22 Aralık 2021 Çarşamba
82- El-Afüvv ism-i şerifi:
21 Aralık 2021 Salı
81- El-Müntekim ism-i şerifi:
Sözlükte “şiddetle ayıplamak, suçluyu cezalandırmak” anlamındaki “n-k-m” kökünden türemiştir. Bu kök birinin yaptıklarının sonucu olarak başına gelen kötü neticeleri ifade eder. İntikam nimetin ve affın zıddıdır. Bu kökten türemiş bir sıfat olarak Müntakîm “suçluyu yakalayıp mağlup eden, cezasını vererek yaptıklarının acısını tattıran” anlamına gelir. (Araf, 7/136.)
Yüce Allah kuşkusuz acıyan, hilmle muamele eden, esirgeyen ve bağışlayandır. O’nun bu sıfatlarını belirten yüzlerce ayet ve hadis bulunmakta, küfür dâhil en ağır günahları işledikten sonra bile halisane yapılan tövbeleri kabul edip affetmektedir. Fakat af, kötülükle iyiliği bir görmek, haksızlıkları özendirmek şeklinde uygulanırsa, toplumda iyilikle kötülük arasındaki fark ayırt edilmez hâle gelir. Yüce Rabbimizin “Afuvv, Gafur, Halîm, Raûf, Rahîm” gibi isimlerinin kemali, haklı ve haksızı aynı tutmak, iyilik ve kötülüğü eşit saymak gibi külli bir şerre yol açmaz. Zira affın anlamlı olması ancak cezaya muktedir olunması durumunda mümkündür. Cezalandırmak imkanından yoksun olanlar için af bir erdem değildir.
İnsanlarda olanın aksine, Allah’a nispet edilen intikam kavramında psikolojik tatmin unsuru bulunmaz. Çünkü O’nun cezalandırmasının amacı, kişiyi ıslah etmek, toplumun düzenini sağlamak ve adaleti tesis etmektir. Bu açıdan Müntakîm isminin esma-ı hüsna hadisi içinde Tevvâb ile Afuvv isimleri arasında yer alışı dikkat çekicidir.
İntikam kavramı Allah’a nispet edildiğinde, iki hususa dikkat edilmesi gerekir. Öncelikle Gazali’nin belirttiği üzere Yüce Allah, suçluları cezalandırmadan önce çeşit çeşit yollarla onları uyararak kendilerini düzeltme şansı verir ve onlara zaman tanır. Çok kereler mazeretlerini kabul eder, peygamberler göndererek azap ile korkutur ve tövbe etmelerine fırsat verir. İkinci önemli noktayı da Kuşeyri vurgulamıştır. Buna göre Cenab-ı Hak intikam alırken de bunu kendisi için değil zulme uğrayan “dostları” için yapar. Hz. Peygamber’in de kendi şahsına yönelik kötü davranışlardan ötürü kimseyi cezalandırmadığı, ancak Allah’ın açıkça yasakladığı şeylerin aleni ve kesin şekilde çiğnenmesi durumunda cezalandırma cihetine gittiği bildirilmiştir. (Buhari, Menâkıb, 23; Müslim, Feżâil, 77-79.)
Kur’an’da Müntakîm
“Nakm” kavramı Kur’an-ı Kerim’de on üç yerde Allah’a nispet edilmektedir. Bunların altısı fiil kalıbında, dördü “Züntikâm” (suçlunun hakkından gelen), üçü de Müntakîm şeklindedir.
İntikam fiilinin Allah’a izafe edildiği yerlerde, hınçla şahsi bir öç almanın değil, zalimleri ve kâfirleri müminlere yaptıkları zulüm ve haksızlıklardan dolayı cezalandırmanın söz konusu olduğunu görürüz. Mesela Araf suresi 136-137. ayetlerde anlatıldığı üzere Firavun ve kavmi, Hz. Musa’ya verdikleri bütün sözlerden dönerek mucizeleri yalanlamışlar, kavmine akla hayale gelmez eziyetler yapmışlar, Mısır’dan çıkışlarına dahi izin vermemişler ve peşlerine düşmüşlerdi. Allah Teâlâ da yarılan suları üzerlerine kapatmak suretiyle onları cezalandırmıştı. Rum suresi 47. ayette ise bunun Rabbimizin genel bir kuralı olduğunu görürüz: “Andolsun, senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara apaçık mucizeler getirdiler. Biz de suç işleyenlerden intikam aldık. Müminlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır.” (Rum, 30/47.)
Züntikâm vasfı, Yüce Rabbimizi tavsif ettiği dört ayetin tamamında (Zümer, 39/37; İbrahim, 14/47; Ali İmran, 3/4; Maide, 5/95.) Azîz ismi ile birlikte gelir. Bununla Yüce Allah’ın her türlü yenilgi ve acizlikten münezzeh olduğu ve bu nedenle de intikamının şahsi bir hınç meselesi olmadığı vurgulanmış olur. Hiç kimsenin hata ve günahı O’na asla zarar vermediği hâlde O, insanları kendi hâllerine terk etmez. İnsanların zulüm ve saldırganlıklarına bigâne kalmaz.
Bu ismi bilmenin faydaları
Bu isme iman edenler, Allah’ın intikamından korkar ve O’na isyan etmekten sakınır. Doğru ve yerinde kullanılmak şartıyla korku duygusu, insanın kendine sınırlar koymasında ve ilkeli bir hayatı sürdürmesinde önemli bir fıtri duygudur. İnsanın bütün davranışları acı ve korku veren şeylerden kaçınmak, haz ve zevk veren şeylere yönelmek üzere organize olur. Bu gerçeği bilen kişi davranışlarını ve ahlakını, her şeye kâdir olan Allah’ın intikamından korunmak ve hazların en büyüğü olan cennet ve rızaya ulaşmak üzere eğitir. Bu isim İslam’ın denge dini oluşunun en önemli yansımalarından biri olan korku ile ümit arasında olma durumunu gerçekleştirebilmemize yardımcı olur. Rahmet ve af yanında ceza ve mahrumiyet ifade eden ilahi isimleri bilmek, bu dengeye ulaşmamızda son derece etkilidir.
Sufiler, bu ismin tecelli ettiği kişiyi “kendi nefsine her yönden hâkim ve gerektiğinde onu cezalandırmaktan sakınmayan” kişi olarak tanımlarlar. Onlara göre kişi en büyük düşmanının nefsi olduğunu hiç unutmamalı ve onun vereceği zararlardan korunmak üzere her an onu cezalandırabilecek gücü ayakta tutmalıdır.
Bu isme bütün kapsamı ile iman eden bir Müslüman, Allah Teâlâ’nın takdiri ile bir olumsuzluğa maruz kaldığında, bunu O’ndan başka giderecek kimse olmadığını bilir ve bu olayın kendisini hatalarından uzaklaştırarak eğitmesine ve arındırmasına fırsat verir. Rabbimizin rahmeti her şeyi kuşattığı için (Araf, 7/156.) O’nun intikamı dahi bu rahmetten payını almıştır. Eğer iş işten geçmeden başımıza gelen olumsuzluklardaki bu rahmet çağrısını görebilirsek nikmet nimete dönüşür.
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
20 Aralık 2021 Pazartesi
80- Et-Tevvâb ism-i şerifi:
Tövbe aslen dönüş demektir. Kur’an’da hem kullar hem de Yüce Yaratan hakkında kullanılan bu kelime kula nispet edildiği zaman arızi olan günah hâlini bırakıp asli olan salah hâline dönmesi demektir. Allah Teâlâ’ya nispet edildiği zaman ise sonradan meydana gelen gazaptan, asli olan rahmete dönmek manasındadır.
