24 Ocak 2022 Pazartesi

85- Zül-Celâli vel ikrâm ism-i şerifi:


Celal, sözlükte “azamet sahibi ve yüce olmak” anlamındadır. İkram ise “cömert, merhametli, asil ve şerefli olmak” manasına gelir. Yüce Rabbimiz bu iki is­min başına “sahip” anlamında­ki “zû” ekini getirerek bir terkip yapmış ve bu terkiple kendisini “azamet ve kerem sahibi” ola­rak nitelemiştir.

Ragıb el-İsfahani “celal” keli­mesinin yüceliğin doruk nok­tasını teşkil ettiğini, bu sebeple Allah’tan başkası için kullanıl­madığını söyler. Bu sıfat, bü­yüklük alameti olan ne kadar kemalat varsa hepsinin Allah’a mahsus olduğunu gösterir. O’na ait olmayan bir kemal düşünü­lemeyeceği gibi hiçbir nimet ve şeref de O’ndan gayrisinden gelemez. Mahlûkattaki gözlem­lediğimiz ne kadar mükemmel­lik varsa hepsi O’nun kemâlinin zayıf bir gölgesi ve işaretidir.

Allah Teâlâ aynı zamanda bü­yük bir fazl-ı kerem sahibidir de. Rabbimizin nimetlerinin ulaş­madığı hiçbir varlık düşünüle­mez. Yalnız dilciler, in’am (nimet verme) ile ikram arasında fark olduğunu söylerler. Onlara göre Yüce Allah’ın in’amı tüm var­lıklara ulaşan her anlamdaki nimetleri ifade ettiği hâlde ik­ramın sadece değer verilen, saygı ve sevgi duyulan kişiler için söz konusu olduğunu söy­lemişlerdir. Çünkü ikramda kerim kılma ve onurlandırma anlamı vardır.

Sonuçta “zül celâli ve’l ikrâm” ismi Rabbimizin celal ve cemal yönlerini aynı anda ifade et­mesiyle, bizlere O’ndan sırf şer olan bir şeyin sadır olmayacağı­nı öğrettiği gibi her daim korku ile ümit arasında bir denge üze­rinde yaşamaya da işaret eder.

Kur’an’da zü’l-celâli ve’l-ikrâm

Bu isim Kur’an’da sadece Rah­man suresinde iki yerde (27 ve 78. ayetler) geçer. Rahman suresi baştan sona Rabbimizin nimetlerinin sayıldığı ve yara­tılıştaki muhteşem gücün an­latıldığı bir suredir. Baştan 25. ayetin sonuna kadar kâinatın ve insanın yaratılışı çok etki­leyici bir üslupla anlatıldıktan sonra 26. ayette bütün bu ya­ratılmışların fani olup bir gün yok olacakları söylenir. Akabin­de gelen 27. ayette ise her şey yok olduktan sonra baki olacak olanın sadece ve sadece “zül celâli ve’l ikrâm” olan yüceler yücesi Rabbimizin zatı olacağı hatırlatılır. Bu ayetlerin akışın­da ve sözün buraya gelişinde Yüce Allah’ın hem azameti hem lütufları iliklerimize kadar his­sedilir. Ardından Yüce Allah’ın zatı hakkında birkaç noktaya temas edilip kıyamet safahatı­na geçilir. Diriliş ve hesap gü­nünün zorlukları, günahkârla­rın yaşayacağı sıkıntılar, takva sahiplerinin ulaşacağı nimetler anlatıldıktan sonra sure bütün bunları gerçekleştirecek ola­nın hatırlatılmasıyla son bulur: “Büyüklük ve ikram sahibi Rab­binin adı yücelerden yücedir.” Bu ismin sadece yaratılış, kıya­met ve dirilişten bahseden bu surede geçmiş olması celalin ifade ettiği azametin bütün bu sayılanlara güç yetirmeyi ve ik­ramın ifade ettiği nimetlerin de bunları lütfedeni işaret etmesi sebebiyle olsa gerektir.

Celal ve kerem sahibi Rabbin kullarına düşen

İbn Arabi’ye göre bütün varlık­lar ilahi isimlerin çeşitli terkip ve düzeydeki tecellileri ile varlık meydanındaki yerlerini almış­lardır. Ona göre varlıkların ilahi ilimdeki taslakları diyebilece­ğimiz a’yanı sabitelerine feyzi mukaddes denilen bir tecelli ile akseden ilahi isimler onlara hayat vermiş, böylece her bir mahlûk tasarım aşamasından yaratım aşamasına geçmiştir. Bu süreçte bahsi geçen “tecel­li” nitelemesi celal ile aynı kök­ten gelir ve bizlere yaratmanın büyük bir azamet gerektiren bir iş olduğunu gösterir. Bu ismin ikram ile bir terkibe sokularak Kur’an’da sadece varlığın tüm aşamalarını konu edinen bir surede geçmesi ise yokluktan varlığa geçişle varlık sürecinde yaşananların bir sonuca bağ­lanmasının ikramı esas alan bir kudretle mümkün oluşuna işaret eder. Bu açıdan baktığı­mızda Kur’an’da kimlerin ikra­ma mazhar (mükerrem) olduğu söyleniyorsa onlar bu ilahi te­celliye mazhar oldukları tescillenmiş kimselerdir.

