30 Kasım 2021 Salı

Kâmil Mânada Kılınan Namaz


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“…Namazı da dosdoğru kıl! Gerçekten kâmil mânâda kılınan namaz, fahşâdan (çirkinlik, edebsizlik, fuhşiyâttan) ve münkerden (dînin ve akl-ı selîmin tasvib etmediği herşeyden insanı) men eder.” (Ankebut, 45)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Namazında ölümü hatırla. Çünkü bir kişi ölümü hatırlayarak namaz kılarsa, o namaz kâmil ve güzel olur. Namazını, son namazını kıldığını düşünen kimse gibi kıl. Sonunda özür dilemeni gerektirecek her şeyden de uzak dur.” (Deylemî, Müsned, I, 431)


2g1d.com



29 Kasım 2021 Pazartesi

Cenâb-ı Hak Kullarını Seviyor!


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“O (Allah), kullarının tevbesini kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.” (Şûrâ, 25)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Her insan hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 49/2499; İbn-i Mâce, Zühd, 30)

Cenâb-ı Hak, kulunun tevbe etmesinden öylesine memnûn olmaktadır ki, bunu idrak etmek mümkün değildir. Allah Rasûlü (sav) bunu şu misalle anlatmıştır:

“Herhangi birinizin tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu hoşnutluk, ıssız çölde giderken üzerindeki yiyecek ve içeceğiyle birlikte devesini elinden kaçıran, arayıp taramaları fayda vermeyince ümîdini büsbütün kaybederek bir ağacın gölgesine yatıp (ölümü beklemeye başlayan), derken yanına devesinin geldiğini görüp hemen yularına yapışan ve aşırı derecedeki sevincinden ne dediğini bilmeyerek:

“–Allah’ım! Sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim!” diyen kimsenin sevincinden çok daha fazladır.” (Müslim, Tevbe, 7; Tirmizî, Kıyâmet, 49; Deavât, 99)

2g1d.com

28 Kasım 2021 Pazar

Âhiret Rüsvâlığı


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“Bilerek hakkı bâtıl ile karıştırmayın, hakkı gizlemeyin.” (Bakara, 42)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafiftir.” (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Müjdeci ve uyarıcı olan Sevgili Peygamberimiz, vefâtlarından önce mü’minlere son defâ hitâb ediyor ve onlara son hatırlatmalarda bulunuyordu. Bir ara sözü kul hakkına getirerek:

“-Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafiftir.” buyurdu. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)

Efendimiz (sav)’in bu sözü üzerine insanlardan bir kısmı önceden yapmış oldukları bazı haksızlık ve hatâları îtirâf ederek Allâh Rasûlü’nden duâ ve istiğfâr talebinde bulunmaya başladılar. Bir müddet sonra bir kimse de ayağa kalkıp:

“-Vallâhi yâ Rasûlallâh, ben de çok yalancıyım hem de münâfığım. Benim işlemediğim hiçbir kötülük yoktur,” dedi.

Hz. Ömer ona:

“-Be adam, kendini rezil ve rüsvâ ettin,” dedi.

Sevgili Peygamberimiz:

“-Ey İbn-i Hattâb! Dünya rüsvâlığı ahiret rüsvâlığından çok hafiftir!” buyurarak, bu vesîle ile orada bulunan mü’minleri âhiretin dehşetine karşı uyarmış, orada rezil olmamak için dikkatli davranmalarını ihtâr etmiştir.

Daha sonra da bu kişi için:

“Ey Allâh’ım! Ona doğru sözlülük ve imân olgunluğu nasip et. Kendisinin kötü işlerini hayra çevir!” diyerek hayır duâda bulunmuştur. (Taberî, Târih, III, 190)

2g1d.com

27 Kasım 2021 Cumartesi

Kader, Bilinmez Bir Sırdır


Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Bismillâhirrahmânirrahîm

“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır. (Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye açıklamaktadır. Çünkü Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadîd, 22-23)

Rasûlullah (sav) Efendimiz buyurdular:

“Kadere îman etmek, üzüntü ve sıkıntıyı giderir.” (Münâvî, III, 187)

26 Kasım 2021 Cuma

45. Enlemin Ötesinde Namaz Vakitleri

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2009 - Karar No: 61
Konusu: 45. Enlemin Ötesinde Namaz Vakitleri
   

