8 Eylül 2017 Cuma

Sahabenin Kur’an Anlayışı

Son vahyin ilk muhatapları olan Sahabe neslinden bize intikal eden her rivayet anlamlı ve değerlidir. Birde bu rivayetler, onların Kur’an’ı nasıl anladıkları ve nasıl yaşadıkları bağlamında olursa bu önem ve değer daha da artmaktadır. Çünkü onların Kur’an karşısındaki duruşları, ayetlerin mesajlarını hayatlarına nasıl aktardıkları, cahiliyenin zifiri karanlığından vahyin dirilten aydınlığına nasıl ulaştıkları, bizler için hayati değer taşıyan bilgilerdir. İşte biz yeryüzünün en büyük iman hamlesini vahyin mesajları ile gerçekleştirmiş olan bu bahtiyarlar topluluğunun Kur’an anlayışlarını, bundan dolayı çok iyi anlamak zorundayız.


 Bizler; “Sahabenin Kur’an Anlayışı” dediğimiz zaman 3 kelimeden oluşan bir serlevhayı kendimize yol haritası olarak belirlediğimizi ikrar etmiş oluruz. Gelin bu 3 kelimeyi birer birer ele alıp, iyice anlamaya çalışalım.

Serlevhamızın ilk kelimesi Sahabe’dir. Sahabe dediğimiz zaman sayfalar dolusu bilgiyi sizinle paylaşmamız gerekir. Ama ille de bazı hususiyetleri öne çıkarmak zorunda kalsak, şöyle 5 temel noktada bu kutlu nesli özetleyebiliriz:

Sahabe: Bizlerin Müslümanlığının aynalarıdır.

Sahabe: Efendimiz’in elindeki ilahi fırça ile şekillenen bir toplumdur.

Sahabe: Bizlerin kökleridir.

Sahabe: Rıza makamını elde etmiş bir nesildir.

Sahabe: Bizler için üsve-i hasene olan bir topluluktur.

İşte Sahabe dediğimiz zaman bu 5 nokta ve daha nice şeyler zihin dünyamızda şekillenir. Peki, serlevhamızın ikinci kelimesi olan Kur’an deyince neler zihnimizde çağrışım yapar? Elbette ki, Kur’an deyince, akan sular durur. Kur’an deyince, kelimeler ve cümleler yetersiz kalır. Kur’an deyince yüzlerce, önemli nokta zihnimizde belirir. Mesela; Kur’an deyince, Allah’ın kelamı demiş oluruz. Allah’ın insanoğluna en büyük tenezzülünün o olduğunu söylemiş oluruz. 23 yıllık Nübüvvetli günlerin en büyük semeresinin Kur’an olduğunu ikrar etmiş oluruz. Efendimiz’e verilen en büyük mucizenin o olduğunu dile getirmiş oluruz ve daha nice şeyleri söylemiş oluruz. Burada da Kur’an deyince biz, çok fazla bilinmeyen, yada bilinip de ilk anda akla gelmeyen 5 noktaya dikkatlerinizi çekmek istiyoruz. Nedir bu 5 nokta?

Kur’an: Bir ucu Allah’ın elinde, bir ucu insanın elinde olan canlı bir hitaptır.

Kur’an: İndiği dönemdeki canlılığı ihmal edilerek, o bir vadide, insanlık ise başka bir vadide seyahat ederek, mehcur bırakılmış bir kitaptır.

Kur’an: Sahibi tarafından düşünenlere, aklını kullanabilenlere ithaf edilmiş bir kitaptır.

Kur’an: Uyuşuk bedenleri hareketlendiren, insanlığa yepyeni bir kan ve aksiyon kazandıran ilahi bir nimettir.

Kur’an: Uğruna en değerli şeylerin feda edileceği, hatta yolunda ölünebileceği ilahi mesajlar manzumesidir.

Gelelim serlevhamızın üçüncü ve son kelimesi olan “Anlayış” kelimesine; ne demektir anlayış? Anlayış kelimesine sözlüklerimiz şöyle bir anlam verirler: “Bir şeyi anlama tarzı, ele alma şekli, bir şeyi değerlendirme açısı.” Bu manalardan da anladığımız gibi, anlayış çok çok önemlidir. Eğer bir insan karşısında duran bir hadiseyi, yanlış anlamış ise, yanlış bakış açılarından olaya bakmış, yanlış ve eksik bir değerlendirme açısı oluşturmuş ise, ortaya doğru eylemler koyması mümkün değildir. Anlayış tarzını düzeltmeden de, o eylemler bir türlü düzelmeyecektir.

Bugün İslam dünyasının aynı ve tek bir metin olan Kur’an’dan yola çıkarak, yüzlerce farklı düşünce akımları oluşturmaları ve bu akımların sonucunda farklı eylemler ortaya koymaları işte bu anlayış farkından kaynaklanmaktadır. Öyleyse bugünün dünyasında yaşamak zorunda olan biz Kur’an’ın modern muhataplarının, Kur’an’ın doğrudan muhatapları olan Sahabe neslinden ve tabiî ki Kur’an’ın dolaylı muhatapları olan sonraki nesillerin Kur’an anlayışlarından alacağımız çok önemli mesajların varlığı muhakkaktır. Bize düşende başta vahyin canlı şahitleri olan Sahabe neslinin ve onlardan sonra gelenlerin menzile varmak için yürüdükleri yolda bıraktıkları izleri takip etmektir. Unutmayalım ki, büyüklerin ayak izlerine basarak yürümek, küçük adımları da büyütecektir.

Muhammed Emin YILDIRIM


7 Eylül 2017 Perşembe

Vahyin Lisanında Efendimiz’in (s.a.v.) Şahsiyeti

Yolumuzun tartışılmaz rehberi olan Efendimiz’i (sav) daha iyi tanıma adına ve O’nun o eşsiz şahsiyetini Kur’an’dan öğrenme amacı ile vahyin rahle-i tedrisatının başına geçiyoruz. Kur’an’a; “Ey tüm derlerimizin dermanı! Bize Kur’an’un-Natık/Konuşan Kur’an olan Efendimiz’i anlat” dediğimiz zaman; Kur’an bize onlarca ayette, çok farklı açılardan O’nu (s.a.v.) anlatmaya başlıyor. O’nun şahsında bizlere “İdeal bir mümin nasıl olunur?” sorusuna cevaplar verdiği gibi, görevlerini, yetkilerini ve bu yetkilerinin sınırlarını, yani O’nun (s.a.v.) hakkında bilinmesi gereken her noktayı dikkatlerimize sunuyor. Özelliklede o yüce kameti hakkı ile anlayabilmemiz için şahsiyetinin üzerinde şekillendiği en temel ilkeleri bize öğretiyor. Kur’an’da geçen bazı ayetlerden çıkarabildiğimiz kadarı ile 12 temel ilke çerçevesinde, o eşsiz şahsiyeti anlayabilmemiz için bizlere ipuçları veriyor. Bu ilkeler bize Efendimiz’in şahsiyetinin anahtarlarını öğrettiği gibi, O’nun bereketli mirası olan siyer ve sünneti de nasıl anlayacağımız konusunda en temel ilkeleri içermektedir. 

Öyleyse nedir bu 12 temel ilke?

O (s.a.v.) bir beşerdir.

“De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece ‘beşer’ bir elçiyim. Zaten kendilerine hidayet rehberleri geldiğinde, insanların bu elçilere inanmalarını engelleyen en önemli sebep; ‘Allah peygamber olarak bir ‘beşer’ mi gönderdi’ demeleriydi.” (İsra, 93,94)

O (s.a.v.) Allah’ın seçilmiş bir nebisi ve resulüdür.

“Ey ‘Nebi!’ Sana ve sana uyan müminlere Allah yeter." (Enfal, 64)

“Ey ‘Resûl!’ Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini tam anlamı ile yapmamış olursun.” (Maide, 67)

O (s.a.v.) peygamberlik ailesinin son mührüdür.

“Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah’ın Resulû ve ‘Hateme’n-Nebiyyin’ peygamberlik ailesinin son mührüdür.” (Ahzâb, 40)

O (s.a.v.) muhteşem bir ahlak üzeredir.

“Muhakkak ki sen ‘Hulukin Azîm’ muhteşem bir ahlak üzeresin.” (Kalem, 4)

O (s.a.v.) âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

“Biz seni ancak ‘Rahmeten li’l alemîn’ alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)

O (s.a.v.) en güzel örnek ve modeldir.

“Muhakkak Allah’ın Resulü sizler için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça hatırlayanlar için ‘Üsvetü’n-Hasenetün’ en güzel bir örnek ve modeldir." (Ahzab, 21)

O (s.a.v.) kerim bir elçidir.

“Hiç şüphesiz bu Kur’an ‘Resûlin Kerîm’ çok kerim bir elçinin sözüdür." (Hakka, 40)

O (s.a.v.) hayatın ve ahiretin şahididir.

“Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir ‘Şahid’ şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.” (Ahzab, 45)

O (s.a.v.) güzel haberleri dile getiren bir müjdeleyicidir.

“Biz seni ancak ‘Mübeşşir’ müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Furkan, 56)

O (s.a.v.) insanlığı sonlarının hayrı için uyaran ideal bir uyarıcıdır.

“Biz seni bütün insanlara ancak bir müjdeleyici ve ‘Nezir’ uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe, 28)

O (s.a.v.) eşsiz bir davetçidir.

“Allah’a ‘Dâ’ davet eden, salih ameller ortaya koyan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”
(Fussilet, 33)

O (s.a.v.) getirdiği mesajlarla varlığı aydınlatan ve ışık saçan bir kandildir.

“Sen Allah’ın izni ile insanlığı davet eden bir davetçi ve ‘Sirace’n-Münir’ nur ve ışık saçan bir kandilsin.” (Ahzab, 46)

İlahî Kelamın Efendimiz’in şahsiyetinin anahtarlarını öğretme adına dile getirdiği bu ilkeler ışığında, o bereketli hayatın sahibini daha iyi tanımak zorundayız. Çünkü O’nu (s.a.v.) tanıdıkça başta Rabbimiz olmak üzere, Kur’an’ı, İslamı, İmanı ve tabiî ki hayatı tanıyacağız. Hayatı tanıdıkça da her şeye Rabbimizin verdiği kadar değer vererek, bir değerler anarşisine meydan vermeyeceğiz.Zaten bugün en büyük sorunumuz bu anarşi değil mi?

Muhammed Emin YILDIRIM

6 Eylül 2017 Çarşamba

Şeytanların Kardeşleri

İhvane’ş-Şeyâtîn/Şeytanların Kardeşleri ifadesi, çok önemli bir nitelendirmedir ve öyle her önüne gelene karşı kullanılamayacak kadar da ağırdır. Peki, bu ağır ve önemli ifadeyi neden biz kullanma ihtiyacı hissettik? Öncelikle şunu söyleyelim ki; bu ifade bize yada başka birine ait bir ifade değil, Kur’an’ın kullandığı bir nitelendirmedir. O halde sorumuzu şöyle düzeltelim; Kur’an bu ağır ifadeyi kime karşı kullanmış olabilir? Hakikati inkâr edenlere mi? Allah’ın bir rahmet vesilesi olarak gönderdiği mesajlara karşı duyarsız davrananlara mı? Gelen elçileri katledip, kitaplarını tahrif ve tebdil edenlere mi? Allah’a karşı savaş açanlara mı? Büyüklük taslayıp, rablık iddiasında bulunan sahte ilahlara mı? Günah bataklığında yüzenlere mi? Günahına meşru kılıflar bulup, tevbe edeceği yerde, yaptığı yanlışları savunanlara mı? Faiz, içki, kumar, zina ve daha başka yasaklara karşı sınır tanımayanlara mı? Bu listeyi uzattıkça uzatalım; eğer ilgili ayeti bilmiyorsak, inanın en son sıraya yazacağımız bir eylemi Allah (c.c.) şeytanlarla kardeş olmak gibi ağır bir ifade ile nitelendirir. Öyleyse daha fazla sözü uzatmadan söyleyelim; Rabbimiz bu ifadeyi israf edenler için kullanır.