Bir taraftan Rabbimizin son­suz azametini, diğer taraftan da sınırsız ikram ve cömertliği­ni ifade eden bu terkip O’ndan başkasını gereğinden çok bü­yütmemek, yalnızca O’na kulluk etmek ve ne bekliyorsa O’ndan beklemek hususlarında açık uyarılar taşır. Bu tevhit makamı­dır ve bunu başarmak büyük bir mertebedir. İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen, her ihtiyacı için Allah’tan başka bir merci bilmeyen bir kalbin ne kimse­den bir pervası olur, ne de bir umduğu... Sufilerin deyişiyle bu adamın ayağına altın dökmek­le başına kılıç tutmak birdir. Bu düzeye erişmiş kişiler ger­çek manada hür ve asildirler. İnsanlarla ilişkilerinde çeşitli hesaplar güdenlerin bu asalet ve şerefe ulaşmaları mümkün değildir.

Son olarak bu iki vasfın bir ter­kip içinde gelmesi bizlere, aza­met ve heybet sahibi, saygınlık uyandıran birinden gelmeyen ikramların nasıl değerini kay­bedeceğini ve o kişinin sıradan bir vazifesi gibi algılanacağını; ikram ve lütuf içermeyen, mu­hatabını ezen bir azamet ve heybetin ise saygınlık uyandır­mayacağını hatırlatalım. Hey­betli bir makamdan gelen ik­ramlar bize onur kazandırırken, heybet ve saygınlık içermeyen bir mevkiden gelen ikramlar muhatabının gözünde lütuf ve iyilik olmaktan çıkıp vazifeye dönüşür.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram    

23 Ocak 2022 Pazar

84- Mâlik-ül Mülk:


Sözlükte “güç yetirmek, hâkimiyet kurmak, sahip olmak, tasarrufta bulunmak” manasındaki mülk (melk, milk) mastarı Kur’an’da isim olarak “duyular âlemindeki bütün cisimleri kuşatan varlık alanı ve bunlar üzerindeki hükümranlık” anlamında kullanılır. Sözlükte “mâlik ve sahip olmak, elinin altında bulundurup tek başına tasarruf etmek” manasındaki mülk (melk, milk) kökünden türemiş bir sıfat olan melik “görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi” demektir. Râgıb el-İsfahani, melik isminde akıl sahibi canlılara emir ve yasaklarıyla hükmetme manası bulunduğuna dikkat çeker ve “insanların meliki” (Nas, 114/2.) denmesine karşılık “nesnelerin meliki” vb. bir ifadenin kullanılamayacağını söyler (Müfredat, “mlk” md.). Esmayıhüsna listesi içindeki mâlik Âl-i İmran suresinde (3/26.) “mâlikü’l-mülk” terkibiyle yer almakta ve daha çok dünya hayatıyla ilgili hükümranlığın zat-ı ilahiyyeye has olduğunu ifade etmektedir. Fatiha suresinde geçen “mâliki yevmi’d-dîn” terkibindeki mâlik ise ebedî hayatın hükümranlığını Allah’a izafe etmektedir.

Esma-i hüsna müellifleriyle kelâm ve tefsir âlimleri melik ve mâlik isimlerinin manalarını “görünen ve görünmeyen âlemlere, dünya ve ahiret hayatındaki her şeye gerçek anlamda ve hiçbir şartla mukayyet olmayarak hâkim ve kâdir olup dilediği gibi tasarrufta bulunma” noktasında yoğunlaştırmışlardır. Matürîdî mutlak manada mâlik kavramının sadece Allah’a nispet edilebileceğini, insanlar için “falan şeyin mâliki” şeklinde kayıt koymanın gerektiğini kaydeder.

Allah Teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir kimsenin O’nun bu tasarrufuna itiraz ve tenkide hakkı yoktur... Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir ortağa ve yardımcıya ihtiyacı yoktur. Hac ibadetinin ifası sırasında tekrarlanan, “Hamd sanadır, nimet senin, mülk senindir.” mealindeki cümleyi de içeren “lebbeyk” niyazı bir şeyin sahibi, o şeyin tamamı üzerinde söz söyleme ve tasarrufta bulunma hak ve gücüne sahiptir. Bir mülkün sahibinin mevcudiyeti o mülkün hayatiyetinin temel şartıdır. Aksi takdirde mülk kapanın elinde kalır.

