25 Ocak 2019 Cuma
NİSA SÛRESİ 92.-93.ayetlerin tefsiri
Hata Yoluyla Ve Kasten Öldürmenin Cezası
92- Bir müminin diğer mümini, yanlışlık eseri olmayarak öldürmesi helâl olmaz. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse mümin bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır. Meğer ki onlar diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer ölen, mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise mümin bir köle azad etmek lâzımdır. Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma olan bir kavimden ise o vakit ailesine bir diyet vermek ve bir de mümin bir köle azad etmek gerektir. Kim bunları bulamazsa, Allah tarafından tevbesinin kabulü için birbiri ardınca iki ay oruç tutması icap eder. Allah, herşeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.
93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere, cehennemdir. Allah ona gazap etmiştir, ona lanet etmiştir ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır.
Nüzul Sebebi
"Bir müminin diğer mümini..." 92. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak: İbni Cerîr, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Amir b. Lueyy oğullarından Haris b. Yezîd, Ebu Cehil ile bir olup Ayyaş b. Ebî Rabia'ya işkence ederdi. Yıllar sonra Haris, Medine'ye Resulullah'a (s.a.) hicret için yola çıktı. Medine'nin Harra mevkiinde Ayyaş buna rastgeldi ve hâlâ kâfir olduğunu zannederek kılıcı çekip adamı öldürdü. Sonra da Peygamberimize (s.a.) gelip yaptığını haber verdi. Bunun üzerine "Bir müminin diğer bir mümini, yanlışlık eseri olmayarak öldürmesi helâl olmaz." ayeti indi.
"Kim bir mümini kasten öldürürse..." (93.) ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak: İbni Cerîr, Cüreyc yoluyla İkrime'den rivayet ediyor: Ensar'dan bir adam, Mıkyes b. Sabâbe'nin kardeşini öldürdü. Resulullah (s.a.) Mıkyes'e, kardeşinin diyetini verdi, o da alıp kabul etti. Ama daha sonra kardeşinin katilini yakaladığında da adamı öldürdü. Cenab-ı Peygamber (s.a.) Hazretleri de onun hakkında "Ne Harem dahilinde, ne de hill bölgesinde ona eman vermiyorum" buyurdu ve adam Mekke fethedildiği sırada öldürüldü. İbni Cüreyc "Kim bir mümini kasten öldürürse..." ayeti onun hakkında inmiştir, demiştir. [23]
Açıklaması
Ne şekilde olursa olsun bir müminin diğer bir mümin kardeşini öldürme hakkı yoktur. Öldürme fiili sadece hata, yanlışlık eseri işlenmiş olabilir. Hata yoluyla öldürme ise, öldürme fiilini veya o şahsı ya da canının çıkmasını genelde kasdetmeyecek bir surette meydana gelir. Çünkü insan öldürmek büyük bir cinayettir, helak edici yedi büyük günahtan birisidir. Allah Teâlâ "Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmasından dolayı olmayarak öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Mâide, 5/32) buyurmaktadır.
Buhari ve Müslim'de İbni Mes'ud (r.a.)'un rivayet ettiği hadisinde Resulullah (s.a.) da buyuruyor ki: "Lâ ilahe illallah, Muhammedun Resulullah" diye şehadet etmiş Müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur: "Bir can karşılığında can, zina eden evli, dinini terk edip cemaatten ayrılan bir kişi olması sebebiyle." Bu üç durum karşısında ise halkın bir şey yapma yetkisi yoktur. Onların cezasını verme hak ve selâhiyeti sadece İslâm devlet başkanına ya da onun naibine aittir.
İbni Mace'nin, İbni Ömer (r.a.)'den rivayetinde Peygamberimiz (a.s.) buyuruyor ki: "Mümin bir müslümanın öldürülmesi işine yarım kelime ile de olsa yardımcı olmuş olan kişi, kıyamet gününde iki gözü arasına "Allah'ın rahmetinden ümidi kesilmiş" diye yazılı olarak gelir." Beyhâkî de Berâ b. Azib (r.a.)'den tahric eder ki: Nebi (a.s.) Hazretleri şöyle buyurdu: "Allah katında dünyanın yok olması mümin bir adamın öldürülmesinden daha hafif ve kıymetsizdir. "
Hata yoluyla öldürmekten dolayı ceza verilmesinin sebebi, bunun da bir ihmal, dikkatsizlik, önemsememe gibi bir durumda işlenmiş olmasıdır ki o yüzden de ceza icap etmektedir.
Hata yoluyla öldürme cezasında iki şey vardır: Mümin bir köleyi azad etmek ve öldürülenin ailesine diyet vermek. Birinci vacip yani bir köle azadı, hataen de olsa işlenmiş olan bu büyük günahın kefareti olarak gerekmektedir. Bunun şartı ise kölenin mümin olmasıdır, kâfir köle azadı yetmez. Cumhura göre köle müslüman ise, yaşı küçük olsun büyük olsun kâfir bir maktulün kefareti olarak azad edilmesi sahihtir. İmam Ahmed, Abdullah b. Abdullah'tan, o da Susaldan, bir adamdan rivayet ediyor: Adam siyah bir cariyeyi getirip dedi ki: Ya Rasulallah, benim mümin bir köle azad etme borcum var. Şayet şu cariyeyi mümin görürsen (sayarsan) azad eyleyeyim. Resulullah (s.a.) de cariyeye: "Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ediyor musun?" diye sordu. Evet, deyince yine: "Benim Allah'ın Rasulü olduğuma da şehadet ediyor musun?" diye sordu. Cariye, evet, dedi. Tekrar "Öldükten sonra dirilmeye inanıyor musun?" diye sorduğunda cariye "Evet" deyince Hz. Peygamber (s.a.): "Azad et onu" buyurdular. Bu rivayet isnadı sahihtir, sahabinin isminin bilinmemesinin bir zararı yoktur.
İmam Malik'in Muvatta'sı, İmam Şafiî'nin ve İmam Ahmed'in Müsnedlerinde, Müslim'in Sahih'i, Ebu Davud ile Nesâî'nin Sünenlerinde Muâviye b. el-Hakem (r.a.)'den şöyle rivayet olunmaktadır: Bu siyah cariye getirildiği vakit Resulullah (s.a.) ona "Allah nerede?" diye sordu. "Gökte" dedi. "Ben kimim?" dediğinde de "Allah'ın Rasulüsün" cevabını verince, Resulullah (s.a.) "Azad et onu, çünkü mümindir" buyurdu.
İkinci vacip olan diyete gelince, öldürülen kişinin ailesine kayıplarından dolayı bir bedel vermek icap etmektedir. Sünnet'te sabit olan miktarı yüz devedir. Kadının diyeti, erkeğin diyetininkinin yarısıdır. Zira erkeğin kaybından dolayı ailenin ziyan ettiği maslahat, kadının kaybından dolayı uğradığından daha büyüktür. Ebu Davud, Nesâî ve diğer imamların Amr b. Hazm'den rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) Yemen ahalisine bir mektup yazdı, onda şu hususlar da yazılıydı: "Şer'i bir sebep olmaksızın bir mümini öldürdüğü delil ile sabit bulunan kimseye kaved, yani kısas icap eder. Ancak öldürülen kişinin velileri (mirasçıları) diyete razı olurlarsa ne âlâ. Bir can hususunda da diyet yüz devedir." Mektubun ilerisinde daha sonra şöyle buyuruluyordu: "Altın ehli olan ise bin dinar verecektir." Yani diyetin cinsi, yaygın olan sermayeye göre tayin edilir. Altın ile iş görenler bin dinar, gümüş ile iş görenler Hanefîlere göre on bin dirhem, cumhura göre on iki bin dirhem, devesi çok olanlar da yüz deve öderler. İmam Şafiî der ki: Altın veya gümüşle iş görenlerden de neye ulaşırsa ulaşsın ancak yüz deve kıymeti alınır.
Deve cinsinden alınacak diyet beş sınıf halinde olur. İmam Ahmed ve Sünen sahiplerinin İbni Mes'ud (r.a.)'dan rivayetlerine göre Resulullah (a.s.) hataen öldürmenin diyetinin şöyle ödenmesine hükmetti:
a) Yirmi adet bint-i mehaz (iki yaşına girmiş dişi deve).
b) Yirmi adet ibn-i mehaz (iki yaşına girmiş erkek deve).
c) Yirmi adet bint-i lebûn (üç yaşına girmiş dişi deve).
d) Yirmi adet hıkka (dört yaşma girmiş dişi deve).
e) Yirmi adet cezea (beş yaşına girmiş dişi deve).
Ahmed, Mâlik ve Şafiî'nin mezheplerinin görüşü budur. Ebu Hanife'ninki de böyledir, ancak o ibn-i lebûn yerine ibn-i mehazı saymıştır. [24]
Kasda benzer (şibh-i amd) katlin diyeti ise İmam Ebu Hanife'ye göre üç çeşitten alınır: Kırk adet halife (yüklü), otuz adet hıkka (dört yaşına girmiş dişi deve), otuz adet cezea (beş yaşına girmiş dişi deve) [25]
İmam Malik şibh-i amd şeklini, babanın oğlunu öldürmesi hali dışında kabul etmez. Kasden öldürmenin diyeti İmam Ebu Hanife ile İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüne göre zikredildiği gibidir. İmam Şafiî'ye göre ise şibh-i amd diyetine benzer.
Hata yoluyla öldürmenin diyetini ödemek, katilin âkılesine düşer. Âkile, Hicaz alimlerine göre katilin baba tarafından olan akrabası, yani asabesidir. Çünkü insanlar Peygamberimiz (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında âkile usulüyle amel etmişlerdi, o zaman insanların kayıtlı olduğu bir divan/sicil yoktu.
Hanefîlere göre âkile, katilin mensup olduğu divanda kayıtlı kimselerdir. Bunların tertibini Hz. Ömer (r.a.) yapmıştı.
Şayet âkile diyeti ödemekten aciz kalırsa diyet, beytu'l-maldan (hazineden) alınır.
Burada şöyle bir sual sorulabilir: Allah Teâlâ "Herkesin kazanacağı kendisinden başkasına ait değildir. Günahkâr hiçbir nefis diğerinin günah yükünü taşımaz" (En'âm: 6/164) buyururken nasıl oluyor da âkile diyeti ödemek zorunda kalıyor, katilin suçundan dolayı sorumlu tutuluyor? Bezzâr'ın Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet ettiği hadisinde de Resulullah (s.a.) "Hiçbir adam babasının suçuyla da, kardeşinin suçuyla da sorumlu tutulamaz" buyurmuştur. Ebu Davud ve Nesâî'nin naklettiği Ebu Ramse hadisinde geçtiği üzere Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Ebu Ramse ve oğluna hitaben de: "O senin aleyhine cinayet işlemiş olmaz, sen de onun aleyhine cinayet işlemiş olmazsın" buyurmuştur.
Bunun cevabı şöyledir: Gerçekte bu, başkasının işlediği suç ve günahı bir şahsa yüklemek kabilinden değildir. Çünkü diyet öncelikle katile aittir. Âkile bunu, nasıl başka bir katilin diyetinin ödenmesinde yardım etmesi mümkün oluyorsa, işte öylece kendi akrabası olan katile yardım etmek bakımından yüklenmiş olmaktadır. Nitekim aynı kabile fertleri düşmana karşı zafer kazanmak için yardımlaşmakta, dıştan gelen baskınları defetmekte, mali yönden dayanışmaya girip birbirleri namına fidye ödemektedirler.
Bir takım hadisler de âkılenin, yani baba cihetinden asabe olan akrabaların diyeti yükleneceklerine delâlet etmektedir. Buhari ve Müslim Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetlerine göre bir kadın diğer bir kadının karnına vurdu ve karnındaki ceninin ölü olarak düşürmesine sebep oldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) vuran kadının âkılesinin gurre (Hanefîlerce miktarı beş yüz dirhem olan mâli tazminat) vermesine hükmetti. Hamel b. Mâlik kalkıp "İçmemiş, yememiş, bağırmamış, ses çıkarmamış biri için nasıl fidye veriyormuşuz, böylesinin kanı heder olur" deyince, Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretleri "İşte bu cahiliye secicinden (süslü nutuklarındandır") buyurdu.
Varit olduğuna göre Hz. Ömer (r.a.), Abdülmuttalib'in kızı Safiyye'nin kölesi bir cinayet işleyince fidyeyi ödeme işini Hz. Ali (k.v.)'ye yüklemişti.
Hz. Ali, Safiyye'nin erkek kardeşinin (Ebu Talib'in) oğlu idi. Safiyye'nin mirasının ise oğlu Zübeyr'e ait olduğuna hükmetmişti.
Cenin diri olarak anne karnından çıktığı takdirde, diyet ile beraber kefaret de icap ettiği hususunda alimler arasında ihtilâf yoktur. Ancak ölü olarak çıktığı zaman kefaret gerekip gerekmeyeceği hususu ihtilaflıdır.
İmam Mâlik "Bu durumda gurre ve kefaret gerekir" diyor. İmam Ebu Hanife ile İmam Şafiî ise "Gurre gerekir, kefaret değil" diyorlar.
Ceninden dolayı alınmış gurrenin miras malı olup olamayacağında da ihtilâf bulunmaktadır. Mâlik ve Şafiî diyorlar ki: Ceninden dolayı alınmış gurre, Allah'ın kitabına göre ceninden geriye kalmış bir miras sayılır, çünkü gurre de bir diyettir.
Hanefîler de şöyle diyorlar: Gurre sadece annenin hakkıdır. Çünkü bu annenin vücudundaki organlardan bir organın kesilmesi suretiyle onun aleyhine işlenmiş bir cinayet olup diyet sayılmaz.
Fukahadan Ebu Bekir el-Esamm'a göre diyet, katilin bizzat kendisi üzerine düşer, âkıleye değil. Çünkü "Mümin bir köleyi azad etmesi ve ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır..." (Nisa, 4/92) ayeti, kendisine bu hüküm icap eden kişinin katil olduğunu gerektirmektedir, diyet de böyledir.
Zamanımızda ise sosyal düzen, Arapların eski nizamından farklı bir hale gelmiş, kabile bağlan ve bağlılığı kaybolmuş, her şahıs kabilesine değil kendi kendine dayanır olmuştur. İbni Abidin'in de beyan ettiği üzere son devir Hanefi alimlerinin bazıları buna göre hüküm vermişlerdir. Maamafih, şartlar mevcut ise ve uygulaması mümkün olduğu taktirde âkile sistemini ne kadar faydalı olacağı inkâr edilemez.
