noktaya ulaştıran Allah’tır.

Biz sırf Allah için kıldığımız namazlarımızda bile, Tahiyyat ve arkasından salli barik okurken Resulüllah’a da salat ve selam okuruz. Ama ilginçtir ki, orada da onun Allah’ın kulu ve resulü olduğunu zikrederek bunu yaparız. Bunun da bir anlamı şudur: Resulüllah’a Allah ne kadar değer vermişse o, o kadar büyüktür, ama o bir ilah değildir. O halde en değerli ibadetimizi yaparken bile onu adını da anarız ama o ibadeti bize farz kılan Allah’ın kulu ve resulü olarak anarız, onu Allah’a ortak bilmeyiz, namazımızı biraz da onun için kıldığımızı düşünmeyiz. Dolayısıyla bunda Resulüllah için hem bir tazim vardır, hem de o ne kadar büyük olursa olsun, onun beşeriyet sınırından ulûhiyet sınırına geçmediğini ihtar ve kabul vardır. Şu ayeti kerime bunu anlatır: ‘De ki, ben de ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyedilen şu: Sizin ilahınız ancak bir ilahtır. O halde kim Rabbine kavuşacağına inanıyorsa salih amel yapsın ve Rabbinin ibadetine hiç kimseyi ortak etmesin (Kehf 110). İhlas ibadetin safi Allah için olmasıdır.

Yine bu sebepledir ki, Resulüllah’ı biraz farklı gören sahabeye o şu uyarıda bulunmuştu: ‘Siz de Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya yaptıkları gibi beni övgüde aşırı gitmeyin. Ben Allah’ın kuluyum, siz de bana Allah’ın kulu ve resulü deyin’ (Buhari). Çünkü onlar İsa’yı (sa) Allah’ın bir parçası olarak görüyorlardı.

İşte Allah’ın onun zikrini yüceltmesini de, beşeriyetin son noktası olması olarak görmek gerekir. Bu anlamda Allah diğer peygamberlerin zikrini de yüceltmiştir. Yani tazimle anılmalarını istemiştir. ‘Biz senin zikrini/namını yücelttik’ (İnşirah 4). Demek ki Allah (cc) bütün peygamberlerin ve özellikle Hz. Muhammed’in zikrinin, yani namının yüceltilmesini, tazimle anılmasını istiyor. Ezanda ‘Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet’ten sonra, resulünün de O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet vardır.

Dünyanın bir ucundan öbür ucuna kadar ezanda kamette, Cuma ve bayram hutbelerinde, teşehhütte, teşrik günlerinde, Arafat’ta, şeytan taşlamada, nikâhta hep zorunlu olarak Resulüllah’ın da, Allah’ın kulu ve resulü olarak zikri, yani yâd edilmesi vardır. Ona salat ve selam okumamız Allah’ın emridir. Allah’a itaatin yanında ona da itaati emreden pek çok ayeti kerime vardır. Çünkü bu dini Allah bir üsve/model olarak önce ona yaşatmış onunla öğretmiş, ona saygının kendine saygı olduğunu bildirmiş. Allah kendi isimlerinden onlarcasını onun için de kullanmış. O halde onu sıradanlaştıran kendini küçültmüş olur.

Allah imanda, itaatte, sevgide, rızasını aramakta, hüküm vermede, önlerine geçmeme edebinde, isyan, düşmanlık ve eziyet etmeme gibi pek çok hususta onu kendisiyle birlikte zikretmiştir.

Oysa şimdilerde peygambersiz bir din arama çabaları var.

Bu ve benzeri konuları içeren emirleri de bir yazı konusu yapmaya değer.

5 Ocak 2020 Pazar

Evrim teorisinin bilimsel değeri var mı?


Soru Detayı

Bilimde teori nedir?
Vikipedi’nin ve evrimci sitelerin tanımına göre “Bilimde teori veya kuram; bir olgunun, sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneyler baz alınarak yapılan bir açıklamasıdır. Teori, herhangi bir olayı, vakayı, görüngüyü açıklamak için kullanılan düşünce sistemidir.”
Bu tanıma göre evrim, yapılan gözlem ve deneylerde sürekli olarak doğrulanmış bir görüngü müdür?

Cevap

Bilimsel teorinin özelliği:

Hipotez ile teori kelimeleri günlük hayatta bazen birbirinin yerine ve yanlış olarak kullanılır.

Hipotez; henüz hiç doğrulanmamış, ya da yetersiz şekilde doğrulanmış, fakat problemi muhtemelen çözebilecek nitelikteki bir açıklamadır.

Teori ise; hipotezlerin gözlem ve deneyle sınanması, doğrulanıp güvenilir açıklamalara dönüşmesi ve sistemleşmesidir.

Ama yine de hipotezle teori arasındaki bu bağıntıya kesin gözüyle bakılmamalıdır. Çünkü bilgi edinme sürecinde hipotezler teoriye dönüştüğü gibi, teoriler de aynı şekilde hipoteze dayalı birimler barındırır.

Hipotez belli ve sınırlı bir açıklamadır, teori ise kapsamlı ve köklü açıklamalardır.

Bir teorinin geçerli olması için, yeni olguların eleştirisine sunularak doğrulanmasına ve uygun bilimsel değişiklikler geçirmesine gerek duyulur. Bu yüzden hiç bir teoriye kesin gözüyle bakılmaz.

Kısaca bilimsel teori; bilgi edinme süreci aşamasında ortaya atılan, geçerlilik ve güvenilirliği bilimsel yöntemlerle tespit edilmiş olan, iç tutarlılığı bulunan bilgiler ve açıklamalar bütünü olarak tarif edilebilir.

Şimdi teori için böyle bir tariften sonra evrim teorisini nazara alalım.


Evrim nedir?

Evrim kelimesi; başkalaşma, farklılaşma, kademeli olarak gelişme ve değişme ve ilerleme gibi aralarında değişik farklar bulunan pek çok kelime, tabir ve deyim yerine kullanılmaktadır.


Evrimin yerine kullanılan tabirler

Tekâmül, istihale, tatavvur, tahavvül, tebdil, tebeddül, tağyir, tegayyür, terakki, sudur, zuhur, techid, ontojeni, filojeni, evolüsyondur.

Şayet “EVRİM” terimiyle “TEKÂMÜL” manası, yani kademeli değişimi ifade ediliyorsa, bu manadaki evrim, teori değil, bir kanundur. Mesela bir elma çekirdeğinin; filiz, fidan ve meyveli ağaç haline gelişi kademeli değişimin bir ifadesidir. Aynı şekilde; bir insan embriyosunun; zigottan itibaren gelişerek, çok hücreli embriyo, bebek, çocuk, genç ve yetişkin insan safhaları da kademeli gelişmenin bir başka örneğidir. Bu manada bütün canlılar her an değişme, başkalaşma ve farklılaşma kanunlarına tâbidirler.

Şayet evrim teriminden TAHAVVÜLAT, yani hal değiştirme kastediliyorsa, o da teori değil bir kanundur. Elementlerin hal değiştirmesi, TAHAVVÜLAT-I ZERRAT olarak ifade edilir.

Kısaca ifade edersek, atom ve moleküllerin, bir halden bir başka hale geçerek, yani hal değiştirerek canlıların bünyesinde yer almaları, bir takım biyoloji ve fizik kanunları çerçevesinde olmaktadır. Dolayısıyla elementlerin bu şekilde hal değiştirmesi, teori değil kanundur.

İnsan yaklaşık yüz trilyon hücreden meydana gelmiştir. Her bir hücrede bir saniyede üç bin değişik reaksiyon olmaktadır. Bir saniye sonraki insan, madde cihetiyle bir saniye önceki insan değildir. Bünyesinde pek çok element değişim ve başkalaşıma uğramıştır. Bütün canlı varlıklar her an değişim içerisindedir. Bu ve benzeri bütün değişim ve başkalaşımlar EVRİM olarak ifade ediliyor. Bu manadaki bütün değişim ve başkalaşımlar teori değil bir kanundur.


Evrim teorisi’nin bilimsel değeri


Evrim Teorisi, bilimsel kıstasları taşımayan, yani laboratuvarda denenemeyen, çoğunlukla metafiziğe dayalı görüşleri bünyesinde barındıran felsefi bir düşünce tarzıdır.