Kur’an’da Mülk

Kur’an; sıfat, mastar ve fiil şekilleriyle hükümranlığı Allah’a tahsis etmeye büyük önem vermiştir. Başından sonuna kadar, O’nun bu vasfını hatırlatmıştır. 67. suresi Mülk suresi diye anılan Kur’an’da mülk kelimesi otuz iki yerde Allah’a nispet edilir. Birçok ayette göklerin ve yerin ve onların arasında bulunan her şeyin yani bütünüyle tabiat mülkünün Allah’a ait olduğu vurgulanır. (Bakara, 2/107; Âl-i İmran, 3/189; Maide, 5/17-18, 40, 120; Hadid, 57/2, 5; Büruc, 85/9.) Ayrıca mülkte Allah’a ortaklığın söz konusu olmadığı (İsra, 17/111; Furkan, 25/2.), Cenab-ı Hakk’ın bütün mülkün sahibi bulunduğu ve onu dilediğine verip dilediğinden aldığı (Âl-i İmran, 3/26.) belirtilir.

Öte yandan Kur’an’da önceki peygamberlere ve bazı şahsiyetlere “hükümranlık ve saltanat” anlamında mülk verildiği açıklanmıştır. Hz. İbrahim’in soyuna (Nisa, 4/54.), Hz. Yusuf’a (Yusuf, 12/101.), Davud’a (Bakara, 2/251; Sad, 38/20.), Süleyman’a (Bakara, 2/102; Sad, 38/35.), Nemrut’a (Bakara, 2/258.), Firavun’a (Zuhruf, 43/51.) ve Calut’la savaşmak üzere İsrailoğulları’ndan Talut’a (Bakara, 2/247.) mülk verildiği belirtilmektedir. Bazı ayetlerde sonsuz mülkü elde edeceklerini söyleyerek şeytanın Âdem ve Havva’yı yasak ağaçtan yemeleri için kandırdığı zikredilir. (Taha, 20/120-121.)

Ayrıca ahiret hayatındaki cennet tasvirleri yapılırken orada hangi taraftan bakılırsa bakılsın çok sayıda nimet ve büyük bir mülkün (ihtişam) görüleceği belirtilir. (İnsan, 76/20.)

Müfessirler ayetlerde geçen “göklerin ve yerin mülkü” sözünün Allah’ın varlıklar üzerindeki hâkimiyetinin kuşatıcılığına ve bunun bütün kâinatı içine aldığına işaret ettiği konusunda müttefiktir. Mülkün yerle ve göklerle bağlantılı kılınması daha çok insan bilgisinin onlarla sınırlı olması sebebiyledir. Aslında Cenab-ı Hakk’ın varlık âlemi üzerindeki hâkimiyet ve tasarrufu sonsuz olup her şeyi kapsamaktadır. (Âl-i İmran, 26-27.) Kur’an-ı Kerim’de Allah’a nispet edilen mülk, melekût, melik, melîk ve mâlik kelimeleri çeşitli hadis rivayetlerinde de görülmektedir.

Malik tecelli ederse

Allah gerek hükümranlık gerekse servet şeklinde mülkünden insanlara da vermiştir ancak onların mülk üzerindeki hâkimiyetleri asli olmayıp dolaylı, sınırlı ve geçicidir. Kur’an bu gerçeğin kıyametin koptuğu gün ortaya çıkacağını haber vermektedir: “Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’ındır.” (Mümin, 40/16.) Kulun ülkesi, mülkü ise her şeyden önce bedenidir. O, gerek kalbine gerekse diğer azalarına söz geçirebilirse, kendisine verilen kudret nispetinde, kendi ülkesinin sahibi olur. Kuşeyrî, Allah’ın yegâne mâlik olduğu bilincine ulaşan kimsenin herhangi bir mahlûka boyun eğmeyeceğini söyler; çünkü O’nun kudret ve malikiyetinin mahiyetine vâkıf olmak kişiyi başkasına değil sadece O’na yönelip yaklaşmaya sevk eder. Gazali de melikle ganî ismi arasında bağlantı kurar ve ganîyi “hiçbir şeye muhtaç olmayan”, meliki ise ayrıca “her şey kendisine muhtaç olan” diye manalandırır.