İsra Sûresinin 26 ve 27. ayetlerinde Rabbimiz şöyle buyurur: “Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Çünkü amaçsız yere saçıp savuranlar ihvane’ş-Şeyâtîn/şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.”

Görüldüğü gibi Kur’an amaçsız yere saçıp savuranları, yani israf edenleri böyle ağır bir ifade ile nitelendirir. Peki, neden Rabbimiz duyanların tüylerini ürpertecek kadar dehşetli olan bu ifadeyi, israf edenler için kullanmış olabilir? Âcizane bunun iki temel sebebinin olduğunu düşünüyoruz.

İlki: Her israf eden, amaçsız yere saçıp, savurduğu şeylerin asli sahibi olarak kendisini zan eder.“Benim değil mi istediğimi yaparım” zihniyeti ile emanetçi olduğunu unutur, farkında olarak yada olmadan Allah’a ait bir hakkı kendi insiyatifindeymiş gibi görür. Haddini aşar, sınırları ihlal eder, ademin rolünü oynayacağı yerde, iblisin rolünü oynar ve şeytanlara kardeş olur.

İkincisi: Her israf edenin amaçsız yere saçıp savurduğu şey, aslında birinin hakkının ihlalidir. Çünkü yaratılan hiçbir şey başıboş ve amaçsız değildir. Öyleyse insan kendine emanet edilen her bir şeyi asıl hak sahibine vermekle sorumludur. Dolayısı ile amaçsız yere harcadığı her şey başka birinin hakkını gasp etmektir. Hak ihlali ise Allah katında insanı zor duruma düşüren en önemli alandır. Bu alanda sınırları ihlal eden ve bunu bir tabiat haline getiren elbette şeytanlarla aynı yolda yürümeye başlayacak ve onlara kardeş olacaktır. İşte bu iki temel sebepten dolayı Kur’an bu ağır ifadeyi israf edenler için kullanmıştır.

Burada israf kavramı üzerinde biraz olsun durmak gerekiyor. Ne yazık ki, birçok İslamî kavram gibi biz israf kavramının da anlamını daraltmış ve bunu sadece mal, mülk, eşya, para, yiyecek gibi maddelerle sınırlamışızdır. Elbette bunlarda israftır ve bu alanlarda hepimizin hayatında az yada çok israflar mevcuttur. Ama unutmamamız gereken temel bir nokta vardır ki, israf hayatımızın her alanında amaçsız olarak harcadığımız tüm nimetler için geçerlidir. Başta mal, mülk, eşya olmak üzere zaman, ömür, sağlık ve daha nice şeylerde de israf olmaktadır. Bize düşen ellerimizdeki tüm nimetlere karşı büyük bir sorumluluk bilinci ile hareket etmektir.

Fırat’ın kenarında abdest alıyor olsak bile, o suyu israf etmemekle bizi yükümlü tutan bir dinin mensupları olarak; başta sofralarımızda olmak üzere, evlerimizde, işlerimizde, okullarımızda yaptığımız israfları görüp, bunların önüne artık bir set çekmemiz gerekmiyor mu? Dökülen yemekler, ziyan olan ekmekler, boşa akıtılan musluklar, gereksiz yere yanan lambalar, lüzumsuzca tüketilen benzinler, asmak için yer bulamadığımız elbiseler, oturacak yer bulamayacak kadar evlerimizi işgal eden eşyalar, yıllardır sakladığımıza rağmen daha kutularından açmadığımız yığınla araç-gereçler ve daha neler neler acaba bizi yavaş yavaş Kur’an’ın bu ağır ifadesinin muhatabı olmaya götürmüyor mu?

Ya israf ettiğimiz zamanlara ne demeli! Televizyon ve internet karşısında öldürülen zamanlar, fındıkkabuğunu doldurmayacak meselelere ayrılan saatler, cihad(!) ediyoruz diye sabahlara kadar süren tartışmalar, toplantı yapıyoruz diye yapılan laf gebelikleri, evde bizlerin yüzlerine hasret çocukların zamanlarından çaldığımız vakitleri sigara dumanları altında havaya savurmalar, acaba bizleri o ifadenin muhatabı olmaya doğru götürmüyor mu?

Bir şeyi samimiyetle itiraf edelim ki; israf hayatımızı tamamen kuşatmıştır. Bugün zamanın yetmediğinden şikâyetçi olan bizler, ellerimizi vicdanlarımıza koyarak yeniden bir muhasebe yapmak zorundayız; yetmeyen zaman mı, yoksa gereksiz yere harcadığımız şeyleri karşılamak için bir ömür tükettiğimiz nefesler yada amaçsızca saçıp-savurduğumuz vakitler mi?

Bize emanet edilen her şeye yazık ediyoruz, kıymet bilmiyoruz, üreteceğimiz yerde tüketiyoruz. Adem ile kardeş olmak varken, şeytanlarla kardeşliği tercih ediyoruz. Sahi şeytanlarla kardeş olanların akıbetlerini bilmiyor muyuz?

Muhammed Emin Yıldırım


http://www.siyervakfi.org/seytanlarin-kardesleri-2/

5 Eylül 2017 Salı

Yücelten de Alçaltan da Kur’an’dır

Sözün sultanı olan Efendimiz (s.a.v.) bir gün Ashabına ilahî kelamın değer ve kıymetini öğretme adına şöyle bir söz söyler: “Gerçekten Allah bu kitap ile bazı toplulukları yüceltir, bazılarını ise alçaltır.”(Müslim, Müsafirîn, 269; İbn Mace, Mukaddime, 16)

Bu sözü belleklerine silinmemek üzere yazan o altın neslin kahramanlarından biri de Hz. Ömer’di. Şahsiyetini adalet, kuvvet ve rahmet üzere oluşturan İslam’ın yüz akı yiğitlerinden biri olan Hz. Ömer, hep bu sözün gölgesinde yaşamış; İslam’dan daha büyük bir şerefin olmadığını hayatında birçok tabloda bizlere göstermiştir. Onun 10,5 yıl süren, değil dostlara düşmanlara bile örnek olan hilafet yıllarının birinde, Mekke valisi Nâfi b. Abdulharis ile aralarında geçen bir konuşma çok manidardır ve bizler için çok önemli mesajlar taşımaktadır.

Vali Nâfi görevli olduğu bir gün yerine azatlı kölelerden biri olan İbni Ebzâ’yı vekil olarak bırakır ve Medine’ye doğru yola çıkar. Medine’ye varmadan Usfân denen mıntıkada Halife Ömer ile karşılaşır. Hz. Ömer Mekke valisini karşısında görünce ilk önce sorduğu; “Kimi yerine vekil bıraktın?” sorusu olur. Çünkü Hz. Ömer devlet işlerinde çok ciddidir, asla en küçük bir ehliyetsizliğe ve disiplinsizliğe yer verilmesine tahammül etmemektedir. Vali Nâfi, “Yerime İbni Ebzâ’yı bıraktım” der. Hz. Ömer tanımadığı bu şahıs hakkında bilgi almak adına bu sefer de; “O kim?” diye sorar. Vali Nâfi; “Bizim azatlı kölelerimizden biridir” diye cevap verir. Mekke’nin sosyal yapısını çok iyi bilen Hz. Ömer şaşırır ve Nâfi’ye derki: “Şimdi sen Mekkelilerin üzerine azatlı bir köleyi mi vekil olarak bıraktın?” Nâfi verdiği cevapla Hz. Ömer’e yıllar önce Efendimiz’den duyduğu sözü hatırlatır. Der ki: “Ey Müminlerin Emiri! İbni Ebzâ içimizde Allah’ın kitabını en iyi bilenlerden biridir; böyle olduğu için zaten ben onu vekil olarak bıraktım.” Hz. Ömer bir anda sarsılır ve yukarıda aktardığımız hadisi hatırlar; Kur’an’ın kendisine tabi olup, onun ahkamı ile amel edenleri ve ahlakı ile ahlaklananları yükselttiğini, ama ona sırtlarını dönenleri, o yokmuş gibi yaşayanları, onu devri geçmiş bir mesaj olarak anlayanları yada onu gözden çıkarılacak kadar basit bir şey gibi ona muamele edenleri ise alçalttığını ikrar eder.

Bu gerçek dün böyleydi de, bugün böyle değil midir? Hakikaten Kur’an bazılarını yükseltip yüceltirken, bazılarını alçaltıp, ayaklar altına düşürmüyor mu? Dün sıradan bir köle iken birden Kâbe’nin çatısında ezanı haykıracak kadar Bilal’i yükseltirken; Mekke’nin en soylu ve en asil insanı Amr ibn Hişam’ı (Ebu Cehil’i) alçaltmadı mı? Dün sıradan bir deve çobanı olan Rebi İbn Amr’ı yükseltip onu binlerce askerin komutanı yapıp, İran topraklarına silinmez harflerle adını kazıtırken, efsanevi komutan Rüstem-i Zal’ı onun karşısında alçaltmadı mı? Dün cahiliyenin zifiri karanlığında her türlü insanlıktan uzak olarak yaşayan çöl insanlarını yükselterek koca bir medeniyetin temellerini attırırken, aynı çağa damgasını vuran nice devletleri birer birer tarih sayfasından silerek alçaltmadı mı? Dün bir avuç insanı Arap yarımadasından ta Avrupa’nın göbeğine kadar getirip, orada yüzyıllar boyu bir kültür ve ilim havuzu oluştururken, aynı insanları Kur’an’a sırt döndükleri için o topraklarda kökleri kazınırcasına alçaltmadı mı? Dün onlarca devlet ve beylik arasında Kur’an’a tabi oldukları için seçilip, üç kıtada adlarını duyuracak kadar büyüyen ve altı yüz yıl bir imparatorlukla destan üzere destan yazan Osmanlı’yı yüceltirken, onların soyundan gelenleri ise Kur’an’a sırt döndükleri için koca bir coğrafyanın neredeyse zekâtı kadar bir toprak parçasına sıkıştırıp onun bunun emirleri ile hareket eden bir memur seviyesine düşürmedi mi? Dün Kur’an’dan aldığı güç ile öldürülen bir tek Müslüman için dünyaları ayağa kaldıracak kadar yücelerde bulunan aynı medeniyetin çocukları, şimdilerde her gün yüzlerce kardeşinin ölümünü sadece seyreden bir hale düşmedi mi? Dün bir karış toprağına değil ayak basanları, göz dikenleri bile titretecek bir güce sahip iken, bugün öz yurdunda garip yaşamaya mahkûm olacak bir düzeye düşürmedi mi?

Kur’an konuşuyor ve diyor ki: “Başınıza her gelen ellerinizle yaptıklarınızdandır.” Ne yaptık ki bu hallere düştük? Ne yaptığımız ortada; Kur’an’a sarılacağımız yerde, onu terk edip başka şeylere sarıldık. Kur’an’a hicret edeceğimiz yerde, ondan başka şeylere hicret ettik. Kur’an’ı hayatımızın eksenine taşıyıp, onu hayatımıza yön verecek imam kılacağımız yerde, onu hayatlarımızın dışına ittik. Kur’an ile şeref kazanacağımız yerde, şerefi yanlış yerlerde arar olduk.

Ümmet olarak kaybettiğimiz değerlere yeniden kavuşma adına Allah’ın bizlere en büyük tenezzülü olan, bizlere hayat kaynağı ve her türlü dertlerimizin şifası olan Kur’an’a yeniden yönelmek zorundayız. Onu anladıkça hayatlarımız anlamlı bir hale gelecek, onu yücelttikçe bizlerde onun sayesinde yüceleceğiz. Ya böyle olmazsa; o yine yüceliğini, değerini ve cazibesini muhafaza edecek, ama biz ne yazık ki alçaldıkça alçalacağız.

Muhammed Emin YILDIRIM


4 Eylül 2017 Pazartesi

Önce Neyi Öğrenmeli?