Tevvâb ismi, geldiği vezin icabı çokluk ifade eder. Bu durumda insan için kullanıldığında “çok tövbe eden”, Allah için ise “tövbeleri çok kabul eden” anlamına gelir. Allah’ın Tevvâb olması kulun günahının büyüklüğüne, çeşidine ve şekline bakmaksızın günahından dönüşünü kabul eden, kulu kendisine döndüğünde o da kuluna dönen demektir. Kendisine her yönelenin yönelişini kabul etmeyi ilke edinmiştir. İşlenen hiçbir günah Allah’ın af ve mağfiretinden daha büyük değildir. Yeter ki kul günahından vazgeçsin, hiç şüphesiz Allah’ı Tevvâb ve Rahîm olarak bulacaktır. Zira Allah, kulunu tövbeye muvaffak etmişse, tövbesini de kabul eder.
Gazali´nin ifadesiyle bu isim, Yüce Rabbimizin kullarını tövbeye çok çok teşvik ettiğini de ifade eder. Çünkü Tevvâb, aynı zamanda “kullarına tövbe yollarını kolaylaştıran” demektir. Bu manada çeşitli musibet ve belalar, başa gelen envaiçeşit uyarılar ve tövbelerin çokça kabul edildiği mübarek vakitler hep birer tövbe fırsatıdır. Allah kullarını terk etmediği zaman, sırf tövbe etsinler diye, onları birtakım imtihanlara ve sıkıntılara tabi tutar. (Tevbe, 9/126.)
Kur’an’da Tevvâb
Kur’an-ı Kerim’de tövbe kavramı fiil ve isim kalıplarıyla otuza yakın ayette Allah’a izafe edilmektedir. Tevvâb ise Allah’ın ismi olarak dokuz ayette Rahîm, bir ayette Hakîm ismiyle, bir ayette de tek başına geçmektedir. “Tevvâb” isminin, ekseriyetle “Rahîm” ismi ile birlikte gelmesi Yüce Rabbimizin suçlarımızı affetmekle kalmayıp ardından rahmet ve ihsanı ile de tecelli edeceğinin müjdesidir. Aynı zamanda bu durum, affın merhamet ve şefkat ile iç içe olduğunu gösterir.
Bakara suresi 37. ayetten öğrendiğimize göre, Hz. Âdem’e hata ettiğinde nasıl tövbe edeceğini Allah öğretmiştir. Bu ayetin tefsirinde Elmalılı’nın aktardığına göre Hz. Âdem hatasından dönüp tövbe edince Cenab-ı Hak da onu er geç cennete döndürmeye söz vermiştir. Burada işin sırrı hata tabiat hâline gelmeden hemen dönüş yapılmasıdır. (Nisa, 4/17-18.) Her isyan arızi bir kesinti ile Allah’ın rahmet ve lütfunu bizden uzaklaştırır. Hemen tövbe edilirse arıza giderilmiş, lütuflarla bağlantı yeniden sağlanmış olur. Elmalılı’nın dediğine göre insanın saadeti, günahları kendisine huy edinmemek için daima tövbe ve istiğfar üzere bulunmasındadır. İnsanı ümitsizliğe sevk edecek olan şey de işlenen günah değil, günahta ısrar etmek ve tövbeyi unutarak şeytana uymayı huy edinmektir.
Kur’an’dan öğrendiğimize göre tövbe illa bir hatadan sonra yapılmaz. Rabbimize karşı bilemediğimiz eksikliklerimizin şerrinden de Allah’ın Tevvâb ismine sığınırız. Efendimizin günde en az yüz kez tövbe ettiğini bildiğimiz gibi Bakara suresinin 128. ayetinde Hz. İbrahim’in de Kâbe’nin inşasından sonraki niyazında Tevvâb ismine sığındığı aktarılır. İslam’ın nihai zaferinden ve Peygamberimizin görevini başarı ile yerine getirdiğinden bahseden Nasr suresinin sonunda Efendimizin şahsında hepimize büyük zaferlerin ardından Allah’ı tespih edip O’nun affını dilememiz emredildikten sonra sure Tevvâb ismi ile nihayete erer.
Tevvâb tecelli ederse
İnsanın bir hata işledikten sonra, iyice uzaklaşmadan Rabbine hemen dönebilmesi, Allah Teâlâ’nın ona Tevvâb ismiyle tecelli ettiğini gösterir. (Tevbe, 9/118.) Tevbe suresine ismini veren olayda Tebük seferine katılmayan üç sahabenin, münafıkların yaptığı gibi bahaneler uydurmaya kalkmadan hatalarını kabul etmeleri ve Allah’ın affına sığınmaları anlatılırken kullanılan ifadeler tövbeye muvaffak olmanın da Allah’ın bir lütfu olduğunu gösterir. Yalnız bunu başarabilmek için psikolojide “farkındalık” denilen meziyete sahip olmak gerekir. Kendi davranış ve ahlakı üzerinde düşünmeyen; hatalarını, iş işten geçip de kalıcı bir ahlaka dönüşmeden fark etmeyen kişiler bunu başaramaz. Fakat Tevvâb isminin tecellisi için sadece farkındalık da yetmez. Zira Kur’an’a göre tövbe yalnızca kalpteki pişmanlık ve bunun dil ile söylenmesi değil, arkasından ıslah gelecek şekilde davranışların tam olarak düzeltilmesidir. (Bakara, 2/159-160.) Tıpkı yanlış yola girdiğini fark eden birinin hedefine varması için yanlışını fark ettikten sonra geri dönüp yolunu doğrultması gerektiği gibi. Tevvâb isminin tecellisi öncelikle öz eleştiri ve ilahî otoriteye güven ile ortaya çıkar. Bu iki özellik, insanı kemale götüren en güvenli yola, yani hatalarını düzelte düzelte ilerlemeye götürür.
Tevvâb’ın tecelli ettiği insanlar kendi hatalarını hemen fark edip düzelttikleri gibi başkalarına da düzeltme şansı tanıyan, yüce gönüllü, her zaman af yolunu tutan kişilerdir. “Bir şahıs Hz. Peygamber’e gelerek ‘Ey Allah’ın Resulü, yanımızda çalışan hizmetçimizi günde kaç defa affedelim?’ diye sordu. Allah’ın elçisi cevap vermedi. Bunun üzerine sorusunu tekrarladı. Allah’ın elçisi yine suskunluğunu sürdürdü. Aynı soruyu üçüncü kez yöneltince ‘Onu günde yetmiş defa affedin!’ cevabını verdi.” (Ebu Davud, Edeb, 123-124.) Bu hadisle Efendimiz, affa bir sınır koymak isteyen kişiye affa sınır konulamayacağını veciz bir şekilde göstermiştir.
Tevvâb isminin tecelli ettiği insanlar kendi günah ve isyanlarına Rabbimizin nasıl karşılık vermesini istiyorsa kendisi de O’nun kullarına karşı aynı müsamahayı gösterir. Bu yüce gönüllülük de etrafındakilerden önce kendisine büyük bir huzur verir.