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram 

22 Ocak 2022 Cumartesi

83- Er-Raûf ism-i şerifi

Sözlükte “şefkat ve merhamet etmek” manasındaki re’fet kökünden türeyen raûf kelimesi Yüce Rabbimizin ismi olarak “ileri derecede şefkatli ve merhametli” manasına gelir. Bu ismin bir tecellisi olarak, Rabbimizin bizleri güç yetiremeyeceğimiz şeylerden muaf tuttuğu ve örnek olarak da yolcu ve hastalara tanınan bazı ruhsatları gösterilir. Kullarına karşı hadsiz bir şefkat duyan Yüce Allah, kullarının kapasitesini dikkate alır, onlara kaldıramayacakları ibadetler ve sorumluluklar yüklemez. Yaşlılık, hastalık ve zayıflık gibi hâllerde onları birçok mükellefiyetten muaf tutar. Hata ettikleri zaman hemen cezalandırmaz, tövbe edip hâllerini düzeltmeleri için fırsat tanır. İnsanların sınırlı ve az miktardaki ibadetlerine karşın onlara sınırsız mükâfatlar verir.

Kur’an-ı Kerim’de Raûf

Kur’an-ı Kerim’de iki ayette re’fet, on bir ayette raûf kelimesi geçmektedir. Bu ayetlerden biri olan Tevbe suresi 128. ayette bu isim Rahîm ismi ile birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sıfatı olarak kullanılmıştır: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.”

Elmalılı bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Sizin sıkılmanız ona ağır gelir, gücüne gider. Yani, azap görmeniz şöyle dursun, bir takım zahmete, sıkıntıya uğramanız bile onu üzer, son derece rahatsız eder. Üzerinize toz kondurmak istemediği gibi sizi mutluluğun zirvesine eriştirmek, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle uğraşır. Üstelik onun merhameti yalnızca Kureyş’e, Arap’a, şu veya bu kavme değil, hangi kavimden olursa olsun bütün müminleredir ki o raûftur. Re’feti çok fazladır, yani gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti vardır. Rahîmdir. Fıtraten, doğuştan, yaratılıştan, Allah tarafından pek ziyade merhametlidir. Günahkârlara bile acır. İşte bütün bunlardan dolayı ey insanlar, Kur’an’da söz konusu olan mükellefiyetler, emirler, yasaklar, ikazlar ve itaplar, ağırınıza gitmemeli, gönlünüzü incitmemelidir. Bütün bunlar küfür ve nifakın zararlarına ve uğursuzluklarına karşı genellikle müminlere gayet büyük bir sevgi ve şefkatin tecellileridir.”

Geriye kalan on ayetin ikisinde Raûf ismi tek başına kullanılmakta (Bakara, 2/207; Âl-i İmran, 3/30), diğerlerinde ise Rahîm ismi ile birlikte gelmektedir. (Bakara, 2/143; Tevbe, 9/117, 128; Nahl, 16/7, 47; Hac, 22/65; Nur, 24/20; Hadid, 57/9; Haşr, 59/10.) Bu ayetlerin bir kısmında Rabbimizin yaratılışta bizler için hazırladığı nimetlerin sayılmış olması O’nun şefkatinin nimetleri ile tecelli ettiğini gösterir. Hatta O’nun biz kullarını bu nimetler vasıtası ile yaptığı imtihan dahi iyiliklere kat kat mükâfat, kötülüğe ise

affedilmediği takdirde sadece misliyle mukabele suretiyle şefkat içermektedir.

Raûf tecelli ederse

Yüce Allah’ın insanlara duyduğu şefkatin en büyük tecellisi bir hayat kılavuzu olmak üzere kitap indirmiş olmasıdır. (Hadid, 57/9.) Bu manada Kur’an Rabbimizin bizlere duyduğu şefkat neticesi bizi kendi hâlimize terk etmediğinin göstergesidir. Bu ilahi rehberliğe rağmen doğru yoldan sapan insan eğer hatasının farkına varır ve ciddi bir pişmanlıkla tekrar geri dönerse Raûf olan Allah onun bu yönelişini de kabul etmeye hazırdır. (Tevbe, 9/117.) Bu anlamda tövbe etmenin ilham edilmesi ve tövbelerin kabulü de ilahi şefkatin tezahürüdür.