"Meğer ki sadaka olarak bağışlamış olanlar" cümlesinin manası şöyledir: Diyet öldürülenin ailesine verilir. Ama onlar bunu affedip bağışlarlarsa o zaman diyet icap etmez. Çünkü diyet, onların hatırını ve gönüllerini almak için, katil ile aralarında bir düşmanlık ve kavga olmasın diye ve ölen kişi sebebiyle uğradıkları zarar yerine bir tazminat olmak üzere vacip olmuştur. Affettikleri takdirde ise gönülleri olmuş, bundan vazgeçmiş demektir. Zaten Allah Teâlâ bu şekilde affa teşvik için "sadaka olarak bağışlamış olsunlar" diye ifade etmiştir.
Şayet maktul (öldürülen şahıs) Müslümanlarla savaş hali üzere bulunan (ehl-i harp) düşman bir kavimden olup kendisi mümin ise ve hicret etmediği için onun iman ettiğini Müslümanlar bilmiyorsa, onlara diyet verilmez. O durumda katilin sadece mümin bir köle azad etmesi icap eder. Yukarıda geçen Haris b. Yezîd'i Ayyâş'ın öldürmesi hadisesi buna bir misaldir. Aynı şekilde dar-ı harpte iman edip de müslümanlığı bilinmediği için öldürülmüş olan herkesin hükmü böyledir.
Fakat öldürülen şahıs Müslümanlarla barış üzerine antlaşma yapmış (muahid) bir kavimden ise, -zimmîler ve sulh akdi yapmış kimseler gibi- mirasçılarına da ölülerinden dolayı diyet verilmesi gerekir. Mümin veya kâfir muahidin (antlaşmalının) öldürülmesinden ötürü icap eden bedel tam bir diyet ve mümin bir köle azad etmektir. Bu İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür. Çünkü ayetin misâk (antlaşma) ehli olan muahidler ve zimmîler hakkındaki zahir hükmü bunu göstermektedir. İmam Ebu Hanife kısas hususunda Müslüman ile zimmiye eşit kabul ettiği diyette de eşit kalmak etmektedir.
İmam Malik'e göre ise hataen ve kasten öldürme durumlarında muahidlerin diyeti Müslümanların diyetinin yarısı miktarıdır. Ahmed ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisinde Resulullah (a.s.) "Kâfirin diyeti Müslümanın diyetinin yarısıdır" buyurmaktadır. Amr b. Şuayb dedesinin şöyle dediğini nakleder: Resulullah (s.a.) zamanında diyet sekiz yüz dinar ve sekiz bin dirhem idi. Ehl-i Kitabın diyeti ise Müslümanların diyetinin yarısı kadardı. Bu böyle sürdü. Ömer (r.a.) halife seçilince kalkıp "Şüphesiz develerin kıymeti çok pahalandı" diye hitap ederek gümüş ehline on iki bin dirhem, altın ehline bin dinar, sığırı olanlara yüz sığır, koyunu olanlara iki bin koyun, hülle (kat elbise)den de ikiyüz hülle olarak diyet takdir etti. Zimmîlerin diyetini bıraktı ve hiçbir şeylerini artırmadı. Dört sünen sahibi de Rasul-i Ekrem (a.s.)'in "Muahidin diyeti Müslümanların diyetinin yarısı kadardır" hadisini rivayet etmişlerdir.
İmam Ahmed'den, kasten öldürme durumunda muahidin diyetinin Müslümanın diyeti gibi başka hallerde ise yarısı kadar olacağı rivayet edilmiştir.
İmam Şafiî ise şöyle diyor: Hataen ve kasten öldürme durumunda muahidin diyeti Müslümanın diyetinin üçte biri kadardır. Çünkü bu meselede söylenen hükmün en azı budur. Hz. Ömer (r.a.) onun diyetini dört bin dirhem olarak takdir etmiştir ki bu da Müslüman diyetinin üçte biri olmaktadır.
Diyeti maktulün varisleri alırlar. Diyet miras gibidir. Borçlar ondan kapatılır, vasiyetler ondan yerine getirilir ve kalan da mirasçılara dağıtılır. Rivayete göre bir kadın gelerek kocasının diyetinden kendi hissesini talep eder. Hz. Ömer (r.a.) "Sana bir şey düştüğünü bilmiyorum, diyeti almak da âkile olan asabelere aittir" der. Bazı sahabiler Resulullah (s.a.)'ın kocanın diyetinden karısına da miras verilmesini emrettiğine şahitlik edince Hz. Ömer (r.a.) de aynı hükmü verir.
Azad edecek köle veya bedeli olan mala sahip olmayan ya da zamanımızdaki gibi köle bulamayan (ki bu İslâm'ın hedeflerindendir) kimse, peşpeşe iki kameri ay müddetince oruç tutar, şer'i bir özür bulunmaksızın iftar ile bu günlerin arası kesilmez, kesilecek olursa oruca yeniden başlamak lâzım gelir.
"Allah'tan bir tevbe olarak" Allah Teâlâ bu hükümleri kendi tarafından bir kabul ve rahmet olmak üzere, gönüllerinizi de, hataen öldürme cürmüne götüren kusur, ihmal, araştırmama ve dikkatsizlik izlerinden temizlemek için meşru kılmıştır.
Allah Teâlâ gönüllerin ahvalini, onları neyin tertemiz yapacağını hakkıyla bilendir. Hata yoluyla katil olanın kasten suç işlemediğini de bilmektedir. O yüzden ona kısas cezasını yüklememiştir. Yine Allah Teâlâ koyduğu hüküm ve kanunlarda hikmet sahibidir. Tazminat olarak diyet takdir etmesi de son derece hikmet ve maslahat eseridir. [26]
Kasten Öldürme:
Bir mümini kasten (taammüden) öldüren kişinin bu fiilinden dolayı cezası ise ebedî cehennem azabıdır, yani orada temelli kalacaktır. Allah ona gazap etmiştir, bu büyük cürmü, cinayeti işlemesinden ötürü ondan intikam alır, rezil ve rüsvay eder. Ona lanet etmiştir, yani onu rahmet-i ilâhisinden uzak kılıp ona büyük bir azap hazırlamıştır.
Kasten o adamı öldüren katilin tevbesi kabul olunur mu?
İbni Abbas (r.a.) ile sahabe ve tabiinden bir kısım zevata göre [27] kasten katil olan kişi için tevbe söz konusu değildir. Bu suçun ne kadar büyük olduğunu gösteren birçok hadis mevcuttur. Nitekim yukarıda geçen İbni Ömer (r.a.) ve Berâ b. Azib (r.a.) hadisi bunlardandır. Durum burada şirkten tevbe etmiş kişininkinden -katil olmuş, zina etmiş olabilir- farklıdır, onun tevbesi kabul olunur. Çünkü o, müşrik haldeyken, bu gibi suçları haram kılan İslâm şeriatına iman etmiş değildi, onun bir nevi mazereti bulunuyordu. Ayrıca onunla ilgili hüküm İslâm'a girmesini teşvik edici mahiyettedir. Fakat öldürmenin haramlığını, suç olduğunu bilen bir müminin böyle bir özrü bulunmamaktadır.
Cumhura göre ise taammüden, kasten katil olanın tevbesi de kabul olunur. Allah Teâlâ: "Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O çok mağfiret edici, çok esirgeyicidir." (Zümer, 39/53) buyurmaktadır. Bu hitap, küfür, şirk, şüphe, nifak, kati (öldürme), fasıklık vb. bütün günahlar hakkında umumidir. Her kim tevbe edecek olursa Allah da onun tevbesini kabul eyler. Yine Cenab-ı Mevlâ azze ve celle şöyle buyurur: "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını yarlıgamaz. Ondan başka şeyi dileyeceği kimseler için, yarlıgar." (Nisa, 4/48). Bu da Allah'a şirk koşma ve O'na eş tanıma dışındaki bütün günahlar için geçerlidir.
Buhari ve Müslim'de rivayet olunduğuna göre İsrâiloğulları zamanında bir adam yüz kişi öldürmüş, sonra da bir alime tevbe etmesine imkân kalıp kalmadığını sormuş. Alim de "Senin ile tevbe arasına kim girebilir ki, neden engel bulunsun?" demiş, sonra ona günahlarından uzaklaşıp tevbe ederek Allah'a ibadetle meşgul olacağı bir başka şehre gitmesini tavsiye etmiş. Adam da oraya hicret ederken yolda ölmüş. Adamı rahmet melekleri alıp götürmüşler. Israiloğulları zamanında böyle olduğuna göre bu ümmette olması daha da evlâ ve lâyıktır. Çünkü Allah Teâlâ İsrâiloğulları'na yüklediği ağır yük ve sorumlulukları bizden kaldırmış, sevgili peygamberimizi dosdoğru ve müsamahakâr İslâm dini ile göndermiştir.
Ayrıca kâfirlik, katillikten daha büyük bir günah ve suçtur. Kâfirlikten tevbe kabul olunduğuna göre adam öldürmekten tevbe etmek de daha evlâ olarak kabul edilir. Sonra Furkan süresindeki şu ayet de katilin tevbesinin kabul edileceğine delâlet etmektedir: "Onlar ki Allah'ın yanı sıra bir başkasını tanrı edinip ona tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerleşir ve onun içinde hor ve hakir olarak ebedî bırakılır. Ancak tevbe ve iman edip salih (iyi) amel işleyen bunun dışındadır." (Furkan, 25/68-70).
"Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası... cehennemdir." ayet-i kerimesine gelince, Ebu Hureyre (r.a.) ve seleften bir cemaat bu hususta şöyle demektedir. Allah Teâlâ, o kişiyi cezalandıracak olursa cezası budur. Her bir günaha dair bildirilen tehditler de buna göre izah edilir. Muvazene, yani iyilikler ile kötülüklerin tartılıp karşılaştırılacağı görüşünde olan alimlere göre günahkâr bir kişinin bir takım salih amelleri bulunabilir. Bunlar da bu yüzden gereken cezanın ona erişmesini engelleyebilir.
Cumhurun görüşüne göre, sayesinde kurtulacağı salih bir ameli bulunmadığı taktirde o kişi ebediyen orada bırakılmaz. Hulud kelimesi, o taktirde devamlı kalmak değil, çok uzun bir müddet kalmak manasına hamledilir. Çünkü Resulullah'tan (s.a.) şu manada bir çok hadis tevatüren gelmiştir: "Kalbinde zerre ağırlığından daha az iman bulunan kimse de sonunda cehennemden çıkarılır."
İkrime ve İbni Cüreyc gibi bazı alimlerin kanaati ise ayet-i kerimenin hükmünün öldürmeyi helâl sayan kimseyle ilgili olduğu yolundadır. Onlar "kasten (müteammiden)" kelimesini "helâl sayarak" manasında tefsir etmektedirler. Öyle olanın cezası da cehennem azabında devamlı, ebediyen kalmaktır.
Fahreddin er-Râzf nin cevabındaki tercihi ise şöyledir: Bu ayet-i kerime iki yerde tahsis olunmuştur:
Birincisi: Kasten öldürme, düşmanlık yoluyla olmadığı takdirde kısas durumundaki öldürme gibidir.
İkincisi: Katilin tevbe ettiği öldürme. Ayete bu iki yerde tahsis girdiği zaman, biz de "Ondan başka şeyi, dileyeceği kimseler için yarlıgar" (Nisa, 4/48) ayetine dayanarak affın hasıl olduğu durumlarda umum (genellik) ifadesini tahsis eyleriz. [28]
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/179.
[24] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/232-233.
[25] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/234.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/179-184.
[27] İbni Kesir, 1/536; Zemahşerî, 1/417.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/184-186.
24 Ocak 2019 Perşembe
Topukların Yıkanması
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
4. BÖLÜM ABDEST
29. Topukların Yıkanması
İbn Sîrin abdest aldığında yüzük yerini yıkardı.
165- Muhammed İbn Ziyad şöyle demiştir: Biz abdest kabındaki sudan abdest alırken Ebû Hureyre radıyallahu anh bize uğrar ve şöyle derdi: Abdestinizi tam alın. Çünkü Ebû'l-Kâsım Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
Ateşten dolayı vay topukların haline".
Açıklama
İbn Sîrin abdest aldığında yüzüğünü oynatarak yüzük yerini yıkardı. Bundan yüzüğün geniş olduğu ve hareket ettirildiğinde suyun yüzük yerine ulaştığı anlaşılır.
Ebû Hureyre radıyallahu anh abdest alanlarda kusurlu bir davranış gördüğünden ve onlar adına korktuğundan "abdestinizi tam alın" demiş olabilir.
Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem künyesi ile yani Ebu'l-Kâsım diye söz etmek güzel olmakla birlikte, onu peygamberlik vasfı ile nitelemek daha güzeldir.
Bu hadis, âlimin fetva verdiğinde, dinleyenlerin aklında daha iyi kalsın diye delili ile zikretmesi gerektiğini gösterir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
4. BÖLÜM ABDEST
29. Topukların Yıkanması
İbn Sîrin abdest aldığında yüzük yerini yıkardı.
165- Muhammed İbn Ziyad şöyle demiştir: Biz abdest kabındaki sudan abdest alırken Ebû Hureyre radıyallahu anh bize uğrar ve şöyle derdi: Abdestinizi tam alın. Çünkü Ebû'l-Kâsım Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
Ateşten dolayı vay topukların haline".
Açıklama
İbn Sîrin abdest aldığında yüzüğünü oynatarak yüzük yerini yıkardı. Bundan yüzüğün geniş olduğu ve hareket ettirildiğinde suyun yüzük yerine ulaştığı anlaşılır.
Ebû Hureyre radıyallahu anh abdest alanlarda kusurlu bir davranış gördüğünden ve onlar adına korktuğundan "abdestinizi tam alın" demiş olabilir.
Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem künyesi ile yani Ebu'l-Kâsım diye söz etmek güzel olmakla birlikte, onu peygamberlik vasfı ile nitelemek daha güzeldir.
Bu hadis, âlimin fetva verdiğinde, dinleyenlerin aklında daha iyi kalsın diye delili ile zikretmesi gerektiğini gösterir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
23 Ocak 2019 Çarşamba
Abdest Alırken Ağza Su Vermek (Mazmaza Yapmak)
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
4. BÖLÜM ABDEST
28. Abdest Alırken Ağza Su Vermek (Mazmaza Yapmak)
İbn Abbas ve Abdullah İbn Zeyd radıyallahu anhum bunu Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem rivayet etmişlerdir.
