9 Ekim 2014 Perşembe

378.USUL-İ FIKIH

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Modernistlerin Usul-i Fıkıh eleştirilerine cevap niteliğinde güzel bir yazı :


İslam dini, insan hayatını bütün cepheleriyle kuşatan ve en ince teferruatına kadar hayatı kainatın yaratılış gayesine uygun biçimde tanzim eden kapsamlı bir dindir. İslam dini insan hayatının sadece ruh ve gönül boyutuyla değil; inanç, düşünce, davranış, yaşayış tarzı ve ahlak boyutuyla da ilgilenir, ölçüler koyar; fertten topluma insan hayatını düzenler. 

İslam dininin getirdiği ölçüler Peygamber efendimizin (s.a.v) tebliğ ettiği naslar aracılığıyla insanlığa ulaşmıştır. Sözünü ettiğimiz dinî nasların bir kısmı inanç ve düşünceyle, bir kısmı davranış ve yaşayış biçimiyle, bir diğer kısmı da ahlakla ilgilidir. Nasların inanç konularıyla alakalı olarak getirdiği ölçülere itikadî hükümler davranışlarla alakalı olarak getirdiği ölçülere amelî hükümler , ahlakla alakalı olarak getirdiği ölçülere de ahlakî hükümler adı verilmektedir. Bu hükümler henüz yazılı kültürün yaygınlaşmadığı İslamın ilk dönemlerinde ekseriyetle rivayet birikimi olarak kuşaktan kuşağa aktarılmış ancak sonraki dönemlerde kitaplara kaydedilmiştir. Bir dönem herhangi bir sınıflandırmaya gidilmeden mecmualarda derlenen bu hükümler, ilerleyen zamanlarda alan farklılığına göre müstakil kitaplarda toplanarak islamî ilimlerin tedvinini getirmiş ve itikadî hükümler Akaid / Kelam ilminde, amelî hükümler Fıkıh ilminde, ahlakî hükümler de Tasavvuf ilminde incelenmiştir. Bu ilimlerden başka dinî kaynakları/delilleri inceleyen ilimler de vardır ki bunlardan Kuran'ın mana ve mefhumunu konu edinen ilme tefsir ilmi, hadis rivayetlerinin zaptı ve sıhhat ölçüleriyle ilgili ilme de hadis ilmi adı verilir. Bütün bu ilimlerin yanında hükümlerle dini kaynaklar arasında köprü vazifesi gören Usul-i fıkıh ilmi vardır. Usul-i fıkıh ilmi Kuran ve sünnetten hüküm çıkarmanın yöntemini konu edinen bir ilimdir ve muhtevası fıkıh ilmiyle birlikte oluşmuştur.

Başlıca kısımlarına yer verdiğimiz bu ilimler tarih boyunca Müslümanca yaşamanın temel referansları olmuş ve siyasetten sosyal hayata kadar tarihin akışını Müslümanlardan yana dengelemiştir. Ne var ki tarihin akışını kendi lehine çevirerek yeryüzünü sömürmek isteyen egemen güçler, yeryüzünün en verimli topraklarını ellerinde tutan Müslüman toplumun, kaba kuvvetin söküp alamadığı imanî bir mukavemete sahip olduğunu görünce onları dinî ve tarihî değerlerinden kopararak kimliksiz halk yığınları haline dönüştürmenin planlarını yapmışlardır. Bunun için amaçları önünde en büyük engel gördükleri Müslümanların zihin yapısını tahrip edip çıkarları doğrultusunda yeniden inşa girişiminde bulunmuş, bu bağlamda iman, itaat, teslimiyet, aşk, irade, hürriyet, adalet ve hak gibi zihin kodlarını teşkil eden kavram örgüsünü tahrif etmeye başlamışlardır. Ne var ki bu kavramlar dinî değerini İslamî ilimlere borçlu olduğundan söz konusu tahrif planı İslamî ilimleri de içine alacak biçimde genişletilmiş ve Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin orijinalitesi tartışmaya açılmıştır. Bu tartışma süreci içerisinde tavrını egemen güçlerden yana koyan modernistler, ekseriya İslamî ilimlerin ve bu ilimlerin ikame ettiği sünnî anlayışın tarihsel olduğunu ve Hz. Peygamberden (s.a.v) çok sonraları dönemlerinin siyasî ve ictimaî konjonktürüne göre biçimlendirildiğini savunmuşlardır.

Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi değildir. Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin teşekkülünde Allah resulünün (s.a.v) payı azımsanmayacak kadar fazladır. Çünkü İslamî ilimlerin başlıca verileri Allah'ın dinini tebliğ ve tebyin yetkisiyle donatılan Peygamber efendimizin (s.a.v) beyanlarına dayanmaktadır. Nitekim Peygamber efendimizin (s.a.v) sahabenin anlamakta güçlük çektiği ayetlerle ilgili beyanları Tefsir ilminin, çeşitli münasebetlerle söyledikleri sözler, yaptığı fiiller ve sergilediği tavırlar Hadis ilminin ve bu mübarek söz, fiil ve tavırların muhtevası da konusuna göre Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerinin ana malzemesini oluşturmuştur. 


Allah'ın birliğinden kabir azabına kadar Akaid ilminin konuları, taharetten vasiyete kadar Fıkıh ilminin konuları ve sabır, rıza, mücahede, şükür ve züht gibi Tasavvuf ilminin başlıca meseleleri hep Peygamberimizin (s.a.v) beyanlarıyla netlik kazanarak İslamî hüviyete kavuşmuştur. Tedvin döneminden sonra anılan ilimler hakkında yazılan eserlerin muhtevasına da bakıldığında bu durum somut olarak gözlenebilmekte; söz konusu eserlerde ayet ve hadislerin önemli bir yekun tuttuğu görülmektedir. Kaldı ki en radikal modernistler bile ferî meselelerin peygamberimiz (s.a.v) tarafından hükme bağlandığını kabul etmektedir. Asıl onların şüphe uyandırmaya çalıştığı konu ayet ve hadislerin tarihselliğine ilişkindir. Bir çok modernist bugün fıkıh kitaplarında belirtilen hükümlerin ayet ve hadislerden elde edildiğini kabul etmekle birlikte bunların, asr-ı saadetin şartlarına göre tanzim edildiğini; dolayısıyla çağın koşullarına uygun olarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunurlar. Bir örnek olarak İslam da hırsızlık cezası olan el kesme uygulamasının yerine modern toplumlarda uygulanan diğer cezalardan birini önerirler. Onlar anılan hükmü getiren Kuran ayetinin hırsızlık suçundan insanları caydırmayı hedeflediğini düşünerek bugün başka bir caydırıcı cezanın verilmesiyle ayetin maksadının gerçekleşmiş olacağını iddia ederler.

Konu nasları yorumlama biçimiyle alakalı olduğundan modernistler eleştiri oklarını Usul-i fıkha yöneltip İslam'ın erken dönemlerinde teşekkül eden usul anlayışını, sığ, lafızcı ve tarihsel olmakla tenkit ederler. Modern çağların problemlerini çözmede yetersiz kalacağını düşündükleri bu usul yerine modernistler, -lafza rağmen- maksadı önceleyen esnek bir usul anlayışını ikame etmek isterler. Amaç bellidir: Modern zamanların, kadim değerleri egemen kültürden yana dönüştüren koşulları karşısında eğilip bükülebilen light bir İslam anlayışı geliştirmek. 


Gerçekte durum modernistlerin iddia ettiği gibi midir acaba? usul ilimleri, Allah resulünün (s.a.v) benimsediği yol terk edilip bir dönemin sosyal, siyasî ve ideolojik teamüllerine göre şekillenerek Müslümanlık tarihi şaibe altında mı kalmıştır? Modernistlerin ileri sürdüğü gibi yerleşik usul anlayışı sığ ve lafızcı mıdır?

Peşinen ifade edelim ki bu iddialar, ilahî adalet ilkesi bir yana tarihî veriler açısından da son derece tutarsızdır. Tarihî veriler göstermektedir ki, diğer ilimlerde olduğu gibi Müslümanlığımızın teminatı olan Usul-i fıkhın temel prensipleri de Allah resulü (s.a.v) ve sahabe tarafından vaz edilmiştir. Bir farkla ki diğer ilimlerin muhtevasını ayet ve hadislerde doğrudan bulmak mümkün olduğu halde Usul-i fıkıh ilminin muhtevasını çoğu kere dolaylı olarak bulabiliriz.

Usul-i fıkıh ilminin ana kaidelerini Peygamberimizin (s.a.v) vazettiğini gösteren bir çok örnek vardır. Bu örneklere geçmeden önce şunu bilmeliyiz ki, Peygamberimiz (s.a.v) dinî hükümleri tebliğ ettiği gibi bu hükümlere ulaşmanın yollarını/usulünü de öğretmiştir. Çünkü dinî hükümlerin tahrif edilmeden kıyamete kadar varlığını sürdürebilmesi usul ilminde ortaya koyulan sistemin teminatı altındadır. Dinî hükümlerin kıyamete kadar bekasını tekeffül eden Şari in bunun teminatı olan usulü ihmal etmesi nasıl düşünülebilir. Şu halde sadece bu durum bile, Usul-i fıkıh ilminin temel prensiplerini bizzat Allah resulünün (s.a.v) vazettiğini söyleyebilmemiz için kafidir. Kaldı ki elimizde Peygamber efendimizin (s.a.v) ashaba bir yandan dinî hükümleri iletirken bir yandan da onları naslardan hüküm çıkarma konusunda eğittiğini ve bu vesileyle Fıkıh başta olmak üzere kendilerini islamî ilimlerde yetiştirdiğini gösteren bir çok delil bulunmaktadır. Allah resulünden (s.a.v) rivayet edilen "ümmetimin kaza / yargı konusunda en maharetli olanı Ali, helal ve haramı en iyi bileni Muaz, feraiz / miras hukukunu en iyi bileni de Zeyd tir." sözü[1] kendileri henüz hayattayken Fıkıh ilminde derinleşmiş sahabiler bulunduğunu gösteren rivayetlerden sadece biridir. Hatta sahabe arasından fetvaları nakledilenlerin sayısı aralarında kadınlar da olmak üzere- yüz otuz küsur kadardır[2]. Ayrıca Peygamber efendimizin (s.a.v) zaman zaman kendisine arz edilen meselelerin çözümünü yanında bulunan sahabilere havale ettiğini ve meseleleri çözerken kendilerine nezaret ettiğini bildiren rivayetler de vardır[3]. Nitekim Peygamberimizden (s.a.v) aldıkları bu eğitim sayesindedir ki sahabe, peygamberimizin (s.a.v) vefatından kısa bir zaman sonra koca toplumları idare edecek ve onların dinî ve sosyal problemlerini çözebilecek ilim ve muhakeme kudretine erişmiştir.

Allah resulünün (s.a.v) usul kaidelerinin vazına öncülük ettiğini gösteren bir vesika olarak onunla Hz. Muaz (r.a) arasında geçen bir diyalogu zikredebiliriz. Rivayete göre Peygamberimiz (s.a.v), kendisini Yemen'e vali olarak göndereceği sırada Hz. Muaz'a (r.a) sana bir mesele arz edildiği zaman neye göre hüküm verirsin diye sorduğunda o Allah'ın kitabına göre hüküm veririm demiş, Allah'ın kitabında bulamazsan neye göre hüküm verirsin diye sorduğunda da, Allah resulünün sünnetine göre hüküm veririm diye cevap vermiştir. Bu defa Peygamber efendimiz (s.a.v) onda da bulamazsan nasıl hüküm verirsin diye sorunca Hz. Muaz da (r.a) kendi reyimle içtihat ederim cevabını vermiştir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v) elçisinin elçisini elçisinin rızasına muvafık kılan Allah'a hamd olsun diyerek Hz. Muaz'ı (r.a) takdir etmiştir[4]. Görüldüğü gibi burada hüküm çıkarırken izlenmesi gereken bir metod olarak önce Kuran'a, sonra sünnete daha sonra kıyas ve içtihada başvurmak gerektiğine açıkça işaret edilerek Usul-i fıkhın gövdesini oluşturan sistematik resmedilmiştir. Ayrıca söz konusu hadisten bütün meselelerin çözümlerinin Kuran da doğrudan bulunamayabileceği; bu bakımdan bir meselenin çözümünü illa da Kuran'dan beklemenin anlamsız olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun yanında Allah resulü (s.a.v) ümmetim dalalet üzerinde birleşmez buyurarak[5], ümmetin ittifak ettiği bir şeyin hidayet/doğru olacağına işaret etmiştir ki bu husus Usul-i fıkıhtaki edille-i erbaa / dört delil kavramının üçüncü ayağı olan icmanın hucciyetini doğurmuştur.