Re’fetin tecelli ettiği insana yakışan da kendisine yönelik hatalarda aynı yolu izlemesidir. Şefkat, büyüklerden beklenen bir davranıştır; küçüğün büyüğe şefkatinden söz edilmez. Dolayısıyla bu isimle ahlaklanması beklenen kişiler güçlü, varlıklı, makam sahibi insanlardır. Bir liderin başarısı insan biriktirmesine, o da etrafındakilere müşfik davranmasına bağlıdır. (Âl-i İmran, 3/159.) Dünyada kendisine böyle bir güç verilmiş insanlar, Rablerinin şefkatine duydukları ihtiyacı hiç unutmadan ve istismar edilmek, ciddiye alınmamak gibi vesveselere kapılmadan, herkese müşfik davranmakla mükelleftirler. Bu vesveseler Raûf isminin tecellilerinin unutulduğu bir çağda yaşıyor olmamızdandır. Kur’an’da öğütlendiği şekilde öfkeyi yutmak (Âl-i İmran, 3/134-135.), affedici olmak (Nur, 24/22.) ve kötülüğe iyilikle karşılık vermek (Fussilet, 41/34.) gibi davranışların önemsenmediği bir dünyada koşulsuz şefkatin bize nasıl döneceğinin örneklerini bile bulmakta zorluk çekiyoruz. Oysa kötülük yaptığı birinden tamamen bilinçli bir şekilde şefkat ve merhamet görmenin insanı nasıl dönüştüreceği Fussilet suresi 34. ayette açıkça ifade edilmiştir.

Rabbimizin bu ismine iman eden bir Müslüman Allah’tan gelen hiç bir şeyin O’nun şefkatinden hali olmadığını da bilir. İşte bu nedenle bazen bir musibet, bizi içinde bulunduğumuz gafletten uyandırır; gittiğimiz yolda tökezleterek doğru yola girmemizi sağlar. Bütün bunlar Rabbimizin sonsuz şefkat ve merhametinin bir eseri olarak bizi terk etmediğini gösterir. Gerçi kişinin kendisine rağmen ona iyilik yapmak mümkün değilse de kalbimizdeki şefkat onu kendi hâline terk etmeye elvermez. Bu ismin üç ayette Rab isminin sıfatı olarak gelmesi de eğitim ve terbiyenin şefkati içkin olması gerektiğini veciz bir şekilde ifade eder. (Nahl, 16/7,47; Haşr, 59/10.)

En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram  

20 Ocak 2022 Perşembe

Kul Hakkı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:
Bismillahirrahmanirrahim

"Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hakimlere (idarecilere veya mahkeme hakimlerine) vermeyin." (Bakara, 188)

Rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki, dünya rüsvâlığı, âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Kul hakkı irtikâbı insanın mâneviyâtı üzerinde menfî bir tesir icrâ eder ve çok ağır bir haramdır.

İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının başlıca sebebi; harama, şüpheli şeylere ve kul hakkına yeterince dikkat etmemeleridir. İbâdetlerde huzur ve huşû hâlinde bulunabilmek, zevkle ve gözyaşı dökerek Allâh’ın emirlerini îfâ edebilmek; ancak kul hakkından sakınarak titiz bir takvâ hayâtı yaşamaya bağlıdır.

Rasûlullah (sav) Efendimiz’in, bizim kul hakkı husûsundaki hassâsiyetimizi artırmamız için buyurmuş olduğu şu sözler, ne kadar ibretli bir tâlimattır:

“Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bazı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zira Rabbime, ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır…”

Bu sözleri dinleyen bir adam ayağa kalkarak:

“–Bir kişi, Siz’den istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim.” dedi. Peygamber Efendimiz (sav):

“–Doğru söylüyorsundur. Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver!” buyurdu. Sonra şöyle duâ etti:

“Allâh’ım! Ben, ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya onu incitecek şekilde vurmuşsam, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesîle kıl!” (Ahmed, III, 400)

Kısa Günün Kârı

Kul hakkının oluştuğu en mühim nokta; yâni yapılan ihlâlin kul hakkı olarak görülüp görülmemesidir. Dolayısıyla bu mevzuda en önemli hususlardan biri de, kul hakkına nelerin girip girmeyeceğinin bilinmesidir. Günlük hâdiseler çerçevesinde pek çoklarına normal gibi gelen o kadar mes’eleler var ki, aslında hepsi de birer kul hakkı mes’elesi içindedir. En basitinden yoğun trafik akışının olduğu yerlerde uyanıklık adına pek çok sürücüyü gerek zor durumda bırakmak, gerek birtakım ihlâllerle sırf kendini düşünmek, zaman zaman nice facialara yol açmaktadır ki, bunlar da hesabı verilemeyecek en çetin kul haklarındandır. Aynı şekilde yemek kokusu ile komşuya eziyet etmek de böyledir. Dolayısıyla kul hakkını, sadece müşahhas bir şekilde bir başkasının malını çalmak veya gasp etmek olarak anlamamalı, davranış ve muâmelelerimizde birtakım bencillikler yapmak sûretiyle başkalarının hakkını çiğnemenin de kul hakkına girdiğini bilmelidir. Yâni maddî olarak zâhiren kul hakkına girmekle, mânevî olarak kul hakkına girmek arasında pek fark yoktur. Bilâkis mânevî kul haklarının hesâbı daha ağırdır. Meselâ talebesini yetiştirmek husûsunda ihmalkâr davranan bir hocaefendi veya öğretmen, talebesinin enerjisini ve zamanını zayi edip bir insan israfına sebep olduğu için üzerine kul hakkı almıştır.