164- Hz. Osman'ın azadlısı Humran'dan rivayet edildiğine göre Hz. Osman radıyallahu anh abdest almak için su istedi. (Su gelince) kaptan ellerine su dökerek ellerini üç kere yıkadı. Sonra sağ elini kaba soktu ağzını çalkaladı, burnuna su verdi ve sümkürdü. Sonra üç kere yüzünü yıkadı. Sonra üç kere dirseklere kadar kollarını yıkadı. Sonra başını meshetti. Sonra her bir ayağını üçer kere yıkadı. Sonra şöyle dedi: Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem benim aldığım gibi abdest aldığını gördüm. O şöyle buyurdu:
"Kim benim bu aldığım abdest gibi abdest alır, sonra içinden bir şey geçirmeksizin iki rekat namaz kılarsa Allah onun geçmiş günahlarını bağışlar".
Açıklama
Bazıları kişinin içinden bir şey geçirmemesi ile kasdedilenin ihlas veya kişinin kendini beğenmemesi olduğunu söylemişlerdir. Kişi kendi nefsinde bir meziyet görerek kendini beğendiğinde durumunun değişerek kibirlenmesinden ve helak olmasından korkulur.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
4. BÖLÜM ABDEST
28. Abdest Alırken Ağza Su Vermek (Mazmaza Yapmak)
İbn Abbas ve Abdullah İbn Zeyd radıyallahu anhum bunu Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem rivayet etmişlerdir.
164- Hz. Osman'ın azadlısı Humran'dan rivayet edildiğine göre Hz. Osman radıyallahu anh abdest almak için su istedi. (Su gelince) kaptan ellerine su dökerek ellerini üç kere yıkadı. Sonra sağ elini kaba soktu ağzını çalkaladı, burnuna su verdi ve sümkürdü. Sonra üç kere yüzünü yıkadı. Sonra üç kere dirseklere kadar kollarını yıkadı. Sonra başını meshetti. Sonra her bir ayağını üçer kere yıkadı. Sonra şöyle dedi: Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem benim aldığım gibi abdest aldığını gördüm. O şöyle buyurdu:
"Kim benim bu aldığım abdest gibi abdest alır, sonra içinden bir şey geçirmeksizin iki rekat namaz kılarsa Allah onun geçmiş günahlarını bağışlar".
Açıklama
Bazıları kişinin içinden bir şey geçirmemesi ile kasdedilenin ihlas veya kişinin kendini beğenmemesi olduğunu söylemişlerdir. Kişi kendi nefsinde bir meziyet görerek kendini beğendiğinde durumunun değişerek kibirlenmesinden ve helak olmasından korkulur.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
22 Ocak 2019 Salı
NİSA SÛRESİ 85.-87.ayetlerin tefsiri
Güzel Şefaat, Selâm Almak, Ölümden Sonra Diriliş Ve Tevhidin İspatı
85- Kim güzel bir şefaatte bulunursa ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefaatle şefaatte bulunursa ondan kendisine bir pay vardır. Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır.
86- Bir selâm ile selâmlandığınız vakit siz ondan daha güzeli ile selâm alın veya onun aynısıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayandır.
87- O, öyle bir Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Olacağında hiçbir şüphe bulunmayan kıyamet günü elbette hepinizi toplayacaktır. O Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?
Açıklaması
Hayırlı netice verecek bir iş hususunda yardıma çalışan kimse için hakkın batıla galip gelmesinden bir hisse ve onu takiben elde edilen dünyada şeref ve ganimet, ahirette de nail olunacak sevaptan bir pay vardır.
Aynı şekilde bir günah yolunda katkıda bulunan kimse de çalışması ve niyetinden ötürü gereken günah ve vebali yüklenir. Sahih bir hadiste Rasul-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hayır işlerinde şefaatçi olunuz, ecir alırsınız. Allah, peygamberinin lisanı üzere dilediği şeyi hükme bağlar." [13]
Şefaat iki nevidir: Güzel ve çirkin. Güzel şefaat, kendisiyle bir Müslümanın hakkının gözetildiği, Müslümandan bir şerrin defedildiği veya ona bir hayır sağlayan, Allah rızası için yapılan ve o yüzden rüşvet almayan, caiz olan bir iş hakkında yapılan, Allah'ın had cezalarından bir had ya da kul haklarından bir hak hususunda olmayan türdeki şefaattir. Deniliyor ki: Güzel şefaat, Müslüman için dua etmektir. Çünkü o da Allah Teâlâ katında şefaatte bulunmak manasındadır. Peygamberimiz (s.a.) Hazretleri şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Müslüman kardeşi için gıyabında dua ederse duasına icabet olunur. Melek dua edene de, aynısı senin için olsun, der." [14] İşte bu da dua edenin hissesi olmaktadır. Müslüman aleyhine yapılan dua da bunun tersinedir.
Kötü şefaat ise güzel olanın aksinedir. Şimdi yaygın olan ise aracılık etmeler, adam kayırmalar, menfaat ve rüşvet alarak yapılan kötü şefaatlerdir ve başkalarının haklarını çiğnemek, mallarını zalimce yollarla ele geçirmek için yapılmaktadır. Rivayet edildiğine göre Mesrûk bir şefaatte bulunmuş, lehinde şefaat ettiği kimse de hediye olarak Mesrûk'a bir cariye sunmuştu. Mesrûk hiddetlenerek hediyeyi reddetmiş ve "Kalbinde olanı bilseydim senin ihtiyacın hakkında tek kelâm etmezdim, tamamlanması için bir kelime bile söylemezdim" demiştir. [15]
"Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır." Herşeyi muhafaza edicidir, her şeye şahittir. Ayette geçen "mukît" kelimesinin kudret ve iktidar sahibi, hesabı lâyıkıyla görücü, manalarına geldiği de söylenmiştir. Cenab-ı Hak şefaatçıların maksatlarına muttalidir, bilicidir. Herkese maksadına göre karşılık verecektir. Herkese hak ettiği ceza ve mükâfatı vermeye kadirdir. Çünkü O'nun koyduğu kanuna (sünnetullaha) göre ceza (karşılık) amel ile alâkalıdır.
Daha sonra yüce Mevlâ insanlara selâmı ve selamlaşma âdabını öğretmektedir. Selamlaşma da güzel şefaat gibi insanlar arasında yakınlaşma ve iyi ilişki kurma vasıtalarındandır. Ayette geçen "tehiyye" kelimesinin aslı Allah'ın uzun ömürler vermesi için dua etmek demektir. "Tahiyyat Allah'a mahsustur" diye okunan duanın manası ise Allah'ın mülk ve kudretine delâlet eden ve kendileri yerine kinaye olarak kullanılan lafızlar, ifadeler demektir. Sahih olan burada tehiyye kelimesinin "selâm" manasına gelmesidir. Nitekim Allah Teâlâ da "tehiyye" lafzı ile şöyle buyurmaktadır: "Onlar sana geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı bir şeyle selâmlarlar." (Mücadile, 58/8).
Size bir Müslüman selâm verdiği vakit kendisine ondan daha güzel veya aynı şekildeki bir selâm ile karşılık vermek vaciptir. Daha fazla bir ifade ile selâm almak mendup, benzer bir ifade ile karşılık vermek ise farzdır. Bu şahıs "Esselâmü aleykum" dediği zaman kendisine selâm verilen ya "Ve aleykümü's-selâm" şeklinde yahut da "Ve aleykümü's-selâm ve rahmetullah" şeklinde selâmı alır. Şayet "ve berakâtüh" lafzını eklerse bu daha faziletlidir. Her bir kelime için on hasene (derece) sevap elde eder. Selâmın güleryüz, sevinç ve güzel bir muamele ile alınması daha münasiptir.
İbni Cerir, Selmân-ı Fârisî (r.a.)'den rivayet ediyor: Bir adam Peygamberimize (s.a.) geldi ve "Esselâmü aleyke ya Resulullah" dedi. O da "Ve aleyke's-selâmu ve rahmetullah" dedi. Sonra başka birisi gelip "Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berakâtüh ya Rasulallah" dedi. Ona da Resulullah (s.a.) "Ve aleyke's-selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh" diye karşılık verdi. Daha sonra biri daha gelerek "es-Selâmü aleyke ya Rasulallah ve rahmetullahi ve berakâtüh" dedi. Ona ise cevabı "Ve aleyke" oldu. Bunun üzerine adam "Ey Allah'ın Peygamberi, anam-babam sana feda olsun, filân ve falan kimseler sana gelip selâm verdiklerinde, bana verdiğin karşılıktan daha fazla ifadelerle onların selâmını aldın" deyince Hz. Peygamber (s.a.): "Sen bize bir şey bırakmadın ki. Allah Teâlâ "Bir selâm ile selâmlandığınız vakit ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu aynısıyla karşılayın" buyurdu. Biz de sana aynısıyla karşılık verdik" diye cevap verdi.
"Şüphesiz ki Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayandır." Sizi selâmlama ve onun dışındaki her şeyden dolayı hesaba çekecektir. Bu ifade selâmın yayılmasını ve selâm verenin selâmını almanın vacip olduğunu tekit etmektedir. Ebu Davud'un Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Nefsim kudreti elinde olan Allah'a yemin ederim ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Size yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi?: Aranızda selâmı yayınız."
Daha sonra Allah Teâlâ onların selamlaşma, cihad, hayır işleri ve şefaattan dolayı mükâfat alacaklarını beyan etmekte ve varışın, dönüşün tek ve biricik ilâh bulunan Allah'a olacağını, ahirette yeniden diriliş (ba's) ve amellerin karşılığının verileceğinin kesinlikle vuku bulacağını haber vermektedir. Bu ayet dinin iki esas rüknünü de takrir eylemektedir: Tevhid (Allah'ın tek ilâh olduğu)'nu ispat ediyor ve "O, öyle bir Allah'tır ki, ondan başka bir ilâh yoktur" ayetiyle bütün mahlukat üzerinde yegâne ilâhlık haklarının O'na ait olduğunu haber veriyor. Ahirette diriliş (ba's) ve cezanın olacağı da müteakip kasem ile ispat olunmaktadır: "Olacağında hiçbir şüphe bulunmayan kıyamet [16] günü elbette hepinizi toplayacaktır." Cenab-ı Hak gelmiş geçmiş herkesi öldürüp toprak altında toplayacak, sonra da hepsini tek bir sahada diriltecek ve herkese ameline göre karşılık verecektir. Ayet, yeniden dirilme hususunda şek ve şüphe duyanlar hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ bunu tekit için kendi adına yemin etmiştir.
"O Allah'tan daha doğru sözlü kimdir?" Yani sözünde verdiği haberde, vaad ve tehdidinde Allah celle ve alâ'dan daha sadık ve doğru kimse yoktur, tek ilâh O'dur, başka bir rab olamaz. O'nun verdiği bu bilgi bütün kâinatı kuşatan ilminden kaynaklanmaktadır. Durum "Benim Rabbim hata da etmez, unutmaz da." (Tâ-Hâ: 20/52) ayetinde buyurulduğu gibidir. [17]
[13] Buharî, Müslim ve İbni Mace dışındaki Sünen sahipleri Ebu Musa'dan rivayet etmişlerdir.
[14] Müslim ve Ebu Davud Ebu'd-Derda'dan şu şekilde rivayet etmişlerdir. Her kim (müslü-man) kardeşine arkasından dua ederse onun müvekkel meleği de "Amin! Aynısı senin için olsun" der.
[15] Zemahşerî, 1/413.
[16] Kıyamet adının verilişi o gün insanların rablerine kıyam etmelerindendir. "Yoksa onlar büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı? O gün insanlar âlemlerin Rabbi olan Allah'ın huzurunda dururlar." (Mutaffifin 83/4-5). Ayrıca bu adın verilişinin o gün insanların kabirlerinden kalkıp ona yönelmelerinden dolayı da olduğu söylenilmiştir: "O gün süratle kabirlerinden çıkarılırlar." (Meâric, 70/43).
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/165-167.
21 Ocak 2019 Pazartesi
NİSA SÛRESİ 80.-82.ayetlerin tefsiri
Rasul'e İtaat Allah'a İtaattir, Kur'an'ı Tedebbür Ve Tefekkür Etmek Lâzımdır, Kur'an Allah Katındandır
80- Kim o Peygamber'e itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse... Zaten seni onların başına bekçi göndermedik ya!
81- Onlar (sana): "Hayhay, emrine uyduk" derler. Fakat senin yanından ayrıldıkları zaman da onlardan bir topluluk senin söylediklerinden başkasını geceleyin kurarlar. Allah onların gizlice ne planlar kurduklarını yazıyor. Onun için sen onlardan yüz çevir (aldırış etme). Allah'a güvenip dayan. Allah, bir vekil olarak yeter.
82- Onlar hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini tutmayan bir çok (tutarsızlıklar) bulurlardı.
Nüzul Sebebi
Mukâtü'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyururdu: "Beni seven muhakkak Allah'ı sevmiştir. Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiştir. " Bunun üzerine münafıklar şöyle demeye başladılar: Şu adamın söylediğini işitmiyor musunuz? Bize Allah'tan başkasına ibadet etmememizi yasakladığı halde kendisi neredeyse şirke giriyor. Hıristiyanların İsa'yı rab edindikleri gibi bizim de kendisini rab edinmemizi istiyor. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi inzal eyledi. [8]
Açıklaması
Allah Teâlâ, kulu ve peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.) hakkında haber vermekte, ona itaat edenin Allah'a itaat etmiş olduğunu, ona isyan edenin Allah'a isyan etmiş bulunduğunu, çünkü onun asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmadığını, söylediklerinin kendisine gönderilen bir vahiy olduğunu bildirmektedir. Sahihayn'da Ebu Hureyre (r.a.)'den nakledilen bir rivayette Cenab-ı peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Kim bana itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir. Kim bana isyan ederse muhakkak Allah'a isyan etmiştir. Kim emire itaat ederse, muhakkak bana itaat etmiştir. Kim de emire isyan ederse muhakkak bana isyan etmiştir."
Ayetin manası: Kim Rasul-i Ekrem'e (s.a.) itaat ederse, o muhakkak Allah'a itaat etmiş olmaktadır. Zira gerçekte emreden ve nehyeden Allah Teâlâ'dır. Peygamber ise sadece emri ve nehyi, yasağı teklif etmektedir. Dolayısıyla itaat, bizzat Peygamber'e değil, onun emri ve nehyi kendisinden alıp teklif ettiği zata yani Allah azze ve celle'ye yapılmış olmaktadır.