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) ahirete irtihalinden sonra hilafet makamını ihraz eden Hz. Ebubekir es-Sıddık ın (r.a) kendisine arz edilen bir meselenin hükmünü bulmaya çalışırken Peygamberimizin (s.a.v) öğrettiği yöntemi takip ettiği ve önce meseleyi Kuran'dan araştırdığı, Kuran'da bulamadığı takdirde sahip olduğu sünnet birikiminde araştırdığı, bunda da bulamazsa diğer sahabilere bu konuda Peygamberimizden (s.a.v) duydukları bir hükmün olup olmadığını sorduğu rivayet edilmektedir. Sahabenin kendisine konuyla ilgili bir hadis aktarması halinde ona tabi olduğu, aksi takdirde sahabenin ileri gelenlerini toplayarak kendileriyle istişare ettiği ve belli bir görüşte icma / ittifak etmeleri halinde bu görüşe göre hüküm verdiği rivayet edilmiştir. Kaynaklarda Hz. Ömer'in de (r.a) benzer yöntemi izlediği ve bunun yanında karşılaştığı problemle ilgili Hz. Ebubekir'in (r.a) bir hükmü olup olmadığını sorarak ona göre hüküm verdiği nakledilmiştir[6]. Görüldüğü gibi Allah resulünün (s.a.v) irtihalinden sonra doğal olarak sisteme icma delili de eklenmiş ve Hz. Ömer (r.a) kendinden bir önceki halife Hz. Ebubekir'in (r.a) uygulamasını da delil kabul etmiştir. Ayrıca Hz. Ömer'in (r.a) bu tutumu yerleşik usul anlayışında Allah resulünün (s.a.v) tavrını tespit sadedinde sahabe ve tabiinin görüş ve uygulamalarının yön belirleyici konumu için önemli bir veri teşkil etmektedir.

Yine bunun gibi sahabenin yer yer karşılaştığı bazı rivayetler karşısında sergilediği tutumlar, sonraları hadis ve fıkıh usulüne önemli prensipler kazandırmıştır. Örneğin talak-ı bainle boşanmış olan bir kadının iddet döneminde nafaka ve meskeni konusu karara bağlanırken, Fatıma Bint-i Kays'ın (r.anha), benzer bir durumdayken Peygamberimizin (s.a.v) kendisine kocasından ne nafaka ne de mesken tahsis etmediğini rivayet etmesine karşılık Hz. Ömer (ra), doğru mu söylüyor, yanlış mı söylüyor; tam mı anlamış yoksa eksik mi anlamış emin olmadığımız bir kadının sözüne bakarak Allah'ın kitabını ve peygamberimizin sünnetini bırakamayız demiştir[7]. Hz. Ömer'in (r.a) bu tutumu, Hanefî mezhebinde açık Kuran ayetine veya meşhur sünnete muhalif olarak gelen bir rivayetin makbul olmayacağı şeklinde bir kaideyi intaç etmiştir[8].

Modernistler yerleşik usul anlayışının benimsediği nasları anlama ve yorumlama tarzına da itiraz etmişlerdir. Oysa Usul-i fıkıh kitaplarında yer alan nasları yorumlama tekniği Kuran ve hadislerin dili olan Arap lisanının anlatım ve yorum geleneğine uygun olarak geliştirilmiştir. Biz Kuran'ı senin dilinle indirerek kolaylaştırdık ki insanlar ondan öğüt alsınlar (Duhan, 58) ayeti de Kuran'ın Arap dili örfüne göre anlaşılması gerektiğine işaret etmektedir. Nitekim sahabe de Kuran'ı böyle anlamış ve anlamı bilinmeyen ya da yanlış anlaşılabilen Kuran ifadelerini şiir ve deyimler başta olmak üzere Arap dili kaynaklarına göre çözümlemişlerdir. Buna bir örnek olarak bacaktan açıldığı ve secdeye davet edildikleri gün secde edemezler. (Kalem, 42) ayetinde geçen bacak kelimesiyle ilgili olarak İbn-i Abbas'a (r.a) soru yöneltildiğinde cevaben Kuran'dan bir şeyi anlamadığınız zaman onu şiirlerde arayın. Zira şiir Arapların divanıdır diyerek bacakların açılması deyiminin harp sırasında yaşanan korku ve dehşet halini anlattığını gösteren bir şiir okumuş ve ayeti ortalığı dehşet kapladığı gün şeklinde yorumlamıştır[9].

Modernistler yerleşik usul anlayışını lafızcılıkla eleştirmekle de haksızlık etmişlerdir. Zira usulcüler nasların manalarını ihmal etmediği gibi mefhumunu bile itibara almaya çalışmışlardır. O kadar ki bir nassı; ibaresi, işareti, delaleti ve iktizası olmak üzere dört yönden inceleyerek sınırlı sayıdaki naslardan on binlere varan fıkhî meselenin çözümünü bulmuşlardır. Usul-i fıkıhta, nas ve icmanın bulunmadığı konularda delil kabul edilen kıyas bile yine nasların mana ve mefhumundan elde edilen illet üzerine kuruludur. Burada usulcülerin karşı olduğu şey nasların lafızlarını hiçe sayarak mana ve maksadı ön plana çıkarmaktır. Mana ve maksadın anlaşılmasını sağlayan şey yine nassın lafzıdır. Lafza rağmen Şari in maksadını tespite kalkışan kimsenin yaptığı istinbat değil, olsa olsa spekülasyondur. Yerleşik usul anlayışında ayet ve hadislerden hüküm çıkartılırken Şari in maksadı elbette gözetilmiştir. Nitekim usulcülere göre Allah'ın muamelatla ilgili- hükümleri vazındaki nihaî murad / maksat kulların maslahatını celp, mazarratını def dir. Söz konusu hükümlerin hepsinde biz anlasak da anlamasak da bu maksat gözetilmiştir. Fakat Şari in maksadı tespite çalışılırken lafzı ihlal edecek derecede spekülasyona fırsat verilmediği gibi, söz konusu maslahat, belli ölçülerle sınırlandırılarak / somutlaştırılarak istismarın önüne geçilmiştir. Usulcüler bu bağlamda illet olduğu zannedilen bir hususun tesir vasfını[10] kesp etmesi için; ya bizzat kendisinin (ayn) ya da kendisini ve diğerlerini kapsayan daha umumi bir mananın (cins), bizzat kendisinde ya da kendisini de içine alan daha kapsamlı bir hükümde itibar edilmiş olduğunu gösteren nas veya icmayla desteklenmiş olmasını şart koşarlar[11].

Bütün bu anlattıklarımızdan sonra asr-ı saadette, sözgelimi geç dönemlerdeki haliyle usul-i fıkıh konseptinin oluştuğunu söyleyemesek de muhtevası itibariyle bu ilmin o dönemde mevcudiyetinden söz edebiliriz. Bu bakımdan gerek Usul-i fıkıh ilmi gerekse diğer islamî ilimlerin, asr-ı saadette tebliğ edilen İslam dinini yansıtamayan konjonktürel yorumlar olduğu yönündeki fikirlerin tarihî verilerle çatıştığını çok rahat söyleyebiliriz. Fakat şurası da bir gerçek ki, bu ilimler asr-ı saadetteki sadeliğinde kalmamıştır. Tarihi koşullara göre meselelerin teferruatlanması ve ortaya çıkan muhalif fırkalarla tartışma zeminin oluşması sonucu, kendilerinden çağının problemlerine çözüm üretmesi beklenen alimler eserlerinde, asr-ı saadet ve ilk devir pratiklerinden teoriler geliştirmiş ve dönemin ilim / entelektüel diline paralel olarak konuların işleniş tarzında daha aklî / mantıkî bir tarz benimsemiştir.

Bu durum, Usul-i fıkıh ilminde örneğin İmam-ı Şafiî nin (v. 204 h.) er-Risale adlı eseriyle, onun kurucusu olduğu mezhebin bağlılarından İmam-ı Razî nin (v. 606 h.) el-Mahsul adlı eseri mukayese edildiğinde daha kolay fark edilecektir[12]. Er-Risale kuruluş dönemi eseridir ve belli usul konularıyla sınırlıdır. El-Mahsul ise İmam-ı Şafii den yaklaşık dört asır sonra Usul-i fıkıh ilminin olgunlaşma döneminde kaleme alındığından hemen bütün usul konularının işlendiği ansiklopedik bir eser mahiyetindedir. Nitekim her iki kitabın ortaklaşa işlediği bir konu er-Risale de örneğin üç sayfa ise el-Mahsul da otuz sayfayla yüz sayfa arasında değişebilmektedir.

Bunu örnek bir konu üzerinde görebilmek için her iki eserde de ele alınan icma meselesini inceleyebiliriz. Er-Risale de icma bahsi toplam dört sayfa tutmaktadır. Dört sayfalık bu bölümde İmam-ı Şafii, icmanın huccet olup olmadığı yönündeki soruya yer verdikten sonra cemaata bağlılığın gerekliliğini bildiren hadisle icmanın huccet oluşunu delillendirerek bahse son verir[13]. Aynı konuyu yaklaşık yüz sayfada inceleyen Fahru r-Razî kitabında, önce icmanın tarifini verir ve daha sonra tartışmalara geniş yer ayırdığı icmanın imkanı konusunu işler. Müellif dört beş sayfa süren bu tartışmalar sonucu genel olarak icmanın imkanını ispatlayıp icma ile alakalı fer i meselelere geçer. Fer i meselelerin incelendiği bu bölümde yaklaşık onlarca meseleyi işleyen müellif daha sonra icma ehlinin özellikleri ve bu özelliklere göre icmanın kısımlarına değinir. Müellif son olarak icmanın hangi konularda cari olduğunu, icmanın hükmünü ve icmanın bir icmayla veya bir hadisle çatışması durumunda ne gerektiği gibi konuları inceleyerek bahse son verir[14]. El-Mahsul de bahsin bu kadar geniş bir yer işgal etmesi, meselelerin teferruatlanmasının yanında muhalif fırkalarla girilen uzunca tartışmalarla da alakalıdır. Ayrıca tartışmada dönemin istidlal ve ilzam yönteminin gereklerine uyma titizliği de el-Mahsul müellifi Fahru r-Razî yi konuyu uzunca biçimde ele almaya zorlamıştır. İcma bahsi bu iki kitaptan birlikte mütalaa edildiği takdirde görülecektir ki, İmam-ı Şafii nin er-Risale de verdiği temel bilgilerle Fahru r-Razi nin el-Mahsul de verdiği malumat arasında uyuşmazlık söz konusu değildir. Fahru r-Razî mezhebine müntesip olduğu İmam-ı Şafii nin bu konudaki görüşlerine aynen tabi olmakla birlikte, kitabında, onun döneminde gündeme gelmeyen problemlerin çözümüne de yer vermiştir. Fahru r-Razî bunu yaparken yine İmam-ı Şafii nin benimsediği esaslardan hareket etmiştir. Mesela Fahru r-Razî el-Mahsul de sadece dört mezhep imamının ittifakının icma sayılıp sayılamayacağı konusunu işler ki, bu konunun dört imamdan biri olan İmam-ı Şafii nin döneminde gündeme gelmesi mümkün değildir. Neticede Fahru r-Razi böyle bir ittifakın icma sayılamayacağını belirtir ki, bu görüş İmam-ı Şafii nin benimsediği icma anlayışıyla da örtüşmektedir. Sonuç olarak İmam-ı Şafii, Allah rasulü (s.a.v) ve sahabe tarafından kaba hatları belirlenen usul anlayışını döneminin gelişmelerine paralel olarak detaylandırıp geliştirdiği gibi Fahru r-Razi de, İmam-ı Şafii den devraldığı usul mirasını kendi döneminin koşullarını göz önünde bulundurarak özüne uygun biçimde geliştirip zenginleştirmiş ve asrının metodolojik problemlerini çözebilecek donanıma kavuşturmuştur.