Evrime her ne kadar bilimsel bir şekil verilmeye çalışılsa da, metafiziksel varsayımlara yapışıldığı görülmektedir. İstenilse de bu metafizik düşünceden kaçınmak mümkün değildir. Çünkü, maddenin ve âlemin varlığı, canlılığın mahiteyi, Yaratıcı’nın kimliği ve vasıfları gibi konuların büyük bir kısmı Evrim Teorisi’nin gündeminde olduğu sürece, metafizik yaklaşımlar kaçınılmazdır.

Evolüsyon manasında kullanılan ve canlıların tesadüfen ve tabiatın eseri olarak silsile halinde birbirinden meydana geldiğini ileri süren evrim görüşü bilimsel değildir. Çünkü, gerek ele aldığı konuları açıklaması ve gerekse takip ettiği metot bakımından bilimsel bilimin kriterlerine ve kurallarına uymamaktadır.

Hunter, Darwin’in, Antik Çağ’dan beri süregelen ve metafiziğe dayalı evrim düşüncesini teolojik, yani inanca dayalı bir yaklaşımla sunduğunu belirtir. (Hunter, C.G. Darwin’in Tanrısı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 195)
Ön kabuller ve evrim teorisi

Evrimin eldeki en iyi açıklama olduğu sıkça ileri sürülür. Böyle bir iddia ise, bilimsel olmayan bir hükümdür.

Evrimin doğruluğunu başta kabul edip, onu destekleyecek deliller aramak, bilimsel olmayan maksatlı bir davranıştır.

Norman Geisler ve Ronald Brooks, evrimin bilimsel bir metotla irdelenmediğini ve ön kabullere dayandığını dile getirir ve şöyle derler:

“Evrimi eleştiren kimse, evrimin yanlış olduğunu göstermekle yetinmeyip, meseleyi de çözmelidir.

Evrimi yanlışlamak yeterli değildir. Çünkü, daha iyi bir çözüm bulana kadar onun doğru olduğu kabul edilecektir. Ancak, bilim böyle yapılmaz. Burada evrime, bilimde yeri olmayan özel bir konum verilmiştir. Sırf bir alternatif henüz ileri sürülmediği için, onların muhakkak doğru olduğu ileri sürülemez. Dahası, henüz yanlışlanamadıkları için, doğru oldukları da varsayılamaz.

Bu tür varsayımlar, formel olmayan yanlışlar diye adlandırılır ve bunlar pratikte bilimsel düşünme biçiminin antitezini oluşturur.” (Geisler, N.L. and Brooks, R. M. Come let us Reason. Grand Rapids: Bakir, 1990, S. 95–96)

Meşhur antropolog Servier evrimciliğin laik bir din dogması haline geldiğine ve bu nüfuzun kırılması gerektiğine şöyle işaret eder:

“Evrimcilik, batı’nın laik din dogması haline gelmiştir. Yeni kurum ve değerlendirmelerin ortaya konabilmesi için, önce evrimciliğin reddi gerekir.” (Servier, J. Etnoloji. Tercüme M. Ali Kayabal. İletişim Yayınları, 1992, s. 113, 124)

Hunter’e göre, evrim teorisinde esaslı, ama gizli bir dinî etki vardır. Hem Darwin ve hem de günümüzün evrimcileri, metafizik önermelere başvurmaktadırlar. (Hunter, C. G. Darwin’in Tanrısı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 12, 15, 208)

Kant, Yargı Gücünün Eleştirisi adlı eserinde, bir bilimin ancak matematiksel olduğu oranda gerçek bilim olduğunu belirtir.

Kant’a göre, Evrim Teorisi’nin içinde matematiksel argümanların çok az oluşu, onun bilimsel bir teori sayılmasını tartışmalı hale getirmektedir. (Mayr, E. The Growth of Biological Thought. The Belknap Press of Harward University Press, Cambridge, 1982, s. 862)

Ünlü felsefeci Bernard Russell de evrimin gerek metot ve gerekse ilgilendiği problemler bakımından bilimsel bilgi olmadığını dile getirerek şunu söyler:

“Evrimcilik, şu ya da bu biçimde çağımızın ağır basan bir inanç şeklidir. Evrimcilik, gerek metoduyla ve gerekse ele aldığı problemlerle, gerçek bir bilim değildir.” (Russell, B. Dünya Üzerine Bildiğimiz. Terc. Vehbi Hacıkadiroğlu. Alaz Yayınları. İstanbul, 1980, s. 24-25)

Hunter de evrim metodunun bilimsel olmadığını şöyle dile getirir:

“Evrim bilim dışı değerlendirmelere dayanan düzenleyici bir fikirdir. Evrim, çeşitli bilim disiplinlerine baş vurmaktadır ama, kendisi bilimsel değildir. Bu bakımdan daha iyi bir bilimsel açıklama sunması beklenmemelidir.” (Hunter, C. G. Darwin’in Allah’ı. Gelenek Yayıncılık. Çev. Orhan Düz. İstanbul, 2003, s. 212)

Çağımızın seçkin bilim felsefecisi Karl Popper’e göre bilimselliğin ölçütü doğrulanmaya değil, yanlışlanmaya elverişliliktir. Ona göre bilimsel bir bilgi veya sonuç, yanlışlamaya müsait olmalıdır.

Halbuki Darwinciliğin öyle bir teste elverdiği söylenemez. Darwinciliği doğrulayan bazı olgusal veriler gösterilebilir. Ama bilimselliğin ölçütü doğrulanmaya değil yanlışlanmaya elverişliliktir.

Başka bir ifadeyle, Darwinciler teorilerinin hangi muhtemel gözlem sonuçlarıyla yanlışlanabileceğini ortaya koymuş değillerdir. Dolayısıyla Darwincilik bilimsel bir teori olmaktan çok metafiziksel bir yapıya sahiptir. (Popper, K. Unended Quest, Fontana-Collins, 1976, s. 171)

Sonuç


İşte işin püf notası bir takım doğrularla yanlışların birlikte verilmesidir. Yani, evrim teorisinde test edilen, denen hususlar, yukarıda zikredilen tekamül ve tahavvül gibi tabirlerdir.

İtiraz konusu olan ise, evolüsyon manasında kullanılan evrimdir. Yani, bir canlı türünden bir başkasının, ondan da bir başkasının silsile halinde meydana geldiği görüşü. Bunun hiçbir ilmi delili ve dayanağı yoktur.

Evrimciler, doğruların yanında böyle yanlışları da bilimsel bilgi gibi takdim etmektedirler. Bunu nazarlardan gizlemek için teorinin tanımına sarılmaktadırlar. Ama evrim teorisi ile kastettikleri evolüsyon manasındaki değişikliği ve ideolojik düşünce tarzını, bir takım doğrularla birlikte bilimsel bir düşünce ve teori gibi vermektedirler.

Sorularla İslamiyet

4 Ocak 2020 Cumartesi

Darwin’in teorisinin temeli olan ve hemen her evrimci kitapta yer alan bu ipinoz kuşlarının gaga yapıları için evrimcilere nasıl bir cevap vermeliyim?


Darwin'den beri evrimciler, günümüzdeki Galapagos ispinozlarının geçmişte Güney Amerika'dan gelen bir türden evrimleştiğini ileri sürerler. Bu kuşlar, tabiî seleksiyon yoluyla evrimleşmenin bir örneği ve biyolojik çeşitliliğin de delili olarak takdim edilir

Aslında Darwin, “Türlerin Kökeni” kitabında ispinozlara fazla yer ayırmamıştır. İspinozları meşhur eden, 20. yüz yıl evrimcileridir.

Galapagos adalarındaki ispinozlar 14 tür altında toplanmıştır. Bunların altısı yerdeki ot tohumlarıyla beslendikleri için “Yer ispinozları”, altısı da “ağaç ispinozları” olarak adlandırılır. Ağaç ispinozlarının birisi hariç, diğerleri böceklerle beslenir. Burada dikkati çeken husus, her bir ispinoz türünün beslenme ihtiyacını tam olarak karşılayacak gaga yapısına sahip olarak yaratılmış olmasıdır.