Ama Hz. Peygamber (s.a.)'in dünya işlerine dair emir ve tavsiye ettiği hurmaların aşılanması, zeytin yağı yenmesi ve bedene sürülmesi, buğday, arpa gibi yiyeceklerin öğütülürken, hamur yapılıp yoğrulurken tartılması gibi hususlara gelince, bunlar kendisinin kanaati ve içtihadıdır.
Ashab-ı Kiram (r. anhum) bir işle ilgili olarak onun Allah'tan gelen bir vahiy mi, yoksa Cenab-ı Peygamberin bir içtihadı mı olduğu hakkında şüphe ettikleri zaman Rasul-i Ekrem'e (s.a.) sorarlardı. Eğer vahiy ise tereddütsüzce itaat ederlerdi. Şayet kendi görüşü ise onlar da görüşlerini söylerler, daha uygun gördükleri husus varsa onu beyan ederlerdi. Nitekim Bedir ve Uhud savaşlarında böyle olmuştur. Resulullah (s.a.) bazan onların görüşlerine katılır ve uygulardı.
Ey Habibim sana itaatten yüz çeviren muhakkak zarara ve hüsrana uğrar, kaybeder. Onun işi hakkında senin yapacağın bir şey yoktur. İstediğim şey hususunda onu zorlayamazsın. Sana düşen sadece belağ yani tebliğ etmektir. Onların üzerine musallat olmuş, zorba birisi değilsin sen. Hüsran ve helak onlara er veya geç ulaşacaktır. Nitekim sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: 'Kim Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederse muhakkak rüşde (hidayete) ermiştir. Kim de Allah'a ve Rasulü'ne isyan ederse, o kimse kendisinden başkasına zarar vermiş olmaz."
Daha sonra Allah Teâlâ münafıkların durumlarını haber veriyor. Onlar zahiren muvafakat ve itaat ettiklerini belirtirler. Münafıklık edip zahiri bir teslimiyet arz ederek "Bizim işimiz sana itaat etmektir" ya da "Emrine itaat edilecek bir emirdir" derler. Senin bulunduğun yerden ayrılıp uzaklaştıktan sonra ise geceleyin senin yanında söyleyip arz ettiklerinden başka görüş ve fikirler, planlar kurarlar, tertip ederler. İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas (r.a.)'tan onun şöyle dediğini rivayet ediyor: Onlar öyle insanlardı ki Resulullah (s.a.)'ın yanında bulunurlar iken canlarını ve mallarını güven altına almak için, Allah'a ve Rasulü'ne iman ettik, derlerdi. Fakat Allah Rasulü'nün yanından çıktıktan sonra onun yanında söylediklerinin aksine bir tavır ve yola girerlerdi. O sebepten dolayı Allah Teâlâ kendilerini ayıplayıp azarlamıştır.
Allah celle ve alâ onların tertip ve tuzaklarını bilmektedir. Kulların işlerini ve sözlerini yazmaya memur kıldığı yazıcı hafaza meleklerine, münafıkların bu hal ve sözlerini yazıp kaydetmelerini de emretmektedir. Bu tehditteki mana şudur: Cenab-ı Hak haber veriyor ki kendisi o münafıkların gönüllerinden geçenleri de, aralarında gizlice konuştukları sırları da, Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine muhalefet ve isyan etme hususunda geceleyin verdikleri ve vardıkları kararları da -her ne kadar zahiren ona itaatkâr ve muvafakat eder gözükseler de- gayet iyi bilmektedir, o yüzden de onları cezalandıracaktır.
Ey Rasulüm! Sen onlardan yüz çevir. Müsamahakâr ol, onlara karşı da yumuşak davran. Hemen onları hesaba çekme, kurdukları komplo ve desiselere fazla önem verme, açıklarını hemen ortaya dökme. Ve onlardan da korkma, Allah Teâlâ'ya tevekkül et. O'na güven, işini O'na ısmarla, bütün işlerinde O'na güvenip dayan. Çünkü onların seslerine karşı Allah sana yeter. Zira Allah Teâlâ, kendisine tevekkül edip, yalnız O'na dönenlere dost, yardımcı ve destek olarak kâfidir.
Allah Teâlâ, ondan sonra Kur'an-ı Kerim'i tedebbür etmeyi, manasını iyice düşünerek okumayı, muhkem manaları ve belâğatli lafızlarını anlamayı emrediyor. Bu düşünce yolunun plan ve metodunu tashih etmek hususu zaten O'nun kefaleti altındadır. O Kur'an'da hiçbir ihtilâf, karışıklık, çelişki bulunmadığını, çünkü onun Hakîm ve Hamîd olan Allah katından indirildiğini, Hak'tan gelen bir hak olduğunu haber veriyor. Onun için, Allah Teâlâ "Onlar Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar mı? Yoksa onların kalpleri üzerinde (kat kat) kilitler mi var?" (Muhammed, 47/24) ayetindeki sualden sonra buyuruyor ki: "Eğer o Allah'tan başkası tarafından olsaydı" (Nisa, 4/82) yani kul tarafından yazılıp ortaya konmuş olsaydı, "Elbet içinde birbirini tutmayan birçok (şeyler) bulurlardı." Yani onda pek çok ihtilâf, tezat, tutarsızlık ve benzeri şeylere rastlarlardı. Halbuki şu Kur'an bütün bu tür eksikliklerden salim ve uzaktır, çünkü o Allah Teâlâ'nın katından inmiştir.
Bulunması muhtemel ihtilâf ve farklılıkların ortaya çıkacağı yerler ya Kur'an'ın nazmında ya da manalarında olabilirdi.
Nazmı ve belâğati yönüyle düşünülse bazı ayetler mucize derecesine varmış iken diğer bazıları o dereceden daha aşağı olabilirdi.
Manaları yönüyle düşünülecek olursa bazı ayetlerin manası doğru, bazısının ki fasit ve sakat olabilirdi. Gaybdan, geçmiş ümmetlerin kıssalarından haber verirken gerçeğe uygun olan haberlerin yanısıra gerçek ve vakıa ile bağdaşmayanları da nakledebilirdi. Milletlerin sosyal, iktisadî ve siyasî ahvali ile ilgili gerçekleri tasvir ettiği gibi hurafeleri ve yanlışları da zikredebilirdi. Akide esaslarını, anayasa prensiplerini, genel hükümleri ihtiva eylediği gibi bunları çürüten ve yıkan hükümler de bulundurabilirdi.
Tertibi bakımından ele alınacak olursa Kur'an-ı Hakim, toptan değil de yirmi üç küsur yıl boyunca çeşitli olaylar ve münasebetlere göre ayrı ayrı, perdeypey indirilmesine rağmen son derece sağlam, tutarlı, mütenasip, şahane bir düzene sahiptir. Zira Peygamberimiz (s.a.) Hazretleri her bir ayet ve sure vahyolunduğunda kâtiplerine onlara nereye yazacaklarını, tescil edeceklerini bildirmiş ve takip etmiştir. Zaten kendisi de ayetleri hafızasından silinmeyecek şekilde sağlam ve sabit olarak "(Habibim) seni okutacağız da (asla) unutmayacaksın" (A'lâ, 87/6) ayetinde belirtildiği gibi ezbere biliyordu.
İşte bu çeşit ihtilâf ve ihtimallerin hiçbiri Kur'an-ı Kerim'de bulunmamaktadır. Bu da kesin bir şekilde gösteriyor ki Kur'an, Allah kelâmıdır. Ne önünden, ne ardından ona hiçbir batıl (yanaşıp) gelemez. O, belâğatiyle, fesahatiyle, akıcılığıyla bütün beliğ ve fasih kimseleri acze düşürmüştür. Gerçekleri hiçbir ihtilâf ve çelişki olmaksızın tam manasıyla tasvir eylemiştir. Geçip gitmiş devirleri vakıaya uygun olarak doğruca haber verdiği gibi, zamanındaki ahvali, nefislerdeki ve kalplerdeki gizli esrarı da hayret ve şaşkınlık verecek şekilde, tenkitçi dilleri susturacak ölçüde sağlamca bildirmiş, gelecekle ilgili verdiği haberler de aynen öylece gerçekleşmiştir. Akidenin temel prensiplerini, genel ve özel konulara, milletlerarası siyaset ve yönetime ait daha önce görülmemiş hükümler vaz'etmiştir. Öyle ki bunlar, bugün beşeriyetin uzun bir mücadele ve çalkantılar döneminden sonra ulaşabildiği en modern ve sağlam nazariye ve felsefî doktrinlerden daha ileri bir seviyede durmaktadır.
Gayb âlemini, kıyamet manzaralarını öyle canlı, hissedebilir bir şekilde bize tasvir etmiştir ki sanki onları görüyormuş, onları yaşıyormuş gibi oluruz. Şiddetli etkisinden ve muhteşem bir şekilde tasvirinden, hikayelerinin doğru ve gerçekçi oluşundan ötürü zihinlerimizde bıraktığı izler kaybolmak bilmez: "Allah, kelâmının en güzelini -(ayetleri birbiriyle) ahenkli, katmerli (tıklım tıklım gerçeklerle dolu) bir kitap halinde- indirmiştir ki Rablerine derin saygı göstermekte olanların ondan derileri ürperir, sonra da hem derileri, hem kalpleri Allah'ın zikrine (yatışıp)yumuşar." (Zümer, 39/23).
Eğer Müslümanlar kendilerine karşı insaflı düşünüp davransalar bu mübarek Kur'an'ı terk edilmiş olarak bırakmazlardı. Onun ihtiva ettiklerini iyice düşünseler ve kendileri için çizdiği en doğru hayat yolunu anlayıp takip etselerdi, şu andaki zelil duruma düşmezlerdi. Kur"an bir hidayet rehberidir, bu ümmetin nurudur, ışığıdır. Allah Teâlâ'nın bildirdiği dosdoğru yoldur, mutluluk anahtarıdır, gerçek menfaatin gerçekleşmesi İslâm ümmetinin bina edilip medeniyetle ilerlemesinin tek yoludur. Nitekim Allah celle ve alâ şöyle buyuruyor: "Gerçek bu Kur'an (insanları) öyle bir yola doğrultup götürür ki o, en adil ve en doğru bir (yol)dur. O, salih amel (ve hareketlerde bulunan müminlere kendileri için muhakkak bir ecir olduğunu da müjdeler." (İsra, 17/9). [9]
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/152.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/152-155.
20 Ocak 2019 Pazar
Ayakları Yıkamak Ve Çıplak Olarak Ayaklar Üzerine Mesh Etmemek
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
4. BÖLÜM ABDEST
27. Ayakları Yıkamak Ve Çıplak Olarak Ayaklar Üzerine Mesh Etmemek
163- Abdullah İbn Amr radıyallahu anh
şöyle demiştir:
Bir yolculukta Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bizden arkada kalmıştı. ikindi vakti girdiğinde bize yetişti. Biz abdest alırken ayaklarımıza mesh yapıyorduk. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem en yüksek sesi ile iki veya üç kere şöyle bağırdı.
"Ateşte yanacak topukların vay haline!"
Açıklama
Hadisten ilk anda anlaşıldığına göre bu yolculukta Abdullah İbn Amr da vardı. Müslim'in bir rivayetinde yer aldığına göre bu yolculuk Mekke'den Medine'ye yapılıyordu. Bunun, kaza umresi sırasında meydana gelmiş olması da mümkündür. Çünkü Abdullah İbn Amr'ın radıyallahu anh hicreti, o zaman veya ona yakın bir zamanda olmuştu.
Sahabenin abdestli olduğu için veya suya kavuşma umuduyla bu namazı geciktirmiş olması da mümkündür. Müslim'in şu rivayeti bunu göstermektedir: "Yolda suya rastladığımızda bir grup ikindide acele etti". Yani ikindinin vakti yaklaştı, onlar da acele ederek hemen abdest aldılar.
"Ayaklarımıza mesh ediyorduk": Buharı bu ifadeden, Hz. Peygamber'İn Sallallahü Aleyhi ve Sellem onları yadırgama sebebinin ayakların bir kısmının yıkanması değil, meshedilmesi olduğu sonucunu çıkarmıştır. Bu sebeple konu başlığında "ayaklar üzerine mesh etmemek" şeklinde bir ibare kullanmıştır.
Hadisin Arapça aslında geçen "veyl" kelimesinin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bu konudaki en güçlü görüş İbn Hibban'ın Sahih'inde Ebû Said'den merfu olarak rivayet ettiği "Veyl cehennemde bir vadidir" hadisidir.
Hz. Peygamber'İn Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest alma şeklini anlatan mütevatir hadisler onun ayaklarını yıkadığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu yaparken Allah'ın abdest İle ilgili ayetteki emrini açıklamaktadır.
Abdurrahman îbn Ebî Leyla şöyle demiştir: "Resûlullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem ashabı ayakların yıkanması konusunda icma etmiştir."
"Topukların vay haline" sözünün anlamı, yıkama konusunda kusurlu davranan topukların sahiplerinin vay haline demektir.
Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar
* Bilmeyen kişiye öğretilir.
* Bir mesele anlaşılsın diye, yadırgama maksadıyla ses yükseltilebilir, mesele tekrarlanabilir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
4. BÖLÜM ABDEST
27. Ayakları Yıkamak Ve Çıplak Olarak Ayaklar Üzerine Mesh Etmemek
163- Abdullah İbn Amr radıyallahu anh
şöyle demiştir:
Bir yolculukta Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bizden arkada kalmıştı. ikindi vakti girdiğinde bize yetişti. Biz abdest alırken ayaklarımıza mesh yapıyorduk. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem en yüksek sesi ile iki veya üç kere şöyle bağırdı.
"Ateşte yanacak topukların vay haline!"
Açıklama
Hadisten ilk anda anlaşıldığına göre bu yolculukta Abdullah İbn Amr da vardı. Müslim'in bir rivayetinde yer aldığına göre bu yolculuk Mekke'den Medine'ye yapılıyordu. Bunun, kaza umresi sırasında meydana gelmiş olması da mümkündür. Çünkü Abdullah İbn Amr'ın radıyallahu anh hicreti, o zaman veya ona yakın bir zamanda olmuştu.
Sahabenin abdestli olduğu için veya suya kavuşma umuduyla bu namazı geciktirmiş olması da mümkündür. Müslim'in şu rivayeti bunu göstermektedir: "Yolda suya rastladığımızda bir grup ikindide acele etti". Yani ikindinin vakti yaklaştı, onlar da acele ederek hemen abdest aldılar.