Din İşleri Yüksek Kurulu, 10-11/06/2009 tarihlerinde Prof. Dr. Hamza AKTAN’ın başkanlığında toplandı. Namaz vakitlerini belirlemede ölçü olarak başvurulan fecrin doğuşu, akşam şafağının sona ermesi vb. atmosferik belirtilerin kısmen veya tamamen oluşmadığı ya  da bu belirtilerin yatsı vakti açısından çok geç, fecir/imsak açısından ise çok erken oluştuğu bölgelerde namaz vakitlerinin belirlenmesi konusunu görüştü. Konuya ilişkin olarak daha önceki 15.06.2006 tarih ve 105 sayılı kararı ile bu kararda kısmi değişiklik yapan 31.05.2007 tarih ve 48 sayılı kararını, uygulamada ortaya çıkan sorunları göz önüne alarak yeniden değerlendiren Din İşleri Yüksek Kurulu, müzakereler sonunda aşağıdaki hususları kararlaştırdı:

1. İslâm’ın beş temel esasından biri olan namaz, günün belli zaman dilimleri içerisinde yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Yüce Allah, “Şüphesiz namaz Müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır” (Nisa (4): 103) buyurmaktadır. Dolayısıyla vakit, namazın en önemli şartlarından birisidir. Bu nedenle, normal şartlarda namazların vakitlerinden önce kılınması caiz olmadığı gibi, vakitlerinden sonraya bırakılması da caiz değildir. Kur’an-ı Kerim’de mücmel olarak işaret olunan namaz vakitleri, [el-Bakara (2): 238; Hud (11): 114; el-İsra (17): 78; Rum (30):17-18; Kaf (50): 39-40; el-İnsan (76): 25-26] Hz. Peygamber’in hadisleri ve uygulamalarıyla açıklanmıştır. Hadis rivayetlerinde namaz vakitleri açıklanırken; doğu ufkunda şafağın belirmeye başlaması (fecr), güneşin doğması, güneşin öğleyin tepe noktasına gelip batıya meyletmeye başlaması (zevâl), gölgelerin fey-i zevalden hariç, bir misli veya iki misli olması, güneşin batması (gurûb), batı ufkunda akşam şafağının kaybolması (gaybûbet-i şafak) vb. dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan atmosferik alametler ölçü olarak verilmiştir.

2. Normal vakitlerin oluştuğu dönemlerde ve bölgelerde namazlar, sünnette belirtilen bu vakitlerde kılınacaktır. Bu ölçülerin kısmen veya tamamen oluşmadığı bölgelerde ise namaz vakitlerinin “takdir edilerek” belirlenmesi gerektiği hususu, günümüzde bütün fetva kurullarının üzerinde görüş birliği içerisinde oldukları bir meseledir. Şu kadar var ki henüz herhangi bir takdir yöntemi üzerinde birlik sağlanamamıştır. Bu durum, bu bölgelerde namaz vakitlerinin belirlenmesi meselesinin geçmişten günümüze hep gündemde kalmasına sebep olmuş, İslam âlimleri ve çeşitli ilmi kuruluşlar bu hususta çözümler ortaya koymuşlardır. Ancak bu çözümler arasında da takdir yöntemindeki farklılıklardan kaynaklanan bazı görüş ayrılıkları bulunmaktadır.

3. Normal vakitlerin oluşmadığı dönemlerde namaz ve oruç vakitleri hususunda takdir yöntemine başvurulması kaçınılmazdır. Bazı hadislerde de ifade edildiği gibi vakitlerin oluşmadığı yerlerde “takdir yöntemi” ile ibadet edilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Fakat İslam Dininin birlik beraberlik ve kardeşliğe verdiği önem gereği bu bölgelerde uygulanacak olan takdir yönteminde belli bir birliğin sağlanması gerekmektedir. Bu birlik de, ancak ilgili tarafların bir araya gelerek meseleyi görüşmeleri ve ortak bir karara varmalarıyla mümkün olacaktır. Diyanet İşleri Başkanlığı bu birliğin sağlanabilmesi için öteden beri gayretlerini sürdürmektedir.

4. Kurulumuzun çeşitli dini delillere istinaden aldığı 15.06.2006 tarih ve 105 sayılı kararı ile bunda kısmi değişiklik yapan 31.05.2007 tarih ve 48 sayılı kararının uygulanması birtakım sorunların yaşanmasına yol açmıştır. Bundan dolayı Din İşleri Yüksek Kurulu, ilgili bölgelerin şartlarını, buralarda yaşayan işçi, öğrenci, memur, esnaf vb. çeşitli kesimlerin karşılaştıkları güçlüklerle oradaki ihtiyaçları dikkate alarak İslam dininin “kolaylaştırma/zorlaştırmama” ilkesi, “istihsan” ve “maslahat” delillerinin ışığında:
a) 45. Enlemin ötesinde Yatsı namazı vakti hesaplanırken 31.05.2007 tarih ve 48 sayılı Din İşleri Yüksek Kurulu kararında belirtildiği şekilde şer’î gecenin(Güneşin batışı ile fecri sadık arasındaki sürenin) üçte biri ile yatsı vaktinin belirlenmeye devam edilmesine oybirliği ile, ancak;