İslamî ilimlerdeki açılım / gelişim süreci sadece Usul-i fıkıhla sınırlı kalmamış diğer İslamî ilimlerde de benzer durum yaşanmıştır. Buna bir diğer örnek olarak Akaid-Kelam farklılaşmasında yaşanan gelişim sürecini gösterebiliriz. Bir döneme kadar Akaid alanındaki eserler; muhalif bir inanç ya da felsefe muhatap kabul edilmeden sadece bir müslümanın inanması gereken inanç esaslarıyla sınırlı bir çerçeve çizerken (Akaid), Müslüman toplumu tehdit eden muhalif inançlarla tartışma zemininin oluştuğu sonraki dönemlerde, bu esasların yanında, İslamın Allah, varlık ve alem tasavvurunu da belirleyen felsefî bir tarz kazanmıştır (Kelam). Bu durum Akaid ilmi için bir inhiraf değil, bilakis yeni dönemin icapları karşısında kendi kendini açımlamasıdır. Örneğin İmam-ı Tahavî nin akidesiyle yine Fahru r-Razî nin Mealim-i Usulüddin adlı eserini mukayese edecek olursak, zamanla islamî ilimlerin gövdeden dallara doğru nasıl geliştiğini daha net görebiliriz. Akaid ilminin tedvin dönemlerinde yaşayan İmam-ı Tahavî, dönemin felsefî kavramlarını kullanmadan konuları ayet ve hadislerle ispatlama yoluna gitmiştir. İmam-ı Tahavî den yaklaşık üç asır sonra Kelam ilminin olgunlaşmaya yüz tuttuğu dönemde yaşayan Fahru r-Razî, kelamcıların varlık ve bilgi tasavvuruyla söze başladığı kitabında meseleleri takrir ederken felsefî / kelamî kavramları kullandığı gibi, ayet ve hadislerden çok mantıkî istidlal tarzını esas aldığı aklî delillere başvurmuştur.

Bunun gibi ilk dönem tefsir eserlerinde ayetler tefsir edilirken sadece sahabe ve tabiinden gelen rivayetlerle yetinildiği halde daha sonraki dönemlerde bunun yanında, rivayetlerle örtüşen yorumlara da yer verilmiştir. Kuran tefsirinde dirayet/yorum yolunun açılmasının ardından zamanla tefsirde ihtisaslaşmaya gidilmiş; dil bilim uzmanları ayetleri daha çok sarf-nahiv-belağat zaviyesinden, fıkıhçılar fıkhî hükümler, sûfîler ruhî haller açısından tefsir etme eğilimi göstermişlerdir. Bir dilbilimcinin, Kuran ayetlerini okurken mesleği gereği ayetlerin nahvî ya da belağî özelliklerine ağırlık vermesi ve ayetlerden diğer kimselerin anlayamayacağı bir takım lügavî nükteler çıkarması olsa olsa Kuran ın zenginliğine yorulur ki, bu durum tefsir ilminin özünden uzaklaştığını değil bilakis geliştiğini gösterir.

Sonuç olarak makalenin başından beri ama doğrudan ama dolaylı olarak anlatmak istediğimiz şey, Usul-i fıkıh başta olmak üzere İslamî ilimlerin doğallığı ve orijinalliğidir. Bu ilimlerin temelinde yukarıda örneklerine yer verdiğimiz gibi ayet, hadis ve sahabenin tecrübesi vardır. Dolayısıyla bu ilimleri İslamî kılan şey, Müslüman coğrafyada tedvin edilmiş olmaları değil, bilakis temellerini teşkil eden malzeme ve bu malzemeye mütenasip olarak iman, dirayet ve ilham tarafından işlenen teferruat örgüsüdür. Bu ilimler asr-ı saadetten itibaren dışarıdan müdahalelere meydan verecek her hangi bir kopukluk yaşanmadan günümüze kadar ulaşmış ve dünden bugüne İslam diniyle aramızdaki irtibatı sağlayan bir köprü işlevi görmüştür. Oluşumlarında ne her hangi bir ideolojinin ne de her hangi bir siyasi otoritenin etkisi olmuştur. Bu ilimler sadece Kuran ın muhafazası vaadinin doğal bir uzantısı olarak ilahî bir inayetle oluşmuş ve gelişmiştir. Çünkü Kuran ın anlam bütünlüğü bu ilimlerin teminatı altındadır. Allah resulünün getirdiği dinî hükümlerin bugüne kadar değişmeden muhafaza edilmiş olması usul-i fıkıh prensipleri sayesindedir. Usul-i fıkhın net bir dille vazettiği mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur (açık ayet ve hadislerin bulunduğu konularda içtihada yer yoktur) ilkesi olmasaydı, bugün Müslümanlığımızı anlamlı kılan bir çok dinî hüküm tarih içerisinde Hammurabi kanunları gibi - geçerliliğini kaybedecek ve bu hükümleri beyan eden ayetler, varlık amacının tersine sadece tarih ve edebiyat araştırmalarının konusu olacaktı.

Makalemizin ebatları dahilinde modernistlerin İslamî ilimlerle ilgili eleştirilerine cevap vermeye çalıştık. Şimdi biraz da onların nerede hata ettikleri konusu üzerinde düşünelim.

Modernistlerin gerek islamî ilimlere yönelttikleri eleştirilerde gerekse metot geliştirme çabalarında kendilerini başarısızlığa iten en büyük sebep onların ön yargılı, parçacı ve kurgucu yaklaşımlarında gizlidir.
Modernistler ön yargılıdır; çünkü onların Müslümanlık tarihine olan olumsuz bakışları bu tarih içinde oluşup gelişen İslamî ilimleri de kapsamış ve kendilerini İslamî ilimler hakkında ön yargılı olmaya itmiştir. Ayrıca üniversite yıllarından beri aldıkları modern eğitim kendilerine anlamak/öğrenmek yerine eleştirme ve sorgulamayı öğretmiştir. Nitekim modern eğitim anlamanın mantıkî / felsefî boyutuyla ilgilenirken ahlak boyutunu ihmal eder.

Modernistler parçacıdır; Çünkü onlar alternatif metodoloji denemelerinde on binlerce örnek içinden ilk bakışta yerleşik usul anlayışıyla çatışan sadece birkaç tanesiyle yetinirler. Dolayısıyla bütünü göremez ve böylece bütünü kuşatan bir metot da geliştiremezler. Oysa yerleşik usul anlayışının mimarı makale boyunca da ifade etmeye çalıştığımız gibi sadece bir kişi değildir. Bu usul anlayışının temeli Allah resulü (s.a.v) tarafından atılmış; sahabe, tabiin, tebe-i tabiin ve son asırlara kadar binlerce İslam aliminin titiz muhakemeleriyle gelişip bugünkü şeklini almıştır. Modernistlerin parçacı yaklaşımları biraz da kolaycı olmalarından kaynaklanır. Onlar on binlerce rivayeti ezberleme ve gerektiğinde hepsini tarama külfetine girmeyi göze alamazlar. Onlar ancak sayıları sınırlı şaz rivayetleri tesbit etmekle yetinirler. Aslında bunu da tam olarak yapamazlar; çünkü bu rivayetlerin varyantlarını cem edip aralarını tevfik etme gibi bir niyetleri yoktur. Bunu yapacak olsalar ellerindeki malzemeyi de yitirecekleri bellidir. Oysa büyük kelamcı Fahru r-Razî, Kelam ilmiyle alakalı on iki bin yaprak tutarında kitap ezberlemeden bana Kelam ilminde ders vermem için izin verilmedi demektedir[15]. 


Evet modernistler kolaycıdırlar; çünkü alternatifini ikame etmeye çalıştıkları Usul-i fıkıh anlayışının bir an olsun doğru olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak lehteki deliller üzerinde düşünmezler. Yine Fahru r-Razi Ehl-i sünnet inanç ve usulünü incelediği kitaplarında muhaliflerin görüşlerini destekleyen delillere de yer verir ve bu konuda o kadar ileri gider ki, gündeme getirdiği bu deliller çoğu zaman muhaliflerin kendileri tarafından bile gündeme getirilmemiştir.

Modernistler kurgucudur; çünkü onlar birkaç aykırı örneği gözlerinde büyüterek bunlar üzerine bir sistem tasarlarlar. Onlar bilgiyle kuşatamadıkları İslam tarihini varsayımlarla kuşatmak, bilgi açığını yorumla kapatmak isterler. Nitekim modernistlerin teklif ettiği kısmî metodoloji incelendiğinde bunların uygulanabilirlik vasfından mahrum ütopik şeyler olduğu ve mevcut malzemeler/rivayetler üzerinde tatbik edilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Ehl-i sünnet alimlerinin ortaya koyduğu usul ise kurgu değil, on binlerce rivayeti kucaklayan istikra ve tahkik mahsulüdür. Üstelik bu usul tarih boyu uygulanarak gereken güveni vermiştir. Oysa modernistlerin teklif etmek istediği usul Müslümanlarda değil, Hıristiyan Avrupa da uygulanmıştır ve baştan sona Hıristiyan kültürünün mahsulüdür. Bu metodolojiyi intaç eden felsefî arka plan peygamberi sıradan bir beşer olarak görür ve onun getirdiği vahyi beşerî tecrübeye atfeder. Beşerî ilimlerdeki pozitivist, akılcı yöntemi ilahî ilmi temsil eden vahye tatbik ederek merkeze Allah yerine insanı koyan (hümanist) ve toplumsal alandan yalıtılmış (seküler) bir din anlayışına hizmet eder.

Hasılı bugün modernistlerin hararetle savundukları metodoloji; akıl yerine vahyi, insan yerine Allah ı, dünya yerine ahireti merkeze alan İslam diniyle taban tabana zıttır. Dolayısıyla dinin modernize edilmesi yönünde gösterilen bütün bu çabalar, bilerek ya da bilmeyerek dinin tahrifine yol açmaktadır.


[1] es-Süyûtî, el-Camiu s-Sağîr, hadis no, 908; el-Münavî, Feyzu l-Kadir, c. 1, s. 588.
[2] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ lamü l-Muvakkıîn, c. 1, s. 10.
[3] Ahmed bin Hanbel, el-Müsned, hadis no, 17978.
[4] Tirmizi, hadis no, 1327, 1328; Ebu Davud, hadis no, 3592, 3593.
[5] Tirmizî, hadis no, 2093; İbn-i Mace, hadis no, 3940.
[6] İbn-i Kayyım el-Cevziyye, İ lamü l-Muvakkıîn, c. 1, s. 49.
[7] Ed-Debûsî, Takvimü l-Edille, s. 183; Sadru ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[8] Sadru ş-Şeria, et-Tavzîh, c. 2. s. 19.
[9] el-Beyhakî, Kitabü l-Esma ve s-Sıfat, s. 345.
[10] Bir illet bu vasfı kesp ettiği takdirde gereğince hüküm verilmesi zorunludur.
[11] Sadru ş-Şeria, et-Tavdîh, c. 2. s. 164.
[12] Er-Risale aslen Abdurrahman bin Mehdî nin sorularına cevaben yazılmış bir mektup/risale niteliğinde olsa da, Mısır a yerleştikten sonra İmam-ı Şafii tarafından genişletilip bir kitap hacmine ulaşmıştır. Bugün mütedavel olan nüsha Mısır da genişletilen nüshadır. Bkz., er-Risale, s. 11.
[13] Eş-Şafii, er-Risale, s. 471.
[14] Fahru r-Razî, el-Mahsul, c. 4, s. 19.
[15] Er-Razî, El-Mebahisü l-Meşrikıyye, Mukaddime, s. 15.