"Ayaklarımıza mesh ediyorduk": Buharı bu ifadeden, Hz. Peygamber'İn Sallallahü Aleyhi ve Sellem onları yadırgama sebebinin ayakların bir kısmının yıkanması değil, meshedilmesi olduğu sonucunu çıkarmıştır. Bu sebeple konu başlığında "ayaklar üzerine mesh etmemek" şeklinde bir ibare kullanmıştır.
Hadisin Arapça aslında geçen "veyl" kelimesinin ne anlama geldiği konusunda farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bu konudaki en güçlü görüş İbn Hibban'ın Sahih'inde Ebû Said'den merfu olarak rivayet ettiği "Veyl cehennemde bir vadidir" hadisidir.
Hz. Peygamber'İn Sallallahü Aleyhi ve Sellem abdest alma şeklini anlatan mütevatir hadisler onun ayaklarını yıkadığını ifade etmektedir. Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bunu yaparken Allah'ın abdest İle ilgili ayetteki emrini açıklamaktadır.
Abdurrahman îbn Ebî Leyla şöyle demiştir: "Resûlullah'ın Sallallahü Aleyhi ve Sellem ashabı ayakların yıkanması konusunda icma etmiştir."
"Topukların vay haline" sözünün anlamı, yıkama konusunda kusurlu davranan topukların sahiplerinin vay haline demektir.
Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar
* Bilmeyen kişiye öğretilir.
* Bir mesele anlaşılsın diye, yadırgama maksadıyla ses yükseltilebilir, mesele tekrarlanabilir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
19 Ocak 2019 Cumartesi
Abdest Alırken Sümkürmek
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
4. BÖLÜM ABDEST
25. Abdest Alırken Sümkürmek
161- Ebû Hureyre radıyallahu anh, Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şunu rivayet etmiştir:
Abdest alan kimse sümkürsün, taş ile istinca yapan kimse tek sayıda taş kullansın.[Hadisin geçtiği diğer yer: 62]
Açıklama
Arapça konu başlığında yer alan peltek "s/th" "istinsâr" kelimesi, abdest alan kişinin burnuna çektiği suyu, içeriyi tam olarak temizlemek maksadıyla dışarıya atmasıdır. Bunun sol elle yapılması müstehaptır.
"Sümkürsün" emrinden ilk anda bunun farz olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla burna su çekmeyi farz gören Ahmed İbn Hanbel, İshak, Ebû Ubeyde, Ebû Sevr ve İbnü'l-Münzir gibi âlimlerin sümkürmeyi de farz görmeleri gerekir, çünkü bu da su çekme gibi emredilmiştir. el-Muğnî yazarının sözlerinden ilk anda anlaşıldığına göre onlar bunu farz olarak kabul etmekte ve onlara göre burna su çekmenin meşruluğu sümkürme olmadan gerçekleşmemektedir. Çoğunluğun buradaki emrin mendupluk ifade ettiğine dair delilleri ise Tirmizî'nin hasen, Hâkim'in sahih gördüğü, Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir bedeviye söylediği şu sözdür: "Allah'ın sana emrettiği gibi abdest Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bedeviyi âyete yönlendirmiştir. Ayette ise burna su çekmekten bahsedilme mektedir.
Abdest alırken sümkürmekten maksat burnu temizlemektir. Çünkü burnun temiz olması kişinin (namazda sure ve duaları) rahat olarak okumasına yardımcı olmaktadır. Zira nefesin çıktığı yeri temizlemekle harfler doğru bir şekilde telaffuz edilebilmektedir. Ayrıca uykudan kalkan kimse için buna ek olarak şeytanı kovma durumu da söz konusudur.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
4. BÖLÜM ABDEST
25. Abdest Alırken Sümkürmek
161- Ebû Hureyre radıyallahu anh, Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem şunu rivayet etmiştir:
Abdest alan kimse sümkürsün, taş ile istinca yapan kimse tek sayıda taş kullansın.[Hadisin geçtiği diğer yer: 62]
Açıklama
Arapça konu başlığında yer alan peltek "s/th" "istinsâr" kelimesi, abdest alan kişinin burnuna çektiği suyu, içeriyi tam olarak temizlemek maksadıyla dışarıya atmasıdır. Bunun sol elle yapılması müstehaptır.
"Sümkürsün" emrinden ilk anda bunun farz olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla burna su çekmeyi farz gören Ahmed İbn Hanbel, İshak, Ebû Ubeyde, Ebû Sevr ve İbnü'l-Münzir gibi âlimlerin sümkürmeyi de farz görmeleri gerekir, çünkü bu da su çekme gibi emredilmiştir. el-Muğnî yazarının sözlerinden ilk anda anlaşıldığına göre onlar bunu farz olarak kabul etmekte ve onlara göre burna su çekmenin meşruluğu sümkürme olmadan gerçekleşmemektedir. Çoğunluğun buradaki emrin mendupluk ifade ettiğine dair delilleri ise Tirmizî'nin hasen, Hâkim'in sahih gördüğü, Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem bir bedeviye söylediği şu sözdür: "Allah'ın sana emrettiği gibi abdest Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem bedeviyi âyete yönlendirmiştir. Ayette ise burna su çekmekten bahsedilme mektedir.
Abdest alırken sümkürmekten maksat burnu temizlemektir. Çünkü burnun temiz olması kişinin (namazda sure ve duaları) rahat olarak okumasına yardımcı olmaktadır. Zira nefesin çıktığı yeri temizlemekle harfler doğru bir şekilde telaffuz edilebilmektedir. Ayrıca uykudan kalkan kimse için buna ek olarak şeytanı kovma durumu da söz konusudur.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
18 Ocak 2019 Cuma
NİSA SÛRESİ 58.-59.ayetlerin tefsiri
Emanetleri Ve Hakları Ehline Vermek, Adaletle Hükmetmek, Allah'a, Rasulüne
Ve Müslümanlardan Olan Emirlere (İdarecilere) İtaat Etmek
58- Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir.
59- Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz (ihtilâfa düşerseniz), onu Allah'a ve Peygamber'e götürün, eğer Allah ve ahiret gününe inanıyorsanız. Bu, hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir.
Nüzul Sebebi
"Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi emreder" (58. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Abbas diyor ki: Resulullah (s.a.) Mekke'yi fethettiği zaman Osman b. Talha'yı çağırdı. Geldiğinde "Kabe'nin anahtarını göster" dedi. Osman anahtarı getirip uzatınca, Abbas kalkarak "Babam anam sana feda olsun ey Allah'ın Rasulü, sikaya (hacıları sulama) işine ilâve olarak bunu da bana ver" dedi. Bunun üzerine Osman elini geri çekti. Rasul-i Ekrem (s.a.) "Ey Osman, getir anahtarı" dedi. Osman da "Allah'ın emaneti ile al" dedi. Cenab-ı Peygamber (s.a.) kalktı, Kabe'yi açtı ve girdi. Çıktıktan sonra Beyt-i Muazzam'ı tavaf etti. Sonra Cebrail (a.s.) anahtarın geri verilmesi emrini indirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) Osman b. Talha'yı çağırarak anahtarı kendisine verdi ve "Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi... emrediyor" ayetinin tamamını okudu.
Şube, Tefsirinde Haccac'dan tahric ediyor, o da Saîd b. Cüreyc'in şöyle dediğini rivayet ediyor: Bu ayet, Osman b. Talha hakkında indi. Mekke'yi fethettiği gün Resulullah (s.a.) Osman'dan Kabe'nin anahtarını aldı ve Kabe'ye girdi. Sonra ayeti okuyarak dışarı çıktı. Osman'ı çağırıp kendisine anahtarı verdi. İbni Cüreyc'in rivayetine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) "Resulullah (a.s.) Kabe'den çıkarken -babam anam kendisine feda olsun- bu ayeti okuyordu. Daha önce bunu okuduğunu duymamıştım" demiştir.
Görünüşe bakılırsa ayet-i kerime Hz. Rasul-i Ekrem (s.a.) Kabe'nin içinde iken inmiştir.
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin..." (59. ayet) ayetinin nüzulü ile ilgili olarak da Buharî, İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet eder: Bu ayet-i kerime, Abdullah b. Huzâfe b. Kays hakkında indi. Resulullah (s.a.) kendisini seriyye (askeri birlik) emiri olarak bir gazaya göndermişti.
Hafız İbni Hacer der ki: Buharî bu şekilde kısaca zikretmiştir; Ayet-i kerime Abdullah b. Huzâfe kıssası hakkında indi, manasınadır.
Hadiseyi İmam Ahmed (2, 622), Buharî (13, 109), Müslim (3, 1779) uzun olarak Hz. Ali (r.a.)'den şu şekilde naklederler: Resulullah (s.a.) bir seriyye gönderdi, başına da emir olarak Ensar'dan birini tayin etti. Onun sözünü dinleyip itaat etmelerini de emreyledi. Askerler bir meseleden dolayı emiri kızdırdılar. Emir de onlara odun toplatıp ateş yaktırdı ve dedi ki: "Resulullah size beni dinleyip itaat etmenizi emretmedi mi?" Onlar "Evet" deyince "O halde ateşe girin" dedi. Onlar: Bizler ateşten kurtulmak için Allah'ın Rasulüne kaçtık, dediler ve girmediler. Dönüşlerinde olayı Rasul-i Ekrem (s.a.)'e anlattıklarında "Ateşe girselerdi ondan asla çıkamazlardı, itaat maruf ve meşru şeylerde olur" buyurdu. [74]
Açıklaması
Emanetleri ehline verme ayetinin kendisi hakkında indiği özel sebep, lafzın umumunu, genel manasını tahsis etmez. Genellikle Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetlerinde muteber olan, lafzın umumiliğidir, sebebin özel oluşu değildir. Bu da her Müslümana, uhdesinde veya elinin altında bulunan her bir emanetten dolayı emanetlerin ehline ve lâyık olanına verilmesi hakkında yöneltilmiş genel bir emirdir ve insana emanet olarak teslim edilmiş her şeyi, ister kendisi hakkında olsun, ister başka bir kul veya Rabbi hakkında olsun, içine alır.
Allah Teâlâ'nın hakları ile ilgili emanete riayet etmek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, duygularını ve organlarını kendisini Rabbinin rızasına yaklaştıracak işlerde kullanmak suretiyle olur. Ebu Nuaym, el-Hılye'de, merfu olarak İbni Mes'ûd (r.a.)'un Peygamberimiz (s.a.)'den rivayet ettiği şu hadisini zikreder: "Allah yolunda öldürülmek bütün günahlara kefarettir." Hadisin bir rivayeti "Her şeye kefarettir, ancak emanet hariç" şeklindedir.
Emanet namaz hakkında olur, oruç hakkında olur, söz hakkında olur. En şiddetlisi de kul hakları ve malları ile ilgili emanettir. Abdullah b. Mes'ud, el-Berâ b. Azib, İbni Abbas, Ubeyy b. Kâ'b gibi bir kısım Ashâb-ı kiram (r.a.) şöyle demişlerdir: Emanet her şeyle ilgilidir, abdestte, namazda, oruçta, zekâtta, cünüplük, ölçü, tartı, emanet mallar... İbni Abbas Allah Teâlâ, eli dar olana da, varlıklı olana da emaneti elinde tutarak sahibine iade etmeme hususunda ruhsat (izin) vermedi demiştir. İbni Ömer de der ki: Allah Teâlâ insanın fercini (cinsî organını) yarattıktan sonra "Bu bir emanettir, onu senin yanında gizledim. Meşru hakkı dışında onu haramdan koru" buyurdu.
İnsanın kendi hakkında emanete riayet etmesi ise dini, dünyası ve ahireti hakkında ancak kendisine faydası olacak şeyleri yapması, ahireti ve dünyası bakımından zarar verecek bir işe girişmemesi, hastalık sebeplerinden korunması, sağlık kaidelerine uygun şekilde çalışması suretiyle olur. İmam Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî'nin İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettikleri hadisinde Cenab-ı Peygamber (s.a.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
"Hepiniz çobansınız. Hepiniz raiyyenizden (emanetiniz altına verilmiş şeylerden) sorumlusunuz." Başka bir sahih hadiste "Muhakkak ki nefsinin de senin üzerinde bir hakkı vardır." buyurulmuştur.
Başkaları hakkındaki emanete de, emanet ve ödünç olarak verilen eşyayı sahiplerine geri vermek, muamelelerde aldatmamak, cihad, nasihat, insanların sırlarını ve ayıplarını yaymamak suretiyle riayet edilir.
Emaneti koruma hakkında pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif varit olmuştur. Bazılarını şöylece kaydedelim: "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan ise (bunu) sırtına yükledi." (Ahzâb, 33/72); "(Öyle müminler) ki onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet edicilerdir." (Mü'minûn, 23/8); "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamber'e hainlik etmeyin. Siz kendiniz bilip dururken, emanetlerinize de hainlik yapmayın." (Enfâl, 8/27).
İmam Ahmed ve İbni Hibbân'ın, Enes (r.a.)'ten rivayet ettiği hadisinde Rasul-i Ekrem (s.a.) buyuruyor ki: "Emaneti olmayanın imanı yoktur. Ahde riayet etmeyenin de dini yoktur." Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesâî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği hadis ise şöyledir: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez, cayar, kendisine birşey emanet edildiğinde ise hainlik yapar."
Emanetleri yerine vermek, özellikle sahibi tarafından istendiği zaman farzdır. Dünyada emaneti vermeyenden kıyamet gününde o alınacaktır. Nitekim İmam Ahmed, Buharî (el-Edep kitabında), Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettikleri hadiste Efendimiz (s.a.) Hazretleri buyuruyor ki: "Emanetleri sahiplerine mutlaka ödeyeceksiniz. Hatta boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun öcü alınacaktır."
Emanet helak veya zayi olur, ya da çalınırsa, şayet bir tecavüz, kusur yahut ihmal varsa tazmin ettirilir, öyle birşey yoksa tazmin ettirilmez.
Emanetlerin yerli yerini bulmasından sonra insanlar arasında adaletle hükmetmeye sıra gelir. Ondan dolayı Allah Teâlâ adaleti emretmiştir. Emanet İslâm nizamı ve hükümranlığını birinci temeli olduğu gibi, adalet de ikinci temeldir. Bu iki emrin muhatabı da o ümmetin çoğunluğudur.