Grant ve arkadaşları, 1970-1980 yılları arasında Galapagos adalarındaki ispinozlar üzerinde araştırma yaptılar. Ağlarla yakaladıkları kuşların gaga, kanat ve vücut ölçülerini tespit ettiler. Bu kuşları özel bantlar ile işaretledikten sonra serbest bıraktılar.

Galapagos adaları belirli devrelerde fazla yağış almakta, bunun arkasından bir kurak devre hakim olmaktadır. Ot tohumlarıyla beslenen türlerde yağışa ve dolayısıyla ot tohumu fazlalığına bağlı olarak, kısa gagalı fertler artmakta, kurak devrede ise, ot tohumuyla beslenenlerin ölmesiyle kısa gagalı fertler azalmakta, başka besinlerle beslenen uzun gagalı fert populasyonu sayısı artmaktadır.

Grant ve ekibi kuraklığın ardından hayatta kalan ispinozların normalden biraz daha büyük vücutlara ve biraz daha geniş gagalara sahip olduklarını tespit ettiler. Onlar, tabiî seleksiyonun yalnızca küçük tohumlarla beslenen ispinozları ayıkladığını; büyük ve sert tohumların kabuklarını kırarak açabilen büyük gagalı ispinozların ise hayatta kaldığını öne sürdüler.

Onlar, orta yer ispinozunun büyük yer ispinozuna dönüşmesi için 20 seleksiyonu yeterli görüyordu. Kuraklığın on yılda bir gerçekleştiği tahmin edilirse, bu dönüşümün 200 yılda meydana gelmesi muhtemeldi. En kötü ihtimalle bu değişim 2000 yılda olabilirdi2,3.

Grant ve arkadaşları 1982-1983'te yağışlarla birlikte tohumların bollaştığını ve buna bağlı olarak yer ispinozlarının gaga büyüklüğü ortalamasının 1977 kuraklığı öncesindeki değere geri döndüğünü tespit etmişlerdir. Bu durum, gaga büyüklüğünün düzenli bir artış göstereceği beklentisi içinde olan evrimci araştırmacıları şaşırtmıştır4.

İspinoz gagalarının değişimi ile ilgili olarak elde edilen veriler evrime dayalı bir değişimin olmadığını göstermektedir. Gaga büyüklüğü ortalaması yağışlı mevsimlere göre sabit bir değerin etrafında bazen biraz artmakta, kurak mevsimlerde de biraz azalmakta, yani gaga büyüklüğü, yağışa bağlı olarak bir dalgalanma göstermektedir. Dolayısyla net bir değişim söz konusu değildir.

Nitekim Peter Grant kendisi de bu durumu bir duvar saatinin sarkacına benzetir ve şöyle der:,

“Tabiî seleksiyona maruz kalan ispinoz popülasyonu, duvar saati sarkacı gibi, ileri ve geri salınım yapmaktadır”5.

South Carolina Üniversitesi'nden Astronomi ve Fizik Profesörü Danny Faulkner, ispinoz gagalarındaki dalgalanmanın evrimin bir delili olamayacağını belirtir ve şöyle der:

"Eğer bir yönde mikro evrimi var kabul etmişseniz, daha sonra durum tam tamına başladığı eski haline geri dönüyorsa, bu evrim değildir, olamaz" 6.

California Üniversitesi'nden biyolog Dr. Jonathan Wells, Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi'nin yayımladığı bir kitaptaki ifadeleriyle halkı aldattığına işaret eder ve şöyle der:

"Ulusal Akademi tarafından yayımlanan 1999 kitapçığı, Darwin ispinozlarını, türlerin kökeninin "özellikle ikna edici bir örneği" olarak tanımlar. Kitapçık Grant'ler ve çalışma arkadaşlarının şunu gösterdiğini açıklayarak devam eder: "Adalardaki tek bir yıl kuraklık ispinozlarda evrimsel değişimleri harekete geçirebilir. Eğer kuraklıklar adalarda her on yılda bir meydana gelirse, yeni bir ispinoz türü yaklaşık 200 yılda ortaya çıkabilir." İşte bu kadar. Kuraklıktan sonra seleksiyonun tersine döndüğünden, uzun dönemde evrime dayalı hiç bir değişimin olmadığından bahsetmiyor. Bu haliyle kitapçık delilin çok önemli bir bölümünü gizleyerek halkı aldatarak bilimsel değil, ideolojik bir davranış sergilemektedir"7.

Evrimci araştırmacıların ispinoz gagalarındaki dalgalanmayı evrime bağlamaları, bilimsel değil tamamen ideolojik bir çabadır.

Bazı araştırıcılar, ispinoz tür çeşitliliğinin ileri sürüldüğü gibi olmadığını belirtirler. İspinozlar üzerinde yapılan çeşitli genetik araştırmalar, bu kuşların arasında genetik farklılığın olmadığını ortaya koymuştur8.

Aynı şekilde, 1999 yılında, Max Planck Enstitüsü ve Princeton Üniversitesi araştırmacıları, Galapagos ispinozlarının moleküler seviyede sınıflandırmasının yapılamayacağını, hepsinin benzer moleküler yapıya sahip olduğunu belirtmişlerdir9.

Life Sciences Ansiklopedisi de aynı konuyu şöyle dile getirir:

"Darwin ispinoz türleri arasında kesin bir genetik engel olduğuna dair hiçbir delil yoktur10."

Sonuç olarak, Galapagos ispinozları gerçekte tek bir türün alt türleridir. Darwin'in ve taraftarlarının Galapagos Adaları'nda gördüğü ve "evrim" olarak ileriye sürdükleri konu, gerçekte varyasyon, ya da kombinasyon sonucu teşekkül etmiş yapılardır. Söz konusu farklı görünümlere sahip ispinozlar, tek bir türün içindeki çeşitlilikler, ya da diğer bir ifadeyle varyasyonlardır. Böyle varyasyonlarla yeni bir türün ortaya çıkması söz konusu değildir.

Bir türe ait varyasyonların tabiî seleksiyonla seçilmesine evrimci biyologlar "mikro evrim" adını verirler. Varyasyonlar evrime delil teşkil etmez. Çünkü varyasyon, var olan genetik bilginin farklı eşleşmelerle ortaya çıkmasıdır. Varyasyon genetik bilgiye yeni bir özellik kazandırmaz.

Galapagos ispinozları binlerce sene farklı eşleşmeler ile çiftleşseler veya değişik iklim ortamlarına maruz kalsalar, sadece ortaya yeni varyasyonlar çıkacak, fakat bunlar yine ispinoz olarak kalacaklardır.

Kısaca söylemek gerekirse, Galapagos ispinozları hikâyesi, bilimsel bir sonuç değil, bilim kisvesi altında sunulmuş, ateizme dayalı ideolojik bir düşünce tarzıdır.

1 Timothy A. Mousseau, Alexander E. Olvido, “Geographical Variation”, Encyclopedia of Life Sciences,2000, ğ.els.net.

2 Peter R. Grant, “Natural Selection and Darwin’s Finches”, Scientific American, Ekim 1991, s. 82-87.

3 Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization in Island Birds”, Philosophical Transactions of the Royal Society of London B 351, 1996, s. 765-772; Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization of Birds on Islands”, s. 142-162 in Peter R. Grant (editor),Evolution on Islands, Oxford University Press, Oxford, 1998.

4 Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization in Island Birds”, Philosophical Transactions of the Royal Society of London B 351, 1996, s. 765-772; Peter R. Grant, B. Rosemary Grant, “Speciation and Hybridization of Birds on Islands”, s. 142-162 in Peter R. Grant (editor),Evolution on Islands, Oxford University Press, Oxford, 1998.

5 Peter R. Grant, “Natural Selection and Darwin’s Finches”, Scientific American, Ekim 1991, s. 82-87.

6 Gailon Totheroh, “Evolution Outdated”, 2001, http://ğ.discovery.org/viewDB/index.php3?prog ram=CRSCstories&command=view&id=596.

7 Gailon Totheroh, “Evolution Outdated”, 2001, http://ğ.discovery.org/viewDB/index.php3?prog ram=CRSCstories&command=view&id=596.