Kur’an’ın modern muhatapları olan bizler, herhalde bugünün dünyasında en fazla evveliyatlarımızı/önceliklerimizi belirleme noktasında sorunlar yaşamaktayız. Öyle ki çoğu zaman 5.sırada olması gerekeni 1.sıraya, 1.sırada olması gerekeni 15. sıraya, altlarda olması gerekeni üstlere, en önde olması gerekeni en arkaya alma gibi yanlışlara kapılar açmaktayız. Bunu hayatın her alanında yaptığımız gibi ne hazindir ki, Kur’an’ı talim etme alanında da yapıyoruz. İlahi vahyi öğrenme çabalarında da bir türlü sıralamayı istifadelerimizi ziyadeleştirecek bir şekilde tesis edemiyoruz. Peki, bu konuda nasıl bir yöntem izlemeliyiz? İsterseniz cevabını her zaman yaptığımız gibi yine köklerimiz olan Sahabe nesline müracaat ederek bulmaya çalışalım.

Bu konuda sizlere Abdullah ibn Ömer’den bir örnek vermek istiyorum. Abdullah ibn Ömer dediğimiz zaman 7- 8 yaşlarında babası Hz. Ömer’den önce iman ile tanışmış bir yiğitten bahis açmış oluruz. Yaşı küçük olduğu için Bedir’e ve Uhud’a katılamayıp, ancak Hendek Gazvesinde Allah Resulü’nün arkasında kılıç sallama şerefine nail olmuş bir yiğitten bahis açmış oluruz. Adım adım Allah Resulü’nü izleyen; “Bana farz, vacip sünnet deyip durmayın; Allah Resulü filanca işi yaptı mı yapmadı mı onu söyleyin” deyip, Efendimiz’e ittiba ve sünnete temessuk noktasında bazen çizgileri zorlayacak düzeyde bir takibin sahibi olan yiğit bir şahsiyetten bahis açmış oluruz. Ve bize 170’i Buhari ve Müslim’in ortaklaşa rivayet ettikleri olmak üzere, toplam 2630 hadis rivayet ederek, Ebu Hureyre’den sonra en fazla hadis nakleden ve bizlere Müslümanca düşünme ve Müslümanca yaşama hususunda çok önemli katkılar sağlayan bir yıldızdan bahis açmış oluruz. Hayatımızın birçok alanında bize yön gösteren fikirlerin sahibi olan Abdullah ibn Ömer bakın Kur’an anlayışı konusunda bize nasıl bir ufuk açmaktadır?

Abdullah ibn Ömer bir gün sadece Kur’an’ın ezberini öncelleyen bir topluluk görür; işin sadece lafızlarını hıfzetmeye çalışan bu topluluk ne yazık ki, bu yüce sahabiyi sevindirmez ve orada şöyle der: “Biz öyle bir hayat yaşadık ki, bizlere Kur’an’dan önce iman verildi. Bir sûre Efendimiz’e nazil olur olmaz bizler; o sûre de, Allah’ın bizlere vermek istediği mesajları anlamak için gayret sarf eder, helalleri ve haramları öğrenmeye çalışırdık. Siz şimdi nasıl Kur’an’ın lafızlarını öğrenme hususunda çaba harcıyorsanız, biz bu çabadan daha fazlasını o ayetleri anlamak için harcardık. Ama bakıyorum ki, bizden sonra gelenler Fatiha’dan başlayıp, sonuna kadar okuyup ezberlemelerine rağmen; ‘Emirler nelerdir? Nehiyler nelerdir? Üzerinde kafa yorulması gereken meseleler nelerdir?’ Bunları önemsemeden aynen kötü cinsli hurmaların görüntüsü ve tadı gibi işin sadece bir boyutu ile ilgileniyorlar.”

Abdullah ibn Ömer zamanında Kur’an talimi konusundaki eksikliğe işte böyle bir feryat ediyordu. O güne bile böyle feryat eden, kim bilir bizi görseydi, bizim Kur’an ile olan yada hiç olmayan ilişkilerimizi bilseydi acaba neler söylerdi? Neler söyleyeceğini şöyle yada böyle tahmin edebiliyoruz; isterseniz bu meseleye hiç girmeyelim ve bu örnekte Abdullah ibn Ömer’in dile getirdiği bir söz üzerinde biraz duralım. Nedir bu söz? “Kur’an’dan önce imanın verilmesi…” Bu söz ile anlıyoruz ki Sahabe nesli Kur’an’ı talim etmeye başlamadan önce imanın muhatapları olmuşlardır. Bu çok önemli bir noktadır ve gerçekten üzerinde durulmaya değer bir konudur.

Peki, Kur’an’dan önce imanı öğrenen Sahabeye bunu kim öğretmiştir? Elbette ki bunu onlara her konuda olduğu gibi bu konuda da tartışılmaz muallimleri olan Alemlerin Sultanı Efendimiz öğretmiştir. Öyleyse bu bilgi ışığında şöyle bir iddiada bulunsak acaba yanlış bir iddia mı ortaya atmış oluruz? Sahabe önce Allah Resulü ile tanıştı, sonra iman ile tanıştı ve bu ön bilgi ile de Kur’an’ın rahle-i tedrisatının önünde talebe oldu. Yani Sahabe önce Efendimiz’i, sonra imanı, sonra Kur’an’ı tanıdı.

Eğer bu iddiamız doğruysa-ki bunu destekleyen bir çok delile sahibiz- şimdi daha iyi anlıyoruz Sahabenin Kur’an anlayışının temellerini ve bizim nerede yanlış yaptığımızı… Dolayısı ile “Neden Sahabe gibi ilahi vahiy ile sıcak bir ilişki kuramıyoruz?” sorusunun cevaplarından biride işte bu ayrıntıda saklıdır. Çünkü biz Sahabenin elde ettiği ve işin başında kazandığı alt bir zeminden mahrum olarak Kur’an’ın karşısına geçiyoruz. Yeterince Efendimiz’i tanımıyoruz, yeterince imanı ve imanın hakikatlerini bilmiyoruz; bunları bilmeden yada bunları zihin dünyamızda ve yüreklerimizde tam anlamı ile tesis etmeden Kur’an’dan istifade etmeye çalışıyoruz. Ne yazık ki böyle bir zeminden mahrum olduğumuz içinde tam anlamı ile bir istifadeyi elde edemiyoruz.

Öyleyse yapılması gereken aynen Sahabe nesli gibi Kur’an’ın rehberliğinde önce Efendimiz’i tanımak ve sonra imanı; marifet, tasdik, amel ve ikrar dörtlüsü ile hayata hakim kılmak ve böyle bir bilinç ile yeniden Kur’an’a muhatap olmaktır.

Muhammed Emin YILDIRIM

3 Eylül 2017 Pazar

Sâhabe Gibi İnanmak Mümkün mü?

Muhammed Emin Yıldırım Hocanın “Nübüvvet İkliminde İman” başlığı altında işlediği dersten notlar:

Ebû Muhammed Yahyâ b. Yahyâ b. Kesîr el-Leysî el-Masmûdî el-Kurtubî’den bir hatıra….

Onu İmam Malik; “Akil-i Endelüs/Endülüs’in En Akıllısı” diye isimlendirmişti.

Evet, Sahabe olma kapısı kapandı.
Evet, Sahabe’yi sevap itibari ile geçmekte mümkün değil…
Ama bir daha evet, Sahabe gibi inanmak mümkündür, bu olmuştur, olmalıdır da, olacaktır da inşallah…

“Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.”
(Bakara, 137)

“Ümmetin yetmiş üç fırkaya bölüneceğini, bunlardan yalnız birinin kurtuluş fırkası olacağını”
beyan buyurduğunu Dârimî’nin Siyerinden, Tirmizî’nin Süneninden, Süyûtî’nin Câmiü’s-Sağir’inden öğreniyoruz. Hadis şöyledir: 


“İsrailoğullarının başına gelen her şey, pabucun pabuca denkliği gibi, tıpa tıp ümmetimin başına da gelecektir. İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardı. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onlardan bir fırkanın dışında hepsi Cehennem’dedir.”

Ashab-ı Kiram sordu: “Ya Resûlallah! O kurtulan fırka kimlerdir?” Peygamber Efendimiz (asm): “Benim ve ashabımın yolu üzere olanlardır”
buyurdu.(Câmiü’s-Sağîr, 3/3292; Tirmizî, İman, 18)

“(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara ihsan üzere tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 100)

Ayette üç sınıf nazarlara veriliyor:


Muhacirler
Ensar
Ve onlara Tabii olanlar

Kimdir bunlar?

Üç sınıfta Kur’an’da anlatılır. Birer ayet ile tanıyalım.

Muhacirler

“İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Tevbe 20)

Ensar


“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 9)

Tabii Olanlar

“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr 10)

Tevbe Süresi 100. Ayet, bizlere ne gibi mesajlar vermektedir?

Bu ayet bizler için:

1. Beşerin neler yapabileceğini gösteren en güzel numunedir.
2. Belirlenmesi gereken en önemli emel ve en önemli bir hedeftir.
3. Her türlü olumsuzluğa karşı bir ümit kaynağıdır.
4. Doğru yolda nasıl doğru yürüneceğinin en güzel örneğidir.
5. Her daim bizler için yapılanları kontrol edeceğimiz bir mihenk taşıdır.

(Sahabe nasıl davrandı, biz bunun neresindeyiz?)

Peki, ihsan üzere tabi olmak ne demek?

1. Onları gerçek manada severek tabi olmak
2. Onları hayatın temel ölçüsü olarak kabul ederek tabi olmak
3. Onları hayırla yâd ederek tabi olmak
4. Onları iyice anlayarak tabi olmak
5. Onları kendi anlayışlarımıza, yorumlarımıza feda etmeden tabi olmak

“Hakikati inkar etmelerinden dolayı onların kalplerine buzağı sevgisi içirilmişti.” (Bakara, 93)

“O halde kimlerin iman etmesinin ilginç olduğunu ben haber vereyim. İman etmeleri çok harika ve ilginç olanlar şunlardır: Onlar benden sonra gelecekler, ellerinde Kur’an dışında hiçbir şey olmadığı halde bana iman edecekler. Kuşaklar içinde imanları en ilginç ve harika olanlar işte onlardır.” (İbn Kesir, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, c. 2, s. 164)

2 Eylül 2017 Cumartesi

İLMİHAL: İMAN'DA EHL-İ SÜNNET İMAMLARI-12-


72- Kendilerine Ehl-i Sünnet ve Cemaat (Peygamberin ve onun eshabının yolunda bulunanlar) ve Fırka-i Naciye (selamete kavuşanlar) adı verilen müslümanlann inançları, şu yukardan beri yazdığımız gibidir.

Bilindiği üzere, peygamber efendimiz ile görüşüp ona iman edenlere "Ashab-ı Kiram ve Ashab-ı Güzin" denir. Ashabı görüp de onlardan feyiz alan müslümanlara "Tabiîn" adı verilmiş-tir.

Ashab-ı güzin ile Tabiîne "Selef-i Salihin" denir. Bunlar ehl-i sünnetin öncüleridir. Bunlar peygamberimizin yolunu gereği üzere izlemişler ve İslamiyeti her tarafa yaymışlardır. İslam birliğini ve topluluğunu kuvvetlendirmişlerdir. Din adına uydurmalardan uzak kalmışlardır.

73- Ehl-i Sünnet'in İtikat (inanç ve iman) ile ilgili konularda yetkili büyük alimleri ve imamları vardır. Bunlardan her biri, Selef-i Salihin dediğimiz Ashab ve Tabiîn'in yolunda yürümüşlerdir. İslam aleminde yüz gösteren değişik görüşlere, felsefî nazariyelere karşı gerçeği savunmaya çalışmışlardır. İslam inancının ne kadar saf ve ne kadar doğru olduğunu genişlemesine incelemiş ve çeşitli delillerle isbatlamışlardır.

İşte bu büyük mücahid alimlerden biri İmam Matüridî, diğeri de İmam Eş'ari'dir.