Adalet mülkün temelidir. Medeniyet, kalkınma ve ilerlemenin gereğidir, bütün akıl sahiplerince methedilmiştir. İslâm'daki hüküm verme esaslarından bir esastır. Bir toplum için çok lüzumlu bir kaidedir. Tâ ki zayıf hakkını alabilsin, güçlü olan zayıfa haksızlık etmesin, cemiyette güven ve nizam, düzen hakim olsun. Semavî din ve kanunlar adaleti hakim kılmanın vacip olduğunda ittifak etmiştir. Hakların sahiplerine ulaşması için bu devlet sultanlarının, hükümdarlarının, başkan ve ona bağlı bulunan memurların, hakimlerin adaletten ayrılmaması gerekir. Adaleti emreden bir çok ayet ve hadis de varit olmuştur. "Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği emreder." (Nahl, 16/90); "Siz söylediğiniz vakit -hısım, akraba dahi olsa- adaleti gözetin." (En'am, 6/152); "Adalet yapın ki o takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8); "Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahitlik edenler olun." (Maide, 5/8). Cenab-ı Hak, Hz. Davud (a.s.)'a da adaleti emretmiştir: "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adalet) ile hükmet." (Sâd, 38/26).
Enes (r.a.) Hz. Rasul-i Ekrem (a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Söylediği zaman doğru söyledikçe, hüküm verdiği zaman adaleti gözettikçe, merhamet istendiğinde merhamet ettikçe bu ümmet hayır üzeredir."
Allah Teâlâ pek çok ayet-i kerimede de zulmü ve zalimleri yermiştir: "O zalimlerin yapmakta oldukları (ve yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın." (İbrahim, 14/42); "O zulmedenleri ve onlara eş olanları bir araya toplayın." (Saffât, 37/22). Zulüm türlerinin en tehlikelilerinden biri Allah'ın indirdiği hükümlerin dışındaki kanunlarla hükmetmek, idarecilerin ve hakimlerin zulüm işlemesidir. "İşte zulmetmeleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri." (Nemi, 27/52). Kadı ve hakim tarafından gelecek zulümden kaçınmak, önce davayı iyi anlamak suretiyle, sonra hasımlardan biri tarafını tutmamak, Allah'ın hükmünü iyi bilmek ve yeterli, ehil olan kişilere bu görevi vermek yoluyla olur.
"İnsanlar arasında hükmettiğimiz zaman" cümlesinde insanlar arasında hak ve adaletle hüküm verecek bir hakimin tayin ve tespitinin lüzumlu olduğuna işaret vardır.
Daha sonra Allah Teâlâ adaleti ve emaneti ehline, lâyık olana vermeyi emretmenin faydasını beyan ederek buyuruyor ki: "Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor!" Yani kendisiyle size öğüt verdiği şey ne güzeldir! Bu cümlede medhe mahsus olan şey hazfedilmiştir, emredilmiş bulunan emanetleri ödeme, adaletle hükmetme gibi hususlar medhedilmektedir.
"Şüphe yok ki Allah hakkıyla işiten, hakkıyla görendir." Sizin ortaya koyduğunuz emanetleri yerine verdiğinizi veya hıyaneti görür, insanlar arasında verdiğiniz hükümleri işitir. Ona göre sizi hesaba çeker, karşılığınızı verir. İşitilen ve görülen şeyleri en iyi O bilir.
Ondan sonra Allah Teâlâ, emanetleri ehline verme ve adaletten ayrılmamaya götürecek bir hususu emrediyor ki bu İslâm nizam ve hakimiyetinde üçüncü esastır. O da hükümlerini yürürlüğe koymak suretiyle Allah'a itaat etmek, Rablerinin hükmünü açıklayan Rasul-i Ekrem'e ve Müslümanlardan olan idarecilere itaat etmektir.
Ulü'l-emr Kimlerdir?
Bazı müfessirlere göre emir sahiplerinden murad, Müslüman devlet yöneticileri veya askeri birlik ve orduların komutanlarıdır. Diğer bazı müfessirlere göre ise bunlar insanlara dinin hükümlerini açıklayan alimlerdir.
Ayetin zahirine göre ise hepsi de murad edilmektedir. Siyasette orduları komuta edenlere ve ülkeleri idare etmede Müslüman devlet yöneticilerine itaat etmek icap ettiği gibi, sert hükümlerin açıklanmasında, insanlara dinin öğretilmesinde, maruf olanı emretme, münker ve yasak olanı menetme meselelerinde alimlere itaat etmek lâzım gelir. İbnü'l-Arabî der ki: "Kanaatimce ümera 'idareciler) ve alimler hep beraberce murad olunmaktadır. Ümeraya itaat emrin aslı onlardan kaynaklandığı, hüküm verme onlara ait bulunduğu için lâzımdır. Alimlere itaat ise insanların şer"î meseleleri onlara sorması gerektiği, alimlerin de cevap vermesi lâzım geldiği, fetvalarına uymak da vacip olduğu için lâzımdır." [75]
Fahreddin er-Râzî'ye göre emir sahiplerinden maksat, böylece ayetle alimlerden sadır olan icmanın hüccet oluşuna istidlal edilmesidir.
Şayet sizinle ulul-emr arasında din işlerinden biri hakkında bir çekişme ve ihtilâf olursa ve Kur'an'da da, Sünnet'te de ona dair bir nas, hüküm bulunmazsa, ihtilaflı mesele Kur'an ve Sünnet'te kabul edilmiş olan genel esas ve kaidelere havale edilir, onlara uygun olan netice ile hükmedilir, aykırı olanlar reddolunur. Buna Usûl-i Fıkıh ilminde "kıyâs" denilmektedir.
Peygamberimiz (s.a.) de kıyas ile amel etmeyi ikrar ve kabul eylemiştir. Muaz b. Cebel'i kadı (hakim) olarak Yemen'e gönderirken: "Sana bir dava getirildiği zaman nasıl hüküm vereceksin?" diye sormuş, Muaz "Allah'ın kitabıyla hükmederim" demişti. Tekrar "Eğer o mesele Allah'ın kitabında yoksa?" diye sormuş, Muaz da "Allah'ın peygamberinin sünnetiyle" cevabını vermişti. "Allah'ın kitabında da, Allah Rasulü'nün sünnetinde de yoksa?" diye sorduğunda Muaz "Kendi görüşüme göre içtihat ederim, öyle yapmaya da devam ederim" diye cevap verince Resulullah (s.a.) onun göğsüne vurup "Rasulü'nün elçisini, Allah Rasulü'nü razı edecek şeye muvaffak kılan Allah'a hamdolsun" buyurmuştur. [76]
"Allah'a ve Peygamber'e döndürün (götürün)" cümlesi, ihtilâf konusunun hakkında nas bulunmayan meselelerle ilgili olduğuna, yoksa nassa uymanın vacip olup o hususta ihtilâfa yer bulunmadığına işaret etmektedir.
Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız hakkında ihtilâf edilen meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek suretiyle Allah'a ve Peygamber'ine döndürün, havale edin.
Çünkü mümin, hiç bir şeyi Allah'ın hükmüne takdim etmez, ona öncelik tanımaz. Aynı şekilde dünyaya gösterdiği ihtirastan daha çok, ahirete ve Allah Teâlâ'nın rızasını kazanma maksadını güder. Bu Allah Teâlâ tarafından, Allah'a ve Rasulü'ne itaatten, ihtilâf ortaya çıktığında meseleyi Allah'a ve Rasulüne havale etmekten ayrılan herkese karşı yönelik bir tehdittir; şu ayetteki manayadır: "Öyle değil, Rabbine andolsun ki onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapmadıkça... iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65). Buharı ve Müslim'in Ebu Hureyre (r.a.) vasıtasıyla rivayet ettikleri hadisinde Peygamberimiz (s.a.) buyuruyor ki: "Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de muhakkak Allah'a isyan etmiş olur. Kim benim emirime (tayin ettiğim kumandana) itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim de emirime isyan ederse, şüphesiz bana isyan etmiş olur."
"Bu hem en hayırlı, hem de netice itibariyle daha güzeldir" cümlesi, Allah'a ve peygamberine itaat etmek, ihtilâfa düşme durumunda meseleyi Kur'an ve Sünnet'e arz etmek gibi yukarıda emredilen hususlara işaret etmektedir. Bu ise akibet ve sonuç bakımından daha güzeldir. [77]
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/110.
[75] İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/452.
[76] Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, İbni Adiyy, Taberî, Dârimî ve Beyhakî rivayet etmişlerdir.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/111-114.
17 Ocak 2019 Perşembe
NİSA SÛRESİ 44.-46.ayetlerin tefsiri
Yahudilerin İşleri Ve Tasarrufları
44- Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de (hak) yoldan sapmanızı istiyorlar.
45- Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Ve Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter.
46- Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) konuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler ve dillerini eğerek bükerek, dine de saldırarak (sana) derler ki: "(Eh) dinledik, (fakat) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râinâ." Eğer onlar: "Dinledik, itaat ettik. İşit, bize bak" deselerdi elbet kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah, kendi küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Artık onlar, birazı hariç olmak üzere, iman etmezler.
Nüzul Sebebi
Ayet-i kerimeler Medine Yahudileri hakkında indirilmiştir. İbni İshak diyor ki: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût, Yahudi ileri gelenlerinden idi. Resulullah ı a.s.) ile konuşurken dilini eğip bükerek: "Ey Muhammed, kulağını bize iyi ver" dedi, sonra da İslâm'a dil uzattı, tenkit etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ onun hakkında "Kendilerine Kitap'tan (Tevrat'tan) bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı?" ayetini indirdi.
Müfessirler de diyor ki: Yahudi alimlerinden biri olan Kâ'b b. el-Eşref, Uhud Savaşından sonra Yahudilerden yetmiş binekli kişi ile Mekke'ye doğru yola çıktı. Resulullah (s.a.)'a gadretmek üzere Kureyş ile anlaşma yapmak, kendileriyle Rasul-i Ekrem (s.a.) arasındaki muahedeyi bozmak istiyorlardı. Kâ'b, Ebu Süfyan'ın evine, Yahudiler de Kureyşlilerin evlerine misafir oldular.
Ebu Süfyan Kâb'a "Sen kitap okuyan alim bir adamsın. Biz ise ümmiyiz, pek bilgimiz yok. Hangimizin yolu daha doğru, hakka daha yakın, bizim mi, Muhammedin mi?" dedi. Kâ'b "Bana dininizi bir arz edin bakayım" diye cevap verdi. Ebu Süfyan şunları söyledi: Biz hacılar için besili büyük develerden kurban ederiz, onların su ihtiyaçlarını karşılarız, misafiri ağırlarız, esiri salıveririz, akrabalık bağlarını koruyup gözetiriz, Rabbimizin evini imâr eder onu tavaf ederiz. Bizler bu mukaddes Harem'in ehliyiz. Muhammed ise atalarının dinini terk etti, akrabalık bağlarını kopardı. Harem'i bırakıp gitti. Bizim dinimiz daha eski, Muhammed'in dini ise yenidir. Bunun üzerine Ka'b: "Vallahi siz onun üzerinde bulunduğu dinden daha doğru bir yoldasınız" dedi. İşte Allah Teâlâ da Ka'b ve beraberindeki arkadaşlarını kastederek: 'Yahudi olanlardan kimisi kelimeleri (Allah tarafından) koyuldukları yerlerinden (kaldırıp) değiştirirler..." ayetini bu hadise sebebiyle indirdi.[64]
Açıklaması
Ey Muhammed aleyhisselâm! Kendilerine ilâhî bir kitap olan Tevrat'tan bir kısım verilmiş olan şu kimselere bakmadın mı? Hidayet karşılığında dalâleti satın alıyorlar, kâfirliği imana tercih ediyorlar, Allah'ın peygamberine indirdiğinden yüzlerini çeviriyorlar, ellerinde bulunan yalan söylemek, insanlara eziyet vermek, faiz (riba) yemek hakkındaki hükümleri, geçmiş peygamberlerin Hz. Muhammed (s.a.)'in sıfatına dair verdikleri bilgileri terk ediyorlar. Kendilerinin icat ve uydurması olan bir takım dinî gelenek ve tapınma şekilleri ile az bir dünya menfaati sağlamaya çalışıyorlar. Ey müminler, onlar sizin de kendileri ile beraber hak yoldan sapmanızı ve size indirilenleri inkâr etmenizi üzerinde bulunduğunuz hidayet ve faydalı Kur"an ilmini bırakmanızı istiyorlar. Ey müminler, Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı en iyi bilen olduğu için sizi onlardan sakındırıyor. Size dost olarak Allah yeter. Sizi onlardan korur, işlerinizi yürütür. O kendisine sığınanın kale gibi koruyucusudur. O, kendinden yardım dileyene de yardımcı olarak yeter. Onların şerrini sizden defeder. İşte o yüce Rabbiniz daima sizi hakkınızda en hayırlı olana, kurtuluşunuz bulunan hususlara yöneltir. Ve O düşmanlarınıza karşı salih amele ve hidayete muvaffak kılarak size yardım eder de zafer için gerekli olan yardımlaşma, güçlü savaş aletlerini hazırlama gibi sebepleri gerçekleştirirsiniz. Ondan başkasından dostluk ve yardım talep etmeyin.
Onların Tevrat'tan amel ettikleri kısım kaybettikleri ve unuttukları kısma aittir. Amel etmeyi terk ettikleri hükümler ise yanlarında geriye kalan kısımdandır.
Sonra Allah Teâlâ "Yahudi olanlardan kimisi de..." cümlesiyle, kendilerine kitap verilenlerden maksadın Yahudiler olduğunu beyan ediyor. "Min" harfi burada cinsi beyan için olup, "O halde murdardan (yani putlardan)... kaçının." (Hac, 22/30) ayetindeki gibidir. Onlar öyle bir kavimdir ki Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelimeleri asıl konuldukları yerlerden kaldırıp değiştirirler. Bunu da ya kelimeleri asıl konuldukları başka bir manaya çekerek yaparlar; Rasul-i Ekrem (s.a.) hakkındaki müjdeleri, Mesih hakkındaki haberi başka bir şahsa yorumlayıp bugüne kadar onu beklemeye devam edişleri gibi. Yahut da bu tahrifi kitaptaki bir kelime veya cümleyi bulunduğu yerden başka bir yere naklederek yaparlar. Nitekim Musa aleyhisselâmdan rivayet edilen ayetlere uzun bir müddet sonra yazılmış sözler karıştırdıkları gibi diğer bazı peygamberlerin sözlerine de başka insanların sözlerini katmışlardır. Bu ilâve ve karışıklıkları, kendilerinin de itiraf ettiği gibi kaybolan Tevrat yerine bugünkü Tevrat'ı ortaya koyanlar yapmışlardır.