b) 45. Enlemden sonra, Şer’î gecenin üçte birinin 1 saat 20 dakikadan sonraya kaldığı bölgelerde ve dönemlerde yatsı namazı vaktinin başlangıcının akşam namazı vaktinden itibaren 1 saat 20 dakikayı geçmeyecek şekilde takdir edilmesine oy çokluğu ile,

c) İmsak vaktinin, Mart-Eylül ayları arasında zaruret ve ihtiyaca binaen günün (a ve b maddeleri doğrultusunda) takdir edilmiş akşam-yatsı aralığına derece farkı dolayısıyla 10 dakika eklenerek bu sürenin güneşin doğuş saatinden çıkarılmak suretiyle takdirle belirlenmesine, takdire geçişin de tedrici olarak sağlanmasına oy birliği ile,

d) 62. Enlemin ötesinde 62. enlemin vakitlerinin kullanılmasına oy birliği ile,
e) İlmi yeterliliği bulunan şahıs ve kurulların bu bölgeler için farklı takdir yöntemleri kullanarak farklı vakitler belirlemeleriyle, buna göre ibadet etmelerinin yanlış ve hatalı görülmeyeceğine oy birliği ile, 
karar vermiştir.

https://kurul.diyanet.gov.tr/Karar-Mutalaa-Cevap/4093/45--enlemin-otesinde-namaz-vakitleri

24 Kasım 2021 Çarşamba

Hayızlı ve Nifaslı Kadınların Mescide Girmeleri

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2009 - Mutalaa No: 116
Konusu: Hayızlı ve Nifaslı Kadınların Mescide Girmeleri
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 04/11/2009 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamza AKTAN’ın başkanlığında toplandı. Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca değerlendirilen “Hayızlı ve Nifaslı Kadınların Mescide Girmeleri” konusu görüşüldü. 
Günümüzde hac ibadeti, şartlar gereği sınırlı bir zaman diliminde gerçekleştirilebilmektedir. Hac için gelen kadınlar,  bu süre içerisinde hayız ve nifas gibi kendilerine özgü özel bir hal ile karşı karşıya kalabilmektedirler. Şartlar gereği ömründe bir defa hac yapma fırsatı yakalayan kadınların özel durumlarında Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Haram’ı ziyaret etmeleri, dua ve zikir amacıyla mescidlere girebilmeleri,  günümüzde çözüm bekleyen önemli bir dini problem olarak gözükmektedir.
Kadınların adetli iken mescitlere girmeleri, İslam alimlerinin çoğunluğu tarafından caiz görülmemektedir. Ancak  bazı alimler bunu caiz görmektedirler.  Bu görüşten hareketle,  hacda âdetli iken dua, zikir ve istiğfar ile meşgul olmak, Kâbe’yi seyretmek veya Hz. Peygamberi ziyaret etmek gibi amaçlarla Harem-i Şerif”e ve Mescid-i Nebevî’ye girmek isteyen adetli hanımların, buna cevaz veren alimlerin görüşleri doğrultusunda amel edebilecekleri oy çokluğu ile mütalaa edilmiştir.

23 Kasım 2021 Salı

Büyükbaş, Küçükbaş ve Kanatlı Hayvanların Kesiminde Uyulması Gereken İslâmî İlkeler

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2010 - Mutalaa No: 22
Konusu: Büyükbaş, Küçükbaş ve Kanatlı Hayvanların Kesiminde Uyulması Gereken İslâmî İlkeler
   Din İşleri Yüksek Kurulu, 24/02/2010 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamza AKTAN’ın başkanlığında toplandı. İlgi (a) ve (b) yazılarda bahsedilen “Büyükbaş, Küçükbaş ve Kanatlı Hayvanların Kesiminde Uyulması Gereken İslâmî İlkeler” konusu görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:
İslâm’ın helal saydığı hayvanların etlerinin yenilebilmesi için, hayvanın, dinin belirlediği ilkeler doğrultusunda kesilmesi gerekir. Bu da Allah’ın adını anarak (besmele çekerek) (Hac 22/36), hayvanın yemek ve nefes boruları ile boynun iki tarafındaki ana damarlardan en az birinin kesilmesi ile gerçekleşir. Bir Müslüman’ın Besmele’yi unutarak terk etmesi ise, o hayvanın etini helal olmaktan çıkarmaz.
Yahudi veya Hıristiyan bir kimsenin kestiği hayvanların yenilmesinde de dinen bir sakınca yoktur (Mâide 5/110).
Kendiliğinden boğulma, darbe ya da çarpma, bir yerden düşme, yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanma, boynuzlanma, kesici olmayan bir aletle vurma ve benzeri sebeplerle ölmüş veya öldürülmüş olan hayvanların eti yenmez (Mâide 5/3).
Kesim işleminde geleneksel uygulama, hayvanın yere yatırılıp, ayaklarından bağlanarak boğazının keskin bir bıçakla kesilmesi şeklindedir. Fakat kesim işlemini kolaylaştırmak, göstereceği fiziki direnci ve duyacağı acıyı azaltmak amacı ile hayvanı askıya alma, bayıltma, uyuşturma ve şoklama gibi bir işlemden sonra henüz ölmeden kesmekte dinen bir sakınca yoktur. Ancak belirtilen bu uygulamaların etkisi ile kesilmeden ölmüş olan hayvanın eti yenmez.
Tavuk, kaz, hindi ve ördek gibi kanatlıların baş aşağı halde hareketli taşıyıcıya asılarak, kafaları öldürmeyecek derecede düşük elektrik akımı verilmiş su banyosundan geçirildikten sonra seri mekanik yöntemle kesilmesinde dinen bir sakınca yoktur. Seri mekanik yöntemle yapılan kesimlerde, her hayvanın kesimi sırasında tek tek besmele çekmeye gerek olmayıp, kesimle görevli kimsenin sistemi harekete geçirirken Allah’ın adını anması (besmele çekmesi) yeterlidir. Ancak seri kesime ara verilip sistemin yeniden çalıştırılması halinde tekrar besmele çekilmelidir.
Kesilen kanatlının tüylerinin temizlemesi sürecinde boğazdaki kanın ve iç organlardaki pisliğin ete karışması engellenmelidir.