74- İmam Ebû Mansur Muhammed Matüridî, hicretin (280) yılında doğmuş ve (333) yılında Semerkand'da vefat etmiştir. Memleketi olan Matürid Buhara ilçelerinden biridir. Kendisi Hanefî mezhebinde idi. Çok kıymetli tefsiri ve başka eserleri vardır. Bizim itikatta (inançta) imamımızdır. Hanefî mezhebinde bulunan müslümanlann büyük çoğunluğu inanç ve itikatta bu Ebü Mansur Matüridî'ye bağlıdır.

75- İmam Ebu'l-Hasan Aliyyü'l-Eş'arî, hicretin (260) yılında Basra'da doğmuş, (324) yılında Bağdad'da vefat etmiştir. Büyük dedesi Ashab-ı Güzin'den Ebû Musa El-Eş'arî'dir.

Ebu'l-Hasan El-Eş'arî Şafiî mezhebine bağlı idi. Ehl-i Sünnet itikatına pek çok hizmet etmiştir. Çok değerli eserleri vardır. Malikîlerle Şafiîlerin hemen hepsi, Hanefîlerin bir kısmı ile Hanbelî mezhebinde olan Müslümanların bazı ileri gelenleri itikat konularında Ebu'l-Hasan El-Eş'arî'ye uyarlar.

76- İmam Matüridî ile İmam Eş'arî arasında esas bakımından ayrılık yoktur. Her ikisi de Ashab ve Tabiîn'in yolunda gitmişlerdir. İkisi de hak üzeredir. Ancak ikinci derecede bulunan bazı konularda ayrı görüşleri vardır. Fakat bunların başlıcaları da, görünüşteki ifade değişikliğinden başka birşey değildir.

Bugün müslümanların büyük çoğunluğu itikat bakımından ya İmam Matüridî'ye veya İmam Eş'arî'ye bağlı bulunmaktadır.
Yüce Allah hepsinden razı olsun, amîn...
"Akıbet takva sahipleri içindir." (Kasas: 83)
Ö.NASUHİ BİLMEN

http://www.tahavi.com/ilmihal/itikat.html

22 Ağustos 2017 Salı

***Unutulmaya yüz tutmuş kıymetli bir mevsim: Zilhicce Geceleri

***SÜNNETE UYGUN İBADET -32- Zilhicce Orucu

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bu üç bölümdeki 6 hadis-i şeriften, Zilhiccenin ilk on gününde tutulan oruçtan Allah’ın hoşnut kalacağını, Arefe günü tutulan orucun günahlara keffaret olacağını, aşure günü oruç tutmanın faziletini, Ramazandan sonra gelen Şevval ayından altı gün oruç tutulursa bir senenin oruçlu geçirilmiş gibi sevap olacağını öğreneceğiz. [1]

1252. İbni Abbâs radıyallahu anhümâ'dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Başka günlerin hiçbirinde, –zilhiccenin ilk on gününü kastederek– şu günlerde işlenecek amel–i sâlihten, Allah katında, daha sevimli hiçbir amel yoktur."

– Allah uğrunda yapılacak cihad da mı üstün değildir, Yâ Resûlallah? dediler.

– "(Evet) Allah yolunda yapılacak cihad da. Ancak malını ve canını tehlikeye atarak cihada çıkan, şehit olup dönmeyen kimsenin cihâdı başka. (O, bundan üstündür), "
buyurdu.

[2]

sadakat.net/riyazus-salihin- 226) Zilhicce Orucu (Zilhiccenin İlk On Gününde Oruç Tutmanın Ve Diğer İbadetlerin Fazileti)

[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 365.
[2] Buhârî, Îdeyn 11. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Savm 61; Tirmizî, Savm 52; İbni Mâce, Sıyâm 39.


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR      

21 Ağustos 2017 Pazartesi

İLMİHAL: KAZA VE KADERE İMAN -11-


67- Bilindiği gibi, Yüce Allah'dan başka yaratıcı yoktur. Bu kainatta meydana gelen her şey, muhakkak Yüce Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla olur. Onun için herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini, Cenab-ı Hakk'ın ezelde dilemiş olmasına "Kader" denir. Yüce Allah'ın böyle dilemiş olduğu herhangi bir şeyi, zamanı gelince meydana getirmesine de "Kaza" denir.

Örnek: Herhangi bir insanın falan günde meydana gelmesini Yüce Allah'ın ezelde dilemiş olması bir kaderdir. O insanın takdir edilmiş günde yaratılması da bir kazadır. Bununla beraber kaza sözü, takdir ve hüküm manasına da gelir.

68- Kaza ve kadere iman da, müslümanlarca bir esastır. Bunlara inanmak, Yüce Allah'a iman esaslarından sayılır. Allah'ın varlığını ve birliğini bilen, O'nun kainata tek hakim olduğuna inanan bir insan için kazaya ve kadere iman etmemek mümkün olmaz. Hangi mümkün şey vardır ki, Yüce Allah takdir ettiği takdirde meydana gelmesin? Hangi şey de vardır ki, Yüce Allah dilemediği halde o meydana gelebilsin?

Onun için biz Allah'ın kaza ve kaderine inanırız, kaza ve kadere razı oluruz. Bu bizim bir iman borcumuzdur. Fakat kendi irademizin ve kendi kazancımızın neticesi olmak üzere, Yüce Allah'ın yarattığı bazı işler vardır ki, bunlar Allah'ın rızasına aykırı olması bakımından, bizim bunlara razı olmamamız gereklidir. Bunlara rıza göstermek caiz olmaz ve bunlara Makzî (Kulun dilemesi üzerine Allah tarafından gerçekleşmesine hüküm verilmiş işler) denir.

Örnek: Bir insan bir günah işlemek ister, irade ve gücünü o günah tarafına yöneltir. Yüce Allah da dilerse, bu günahı o insanın arzusuna göre yaratır. İşte bu günah, Yüce Allah'ın rızasına aykırı olduğu için, ona razı olamayız. Bunun içindir ki, kazaya rıza göstermek, Makzî'ye rızayı gerektirmez.

69- Kaza ve kadere imanın faydasına gelince: Şübhe yok ki, insan bu iman sayesinde Allah'ın yaratıcılığını kudret ve hakimiyetini tanımış olur. Böylece ruhu güç kazanmış olur, ahlak duyguları yükselir, hayata büyük bir güçle atılır ve başarıdan başarıya ulaşır. Çünkü Yüce Allah'ın kaza ve kaderine razı olan bir kimse, hiç bir şeyden yılmaz, sebeblere sarılmayı da, kaza ve kaderin gereği bilir. Bir işte başarısızlığa uğrayacak olsa, "bunda kim bilir, Allah'ın ne gibi gizli hikmetleri vardır" diye düşünür. Allah'ın kazasına razı olur ve ümitsizliğe düşmez, azminde gevşeklik olmaz, heyecana kapılmaz, huzur içinde üzüntü çekmeyen bir kalb ile hayat alanındaki çalışmasını sürdürür.

"Kim Allah'a güvenirse Allah ona yeter" (Talak: 3)

Kaza ve Kadere İman Sorumluluğa Engel Değildir

70- Kaza ve kader, insanların iradelerine, kudretlerine ve çalışıp kazandıkları şeylerden sorumlu olmalarına engel ve aykırı değildir.

Şöyle ki: Yüce Allah insanlara bir güç ve irade (ihtiyar) vermiştir. Bir insan kendi gücünü ve iradesini bir işe harcarsa, buna Kesb (Kazanç) denir. Yüce Allah da dilerse, o işi insanın isteğine göre yaratır. Bu da bir kaza, bir yaratıştır. Onun için insanın bu kazancı, kendi cüz'i irade ve isteği ile olduğundan, o işin değerine göre sorumlu olması gerekir. Yoksa: "Ne yapayım, kader böyle imiş!" diyerek kendisini sorumluluktan kurtaramaz.

Bununla beraber bir insan bir işi yapacağı zaman, kaderin ne olduğunu bilemez, kendi düşünce ve arzusuna göre hareket eder. İşin nasıl sonuçlanacağını önceden bilmediği bir kadere işini dayayarak kendisini işin sorumluluğundan beri görmeye hakkı yoktur.

71- Bir insanın kendisini her türlü kudretten ve iradeden yoksun görmesi bir Cebr (Zorakilik) inancıdır ki, bu doğru değildir. Bizim işlerimizden bir kısmı, arzu ve irademize bağlıdır. Mesela: Ellerimiz bazan bir hastalık sebebiyle titrer, bazan da bunları kendimiz titretiriz. Şimdi bu iki titreme arasında fark yok mudur? Elbette vardır; birinci titreyiş cebrîdir (ihtiyarımızla değildir). İkinci titreyiş ise ihtiyarımızla, kendi istek ve irademizledir.

Cebri savunanlar, çok kere bu iddialarını kendileri bozarlar. Mesela; Onlardan birine bir kimse bir tokat vursa, hemen kızarlar ve karşılık vermeye kalkışırlar. Oysa kendi iddialarına göre, o kimseyi suçlu görmemek gerekirdi. Çünkü onun bir tokat vurması, onların inançlarına göre bir kader gereğidir. Tokat vuran bu işi yapmaya mecburdu. Onun için sorumlu olmaktan beridir.

Bir de cebir iddiasına kalkışanların, kendi inanışlarına göre, yaptıkları iyi işlerden dolayı Yüce Allah'dan bir mükafat beklememeleri gerekir. Çünkü o işler de bir kader neticesidir, onlara göre kulun bu işlerde bir tesiri yoktur, yaratan Allah'dır. Kötü işlerinin sorumluluğunu kabul etmedikleri halde, iyi işlerinden nasıl mükafat bekleyebilirler?

Aksine olarak insanın her işi yapmakta tamamen kudret ve iradeye sahip olduğuna, her şeyi başardığına inanmak da "Kaderiye" mezhebine sapmaktır. Bu da doğru değildir. Bu durumda insan kendisini bir nevi yaratıcı sanmış ve Allah'a has olan bir sıfatı takınma cesaretini göstermiş olur.

Sonuç: İnsan kasibdir (iradesi ile işi kazanır). Yüce Allah da işi yaratır. Bu dünya bir imtihan alemidir. Yüce Allah hikmeti gereği olarak insanlara güç ve kudret vermiştir. Bu sebeble de kulu sorumlu ve yükümlü tutmuştur. İnsan yaratıcısının bu ihsanını hayırlı işlere harcarsa hayır (mükafat) görür. Kötülüğe harcarsa azaba düşer.

Bunun için insanların görevleri kendi hayatlarını kurtarıp parlak bir hayata kavuşmak için hem dünyaya, hem de ahirite ait işlerini güzelce yapmaya çalışmaktır. Yoksa: "Kaza ve Kader ne ise, o meydana gelir" deyip bu çalışmayı terk etmek asla caiz olamaz. İslam dini tembelliğe ve gevşekliğe cevaz vermez.
"İnsana ancak çalıştığı vardır." (Necm: 39


Ö.NASUHİ BİLMEN

http://www.tahavi.com/ilmihal/itikat.html

20 Ağustos 2017 Pazar

İLMİHAL: AHİRETE İMAN-10-


55- Ahiret, bu dünyadan sonraki nihayetsiz (sonsuz) alemdir. Yüce Allah, içinde yaşadığımız bu dünyayı ve üzerinde olan bütün varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Bir gün gelecek, bu dünyadan ve üzerinde bulunanlardan hiç bir eser kalmayacaktır. Allah'ın takdir ettiği gün gelince, insanlarla beraber bütün canlı ve cansız varlıklar yok olacaktır. Bütün dağlar-taşlar, yerler-gökler parçalanacaklardır. Böylece bu alem bambaşka bir alem olacaktır. Bu, kıyamettir. Bundan sonra yine Yüce Allah'ın takdir ettiği zaman gelince, bütün insanlar yeniden dirileceklerdir. İnsanların hepsi "Mahşer" denilen çok geniş ve düz bir sahada toplanmış olacaklar ve yeni bir hayat başlayacaktır. Buna "Umumi Haşr" denilir. Bu yeni hayatın başlayacağı günden itibaren, bitmez ve tükenmez, sonu gelmez bir halde devam edecek olan aleme, ahiret alemi denir. Buna inanmak da, müslümanlıkta bir esastır.