Bu tahrifat ile iddialarına göre ıslah gayesi güdüyorlardı. Bunun kaynağı şuydu: Hz. Musa (a.s.)'ın yazdığı asıl nüshanın kaybolmasından sonra yanlarında dağınık Tevrat yaprakları bulunuyordu. Bunları bir araya getirmek istemişlerdi. O esnada da birçok ilâve ve tekrarları katmışlardı. Bu tarihî gerçekleri Hintli Rahmetullah Efendinin Izhâru'l-Hak adlı kitabında yaptığı gibi güvenilir, araştırıcı tarihçiler ispat etmişlerdir.
O Yahudiler Peygamberimiz (s.a.)'e sözünü işittik, emrine isyan ettik, diyorlardı. Mücahid der ki: Yahudiler Resulullah (s.a.)'a "Sözünü işittik, fakat sana itaat etmeyiz", dediler. Aynı zamanda Hz. Peygamber (a.s.)'e duydukları haset ve kinden ötürü "İşit, işitmez olası!" diyorlardı. Edep gereği "Kötü söz duymayasın" diyecekleri yerde "Allah sana işittirmesin" veya "duan dinlenmemek, senden kabul edilmemek üzere" manasına sözlerle O'na beddua etmiş oluyorlardı.
Aynı şekilde bir de "râinâ" derlerdi. Ruûnet, yani ahmaklık, gayr-ı ciddilik kelimesinden ism-i fail olarak kullanırlardı. Bu kelime "bize bak, bize mühlet tanı" manasına kullanılacak yerde lisanlarındaki sövme ve dil uzatma manasına gelen râînâ'dan gelme de olabilir. Allah Teâlâ ise "Ey iman edenler, "râinâ" demeyin, "unzurnâ (bize bak) deyin." (Bakara, 2/104) ayetiyle müminleri bu kelimeyi kullanmaktan menetmiştir.
İşte Yahudiler ya meclisinde, ya da kendisinden uzakta iken Resulullah s.a.) Efendimize karşı duydukları haset ve kin sebebiyle veya alay etmek, eğlenmek amacıyla bu üç suçu da işlemişlerdir. İki manaya gelme ihtimali de bulunan bir söz kullanırlar, ama onunla saygı, hürmet, değer vermek manasını değil, tahkir etme, küfretme manasını kastederlerdi. Dillerini eğip bükerler, dillerini evirip çevirip sözü hayır manasına gelmekten şer ve sövme manasına döndürürlerdi, İslâm'a dil uzatarak saldırırlardı. "Râinâ" sözleriyle "kulağını bize ver" demek istiyormuş gibi yaparlar, fakat gerçekte Peygamberimiz (s.a.)'e dil uzatarak ahmaklık manasını kastederlerdi. Bu ise adiliğin ve batıl üzerindeki cüretkârlığın en son derecesidir.
"Essâmü aleyküm" diye selâm vermeleri de dillerini eğip bükmeleri cürmündendir. "Es-sâmü", ölüm manasınadır. Yani "selâm size" demek ister gibi yaparlar, "ölüm size" manasına dillerini kıvırtırlardı. Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretleri de bu maksatlarını bildiği için cevapta sadece "ve aleyküm (= size de)" yani herkes ölecektir, derdi.
İbni Atıyye (öl. 541 H/1147 M.) der ki [65]: Bu, şimdiki Yahudilerde de mevcuttur. Çocuklarını buna göre yetiştirdiklerini, müslümanlara hitap ederken görünüşte saygı ifade eden kelimeleri nasıl hakaret manası kestederek kullanacaklarını ezberlettiklerini müşahede etmekteyiz.
Sonra Hak Teâlâ örnek bir hitap şekline tevcih ederek buyuruyor ki: Eğer onlar "Dinledik, itaat ettik, sen de bizim dediğimizi dinle, bize mühlet ver, acele etme ki dediklerini iyi anlayabilelim" demiş olsalardı, taşıdığı faydalı ve edepli üslûptan dolayı kendileri için daha hayırlı ve önceki söylediklerinden daha doğru olurdu.
Sonra Allah Teâlâ onların bu yakışıksız tasarruflarının sonucunu zikretmiştir: Allah'ın rahmetinden kovulmak, artık ebediyen hayra muvaffak olamamak. Hak Teâlâ onların lanete uğramalarına, ilâhî yardımdan yoksun kalmalarına inkârlarının sebep olduğunu belirtmektedir. Zira küfür, inkâr genel olarak tefekkürden, hitap ederken edep ve nezaket göstermekten alıkor. İşte öyle kimseler iman etmezler, etseler de değer verilmeyecek derecede az ve basit şekilde bir imanları vardır. Kalpleri hayırlardan uzaktır, nasipsizdir. Faydalı olabilecek bir iman onların gönlüne girmez. İman da bulunmayınca ameli düzeltme, aklı yükseltme, ruhu yüceltme hususunda hiç bir ümit kalmaz. [66]
[64] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 89.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/85.
[65] el-Bahru'l-Muhît, III/264.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/86-88.
16 Ocak 2019 Çarşamba
Abdest Organlarını Üçer Kere Yıkayarak Abdest Almak
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
4. BÖLÜM ABDEST
24. Abdest Organlarını Üçer Kere Yıkayarak Abdest Almak
159- İbn Şihab, Atâ İbn Yezidin kendisine Hz. Osman'ın radıyallahu anh azatlısı Humrân'in şunu rivayet ettiğini söylemiştir:
Hurman Osman İbn Affan'ın radıyallahu anh bir kap getirilmesini istediğini gördü. Osman üç kere avuçlarına su boşaltarak onları yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokarak ağzını çalkaladı ve burnuna su çekti. Sonra yüzünü üç kere ve dirseklere kadar kollarını üç kere yıkadı. Sonra başını meshetti. Sonra ayaklarını topuklara kadar üçer kere yıkadı. Sonra şöyle dedi; Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu;
'Benim aldığım gibi bu şekilde abdest alarak, hatırına bir vesvese getirmeksizin nefsinin, sesine kulak vermeden iki rekat namaz kıtan kişinin geçmiş günahları affolunur. [Hadisin geçtiği diğer yerler: 160,164,1934,3433]
Açıklama
Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Hz. Osman'ın radıyallahu anh kaç defa başını meshettiği ile ilgili bir şey yoktur. Alimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Şafiî "Yıkamada olduğu gibi meshi de üç kere yapmak müstehaptır" demiştir. Müslim'de geçen "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem her bir organı üçer defa yıkayarak abdest aldı" hadisinin ilk anlamı Şafiî lehine delil olarak ileri sürülmüştür. Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Müslim'deki hadis mücmeldir, diğer sahih rivayetler meshin tekrarlanmadığını açıklamaktadır. Dolayısıyla Müslim'deki rivayetin tağliben söylenmesi veya yıkanan organlara hamledilmiş olması mümkün görülmektedir. Ebû Dâvud Sünen'inde şöyle demiştir: "Hz. Osman'dan radıyallahu anh rivayet edilen sahih hadislerin tümü başın meshinin bir defa olduğunu göstermektedir". İbnü'l-Münzir de "Mesh konusunda Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem sabit olan bunun bir defa olmasıdır" demiştir.
Bu hadis, abdestten sonra iki rekat namaz kılmanın müstehap olduğunu gösteriyor.
"İçinden bir vesvese geçirmeksizin nefsinin sesine kulak vermeden" sözünün anlamı, nefsin verdiği vesveseye son vermek kişinin elindedir anlamına gelir. Çünkü hadisin Arapça aslındaki fiilin kalıbı, bu işin kişinin kendi fiili ile yapıldığını göstermektedir. Kişinin kendi isteği dışında aklına gelen ve def edilmesi imkansız olan hatıralar ve vesveler ise affedilmiştir.
Kadı lyaz bazılarından bu ifade ile kasdedilenin "hiçbir şekilde içinden bir şey geçirmemek" olduğunu nakletmiştir. İbnü'i-Mübârek'in ez-Zühd isimli eserindeki "Bu iki rekatta içinde bir şey gizlemez" şeklindeki rivayet de bunu desteklemektedir.
Nevevî bunu reddederek şöyle demiştir: "Doğru olan, gelip geçici arızî düşüncelerin kalbe gelmesi durumunda da hadiste belirtilen faziletin gerçekleşmesidir, Şüphesiz ki içinden hiçbir düşünce geçmeyen kişi en üstün dereceye sahiptir,"
Kalbe gelen düşüncelerin kimi dünya ile ilgilidir ki bunların mutlak olarak def edilmesi istenmiştir.
Hakîm et-Tirmizî bu hadisi, 'İçinden dünyaya ilişkin bir şey geçirmeksizin" şeklinde rivayet etmiştir.
Bu düşüncelerin kimi de âhirete ilişkindir, şayet bunlar yabancı düşünce ise dünya hallerine benzer. Bu namaza ilişkin hususlar ise dünya işlerinden sayılmazlar. Bu konunun diğer ayrıntıları Namaz bölümünde gelecektir.
Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar
"Geçmiş günahları affolunur" ifadesi ilk bakışta büyük ve küçük günahları kapsamaktadır. Ancak âlimler, bu rivayet dışındaki rivayetlerde büyük günahlar istisna edildiği için buradaki ifadeyi küçük günahlara özgü kabul etmişlerdir.
Sadece büyük günahları olan kişiden ise, küçük günah sahibi kişiden ne kadar düşüyorsa o kadar günah hafifletilir. Küçük veya büyük günahı olmayan kişinin iyiliklerine bu miktar eklenir.
Fiilen öğretmek daha etkili ve daha öğretici olduğundan hadiste bu şekilde öğretim vardır.
Abdest organlarını yıkarken tertibe riayet etmek gerekir. Çünkü her bir fiil "sonra" bağlacı ile bağlanmıştır.
Hadis ihlasa teşvik etmektedir.
Hadiste, namazda dünya ile ilgili şeyleri düşünen kimseleri, özellikle de günah işlemeyi kalbine koyanları, namazın kabul olmayacağını söyleyerek, sakındırma söz konusudur. Çünkü kişi ne ile meşgul ise, zihin namazda namaz dışındakinden daha çok onu düşünür.
Buhârî Kalp Yumuşaklığı bölümünde hadisin sonunda Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Aldanmayın" sözünün bulunduğunu belirtmiştir. Yani; namazın günahları sileceğine güvenerek kötü amelleri çok çok işlemeyin. Çünkü hataları silecek olan namaz Allah'ın kabul ettiği namazdır. Kul namazının kabul edilip edilmediğini nereden bilebilir ki?
160- İbrahim, Salih İbn Keysân'dan, O da İbn Şihab'tan rivayet etmiştir. Ancak Urve Humran'dan rivayet etmiştir:
Hz. Osman radıyallahu anh abdest alınca şöyle demiştir: Size bir hadis zikredeyim mi? Kur'an'da bir âyet olmasaydı size bunu zikretmezdim. Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim:
"Bir kimse güzelce abdest alır ve (farz) namaz kılarsa, bu abdest ile namazı kılıncaya kadarki günahları affolunur."
Açıklama
Urve buradaki âyetin şu olduğunu söylemiştir: "İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Ancak teube edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar bundan müstesna tutulmuştur. Zira ben onlann tevbeîerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.[el Bakara,2/159-160]
Hz. Osman'ın kasdettiği şudur: Bu âyet tebliği teşvik etmektedir. Âyet kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) hakkında indirilmiş olsa bile, dikkate alınacak olan husus ifadenin genel olmasıdır. Bunun benzeri ilim bölümünde Ebû Hureyre radıyallahu anh hakkında da söz konusu olmuştur. Yukarıdaki âyet olmasaydı Hz. Osman'ın bu hadisi tebliğ etmeyeceğini söylemesi ise hadisi duyan insanların (onu doğru anlamamak suretiyle) aldanmalarıdır.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
4. BÖLÜM ABDEST
24. Abdest Organlarını Üçer Kere Yıkayarak Abdest Almak
159- İbn Şihab, Atâ İbn Yezidin kendisine Hz. Osman'ın radıyallahu anh azatlısı Humrân'in şunu rivayet ettiğini söylemiştir:
Hurman Osman İbn Affan'ın radıyallahu anh bir kap getirilmesini istediğini gördü. Osman üç kere avuçlarına su boşaltarak onları yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokarak ağzını çalkaladı ve burnuna su çekti. Sonra yüzünü üç kere ve dirseklere kadar kollarını üç kere yıkadı. Sonra başını meshetti. Sonra ayaklarını topuklara kadar üçer kere yıkadı. Sonra şöyle dedi; Resûlullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu;
'Benim aldığım gibi bu şekilde abdest alarak, hatırına bir vesvese getirmeksizin nefsinin, sesine kulak vermeden iki rekat namaz kıtan kişinin geçmiş günahları affolunur. [Hadisin geçtiği diğer yerler: 160,164,1934,3433]
Açıklama
Buharı ve Müslim'in Sahihlerinde Hz. Osman'ın radıyallahu anh kaç defa başını meshettiği ile ilgili bir şey yoktur. Alimlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Şafiî "Yıkamada olduğu gibi meshi de üç kere yapmak müstehaptır" demiştir. Müslim'de geçen "Hz. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem her bir organı üçer defa yıkayarak abdest aldı" hadisinin ilk anlamı Şafiî lehine delil olarak ileri sürülmüştür. Buna şu şekilde cevap verilmiştir: Müslim'deki hadis mücmeldir, diğer sahih rivayetler meshin tekrarlanmadığını açıklamaktadır. Dolayısıyla Müslim'deki rivayetin tağliben söylenmesi veya yıkanan organlara hamledilmiş olması mümkün görülmektedir. Ebû Dâvud Sünen'inde şöyle demiştir: "Hz. Osman'dan radıyallahu anh rivayet edilen sahih hadislerin tümü başın meshinin bir defa olduğunu göstermektedir". İbnü'l-Münzir de "Mesh konusunda Hz. Peygamber'den Sallallahü Aleyhi ve Sellem sabit olan bunun bir defa olmasıdır" demiştir.
Bu hadis, abdestten sonra iki rekat namaz kılmanın müstehap olduğunu gösteriyor.
"İçinden bir vesvese geçirmeksizin nefsinin sesine kulak vermeden" sözünün anlamı, nefsin verdiği vesveseye son vermek kişinin elindedir anlamına gelir. Çünkü hadisin Arapça aslındaki fiilin kalıbı, bu işin kişinin kendi fiili ile yapıldığını göstermektedir. Kişinin kendi isteği dışında aklına gelen ve def edilmesi imkansız olan hatıralar ve vesveler ise affedilmiştir.