En Güzel İsimler 99 Esma Sonsuz Mana-Vaize Fatma Bayram
19 Aralık 2021 Pazar
79- El-Berr ism-i şerifi:
“Berr” kelimesi Arapçada “itaatkâr, sadakatli, vefakâr ve iyiliksever olma” anlamına gelen “birr” kökünden türemiş bir sıfattır. Esmayıhüsnadan biri olarak “yaratıklarına karşı rahmeti, mağfireti, lütuf ve ihsanı bol” ve “söz ve haberlerinde mutlak sadık, asla yalan söylemeyen” şeklinde olmak üzere iki farklı anlam taşır. Hakikate sadakat ile mutlak iyiliğin aynı kelime ile ifade edilmesinin de dikkat çekici olduğunu belirttikten sonra bu ismin anlamındaki genişliğe de işaret etmek gerekir. Bu kelimenin aynı zamanda yeryüzünün kara parçaları anlamına geldiğine de işaret eden Ragıb el-Isfehanî kelimenin kökenindeki genişlik anlamını öne çıkararak “Berr” olmanın hayırlardaki genişlikle ilişkisine dikkatlerimizi çeker.
Berr, Yüce Rabbimizin asli isimlerinden olduğu cihetle kâinatta asıl olan iyilik ve hakikate sadakattir. Kötülük ve yanılgı asıl değil, arızidir. Bu ikisi iyiliğin azalması ve hakikatten sapılması sonucu ortaya çıkar. Kötülükleri asli zannetmek ve bu durumu “tanrının iyiliği” inancı ile bağdaştıramamak yüzyıllar boyunca insanları şirke sürüklemiş, günümüzde de tanrı fikrini tamamen reddetmeye sevk etmiştir. Oysa kötülük, iyiliğin azalması sonucu ortaya çıkan arızi bir durumdur.
Kur’an’da Berr
Kur’an’da “çok şefkatli ve kerem sahibi” anlamında olmak üzere sadece bir ayette ve “Rahîm” ismiyle birlikte Allah’ı tavsif eder. Berr ve Rahîm isimlerinin bir arada zikredilmesi bize, (Rahman isminden farklı olarak, Rahîm isminin ifade ettiği merhametin kulun ameline bağlı bir karşılık olmasından dolayı) Rabbimizin iyilik ve ihsanlarının biz kulların tercih ve davranışlarına bağlı olduğuna da işaret eder. Cennetliklerin, kendilerini bu konuma getiren dünya hâlleri hakkında yaptıkları sohbetin bir parçasını aktaran bu ayetin metnine baktığımızda bu vurguyu açıkça görürüz: “Gerçekten biz bundan önce ona yalvarıyorduk. Şüphesiz O iyilik edendir, çok merhametlidir.” (Tur, 52/28.)
Berr tecelli ederse
Kur’an’a göre, insanların “berr” olarak nitelenmesi, “birr/iyilik”in bütün vasıflarına tam olarak sahip olmasına bağlıdır. Kur’an’da birr (iyilik) kavramının kapsamlı bir şekilde açıklandığı ve kimlere “iyi” denilebileceğinin açıkça ortaya konduğu Bakara suresi 177. ayete göre inanç, ibadet, güzel ahlak, fedakârlık, metanet ve sabır alanlarında eksikleri olanlar “iyi”lerden olamazlar. “İyi” denebilecek insanın bütün yönlerini kapsayan bu hususlardan hiçbiri, diğerinin yokluğunu telafi edemez.
Bu ismin tecelli ettiği kullar kendisine ihsanda bulunana fazlasıyla mukabelede bulunduğu gibi birine iyilik etmek için onun kendisine iyi davranmış olmasını beklemez; iyilik çetelesi tutmaz. Müslüman iyilik gördüğü veya beklediği için değil, iyi bir insan olduğu için iyilik yapar. Hatta kötülük yapmış olana dahi iyilikle mukabelede bulunur. İnsanların özürlerini kabul eder, onları yokuşa sürmez, ilişkileri zorlaştırmaz. İnsanlara ikram edeceği zaman kendisine en sevimli gelen şeylerden ikram eder. Bütün iyiliklerinin, Yüce Allah’ın kendisine yaptığı ikramlar sayesinde olduğunu unutmaz. İyiliklerini kendinden bilmez.
Aslında iyilik etmek, iyilik edilen kişiden çok, iyilik eden için şifadır. Kişinin kendini iyiler arasında hissetmesi onu depresif düşüncelerden korur. Bu nedenle günümüzde karşılıksız iyilik etmek, psikolojik terapi yöntemi olarak uygulanmaktadır.
Kuşeyrî, “Berr” isminin kapsadığı sırları açıklarken berr ile “birrül valideyn” (ana-babaya iyilik ve ihsanda bulunmak) arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Bu kapsamda Allah Teâlâ’nın kula iyilik ve ihsanlarının, o kulun ana babasına itaat ve ihsanına bağlı olduğunu da vurgular. Elbette bu ismin tecelli ettiği kul bütün mahlukata iyi davranır. Ancak hiyerarşik değer anlayışını kaybetmiş olan bizlerin, ana-baba, aile büyükleri, hocalar gibi üzerimizde emeği olan insanlara iyi davranmayı özellikle hatırlamamız gerekir.
Sufilere göre bu ismin içerdiği anlamları kavramış olan bir kul, Allah’ın, onun eksik ve günahlarını bağışlayıp onlara rağmen nasıl iyilik ve ihsanda bulunduğunu iyice düşünmeli ve günahlara odaklanmak yerine –Allah onları nasıl örttüyse- kendisi de kendisini bağışlayıp günahlardan doğan ezikliği sürdürmeyi bırakmalı, iyiliklerini çoğaltmak suretiyle Allah’a şükretmeye yönelmelidir. Ders almak ve bir daha işlememe azmini güçlendirmek için arada bir günahları hatırlamakta yarar vardır. Ancak bilmelidir ki sürekli hata ve eksikliklerini düşünmek kişinin iyilik ve güzellik kapasitesini yok eden bir odaklanma hatasıdır. Sürekli pişmanlık aşamasına takılıp kalanlar nefs basamaklarında yükselemezler. Üstelik bu hâl Berr olan Allah Teâlâ’nın lütuf ve ikramlarını görmeye mani olur. Kişi sırf bu yüzden dahi şükür mertebesini kaybedebilir. Hatalar istiğfarla temizlenmeli, günahlar örtülmeli, hatta unutulmalı, Allah’ın nimetlerine odaklanarak şükrünü ifa etmeye bakılmalı. Efendimizin de defalarca vurguladığı gibi insanların en hayırlısı, iyi amellerle meşgul olan, hayırlarda yarışan, kalbinde şer bulundurmayan ve hiç kimseye eziyet etmeyendir.
18 Aralık 2021 Cumartesi
78- El-Müteâlî ism-i şerifi:
Eskiler Yüce Rabbimizin ismini hiçbir zaman tek başına kullanmamışlar; O’nu her daim yüceltici sıfatlarla birlikte zikretmişlerdir. Bunlardan, kulaklarımızın en alışkın olduğu kullanım şekli “Cenab-ı Hak” ve “Allah Teâlâ” ifadeleridir. Teâlâ fiilinden türemiş bir isim olan Müteâlî, Rabbimizin sınırsız bir yücelik sahibi olup akla gelebilecek her türlü sınır ve kayıttan münezzeh olduğunu ifade eder. Bu kalıbın özünde bulunan zorluk da bu yüceliği aklın almasındaki zorluğa tekabül eder.