19 Ocak 2022 Çarşamba

Cuma Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 11 âyettir. Sûre, adını 9. âyette geçen “elCumu’a”kelimesinden almıştır. Sûrede başlıca, Hz. Muhammed’in peygamberolarak gönderilişi, Yahudilerin Allah’ın dininden yan çizmeleri ve Cumanamazı ile ilgili bazı hükümler konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmış ikinci, iniş sırasına göre yüz onuncu sûredir. Muhtemelen hicretin 1. yılında nâzil olmuştur (bk. Emin Işık, “Cum‘a Sûresi”, DİA, VIII, 92). Derveze, sûrede yahudilerden bahsedildiği, Hendek Savaşı’ndan sonra ise Medine’de yahudi kalmadığı noktasından hareketle en azından bu savaştan söz eden Ahzâb sûresinden önce inmiş olması gerektiğini ifade eder (VIII, 227). Aynı kanaati paylaşan Süleyman Ateş, Ebû Hüreyre’den yapılan –sûrenin kendisinin müslüman olmasından sonraki bir tarihte indiği bilgisini içeren– rivayetin sahih olamayacağını, çünkü onun Hayber’in fethi sırasında Hz. Peygamber’e gelip müslüman olduğunu ifade eder ve bu rivayeti ona yapılmış bir iftira olarak niteler (IX, 429, 431). Fakat İbn Âşûr’a göre, Hendek Savaşı’ndan sonra da bazı müslümanların Hayber yahudileriyle ortak ziraî faaliyetlerinin devam ettiği ve aralarında sıkı bir iletişimin bulunduğu dikkate alındığında (XXVIII, 169), sûrede onlardan söz edilmesini yadırgamamak gerekir ve Ebû Hüreyre’nin rivayeti esas alınarak bu sûrenin Hayber’in fethedildiği yıl nâzil olduğu düşünülebilir (XXVIII, 204, 205).

Konusu

Esmâ-i hüsnâdan dört ismin yer aldığı bir tesbih ifadesiyle başlayan sûrede Hz. Peygamber’in gönderilmesinin hikmetlerine değinilmekte, kendilerine Tevrat verilenlerin bu ilâhî emanetin sorumluluğunu taşıyamadıkları belirtilip yahudilerin bazı bencilce iddiaları eleştirilmekte, cuma namazının müslümanlar açısından taşıdığı önem ve bu ibadetin anlamı üzerinde durulmaktadır.

Bazı müfessirlere göre bu sûrede yahudilerin kendileri için övünç konusu yaptıkları şu üç iddia çürütülmüştür: a) Yalnız kendilerinin kutsal kitap sahibi oldukları ve başka bir toplumun içinden peygamber çıkamayacağı, b) Kendilerinin Allah’ın has ve imtiyazlı kulları oldukları, c) Allah’ın kendileri için kutsal bir gün (cumartesi) belirlediği ve müslümanların kutsal kitaplarında ise böyle bir belirleme bulunmadığı (bk. Zemahşerî, IV, 97).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/62-cuma-suresi

18 Ocak 2022 Salı

Saff Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 14 âyettir. Sûre, adını 4. âyette geçen “saff ” kelimesinden almıştır. Saff, sıra, dizi demektir. Sûrede başlıca, Allah yolunda cihadın fazileti konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmış birinci, iniş sırasına göre yüz dokuzuncu sûredir. Tegābün sûresinden sonra, Cum‘a sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Konusu

Kişinin yaptıklarıyla bağdaşmayan iddialarda bulunmasının Allah katında çok çirkin sayıldığı belirtilerek öz ve söz arasındaki uyumun önemine vurgu yapılmakta; Allah yolunda çarpışanların O’nun hoşnutluğunu kazanabilmeleri için tek bir yürek ve tek bir vücut gibi olmaları gerektiğine dikkat çekilmekte; İsrâiloğulları’nın verdikleri sözü tutmamaları, Hz. Mûsâ’yı üzmeleri ve Hz. Îsâ’nın kendisinden sonra gelecek peygamberi isim de vererek müjdelemesine rağmen ona vefasızlık etmeleri eleştirilmekte; gerçek kurtuluşun Allah’a ve resulüne iman edip malıyla canıyla Allah’ın gösterdiği yolda çaba harcamaktan geçtiği bildirilmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/61-saff-suresi