T.H.Alp

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"


Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

19 Eylül 2014 Cuma

Hz.EBUBEKİR'İN ra DUASI

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Hz. Ebubekir'in ra bu duası beni çok etkiliyor; size de aktarıyorum.

**Allah'ım! İflas ettim,benim azığım yetersizdir. Beni cennete götürecek yollar kapalı biliyorum. Günahlarımı itiraf ediyorum. Bu fakir kapına geldi Allah'ım onu kapından çevirme,kovma beni. 

Allah'ım bu kulun günahı çoktur ama Senden başka kimsesi de yoktur. Hangi kapıya gideyim? kime yalvarayım?

Ya Rab! ben zelilim, kapına geldim büyük günahlarımı bağışla. Biliyorum isyanım çoktur, Senin nimetini unuttu Ya Rab. Biliyorum günahlarım kum zerresi kadar çoktur, lakin Senin rahmetin ondan daha fazladır. Beni affet, beni itme ateşe. Hayırlı amelim yok biliyorum; kötü amelim ise çok. İtaatim çok azdır bunun da farkındayım. Benim bir kalbim var, hastadır; hasta kalbime şifa ver ya Rab, nurlandır onu.

Allah'ım Sen İbrahim'in ateşini suya çevirmiştin; beni yakacak olan ateşi de suya çevir Ya Rab. Merhamet et bana. Mahşerde hakim Sen olacaksın,karar Sendedir; Senin vereceğin kararları bozacak kimse yoktur. O gün şu zelil kula, bana acı Ya Rab.

Bu çok sevdiğim tevbe duasını da paylaşmak istiyorum

**Allah'ım! Hatalarımı, bilsizliğimi, siretimdeki aşırılığımı ve Senin benden daha iyi bildiğin kusurlarımı benim için bağışla. Bunların hepsi bendendir.Önceden işlediğim, geride bıraktığım, gizlice işlediğim, alenen işlediğim ve Senin benden daha iyi bildiğin kusurlarımı bağışla. İleri götüren Sensin geri bırakan Sensin. Ve Sen herşeye gücü yetensin. 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

375.NAMAZDA EN ÇOK YAPILAN YANLIŞLAR

17 Eylül 2014 Çarşamba

373.ARAF SURESİ 146.AYETİN TEFSİRİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Araf suresi 146. meali-" Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri ayetlerimden uzaklaştı­racağım. Onlar, her âyeti görseler yine ona iman etmezler. Doğru yolu gör­dükleri zaman onu kendilerine yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu gör­düklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun sebebi ise, âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmalarıdır."

Tefsiri
Yeryüzünde haksız yere böbürlenerek bana itaat etmeyenleri gururlanma­larının cezası olarak, yüceliğimi gösteren delillerimi anlamaktan mahrum edece­ğim. Onlar, ibret alıp düşünmeyeceklerdir. Onlar, Allah´ın varlığını ve birliğini gösteren herhangi bir delil ve alâmeti gördükleri zaman ona inanmayacaklar ona "Bu bir sihirdir." veya "Efsanedir" şeklinde iftiralarda bulunacaklardır. Onlar, doğru yolu gördüklerinde onu takip etmeyecekler, sapıklık ve bozgunculuk yo­lunu gördüklerinde ise ona sahip çıkıp onu takip edeceklerdir.

Bizim, onları, âyetlerimizi düşünüp ibret almalarından mahrum etmemiz, âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlara kayıtsız kalmalarındandır.

Âyet-i kerime´de geçen ve "Âyetlerimden uzaklaştıracağım" diye tercü­me edilen ifadesi, iki şekilde izah edilmiştir:

İbn-i Uyeyne´ye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir:


 "Yeryüzünde haksız yere böbürlenen kâfirlerin kalbinden Kur´ân´ı anlama kabiliyetini çekip olaca­ğım ve onları, ayetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onların, iman etmeyecekleri kesindir. Buna göre âyet, Resulullah dönemindeki ve günümüzdeki kafirlere hitabetmektedir.

İbn-i Cüryc ise bu ifadenin şu manayı içerdiğini zikretmiştir:


"Yeryüzün­de haksız yere böbürlenenleri gerçekleri gösteren delillerden öğüt ve ibret al­maktan uzaklaştıracağım. Onlar, göklerin ve yerin yaratılışındaki delillerden ve onlarda bulunan çeşitli alametlerden uzak kalacaklar, düşünüp ibret almaya­caklardır." Bu izaha göre âyet, bütün kafirlere hitabetmektedir.

Taberi bu son görüşün âyetin genel ifadesine uygun olması hasebiyle da­ha evla olduğunu söylemiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kullarına emrettiği ibadetlerin hak olduğunu gösteren, kendisinin birliğini ve âdil olduğunu ortaya koyan delil ve alametlerini, yeryüzünde haksız yere böbürlenenlerden uzaklaştıracağını, on­ların artık iman etmeyeceklerini beyan etmiştir. Elbetteki, gökler, yer ve bütün yarattıklar, Alllah´ın, bu türden olan delillerindendir. Kur´an-ı Kerim de bu delil­lerden biridir. İman etmeyecekleri kesinleşen kâfirler, bunların hiçbirinden ib­ret almazlar. [184]


[184] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/118-119. 


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

15 Eylül 2014 Pazartesi

372.KUR'AN'A ABDESTSİZ DOKUNULABİLİR Mİ?

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim


Kur'an'a abdestsiz dokunabilir miyiz-dokunamaz mıyız ile ilgili ayet ve hadisleri vermeden önce yanlış bir algımızdan bahsetmek istiyorum. Son dönemlerde, bu konu veya buna benzer konular tartışılmaya başlandı. Bu konudan bahsetmeden önce bizi böyle düşünmemize sevk eden nedenlere bir göz atalım istiyorum; çünkü bu yanlış algının kökünü temizlemezsek bütün ayet ve hadisleri önümüze koysakta inanmayacak olan yine inanmayacaktır : 

Kesin hükümle bildirilmiş yada bildirilmemiş ayet ve hadislerin açıklamasında kim doğruyu söylüyor? Kime inanacağız ? Bunu nasıl tespit edeceğiz? İşte size küçük ipuçları:

Öncelikle ülemanın birleştiği konularda birileri çıkıpta aykırı birşey söylüyorsa bilinki orada bir sıkıntı var ;o kişiyi ve beyanını tasdik etmeden önce dayandığı delillerini sorgulamanız gerekir. Delillerini söylerken ayetleri şu ana kadar onun gibi yorumlayan hiç kimsenin yada birkaç kişinin olduğunu görürseniz veya bazı hadislerin zayıf veya uydurma olduğunu söylüyorsa (Tabi bunu anlayabilmek için küçük bir araştırmayla çoğunluğun o konudaki icmasını bulmanız gerekiyor) o zaman bunlar kendi heva ve hevesiyle ve aklıyla yaptığı yorumlardır ve  onun Kur'an'dan kendi anladığıdır. Biz ise Efendimizden sas bize nakil yoluyla gelen (ve hadisle de bildirilen) ilk  300 yıl içindeki ulemanın naklini kabul ederiz. Yok eğer siz hala körükörüne "ya evet çok mantıklı,bence de bu böyle "diyorsanız bilin ki sizin deliliniz de "aklınız".

Elbette sorgulayacağız; ama ayetleri,hadisleri değil! Sorgulayacağız;ama doğru bilgiyi kimden alacağız onu sorgulayacağız. Aklımızı devreye sokacağız ve Peygamberimizden sas bugüne bize nakil yoluyla gelmiş bilgiyi bulacağız. Bu bilgiyi bize ulaştıran  sahabeyi,tabiini(sahabeyi görenler), tebe-i tabiini (tabiini görenler), hak mezhep imamlarını tanıyacağız; ilmi seviyelerini ,bize nasıl ve ne şartlarda nakil yaptıklarını hayatlarını okuyarak öğreneceğiz. Ülemanın bilgisini her konuya nasıl vakıf olduklarını, nasıl bir ilime sahip olduklarını bileceğiz. Bu bilgileri edindikten sonra aklımızı devreye sokup düşüneceğiz: Elimde bu kadar delil var iken Peygamberim sas bana hadislerle de kimlerden nakil alacağımı da belirtmişken ben elbetteki ulemanın hiç tereddütsüz birleştiği konulara iman edeceğim. Yoksa son yüzyılda kendi "aklını" devreye sokup hiçbir delili olmadan yada ayetleri kendi "akıl"larıyla yorumlayan, kendi heva ve hevesleriyle "vardır-yoktur" diyen kişilere mi inanacağım.

Buradaki  asıl gayemizin  doğru itikadı bulup kurtuluşa ermek olduğunu hatırlatıp  bu meseleyi delilleriyle masaya yatırmadan evvel Peygamberimizin sas bizi nasıl yönlendirdiğine bakalım ki  aklımızla değil Efendimiz'in sas buyurduğu gibi davranalım inşallah :(Aşağıda verdiğim 4 hadis, benim istikametimi çizen en önemli verilerdir.)


Peygamberimiz sas buyuruyor:

*"Size ashabımı (onlara tâbi olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır."

*Ümmetimin icmasında çoğunluğun dediği geçerlidir; ümmetim sapıklıkta birleşmez.” (Eğer yukarıda bahsettiğim konularla ilgili hiçbir bilginiz yok; araştırmak için vaktiniz de yok ise sadece bu hadisle amel etmeniz yeterli.)

*"İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

* "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8).
Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

Konuya geçmeden evvel bir de "Edille-i şer'iyye"nin ne demek olduğundan bahsetmek istiyorum ki daha iyi anlaşılabilsin:

Edille-i şer'iyye dörttür:
Kitâb (Kur'ân-ı kerîm),
Sünnet (Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrirleri, bir iş yapılırken görüp de ona mâni olmadıkları şeyler),
İcmâ (müctehid âlimlerin dînî bir işin hükmünde söz birliği etmeleri) 
Kıyâs (hükmü bilinmeyen bir şeyi hükmü bilinene benzeterek anlamak). (Abdülganî Nablüsî)

*İslâmiyet, edille-i şer'iyye ve ona bağlı ikinci derecedeki delil ve vesîkalar ile bize gelmiştir. Bu delîllere dayanmayan, bunların dışında kalan her şey bid'attir, red olunur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)

*Din ile ilgili hükümlerin isbâtında edille-i şer'iyye, mû'teberdir. Tasavvufçuların keşif ve kerâmetleri değil. (İmâm-ı Rabbânî)

*Edille-i şer'iyyenin dört olması müctehidler içindir. Mukallidler yâni dört mezhebden birinde olanlar için delil, sened,bulunduğu mezheb reisinin ictihadı ve sözüdür. (Hâdimî)

Tarih boyunca hiçbir bid’at fırkası mütevatir Sünnetle sabit olan itikadi unsuları inkar etmemiştir. 

Yüzyılımızın başlangıcında ise bu inkarların başladığını görüyoruz. Modernist zihniyetin mütevatir sünnetle sabit olmuş bu tür meseleleri inkardaki esas problemi sünnet/hadis alanındadır. Onların kafasında farklı bir İslam anlayışı olduğu için edille-i şer’iyye’nin her biri için devre dışı bırakma formülleri vardır. Mesela kıyas hakkında derler ki; “bu lafızcı bir anlayışın ürünüdür. Oysa asl olan maksaddır. Nassların maksadına, hedefine bakalım.” 