Şeklinde ilgili yazılara cevap verilmesinin uygun olduğu mütalaa edildi.

22 Kasım 2021 Pazartesi

Sandalyede Namaz

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2010 - Karar No: 93
Konusu: Sandalyede Namaz
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 20/10/2010 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamza AKTAN’ın başkanlığında toplandı.
Gündem dışı olarak “Sandalyede Namaz” konusu görüşüldü. Müzakereler sonunda;
Namaz, kulun Allah’a en çok yakınlık kazandığı bir ibadettir. Bu niteliğinden dolayı Hz. Peygamber (s.a.v) bu ibadeti “en hayırlı amel” (İbn Mâce, Taharet, 4) olarak tanımlamış, kıyamet gününde hesabı sorulacak ilk amelin namaz olacağını bildirmiştir. (Tirmîzî, Salât, 188) Bu sebeple namazın terk edilmesine izin verilmemiş, ima ile de olsa mutlaka kılınması istenmiştir. Hz. Peygamber “Kim namazı kasten terk ederse Allah’ın himayesi ondan uzak olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI. 421) buyurmuştur.
Namaz ibadetinin rükünlerinin neler olduğu Kur’an ve Sünnette belirtilmiş ve nasıl uygulanacağı da bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından sözlü ve pratik olarak ortaya konulmuştur. Bu rükünler iftitah tekbiri, kıyam, kıraat, rüku, secde ve ka’de-i ahiredir. Allah Teala “Gönülden boyun eğerek Allah için namaza kalkın” (Bakara, 2/238) “Ey iman edenler, rüku edin, secde edin, rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” (Hac, 22/77) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) de; namaz kılmayı öğrettiği bir sahabiye, sonunda nasıl teşehhüd yapacağını gösterdikten sonra “Bunu da yaptığında namazın tamam olur” buyurmuştur. (Tirmîzî, Sünen, Ebvabü’s-Salât, 226)
Bu rükünlerden her hangi birinin mazeretsiz olarak terk edilmesi halinde namaz sahih olmaz. Ancak dinimizde sorumluluklar, kulun gücüne göre belirlenmiş (Bakara, 2/286); gücü aşan durumlar için kolaylaştırma ilkesi getirilmiştir. (Bakara, 2/185) Namazın rükünlerinden herhangi birini yerine getirmeye engel olan rahatsızlıklar da kolaylaştırma sebebi sayılmıştır.
Buna göre;
Namazı normal şekli ile ayakta kılmaya gücü yetmeyen kimse için asıl olan namazını oturarak kılmaktır. Böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabiye “Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl.” (Buhari, Taksiru’s-Salat, 19) buyurmuştur.
Ayakta durabilen ve yere oturabildiği halde secde edemeyen kimse namaza ayakta başlar, rükudan sonra yere oturarak secdeleri ima ile yapar. 
Ayakta durabildiği halde oturduktan sonra ayağa kalkamayan kişi namaza ayakta başlar, secdeden sonra namazını oturarak tamamlar.
Ayakta durmaya ve rüku yapmaya gücü yettiği halde yere oturamayan kimse namaza ayakta başlar rükudan sonra secdeyi tabure ve benzeri bir şey üzerine oturarak ima ile eda eder.
Ayakta durmaya gücü yetmeyen, yere de oturamayan kimse namazı tabure, sandalye ve benzeri bir şey üzerine oturarak rüku ve secdeleri ima ile yerine getirir.
Kul Rabbine ibadet ederken hem özde samimi olmalı hem de dinin belirlediği şekil şartlarını tam olarak yerine getirmeye özen göstermelidir. Özen ve hassasiyet eksikliğinden dolayı Rabbine karşı sorumlu olacağı bilincinde olmalıdır. Bu sebeple namazını tabure, sandalye ve benzeri şeyler üzerinde kılan müminin ileri sürdüğü mazeretleri kendisini vicdanen rahatlatacak boyutta olmalıdır. Namazı asli şekline uygun olarak kılmaya engel olmayacak hafif bedeni rahatsızlıklar bu konuda meşru mazeret olarak görülmemelidir.
Öte yandan dini açıdan zorunlu ve meşru bir sebep bulunmadıkça camilerde sandalyede namaz kılmak, göze hoş gelmeyen bir görüntü ortaya çıkarmakta ve cemaat arasında tartışmalara sebep olmaktadır. Özellikle üzerinde namaz kılmak amacı ile camilerde sıralar halinde sabit oturakların yapılması, cami doku ve kültürüyle bağdaşmamaktadır. Bu sebeple hastalık ve özürlülük gibi herhangi bir rahatsızlığı bulunan kimselerin, zorunlu olmadıkça namazlarını sandalyede değil, yere oturarak kılmalarının uygun olacağı karara bağlandı.