17 Aralık 2021 Cuma
77- El-Vâlî ism-i şerifi:
“Birinin işini üstlenmek; bir ülkeyi yönetmek; yardım etmek, sevmek” manalarındaki velâyet kökünden türemiştir. Bütün varlıkların hükümranı ve onlar üzerindeki yegâne mutasarrıf demektir. Rabbimizin mahlûkatın bütün işlerini yoluna koyan ve gereği gibi yöneten olduğunu ifade eder. O, yarattığı her şeyin bütün ihtiyaçlarının karşılığını da yaratmış ve sistemi kusursuz bir şekilde kurmuştur.
Kur’an’da Vâlî
Kur’ân-ı Kerîm’de Vâlî ismi sadece Rad suresi 11. ayette geçer. Yirmiyi aşkın ayette ise Velî kalıbında, müminlerin dostu ve yardımcısı anlamında geçmektedir. (Bakara, 2/257; Araf, 7/196.) Rabbimiz dünya hayatında ihtiyacımız olabilecek bütün nimetleri yaratıp onlara ulaşma yollarını göstererek; uhrevi hayatta da bizi kötü akıbetten koruyacak yaşam biçimini anlatmak üzere peygamberler göndererek insanoğlunun dünyevi-uhrevi bütün ihtiyaçlarını gözetmiş, onun faydasına olacak yolları açmıştır. Kur’an’da aynı kökten türeyen “Mevlâ” nitelemesi de Allah’a izafe edildiğinde “sevme, koruma, yardım etme, tasarruf ve himayesi altında bulundurma” gibi anlamları öne çıkar.
Öncesinde putlara taparak onların himayesini uman müşriklere meydan okunduktan sonra Araf suresinin 196. ayettinde Efendimiz’in (s.a.s.) şahsında bütün müminlerden “…Bilin ki benim velim, kitabı indiren Allah’tır. O, iyileri koruyup kollar.” demeleri istenmektedir. Burada özellikle velî kelimesi ve aynı kökten gelen “yetevellâ” fiili kullanılarak müminlerin Yüce Allah’a olan sevgi ve bağlılıklarıyla O’nun kendisine inanıp bağlanan iyi kullarına (sâlihîn) olan sevgisi, koruyuculuğu ve lütufkârlığı dile getirilmektedir. Buna göre Allah ile müminler arasında sıcak bir ilişki vardır; müminler Allah’a gönülden inanıp bağlanmakta, O’nu dost bilmekte; Allah da onları sevmekte, yollarını aydınlatan kitabı göndermek suretiyle doğru yolu bulup o yolda yürümelerini sağlamaktadır.
Vâlî tecelli ederse
Yüce Allah, Vâlî isminin tecellisi ile insanlar içinde yönetme kabiliyetine sahip idareciler yaratmış ve varlığı bir hiyerarşi içinde düzene sokmuştur. Âlemde ne kadar basit ve küçük olursa olsun, körü körüne cereyan eden hiçbir olay yoktur. Hepsi O’nun planı ve idaresi altında, bir hedefe yönelik olarak ve O’nun izniyle cereyan eder. Evrenin temelinde yönetim vardır. İnsanlar arası ilişkiler dahi böyledir. Bu yüzden Efendimiz iki kişi bir iş için bir araya geldiğinde birinin yönetici olmasını tavsiye etmiş; günlük hayatı dahi başıboşluğa bırakmamıştır.
Cenabı Hakk’ın Velî ve Vâlî isimlerini bilip gereği gibi inanan bir Müslüman Allah’ın dinine uygun düşmeyen bir velayetin altına girmez; Allah düşmanlarının dostluğuna ve himayesine sığınmaz. (Al-i İmran, 3/28.) Onları sırdaş ve dost edinmez. (Al-i İmran, 3/118.) Hâkimler hâkimi, yönetenlerin de yöneticisi olan Allah’ı unutmaz; her ihtiyacını O’na arz eder.
Özellikle bu isimle nitelenen veli ve valiler bu ismi taşımanın sorumluluğunu hiç akıllarından çıkarmadan, üstlendikleri bu işi büyük bir itina ve hakkaniyetle yerine getirmelidirler. Efendimiz kendisi ile zayıf ve güçsüzler arasına engeller koyan ve ulaşılmaz olan yöneticilerin kıyamet günü Allah ile aralarında engeller olacağını (Müsned, V, 239.) yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatanlara Allah’ın da rahmet kapılarını kapatacağını (Müsned, III, 441, 480.) belirtmiştir.
Her insan bir boyutta yönetilen bir diğer boyutta ise yönetendir. (Zuhruf, 43/32.) Dolayısıyla dinimizin yöneticilere dair emir ve tavsiyeleri yukarıdan aşağıya doğru, hiyerarşik olarak ümmetin her bir ferdini ilgilendirmektedir. Esmayıhüsnâ şarihi Ali Osman Tatlısu, Vâlî ismini açıklarken şöyle der: İnsan, hâkimler hâkimi, yüce bir Vâlî tarafından sicilinin tutulduğunu unutmamalı, hayat aşamalarında hâlden hâle geçerken Rabbine karşı sadakatsizlik, hadsizlik ve terbiyesizlikten sakınıp kendi uhdesine verilen vazifelerin o en yüksek mercinin huzurunda değerlendirileceğini aklından çıkarmamalıdır.
Sufiler hayatımızda cereyan eden hâlleri Vâlî olan Rabbimizin tasarrufatı olarak görür ve kişinin iradesinin bu kaderi fark edip kabul etmek ve ondan istifade etmek olması durumunda hayatın keyfini çıkarabileceğini söylerler. Çağdaş psikolojinin “kendinle barışık olmak” diye nitelendirdiği bu durum akıl ve ruh sağlığının üzerine kurulacağı temel esastır. Aksine Rabbimizin tasarruflarına isyan ettiğimizde sonuç değişmez, başımıza gelecek olan yine gelir; ancak bu durumda kişi sürekli bir küskünlük ve güceniklik içinde yaşar ve hayata uyumsuz biri olur. Vâlî isminin tecelli ettiği kul hem kendi varlığını hem de kendisine emanet edilenleri Allah’ın nizamına göre idare eder. Adalet ve iyilik dağıtır. Hizmetleri vesilesi ile Allah’ın nimetlerine gark oldukça onları da aynı yolda kullanarak iyiye doğru gitmesini, gelişmesini devam ettirir.
16 Aralık 2021 Perşembe
75- El-Zâhir, 76- El-Bâtın ism-i şerifi:
Aslında O’nun bâtın oluşu zuhurunun şiddetinden dolayıdır. Aşırı parlak ışıkta hiçbir şey göremediğimiz gibi Rabbimizin varlığının tecellilerinin şiddetinden, bir noktadan sonra O’nu göremez oluruz. Ayrıca varlığı son derece zahir olduğu hâlde bizim göremediğimiz birçok varlık vardır. Onları, varlıklarının yol açtığı neticelerden biliriz. Gazali, Allah Teâlâ’nın akıl yoluyla bilinmesi, kesin ve inkâra izin vermeyecek derecede açık seçik olması durumunda O’nu inkâr edenlerin bulunmaması gerektiğini söyler. Daha sonra Cenabı Hakk’ın varlığının bazılarına gizli kalmasının O’nun çok belirgin (şiddet-i zuhûr) oluşundan olduğunu söyler. Ona göre yazının bir yazıcıya ihtiyaç duyması gibi tabiattaki her nesne ve olayın olağan üstü bir düzene sahip olması da onun bir yaratıcı ve düzenleyicisinin bulunduğunu kanıtlar. Bununla birlikte, bu düzen hiç aksamadığı ve her olan bitene egemen olduğu için akli melekelerini ve psikolojik güçlerini yeterince kullanamayan insanlar düzenin kendi kendine sürekli çalıştığı yanılgısına düşerler. Buna alışkanlık körlüğü diyebiliriz. Bu nedenle zahirin tezahürlerine şahitlik edebilmek için bize sıradan görünen olaylardaki mucizevi işaretleri görebilmek ve hayretimizi sürekli koruyabilmek gerekir.