Mesela icma için derler ki; “icma her devirde vardır. Sahabenin bir icması varsa kendi dönemlerini bağlar. Biz kendi dönemimizde kendi icma’mızı oluşturabiliriz. Dolayısıyla geçmiş icma’ya aykırı icma’da bulunabiliriz.”     

Sünnete gelince, burada birkaç mekanizma devreye girer. 

Birincisi nakil problemi var derler. "İşin içine ravi girdiyse orada problem var demektir;dolayısıyla rivayetlere tam anlamıyla güvenmemiz, en azından Kur’an’a itimad ettiğimiz gibi itimad etmemiz mümkün değildir" derler. 

İkincisi rivayetlerin mana ile nakledilmesi gibi bir hadise var. "Burada Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’ın tam olarak ne dediğini tesbit etmemiz hemen imkansızdır" derler. 

Üçüncüsü "Efendimiz aleyhisselam Sünnet vazederken kendi dönemini, şartlarını, toplumunu dikkate almıştır. O, tarihin o döneminde kalmıştır. Bugün her şey değişiyor. Efendimizin kendi toplumu için vazettiği bir takım uygulamaları biz bugünün toplumunu dikkate alarak yeniden yorumlamalıyız" gibi bir takım mekanizmalarla edille-i şer’iyye’yi devre dışı bırakırlar. Sünnet konusunda, Mehdî, nüzul-i İsa (a.s) üzerinde bunu çok yaparlar. Özellikle bu meseleler hakkında araştırma yaparken sık sık şu iddialarını görürüz: “Rivayetlerin, hadislerin sahih kabul edilebilmesi için birincisi Kur’an’a uygun olması, ikincisi akla uygun olması, üçüncüsü vakıaya uygun olması gerekir. Bunlardan birisiyle çatışırsa rivayet sahih değildir. Hanefiler de zaten böyle demişler. Onlar da bizim gibi düşünürler” derler. İyi ama siz zaten aklı ve Kur’an’ı kendinize göre yeniden tarif ediyorsunuz. Bir şeyin Kur’an’a uygun olup olmadığına nasıl karar vereceğiz.Örneğin  recm Kur’an’a uygun mudur, aykırı mıdır diye bakarsak; bu ümmetin seleften halefe bütün alimlerine göre Kur’an’a aykırı değildir. Ama modernistlere göre aykırıdır. Peki burada kim hakemlik yapacak o zaman? Bu akıl hangi akıl? İslami akıl mı, hristiyanın aklı mı, ateistin aklı mı, kimin aklı? Eğer akıl yeknesak bir şey olsa idi hiç kimsenin Allah’ı inkar etmemesi lazımdı. Oysa bakıyorsunuz ateistlerin de kendilerine göre bir akli zeminleri var. Onun için bu tamamen İslam itikadiyatının, bilhassa Kelam ilminin vazettiği çerçeve içersinde hareket edilmesi gereken bir alandır. İşte bu sebepten akla uygun mudur değil midir meselesi girdiği zaman orada Kelam ilmi devreye girer.

Peki Bu akıl nasıl çalışacak? Bu akla çalışma ilkelerini kim verecek? Ölçüsü ne olacak? Hangi zeminde hareket edecek, neyi hedef alacak?


Akıl, sahibine göre şekillenen bir şey. Herhangi bir konu  hakkındaki rivayetlerin sünnet temelli olması bu rivayetlerin herhangi bir biçimde zayıf noktasını oluşturmaz. Biz herhangi bir hususun hakikat olarak telakki edilebilmesi için özellikle Kur’an’da açık bir şekilde yer alması şartı aramayız. Çünkü Kur’an’ı bize nakleden, tebliğ eden, tefsir eden Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz aynı zamanda Allah Teala’dan aldığı emirle ve selahiyetle mecazen şari’dir
(şeriat koyan). Onun şari olması bu dinin tebliği ve tefsiri bağlamında Kur’an dışı bir vahiyle bize pek çok şey söylemiş, pek çok hüküm koymuş olması, Kur’an’ın yanında ikinci bir kaynak olarak Sünnetine itibar etmek zorunda bırakıyor bizleri. Efendimiz sas bize sadece Kur’an’ın lafızlarını tebliğ etmemiş, aynı zamanda muradullah nedir bunu bilfiil göstermiş. Dolayısıyla biz İslam’ı Kur’an’dan ibare görmüyoruz, ortada bir peygamber gerçeği var. Peygamber Aleyhisselâm’ın sünneti aynı zamanda Kur’an’ın etrafında bir mahfazadır. O mahfazayı, o fanusu kaldırdığınız zaman Kur’an tabiri caizse korumasız kalır. Dileyen ona dilediği yerde dilediği şeyi söyletebilir. Evet Kur’an korunmuştur, lafzı kıyamete kadar korunmuştur. Ama ortada birçok da yanlış Kur’an yorumları vardır. Allah Teala Kur’an’da  bir şey buyurmuş, biri çıkıyor başka bir şey söylüyor. Bunu yorum yapmak suretiyle yapıyorlar. Zaten Ehl-i Kitab da kendi kitaplarını yorumla tahrif etmişlerdi.  İncil’i sadece çıkarmalar veya ilavelerle değil, yorumla da bozmuşlardı. Hatta İncil araştırmacıları İncil’deki tahrifin en fazla yorum yoluyla yapıldığını söylerler. Tevrat’ta da bu geçerlidir. Aynı şey Kur’an için de geçerlidir. Kimse Kur’an’dan bir ayeti silemez. Ama yorumlarında öyle şeyler söylerler ki Kur'an'ı tahrif ederler.
 Mesela Hindistan’da bunu Kur’aniyyûn ekolü yapıyor. "Salât (namaz) kelimesi dua demektir, günde üç kere kıbleye dönersiniz dua edersiniz bu emir yerine getirilmiş olur diyorlar." Bu bir tahriftir. Kur’an’ın metni apaçık dururken  ve Efendimiz'in bilfiil uygulaması varken; o namaz emrini dua olarak yorumluyor ve bu temel ibadet başka bir şeye dönüşüyor.

Bu bilgilerden sonra reformcu yeni müçtehidlerin sözlerinden birini ele alalım istiyorum: Diyorlar ki "abdestsiz olarak Kur’ana dokunabiliriz."


Abdest ayetinde “Kuran’a dokunulmaz” ifadesi geçmiyor diye “Kuran’da yok”deyip bu konuda delil olan şu ayetleri de çarpıtma peşine düşüyorlar.

Vakıa suresi
77. O, elbette değerli bir Kur’an’dır.
78. Korunmuş bir kitaptadır.
79. Ona, ancak tertemiz olanlar dokunabilir.
80. Âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.

“Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” ifadesini açıklayan iki görüş var:

1- “ona” ifadesinin bir önceki ayette belirtilen “levhi mahfuza” işaret ettiği
2- “ona” ifadesinin “Kur’an-ı Kerime” işaret ettiği

1. manaya göre Kur’an korunmuş bir kitaptır ve ona temiz olmayanlardan yani meleklerden başkası yani şeytanlar dokunamaz.
2. manaya göre ise Kur’an-ı Kerime gusül ve abdesti olmayanlar dokunamazlar.


İkinci mana çok daha kuvvetlidir ve Müfessirlerin çoğu(yukarıdaki hadisi hatırlayın) bu ayetin “Kuran’a abdestsiz dokunulmayacağına delil” olduğunu kabul etmişlerdir.

Çok önemli bir başka konu da; Kur’an-ı Kerim bir bütündür ve bütün olarak ele alındığı takdirde hükümleri anlaşılmaktadır. 

Bakınız abdest ve teyemmümü emreden ayet-i kerime de nasıl bir ifade geçiyor:

“Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınızı mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur (cinsel ilişkide bulunur) da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.” (Maide 6)

Allahu Teala bu ayet-i kerimesinde insanlar için “tertemiz” ifadelerini kullanıyor ve abdest ile teyemmüm alınarak “tertemiz” olunmasını emrediyor. Vakıa suresinde de aynı ifade ile “tertemiz olanların” dokunabileceğini buyuruyor.

Sadece bu bütünlükten bile tertemiz olanların abdest alanlar olduğu ve Kur’an-ı Kerime tertemiz olanların el sürebileceği manası anlaşılmaktadır.

Yani formülünü şu şekilde yapalım:
Maide 6: Abdest-teyemmüm alın ve TERTEMİZ olun
Vakıa 79: O’na ancak TERTEMİZ olanlar dokunabilir…

Bu çok önemli bir ayrıntıdır;


Tefsirlerin verdiği mana:
Vakıa suresinin 79. ayeti: “Ona ancak temiz olanlar dokunabilir”

*Ayetin manasında diğer bazı alimler şöyle dedi: Yani: Cünüplükten ve hadesten temiz olanlar. Ayetin lafzı haber verme üzeredir, ama manası taleb (yasaklama) dır. Burda Kur’andan murad, Mushaf’tır. (İbni Kesir: 7/545)

*Bağavi Tefsiri’de aynı şekilde hadesten ve cünüplükten temiz olanların ancak Kur’ana dokunabileceği manasını verdi. (Bağavi: 8/23)

*Kur’ana ancak, Allahu teala’nın her türlü âfet ve günahtan tertemiz kıldığı keremli melekler dokunabilir. Aynı şekilde Kur’ana, şirkten, cünüplükten ve hadesten temiz olanlar dokunabilir. (Tefsiri Müyesser 15/10)

*Hadeslerden ve necasetlerden temiz olanlar. (Cami-ul Ahkam-ul Kur’an 17/226)



KUR’AN-I KERİMDE TEMİZ OLANLAR KİMLER?
Kur’an-ı Kerimin diğer hiçbir yerinde meleklerden “tertemiz” gibi ifadeler ile BAHSEDİLMEZ. Tam aksine Kur’an-ı Kerimin bir çok yerinde insanların “tertemiz” olmasından bahsedilmiştir.

Ahzab 33. "Evlerinizde oturun. Önceki cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin. Allah’a ve Resülüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Allah sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor."

Zümer 73. "Rablerine karşı gelmekten sakınanlar da grup grup cennete sevk edilirler. Cennete vardıklarında oranın kapıları açılır ve cennet bekçileri onlara şöyle der: “Size selam olsun! Tertemiz oldunuz. Haydi, ebedi kalmak üzere buraya girin.”


Ali İmran 164. "Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler."

Tevbe 108." Onun içinde asla namaz kılma. İlk günden temeli takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) üzerine kurulan mescit (Kuba mescidi), içinde namaz kılmana elbette daha layıktır. Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da tertemiz onları sever."


KUR’AN-I KERİM DE TERTEMİZDİR
Beyyine
2. Bu delil, tertemiz sahifeleri okuyan, Allah tarafından gönderilen bir peygamberdir.
3. O sahifelerde dosdoğru hükümler vardır.

abese
11- (Habîbim!) Hayır! (Bir daha böyle bir şey yapma)! Şüphesiz ki o (Kur’an ayetleri, kendisiyle amel edilmesi gereken) büyük bir öğüttür!
12- Artık dileyen onu düşünüp öğütlenir (veya onu ezberler)!
13- (O Kur’ân, Allah tarafından) değerli kılınmış (Levh-i Mahfûz’daki) pek kıymetli birtakım sahifelerdedir.
14- (O sayfalar ki; yedinci kat semada) yükseltilmiş ve (şeytanların ulaşmasından ve Allah kelâmı dışındaki her şeyden) tertemiz kılınmış)

Şimdi inceleyelim:
Vakıa 80. ayette: “Âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” buyruluyor,

Abese 13-14. ayette: “tertemiz ve çok değerli sahifelerdedir” buyruluyor,

Maide 6. ayette Gusül ve abdest alanların tertemiz olduğunu buyuruyor,

Vakıa 79. ayette de “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir” buyuruyor.