8 James L. Patton, “Genetical processes in the Galapagos”, Biological Journal of the Linnean Society, vol. 21, 1984, s. 91-111; Nancy Jo, “Karyotypic Analysis of Darwin’s Finches”, s. 201-217, R.I Bowman, M. Berson, A.E. Leviton (editors), Patterns of Evolution in Galapagos Organisms, CA: Pacific Division, AAAS, San Francisco, 1983.

9 A. Sato, C. O’hUigin, F. Figueroa, P.R. Grant, B.R. Grant, H. Tichy, J. Klein, “Phylogeny of Darwin’s finches as revealed by mtDNA sequences”, Proceedings of the National Academy of Sciences, vol. 96, Issue 9, 27 Nisan 1999, s. 5101-5106.

10 Michaela Hau, Martin Wikelski, “Darwin’s Finches”, Encyclopedia of Life Sciences, 2000, ğ.els.net.

Sorularla İslamiyet

3 Ocak 2020 Cuma

AZAP


Allah’ı tanımayan veya emirlerine karşı gelenlere dünyada ve âhirette verilen ilâhî ceza.


Arapça’da azâb “terketmek, vazgeçmek, vazgeçirmek” gibi mânalara gelen azb kökünden isim olup “işkence, eziyet ve elem” anlamında kullanılır. Elem ve ıstırapların bir kısmı beden, bir kısmı da ruh üzerinde etkili olduğuna göre azap hem maddî hem de mânevî bir elem ve ceza niteliği taşır.

Kur’an ve Hadiste Azap. Kur’an’da türevleriyle birlikte 490 defa geçen azap, genellikle ilâhî emirlere karşı gelenlere verilen cezanın adı olarak kullanılır. Kur’ân-ı Kerîm’de azap mânasında geçen başka kelimeler de vardır. Bunlardan en çok tekrarlananlar nâr, cehennem, ricz, be’s ve ikābdır (Ebü’l-Bekā, s. 191). İlgili âyetlerin incelenmesinden anlaşıldığına göre ilâhî azap dünyada, kabir hayatında ve âhirette olmak üzere üç safhada gerçekleşir. Kâinatın yegâne yaratıcısı, yöneticisi ve dolayısıyla sahibi olan Allah kullarından dilediğine azap etmeye muktedir olmakla birlikte (el-Mâide 5/40; el-Ankebût 29/21) O azabının inkâra ve isyana karşılık olduğunu bildirmiştir (el-A‘râf 7/96; et-Tevbe 9/95; Yûnus 10/8, 70). İlâhî buyrukları tanımayanlara, peygamberlerini alaya alıp yalanlayanlara, kâfirlere, fâsıklara, zulüm ve haksızlık yapanlara, hak dine girdikten sonra dönenlere, işledikleri günahlar sebebiyle bir ceza ve azap olmak üzere çeşitli felâketler gönderilerek dünyada helâk edildikleri muhtelif âyetlerde beyan edilmiştir. Bilhassa Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb peygamberlerin inkârcı kavimleri çeşitli şekillerdeki felâketlerle azaba uğratılmış, kimi yerin dibine geçirilerek, kimine gökten taş yağdırılarak (el-Ankebût 29/40), kimi suda boğularak (el-İsrâ 17/103), kimine yağmur felâketi verilerek (el-A‘râf 7/84) bunlar maddî cezaya çarptırılmış; Kur’an’a inanmayan Ehl-i kitap ile münafıklarda olduğu gibi kimine de zillet damgası vurularak kıyamete kadar mânevî azaba mâruz bırakılmıştır. Yine Kur’ân-ı Kerîm kâfirlerin sahip olduğu gelip geçici dünya nimetlerinin aslında kendileri için bir azap olduğunu (et-Tevbe 9/85) haber vermiş, bu şekilde maddî imkânların insan bedenine haz vermesine karşılık ruhu için ıstırap kaynağı olabileceği, mânevî mutluluğun madde ile değil Allah’a bağlanmakla gerçekleşeceği ve Allah yolunda harcanmayan servetin sahibini azaba sürükleyeceği anlatılmak istenmiştir (et-Tevbe 9/35).

İnkârcı ve isyankârların dünyada ilâhî azapla cezalandırılmalarını, pişmanlık duyup girdikleri sapık yoldan dönmelerini ve rablerine yönelmelerini sağlamak gibi gaye ve hikmetlere bağlayan Kur’ân-ı Kerîm (el-En‘âm 6/64; en-Nahl 16/53; es-Secde 32/21), açık bir ifade ile olmasa bile, ölümle başlayıp tekrar dirilişe kadar sürecek olan kabir hayatında da sözü edilen kişiler için azabın devam edeceğine işaret eder, ancak ayrıntılı bilgi vermez (bk. el-Mü’minûn 23/100; el-Mü’min 40/46; Nûh 71/25).

İman edip ilâhî buyruklara uyanların dışında kalan insanlarla cinler, inkârlarının derecesi ve günahlarının büyüklüğüne bağlı olarak asıl azabı âhiret âleminde göreceklerdir (en-Nisâ 4/145; en-Nahl 16/88). Bu azap tekrar dirilişle başlayacak ve cehenneme girişle son şeklini alıp devam edecektir. Yine Kur’an’da belirtildiğine göre peygamber gönderilmeyen topluluklara azap edilmeyecek (el-İsrâ 17/15); buna karşılık Allah’ın huzuruna çıkacaklarına inanmayıp âyetlerini inkâr eden kâfirler, Kur’an’a sırt çeviren yahudiler, hıristiyanlar, münafıklar, müşrikler, peygamberlerin bir kısmına inanıp diğerlerini inkâr edenler şiddetli azaba uğratılacaklar (el-Kehf 18/105-106; en-Nisâ 4/139, 145, 161, 172; el-Mâide 5/72-73; Âl-i İmrân 3/151; el-Ahzâb 33/73); bunların yanında yetimlerin mallarını haksız yere yiyen, mümini kasten öldüren, iffetli kadınlara iftira eden ve Kur’an’da belirtilen sınırları (hudûdullah) aşıp peygamberlerin bildirdiklerine aykırı davranan -büyük günah sahibi- müminler de azaptan kurtulamayacaklardır (en-Nisâ 4/10, 14, 93, 97; el-Mâide 5/94-95; en-Nûr 24/23, 63). Sözü edilen bu zümreler, kısaca kâfirler ve âsi müminler, azaplarını Allah’ın dilediği sürece kalacakları cehennemde çekeceklerdir (Hûd 11/106-107; en-Nebe’ 78/23). Kur’an’daki cehennem tasvirlerinden anlaşıldığına göre fizyolojik ve psikolojik nitelikli olmak üzere iki türlü uygulanacak olan azabın ilki yakıcı ateşler, dondurucu soğuklar, demir topuzlar ve zincirler, ateşten yatak, örtü ve elbiseler, kaynar sular, zakkumdan ve dikenli ağaçlardan yiyecekler, katranlar, dar hücreler gibi vasıtalarla gerçekleştirilecek (en-Nisâ 4/55; İbrâhîm 14/1617, 49; el-Kehf 18/29; el-Hac 22/19-21; el-Furkān 25/13; es-Sâffât 37/62; el-Mü’min 40/71-72; el-İnsân 76/4, 13); azabın ruhlara en şiddetli ıstırabı verecek olan ikinci türü ise bu azaba müstahak olanların Allah’ı görmekten ve O’nunla konuşmaktan mahrum bırakılarak ilâhî lânete uğratılmaları şeklinde vuku bulacaktır (el-Bakara 2/161-162; Âl-i İmrân 3/77).

2 Ocak 2020 Perşembe

KÜÇÜK NOTLARIM (36) : İLİM ÖĞRENMEK


-Kişi kendini düzeltmeye niyetinden ve ihlasından başlayacak sonra sünnete yapışacak sonra ilim gelir çünkü insan ilimle yükselir veya ilimle düşer,

-İlim Kalpte takvayı oluşturan şeydir,

-Ashap r.anhum en çok fıkıh ilmi üzerine durmuştur, fıkıh hayatı anlamaktır,

-Allah cc hayır dilediği kulunu fikıhla uğraştırır,

-En büyük musibet cahilliktir,

-İlim bizi Allah'a cc yaklaştıran şeydir,

-Bildiğin seni takvaya götürmüyorsa cahilsin,

-Kim ilim öğrenmiyorsa, hiçbir adımı, azmi yok gayesi yoktur. Allah cc onu önemsemiyor demektir, salınmıştır.