Evvel – Ahir – Zahir – Bâtın
Bu dört isim Rabbimizin kuşatıcılığını anlatır. Allah’ın Evvel ve Ahir oluşu zamanın tamamını, Zahir ve Bâtın oluşu da mekânın tamamını kuşattığını ifade eder. O Evvel olmakla her şeyin ilkidir, Ahir olmakla her şeyin sonu ve arda kalanıdır. Zahir olmasıyla her şeyin üstündedir, Bâtın olmasıyla her şeye aslından daha yakındır. Bu dört isim bir arada tevhidin bütün kapsamını ifade eder.
Abdülkadir el-Bağdadi, Allah’ın gözle idrak edilemeyişinin perdelere bürünmesi gibi sebeplerden ötürü olmayıp göze O’nu görme gücünün verilmeyişinden ileri geldiğini belirtir ve söz konusu ilahi isimlerle ilgili olarak ileri sürülen yorumların en doğrusunun, Hz. Peygamber’in şu duasında yer aldığını söyler: “Allah’ım! Sen Evvelsin, senden önce hiçbir şey yoktur; sen Ahirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen Zahirsin, fevkinde hiçbir şey yoktur; sen Bâtınsın, dununda (senden öte) hiçbir şey yoktur.” (Müslim, “Zikir”, 61; Ebu Davud, “Edeb”, 98.)
Kur’an’da Zahir ve Bâtın
Bu iki isim, fiil ve isim kalıbında, toplam altı ayette bir arada gelerek Rabbimizi tanımlar. (Enam, 6/120, 151; Araf, 7/33; Lokman, 31/20; Hadid, 57/3,13.) Hadid Suresi 3. ayette Evvel, Ahir, Zahir ve Bâtın isimleri peş peşe gelir. Bu ayetin tefsirinde Elmalılı, Zahir isminin Rabbimizin varlığının her şeyden aşikâr oluşunu ifade ettiğini, çünkü âlemdeki her şeyin O’nun varlığını apaçık bir şekilde gösterdiğini söyler. Ona göre bütün varlıklar, daha kendileri varlık sahasına çıkmadan O’nun varlığını ispat ederler. Bununla birlikte bu zahir oluş bizi hataya sürükleyip de zahir olan şeyleri O zannetmemeliyiz; çünkü O Zahir olmakla beraber Bâtındır da. Duyular, hisler ve hayal ile tahayyül olunamayacağı gibi O’nun varlığının hakikati akılların idrak ve ihatasına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh ne yalnız Zahir ne de yalnız Bâtın diye hükmetmemeli, bu iki sıfatı birlikte düşünmelidir. Bu olmadığında birçokları gaflet ederek vahdetivücut namına hatalara düşmektedirler.
Enam suresi 120. ayet ise bize günahların da zahir ve bâtın olanları olduğunu ve sadece herkesin gördüğü zahiri günahları değil, sadece Yüce Allah’a malum olan en gizli günahları da terk etmemiz gerektiğini söyler. Bu gizli günahlar Allah Teâlâ’nın nazargâhı olan kalbimizle işlediğimiz günahlardır.
Lokman suresi 20. ayet Rabbimizin bize sadece görünen nimetleri değil; akıl, kalp ve vicdan gibi hatta hakkında hiçbir bilgimiz olmadığı için farkında dahi olmadığımız nice nice nimetler verdiğini hatırlatır. En akıl almaz yollardan bize ulaşan bu gizli ve açık nimetlerin farkında olmak kulun şükür ve minnettarlık duygularını pekiştirir. Bu da kalp huzuru ve ruh sağlığının en önemli şartıdır.
Zahir ve Bâtın tecelli ederse
Allah’ın Zahir ve Bâtın isimleri, O’nun hem görünen hem de görünmeyen âlemlerin yaratıcısı ve yöneticisi olduğu manalarını vurgulamaktadır. Bu nedenledir ki iman sadece bir vicdan işi değildir; onun zahire bakan bir tarafı da vardır. Bu iki isme layıkıyla inanmak insanın iç dünyasını, niyetlerini ve kalbini tam anlamıyla temiz tutmaya dikkat ettiği kadar bu temizliğin söz ve davranışlarına da yansımasına özen göstermeyi gerektirir.
15 Aralık 2021 Çarşamba
73- El-Evvel, 74- El-Âhir ism-i şerifleri:
Yüce Allah her varlıktan mukaddemdir. Varlık yok olduktan sonra da O’nun var oluşu devam eder. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Her şeyin yaratıcısı olması hasebiyle Evvel; bütün işlerin önünde sonunda O’na dönecek olması hasebiyle de Âhir’dir. Başlangıç ve son, yaratılmışlar için söz konusudur ve kendisi de bir mahlûk olan “zaman”a ait kavramlardır. Evvel ve Âhir isimleri Cenab-ı Hakk’ın zamanın dışında olduğunu ifade eder.
Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerine mukaddem olup kendi varlığının evveli yoktur. Kendisi için asla başlangıç tasavvur olunamaz. Onun için O’na Evvel demek, "ikincisi var" demek değildir. "Sâbık’ı, yani kendisinden evvel bir varlık sahibi yok" demektir. Allah’ın ismi olarak Âhir; her şeyin sonunun, bitiminin Allah’a nispetle önce olacağını, hiçbir varlığın O’nun ötesine geçme imkânına sahip olamayacağını ifade eder. Başta Maturidi olmak üzere Halîmî, Abdülkahir el-Bağdadî, Zemahşerî, Beyzavî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi âlimler bu iki ismin Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi beraberce kullanılmasının gerektiğini söyler. Çünkü Rabbimizin evveliyet ve âhiriyeti, zamanın başlangıç ve sonuç sınırlarının üstünde oluşu, başka bir deyişle zamandan münezzeh bulunuşu demektir. Bu mananın da ancak iki ismin beraber kullanılmasıyla elde edilebileceği kabul edilmiştir.
Kur’an’da Evvel ve Âhir
Hadid suresinde yer alan (Hadid, 57/3.) birbiriyle bağlantılı Evvel, Âhir, Zahîr ve Batın isimleri üzerinde ilk dönemlerden itibaren durulmuş ve ilgi çekici yorumlar yapılmıştır. Buna göre Allah Teâlâ, her şeyin yaratıcısı ve ilk illeti olması itibarıyla Evvel, her şeyi yaşatan ve yok eden olması bakımından Âhirdir. İlk bilinmesi itibarıyla Evvel, en son varılan olması bakımından Âhirdir. Zamanın dışında olması itibarıyla hem Evvel hem de Âhirdir.