56- Kıyametin kopması ve ahiretin meydana gelmesi, Kur'an'ın ayetleriyle, Peygamberin hadisleriyle ve ümmetin birliği ile sabittir. Diğer bütün peygamberler de kendi ümmetlerine bu gerçeği bildirmişlerdir. Onun için ahirete iman etmek büyük bir görevdir ve her din için önemli bir inançtır.

Kudretine nihayet bulunmayan Yüce Allah için, gelecekte ahiret hayatını meydana getirmek pek kolay şeydir. Alemleri yoktan var eden, hele insanları birçok güç ve meziyetlerle yaratıp kendilerine hayat veren büyük Yaratıcımız için, bütün bu alemleri yok ettikten sonra tekrar yaratmak zor birşey midir? Bir şeyi önce var eden, sonra tekrar onu var edemez mi? Bunları tekrar var edemeyen yaratıcı olur mu? Hayır, Yüce Allah öyle bir büyük yaratıcıdır ki, nice alemleri de yaratmaya kadirdir. Bir kere astronomi ilmine bakalım: Ucu bucağı olmayan bir boşlukta dolaşıp duran ve zaman zaman parlayıp sönen yüz binlerce nur ve ışık alemini bu ihtişamları ile yaratmış olan Allah, ahiret alemini de yaratmaya kadirdir.

57- Allah'a hamdolsun ki, biz müslümanlar, ahiret gününe, ahiretin sonsuz hayatına, Cennet ve Cehennem'in daha önceden yaratılmış olduğuna inanıyoruz. İşte bu iman bizi kurtuluşa götürür, ruhumuzu yükseltir ve bizi mutluluğa kavuşturur. Bu imandan yoksun olmak, insanı şaşırtıp sapıklığa düşürür, hertürlü fenalığa sürükler ve hem dünyada ve hem de ahirette yüzü kara eder.

Kıyametin Oluşu ve Başlangıç Alâmetleri

58- Ahiret alemi başlamadan önce, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, bütün insanların ve bütün alemlerin başına kıyamet kopacaktır. Bu kıyametin kopmasını "Sûr'a birinci üfürüş" olayı meydana getirecektir.

Şöyleki: Melek İsrafil (a.s) "Sûr"denilen ve niteliği ve Yüce Allah tarafından bilinen bir ses verme cihazına üfürecektir. Bundan çıkan korkunç bir ses ile bütün canlılar ölecek, herşey altüst olacaktır.

59- Bildiğimiz yer sarsıntıları, su basmaları, yanardağların patlamaları, yıldırımların düşmesi ve yerlerin çökmesi gibi bir takım olaylar yüzünden yeryüzünde ne korkunç ve ne büyük felaketler meydana gelmektedir. Bunlardan her biri, Yüce Allah'ın büyük kudretini gösteren nişanlardır. İşte yeryüzünde ve göklerde büyük kıyametin kopması da, bizce bilinmeyen çok korkunç bir ses ve gürültü ile (Sûr'a üfürülmenin dehşeti) ile olacaktır. Kimbilir, hatır ve hayalimize gelmeyen daha nice büyük olaylar ve görüntüler buna eşlik edecektir. Bütün âlemlerdeki düzen ve ölçü, ancak Yüce Allah'ın eseridir. O'nun kudretinin delilidir. Yüce Allah bu düzen ve ölçüyü herhangi bir sebeple bir an içinde kaldırınca, bütün varlıklar hemen altüst olur, maddeler arasındaki bağlantılardan hiç bir eser kalmaz, hiç bir canlının yaşamasına imkan kalmaz.

İşte bu umumi (genel) kıyamettir. Bunun kopacağı zamanı ancak Yüce Allah bilir.

60- Kıyametin alâmetlerine gelince: Bunlar, Eşrat-ı Saat (Kıyamet Alametleri) denen bazı tuhaf ve çirkin olağanüstü olaylardır. Bunların meydana geleceğini Peygamber efendimiz bildirmiştir. Başlıcaları şunlardır;

1) Din konusunda bilgisizliğin her tarafa yayılması, sarhoşluk veren şeylerin içilmesi, zina ve benzeri kötülüklerin çoğalması, öldürme olaylarının artması... Bunlara küçük alâmetler denir.

2) Müminleri nezleye tutulmuş ve kafirleri sarhoş olmuş gibi yapacak bir dumanın çıkması.

3) Deccal adında bir şahsın türeyip tanrılık davasında bulunması ve sonra kaybolup gitmesi...

4) Ye'cüc ve Me'cüc adında iki milletin yeryüzüne yayılarak bir müddet bozgunculuğa çalışması...

5) Hazret-i İsa'nın gökten inerek bir müddet Peygamberimizin şeriatı ile amel etmesi...

6) "Dabbetü-l Arz" adında canlı bir yaratığın yerden çıkarak insanlara karşı sözler söylemesi...

7) Yemen tarafından korkunç bir ateş çıkarak etrafa dağılması...

8) Doğu ile batıda ve Arab yarımadasında birer büyük yer çöküntüsü olması...

9) Güneşin az bir zaman için battığı yerden doğması...

Bu alametlere de, Büyük Alametler denir.

Bütün bu olaylar Yüce Allah'ın kudretine göre, hiç bir zaman imkansız sayılamaz. İçinde yaşadığımız bu âlemdeki olayların her biri, acaib bir yaratışın ve büyük bir kudretin nişanıdır, bir üstünlük örneğidir. Artık Kıyamet Alâmetleri denilen bu olayları düşünen hangi insan imkansızı görebilir?

Bundan önce varlıklarına imkan verilmeyen nice büyük icatlar zaman zaman ortaya çıkmıyor mu? İnsanların zeka ve çalışmaları sayesinde böyle bir takım büyük ve güzel şeyler meydana geldiği halde, yaratıcımızın büyük kudreti ile artık nelerin meydana gelebileceğini düşünelim.

"Bütün bunları yaratmak Allah'a güç değildir." (İbrahim:20)

Ahirete Ait Olaylar

61- Kıyamet koptuktan bir süre sonra Yüce Allah'ın emriyle sura ikinci üfürüş olacaktır. Bunun üzerine bütün insanlar dirilerek yerlerinden kalkacaklar ve mahşer (toplantı) meydanında bir araya gelmiş olacaklardır.

Bir insanın bedeni yüz binlerce parçaya ayrılsa, her tarafa savrulup saçılsa ve çürüyüp kaybolsa, yine bunlar Yüce Allah'ın ilminden ve kudretinden dışta kalmazlar. Yüce Allah dilediği zaman bunları kudreti ile bir araya toplayıp diriltir, dilediği sonuca kavuşturur. İnsanların böyle yeniden hayat bulmalarına Haşr-i Ecsad (Bedenlerin toplanması) denilir. Bu olay, ruhların bedenlerine yeniden girmesiyle meydana gelecektir.

62- Bilindiği gibi, ruhlar Allah'ın birer emridir. Onların gerçek halleri insanlar tarafından bilinmez. İnsanlar ölünce, onların ruhları geçici bir zaman için başka bir aleme gider. Orada dünyada yapmış olduğu işlere göre ya rahat yaşar yahut azab görür. O aleme Berzah Âlemi denir. Bu, dünya ile ahiretten başka olan bir alemdir. Hayatla ölüm arasında uyku hali ne ise, ölümle ahiret hayatı arasında olan Berzah alemi de onun benzeridir. Bunun gerçek halini ancak Yüce Allah bilir.

İşte ruhlar, ebedî bir şekilde ölümden ve yok olmaktan kurtulmuş oldukları için, ahiret hayatı başlayınca her ruh, Allah'ın kudreti ile meydana gelecek olan kendi bedenine döner. Onunla birleşerek beraberce Mahşer'e gider. Bu esas bakımından cisimle ruhun bir araya gelmesinden başka bir şey değildir.

62- Mahşer'de her mükellef (yükümlü) insan sorguya çekilecektir. Dünyada yaptığı işleri gösteren amel defteri kendisine verilecek, dünyadaki amelleri tartıya konacaktır. Müminlerin bir kısmı peygamberlerin ve diğer büyük kimselerin şefaatına kavuşucaktır. Her insan "Sırat" denilen köprüden geçmek zorunda kalacaktır. İnsanların bir kısmı Sırat'ı geçerek Cennet'e girecek, bir kısmı da bundan geçemeyip Cehennem'e düşecektir. Şöyle ki:

1) Ahiret gününde sorguya çekilme, yükümlü olan bütün yaratıkların Allah tarafından hesaba çekilmesidir. Mahşer'de büyük bir adalet mahkemesi kurulacak ve herkesden dünyada yaptıkları sorulacak, ona göre hakkında karar verilecektir.
Daha önce de insan öldüğü zaman kabrinde "Münker ve Nekir" denilen iki melek tarafından sorguya çekilecektir. Ölüye soracaklardır: Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Dinin nedir? Kıblen neresidir? Buna Kabir sorgusu denir.

2) Amellerin yazılı olduğu defter, her insanın dünyada iyi ve kötü her işlediği şeyin yazılı olduğu defterdir. Melekler tarafından yazılmış olan bu defter, ahirette sahibine verilecek ve ona: "Al, kitabını oku!" denilecek ve böylece hiç bir şey gizli kalmayacaktır.

3) Mizan, Mahşer'de herkesin dünyada yapmış olduğu işleri tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür ki, bununla amellerin iyi ve kötü miktarı anlaşılmış olur.

4) Sırat, Cehennem'in üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor olan bir köprüdür. Bunun üzerinden Allah'ın iyi kulları çok kolaylıkla geçer. Öyle ki, bir kısmı şimşek çakar gibi aniden geçer ve Cennet'e girer. Kafirler ile müminlerden bağışlanmamış kimseler geçemeyip Cehennem'e düşeceklerdir. Kafirler ebedî olarak orada kalacaklar, müminler ise cezalarını doldurduktan sonra Cennet'e gireceklerdir.

5) Cennet, hatır ve hayale gelmeyen maddî ve manevî nimetleri içinde toplayan, hiç bir zaman yok olmayan ve bugün mevcut olan sekiz bölümlü bir mükafat alemidir. Bulunduğu yeri ancak Allah bilir.

6) Cehennem, bütün kafirlerle bazı günahkar müminler için yaratılmış olan yedi aşağı tabakaya bölünmüş bir azab kaynağıdır. Burada kafirler ebedî olarak kalacaklar ve azab çekeceklerdir. Günahkar müminler ise, bir müddet azab çektikten sonra bağışlanarak Cennet'e konulacaklardır. Cehennem'in bulunduğu yeri de ancak Yüce Allah bilir.

7) Kevser Havuzu, Mahşer günü Yüce Allah tarafından peygamberimize ikram buyurulacak olan gayet büyük bir havuzdur. Bunun çok tatlı ve berrak suyundan müminler içecekler. Mahşerin dehşetinden ileri gelen hararetlerini gidereceklerdir.

8) Şefaat, ahiret günü bir kısım müminlerin bağışlanmaları ve bazı itaatli müminlerin de yüksek derecelere ermeleri için peygamberimizin ve diğer bazı büyük zatların Yüce Allah'dan dilek ve yalvarışta bulunmalarıdır.

Ahirette bütün insanlara ait hesaba çekilme işinin bir an önce yapılması için en büyük şefaatta bulunacak kimse, Hazreti Peygamber Efendimizdir. Onun bu şefaatına Şefaat-ı Uzma (En büyük Şefaat) denir. Peygamberimizin sahib olduğu Cennetteki yüksek makama da Makam-ı Mahmud (Övülen Makam) denir.

Bütün bu saydığımız şeylerin aslını ve özünü ayrıntıları ile bilmek ancak Yüce Allah'a mahsusdur. Ahiretle ilgili bütün bu olayların var olduğunu kabullenmek, Yüce Allah'ın kudret ve azametini düşünüp sezebilenler için asla uzak ve imkansız görülemez. Yüce Allah'a hamd olsun ki, biz bunların hepsine inanmış ve iman etmiş bulunuyoruz.