17 Ocak 2022 Pazartesi

Mümtehine Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 13 âyettir. Onuncu âyette, Hudeybiye antlaşmasından sonra müşrikler arasından çıkıp Medine’ye gelen ve müslüman olduklarını söyleyen kadınların imtihan edilmeleri emredildiği için sûreye mecazen,“imtihan eden” anlamında “mümtehine” denmiştir. Sûrede başlıca, Allah için sevmek, Allah için buğz etmek ve müslümanlarla kâfirler arasındaki ilişkilere dair bazı uyarılar konu edilmektedir

Nuzül

Mushaftaki sıralamada altmışıncı, iniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisâ sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Konusu

Allah’a ve müminlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bu tavırlarını eyleme dönüştürmüş olanlarla dostluk kurulamayacağı, aralarında bazı duygusal bağlar bulunsa bile müslümanların onlarla ilişkilerinde çok dikkatli olmaları gerektiği, ancak müslümanlara karşı fiilî bir husumet içinde olmayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmaya bir engel bulunmadığı bildirilmekte; tevhid mücadelesinde Hz. İbrâhim ve onun yolundan gidenlerin iyi bir örneklik teşkil ettiği hatırlatılmakta; Hudeybiye Barış Antlaşması sonrasında meydana gelen bazı gelişmeler ışığında inkârcı taraftan kaçıp gelen kadınların hukukunun korunmasıyla ilgili hükümlere, bu arada Kur’an nazarında kadının statüsüne ışık tutan bir biat uygulamasına yer verilmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/60-mumtehine-suresi

16 Ocak 2022 Pazar

Haşr Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 24 âyettir. Sûre, adını ikinci ayette geçen “elHaşr” kelimesinden almıştır. Haşr, toplamak demektir. Sûrede başlıca,Medine’de yaşamakta olan ve Hz.Peygamberle yaptıkları antlaşmaya ihanet ederek İslâm toplumunu ortadan kaldırmak üzere Mekkeli müşriklerle ittifak yapan Nadîroğulları’nın Medine’den topluca sürülmesi hadisesi ile Yahudilerle antlaşma yapan münafıklar konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz birinci sûredir. Beyyine sûresinden sonra, Nûr sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Derveze, sûrenin iniş sırası hakkında şöyle bir tesbit yapmaktadır: Tefsir ve siyer müelliflerinin bu sûrede sözü edilen yahudi kabilesinin Benî Nadîr olduğu ve bu topluluğun 1-4. âyetlerde değinilen Medine’den çıkarılması olayının Uhud Savaşı’ndan beş ay kadar sonra meydana geldiği hususunda görüş birliği içinde oldukları dikkate alınırsa, bunu Uhud Savaşı’ndan söz eden Âl-i İmrân sûresinden sonraki sıraya yerleştirmek uygun olur. Sûrelerin iniş sırasına dair rivayetlerde, Hudeybiye Antlaşması’yla ilgili bazı olaylara işaret eden Mümtehine sûresi ile bu sûrenin adının karıştırılmış olması muhtemeldir, dolayısıyla belirtilen sıralamada bu iki sûrenin yer değiştirmesi gerekir (VIII, 207-208).

Konusu

Özellikle sûrenin ilk âyeti ile son üç âyetinde, bütün varlıkların Allah’ı eksikliklerden tenzih ettiği, O’nun birliği, yüceliği, ilminin sınırsızlığı, rahmet ve şefkatinin enginliği, irade ve gücünün mutlaklığı, eşsiz yaratıcı olduğu belirtilerek kalplere tevhid inancının, Allah sevgisi ve saygısının yerleştirilmesi hedeflenmektedir. 2-10. âyetlerde antlaşmalarını bozan bir yahudi kabilesinin başına gelen sürgün felâketi örnek gösterilip bundan ibret alınması istenmekte ve müslümanlara toplum olarak elde edilen imkânların paylaştırılması konusunda yol gösterilip ideal mümin tipiyle ilgili tasvirler yapılmaktadır. 11-17. âyetlerde müslüman göründükleri halde ahitlerini bozan Ehl-i kitap’la gizli ilişkiler kurarak türlü entrikalar çeviren münafıkların ve yandaşlarının bazı zaaflarına değinilerek müslümanlar hem bu tür davranışlardan sakındırılmakta hem de kendilerine moral verilmektedir. Müteakip âyetlerde her insanın yapması gereken nefis muhasebesinin ve ebedî hayat için hazırlıklı olunmasının önemine ve sonuçlarına dikkat çekilmekte; Kur’an’a muhatap olmanın ne büyük şeref olduğunu ama aynı zamanda ne büyük sorumluluk getirdiğini hatırlatan bir örnek verilmektedir (İngiliz şarkiyatçısı Richard Bell’in Haşr sûresiyle ilgili bir makalesinde sûredeki âyetlerin tertibiyle ilgili olarak ileri sürdüğü görüşün eleştirisi için bk. Emin Işık, “Haşr Sûresi”, DİA, XVI, 426).