Peygamber Efendimiz de: “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmasın”buyuruyor…

Bütün bunlardan Rabbimizin katından indirdiği ve tertemiz olduğu beyan edilen bir Kitab’a, tertemiz olan insanların dokunabileceği açıkça anlaşılıyor…


Eğer inkarcıların iddia ettiği gibi “kutsal olan sadece ayetlerin maneviyatları” olsaydı Peygamber Efendimiz de böyle buyurmazdı. Demek ki önemli olan şey, Mushaf-ı şerife abdestsiz bir şekilde dokunulamamasıdır. 


İçerisinde Rabbimizin kelamının yazılı olması da başlı başına bir sebeptir…

Takva sahibi bütün müçtehiler ve mezheb imamları Kur’ana layık edeble tazim edilmesini, abdestli olarak dokunulmasını emretmişlerdir.

Kur’an-ı Kerimi şerh eden, Şeriatın açıklayıcısı dinin nasıl yaşandığını canlı olarak gösteren peygamber Efendimizin sas de bu ayet-i kerimeyi destekleyen hadis-i şerifleri mevcuttur. Bu sebeple ayet daha kuvvetli bir delil olmaktadır.


*Ehl-i Sünnet ulemâsının herhangi bir itikadî esası, hatta herhangi bir fıkhî esası bile, haram-helâl meselesini bile isbat ederken, ortaya koyarken takip ettikleri bir metot vardır: 
 Âyet-i kerimenin o konuya temâsı ama açıktır, ama kapalıdır, ama işârî bir ifade vardır, ama sarih bir ifade vardır, önce konuyu Kur’ân-ı Kerim âyetiyle ortaya koyarlar; (bizim burada yapmış olduğumuz gibi)
 sonra konu hadislerle desteklenir, teyit edilir. Daha sonra sahabenin, tâbiînin, müctehid imamların konuyla ilgili icmaına, ittifakına yer verilir. İşte şimdi biz de bu metodu takip etmek sûretiyle âyetlerden çıkan bu sonucu bir de Hz. Peygamber Efendimizden nakledilen hadisler bağlamında ele alalım inşallah.

İbni Ömer dedi: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Kur’ana ancak temiz iken dokun” (Lübab: 18/437)


Ulema, İmamı Malik’in r.a. Muvatta’sında zikrettiği şu rivayetle delil getirdiler: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Amr ibni Hazm’e yazdığı mektupta şöyle buyurmuştur “Kur’ân’a temiz olandan başkası dokunmasın”  (Kurtubî, 17/225; Mâlik b. Enes, Muvatta, K. el-Kur’ân 15/1; Darimi, Talak: 3; Taberani, El-Mecmuu’l-Kebir, Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, Darekutni, Sünen, Hakim el-Müstedrek)

Cumhur fukaha yani Hanefi, Şafii, Maliki fukahası, ayrıca ashabın pek çoğu, evlatlarını Kur’ana dokunmak için abdest almalarını emrederlerdi. Bu hususta Hazreti Ömer’in r.a. müslüman olurken zikredilen kıssası yeterlidir. "Önce temizlendi, sonra Kur’an yazılı sahifeleri eline verdiler de okuyup müslüman oldu."

İmam Serahsi’nin Mebsut’unda şu ibare vardır:
Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, bazı kabilelere yazdı:

“Kur’ana hayızlı ve cünüb dokunmasın”

(Hüküm bakımından, abdestsiz olan, cünüp olan, hayız ve nifas olan kadınlar aynıdır.)

Ne Peygamberimizden, ne sahabeden ve de ashabından bu yazılanların tersi bir beyanat yoktur…

**Salim ibni Abdillah ibni Ömer, babasından rivayetle Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’ana ancak temiz olduğun halde dokun” (Bunun üzerine ashabın icması vardır.)

**Ali’ye r.a. soruldu: Abdestsiz olan, Mushafa dokunur mu?

- Hayır, dedi.

**Rivayet edildiki Mus’ab ibni Sa’d ibni ebi Vakkas, Mushaf’tan okurdu. Elini avret yerine sokup kaşıdı. Babası (Ebi Vakkas r.a) elinden Mushafı aldı ve dedi:

“Kalk abdest al, sonra Mushafı tut.”

Bunlara ashabtan muhalif olan bulunmamıştır.


**Ata’ derki: “Mushafın yapraklarını ancak abdestli olan çevirir.”

Abdestsiz Kur’ana dokunulmasına cevaz verenler, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in Kisraya yazdığı mektubu delil getirirler. 
(Abdestsiz olarak Kisra'nın bu mektubu okuduğu kastedilerek)

Orda şöyle yazılıdır:

“Bismilahirrahmanirrahim. De ki ey ehli kitab, bizimle sizin aramızda ortak olan kelimeye gelin…”


Buna cevab olarak alimlerimiz der ki: Zaruret olduğu zaman, veya bir özür buna sevkettiği zaman caiz olur. Yani tebliğ edilmesinde başka çare yoktur. (Tefsiri Sa’lebi: 1/2224)

Ayrıca mektubu götüren, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in elçisidir, onlara kendisi okumuşta olabilir.


 Birileri çıkıpta 1400 yıldır uygulanan ve söylenenin aksi birşey  söylüyorsa o zaman bizde şöyle deriz:
“Açıklamayı Allah yapmaz da insanlar yaparsa, kim olursa olsun, karşı taraf bunu Allah’ın açıklaması zanneder; Allah’a itaat ettiği düşüncesiyle bir insana itaat eder. O insan kendisini Allah’ın yerine koymuş olur…” HAŞA.

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

11 Eylül 2014 Perşembe

371.ASIRLAR ÖNCESİNDEN GELEN MEKTUP

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Kainatın Efendisi Muhammed Mustafa s.a.v. gönderilmeden çok önceydi… Hatta meşhur Yemen hükümdarı Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye gelişinden de önce…

Yemen’de hüküm süren kralların, Arap yarımadasına, orada yaşayanlara egemen olma yarışı içinde olduğu dönemlerdi. Arap yarımadası bugün olduğu gibi, o zamanlar da hadiseleri hep içine, merkezine çekmekteydi. Bir yanda tevhit, diğer yanda isyan… Mücadelenin odağında ise Allah Teâla’nın nazargâhı Beytullah vardı…

İnananlar, bugün gözlerimizin aşina olduğu gibi Kâbe’yi tavaf ederek ilâhi rahmet dileyen kalabalıklar gibi değildi o zaman, azdı… Fetret dönemini yaşıyordu beşeriyet… Hz. İsa a.s.’ın ahirete irtihalinden sonra; Alemlere Rahmet Son Nebi’nin ise henüz dünyayı şereflendirmesinden önce…

Allah’ın Evi’ne göz diken krallar

Mahzundu Kâbe-i Muazzama… Onu hazmedemeyen Yemen kralları, yani Tübba’lar büyük fil orduları ile her şeye sahip olma yarışındaydılar. İnsanlara, mekanlara, kutsal değerlere, tevhide, Mekke’ye ve Beytullah’a…

Tübba’lardan biri olan Es’ad Ebu Kerib Mekke ve Medine’yi yerle bir etmeye Kâbe’yi yıkmaya karar verdi. Bütün askerleri ve filleri ile Mekke’ye ilerledi.

Kral Es’ad şehre tam yaklaşmıştı ki şiddetli bir karanlık etrafı kaplayıverdi. Filler, atlar, yük hayvanları kıpırdayamaz oldu. Ne yaptılarsa çözüm yolunu bulamadılar.

Kralın başına gelenin ne olduğunu, buna benzer olağandışı olayların sebebini bilenler, o zamanlarda, o toplumlarda da mevcuttu. Devrin bilginleri krala şöyle diyorlardı:

“Kâbe Allah’ın evidir. Şimdiye kadar ona kötülük yapmak isteyenler hep helâk olup gittiler. Allah’ın Evi’ne iyiliğin dokunsun, ona hürmet et, kurban kes ve Mekke halkına ihsanlarda bulun.”1

Tübba’ Es’ad Ebu Kerib, eğer Allah üzerlerine çöken karanlığı kaldırırsa, Kâbe’ye hürmet edeceğine ve üzerine örtü örteceğine yemin etti.

Bu, kötü niyetin güzel amellere dönüşmesi anlamındaydı. Bu yönelişle günah ortadan kalktı, karanlık da yok olup gitti. Ordunun hayvanları yürümeye başladı; ama bu kez Kâbe’yi yıkmak için değil, hürmet ve tazim için…

Keşke o zamana yetişseydim…

İşte mütekebbir kral, kalbindeki iman nurunu hissedince isyanı hürmete dönüşüverdi. Mekke’ye iyice yaklaşınca hayvanından indi. Ayakkabılarını çıkardı. Kâbe-i Muazzama’ya yalın ayak girdi, tavaf etti. Mekkelilere ihsanlarda bulundu. “Maâfir” denilen en kaliteli Yemen kumaşından Kâbe’ye bir örtü yaptırdı. Bu, Beytullah’a örtülen ilk örtü idi.2

Ve… Es’ad Ebu Kerib isminden çok Tübba’ olarak tarihe geçen bu kral Kur’an-ı Kerim’de övgüyle anılacaktı:
“Bunlar mı (kâfirler) daha hayırlı, yoksa Tübba’ kavmi ile onlardan öncekiler mi?”3

Tübba’ Medine ve Mekke’de kaldığı süre içinde bilginlerle buluştu. Son peygamberin bu bölgede zuhur edeceğine ilişkin bilgilerini doğrulattı. Ayrıca kendisini ve ordusunu felaketten kurtardıkları için Medineli bilginlere çeşitli ikramlarda bulundu, bazılarına evler yaptırdı.

Ve Kral, son peygambere, Sevgili Peygamberimiz’e verilmek üzere bir de mektup yazdı. Bu mektubu Medine’nin en büyük, en meşhur bilgesine verdi. Eğer bilgenin kendisi erişemezse, evlatları, torunları eliyle de olsa bu mektubu Son Peygamber’e vermesini istedi. Kral mektupta şöyle diyordu:

“Ben Hazret-i Ahmed’in Allah tarafından gönderileceğine iman ettim. Onun zamanına yetişseydim, muhakkak ona yardımcı olurdum. Yeryüzündeki Arapları ve Arap olmayanları, herkesi O’na iman etmeye davet ederdim. Hatta O’nun düşmanlarıyla çarpışırdım ve O’nun kalbindeki her üzüntüyü dağıtırdım.”4

Yemen kralı, Alemlerin Sevgilisi gelmeden asırlarca önce yazdığı bu mektup ile o kutlu elçinin bir an bile üzülmesine tahammül edemeyeceğini, adeta O’nun başına gelecekleri görürcesine ilan etmiş oluyordu Kureyşlilerin atalarına…

Ve bu mektup babadan oğla aktarıla aktarıla Ebu Eyyub el-Ensarî r.a. Hazretleri’ne ulaştı.5

Sahibini bekleyen mektup
Alemlerin Efendisi s.a.v. 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret edince, Medine medeniyetin de merkezi oldu. Mekke’de hüzün bu kez başkaydı… Kureyşliler doğup büyüdükleri topraklardan O’nu çıkartmıştı. Kabe-i Muazzama yine mahzun kalmıştı.

Medine sokakları “En Sevgili”nin yolunu gözlüyordu O Mekke’den ayrıldığı andan itibaren… Her sabah namazının ardından gün batımına kadar, küçük büyük herkes “Hârre” denilen yere çıkıyor, gelecek kervanı bekliyordu.6

Peygamber s.a.v.’in Medine’ye gelmekte olduğu işitilince, Yemen kralının mektubu, kendisine teslim edilmek üzere Süleym kabilesinden güvenilir birine, Ebu Leyla’ya verilmişti. O da, Efendimiz’i karşılamak ve mektubu takdim etmek üzere yola çıkmıştı. Ne var ki, O’nu tanımıyordu.

Medine’ye yaklaşmakta olan Sevgili Peygamberimiz onu yolda gördü. Yanına çağırdı. Tübba’nın mektubunu vermesini istedi. Ebu Leyla çok şaşırdı:

“Doğrusu çok şaşılacak bir durum!” “Sen kimsin? Mektubun yanımda olduğunu nasıl bildin?” diye sordu.