-İlim öğrenilmekledir (öğretilmekle değildir). Yani kişinin kendi azmi ve öğrenmesi iledir. 


O zaman şöyle dua edelim: Rabbim! ruhumu ilim öğrenirken al ( yani öğretirken değil) 

-Fıkıhtan az şey bilmek ibadetten daha hayırlıdır,

-İlim öğrenirken ölen kimse şehit olur,


-Kişinin öğrendiği ilmi bir konu, onun için 1000 rekattan daha hayırlıdır,

Allah’ın kitabından bir ayet öğrenmek senin için 100 rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır,


-Amel edilsin veya edilmesin gidip yeni bir konuyu öğrenmen ise senin için 1000 rekat nafile namaz kılmandan daha hayırlıdır.

İmam Hafız El-Münziri'ni Hadislerle İslam Tergib ve Terhib kitabının -İlim Kitabı- Bölümü 1-23. Hadisler arası notlar.

1 Ocak 2020 Çarşamba

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin ibadet hayatı


Her konuda olduğu gibi ibadetler konusunda da ümmetine örnek olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde kulluk bilincinin diri tutulmasına önem vermiş; imanın anlam ve lezzetinin, ancak ibadet ve güzel davranışlarla desteklendiğinde yakalanabileceğini belirtmiştir . Zira sosyal hayattaki bilinçli duyarlılık, Allah’a karşı sorumluluk bilinci diye de ifade edebileceğimiz takva hali böyle oluşur. Sürekli Yüce Allâh'a ibadetle meşgul olan Hz. Peygamber (asm), ibadetlerine devam etmiş, ömrü boyunca hiçbir ibadetini bırakmamış;

"En hayırlı ibadet, az da olsa, devamlı olandır." buyurmuştur.

Hz. Peygamber (asm), kendisi ibadetlere son derece düşkün olmasına rağmen, ümmetinin daha fazla ibadet etme gayretiyle de olsa, aşırı gitmesini hoş karşılamamış, bunu helâk sebebi saymıştır. Hz. Peygamber (asm)'in ibadet hayatı hakkında bilgi alan üç sahabi, onun geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilmesine rağmen böyle ibadet etmesini göz önüne alarak; biri hayatı boyunca uyumadan geceleri namaz kılacağını, ikincisi hayatı boyunca oruç tutacağını, üçüncüsü de evlenmeyeceğini söylemiştir. Bu haber kendisine ulaşınca Hz. Peygamber (asm),

"Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazen oruç tutar, bazen tutmam; geceleri biraz namaz kılar, biraz da uyurum ve evlenmiş bulunuyorum. İşte bu benim sünnetimdir, kim sünnetimi beğenmezse benden değildir." buyurmuştur.

Hz. Peygamber (asm), ibadetlerde uyguladığı ve ümmetine tavsiye ettiği prensiplerden biri de kolaylık prensibidir. Bu sebeple, O’nun gönlü, hiçbir zaman kişilerin ibadet etme gayretiyle de olsa ağır yükler altına girmesine razı olmamıştır. Öyle ki O, ibadetin veya dini bir hükmün aslının korunması kaydıyla her konuda Müslümanlar için hep kolay olanı tercih etmiştir.

Hz. Peygamber (asm) dinin direği olarak tanımladığı namaza çok düşkün olup, onu gözünün nuru olarak nitelendirmiştir. Kur’an’ın emrine uyarak namazlarını huşu üzere kılan Hz. Peygamber (asm), namaz kılarken sanki dünyaya veda eder, âhiret alemine dalardı. Zaten asıl olan, ibadetlerin Allâh'ı görüyormuşçasına yapılmasıdır. Nitekim Cibrîl hadisinde ihsanı bu şekilde tanımlamış ve

"Her ne kadar biz Allah’ı görmüyorsak da Allah bizi görür." demiştir.

Farz namazlara ilave olarak değişik zamanlarda nafile namazlar da kılan Hz. Peygamber (asm), gece ibadetine önem vermiştir. Özellikle Ramazan gecelerini ihya etmiş ve ramazanın son on gününü itikâfla geçirmiştir. Okuduğu ayetlerin derin anlamları üzerinde düşünmüş, namazların peşinden sık sık kısa ve özlü dualar yapmış, Yüce Allâh'ı zikrederek, bol bol tövbe ve istiğfarda bulunmuştur. Kur’an okumayı ve başkasının okuduğu Kur’an’ı dinlemeyi çok seven Hz. Peygamber (asm), Ramazan gecelerinde Cebrâil ile buluşarak Kur'an'ı mukabele etmişlerdir.

Oruçla ilgili olarak Hz. Peygamber (asm), iftarda acele edilmesini, sahurda ise imsak vaktine kadar yenilmesini tavsiye emiş; sahur yemeğinde bereket olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber (asm) Ramazan orucunun yanında, yılın belirli dönemlerinde daha yoğun olmak üzere nafile oruçlar tutmuştur. Her ayın ortasına denk gelen günlerde, Pazartesi ve Perşembe günlerinde, Muharrem ayının 9-10 veya 10-1. günlerinde, Şevval ayında altı gün oruç tuttuğu ve ümmetine tavsiye ettiği, Recep ve Şaban aylarında ise daha fazla oruç tuttuğu hadis kaynaklarında yer almaktadır.

Hz. Peygamber (asm), ihtiyacından fazla malını hiçbir zaman elinde tutmamış, komşularına ve ihtiyaç sahibi kimselere göndermiştir. İnsanların en cömerti olan Hz. Peygamber (asm), inananları zekatlarını vermeye ve zekatla da yetinmeyip onun dışında da ihtiyaç sahiplerine mali yardımda bulunmaya davet etmiştir. Zekatların biran evvel yerlerine ulaştırılmasına özen göstermiş, toplanan zekatları mümkün mertebe hiç bekletmeden dağıtmıştır.

Her konuda Müslümanlara örnek olan Hz. Peygamber (asm), hiç şüphesiz ibadet konusunda da en güzel örnektir. Her Müslüman'ın gücü nispetinde onu örnek alarak kendisine bir ibadet programı oluşturması gerekir. Bununla birlikte, ümit ile korku arasında yaşamayı prensip edinmesi gereken Müslüman bireyin, ibadetlerini yetersiz görerek ümitsizliğe düşmesi doğru olmadığı gibi, ibadetlerine güvenmesi de doğru değildir.

İlave bilgi için tıklayınız:

Müminin günü nasıl olmalıdır? Peygamber Efendimiz'in Bir Günü Nasıldı?


31 Aralık 2019 Salı

İctihad ve reform aynı manayı mı ifade eder?