Fazileti

Sabah ve akşam üç defa (besmeleden önce) “Eûzü billâhi’s-semîi’l-alîmi mine’ş-şeytâni’r-racîm” dedikten sonra Haşr sûresinin son üç âyetini okuyanlar için büyük müjdeler içeren hadisin sıhhat derecesiyle ilgili eleştiriler bulunmakla beraber özellikle sabah namazlarından sonra bu üç âyetin okunması gelenek haline gelmiştir (bk. Tirmizî, “Sevâbü’l-Kur’ân”, 22; Müsned, V, 26; Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 22; Emin Işık, “a.g.m.”, XVI, 426).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/59-hasr-suresi

15 Ocak 2022 Cumartesi

Mücâdele Suresi,Nuzülü,Konusu

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 22 âyettir. Sûre, adını ilk âyette sözü edilen olaydan almıştır. “Mücâdele”, münakaşa etmek, tartışmak demektir. Bir adamın “zıhâr” yaptığı kar ısı, Hz. Peygambere gelerek onu şikâyet etmiş ve Hz. Peygamberle de tartışmıştı. Sûrede başlıca, zıhar, zıhar keffareti gibi bazı dînî hükümler ile birtakım görgü kuralları ve mü’minlerin inanmayanlara karşı takınmaları gereken tavır konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli sekizinci, iniş sırasına göre yüz beşinci sûredir. Münâfikûn sûresinden sonra, Hucurât sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Sadece 7. âyetinin Mekke’de indiğine dair bir rivayet vardır (İbn Atıyye, V, 272).

Konusu

Câhiliye döneminde kadın açısından büyük haksızlıklara yol açan bir boşama türü olan “zıhâr”ın yanlış bir telakkiye dayandığı ortaya konmakta; gizli görüşme ve topluluk içinde birkaç kişinin baş başa verip fısıltıyla konuşması, selâmlama, toplantılarda uyulması gereken nezaket kuralları ve Resûlullah’la özel görüşmelerin belirli âdâb çerçevesinde yürütülmesi konularında uyarılar yapılmakta; münafıkların bazı karakteristik özelliklerine değinilmekte, müminlerin –en yakınları bile olsalar– Allah ve resulüne düşmanlık edenlerle ilişkilerinde daha dikkatli davranmaları istenmektedir.


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/58-mucadele-suresi

14 Ocak 2022 Cuma

Hadîd Suresi,Nuzülü,Konusu,Fazileti

Hakkında

Medine döneminde inmiştir. 29 âyettir. Sûre, adını 25. âyette geçen “elHadîd” kelimesinden almıştır. Hadîd, demir demektir. Sûrede başlıca, tüm kâinatın Allah’a ait olduğu ve kâinatta dilediği gibi tasarruf edeceği, Allah’ın dinini yüceltmek için can ve mal ile mücadelenin gerekliliği, dünya hayatının geçiciliği ve aldatıcılığı konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli yedinci, iniş sırasına göre doksan dördüncü sûredir. Zilzâl sûresinden sonra, Muhammed sûresinden önce nâzil olmuş ve genellikle Medine’de inen sûreler arasına yerleştirilmiştir. İbn Âşûr bunun, Mekkî mi Medenî mi olduğu hususu en tartışmalı sûre olduğunu ifade eder. Fakat hemen bütün âlimler hem Mekkî hem Medenî âyetler ihtiva ettiğini kabul ederler (bk. İbn Atıyye, V, 256; İbn Âşûr, XXVII, 353-354).

Konusu

Allah Teâlâ’nın bazı sıfatlarına, evrendeki mutlak egemenliğine dikkat çekilerek başlayan sûrede, iman ve infakın önemi üzerinde durulmakta, âhirette müminler münafıklardan ve kâfirlerden ayrılıp kurtuluşa ererlerken diğerlerinin içine düşeceği acı durum tasvir edilmekte, dünya hayatının âhiret inancından bağımsız olması halinde anlamını yitireceği, buna karşılık insanın iyi bir kul olabilmek için hıristiyan rahiplerinin yaptığı gibi dünyayı tamamen terketmesinin gerekmediği hususu işlenmektedir.

Fazileti

Tesbih ifadesiyle başladıkları için “müsebbihât” diye anılan beş sûrenin ilkidir (diğerleri Haşr, Saf, Cum‘a ve Tegābün sûreleridir). Bu ve devamındaki dört sûrenin faziletiyle ilgili olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber yatmadan önce “müsebbihât”ı okur ve bunlarda bin âyetten faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi (Tirmizî, “Fezâilü’l-Kur’ân”, 21, “Da‘avât”, 22).


https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/57-hadid-suresi