21 Kasım 2021 Pazar

Tedavi Amacıyla Bevl Kullanımı

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2012 - Mutalaa No: 46
Konusu: Tedavi Amacıyla Bevl Kullanımı
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 12/04/2012 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit KÜÇÜK’ün başkanlığında toplandı. “Tedavi Amacıyla Bevl Kullanımı” konusu görüşüldü. Yapılan müzakerelerden sonra:
Buhari ve Müslim’in Sahih’leri başta olmak üzere temel Hadis kaynaklarımızda yer alan bir rivayete göre; Ukl ve Ureyne kabilelerinden Medineye gelen ve Hz. Peygamberin huzurunda Müslüman olan bir grup, oranın havası ağır gelip hastalanınca, Medine’den ayrılmak istediler. Hz. Peygamber, onlara zekat develerinin yanına giderek, develerin süt ve idrarlarından içmelerini tavsiye etti. Onlar denileni yaptılar ve iyileştiler. Fakat, dinden çıktılar, çobanları öldürüp develeri götürdüler. Hz. Peygamber olayı duyunca arkalarından bir ekip gönderdi. Yakalandılar. Öldürdükleri çobanlara kısasen, öldürüldüler. (Buhari, Megâzî, 36 )
Rivayette yer alan Hz. Peygamber’in tedavi amacıyla deve idrarı içme tavsiyesi, İslam’ın ilk asırlarından itibaren tartışılmış, bazı fakihler, eti yenen hayvanların idrarının temiz olduğu hükmünü, bu rivayete dayandırmışlardır. Konuyla ilgili kaynaklar incelendiğinde, özellikle karın hastalıklarının tedavisinde, insan ve hayvan idrarının, geçmiş asırlarda, tedavi amaçlı olarak yoğun bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. Örnek olarak meşhur tabip İbn Sina’nın “el-Kanun fi’t-Tıb” isimli eserinde yer alan “kitabu’l-ebvâl” bölümü gösterilebilir. Bu bölümde İbn Sina, insan ve çeşitli hayvan idrarlarının, hangi hastalıklar için faydalı olduğunu açıklamaktadır. (Bkz. İbn Sîna, el-Kânûn fi’t-Tıb (Kitabu’l-Edviye el-Müfrede ve’n-Nebâtât) Şerh ve Tertib: Cebran Cebbûr, (Beyrut 1986), 107.)Yakın zamanlara kadar Anadolu’da, özellikle sarılık hastalığı için, insanlara idrar içirildiği bilinmektedir. Bütün bunlar,idrarın günümüzde de tedavi amaçlı kullanılabileceği anlamına asla gelmez. Zira bugün, idrar içinde bulunan ve bazı hastalıklar için faydalı olan etken madde ne ise, bütün türevleriyle daha etkili bir şekilde ilaç halinde kullanılabilir hale gelmiştir. Geçmiş toplumların tecrübeyle tespit ettikleri birçok tıbbî yöntem ve uygulama, bugün yerini binlerce deneyle test edildikten sonra onaylanan yöntem ve ilaçlara bırakmıştır. Yüzlerce yıllık birikimle ve bilimsel çabalarla ortaya çıkmış günümüz tıp biliminin, uygun ve doğru bulmadığı ilaç ve yöntemlerin Hz. Peygamber gerekçe gösterilerek uygulanması doğru değildir. Dolayısıyla, bunları kullanarak hasta olan veya şifa bulamayan kimse, gerekli tedbirleri almadığı için dinen vebal altına girmiş olur. Çünkü Hz. Peygamber, yukarıdaki olayda olduğu gibi, tavsiye ettiği ilaç ve tedavi yöntemlerini Allah’tan aldığı bilgiye göre değil, tamamen kendi toplumunun bilgi ve tecrübesine dayanarak önermiştir. Burada uyulması gereken sünnet, o yerel bilgi ve tecrübeye dayalı ilaç ve yöntemleri birebir uygulamak