Bütün dünyada yaşayan müslümanların dini doğru anladıklarını ve uyguladıklarını söylemek mümkün değildir. Hem yanlış anlayanlar, hem de yanlış ve eksik uygulayanlar vardır. "Ama İslam anlaşılmamıştır, onu hiçbir kimse bu güne kadar doğru anlamamıştır" diyenler yanılıyorlar veya maksatları başka; "Benim anlayışım doğru, yalnız ben doğru anladım, benim anlayışıma uymayan İslam anlayışları, tanımlamaları yanlıştır" demek istiyorlar ki, bu da bir çeşit megalomanidir, hastalıktır.
İslam genellikle doğru anlaşılmaktadır, ama bu anlayış bazılarının işine gelmiyor; mesela dünyayı sömürmek isteyen zalim patronların yollarını tıkayan bir İslam anlayışı onlara sert ve yanlış geliyor, yumuşak ve ılık İslam anlayışı ne ise o doğru oluyor ve onu ortaya koymaları için bazı çevreler besleniyor.
İslam'ı herkesten önce Allah'ın elçisi anlamıştır ve eksiksiz anlamıştır, sonra onun anlatışını ve uygulamalarını işiten, gören, birlikte yaşayan sahâbe nesli anlamıştır ve doğru anlamıştır. Onlardan sonra da gelen nesiller, hem bir önceki nesle çıraklık/öğrencilik yaparak hem de usulüne göre metinlere bakarak İslam'ı doğru anlamışlardır. Doğru anlamak, Allah'ın muradına uygun anlamaktır. Allah'ın muradı onun vahyinde açık ve kesin ise burada "doğru anlama" kolayca gerçekleşir ve birçok konuda böyle olmuştur. Eğer Allah'ın muradı vahye dayanan metinlerde açık ve kesin değilse bu takdirde anlama durumunda ve ehliyetinde olan kimselerin anlayışları ya hatalıdır veya isabetlidir; ama burada önemli nokta Allah'ın, hatalı anlayışları da kabul etmesi; yani bu anlayışlara dayalı kulluk eylemlerine de ecir ve sevap vermesi, iyi niyetli olarak yanılan kulunun ibadet ve işlerini meşru ve makbul olarak değerlendirmesidir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.) "Hakim ictihad ettiği zaman isabet ederse iki, yanılırsa bir ecir alır" buyurmuşlardır.
İctihad İslam kültürüne ait bir terimdir, ictihad usulünü (metodolojisini) ihtiva eden fıkıh usulü isimli ilim dalı da müslümanlara ait, tarihte ilk defa onların ortaya koydukları bir ilim dalıdır. İctihad, işte bu usule göre yapılır ve müctehid, vahye dayalı metinlerin lafız, ruh ve maksatlarından hareket ederek müslümanların yollarına ışık tutar, meselelerine çözümler üretir.
Mehmet Gündem'in Milliyet'te yayımladığı röportajlardan birinde naklettiğine göre Prof. Hüseyin Atay, "Dinde Reform" adındaki kitabında reformu şöyle tanımlamış: "Değiştirmek değil düzeltmek, ıslah etmek, yararlı bir iş yapmaktır. Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur. Kötü yönde değiştirmeye ve bozmaya reform denmez; ona deform denir. İslamda reform yapmaya içtihat denir. Bundan dolayı her müçtehit reformcudur."
Atay'ın reform ve ictihad tariflerinde yanlışlarla doğrular birbirine karışmış. "Reform" kelimesi din ile birlikte kullanıldığında bundan, Luther'in Hristiyanlıkta yaptığı reform ve benzeri anlaşılır, sözlük manası anlaşılmaz. Luther zamanındaki Hıristiyanlık ile İslam hiçbir zaman aynı olmamıştır ki, ona uygulanan İslam'a da uygulansın! İslam'ın içinde başından beri ictihad bulunmuştur, ictihadsız hiçbir asır geçmemiştir. İctihad daha ziyade ilmî, tecdîd ise sosyal-kültürel ve terbiyevî bir kavramın ifadesidir; din hayatındaki bozulmalara yönelik ıslahlar, düzeltmeler, eğitim faaliyetleri "tecdîd" terimi ile ifade edilmiştir. İctihad ve tecdid, bir yandan geçerliği kalmamış eski ictihadların değişmesini bir yandan da cehalete değil de başka sebeplere bağlı olarak dini hayatta meydana gelen bozulmaların düzeltilmesini sağlayarak; daha doğrusu bu amaçla işleyerek devam edegelmiştir. Yine de milyarı aşan İslam nüfusunda hem yanlış anlamalar hem de eksik uygulamalar, doğru olanlarla yanyana bulunur, bulunacaktır; bunu kimse ortadan kaldıramaz, ancak azaltmak için çaba gösterilir.
"Reform ve içtihat yapmak, kayıtsız ve şartsız düşünmekle olur" cümlesi de, kayıtsız ve şartsız düşünmenin insanı nasıl açmazlara/saçmalıklara düşürdüğünü gösteren tipik bir örnektir. Bırakın ictihad yapmayı, soğan soymanın bile bir usulü vardır; usulü geliştirmek de ancak usul dairesinde tecrübeler edinerek yapılabilir.

30 Aralık 2019 Pazartesi

Zaruretin süresi ve şartları nedir?


Soru:
Hocam, bu sorum 'zaruretlerle' ilgili. İslamda, darda kalanın haddi aşmaması kaydıyla uygulamasına izin verilen, normal durumlarda ise Allah'ın haram kıldığı haller olarak bildiğimiz olgu. Ancak yaşadığımız islami toplumda öyle bir anlayış yerleşti ki, karşılaşılan her zor durum zaruret kapsamına dahil ediliyor ve haram hükmü uygulamadan çıkarılıyor. Bu hal böyle devam ederse zaruret hali hayatımızın sonuna kadar sürecek ve yaşam biçimi haline gelecek. Sizden zaruretin süresi ve şartlarıyla ilgili görüşlerinizi rica ediyorum.

Cevap:
Zaruret, "sağlanmadığı, riayet edilmediği zaman hayatın derhal veya belli bir süre içinde sona ermesine veya zor, sıkıntılı, verimsiz... geçmesine sebep olan ihtiyaç ve durum" demektir. Mecelle, insanların temel ihtiyaçlarının da -bunlar ister topluma, ister ferde ait olsun- zaruret sayılacağını kanunlaştırmıştır (madde:32). Zaruretin süresi, zaruri olan ihtiyacın veya durumun devamı kadardır. Dişini doldurtan bir kimse bu diş ağzında kaldığı sürece zarurete dayalı olarak abdestini ve guslünü alır (dolguyu çıkarıp içini yıkamaz, suyu üstünden geçirir, dolgunun dışını yıkar). Belli bir süre sonra "zaruret süresi doldu, dolguyu çıkarman gerekir" denemez. İctimai hayatın müsait olmamasından doğan zaruretler de böyledir; müslümanlar bu hali değiştirmek, İslam'ın kâmil olarak yaşanmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmakla yükümlüdürler; ancak zaruret hali devam ettiği sürece ruhsatlar da devam eder. Zarurete dayalı ruhsatların normal hal gibi algılanmasını ve bunlara alışılmasını, bunlarla rahat ve huzurlu olmayı engellemek için eğitime ve şuurlandırmaya devam etmek gerekir.

29 Aralık 2019 Pazar

gayr-ı müslimlerle ilişkiler


Soru:
Hocam bildiginiz gibi biz gayri müslimlerle beraber yaşıyoruz bu durumda Kuran'daki "velayet" i nasıl anlamamız lazım, onlara ne gibi sevgi beslemememiz lazım.
Cevap:
1. Kur'an'daki velayetten maksat temsil ve yönetim yetkisi vermektir. İslam, müslümanların başka dinden olanlara kendilerini yönetme ve (vekâlet gibi bazı özel hukuk ilişkileri dışında) temsil yetkisi verme anlamındaki velayet ilişkisini yasaklıyor. Bunun dışında gayr-i müslimlerle ortaklık, komşuluk, sıradan arkadaşlık, onlara ikramda bulunmak gibi ilişki ve davranışlar yasaklamıyor. Gayr-i müslimlere iyi davranmayı, onlarla ilişkilerde adalet ölçülerine titizlikle riayet etmeyi de emrediyor (Mümtehine:60/8).

28 Aralık 2019 Cumartesi

Makam-I İbrahim'de Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.

"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

30. Makam-I İbrahim'de Namaz Kılmak

395- Amr İbn Dînâr'dan şöyle nakledilmiştir: "İbn Ömer'e, umre için Ka­be'yi tavaf edip Safa ile Merve arasında sa'y yapmayan bir kimsenin hanımıyla birlikte olup olamayacağını sorduk. O da şöyle cevap verdi: Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'yi yedi kez tavaf etti ve makam-ı İbrahim'in gerisinde iki rekat namaz kıldı. Sonra da Safa ile Merve arasında sa'y yaptı. Rasûlullah'ta Sallallahü Aleyhi ve Sellem sizin için güzel örnek vardır. [Hadisin geçtiği diğer yerler:1623,1627,1645,1647,1793]

396- (Aynı soruyu) Câbir İbn Abdullah'a sorduk. O da, şöyle cevap verdi: "Safa ile Merve arasında sa'y yapmadan, kesinlikle hanımıyla birlikte olma­sın! [Hadisin geçtiği diğer yerler:1624,1646,1794]

Açıklama

(İbrahim'in makamında bir namaz yeri edinin!); İbrahim'in makamından maksat, iki ayağının birden izinin bulunduğu taştır. Bu taş günümüze kadar gel­miştir. Ayette geçen (namaz yeri) kelimesi, Hasan-ı Basri ve daha başka alimlere göre kıble anlamında kullanılmıştır. Ancak bu şekilde âyet, delil olarak kullanılabilir. Bu lafzı, namaz yeri olarak anlamak doğru değildir. Çünkü İbrahim makamında namaz kılınamaz. Aksine onun etrafında kılınır. Hal böyle olunca şer'î manaya uygun olan Hasan-ı Basrî'nin görüşü tercih edilir.