"Allah her şeye gücü yetendir." (Kehf: 45)

Ahiretin Varlığındaki Hikmet

64- Bilindiği gibi, Yüce Allah'ın varlığı ezelîdir, ebedîdir. O'nun kudreti de sonsuzdur. Her işinde de nice hikmetler vardır. O'nun yaratıcılık sıfatı her zaman varlığını gösterecektir. O'nun yarattığı ve yaratacağı varlıkların bir kısmı devam edecektir. Kimbilir içinde yaşadığımız bu alemi ne kadar asırlar önce yaratmıştır! Sonra da bu alemde birtakım ibadet ve görevlerle yükümlü olmak üzere insanları seçkin bir sınıf olarak meydana getirmiştir.

Bütün bu insanlar ve diğer nice yaratılmış varlıklar boşuna mı yaratılmıştır? Geçici bir zaman için yaşayıp da sonra tamamen yok olsunlar diye mi, bu kadar mükemmel suretle meydana getirilmişlerdir?

Hayır, böyle bir iddiaya insanın vicdanı isyan eder. Her zerrede görülen hikmet buna karşı çıkar.

65- Şübhe yok ki, insanlar bu dünyaya bir imtihan için getirilmiştir. Bu alemde yapmış olduktan iyi ve kötü amellerinin sonuçlarına ve karşılıklarına başka bir alemde ebedî olarak kavuşmak için yaratılmışlardır. Bu dünyada herkes yaptığının karşılığını yeter derecede görmemektedir. Nice saygı değer iyi insanlar sefil bir halde yaşarlar. Nice sapık ve azgın kimseler de, rahatlık içinde yaşayarak kötü yürüyüşlerinin cezasını dünyada görmezler.

Bu bakımdan Yüce Allah'ın adaletinin tam manasıyla gerçekleşeceği bir alem lazımdır ki, herkes yaptığı işlerin karşılığını orada bulsun. Böylece Yüce Allah'ın yaratıcılık sıfatı kendisini daima göstersin.

66- Şunu da düşünmelidir: Bu dünyada insanlar ve diğer sorumlu yaratıklar iki kısma ayrılmıştır: Bir kısmı üzerine düşen görevleri yerine getirmekte ve Allah'ın varlığına değişmez bir inançla sarılmış bulunmaktadır. Bu değişmez ve devamlı inanç sahiblerinin mükafatları da ahiret hayatında ebedî olacaktır.

Diğer bir kısmı ise, görevlerini kötüye kullandıklarından Yaratıcısını unutmuşlar ve nefislerine uyarak gittikleri sapık yolun doğruluğuna devamlı bir inançla bağlanmışlardır. Milyarlarca sene yaşayacak olsalar dahi, kendi inanç ve inkarlarını terketmemek kararında bulunurlar. Onun için bunların cezası da, kendi inançları gibi ebedî olacaktır. Ahirette sonu gelmeyen bir azaba düşeceklerdir.

Şunu da ilave edelim ki, Yüce Allah katında güzel iman o kadar makbul ve büyük bir şeydir ki, onun karşılığı, Allah'ın bir ihsanı olarak sonsuz bir mükafattır. Allah'ı inkar edip batıla tapınmak da, o kadar büyük bir cinayettir ki bunun karşılığı da, sonsuz bir azabdan başka bir şey değildir.

"İyi insanlar Naîm'de (Nimet Veren'de), günahkar kimseler de Cehennemdedirler." (İnfitar: 13-14)


Ö.NASUHİ BİLMEN

http://www.tahavi.com/ilmihal/itikat.html

19 Ağustos 2017 Cumartesi

İLMİHAL: MELEKLERE İMAN -9-


50- Melekler ruh gibi lâtif ve nuranî varlıklar olup asıl vasıfları Allah tarafından bilinen ve büyük sahib olan Allah'ın kullarıdır. Meleklerin bir kısmı daima ibadet ve zikirle uğraşır. Bir kısmı da yer ve göklerde pek çok görevlerle meşgul olurlar.
Melekler yemekten, içmekten, evlenmekten, doğup doğurmaktan beridirler. Değişik şekillere girmeye kaabiliyetleri vardır. Yüce Allah'ın emirlerine asla isyan etmezler. Görevlerini emredildikleri şekilde aynen yaparlar. Kıyamete kadar kudsiyet içinde yaşayıp manevi bir zevk ile vakit geçirirler.

51- Müminler meleklerin varlığına iman etmekle yükümlüdürler. Onların varlığı aslında mümkün olan şeydir. Gerçekte varlıkları ise, bütün Peygamberler ve onlara verilen Kitablar tarafından bildirilmiştir. Artık melekleri inkar, bütün peygamberleri ve kitabları inkat etmek sayılacağından onları inkar asla caiz olmaz. Bundan dolayıdır ki, öteden beri meleklerin varlığına bütün milletler iman edegelmiştir. Onun için meleklere iman etmek, bizim dinimizde de şarttır.

52- Meleklerin varlığını bütün peygamberler ve bütün semavî kitablar haber vermişlerdir. Bu alemde bizim bildiğimiz ve nice bilmediğimiz gizli-aşikar yaratıklar vardır. Bugün varlıkları keşfedilmiş veya henüz keşfedilmemiş nice kuvvetler mevcuttur. Hatta akıl ve şuura sahip olup gözle görülmeyen "Cin" adlı yaratıklar vardır. Onların varlığını peygamberler ve kitablar bildirmiştir. Onların da insanlar gibi bir kısmı mü'min, bir kısmı kafirdir.

Akla ve şuura, kuvvet ve kudrete sahib varlıkların yalnız insanlardan olduğunu söylemek, koca kainatın yaratıcısı olan Yüce Allah'ın kudret ve büyüklüğünü düşünmemekten ileri gelir. Bir şey gözle görülmediğinden ve duygularımızla anlaşılmadığından dolayı o inkar edilemez. Nitekim kendi ruhumuzu ve vicdanımızı görmediğimiz halde bunları inkar edemiyoruz.

Bu kainatın büyüklüğü karşısında küçük bir parça yerinde sayılan yeryüzünde cins ve şekilleri anlatılamayacak kadar canlı varlıklar yaşamakta iken, başka bildiğimiz ve bilmediğimiz alemlerde bizim yaratılışımıza aykırı biçimde akıllı ve şuurlu yaratıkların bulunmadığı nasıl söylenebilir?

Meleklerin Varlığındaki Hikmet

53- Meleklerin yaratılışındaki hikmeti tamamıyla ancak Yüce Allah bilir. Biz şunu söyleyebiliriz: Yüce Allah, kudret ve hikmetine son olmayan bir yaratıcıdır. Nice sayısız alemler yaratmıştır. Yüce Allah kendi varlığını bilsinler ve kendine ibadet etsinler diye, insanları ve cinleri yarattığı gibi, melekleri de yaratmıştır. Bunları da alemde birtakım görevlerle görevlendirmiştir. Böylece kainatın düzenini sağlamıştır. Bu sayede Yüce Allah'ın her varlık üzerinde büyük kudreti görülüyor, her şey O'nun varlığına şahid bulunuyor, insan kendi varlığının daima üstün ve gizli kuvvetler tarafından göz altında bulunduğunu düşünerek uyanık bir halde yaşıyor.

54- Cebrail, Mikâil, Azrail ve İsrafil adında dört melek vardır. Bunlar meleklerin en büyükleridir. Bunların yanında birçok melekler daha bulunur. Cebrail (Cibril) aleyhisselam, Yüce Allah'ın kitablarını peygamberlere getirip tebliğ etmekle görevlidir. Mikâil aleyhisselam, yeryüzündeki rüzgar, yağmur, ekin ve benzeri olayların meydana gelmesi için görevlendirilmiştir. Azrail aleyhisselam, insanların ölme (ecel) vakitleri gelince ruhlarını almak için görevlidir. İsrafil aleyhisselam da, kıyamet gününün kopmasına ve öldükten sonra bütün insanların tekrar dirilmesine memur edilmiştir. Kimbilir bunların daha nice görevleri vardır!...

Ayrıca Hafeze ve Kiramen Katibin denilen melekler vardır. Bunlardan her insanın yanında iki melek bulunur. Biri insanın güzel işlerini, diğeri de yaptığı kötü işleri yazar. Bu şekilde insanın amel defterini meydana getirirler.
İşte her şeyi muhakkak bir hikmete bağlı olarak yaratmış olan Yüce Allah, melekleri de, bu gibi görevleri yapmak ve kendi adaletini tanıtmak, kudret ve hakimiyetini göstermek için hikmeti gereği yaratmıştır.

"Senin Rabbin her şeyi bilen yaratıcıdır." (Hicr: 86)


Ö.NASUHİ BİLMEN


http://www.tahavi.com/ilmihal/itikat.html

18 Ağustos 2017 Cuma

İLMİHAL: SEMAVİ KİTAPLARA İMAN-8-


40- Yüce Allah, insanlara yine insanlardan Peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerden bir kısmına da kendi emirlerini ve yasaklarını, kendisine ibadet şekillerini öğreten kitaplar indirmiştir.

Bu kitaplardan bir kısmına "Suhuf" denir. Bunlar birkaç sayfalık kitablardır. Kitablardan dördü de büyük kitaplardır. İnişleri şöyledir:

On sahife Hazret-i Âdem'e, elli sahife Hazret-i Şit'e, otuz sahife Hazret-i İdris'e, on sahife Hazret-i İbrahim'e verilmiştir diye rivayet edilir.

Büyük kitaplara gelince: Tarih sırasına göre bunlardan birincisi Hazret-i Mûsa'ya verilen Tevrat'tır. İkincisi Hazret-i Davud'a verilen Zebûr'dur. Üçüncüsü Hazret-i İsa'ya verilen İncil'dir. Dördüncüsü de, bizim Peygamberimize (sav.) verilen Kur'an'dır.

Yüce Allah bu kitabları vahy yolu ile göndermiştir. Ya Cibril-i Emin adındaki bir melek aracılığı ile bildirmiş yahut başka bir şekille ilham etmiştir. Bu kitablara "İlahi Kitablar" denildiği gibi, taşıdıkları yüksek vasıftan dolayı "Semavi Kitaplar" ve Cibril-i Emin aracılığı ile indirilmiş olduklarından da "Münzel Kitaplar" denir.

41- Yüce Allah'ın bütün kitablarına iman etmek her mü'min için farzdır. Biz bugün diğer milletlerin ellerinde bulunup da semavi oldukları söylenen kitablara değil de, Allah'ın aslen Peygamberlerine göndermiş olduğu kitabların tümüne iman ederiz. Çünkü Kur'an'dan başka olan kitablar değişikliğe uğramışlardır. Kur'an-ı Kerim'in hiç bir sözü zamanımıza kadar değişmediği gibi, kıyamete kadar da değişmeyecektir; çünkü Allah onu değişiklikten koruyacağını yine Kur'an'da bildirmiştir.

Bütün semavi kitaplar insanlar için birer rahmet olmuşlar ve hak yolu göstermişlerdir. Onun için hepsine iman etmek zorundayız. Bu kitablardan herhangi birini inkar etmek hepsini inkar demektir. Gerçek mü'min o kimsedir ki, Yüce Allah'ın bütün kitablarına inanır. Yüce Allah'ın en son kitabı olan Kur'an-ı Kerim'e sarılır ve onun hükümlerini gözetmeye çalışır.

42- Bugün Kur'an-ı Kerim'den başka diğer Semavi kitaplar tüm olarak yeryüzünde mevcut değildir. Aradan asırlar geçmiş ve birçok milletler tarihe karışmış olduğundan kitabların bir çoğu tamamen kaybolmuş, bir kısmı da büyük değişikliklere uğrayarak İlahî vasıflarını kaybetmişlerdir.

Bugün elde bulunan Tevrat, Zebûr ve İncil nüshalarından hiç biri, Yüce Allah'ın Mûsa'ya, Davut'a ve İsa'ya indirmiş olduğu kitabların aynı değildir. Ancak Kur'an-ı Kerim asliyyetini olduğu gibi korumaktadır, bir kelimesi bile değişikliğe uğramamıştır.

43- Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetleri, daha başlangıcında bizzat Hazret-i Peygamber Efendimiz (sav) tarafından ezberlenmiş olduğu gibi, ashabın birçokları tarafından da ezberlenmiş ve yazılmıştı. Hazret-i Peygamberin (sav) ahirete göçmesinden sonra Hazret-i Ebu Bekir, bütün ashab-ı kiram huzurunda Kur'an'ın birer nüshasını yazdırarak onu değişiklikten korumuştu. Hazret-i Osman'ın halifeliği zamanında da bu asıl kitabdan yeterince yazdırılarak büyük İslâm merkezlerine birer nüsha gönderilmişti. Bunların her birine "Mushaf-ı Şerif" adı verilmiştir. Daha sonra bütün Mushaflar bu asıllara göre aynen yazılagelmiştir.

Her asırda yüzbinlerce Mushaf-ı Şerif yazılmış. Ayrıca Kur'an-ı Kerim'i baştan sona ezberleyen binlerce hafız yetişmiştir. Bu özellik diğer semavi kitablar arasında yalnız Kur'an-ı Kerim'e nasip olmuştur. Bu da bir hikmet gereğidir. Çünkü diğer Semavi Kitablar belli bir kavme ve belirli bir zamana ait olarak Peygamberlere indirilmişlerdi. Kur'an-ı Kerim ise, bütün insanlık alemine ve bütün asırlara mahsus olarak Peygamberimize indirilmiştir. Onun için bu kitabın Allah tarafından korunması bir hikmet gereği olmuştur.

44- Kur'an-ı Kerim'in bir ayeti bile değişikliğe uğramayarak aslı üzere kalması, öyle bir gerçektir ki, bunu bir kısım müsteşrikler (şarkiyat ilimleri ile uğraşanlar) bile insaf göstererek doğrulamaktadır. Bunun aksini iddia edenler, müslümanlık aleyhine propaganda yapan siyasi maksadlı ve körü körüne batıla saplanmış kimselerdir. Bugün Kur'an-ı Kerim her yabancı dile tercüme edilmiş durumdadır. Bu diller arasında Türkçe, Farsça, Hindçe, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça, Felemenkçe ve Çince'ye tercüme edildiği gibi, Cava, Bengal ve Malaya dillerinde de tercümeleri vardır.

Sonuç olarak, bugün Kur'an-ı Kerim'in İlahi ifadeleri bütün beşeriyetin kulaklarına çarpıp durmaktadır. İnsanlığı bir kardeşlik, bir selamet ve mutluluk üzere toplanmaya çağırmaktadır.

"Kur'an bütün alemler için bir uyarıcı, bir zikirdir." (Kalem: 52)

Semavi Kitaplara Olan İhtiyaç

45- Varlıkları ile insanlık alemine şeref vermiş olan Peygamberler, çok önemli olan elçilik ve peygamberlik görevini yerine getirebilmek için, kendilerine Yüce Allah tarafından talimat verilmiş olması gerekir. İşte bu talimat, Peygamberlere Semavi kitaplarla verilmiştir.

Semavi kitaplar, Yüce Allah'ın insanlar üzerinde uygulanacak birer kutsal kanunudur. Allah, insanlara haklarını ve görevlerini bu kanunlar yolu ile bildirmiştir. Peygamberlerin dünyadaki hayatları geçicidir. Peygamberlerin ümmetlerine bildirdikleri İlahi hükümlerin devamı, ancak bu kitablar sayesinde mümkün olmuştur. Eğer bu kitablar olmasaydı, insanlar yaratılışlarındaki hikmetten, üzerlerine düşen görevlerden, kavuşacakları ahiret nimetlerinden ve felaketlerinden habersiz kalırlardı. Yaşayışlarını düzene sokacak İlahi prensiplerden mahrum kalırlardı. Özellikle kutsal ayetleri okumak, onlara ibadet etmek, onlardan öğüt almak ve onlarla gerçeği anlayıp tehlikeli görüşlerden kurtulmak şerefinden ve mutluluğundan uzak kalmış olurlardı.

İşte Semavi kitaplara, taşıdıkları bu yüksek gaye ve hikmetlerden dolayı insanlık aleminin pek ziyade ihtiyacı olmuştur. Bu ihtiyacı karşılamak için de, bu kutsal kitablar insanlara ihsan buyurulmuştur.

Kur'ân'ın Nasıl Bir İlâhi Kitap Olduğu

46- Kur'an-ı Kerîm, yukarda da söylediğimiz gibi, Yüce Allah'ın yeryüzüne şeref veren en kutsal kitabıdır. Bu öyle bir kitabdır ki, insanlar ancak onun gösterdiği yolda yürüdükleri takdirde mutluluğa kavuşurlar ve Allah'ın rızasına ererler. İnsanlar arasında her türlü iyi duygular ilerleyip yükselmeye başlar, kardeşlik ve beraberlik meydana gelir.

Kur'an-ı Kerîm'in hem manası ve hem de lafızları Allah'dandır. Yüce Allah'ın vahyi iledir. Vahy Cibril-i Emin aracılığı ile peygamberimize olmuştur. Onun için Yüce Kur'an'ın manası ile amel edilir. Kur'an müslümanların değişmez kanunudur. Lafızları da bir ibadet olmak üzere okunur, onunla sevab kazanılır. Bu lafızlar sayesinde Kur'an'ın manası anlaşılır, ruhlara tesir eder ve onunla Allah'ın rızası kazanılır.

47- Kur'an-ı Kerîm hiç bir kitaba benzemez. Onun manasını hiç kimse değiştiremez, lafzının yerine başka bir söz konamaz ve hiç bir tercüme de Kur'an hükmünü alamaz.

Kur'an-ı Kerîm ebedî kalacak bir mucizedir. Bunun edebî inceliklerine, güzel ifadesine ve taşıdığı manalara bir nihayet yoktur. Bütün insanlar ve cinler bir araya toplansa, en kısa bir sûresinin bile benzerini yapamazlar. Bu bakımdan da Kur'an-ı Kerîm asırlardan beri bütün aleme meydan okumaktadır. Edebî sanat ve kabiliyetlerine güvenen nice kimseler, onun kısa bir sûresinin benzerini yapmaktan aciz kalmışlardır. Buna güçleri yetmediğini de kabullenmişlerdir. Bu durum da Kur'an'ın Allah'ın bir mucizesi olduğuna en sağlam ve değişmez bir delildir.

48- Kur'an-ı Kerîm'in ruhlar üzerindeki tesirine gelince, buna da bir nihayet yoktur. Kur'an-ı Kerîm'in ayetlerini güzelce anlayarak okuyan ve dinleyen temiz kalbli insan, kendinden geçer. dimağında pek çok yüksek duygular uyanır ve ruhu maneviyat alemine yükselir. O manevî duygunun tesirinden de gözlerinden yaş dökülmeye başlar.

Bir bahar mevsiminde yağan yağmurların ve parlayan güneş ışınlarının kurumuş olan bitkileri canlandırması gibi, Kur'an-ı Kerîm'in ifadeleri de anlayışlı kalbler üzerinde çok daha büyük tesirler yapar. Gönüllere yeni bir hayat ve ferahlık verir. Böylece insanı hem dünyasından, hem de ahiretinden haberdar eder, sonsuz bir varlığa ve mutluluğa kavuşturur.

"Biz Kur'an'dan mü'minlere şifa ve rahmet indiriyoruz." (İsra: 82)

Kur'an-ı Kerimin Taşıdığı Gerçekler

49- Kur'an'ın insanlara bildirdiği emirler ve yasaklar, açıkladığı hikmet ve gerçekler pek çoktur. Bunlar temel olarak inançlara, ibadetlere, muamelata, ahlaka, Allah'ın Yüce kudretini gösteren üstün san'at eserlerine, ibret alınacak olaylara ve diğer şeylere aittir. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

1) Kur'an-ı Kerim, insanlara Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, büyüklüğünü, hikmetlerini ve kudsiyetini bildirir. Öyle ki, felsefi görüşlere sahib olanların parlak sözleri onun yanında pek sönük kalır.

2) Kur'an-ı Kerim, insanları ilim ve irfana, ibretle bakıp düşünmeye çağırır. Gaflet içinde yaşamaktan insanları engeller. İnsanlara, Yüce Allah'ın hikmet ve kudretini gösteren büyük eserlerine bakmalarını öğütler.

3) Kur'an-ı Kerim, önceki devirlerde insanlara gönderilmiş olan peygamberlerin bir kısmı ile ilgili bilgi verir. Yüksek görevlerini nasıl başardıkları ve bu görevler uğrunda ne kadar zorluklara katlandıklarını bildirir. Bütün insanların son Peygambere uymalarını emreder.

4) Kur'an-ı Kerim, geçmiş ümmetlere ait ders alınacak en büyük ibret sahnelerini ve tarihi olayları bildirir. İnsanları bunlardan ibret almaya çağırır. Peygamberlere karşı çıkıp isyan eden günahkar kavimlerin çok korkunç akıbetlerini haber verir.

5) Kur'an-ı Kerim, insanlara daima uyanık bir ruha sahib olmalarını ve Hak'dan gafil bulunmamalarını emreder. Nefislerin arzularına uyarak din ve faziletten yoksun kalmamalarını öğütler. Dünyanın maddi yarar ve zevklerine dalıp da, manevi hazlardan ve ahiret nimetlerinden mahrum kalmanın büyük bir felaket olacağını bildirir.

6) Kur'an-ı Kerim, müslümanlara, dinlerine sımsıkı sarılmalarını ve daima hakkı savunmalarını öğütler. Düşmanlarına karşı da, daima kuvvetli bulunmalarını, her türlü korunma vasıtalarını hazırlamak için çalışmalarını hatırlatır. Gerektiği zaman savaş meydanlarına atılmalarını, din ve namuslarını, yurdlarını, maddi ve manevi varlıklarını hem canları hem de malları ile korumalarını emreder.

7) Kur'an-ı Kerim, medeni ve sosyal hayatın bir düzen ve huzur içinde yürümesi için gereken esasları ve kuralları bildirir. İnsanların birtakım hak ve görevleri korumalarını ve gözetmelerini ister.

8) Kur'an-ı Kerim, hem şahıslara, hem de cemiyetlere, selamet içinde kalmaları için adaleti, doğruluğu, alçak gönüllü olmayı, sevgiyi, merhameti, iyilik etmeyi, bağışlamayı, edeb gözetmeyi, eşitliği ve bu gibi yüksek huyları tavsiye eder. İnsanları zulümden, hainlik etmekten, büyüklenmekten, cimrilikten, intikam duygularından, katı yürekli olmaktan, çirkin söz ve işlerden, zararlı olan içki ve yiyeceklerden alıkor. Yapılması, yenip içilmesi helal veya haram olan şeyleri bildirir.

9) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın bu alem için koymuş olduğu tabiî kanunları hiç kimsenin değişteremeyeceğini anlatır. Herkesin bu kanunlara göre davranışlarını ayarlamaları gereğine işaret eder. İnsanlara, çalışmalarının meyvesinden başka birşey elde edemeyeceklerini hatırlatır. İnsanları çalışıp çabalamaya teşvik eder.

10) Kur'an-ı Kerim, Yüce Allah'ın: "Yapınız - Yapmayınız" diye emirlerini ve yasaklarını benimseyip gereğince hareket eden mü'minler için verilecek dünya ve ahiret nimetlerini ve elde edecekleri başarıları müjdeler. İman etmeyenlere de hazırlanmış bulunan kötü akıbetleri, Cehennemin azab şekillerini hatırlatır. Kur'an-ı Kerim, bütün bu açıklamaları ile insanları, yaratılışlarındaki yüksek gayeden haberdar ederek ona iletmek ister.

Sonuç: Kur'an'ın ifadesi bir mucizedir. Bu gibi daha nice hikmet ve gerçekleri içinde toplamıştır. İnsanlık alemi ne kadar yükselirse yükselsin, hiç bir zaman Kur'an'ın yüksek talimatı dışında kalamaz. Kur'an'ın talimatına (gösterdiği prensiplere) aykırı davranışlar ise, aslında yükselme değil, bir alçalmadır.