Kadı lyaz bazılarından bu ifade ile kasdedilenin "hiçbir şekilde içinden bir şey geçirmemek" olduğunu nakletmiştir. İbnü'i-Mübârek'in ez-Zühd isimli eserindeki "Bu iki rekatta içinde bir şey gizlemez" şeklindeki rivayet de bunu desteklemektedir.
Nevevî bunu reddederek şöyle demiştir: "Doğru olan, gelip geçici arızî düşüncelerin kalbe gelmesi durumunda da hadiste belirtilen faziletin gerçekleşmesidir, Şüphesiz ki içinden hiçbir düşünce geçmeyen kişi en üstün dereceye sahiptir,"
Kalbe gelen düşüncelerin kimi dünya ile ilgilidir ki bunların mutlak olarak def edilmesi istenmiştir.
Hakîm et-Tirmizî bu hadisi, 'İçinden dünyaya ilişkin bir şey geçirmeksizin" şeklinde rivayet etmiştir.
Bu düşüncelerin kimi de âhirete ilişkindir, şayet bunlar yabancı düşünce ise dünya hallerine benzer. Bu namaza ilişkin hususlar ise dünya işlerinden sayılmazlar. Bu konunun diğer ayrıntıları Namaz bölümünde gelecektir.
Hadisten Çıkan Bazı Sonuçlar
"Geçmiş günahları affolunur" ifadesi ilk bakışta büyük ve küçük günahları kapsamaktadır. Ancak âlimler, bu rivayet dışındaki rivayetlerde büyük günahlar istisna edildiği için buradaki ifadeyi küçük günahlara özgü kabul etmişlerdir.
Sadece büyük günahları olan kişiden ise, küçük günah sahibi kişiden ne kadar düşüyorsa o kadar günah hafifletilir. Küçük veya büyük günahı olmayan kişinin iyiliklerine bu miktar eklenir.
Fiilen öğretmek daha etkili ve daha öğretici olduğundan hadiste bu şekilde öğretim vardır.
Abdest organlarını yıkarken tertibe riayet etmek gerekir. Çünkü her bir fiil "sonra" bağlacı ile bağlanmıştır.
Hadis ihlasa teşvik etmektedir.
Hadiste, namazda dünya ile ilgili şeyleri düşünen kimseleri, özellikle de günah işlemeyi kalbine koyanları, namazın kabul olmayacağını söyleyerek, sakındırma söz konusudur. Çünkü kişi ne ile meşgul ise, zihin namazda namaz dışındakinden daha çok onu düşünür.
Buhârî Kalp Yumuşaklığı bölümünde hadisin sonunda Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem "Aldanmayın" sözünün bulunduğunu belirtmiştir. Yani; namazın günahları sileceğine güvenerek kötü amelleri çok çok işlemeyin. Çünkü hataları silecek olan namaz Allah'ın kabul ettiği namazdır. Kul namazının kabul edilip edilmediğini nereden bilebilir ki?
160- İbrahim, Salih İbn Keysân'dan, O da İbn Şihab'tan rivayet etmiştir. Ancak Urve Humran'dan rivayet etmiştir:
Hz. Osman radıyallahu anh abdest alınca şöyle demiştir: Size bir hadis zikredeyim mi? Kur'an'da bir âyet olmasaydı size bunu zikretmezdim. Hz. Peygamber'in Sallallahü Aleyhi ve Sellem şöyle dediğini işittim:
"Bir kimse güzelce abdest alır ve (farz) namaz kılarsa, bu abdest ile namazı kılıncaya kadarki günahları affolunur."
Açıklama
Urve buradaki âyetin şu olduğunu söylemiştir: "İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Ancak teube edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar bundan müstesna tutulmuştur. Zira ben onlann tevbeîerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.[el Bakara,2/159-160]
Hz. Osman'ın kasdettiği şudur: Bu âyet tebliği teşvik etmektedir. Âyet kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) hakkında indirilmiş olsa bile, dikkate alınacak olan husus ifadenin genel olmasıdır. Bunun benzeri ilim bölümünde Ebû Hureyre radıyallahu anh hakkında da söz konusu olmuştur. Yukarıdaki âyet olmasaydı Hz. Osman'ın bu hadisi tebliğ etmeyeceğini söylemesi ise hadisi duyan insanların (onu doğru anlamamak suretiyle) aldanmalarıdır.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
15 Ocak 2019 Salı
İki Tuğla Üzerine Oturarak Tuvalet Yapmak
Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb'il âlemin. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmaîn.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
4. BÖLÜM ABDEST
12. İki Tuğla Üzerine Oturarak Tuvalet Yapmak
145- Vâsi' İbn Hibban'ın rivayet ettiğine göre Abdullah İbn Ömer şöyle söylerdi:
İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar. Oysa ben birgün evlerimizden birinin üzerine çıktım. Resûlullah'ı Sallallahü Aleyhi ve Sellem tuvalet ihtiyacını görmek üzere iki tuğla üzerine oturmuş ve önünü Beytü'l-Makdis'e dönmüş olarak gördüm.
(İbn Ömer, Vâsi'a şöyle dedi): "Belki de sen de karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlardansın."
Vâsi: "Vallahi bilmiyorum", dedi
Mâlik, İbn Ömer'in burada namaz kılarken yerden uzakta durmayan, yere yapışık olanları kasdettiğini söylemiştir. [Hadisin geçtiği diğer yerler: 148,149,3102]
Açıklama
Buradaki tuğladan kasıt, bina yapımında kullanılan çamurdan yapılmış ve pişirilmemiş tuğladır.
İbn Ömer burada belirtilen davranışı yaparken Hz. Peygamber'i Sallallahü Aleyhi ve Sellem seyretmeyi kasdetmemiştir. Beyhakî'nin, Nâfi İbn Ömer yoluyla rivayetinde görüleceği üzere zorunlu bir şey için evlerinin damına çıktığında tevafuken görmüştür. Bu şekilde kasıt dışı tevafuken gördüğünde bunun da faydasız kalmamasını istemiş ve bununla ilgili şer'i hükmü bu sayede bellemiştir. Âdeta İbn Ömer Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem sırt tarafını görmüş ve ne olduğunu anlamak için bakması da caiz olmuştur. Bu, sahabenin Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem uyma amacıyla onun davranışlarını araştırma konusunda ne derece istekli olduğunu göstermektedir. İbn Ömer de böyleydi.
Mâlik, İbn Ömer'in sözünü, "karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlar" şeklinde yorumlamıştır. Bu, meşru olan secde şekline, yani karnın dizlerden uzak olması ve dirseklerin yere konulmaması şekline aykırıdır.
İbn Ömer'in bu sözünün bağlam ile alakasını Müslim'deki bir rivayet göstermektedir. Vâsi'den gelen bu rivayetin başında Vâsi' şöyle demektedir: "Ben mescitte namaz kılıyordum, bir de baktım Abdullah İbn Ömer oturuyor. Namazımı bitirdiğimde bir tarafımdan kalkarak onun yanına gittim. Abdullah şöyle dedi: İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar...İbn Ömer sanki Vâsi'in secde yaparken tam hakkını vermediğini görmüş ve bu konuyu ona yukarıdaki şekilde sormuştur. Bu durumda Vâsi' önce ilk olayı anlatmıştır, çünkü bu kendisi açısından kesin olan merfu bir rivayettir. Bu sebeple bunu zanna dayalı hususa tercih etmiştir. İbn Ömer'in sözlerini naklettiği kişilerin, onun bu konuşmayı yaptığı zamana yakın bir dönemde bunu söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir. O da bu tabiînin hükmü öğrenerek kendisinden nakletmesini istemiştir. Üstelik bu iki husus arasında bir münasebet bulunması da imkansız değildir. Şöyle ki: Muhtemeldir ki karnını dizlerine yapıştırarak secde eden kişi aynı zamanda, tuvalet yaparken hiçbir durumda kıbleye önünü dönmeyi caiz görmeyen bir kişiydi.
Namazdaki durumlar dörttür: Kıyam (ayakta durma), rükû (eğilme), sücûd (yere kapanma) ve kuûd (oturma). Bu hareketleri yapma sırasında, secdede karnı dizlerden uzak tutma durumu hariç, cinsel organ yayılmadan (toplu olarak) durur. İbn Ömer karnı dizlere yapıştırmanın cinsel organın yayılmaması amacıyla yapıldığını düşünerek bunu yapmayı bid'at ve aşırılık olarak gördü. Sünnet ise buna aykırıdır. Elbise ile örtmek bunun için yeterlidir. Nitekim kıbleye dönme ile ilgili yasağın neticesinin avret yerini çıplak olarak kıbleye döndürme olduğunu kabul ettiğimizde, avret yerinin kıbleye dönmüş sayılmaması için arada duvarın bulunması yeterlidir, İbn Ömer, tabiîye birinci hükmü anlatınca, onun kıldığı namazdan kendi anladığı duruma işaret etmek için de ikinci hükmü söylemiştir. Vâsi'in "bilmiyorum" sözü, İbn Ömer'in düşündüğü şeyin onun aklına gelmediğini göstermektedir. Bu sebeple İbn Ömer, engelleme konusunda ona ağır ifadeler kullanmamıştır. Doğrusunu Allah bilir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
"Fethu'l-Bari" (Sahih-i Buhari Şerhi)
4. BÖLÜM ABDEST
12. İki Tuğla Üzerine Oturarak Tuvalet Yapmak
145- Vâsi' İbn Hibban'ın rivayet ettiğine göre Abdullah İbn Ömer şöyle söylerdi:
İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar. Oysa ben birgün evlerimizden birinin üzerine çıktım. Resûlullah'ı Sallallahü Aleyhi ve Sellem tuvalet ihtiyacını görmek üzere iki tuğla üzerine oturmuş ve önünü Beytü'l-Makdis'e dönmüş olarak gördüm.
(İbn Ömer, Vâsi'a şöyle dedi): "Belki de sen de karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlardansın."
Vâsi: "Vallahi bilmiyorum", dedi
Mâlik, İbn Ömer'in burada namaz kılarken yerden uzakta durmayan, yere yapışık olanları kasdettiğini söylemiştir. [Hadisin geçtiği diğer yerler: 148,149,3102]
Açıklama
Buradaki tuğladan kasıt, bina yapımında kullanılan çamurdan yapılmış ve pişirilmemiş tuğladır.
İbn Ömer burada belirtilen davranışı yaparken Hz. Peygamber'i Sallallahü Aleyhi ve Sellem seyretmeyi kasdetmemiştir. Beyhakî'nin, Nâfi İbn Ömer yoluyla rivayetinde görüleceği üzere zorunlu bir şey için evlerinin damına çıktığında tevafuken görmüştür. Bu şekilde kasıt dışı tevafuken gördüğünde bunun da faydasız kalmamasını istemiş ve bununla ilgili şer'i hükmü bu sayede bellemiştir. Âdeta İbn Ömer Hz. Peygamberin Sallallahü Aleyhi ve Sellem sırt tarafını görmüş ve ne olduğunu anlamak için bakması da caiz olmuştur. Bu, sahabenin Hz. Peygamber'e Sallallahü Aleyhi ve Sellem uyma amacıyla onun davranışlarını araştırma konusunda ne derece istekli olduğunu göstermektedir. İbn Ömer de böyleydi.
Mâlik, İbn Ömer'in sözünü, "karnını dizlerine yapıştırarak namaz kılanlar" şeklinde yorumlamıştır. Bu, meşru olan secde şekline, yani karnın dizlerden uzak olması ve dirseklerin yere konulmaması şekline aykırıdır.
İbn Ömer'in bu sözünün bağlam ile alakasını Müslim'deki bir rivayet göstermektedir. Vâsi'den gelen bu rivayetin başında Vâsi' şöyle demektedir: "Ben mescitte namaz kılıyordum, bir de baktım Abdullah İbn Ömer oturuyor. Namazımı bitirdiğimde bir tarafımdan kalkarak onun yanına gittim. Abdullah şöyle dedi: İnsanlar "Tuvalet yapmak için oturduğunda kıbleye ve Beytü'l-Makdis'e önünü dönme" diyorlar...İbn Ömer sanki Vâsi'in secde yaparken tam hakkını vermediğini görmüş ve bu konuyu ona yukarıdaki şekilde sormuştur. Bu durumda Vâsi' önce ilk olayı anlatmıştır, çünkü bu kendisi açısından kesin olan merfu bir rivayettir. Bu sebeple bunu zanna dayalı hususa tercih etmiştir. İbn Ömer'in sözlerini naklettiği kişilerin, onun bu konuşmayı yaptığı zamana yakın bir dönemde bunu söylemiş olmaları uzak bir ihtimal değildir. O da bu tabiînin hükmü öğrenerek kendisinden nakletmesini istemiştir. Üstelik bu iki husus arasında bir münasebet bulunması da imkansız değildir. Şöyle ki: Muhtemeldir ki karnını dizlerine yapıştırarak secde eden kişi aynı zamanda, tuvalet yaparken hiçbir durumda kıbleye önünü dönmeyi caiz görmeyen bir kişiydi.
Namazdaki durumlar dörttür: Kıyam (ayakta durma), rükû (eğilme), sücûd (yere kapanma) ve kuûd (oturma). Bu hareketleri yapma sırasında, secdede karnı dizlerden uzak tutma durumu hariç, cinsel organ yayılmadan (toplu olarak) durur. İbn Ömer karnı dizlere yapıştırmanın cinsel organın yayılmaması amacıyla yapıldığını düşünerek bunu yapmayı bid'at ve aşırılık olarak gördü. Sünnet ise buna aykırıdır. Elbise ile örtmek bunun için yeterlidir. Nitekim kıbleye dönme ile ilgili yasağın neticesinin avret yerini çıplak olarak kıbleye döndürme olduğunu kabul ettiğimizde, avret yerinin kıbleye dönmüş sayılmaması için arada duvarın bulunması yeterlidir, İbn Ömer, tabiîye birinci hükmü anlatınca, onun kıldığı namazdan kendi anladığı duruma işaret etmek için de ikinci hükmü söylemiştir. Vâsi'in "bilmiyorum" sözü, İbn Ömer'in düşündüğü şeyin onun aklına gelmediğini göstermektedir. Bu sebeple İbn Ömer, engelleme konusunda ona ağır ifadeler kullanmamıştır. Doğrusunu Allah bilir.
Sallallahu ve sellem ve ala seyyidina Muhammed ve ala alihi ve sahbihi ecmain. Ve’l hamdüli’llahi rabbi’l âlemin.
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah-u Teala’dandır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH azze ve celle BİLİR
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)