değil, Hz. Peygamber’in hastalıklar karşısında mutlaka tedavi olunması konusundaki tavsiye ve ısrarıdır. Amaç aynı olduktan sonra, araçların zaman ve zemine göre değişmesi, gayet doğaldır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, ashabından hasta olanlara, mutlaka tedavi olmalarını emretmiş ve bazı arkadaşlarını da o dönemin en meşhur tabiplerine göndermiştir. Kendisi de bazen, toplumundan edindiği bilgi ve tecrübeye dayanarak çeşitli hastalıklarla ilgili bazı tavsiyelerde bulunmuştur. İbn Haldun’un dediği gibi, Hz. Peygamber bize tıbbı değil, dini öğretmek için gelmiştir. O da hiç şüphesiz diğer insanlar gibi, en iyi tabip, en iyi çiftçi, en iyi marangoz, en iyi avcı, en iyi şair olabilir. Ancak bunlar, onun peygamberlik göreviyle ilgili değildir. Bu alanlardaki yetersizliği de peygamberliğine bir noksanlık getirmez. Başka bir ifadeyle Peygamberlik, insanlara dünyevi beceriler öğretme görevi değil, insanları Allah’ın istediği hidayet yoluna davet etme görevidir. Bu açıdan bakılınca, Hz. Peygamberin sünneti, O’nun dini ve ahlaki örnekliğidir. Onun dünyevi konularla, yani her insanın bilgi ve tecrübeyle elde edebileceği ya da sırf beşer olarak ihtiyaç duyduğu doğal talepleriyle ilgili söz ve eylemleri bağlayıcı değildir. Ancak, bu ihtiyaçlar karşılanırken nasıl davranılması gerektiği ile ilgili dînî ve ahlaki tavsiyeleri, doğal olarak onun sünneti kapsamındadır.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in, kendi dönemine ve içinde yaşadığı topluma ait geçmişten intikal eden bilgi ve tecrübeye dayanarak yapmış olduğu tıbbî tavsiyelerin, halk sağlığı ve koruyucu hekimlik bakımından pratik değeri bulunanlarının kabul ve tatbiki mümkün olmakla beraber, modem tıp ilminin uygun bulmadığı, hatta zararlı saydığı hususları, Hz. Peygamber’den geliyor diye savunmanın Kur’an ve Sünnet’le bağdaşır bir tarafı yoktur. Bugün, ilmi gelişmeler karşısında geçersiz hale gelmiş Tıbb-ı Nebevi örnekleri kaynaklarımızda mevcuttur. Mesela, Sahabi Esâd b. Zürâre hicretten kısa bir süre sonra difteri veya kızıl (zübha) hastalığına yakalanınca, Hz. Peygamber dağlanmasını emretmiş, bir rivayete göre de bizzat kendisi Esad’ın şişen boğazını iki defa dağlamıştır. Bu sırada Yahudilerin, “eğer Muhammed gerçekten Peygamberse arkadaşını iyileştirsin” demeleri üzerine Hz. Peygamber, “ona doğrudan fayda veya zarar veremeyeceğini” söyleyerek kendisinde insanüstü bir güç olmadığını belirtmek istemiştir. Nitekim Esad b. Zürâre kısa bir süre sonra bu hastalıktan vefat etmiştir. (İbn Sa’d, Tabakât, III, 610-611; Ahmed b Hanbel, Musned I-VI, Çağrı Yayınları. İstanbul 1982, IV, 138).
Hz. Peygamber’den intikal eden ve sahih olduğu hadis alimleri tarafından tesbit edilen tıpla ilgili rivayetlerden çıkartılabilecek en önemli sonuç, hastalık durumunda Hz. Peygamberin, kendi döneminin imkan ve şartları ölçüsünde her türlü tedbiri alarak tedavi yoluna başvurması ve buna önem vermesidir. Tedavi için başvurulan yöntem ve çarelerin zamanla değişiklik göstermesinin ise kaçınılmaz bir olgu olduğu mütalaa olunmuştur.