Elmalılı merhum, bütün yaratılmışların kendilerini var eden ilk sebep olmasa, özünde helake ve yok oluşa mecbur olduğunu belirttikten sonra Yüce Allah’ın Evvel ve Âhir oluşunu her şeyden evvel olduğu gibi, hepsinin gayesi ve varlığın dönüp dolaşıp varacağı son nokta olduğunu ifade ederek açıklar. Kur’an’da Hadid suresinde yer alan Evvel isminden başka birçok ayette yaratmayı başlatma, devam ettirme ve yenileme fiilleri, ayrıca göklerle yerin ve aralarındaki her şeyin yani kâinatın icat edilişi de Allah’a izafe edilir. "...O’nun zatından başka her şey helâk olacaktır..." (Kasas, 28/88.) "...Yeryüzünde bulunan her şey yok olacaktır. Yalnız celal ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacaktır." (Rahman, 55/26-27.) ayetleri Allah’ın Âhir olduğunu; "Allah, her şeyin yaratıcısıdır..." (Zümer, 39/62.), "Allah’tan başka yaratıcı mı var?" (Fatır, 35/3.) ayetleri de Allah’ın Evvel olduğunu ifade eder. Peygamber’imizin şu hadisi Evvel ve Âhir isimlerini açıklamaktadır: "Allah’ım! Sen evvelsin. Senden önce hiçbir şey yoktur. Sen, ahirsin. Senden sonra da hiçbir şey olmayacaktır..." (Müslim, Zikir, 60; İbn Mace, Dua, 2; Ahmed, I, 404.)
Bu isimler insana tecelli ederse
Yüce Allah’ın “Evvel” olduğunu bilmek, sadece sebeplere bakmaktan ve sebep sonuç ilişkisine bağımlı kalıp sınırlı düşünmekten kurtulmamızı sağlar. Bütün bu varlık alemini mutlak yokluktan yaratan Allah, Müsebbib-i Evvel’dir. Yani tüm sebepler zincirini de O yaratmıştır. Bu nedenle bir işin olmasını istediğimizde, O’nun koyduğu düzen çerçevesinde tüm esbaba riayet ederiz ama her işin nihai noktada O’nun onayına bağlı olduğunu da bilir, esbaba değil onları yaratana güvenir ve tevekkül ederiz. Mutlak manada her şeyden evvel ve sonra olmak Yüce Allah’a mahsus olsa da Evvel isminin tecellisi ile insanlar hayırlarda ve insanların hayatlarını kolaylaştıracak buluş ve icatlarda öncülük ederler. (Tevbe, 9/100.) Bunlardan bazılarının ise isimleri kıyamete kadar anılır. İşte onlar da Âhir isminin tecellisi ile kendileri gitse dahi bu cihanda adı kalmış kişiler olurlar.
Bu iki ismin kendisinde tecelli ettiği bir insan önceliklerini ve nihai gayelerini doğru tespit eder. Doğru neticelere ulaşabilmek için yapması gerekenleri doğru bir sıra ile yapmak, hayatı ziyan etmemenin en önemli koşuludur. Aksi durumda insan, hayatını nefsinin ve tesadüflerin insafına bırakmış olur ki bu da en baştan kaybetmek demektir. Aslında insan, sonuçlardan değil süreçten sorumludur. Sonuçları yaratacak olan Allah’tır. Bizim hesabımız süreci doğru yaşayıp yaşamadığımızla ilgili olacaktır. Süreci doğru yürütmek de amaçları ve bu amaçlar yolunda öncelikleri doğru tespit etmek ve süreç boyunca bunları hatırdan çıkarmadan irademizi doğru kullanmakla mümkün olacaktır. Eğer sonuçlar süreçten daha önemli olsa idi o zaman “sonuca ulaşmak için her yol mubahtır” anlayışı doğru olurdu ki bu aslında şeytanın izlediği bir yoldur.
Sufiler insanların çoğunun bu dünyada elde etmek istedikleri amaçlar doğrultusunda, Allah’a Evvel ismiyle kulluk ettiğini, oysa asıl ihlaslı kulluğun Âhir adıyla olması gerektiğini söylerler. Âhir isminin en büyük tecellisi ahiret hayatıdır. Ahiret, bir bakıma Evvel isminin tecellisi ile her an yeniden verilen başlangıç fırsatlarının kullar tarafından nasıl kullanıldığının izdüşümü olarak inşa edilen sonlar demektir. Allah’ın Âhir olduğunu bilmek, bütün sebeplerin sonuçta mutlaka yok olacağını ve sadece Âhir olan Allah’ın baki kalacağını bilmemizi sağlar. Geçici varlıklara bağlanmak, yokluğa bağlanmaktır. Hâlbuki Âhir olan Allah’a bağlanmak kesinlikle yok olmayacak ve ebediyen var olacak olana bağlanmaktır.
14 Aralık 2021 Salı
71- El-Mukaddim 72- El-Muahhir:
Dilediği şeyi öne alan, önde bulunduran” manasına gelen Mukaddim, esma-i hüsna listesinde ve diğer hadis rivayetlerinde “geriye bırakan, erteleyen” anlamına gelen Muahhir ismiyle birlikte zikredilmiştir. Diğer zıt anlamlı isimlerde olduğu gibi bu iki ismin de bir arada zikredilmesi, anlam ve muhtevalarının birbirine kıyasla anlaşılması bakımından önem arz eder. Ayrıca bu çift isimlerin bir arada gelişi Yüce Allah’ın esma ve sıfatlarındaki mükemmelliği daha açık bir şekilde gözler önüne serer. Mesela, istediğini öne geçirmeye gücü yeten ama istediğini geriye çekmeye güç ve yetkisi olmayan bir mevkinin kudretindeki eksiklik nasıl bariz ise bu iki duruma da kayıtsız şartsız malik olmanın nasıl bir mükemmellik demek olduğu öylece barizdir.
Maddi-manevi herhangi bir şeyin kıymetini ve önem sırasını belirleme yetkisinin sadece Yüce Allah’a ait olduğunu, O’nun istediği şeyi yüceltip istediğini de daha aşağı bir mevkie indirebileceğini ifade etmesi bakımından bu iki isim, zihinlerimizdeki öncelikler ve kıymetler sırasının ilahi murada uygun bir şekilde belirlenmesi açısından hayati önem taşır. Zira, âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah bu âlemlerdeki her bir varlık için bir yer ve önem belirlemiştir. Her kim ki O’nun öne aldığını arkaya atar, arkada bıraktığını öne geçirirse hayatındaki bütün ölçüler şaşar.
Esma-i hüsna şerhine dair eserini tasavvufî bir neşve ile kaleme alan Gazzâlî bu iki ismi “kendisine yaklaştıran-kendisinden uzaklaştıran” diye açıklamış ve Allah’a en yakın olan varlıkları melekler, peygamberler, veliler ve âlimler şeklinde sıralamıştır.
Halîmî, bu isimleri “dilediğine yüce mertebeler veren” ve “bazılarının ulvi mertebelere ulaşmasını engelleyen” şeklinde tanımlamaktadır. Yaratılış ve kaderle ilgili takdim-tehir çeşitleri o kadar çoktur ki bu konuya dalmak sahili olmayan bir denize dalmaya benzer. Şu kadar var ki Yüce Allah’ın bütün fiili sıfatları O’nun eşsiz kudreti, her hususta geçerli ve etkili olan iradesi ve bütün fiillerini kapsayan kâmil manada hikmeti ile alakalıdır. Bütün varlık âleminde ortaya çıkan takdim ve tehir, fayda ve zarar, yüceltme alçaltma gibi şeylerin hepsi bu üç temel vasfın eseridir.