Ö.NASUHİ BİLMEN


http://www.tahavi.com/ilmihal/itikat.html

17 Ağustos 2017 Perşembe

İLMİHAL: PEYGAMBERLERE İMAN -7-


30- Bütün Peygamberlere iman etmek müslümanlıkta esastır. Lügat manası bakımından peygamber, haber veren kimse demektir. Dini teriminde ise, Allah Tealâ'nın kullarına dinlerini bildirmek için görevlendirdiği seçkin insanların her birine "Peygamber" denir. Bu zatlar Yüce Allah'ın birer elçisi demektir. Bunların Allah'ın Peygamberleri oldukları, kişiliklerindeki yüksek vasıflardan ve Allah tarafından kendilerine verilen mucizelerden sabit olmuştur.

31- Mucize; Başkalarının meydana getiremeyeceği olağanüstü şeylerdir. Bir peygamberin gerçek peygamber olduğunu doğrulamak için Yüce Allah o işi Peygamberinin eliyle ortaya çıkarır.

32- Keramet; Bir kısım olağanüstü işlerdir. Yüce Allah'ın kudretiyle veli kulları tarafından meydana getirilir. Bu kerametler de, o velinin bağlı bulunduğu Peygamber için bir mucize sayılır. Çünkü o Peygamber gerçek Peygamber olmasaydı, kendisine bağlı olanlardan böyle kerametler ortaya çıkamazdı.

33- Meunet-İstidraç; Peygamberlik davasına kalkışmayan ve Peygamberin sünneti üzere yürümeyen bazı bayağı kimselerden meydana çıkan ve olağanüstü bir halde görülen birtakım olaylardır ki, o şahsın büyüklüğünü göstermez ve hiç bir zaman keramet ve mucize derecesine varamaz.

Fakat yalan yere peygamberlik davasına kalkışan kimselerin elinden ne mucize, ne keramet ve ne de başka olağanüstü işler çıkar. Böyle yalancı kimselerin mucize veya harika diye meydana koyacakları şeyler, bir gözbağcılıktır veya bazi ilmî kurallara dayanan bir san'at eseridir. Bunların asıl maksadları hemen meydana çıkar. Onların yaptıklarından daha güzelini başkaları da yapabilir.

Yalan yere peygamberlik davasında bulunanların nasıl bir sonuçla karşılaştıkları, yalanlarının nasıl meydana çıktığı tarihlerde bellidir.

34- Peygamberlere Nebî de denir, Resûl de denir. Bununla beraber yeni bir kitab ve şeriatla bir ümmete gönderilmiş olan zata Resûl, başka bir Peygamberin şeriatına bağlı olarak gelen Peygambere de Nebî denmiştir. Buna Resûl veya Mürsel denmez. Nebî isminin çoğulu Enbiya'dır. Resûl'ün çoğulu Rusül'dür. Mürsel'in çoğulu da Mürselîn'dir.

35- Yüce Allah'ın ilk Peygamberi Hazret-i Âdem aleyhisselâm'dır. Son ve en büyük Peygamberi de, bizim sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm'dır. Son Peygamber olduğu için Peygamber Efendimize Hatemu'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) denmiştir. Bu iki Peygamber arasında, sayılarını ancak Allah'ın bildiği çok Peygamber bulunmuştur. Kur'an'da bu Peygamberlerden sadece şu yirmi beş Peygamberin adı geçer:

Âdem , İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyüb, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, Elyase, Zülkifl, Yunus, Zekerriya, Yahya, İsa, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem). Bunlardan başka Kur'an-ı Kerimde adları geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneynisimli üç zat daha vardır ki, bunların Peygamber veya velî oldukları ihtilaflıdır. Bunların da pek büyük kimseler olduğuna şüphe yoktur. Bu saygıdeğer peygamberlere ait bilgi, kitabımızın onuncu bölümünde verilecektir.

36- Peygamberler her türlü güzel sıfatlara sahibdirler. Onlardan her birinin varlığı bir olgunluk ve üstünlük örneğidir. Özellikle onlarda doğruluk, emanet, seziş ve anlayış, günahlardan korunmuş olma ve şeriatı tebliğ etme vasıfları vardır. Şöyle ki:

1- Peygamberler sadıktırlar; her hususta doğru sözlüdürler. Kendilerinden asla yalan çıkmaz.
2- Peygamberler emindirler. Gerek peygamberlik konusunda, gerek diğer konularda her türlü güvene sahibdirler. Kendilerinde asla hainlik bulunmaz.
3- Peygamberler son derece yüksek bir anlayışa, tam akla ve kuvvetli bir görüşe, üstün bir zekaya sahib bulunmuşlardır. Onlarda gaflet, yüksek duygu ve kavramlardan yoksunluk düşünülemez.
4- Peygamberler masumdurlar. Onlar gizli ve aşikâr her türlü günahlardan, küçük düşürücü bayağı işlerden tamamen beridirler, iffet ve ismet sahibidirler.
5- Peygamberler tebliğ sıfatına sahibdirler. Emrolundukları şeriat hükümlerini, olduğu gibi ümmetlerine bildirirler. Şeriat hükümlerinden herhangi birini saklamış veya unutmuş olmaları asla düşünülemez. Böyle bir şey peygamberlik şanına yakışmaz. Böyle bir tutum, peygamber olarak gönderildikleri hikmete ve Allah'ın iradesine uygun düşmez.

Sonuç: Bütün peygamberler şu yazdığımız beş sıfatı tamamen kendilerinde bulundurmuşlardır. Çünkü bu büyük huylara sahib olmayan kimseler, insanları aydınlatıp onlara öncü olamazlar. İşte bütün peygamberlerin böyle tanıyıp doğrulamak imanımızın sıhhatı için şarttır.

37- Peygamberlerin insanları yola getirmek ve onların kötü hallerini düzeltmek için Yüce Allah tarafından görevlendirilmiş oldukları güzelce düşünülünce, onlara iman etmenin gereği ve önemi kendiliğinden anlaşılmış olur.

Gerçek şu ki, peygamberlere iman etmek, onların yüksek huy ve vasıflarını bilip doğrulamak, onlara son derece saygılı olmak bizim için kesin bir görevdir.

Peygambelere iman etmeyen bir kimse, Yüce Allah'a iman etmemiş sayılır. Çünkü Yüce Allah'a, O'nun razı olacağı bir şekilde iman etmenin yolunu insanlara bildiren ancak peygamberlerdir. Kendi değersiz akıllarını öncü edinmek isteyenler, gerçeğe ve Allah'ın rızasına ulaşamazlar, sapıklık içinde kalırlar. Yüce Allah'ın, peygamberlere iman edilmesi yolundaki emirlerine de aykırı hareket etmiş olurlar. Bu bakımdan hidayetten yoksun kalırlar. Öyle ki, peygamberlerden yalnız birine iman etmemek, tümünü inkar etmek gibidir. Böyle bir inanç, insanı imansız yapar. Hele Allah Tealâ'nın en büyük peygamberi ve peygamberlerin sonuncusu olan Hazreti Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşadığı tarih gün gibi meydandadır, insanlar alemi tarafından bilinmektedir. Artık bugün hiç bir millet, din konusundaki bilgisizliğinden ötürü özürlü sayılamaz. Bugün her millete düşen en önemli görev, bu büyük Peygamberin dinini kabul etmektir. Onun gösterdiği doğru yola koyulmak ve kurtuluşa ermektir. Bu görev tam manası ile yerine getirilirse, insanlık alemi o zaman dünya felaketlerinden ve ahiret azabından kurtulur. Gerçek medeniyete ve ahiretin sonu olmayan mutluluğuna ermiş olur.

Peygamberlere Olan İhtiyaç

38- Bilindiği gibi, Yüce Allah, kendisinin kutsal varlığını ve birliğini bilmeleri, kendisine ibadet ve itaatta bulunmaları için insanları yaratmıştır. İnsanları diğer birçok yaratıklar arasında akıl ve düşünce ile seçkin kılmıştır. Onun için bir insan aklını güzel kullandığı takdirde, kendisini yaratıp da ona düşünüp anlama gücünü veren bir yaratıcının varlığını sezer. Kendisinin ve çevresindeki varlıkların öyle rasgele kendiliklerinden var olmadıklarını anlar. Böylece kendisinde İlahî bir düşünce doğar ve büyük bir kudret sahibi yaratıcının var olduğu inancına ulaşır.

Fakat o Yüce yaratıcıyı hiç kimse şanına uygun bir şekilde bilemez. O'nun peygamberine uymayan kimse, Allah'ın razı olmadığı ibadetlerin hangileri olduğunu kestiremez, yaratılış hikmetinin ne olduğunu anlayamaz, insanlar arasındaki ilişki ve karşılıklı hakların nelerden ibaret bulunduğunu ve görevlerin ne olduğunu gereği üzere belirleyemez. Nihayet yaratılış gayesinin dışında yürür de bundan haberi olmaz. Cehalet içinde bulunduğunun farkına varamaz. Böylece ebedî mutluluktan yoksun kaldığını anlayamaz.

Peygamberlerin varlığından haberi bulunmayan veya peygamberlerin yoluna inanmayıp gerçekleri bozarak değiştiren nice milletler sapıtmışlar, insanlığa yakışmayan hallere düşmüşlerdir. Aralarında her türlü vahşet hareketleri türemiş, insanlara, ağaçlara ve taşlara tapınıp durmuşlardır.

İşte insanları bu gibi çirkin hallerden kurtarmak, onlara din ile dünya görevlerini öğretmek ve böylece hem dünya, hem de ahiret mutluluğuna ermelerini sağlamak için Allah'ın elçileri olan peygamberlere ihtiyaç vardır.

Onun için Yüce Allah kendi ihsan ve ikramı ile insanlara peygamberler göndermiştir. Böylece insanlara karşı "İlahî hüccet" tamam olmuştur. Artık hiç kimse, "Ben görevimi bilmiyordum; onun için sana ibadet edemedim." diye özür beyan edemeyecektir. Çünkü Yüce Allah insanlara görev bildiren peygamberleri göndermiştir. Bunlar Allah'ın hüccet ve delilleridir.

39- Daha önce söylediğimiz gibi, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu, bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hazret-i Muhammed, yeryüzündeki bütün milletlere gönderilmiş bir peygamberdir. Peygamberliği kıyamete kadar devam edecektir; en son peygamberdir. Onun yaymış olduğu din, bütün insanlara aittir. Onun getirdiği İslam dini, bütün insanlığın dinidir, yaratılış gayesine en uygun olan bir dindir. Her zaman için ihtiyaçlara cevab verecek olan hikmet dolu ebedî bir dindir. O mübarek peygamberin getirdiği kitab (Kur'an) tümü ile hiç bir değişikliğe uğramaksızın kıyamete kadar Allah tarafından korunmuş olacaktır.

Sonuç: Beşeriyet öteden beri peygamberlere muhtaç bulunmuştur. Peygamberlere uymaksızın hak yolu bulacağını ve Hakka ereceğini savunan bir gafile soralım: Eğer peygamberlerin varlığından habersiz bir bölgede yetişmiş bulunsaydı, kendisinde Allah'ın varlığı ve O'na karşı görevleriyle ilgili fikirler gerçek şekli ile bulunabilecek miydi? Din ve dünya işlerine ait görevleri belirleyebilecek miydi? Kendi vicdanında yüksek duygulara karşı bir çekicilik bulabilecek miydi?

Zavallı İnsan! Kendi ruhunda sönük bir şekilde parıldamaya başlayan bazı yüksek fikirlerin kendisine nereden geldiğini hiç düşünmemektedir. En kolay işlerde ve tenlerde bile bir hocaya, ustaya ve yol göstericiye insan muhtaç olur da, en önemli olan din konusunda gerçekleri öğrenmek için bir öğreticiye, bir yol göstericiye nasıl muhtaç olmaz? Doğrusu, sağduyulu hiç bir düşünür, peygamberlere olan ihtiyacı inkar edemez.

"Hiç bir ümmet yoktur ki, onlar içinden bir uyarıcı (peygamber) gelip geçmiş olmasın."
(Fatır: 24)