İmam Buhârî bu rivayeti âyette bahsi geçen namazın, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'nin içinde kıldığı namaz ile tahsis edilemeyeceğine delil olarak kullanmıştır. Çünkü, Kabe'nin içinde İbrahim makamına yönelmek im­kansızdır. Bu yüzden İmam Buhârî bu başlık altında Bilal'den gelen İbn Ömer hadisini nakletti.[Müellif bir sonraki hadisi kasdediyor.(H.Aldemir)] el-Ezrakî "Ahbâru Mekke" adlı eserinde sahih senetlerle İbra­him makamın Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem Ebu Bekir ve Ömer dönemle­rinde bugünkü yerinde olduğunu nakletmiştir. Hz. Ömer döneminde yaşanan bir sel baskını, İbrahim makamının Mekke'nin aşağı kesimlerine sürükleyince tekrar yerine getirilip, Kabe'nin örtüsüne bağlanmış, hatta Hz. Ömer, onun asıl yerinin neresi olduğunu bizzat kendisi araştırarak tespit edince, bugünkü yerine yerleştirmiş ve tekrar yıkılmasın diye etrafını çevirmiştir. Bu, son hali ile de gü­nümüze kadar intikal etmiştir.

(Hanımıyla birlikte olup olamayacağını sorduk); Bu soru ile, ihramdan çıkı­lıp çıkılmadığını öğrenmeye çalışmışlardı. Böylece, cinsel ilişki ve diğer ihram yasaklarının bitip bitmediğini öğrenmek istemişlerdir. Kadına yaklaşmak, İhra­mın en büyük yasağı olduğu için burada ondan bahsedilmektedir.

ibn Ömer işaret yoluyla Hz. Peygamber'e 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem uymanın zorunlu olduğunu belirterek soru soranlara cevap vermiş ve özellikle de haccın ne şekilde yapılacağı hususunda ona tabî olmak gerektiğini, dile getirip şöyle de­mişti: Çünkü Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Haccmızı ne şekilde yapacağınızı benden öğreniniz!" buyurmuştur. Câbir ise, açık bir şekilde cevap vermiştir. Fakihlerin çoğuna göre sa'y yapılmadığı sürece tavaftan sonra ihram yasakları kalkmaz. İbn Abbâs ise, bu konuda muhalif kalmıştır. Ona göre, umre yapan kimse tavaftan sonra sa'y yapmasa bile ihramdan çıkar.

397- İbn Süleyman Mücahid'den şöyle işittiğini nakletmektedir: "İbn Ömer'e gelip 'İşte Allah'ın Peygamberi 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye girdi (ve tavaf nama­zını orada kıldı) dediler. O da şöyle karşılık verdi: 'Ben vardığım zaman, Allah Resulü  Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'den çıkmıştı. Kapı aralığında Bilal'le karşılaştım. Ona 'Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'de namaz kıldı mı?' diye sordum. O da şöyle cevap verdi: Evet, içeri girerken sol tarafında bulunan iki sütunun arasında iki rekat namaz kıldı. Sonra dışarı çıkıp Kabe'ye yönelerek iki rekat namaz kıldı.[Hadisin geçtiği diğer yerler:468,504,505,506,1167,1598,1599,2988,4289,4400]

Açıklama

(Kabe'ye yönelerek); Yani Kabe'nin kapısına doğru yöneldi. Kirmanı şöyle demiştir: "Konu başlığından anlaşıldığına göre Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem  Kabe'nin kapısının yanında olan İbrahim makamına yönelmişti." Daha önce bunun, bu konuda ilim erbabı tarafından nakledilen gerçeğe aykırı olduğunu ve bu hadisin konu başlığı ile alâkasının bu açıdan olmadığını ifade etmiştik. Yani İbrahim makamına yönelmek, farz değildir.

Taberânî ve diğer hadis âlimlerinin naklettiğine göre îbn Abbâs şöyle de­miştir: "Kabe'de namaz kılmak hoşuma gitmiyor, Çünkü orada namaz kılanlar Kabe'nin bir tarafını arkasında bırakır." Bundan dolayı aşağıda zikredilecek İbn Abbâs hadisinin bu başlık altına alınması uygun oldu.

398- Atâ, İbn Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'ye girince her tarafında dua ederdi. Sonra namaz kılmadan oradan çıkardı. Çıktıktan sonra Kabe'nin ön tarafında iki rekat namaz kılardı. Bu, onun kıblesiydi.[Hadisin geçtiği diğer yerler:1601,3351,3352,4288]

Açıklama

(Bu, onun kıblesiydi); Bu lafzıyla, Kabe kast edilmiştir. Bununla kıblenin beyt-i makdis'ten kabeye çevrilmesinin kast edildiğini söyleyenler olduğu gibi, Kabe'yi görenlerin görmeyenlerden farklı olarak gözleriyle ona yönelmelerinin vacip olduğunu söyleyenler de vardır. Hatta bazıları bununla, Müslümanların yönelmelerinin emredildiği cihetin ne harem bölgesi, ne Mekke ne de Mescid-i haram olduğunun, aksine bizzat Kabe'nin kendisi olduğunun ifade edildiğini ileri sürmüşlerdir.

Bu lafızla, İmamın namaz kıldırırken durduğu yer olarak Kabe'nin ön tarafı da kasdedilmiş olabilir. Nitekim Bezzâr, Abdullah İbn Hebeşi el-Hasamî'den şöyle nakletmiştir: "Hz. Peygamber'i 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Kabe'nin kapısına doğru namaz kılarken gördüm. Etrafındakilere Ey insanlar! Kabe'nin kapısı, onun kıblesidir' diyordu. Allah Resûlü'nün Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu sözü, mendup bir hükme hamledilmiştir. Çünkü her taraftan Kabe'ye yönelmenin caiz olduğuna dair icma' vardır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

27 Aralık 2019 Cuma

Namaz Ve Namaz Dışında Çıplaklığın Hoş Karşılanmaması

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

8. Namaz Ve Namaz Dışında Çıplaklığın Hoş Karşılanmaması

364- Amr İbn Dinar'dan şöyle nakledilmiştir: Câbir İbn Abdullah'ı şunları anlatırken dinledim: "Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ; kavmi ile birlikte Kabe'­nin inşası için taş taşıyordu. Üzerinde izan vardı. Amcası Abbâs, Yeğenim! Taş­ların zarar vermesini önlemek için izanını çözüp omzuna koysan' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem sev. İzanını çözüp omzuna koydu. Birden baygın şekilde yere düştü. O günden itibaren hiç çıplak görülmedi. [96] (Hz, Pey­gamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem kavmi ile birlikte Kabe'nin İnşası İçin taş taşıyordu.) Nübüvvetten önce Kureyş'liler Kabe'yi bina ederken, Allah Rasûlü onlarla birlikte taş taşımıştır.

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

26 Aralık 2019 Perşembe

Dar Elbise İle Namaz Kılmak

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.