20 Kasım 2021 Cumartesi

Küçüklerin Evlendirilmesi

Din İşleri Yüksek Kurulu Mütaalaları
Mutalaa Yılı: 2012 - Mutalaa No: 44
Konusu: Küçüklerin Evlendirilmesi
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 12.04.2012 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit KÜÇÜK’ün başkanlığında toplandı.
“Küçüklerin Evlendirilmesi” konusu görüşüldü. Yapılan müzakerelerden sonra:
Evlenme akdinin en önemli unsurunu, taraflar yani evlenecek kişiler oluşturmaktadır. Evlenme ehliyetine sahip ve evlenmelerinde herhangi bir engel bulunmayan herkes, nikâhta taraf olabilir. Evlenme ehliyeti, başkalarının izin ve onayına ihtiyaç olmadan evlenebilmektir. Bunun için akıl ve ruh sağlığı yanında bâliğ olmak şartı aranır.
Küçükler, bunaklar gibi bu iki şarta sahip olmayanlar, hukuk nazarında eda/fiil ehliyeti açısından eksik sayıldıklarından velilerinin izin veya onayı olmaksızın kendi başlarına evlenemezler. Sağlayacağı bazı bireysel ya da toplumsal faydalar göz önüne alınarak, küçüklerin velileri aracılığıyla evlendirilmeleri, çeşitli toplumlarda görülen bir uygulamadır. Genel bir kabule dayandığı için, bu uygulamanın, o toplumlarda yadırganmadığı da bilinmektedir. İlk Müslümanlar arasında görülen küçükleri evlendirme uygulaması da bu bağlamda değerlendirilebilir. Dolayısıyla konu, daha çok toplumsal ve kültürel bir karakter taşımaktadır. Bu tür evlilikleri meşru gören yaklaşımlar, yukarıda belirtilen toplumsal kabuller ve uygulamalarla izah edilebilir.
Konuya daha bütüncül bir yaklaşımla bakıldığında, küçüklerin evlendirilmelerinin:
Öncelikle bu uygulama, günümüz şartlarında ideal bir aile yuvasından beklenen huzur içinde yaşama, sağlıklı nesiller yetiştirme şeklindeki evliliğin esas hedefleri ve sürdürülmesiyle uyumlu olmayacağı,
“Yetimleri, evlenmeye elverişli hale gelinceye kadar deneyin. Onların reşit olduklarını anlarsanız, mallarını artık kendilerine verin” (Nisa 4/6) ayeti, nikâh için belli bir olgunluğun gerekli olduğuna işaret etmektedir ki, bunun da erginlik dönemi olduğu,
Evliliğin hukukî ve ahlâkî çerçevesini çizen ayet ve hadislere bakıldığında, onların daha çok yetişkin bireyleri hedef aldığı ve bireye ağır sorumluluk yüklediği görülür. Buradan hareketle evlenecek kişilerin, bu sorumluluğun bilincinde ve bunu yerine getirebilecek olgunlukta olmaları gereği,
Günümüz şartlarında küçüklerin evlendirilmeleri, onları genellikle ekonomik, biyolojik ve psikolojik açılardan kaldıramayacakları bir yükün altına sokmaktadır. Ayrıca onların çocukluklarını yaşayamama, gerekli eğitimden mahrum kalma gibi birçok temel hakların ihlaline de yol açabileceği gerekçelerine bağlı olarak uygun olmayacağı mütalaa edilmiştir.

19 Kasım 2021 Cuma

Vajinal Akıntı ve Abdest

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararları
Karar Yılı: 2013 - Karar No: 10
Konusu: Vajinal Akıntı ve Abdest
   