Mukaddim ve Muahhir tecelli ederse
Öncelikle şunu bilmeliyiz ki Allah Teâlâ mahlûkatından bazılarını öne çıkarıp bazılarını da arkada bırakırken bunu o varlıklarda bulunan bazı özellikler nedeniyle yapar. Zira Yüce Rabbimiz –haşa- keyfi (sebepsiz ve hikmetsiz) hareket etmekten münezzehtir. Hayatımız boyunca yaptığımız her seçim bu takdim ve tehirin öncüllerini oluşturur. Zaten özündeki bir liyakat nedeniyle değil de koltuklanarak öne geçirilmiş kişiler getirildikleri yeri dolduramaz, hem kendilerine hem etraflarına eziyet olurlar. Bazılarımızın aklına, kişinin kendi davranış ve seçimlerinin sonucu olmayıp hayatın çeşitli aşamalarında Rabbimizin “Yürü ya kulum!” dedikleri gelebilir. Bu durumda, kişinin kendi çabası sonucu olmayıp da hazır verilen her nimetin bir ödül değil, bir imtihan konusu olduğunu hatırlamamız gerekir.
Cenab-ı Hakk’ın bu tasarrufuna kulluk edebi çerçevesinde teslim olanlar, en ufak bir hususta dahi bariz bir vasfı nedeniyle toplumda öne geçmiş kişilere saygı duyar ve onların mevkiini takdir etmekten gocunmazlar. Büyüklüğü takdir edebilmek, büyüklüğü fark ve idrak edebilmeye bağlı olduğundan bu durum onların önemli ile önemsizi, değerli ile değersizi ayırt edebilme bilgisine sahip olduklarını gösterir.
Bu iki isim Cenab-ı Hakk’ın yaratılış düzeninde sebepleri sonuçlara öncül kılmasını da ifade ettiğinden bir sonuca ulaşmayı murat eden kula düşen sünnetullah çerçevesinde sebeplere sarılmaktır. Kim ki bir neticeye ulaşmak için yaratılışın koyduğu düzenin sebepler sistemine riayet etmez veya eksiklik yaparsa kendisinden başka kimseyi suçlamamalıdır. Allah Teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi bazen de kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda ve şekilde neticelendirmez. Bunda kulların salahı ile ilgili sayısız hikmetler vardır. Allah’ın kudret ve hikmetine iman eden bir kula düşen, ümitsizliğe kapılmadan bu hikmetleri anlamaya çalışmak ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirdikten sonra takdire rıza göstermektir. Sonuçta bizim için neyin hayırlı olduğunu biz her zaman bilemeyiz. Bu geri kalış, sebepleri incelemek ve kendini yenilemek için bir fırsata dönüştürülmelidir.
Bu isimlerin tecelli ettiği insanlar kendi amaç, niyet ve davranışlarında neyi öne geçirip neyi arkada bırakacaklarını bilinçli bir şekilde düzenlerler. Kalplerinde kim ve niçin önde olacak, hayatlarında neyi ne kadar önemseyecekler, hangi konularda öncülük yapacak ve hangi konularda öne çıkmaktan uzak duracaklar, hepsini olması gerektiği gibi sıraya koyarlar. Efendimizin bahsettiği gibi hayra anahtar, şerre kilit olurlar. İnsanları idare edecek pozisyonlara geldiklerinde hangi işe öncelik vereceklerini ve kimin öne çıkarılıp kimin de geriye çekileceğini bilinçli ve hikmete dayalı/gerekçeli bir şekilde yaparlar. Bu gibi kararlarda kişisel duygularını değil genel maslahatı dikkate alır, kendilerine tanınan sınırlı kudret ve iradeyi hikmetsiz bir şekilde israf etmezler.
Yine bu isimlere iman eden insan, Allah katındaki değerin kullar ölçüsü ile olmayacağını bilir; ibadet ve iyi amellerine güvenmediği gibi günah ve kötülüklerinin çokluğu nedeniyle de ümidini kesmez. Bizim Allah’a uzak gördüğümüz nicelerinin yakın; yakın gibi gördüğümüz nicelerinin de uzak olabileceğini aklından çıkarmaz.
13 Aralık 2021 Pazartesi
69- El-Kâdir 70- El-Muktedir ism-i şerifleri:
Rabbimizin bu iki ismi, Arapçada geniş bir anlam zenginliğine sahip olan “k-d-r” kökünden türemiştir. “Gücü yetmek; ölçü ile yapmak, planlamak; kıymetini bilmek; rızkını daraltmak.” bu kökün yaygın anlamlarından bazılarıdır. Yine bu kökten gelen “kader” kelimesi de Yüce Allah’ın her şeyi bir ölçü dâhilinde takdir etmiş olması demektir. (Kamer, 54/49; Talak, 65/3; A’la, 87/3.)
Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ı nitelemek üzere bu kökten “Kâdir”, “Kadîr” ve “Muktedir” olmak üzere üç ayrı vasıf kullanılmıştır. Bu isimler, sırası ile giderek zenginleşen bir muhteva ve güce sahiptir. Buna göre, Rabbimizin kudretini anlatan bu üç isimden muhtevası en zengin olan ise Muktedir ismidir. Âlimler Kâdir ismine genellikle “aciz olmayan, aklen imkân dâhilinde bulunup muhal statüsüne girmeyen her şeye kayıtsız ve şartsız gücü yeten” şeklinde anlam vermiş ve irade sıfatıyla ilişkili olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü bir fiilin iradî olarak gerçekleşmesi, yani dilediğinde ve dilediğince olması ancak mutlak kemal mertebesindeki bir kudretle mümkün olur. İşte tüm bu anlamları içerecek şekilde “Kâdir” dilerse yapan, dilemezse yapmayandır. Kur’an’da Kâdir insanlara da izafe edildiği halde Kadîr sadece Allah’ı nitelemiştir. Kâdirin yer aldığı ayetlerde ilahi kudret ayet indirmek, azap göndermek, ölüleri diriltmek, tabiatın ve sosyal hayatın işleyişini ilgilendiren kanunları yürütmek gibi alanlara yönelikken Kadîr ismi, geçtiği kırk beş ayetin otuz beşinde birçok konuyu içine aldıktan sonra “her şeye muktedir olan” manasında çok zengin bir muhtevaya sahiptir.
Sözlükte “gücü yettiği fiilen sabit olan” demek olan Muktedir, Kâdir ve Kadîr isimlerinden daha kapsamlı olup mutlak kudret ifade eder. Muktedir için hiçbir şey muhal değildir. Hiçbir güç O’nun istediğini yapmasına engel olamaz. (Kehf, 18/45.)
Kur’an’da Allah’ın Kudreti
Kudret kavramı, Kur’an-ı Kerim’de yüz üç yerde Allah’a nispet edilmekte olup Kâdir ismi yedi ayette tekil, beş ayette (tazim ifade etmek üzere) çoğul sigasıyla Allah’a izafe edilmiştir. Bunlardan başka doksan dokuz isim listesinde bulunmayan Kadîr ismi kırk beş ayette, Muktedir ismi de dört ayette zât-ı ilâhiyyeyi nitelemektedir. Kâdir ismi, bulunduğu bütün ayetlerde daima “alâ” edatıyla kullanılarak Allah’ın güç ve kudretinin ayette zikrolunan bütün hususlara yettiğini, O’nun hakkında hiçbir zaman acz düşünülemeyeceğini ifade eder ve özellikle de Allah’ın insanları ölümlerinden sonra diriltmeye gücü yeteceğini vurgular. (İsra, 17/99; Yasin, 36/81; Ahkaf, 46/33; Kıyame, 75/40; Tarık, 86/8.) Kur’an’da üç ayette Allah’ı niteleyen Muktedir bunların birinde “Aziz”, diğerinde “Melik” ismine bitişik olarak kullanılmış, tek başına kullanıldığı ayette de “Allah’ın her şey üzerinde kudret sahibi” olduğu açık bir şekilde vurgulanmıştır. (Kamer, 54/42, 55; Kehf, 18/45.) Kur’an’dan öğrendiğimize göre Allah’a imanında eksik ve yanlışlar olan kişiler hep Allah’ın gücü hakkında yanlış düşünceler içinde olmuşlar, Rabbimiz de onları çeşit çeşit örneklerle kendi gücü hakkında ikaz etmiştir. (Kıyamet, 75/36-40.)