Efendimiz s.a.v. kendisinin Allah’ın Rasulü olduğunu söyleyince, Ebu Leyla mektubu takdim etti. Hazreti Ebubekir r.a. mektubu okudu. Alemlerin Efendisi s.a.v. şöyle buyurdu:

“Tübba’ya fena söz söylemeyin, çünkü o Allah’a teslim olmuştur; Kâbe’ye örtü örten ilk kişidir.”7

“O duracağı yeri bilir.”

Cuma günü akşam sularıydı. Beklenen müjdeli haber Medine sokaklarında yankılandı:

“İşte nasibiniz, devletliniz, yolunu gözlediğiniz büyük insan geliyor!…”

Tekbirler semaya yükseldi. Yesrib, artık yeni adıyla Medine, Peygamber şehri oluyordu. Medine’ye önce sevgisi gelmişti, şimdi de kendisi geliyordu. Erkekler ve kadınlar evlerinin üzerine çıkmış, gençler ve hizmetçiler yollara dizilmişler, En Sevgili’nin gelişini kutluyorlardı:

Sevgili Peygamberimizi taşıyan Kasvâ adlı deve, sağlı sollu yola dizilen Medinelilerin arasından yürürken, Alemlerin Efendisi s.a.v.’den şu sözler işitiliyordu;

“Devenin yolunu açın, nereye gideceği ona emredilmiştir.”8

Kralın yaptırdığı ev
Amr kızı Selma, Sevgili Peygamberimiz’in dedesi Abdulmuttalib’in annesiydi. Hazreç kabilesinin Neccaroğulları kolundandı. Kasvâ, onun evinin bulunduğu yere geldi. Biraz durakladı, çöktü ama ardından kalktı. Ve bugünkü mescidin kapısının olduğu yere geldi. Burası iki yetime ait hurma kurutma yeriydi. Sevgili Peygamberimiz devenin son çöktüğü yerde indi. Ve şöyle buyurdu:

“İnşallah menzilimiz, durağımız burasıdır!…”

Alemlerin Efendisi’ni konuk etmek için yarıştı Medineliler…

Neccaroğulları Medine’nin yerlilerindendi. Vaktiyle Yemen kralının bilginler için yaptırdığı evlerde ikamet ederlerdi. Sevgili Peygamberimiz’in devesi Kasvâ’nın çöktüğü yer, Neccaroğulları’ndan Ümmü Eyyub’un evinin hemen yanı başıydı. Ümmü Eyyub ise Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin hanımıydı.

Ebu Eyyub Hazretleri, Peygamber Efendimiz Mekke’de iken İkinci Akabe Biatı sırasında hanımıyla birlikte müslüman olmuştu. Yani Peygamber Efendimiz’in Medine’yi teşrifinden üç ay kadar önce… Ve şimdi, Alemlerin Efendisi s.a.v., Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin evinin hemen yanı başına gelmişti. Kendisini konuk etmek için yarışan Medinelilere şöyle diyordu Kainatın Serveri s.a.v.:

“Ben bu gece Neccaroğulların’da kalacağım!..”

O gün, Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin:

“Ey Allah’ın Rasulü! İşte evim şurası, kapısı da şuradadır. Bana müsaade et, devenin üzerindekileri oraya taşıyayım…” dediği zaman, gönüller belki de yüzyıllarca önce bu evlerde yaşamış ecdadının hayır duaları ile bütünleşiyor, Yemen Tübba’sının duası da gerçekleşiyordu.

Kâinatın Efendisi s.a.v., Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin evinde yedi ay kaldığında ise, belki de o mübarek evin sahibi İstanbul surları önünde şehit olacağı dönemlere, “Eyüp Sultan” olacağı devirlere hazırlanıyordu.

Hiç kuşkusuz, Ebu Eyyub Hazretleri bu yedi aylık süre içinde, nice sırların ihtimal ki tek sahibi oldu. Gece gündüz Allah Rasulü’nün hizmetinde bulundu. Bu yüzden kendisine “Mihmandar-ı Nebi” denildi.

O yedi aydan sonra Mescid-i Nebi yapıldı. Peygamber Efendimiz, kendisi ve ailesi için ayrılan eve taşındı.

Zaman zaman Ebu Eyyub el-Ensarî Hazretleri’nin evine teşrif ederdi Kainat’ın Biriciği…

Ve bu ev, Efendimiz s.a.v.’in devr-i saadetinde İslâmiyet’in her daim öğretildiği bir mektep konumundaydı.

O Gönüller Sultanı, bu evde muhacirlere bazen yemek verir ve kendisine sunulan hediyeleri de fakirlere dağıtırdı.

Selam olsun O’nun evinden gelenlere

Selam olsun O’nun yolunda ilerleyenlere…

İ. Tozlu

1 İbn Sa’d, Tabakât, I/159
2 İbni Hişam, Sîre, I/21-24; Yakûbî, Tarih, I/198; Taberî, Tarih, II/95
3 Duhân, 37
4 Mesûdî, M. Zeheb, I/68; Süheylî, Ravdu’l-Ünf, I724; Vakîdî, Futûhu’ş-Şam, I/33
5 Semhûdî, Vefâ, I/189
6 Zehebî, T. İslâm, I/200; Diyarbekrî, Hamis, I/379
7 Ahmed, el-Müsned, V/240
8 Semhûdî, Vefâ, I/182; Diyarbekrî, Hamis, I/382

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

370.SAHİBİ İSTİĞFAR ETSİN DİYE GÜNAHLAR ÜÇ SAAT BİR RİVAYET ALTI SAAT YAZILMAZ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e yetişmiş olan Ümmü’Isme el-Avsıyye (Radıyallahı Anha)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Rasullüllah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Herhangi bir müslüman bir günah işlerse onun günahlarını yazmakla görevli olan melek mutlaka üç saat durur (bekler) Eğer kişi o günahından dolayı o saatlerin bir anında Allah-u Te’ala’dan mağfiret dilerse, Allah-u Te’ala meleği onun günahına vakıf kılmaz, kıyamet günü de (o günahtan dolayı sahibine) azap etmez.” (Hakim, el-Müstedrek:4/291, Seyyid Muhammed Alevi el-Maliki, Ebvabü’l-ferac, sh:215-216)

Ebu Ümame (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifteRasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Şüphesiz soldaki melek günahkar bir Müslüman kuldan altı saat kalemi kaldırır (günahını yazmaz).
Eğer o kişi pişman olup istiğfar ederse onu bir kenara atar, değilse bir günah yazılır.”
(Taberani, el-Mu’cemu’l-kebir, no:7765,8/185, Beyaki, Şu’abu’liman, no:7049, 5/390, Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, no:3785, 2/402)

Bu hadis-i şerifleri duyan insan hiçbir şeye aldanmayıp sabah akşam istiğfara sarılmalı ve onu asla geciktirmemelidir.

Çünkü Allah-u Te’ala imhal eder ama ihmal etmez. Yani mühlet verir ama başıboş bırakmaz.

Nitekim ömür bitip nefesler tükendiğinde ölüm mutlaka gelecektir.

Artık Müslüman kul kendisine bu kadar acıyan Mevla‘sından haya ederek tevbeye koşmalıdır.

Görüldüğü üzere Allah-u Te’ala onu affetmek için bahane aramaktadır.


Risale-i Ahmediye 40 İstiğfar Risalesi
A.Ünlü


"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

10 Eylül 2014 Çarşamba

BAKARA SURESİ 177. AYETİN TEFSİRİ

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Bakara suresi 177.ayetin meali- "İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Fakat iyilik, Allah´a âhiret gününe, meleklere, kitaba , peygamberlere iman ede­nin, sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana, di­lencilere ve köle azad etmeye verenin, namazı kılanın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin, sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında da sabredenlerin yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında sadık olanlar­dır. Müttakiler de işte bunlardır."


Tefsiri
Ey, Yahudi ve Hıristiyan topluluğu, iyilik, bazısının yüzünü doğuya bazı­nızın da batıya çevirmesi değildir. İyilik, Allah´ı ve âhireti tasdik edenin, melek­leri, kitaplara ve Peygamberlere iman edenin yaptığıdır. İyilik, kendisinin çok sevdiği ve biriktirmeye hırslı olduğu, harcamada ise çok cimri davrandığı ma­lını, akrabalarına, babası ölmüş yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculuğu sırasın­da fakir düşmüş olana, yardım isteyen dilencilere, efendileriyle belli bir para karşılığında kölelikten kurtulma anlaşması yapan kölelere verenin yaptığı iştir. İyilik, namazı bütün tadil-i erkânıyla kılanın, zekâtı, Allah´ın üzerine farz kıldı­ğı şekilde verenin, Allah ile ahitleştikten sonra o ahdi bozmayanların, sıkıntı ve zorluk sırasında ve harp esnasında çatışma şiddetlendiği anda sabredenlerin yaptıklarıdır. Bunlar, imanlarında sadık olanlardır. Bunlar, Allah'ı tasdik eden­ler, sözlerini yaptıklarıyla ispat edenlerdir. Allah´ın cezasından korkup farzlarını yerine getirerek ona isyan etmekten kaçınanlar da işte bunlardır.

"İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir." ifadesinden maksat, Abdullah b.Abbas, Mücahid ve Dehhaka göre şu demektir: "Ey Mü­minler, iyilik yapmak, kıblenin çevirilmesinden önce Kudüse, çevirilmesinden sonra da Kâbeye doğru namaz kılmak değildir. İyilik şunlardır:...." Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet- Resulullah´ın Mekke´den Medineye hicret etmesinden, bütün farzların ve cezaların inmesinden sonra nazil olmuştur. Bu bakımdan Allah teala, sadece namazın değil bütün farzların eda edilmesini em­retmiştir.
Katade ve rebi´ b. Enese göre ise: "İyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çe­virmeniz değildir." ifadesinden maksat: "Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar iyilik, yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Bilakis iyilik şunlardır..." de­mektir.

Yahudiler batıya , Hıristiyanlar da doğuya doğru namaz kılıyorlardı. Bu âyet nazil oldu ve Allah teala, iyilik ve hayırın, sadece yüzün doğuya ve batıya çevrilmesiyle olmadığını, iyiliğin, Allah tealanin beyan ettiği, imanı gösteren şu özelliklerde olacağını açıkladı. O özellikler de: Allah´a, kitaplara, Peygamber´ine iman etmek, Allah yolunda harcamak, onun yolunda cihad etmek ve diğer amellerdir. Taberi de, bundan önceki âyetlerin de Yahudiler hakkında olma­sı hasabiyle bu görüşü tercih etmiştir.

Ayet-i kerimede "Sevdiği mallardan veren kimse "zikredilmektedir. Ab­dullah b. Mes´uda göre bu ifadeden maksat, "Mala çok düşkün ve cimri olduğu, zengin olacağını ümit edip fakirlikten korkar olduğu bir halde onu harcayan" demektir.

Şa´bi bu âyet-i kerimeye dayanarak Müslümanın mallarında zekatın da dı­şında hak olduğunu söylemiştir.

Süddi de bu âyette zikredilen "İnfak"ın, mal sahibinin, malı üzerinde bir hak olduğunu söylemiştir. "Mal sahibi zekatın dışında bunu da vermekle yü­kümlüdür." demiştir.

Bu hususta Âmir eş-Şa´bi, Fatıma binti Kaysın, Resulullah´tan şu hadisi rivayet ettiğini söylemiştir. Fatıma diyor ki: "Resulullah şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki malda zekatın dışında hak vardır." Sonra Resulullah: "İyilik, yüzünü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. " âyetini okudu." Diğer bir kısım âlimler ise âyetin bu bölümünden zekat vermenin kastedildiğini ve kişinin, malından, zekatın dışında bırşey vermekle yükümlü olmadığnı söylemişlerdir.