Din İşleri Yüksek Kurulu, 31/01/2013 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanvekili Zeki SAYAR’ın başkanlığında toplandı.
Vajinal akıntının abdesti bozup bozmayacağı konusu incelendi ve aşağıdaki tespitler yapıldı:
Bilindiği üzere kadın anatomisine göre genital bölgede dışarıya açılan üç menfez/yol bulunmaktadır. Bunlar uretra denen idrar boşaltım kanalı, anüs denen dışkı atım yeri ve vajina ya da vajen denen kadın cinsel organıdır.
İdrar, dışkı, dışkı mahallinden (anüs) çıkan yel ile vajenden gelen adet, lohusalık ve özür kanlarının abdesti bozacağı Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde belirtilmiştir. (Maide, 5/6; Buhari, Vudû 63; İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, Daru’l-İlmiyye, Beyrut, 200 I, 107-108; Beyhaki, es-Sünenü’s-Suğra, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1995 I, 51, 511.) Ancak, vajinadan gelen diğer akıntıların abdesti bozup bozmadığı ile ilgili doğrudan bir delil bulunmamaktadır. Bu sebepledir ki, fakihler “rutûbetü’l-ferc” dedikleri vajinal akıntıların temiz olup olmadığı ile, abdeste etkisini bu akıntının kaynağına ve niteliğine dair kendi dönemlerindeki tıbbî bilgilere ve gözlemlere dayanarak belirlemeye çalışmışlardır.
Bu bağlamda Ebû Hanîfe ve Hanbelîler, kan, mezî ve meni ile karışmadığı sürece söz konusu akıntıların temiz olduğunu söylerken, Ebû Yûsuf ile Muhammed eş-Şeybânî ve Mâlikîler bunları necis saymışlardır. Şâfiî mezhebindeki genel yaklaşım bu akıntının temiz olduğu yönündeyse de vajinanın derinliklerinden gelen sıvının necis olacağını ileri sürenler de vardır (İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1992 I, 166,313; İbn Kudâme, el-Muğnî Mektebetü’l-Kahira, 1968] II, 65); Şirbini, Muğni’l-Muhtâc, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1994, I, 236; Desûkî, Hâşiye, Dâru’l-Fikr, I, 57).
Temiz olup olmamasına ilişkin bu yaklaşım farklılıklarına rağmen fakihlerin çoğunluğu, dışarıya çıkması halinde vajinal akıntının abdesti bozacağı kanaatindedir. İki yoldan (ön ve arkadan) gelen her şeyin abdesti bozacağı şeklindeki genel kural, fukahayı böyle bir sonuca götürmüşe benzemektedir. Vajinal akıntıların kaynağına ve tıbbî niteliğine dair bugün ulaşılan bilgilerden mahrum oluşları da onları, bu akıntıları vücuttan atılan diğer maddeler çerçevesinde değerlendirmeye sevk etmiştir. Zamanlarındaki bilgi birikimi dikkate alındığında bu tutum son derece normal ve anlaşılabilir karşılanmalıdır. Öte yandan bilinen iki yoldan temiz bir şeyin çıkması ile abdestin bozulmayacağını söyleyen fakihler de bulunmaktadır (Kâsânî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1986, I, 24). Günümüzde ise insan anatomisi en ince ayrıntılarına kadar araştırılıp vücut salgılarının kaynakları, işlevleri ve özellikleri neredeyse tamamıyla tespit edilmiştir.
Din İşleri Yüksek Kurulu’nun konunun uzmanlarıyla değişik zamanlarda yaptığı toplantılardan elde edilen bilgilere göre vajinal akıntı, rahimden değil daha aşağıdaki vajina duvarında ve rahim ağzında bulunan yapılardan istem dışı salgılanan beyaz, kokusuz, yapışkan ve kaşıntı ya da yanma yapmayan bir salgı olup sağlıklı her kadında görülen fizyolojik ve doğal bir olgudur. Salgılanmaması patolojik bir durum olarak görülmekte ve birçok hastalığın sebebi sayılmaktadır. Uzmanlar bu yönleriyle onu, tıpkı burun salgısı, gözyaşı, tükürük, kulak salgısı ve hatta ter gibi değerlendirmektedirler.
Vajinanın nemli kalmasını sağlayan ve orada biriken bakteri ve mikropları temizleyen bu akıntıların, farklı kanallardan gelip yine farklı çıkışlardan (anüs ve üretra) atıldıkları için kesinlikle idrar ve dışkı ile karışma ihtimali olmadığı gibi cinsel uyarılma ile ilgisi de bulunmamaktadır.
Bu normal ve genel durum yanında vajinadan iltihap, yara ya da başka rahatsızlıklara bağlı olarak bazı akıntıların da gelebileceğini belirten uzmanlar, patolojik olan bu tür akıntıların sarı, gri, yeşil, pembe renklerde olacağını, kokacağını, yanma ve kaşıntı gibi rahatsızlıklar vereceğini; bütün bunların kadınlarca bilinebileceğini belirtmişlerdir.
Bu bilgilere dayanarak,
1. Yukarıda özellikleri belirtilen normal vajinal akıntının, kendisinden çıkan her şeyin abdesti bozacağı hususunda icma edilen iki yolun dışında yani idrar ve dışkı kanallarından başka üçüncü bir yoldan çıktığı, kaynağı ve çıkış yolu itibariyle idrar ve dışkıyla kesinlikle irtibatı olmadığı, cinsel uyarılma ile alakasının bulunmadığı, dolayısıyla abdesti bozan şeylerle ilgili nasların kapsamına girmediği, istem dışı olup çıkışına engel olunamadığı ve Cumhur tarafından temiz sayıldığı için abdesti bozmayacağına, elbiseyi kirletmeyeceğine,
2. Bu normal akıntının dışında, bir hastalığa ya da yaraya bağlı olarak vajinadan gelen renkli, kokulu ve yanma-kaşıntı yapan iltihabî akıntılar ile kan, irin vb. necis sıvıların ve cinsel uyarılma sonucu gelen akıntıların abdesti bozacağına,
Karar verildi.