İlahi Kudret İnsanda Nasıl Tecelli Eder?
Bu isimler, insanda güç ve kudret içeren maddi-manevi kuvvetler olarak tecelli eder. Fakat insana lütfedilen kuvvetler sınırsız değildir. Yüce Allah’ın ihsan ettiği yeteneklerin her birinin kendine göre sınırları vardır. Gözümüz, kulağımız; elimiz, ayağımız; aklımız, fikrimiz; kısaca bedenî-ruhî bütün varlığımız bir ölçü dâhilinde ve sınırlı bir güçle yaratılmıştır. Oysa insan çoğu zaman gaflete düşerek kendi gücünü kendinden ve sınırsız zanneder. (Yunus, 10/24.) Hâlbuki Allah vermedikçe peygamberlerde dahi dilediğini yapma gücü yoktur. (Araf, 7/188; Yunus, 10/49.) İnsanların çoğu kendi gücü hakkında abartılı düşünceler içinde olduğu gibi Allah’ın gücü hakkındaki düşünceleri de hakkaniyetli değildir. (En’am, 6/91; Hac, 22/74; Zümer, 39/67.) Bu isimlerin idrakinde olanlar ise Allah’ın yetkinliğini ve gücünü tüm haşmetiyle hisseder ve O’ndan asla ümidini kesmez. Umduğuna nail olamadıysa bu Kâdir -i Mutlak öyle dilediği içindir; O’na teslimiyet ve rızadan başka bir yol yoktur.
Kâdir ve Muktedir olan Allah, bizden bir şey istemişse onun yapılmaması düşünülemeyeceği gibi O’nun gücünün önüne kimse geçirilmez; O’ndan başkasının önünde eğilinmez. Kul, O’nun yardımını kazandı mı hiçbir şeyin onu alt edemeyeceğini bilir de bütün gayretini oraya yöneltir. Kuşeyrî, Allah’ın her şeye güç yetirdiğini fakat icraata geçmeyip bağışladığını; her şeyi bildiğini ancak acele ve kızgınlıkla muamele etmediğini belirtir. Dolayısıyla Allah’ın Kâdir isminin tecellisine mazhar olan kişi duygusal ve fevri hareketlerde bulunmaz, gücünü öncelikle kendi nefsi üzerinde hâkimiyet kurmak için kullanır. Kendine hâkim olamayan, sağa sola çatıp sonradan pişman olacağı işler yapan kişi güçlü değildir. Aksine kendi zayıflıklarını telafi etmeye çalışan biridir.
Allah’ın insana çeşitli sebep ve hikmetlere binaen verdiği güçler insanın imtihan alanları konusunda da ona ışık tutar. Allah insanı ancak gücünün yettiği şeylerle imtihan eder. (Bakara, 2/286; En’am, 6/152.) Zihnimiz, ciddi bir yanılgı ile hep verilmeyenlerin imtihan konumuz olduğunu düşündürür bize. Oysa asıl imtihan verilenlerin hangi doğrultuda kullanıldığıdır. Allah’ın verdiği maddi-manevi güçlerini gereken yerlerde kullanmayanlara gelince; işte onlar dünya imtihanını kaybetmişlerdir. Çünkü kullanılmayan imkân insana hiçbir şey katmaz, aksine olanı da götürür. Bir ailenin, bir işin başında olanın dirayetli olması o birliğin amacına ulaşması için hayati önem taşır.
12 Aralık 2021 Pazar
68- Es-Samed ism-i şerifi:
Samed; yekpare, parçalara ayrılmayan ve içinde boşluklar ya da karışıklıklar bulunmayan, varlığını sürdürmek için kendi dışında bir şeye ihtiyaç duymayan demektir. Arzu ve ihtiyaçları sebebiyle her varlığın kendisine yöneldiği ancak kendisi varlığını devam ettirmek için dışarıdan hava, su, gıda gibi bir desteğe ihtiyacı olmayan, Yüce Allah’ın kendisi için seçtiği isimlerdendir.
Samed, yemeyen ve içmeyen, bütün varlıklar yok olduktan sonra da varlığı devam eden, hiç kimseye ihtiyacı olmayan, ama herkesin kendisine muhtaç olduğu, istekler için kendisine yönelip başvurulan, felaket ve sıkıntı zamanlarında yardım talep edilendir.
Samed ismi Kur’an‘da yalnız bir defa, o da İhlas suresinde Allah’ın birliği anlatılırken O’nun yaratılmışlık özelliklerinden berî, herkesin sığınacağı yegâne varlık olduğu ifade edilirken geçer.
Aşağıdaki hadis-i şerif gibi bir kaç rivayete dayanarak Samed ism-i şerifinin ism-i azam olduğunu söyler alimler.
Birgün Peygamber as bir adamın dua edip, “Allahım! Senden başka ilah olmadığına, senin Ehad, Samed, doğmamış, doğurulmamış ve hiçbir dengi olmayan Allah olduğuna şehadet ederek senden istiyorum.” dediğini işitti. Bunun üzerine Peygamber as, “Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki adam Allah’tan, kendisine onunla dua edildiği zaman mutlaka kabul ettiği ve kendisinden onunla istendiği zaman mutlaka verdiği ism-i azamıyla istedi.” buyurdu. (Tirmizi, Deavat, 63; Ebu Davud, Vitr, 23; İbn Mace, Dua, 9.)
Samed tecelli ederse
Bu isim bir insana tecelli ettiğinde Samed olan Allah o kişiyi, kimseye muhtaç olmayacak şekilde bütün dert ve ihtiyaçlarından kurtarır. O kişi de Allah’tan başka kimseye el açmaz, medet ummaz. Aynı zamanda o kişi diğer insanların sıkıntılarını gideren, problemlerini çözen, dertlilerin başvurduğu bir merci olur. Bu kişi İnsanlarla ilgilenip ihtiyaçlarını karşılamaktan yüksünmez. Gazali ra’in de söylediği gibi Allah cc, gerek dinî, gerek dünyevi konularda insanları kime muhtaç etmişse ve onların ihtiyaçlarını kimin eli veya dili vasıtasıyla karşılamışsa bu isimden ona ikram etmiş demektir. Bu insanlar, içinde bulundukları topluma Allah’ın ihsanıdır. Sadece çevrelerindeki insanlar değil, hayvanlar, bitkiler, toprak ve su bile onların iyiliklerinden nasiplenir. Elbette bu hasletlere sahip olmak bir miktar eziyete maruz kalmak demektir. Ama işin fazileti de o yüzdendir zaten.
Aslında insanın farklı ihtiyaçlar içinde olması ona kendini ve Rabbini bildiren, sabrı ve şükrü öğreten fırsatlardır. Böyle bir durumda, İhlas suresinde anlatıldığı ve biraz önce okuduğumuz hadiste geçtiği üzere Rabbine iman edip güvenen Müslüman Allah’tan başka Samed olmadığını, O’nun tek ve bir olduğunu bilerek yalnız O’na yönelmeli, bütün ihtiyaçlarını O’ndan istemeli, her sıkıntıda O’na sığınmalıdır.