Âyet-i kerimede, kişinin, düşkün olduğu malından Allah yolunda verme­si takvadan sayılırken kendilerine mal verilecek kimselerin ilki olarak akrabalar zikredilmiştir. Zira bunlara verilen sadaka, diğerlerine verilenlerden daha üs­tündür. Bu hususta Resulullah (s.a.v.)´e "Sadakaların hangisi daha efdaldir " diye sorulduğunda şoyle buyurmuştur: "Kişinin malı az olduğu olduğu halde son çabasını harcayarak kendisine kin besleyen akrabasına verdiği şey sadakadır. [135]

Bu âyet-i kerimede bir çok sıfat birlikte zikredilmektedir. Arapçada cüm­lede çokça sıfat bulununca, sıfatların bazıları özellik arzetsin diye dilbilgisi kai­delerine göre bulundukları halden ayrılarak başka bir halde kullanılırlar. İşte bu­rada "Sabredenler" kelimesi, diğer sıfatların bulundukları "Ya­lın" halden ayrılıp ismin "İ" halinde kullanılmıştır, Arapçada buna "Mensub" denilir. Buna göre mânâ şöyledir: "İyilik Allah´a, âhiret gününe , meleklere, ki­taba ve Peygamberlere iman edenin, .sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana, dilencilere ve köle azad etmeye verenin, namazı kıla­nın, zekatı verenin, söz verdiklerinde sözlerini yerine getirenlerin yaptıklarıdır. Sıkıntı, hastalık ve şiddet zamanında sabredenlerin sabretmeleri netice itibariyle bir iyilik ise de ben, özellikle bu sabredenleri daha çok takdir ederim."

Âyet-i kerime, iyilikte bulunan takva sahibi kimselerin sıfatlarını veciz bir şekilde özetlemiştir. Bunlar, iman etmek, malını Allah yolunda infak etmek, namaz kılmak, zekat vermek, verdiği sözü yerine getirmek ve sıkıntılara karşı sabretmektir. Bu sıfatları kısa olarak şu şekilde izah etmek mümkündür.

a- İman etmek: İmanın, herşeyin başında geldiği muhakkaktır. Kâfirlere dini vazifeler yüklemek söz konusu değildir. Kur´an-ı Kerim tek bir yerde kâfirlere hitabetmekte ve onları uyararak: "Ey kâfirler, bugün mazeret gös­termeyin. Sizler ancak dünyada yaptıklarınızla cezalandırılıyorsu­nuz "[136]demektedir. İmanı olmayandan iyilik beklemek boştur.

b- Allah yolunda infak etmek:
Peygamber efendimiz sas bir hadis-i şerifin­de, cimri ile, malını Allah yolunda harcayan kimseyi karşılaştırarak buyuruyor ki:

"Cimri insan ile malını Allah yolunda harcayan insan, üzerlerinde , göğüslerinde köprücük kemiklerine kadar uzanan demir yelek bulunan iki kişiye benzerler. Malını Allah yolunda harcayan kişi, her harcadığında bu demir yelek genişler ve bütün vücudunu kaplar. Öyle ki parmak uçlarını dahi örtüp ayak izlerini yok eder hale gelir. Cimri ise harcamak istemediği her an, demir yelekte bulunan halkalar, bulundukları yerlere yapışıp kalır­lar. Cimri bu yeleği genişletmeye çalışır fakat yelek genişlemez. [137]

Âyet-i kerime, müminin, malını Allah yolunda harcarken özellikle şu kimselere harcanması lazım geldiğini beyan etmektedir. Bunlar, akrabalar, ye­timler, yoksulllar, yolda kalanlar, dilenciler ve azad olacak kölelerdir. Peygam­ber efendimiz sas, sadakadan akrabaya yapılan harcamanın önemine işaret ederek uyuruyor ki:

"Herhangi bir yoksula verilen sadaka sadece sadaka sayılırken akra­baya verilen sadaka iki şeydir. O, hem sadakadır hem de akrabalık bağını gözetmektir."
[138] Resulullah (s.a.v.) efendimiz, yetimi himaye etmenin öne­mini beyan ederken de şehadet parmağıyla orta parmağını hafifçe birbirinden ayırarak işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:

"Benimle, bir yetimi gözetip koruyan kişi cennette işte şu iki parmak gibi birbirimize yakın olacağız." [139] Resulullah (s.a.v.) yoksulun kim oldu­ğunu beyan edip ona yardımda bulunmanın önemine işaret ederek te buyuruyor:

"Aslında yoksul, insanları gezip dolaşan, kendisine verilen bir lok­ma veya iki lokma yahut bir hurma veya iki hurmanın geri çevirdiği kişi değildir. Yoksul, kendisine yetecek kadar bîr şey bulamayan ve bu hali anlaşılamadığı için kendisine sadaka verilmeyen ve kalkıp ta insanlardan bir şey istemeye girişmeyen kimsedir." [140]

Âyet-i kerimede zikredilen "Yolda kalanlar" dan maksat, Katadeye göre "misafır"dir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde:

"Kim, Allah´a ve âhiret gününe iman ediyorsa misafirine ikramda bulunsun."[141] buyurmuştur. Resulullah:

"Misafirlik üç gündür. Bunun ötesinde olan, ona verilen bir sadaka­dır." [142]buyurmuştur. Ebu Cafer ve Mücahide göre ise "yolda kalanlardan maksat, kişinin yanından geçip giden yolcudur.

Dilenen kimselere gelince, bunlar da azarlanmadan, boş çevirmeden az veya çok bir şeyler verilmelidir. Bu hususta âyet-i kerimede buyuruluyor ki: "Di­lenciyi azarlama." [143]Bu konuda Hz. Hüseyin (r.a.) Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:

"Dilencinin hakkı vardır, ata binerek gelse dahi."[144]

Peygamber efendimiz azad olacak köleler için de şöyle buyurmaktadır:

"Allah´ın, üç kişiye yardım etmesi, üzerine aldığı bir haktır. Allah yo­lunda cihada eden kişiye, borcunu ödemek isteyen köleye, iffetini muhafaza etmek için evlenmek isteyene." [145]

c- Namaz kılmak: Namaz dinin direğidir. Müslüman kişi bu ibadetiyle tanınır. Resulullah (s.a.v.) ibadetlerimiz arasında namazın büyük önemine işa­retle buyuruyor ki:

"Kişi ile müşriklik arasındaki fark, namazı terketmektir." [146]

d- Zekat vermek: Zekat, mali ibadetlerin başında gelir. Müslüman, tam bir hesap yapmak suretiyle zekatını vermek zorundadır. İslam Devleti, zekatını vermek istemeyen müslümandan bu zekatı zorla alır. Nitekim Hz. Ebubekir(r.a) Resulullah´ın sas vefatından sonra zekatı vermek istemeyenlerin üstüne gitmiş onlarla savaşmış ve onlar hakkında şöyle demiştir:

"Allah´a yemin olsun ki namazla zekatı birbirinden ayıranlara karşı mutlaka savaşacağım. Zira zekât, malın üzerinde bir haktır. Allah´a yemin olsun ki Resulullah´a sas vermiş oldukları bir yuları dahi bana vermekten kaçınırlarsa bundan dolayı onlarla savaşırım." [147]

e- Verdiği sözü yerine getirmek: İslamda çok önemli ve Müslümanın mutlaka yerine getirmesi icabeden hususlardan bir tanesi de, verilen sözün yeri­ne getirilmesidir.Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: "Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen sözde mesuliyet vardır." [148] Peygamber efen­dimiz de, münafıkların sıfatlarını sayarken, verdiği sözden dönmeyi de bunlar­dan saymıştır: "Münafıkın alâmeti üçtür, konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözden cayar, kendsine emanet edilen şeye hıyanet eder." [149]

f- Sıkıntılara karşı sabretmek:
Sabır, müminin sığındığı iki kaleden bi­ridir. Bu hususta Allah teala şöyle buyuruyor: "Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir." [150]"Şüphesiz ki sizi biraz korku, açlık, mal, can ve ürün eksikliği ile imtihan edeceğiz. Ey Muhammcd, sabredenleri müjdele." [151]

Âyet-i kerimede zikredilen "Sıkıntı"dan maksat, "Fakirlik" demektir. "Şiddet zamanından" maksat ise "Savaş anı"dır. Özellikle bu hallerde sabretme­nin büyük bir iş olduğu muhakkaktır. Görüldüğü gibi âyet-i kerime, kulun yapa­cağı bir çok ibadet ve itaati kapsamaktadır. Bu nedenle Allah teala bunları ya­panları "Sadık" ve "Muttaki" olarak vasıflandırmıştır. [152]


[135] Bkz. Ebu Davud, K. ez-Zekflt, bah: 40, Hadis No: 1677/Ahmed b. Hanbel, Mltened c. 3, s. 402
[136] Tahrim suresi, 66/7
[137] Buhari, K. ez-Zekat, bab: 28, K. et-Talak, bab: 24/Müslim, K. ez-Zekât, bab: 75, Hadis No: 1021
[138] Tirmizi, K. ez-Zekât, bab: 26, Hadis No: 658/Nesei, K. ez-Zekât, bab: 82/İbn-i Mâce K. ez-Zekât, bab: 28, Hadis No: 1844
[139] Buhari, K. et-Talak, bah: 25, K. el-Edeh, hah: 24/Müslim, K. ez-Zühti, hah: 42, Hadis No: 2983, Ebu Davud K. el-Edeb, bah: 123, Hadis Nn; 5150
[140] Buharı, K. ez-Zekât, hah: 53/Nesei, K. ez-Zekât, bah: 76
[141] Buhari, K. el-Edcb, bah: 31/85/Müslim, K. el-Lukata, hah: 14, 15
[142] Buhari,K.el-Eılcb,bah:31ı85/MUs1im,K.el-Lukala,bah: 14, 15
[143] Duha suresi, 93/10
[144] Ebu Davud, K. ez-Zekât, bab: 33, Hadis No: 1665/Ahmed b. Hanbel, Mtisned c. 5, s. 201
[145] 302 Tirmizi, K. el-Fadail el-Cihad, bab: 20, Hadis No: 1655/Nesei, K. en-Nukah, bab: 5, K. el-Cihad, bab: 12/İhn-i Mace, K. el-Itk, bab: 3, Hadis No: 2518
[146] Müslim, K. el-İman, bab: 134, Hadis No: 82/Ebu Davud, K, es-Sünne, bab: 15, Hadis No: 4678
[147] Buharı, K. el-İ´tisam, bab: 2/MiisIim, K. ci-İman, bab: 32, Hadis No: 20/P.bû Davın!, K. ez-Zekât, bab: 1, Hadis No: 1556.
[148] İsra suresi, 17/34
[149] Buharı, K. el-İmnn, bab: 24/Müslim, K. ct-îman, bab: 10n, Hadis No: 59
[150] Bakara suresi, 2/153
[151] Bakara suresi, 2/155
[152] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 1/407-413. -

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"



Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR

8 Eylül 2014 Pazartesi

368.GÜNAHLAR DERT, DEVASI DA İSTİĞFARDIR

“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"
Bismillahirrahmanirrahim

Enes ibni malik (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir hadis-i şerifteRasulüllah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur :

” Size derdinizi ve ilacınızı göstereyim mi ?! Agah olun ki, derdiniz günahlardır, devanız da istiğfardır.” (Beyaki, Şu’abu’liman, no :7147, Hafız el-Münziri, et-Terğib, no:2406, sh:327)

Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre dertlerin çoğalmasının sebebi ve kederlerin ardarda gelmesinin nedeni günahların uğursuzluğu ve onlarda ısrarcı olmanın şerridir.

O halde bunların ilacının da tevbede sadakat ve istiğfar olması uygundur.


Risale-i Ahmediye 40 İstiğfar RisalesiA.Ünlü

"Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim"

Tüm hata ettiklerim nefsimden, isabet ettiklerim Allah(cc)’dandır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH cc BİLİR