"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
   
8. BÖLÜM NAMAZ

6. Dar Elbise İle Namaz Kılmak

361- Saîd b. Hâris'ten şöyle nakledilmiştir:

"Câbir b. Abdullah'a bir parçadan oluşan elbise ile namaz kılmanın hük­münü sorduk. O da şöyle cevap verdi; Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem dü­zenlediği bir seferde onunla birlikte yola çıkmıştım. Bir gece bir ihtiyacımdan dolayı onun yanına vardım. O sırada namaz kılıyordu. Üzerimde tek parçadan oluşan bir elbise vardı. Ona bürünüp yanı başında namaza durdum. Namazını bitirdikten sonra Ya Câbir, gece vakti buraya gelmenin sebebi ne?' diye sordu. Ben de ihtiyacımı söyledim. Sözümü bitirdikten sonra bana, 'Gördüğüm bu örtünme de ne?' diyerek (hoşnutsuzluğunu) ifade etti. Ben de elbisenin dar ve kısa olduğunu söyledim. Bunun üzerine şöyle buyurdu: Eğer elbisen geniş ise onunla omzundan öyle örtün, yok eğer dar ise, onu izar olarak kullan,"

Açıklama

(Bir seferinde) söz konusu sefer, Hz. Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ilk se­ferleri arasında yer alan "Buvât Gazvesi"dir.

(Gördüğüm bu örtünme de ne?) Hattâbî şöyle demiştir: "Hz, Peygamber'in 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem hoş karşılamadığı örtünme şekli, Câbir'in elleri bile görünmeyecek şekilde örtünmesîdir." Bu yorumu yapmakla sammâ şeklinde örtünme hakkında söylenenlerden birini tercih etmiştir. Ancak Müslim, rivayet ettiği ha­diste, Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem bu şekilde örtünmeyi yasaklamasının nedeni, Câbir'in dar elbiseyi iki ucundan çaprazlama bağlayıp dizlerini kırarak eğilmesidir. Elbiseyi iki ucundan çaprazlama bağlayınca avret mahallini kapatamamış, bunun üzerine dizlerini bükerek eğilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem elbise uzun olduğu zaman bu şekilde bağlanacağını ona Öğretmiştir. Elbise kısa olduğu zaman ise, izar olarak bağlanması yeterlidir. Zira giyinmenin temel gayesi, avret mahallini örtmektir. Bu da izar ile mümkündür. Dolayısıyla emredilen dimdik durmaya aykırı olan eğilmeye gerek yoktur.

362- Sehl'den şöyle nakledilmiştir:

Erkekler çocukların bağladığı gibi izarlarını boyunlarına bağlayarak Hz. Peygamber 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem ile birlikte namaz kılarlardı. Allah Resulü kadınlara şöyle buyurdu:

Erkekler tam olarak oturunncaya kadar başınızı secdeden kaldırmayın.

Açıklama

(Allah Resulü kadınlara şöyle buyurdu); Kirmanı şöyle demiştir: Bu hadiste fiilinin faili Hz. Peygamber'dir 
Sallallahü Aleyhi ve Sellem . Şerhte esas aldığımız Buhârî nüshasının ravisi kesin bir şekilde bu fiilin failinin Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem olduğunu belirtmiştir. Ancak hadisin bu kısmı Küşmîhenî rivayetinde "Kadınlara dendi", Vekî' rivayetinde ise, "Biri 'ey kadınlar topluluğu' dedi" şeklinde geçmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir sahabîye kadınlara böyle demesini emretmiştir. Kuvvetle muhtemel, o sahâbî de Bilal'dır. Hz. Pey­gamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem secdeden başlarını kaldırınca kadınların, bu şekilde örtünen erkeklerin kalkarken avret mahallini görmemeleri için onlara bu emri vermiştir. Ayrıca bu hadise kişinin (dizinden) alt tarafının örtünmesinin zorunlu olmadığı anlaşılır.[95]

Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.

25 Aralık 2019 Çarşamba

Nahl Suresi - 68-69 . Ayet Tefsiri

Ayet

وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتاً وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ
﴿٦٨﴾
ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاًۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
﴿٦٩﴾

Meal (Kur'an Yolu)
﴾68﴿ Ve rabbin bal arısına şöyle ilham etti: "Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine yuvalar edin.
﴾69﴿ Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye; rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!" Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamından bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için açık delil bulunmaktadır.

Tefsir (Kur'an Yolu)
“İlham etti” şeklinde çevirdiğimiz evhâ fiilinin türetildiği vahiy kavramı [farklı anlamları için bk. “Tefsire Giriş” bölümü, “I. Kur’ân-ı Kerîm A) Tanımı ve özellikleri 2. Vahiy” başlığı] burada “canlının kendisine yararlı olanları alması, zararlılardan sakınması ve kendi geçimini sağlaması hususunda muhtaç olduğu becerileri Allah Teâlâ’nın onda yaratması” anlamındaki ilham karşılığında kullanılmıştır (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, III, 1156). Psikolojide buna içgüdü denmektedir.

Arıya yapması ilham edilen “yuvalar”dan maksat, arıların ağaç kovukları gibi uygun doğal mekânlarda veya insanların özel olarak hazırladığı kovanlarda kendi ürünleriyle oluşturdukları petekler ve her petekte bulunan altıgen gözcüklerdir. Bal arısı, Allah’ın verdiği ilham veya içgüdü sayesinde, bizzat kendisinin ürettiği bal mumuyla kendi yuvasını yapmakta, dalak içine milimetrik ölçülerle altıgen prizma şeklinde gözcükler yerleştirmektedir. Âyetteki deyimiyle “her türlü besleyici ürünler”den nektar denilen bal ham maddesi ve çiçek tozu toplayarak bunları hem kendi tüketimi için hem de bal ve bal mumu yapmak için değerlendirmektedir. Bu arada meyve, sebze ve ekinlerde tozlaşmayı sağlama konusunda da bütün diğer böceklerin toplamından daha fazla iş görmektedir.

Âyette arının ürettiği madde için “şerâb” (şerbet) kelimesinin kullanılması ilgi çekicidir. Arı topladığı nektarı, normal midesinden ayrı, özel olarak bu maksatla yaratılmış bulunan bal midesine toplayıp kovana taşımakta; burada bir genç arı bu maddeyi hortumuyla emip kendi midesine aktarmakta ve onu şerbet kıvamına gelecek şekilde işleme tâbi tutmaktadır. Artık bal hâsıl olmuştur; bundan sonra şerbet peteklerde bir süre havalandırılarak katılaşması sağlandıktan sonra, üzeri bal mumuyla kapatılıp izole edilmek suretiyle bozulması önlenir. Böylece Allah’ın lutuf ve ihsanıyla insanlar için besleyiciliği yanında şifa değeri de taşıyan yeni bir besin daha ortaya çıkmış olur. Bütün bunlar olağan üstü bir sanat kabiliyetinin tezahürü olup Allah’ın yaratıcı kudretini ve hikmetini hesaba katmadan, basit bir hayvanın böyle bir eseri ve ürünü nasıl meydana getirebildiği sorusunu cevaplandırmak mümkün değildir. “İşte bunda dadüşünen bir topluluk için delil bulunmaktadır.”

Kurtubî’ye göre âyetin “Onda (balda) insanlara şifa var” meâlinde-ki kısmı, bazı mutasavvıfların, “Velîlik makamına ulaşmak için belâlara razı olmak gerekir, velîye tedavi câiz değildir” şeklindeki fikrini çürüt-mektedir (X, 145-146). Balın şifalı olduğuna dair bazı hadisler de rivayet edilmiştir (bk. İbn Kesîr, IV, 501-503; Şevkânî, III, 200); ayrıca modern tıpta da bileşimindeki sakaroz, friktoz, protein, asit, organik ve madenî maddeler dolayısıyla balın hem şifa verici hem de koruyucu bir özelliğe sahip olduğu kabul edilmektedir.

“Rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!” şeklinde çevirdiğimiz cümle, arıların uçuşlarında izlediği yolların da farklılığına ve ilginçliğine dikkat çekmektedir. 1940’larda yapılan bir tesbite göre arılar, genellikle güneşin konumundan yararlanarak yönlerini ayarlamakta; ayrıca rüzgârın yönü, dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan da yararlanmaktadır. Arıların, kovan üzerinde daire veya 8 çizerek birbirlerine yol tarif ettikleri, çiçek alanları hakkında bilgi aktardıkları, bu bilgileri alan diğer arıların, bilmedikleri çiçek alanlarını kolaylıkla buldukları, dönüşlerinde ise “arı hattı” denilen en kestirme yolu kullandıkları da bilinmektedir.


Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 416-418